5 Nisan 2022 Salı

TARİHTE BUGÜN ( 5 NİSAN)


OLAYLAR:



      
    ÖLÜMLER:

  • 1794 - Georges Danton, Fransız avukat ve Fransız ihtilali'nin liderlerinden (d. 1759)
  • 1794 - Camille Desmoulins, Fransız gazeteci ve politikacı (d. 1760)
  • 1794 - Fabre d'Églantine, Fransız şair, oyuncu, dramaturg ve devrimci (d. 1750)
  • 1794 - François Joseph Westermann, Fransız devrimci ve komutan (d. 1751)
  • 1825 - Vasili Çiçerin, Rus general (d. 1754)
  • 1846 - Clotilde de Vaux, Fransız şair ve yazar (d. 1815)
  • 1866 - Thomas Hodgkin, İngiliz doktor (d. 1798)
  • 1882 - Pierre Guillaume Frédéric le Play, Fransız maden mühendisi ve sosyolog (d. 1806)
  • 1900 - Gazi Osman Paşa, Osmanlı Paşası (d. 1832)1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki Plevne Savunması ile tanınan Gazi Osman Paşa öldü.
  • 1923 - George Herbert de Carnarvon, İngiliz Mısırbilimci ve koleksiyoncu (d. 1866)
  • 1945 - Heinrich Krippel, Avusturyalı heykeltıraş (d. 1883)
  • 1964 - Douglas MacArthur, Amerikalı general (d. 1880)
  • 1967 - Hermann Joseph Muller, Amerikalı genetik bilgini (d. 1890)
  • 1969 - Rómulo Gallegos, Venezuelalı romancı ve politikacı (d. 1884)
  • 1975 - Çan Kay-ŞekTayvan'ın ilk Devlet Başkanı (d. 1887)
  • 1976 - Howard Hughes, Amerikalı havacı ve iş adamı (d. 1905)
  • 1993 - Feyyaz Kayacan, Türk yazar (d. 1919)
  • 1994 - Kurt Cobain, Amerikalı müzisyen (Nirvana üyesi) (d. 1967)
  • 1997 - Allen Ginsberg, Amerikalı yazar (d. 1926)
  • 1998 - Frederick Charles Frank, İngiliz teorik fizikçi (d. 1911)
  • 2005 - Saul Bellow, Amerikalı yazar (d. 1915)
  • 2007 - Werner Maser, Alman tarihçi, gazeteci ve profesör (d. 1922)
  • 2008 - Charlton Heston, Amerikalı sinema ve tiyatro oyuncusu (d. 1923)
  • 2011 - Baruch Samuel "Barry" Blumberg, Amerikalı doktor ve 1976 yılı Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü sahibi (d. 1925)
  • 2013 - Regina Bianchi, İtalyan dizi ve sinema oyuncusu (d. 1921)
  • 2015 - Francesco Smalto, İtalyan modacı ve iş adamı (d. 1927)
  • 2016 - Kostas "Koço" Kasapoğlu, Rum asıllı Türk futbolcu (d. 1935)
  • 2017 - Arthur Bernard Bisguier, Amerikalı satranç oyuncusu (d. 1929)
  • 2017 - Maria Luisa Ozaita, İspanyol piyanist, müzisyen, müzikolog, şef ve besteci (d. 1939)
  • 2017 - Amelio "Memè" Perlini, İtalyan oyuncu ve film yönetmeni (d. 1947)
  • 2018 - Mete Sözen, Türk bilim insanı, profesör ve inşaat mühendisi (d. 1930)
  • 2018 - Isao Takahata, Japon anime yönetmeni (d. 1935)
  • 2019 - Sydney Brenner, Güney Afrikalı biyolog (d. 1927)
  • 2019 - Ib Glindemann, Danimarkalı caz müzisyeni (d. 1934)
  • 2019 - Nina Lagergren, İsveçli iş kadını ve radyocu (d. 1921)
  • 2019 - Lasse Pöysti, Fin oyuncu, yönetmen, tiyatro eğitimcisi ve yazar (d. 1927)
  • 2020 - Honor Blackman, İngiliz oyuncu (d. 1925)


  • 2020 - Eleanor Margaret Burbidge, İngiliz-Amerikalı astrofizikçi, akademisyen ve eğitimci (d. 1919)


  • 2020 - Mahmud Cibril, Libyalı siyasetçi (d. 1952)


  • 2020 - Shirley Douglas, Kanadalı aktivist ve oyuncu (d. 1943)


  • 2020 - Lee Fierro, Amerikalı aktris ve tiyatro yönetmeni (d. 1929)


  • 2020 - Michel Parisse, Fransız tarihçi ve akademisyen (d. 1936)


  • 2021 - Joye Hummel, Amerikalı çizgi roman sanatçısı ve yazar (d. 1924)


  • 2021 - Paul Ritter, İngiliz tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu (d. 1966
  •  

    77 yaşında işçi ve 7 aylık bebek - Timur Soykan / BİRGÜN

    Kayseri’de 77 yaşındaki bir adam çalıştığı inşaatta öldü. Kendini bildi bileli çalışıyordu ve 80’ine merdiven dayamışken de şantiyede bekçiydi. Gün yüzü görmeden gitti bu dünyadan. Şanlıurfa’da 7 aylık bebeğin babası inşaatta işe başladığı ilk gün iş cinayetinin kurbanı oldu. Babası, sendikalı olduğu için fabrikadan atılmış, kara listeye alındığı için diğer fabrikalar iş vermemişti.

    7 aylıktan 77’ye…

    Aynı sömürü düzeninin, aynı haksızlığın kurbanı iki insan…

    Hikmet Sungur

    77 yıl önce Kayseri Talas’a bağlı Yamaçlı Köyü’nde doğmuştu. Güzel köydür Yamaçlı. Düz merasını kıvrılarak geçen dere böler. Uzakta Erciyes Dağı bütün ihtişamıyla görünür. Bu güzelliğin içinde yoksul, kalabalık bir ailedendi Hikmet Sungur. Ne toprakları vardı ne de hayvanları, zordu hayatları. Hikmet Sungur köyünde ve çevre köylerde başkalarının hayvanlarına çobanlık yapıyordu.

    Evlendi, 4 kızı, 4 oğlu oldu. Çobanlıkla 8 çocuğa nasıl baksın. Erciyes manzarasını, dereyi, yeşil meraları çok severdi ama şehre gitmek zorundaydı. Köydeki evini sattı. Doğaya düşkün adam Kayseri’deki inşaatlarda, çimentonun, tuğlanın, betonun içinde çalışmaya başladı. Sigortalı, sürekli iş bulmak imkânsızdı. Ağır işlerde üç kuruş yevmiye ile çalışarak çocuklarını büyüttü.

    70 YAŞINDA EMEKLİLİK İÇİN ÇALIŞTI

    Onlarca yıl; yoksulluğa karşı alın teriyle verilmiş amansız bir savaştı. Evlatları evlendi, torunları doğdu ama rahat edeceği günlerden halen uzaktı. Çoğu zaman kayıtsız, sigortasız çalıştırılmıştı. 70 yaşına merdiven dayamışken emekli olabilmek için inşaatlarda çalışıyor, köyüne kesin dönüş hayalleri kuruyordu.

    Nihayet emekli oldu ama evinin olmadığı köyüne nasıl dönsün. Türkiye’deki binlerce emekli gibi o da yaşlı bedenine rağmen iş arıyordu. Melikgazi’deki 14 katlı bina inşaatında gece bekçisi olarak çalışmaya başladı. ‘Ultra lüks daireler’ geceleri ona emanetti.

    31 Mart 2022 günü işçiler mesaiye başladı ama yaşlı bekçi ortalıkta yoktu. Saatler sonra bir işçi, asansör boşluğunda onu gördü. 77 yaşındaki adam, düşerek hayatını kaybetmişti.

    Hikmet Sungur, hep dönmeyi hayal ettiği köyüne önceki gün cenaze aracıyla getirildi. Büyükşehirlere göç etmiş çocukları, torunları da gelmişti. Tabutunu omuzladılar. Görkemli Erciyes Dağı’na bakan köy mezarlığına günyüzü görmemiş emekçi gömüldü.

    BEBEĞİN İŞÇİ BABASI

    7 ay önce Urfa Eyyübiye’de bir erkek bebek dünyaya gelmişti. 5 yaşında ablası, 3 yaşında da bir ağabeyi vardı. Babası Sedat Aslan 29 yaşındaydı, Şanlıurfa Organize Sanayi Bölgesi’nde (OSB) ‘Zara’ markası için üretim yapan Uğur Tekstil Fabrikası’nda çalışıyordu. Makineciydi, dikimde çalışıyordu ama ustabaşı ne derse o yapılırdı fabrikada. Dev makinelerin aralıksız dikiş, kesim sesleri arasında kimi zaman ürünleri toplar kimi zaman kumaş parçalarını taşırdı. Üretim baskısı vardı işçilerin üzerinde. Çoğu zaman molaya çıkmalarına bile izin verilmiyordu. Ustabaşının istediğinden az ürün çıkartanlar hemen işten atılmakla tehdit ediliyordu.

    Bebek dünyaya geldiğinde…

    Fabrikada bazı işçiler, DİSK Tekstil’e üye olmuştu. “Birlik olursak haklarımızı alır, patronun insafında bir hayata mahkûm olmayız” diyorlardı.

    Sedat’ın da aklına yatmıştı bu sözler. Eylül 2021’de Uğur Tekstil’deki 300 işçiden 160’ının üye olduğu sendika fabrikada yetki aldı. Sedat Aslan’ın da arasında olduğu işçiler sürekli sendikadan istifa etmezlerse işten atılmakla tehdit ediliyordu.

    Fabrikanın patronu Hayri Uğur sendikanın yetkisini tanımadı.

    Aslında daha önce çok ilginç bir tezgâhla gündeme gelmişti Mersinli patron.

    2018 yılında 29 yıllık eşi ona bir dava açmış ve şöyle suçlamıştı:

    “FETÖ operasyonuyla mal varlığına el konulabileceğini söyleyerek ‘Göstermelik boşanalım’ dedi. Avukatına vekalet verdirdi. 5 dakikalık celsede boşandık bizi ABD’ye gönderdi. Ama hemen 5 yıllık yasak aşkıyla evlendi. 200 milyon liralık varlığımızı üzerine geçirdi.”

    İşte bu patron sendika yetki alınca tüm işçileri çıkartıp fabrikayı kapattığını açıkladı.

    Bebek 2 aylıkken

    Babası artık işe değil, fabrika önündeki direnişe gidiyordu. Birikmiş paraları yoktu, bebeğin maması, bezi yüzde 100 zamlanmıştı. Her ay katlanan evin faturalarına, her gün zamlanan market alışverişine genç baba nasıl yetişsin.

    Bebek 3 aylık olduğunda…

    Patron sendikayla görüşmeyi kabul etti. 1 Kasım 2021’de Sedat Aslan ve arkadaşları işbaşı yaptı ancak patronun farklı bir planı vardı. 18 gün sonra 97 işçi yeniden işten çıkarıldı. Jandarmalar arasında fabrikadan çıkarılan işçilerden biri Sedat Aslan’dı.

    PATRONLARIN KARA LİSTESİ

    Bebek 4 aylıkken…

    Devlet teşvikleri nedeniyle Şanlıurfa OSB’de fabrika kuran ve çoğu başka şehirden patronlar endişelenmişti. 97 işçinin isimleri yazılı bir kara liste hazırladılar. Bu işçileri fabrikalar işe almayacaktı, hatta taşeron iş yaptırdıkları küçük atölyelere bile kara listeyi gönderdiler.

    Bebek 5 aylık olduğunda…

    Sedat Aslan, OSB’deki fabrikalara iş başvurusu yapıyor ve bütün kapılar yüzüne kapanıyordu. Oysa usta bir makineciydi, normalde kolay iş bulurdu.

    Bu sırada patron, sendika tazminat hakkından ve açtıkları davadan vazgeçenleri tekrar işe alacağını söyleyerek direnişi kırmak için hamlesini yaptı. Direnenlerin sayısı her geçen gün azaldı. Sedat Aslan, davasını çekmeyen 35 işçi arasındaydı.

    Bebek 6 aylıkken…

    Genç baba, fırında, inşaatlarda günlük yevmiyelerle çalışmaya başlamıştı. Evine ekmek götürmeliydi. Bir yandan da fabrika önündeki eylemlere katılıyordu.

    26 Mart günü, Uluslararası Sendika ve Zara markasından haber geldi. Patron Hayri Uğur’un taleplerini kabul ettiği ve 1 Nisan’da işe alınacakları söylenmişti.

    Sedat Aslan yine de aybaşına kadar günü birlik çalışmak zorundaydı. OSB’deki bir fabrikanın çatısında onarım işine girdi. Bu işte ilk günüydü. Çatıda dengesini kaybederek yüksekten düştü ve hayatını kaybetti.

    Bebek 7 aylıktı

    Kısacık hayatına babasının sendika mücadelesi ve sonunda babasızlık sığdı.

    1 Nisan’da işçiler fabrikaya gitti, bu kez yanlarında Sedat Aslan yoktu. Güvenlik noktasında bütün gün bekletildiler. Zara’nın ve uluslararası sendikanın güvence vermesine karşın fabrikaya alınmadılar ve işe girişleri yapılmadan geri gönderildiler.

    Patronun tezgâhı bitmiyordu.

    Timur Soykan / BİRGÜN


     

    Türkiye’yi nükleer silahla vurmak! - Kemal Okuyan / SOL

    İncirlik Üssü ABD emperyalizminin saldırı üssüdür, bir de üstüne, İncirlik'te bulunan nükleer silahlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını tehdit etmektedir.

    İncirlik Üssü kapatılmalıdır. İncirlik Üssü ABD emperyalizminin bir saldırı üssüdür, bu nedenle kapatılmalıdır. İncirlik Üssü’nde ABD’ye ait nükleer silahlar bulundurulmaktadır, bu nedenle de kapatılmalıdır.

    Nükleer silahlar 1959 yılında Demokrat Parti iktidardayken Türkiye’ye getirilmeye başlandı. Hoş, kararı Adnan Menderes hükümeti değil, ABD yönetimi vermiş, iki ülke arasında bir anlaşma imzalanmıştı. ABD, Sovyetler Birliği’nin yanı başına nükleer silah konuşlandırmaktan, Türkiye ise önem kazanmış olmaktan mutluydu.

    Jüpiter füzelerini İzmir civarında değişik noktalara yerleştirdiler. Bunlar orta menzilliydi ve Moskova başta olmak üzere, Sovyetler Birliği’nin birçok büyük kentini vurabiliyordu.

    Nükleer Savaş çağında nükleer silahların bulunduruldukları yerler aslında en güvensiz yerlerdi. Taraflar stratejilerini mümkün olduğu kadar kısa sürede düşmanın nükleer silah kapasitesini yok etmek üzerine kuruyorlardı.

    Türkiye, topraklarına Sovyetler Birliği’ne erişebilecek nükleer füze yerleştirilmesine izin vererek Sovyet silah sistemlerinin hedefi haline geliyor ve doğal olarak yurttaşlarımız için büyük bir tehlike ortaya çıkıyordu. Ama olsun, hem ABD yönetimi hem Demokrat Parti iktidarı Jüpiterlerle gurur duyuyordu. 

    Sonra 27 Mayıs Darbesi gerçekleşti, Demokrat Parti düştü. Amerikalıların kısa süren bir tedirginlik yaşadığı biliniyor. Nükleer silahların kontrolünün Türk Silahlı Kuvvetleri’ne geçmesinden korkuyorlar bir ara. Cunta “Batı’ya bağlıyız, NATO’ya sadığız” deyince rahatlıyorlar.

    Ardından Küba Füze Krizi patlak veriyor. Sovyetler Birliği’nin Küba ile anlaşarak adaya yerleştirdiği nükleer başlıklı füzeler ABD ile SSCB’yi bir savaşın eşiğine getiriyor. Uzun öykü, söylenecek çok şey var elbette ama özeti, Sovyetler Küba’daki, ABD Türkiye’deki füzeleri söküyor.

    Jüpiterler söküldü, Türkiye’deki nükleer silah kabusu bitmedi. ABD’nin ilk karadan karaya füzelerinden olan Honest John’lar uzun yıllar Türkiye’de bulundurulmaya devam etti. Füzelerin kontrolü TSK’da, nükleer başlıklar ise ABD personelindeydi!
    Sovyetler Birliği bu füzeleri pek sorun etmedi. Etmedi çünkü bu füzelerin Sovyetlere ulaşma şansı yoktu! Yanlış duymadınız, bu füzelerin menzili 25 kilometreyi geçemiyordu.

    Yani, Türkiye’den ateşlendiğinde bu füzeler yine Türkiye topraklarına düşecekti. Şöyle de anlatabilirim: ABD karadan karaya füze “Dürüst John”u Türkiye’den Türkiye’ye atmak için hazırlık yapıyor, Demokrat Parti de buna kafa sallıyor, hay hay diyordu. Demokrat Parti gitti, yeni gelen iktidarlar kafa sallamaya devam etti.

    Bütün bunların anlamı neydi?

    ABD olası bir Sovyet işgali durumunda Türkiye’de nükleer silah kullanmayı planlıyordu. 

    Oysa Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye saldırmak gibi bir planı hiç olmadı. Velev ki, NATO’nun bu kaygısının haklı nedenleri vardı. Peki, nükleer silah kullanımı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını etkilemeyecek miydi? Evet, taktik nükleer silahların yarattığı hasar göreli olarak daha düşüktü ama nükleer silah söz konusu olduğunda “göreli” kavramının değeri de düşüyordu. 

    Hadi ABD yönetiminin Anadolu insanının sağlığını ve varlığını dert edinmesini beklemiyorduk. Demokrat Parti ve diğer hükümetler bunu nasıl kabulleniyordu?

    Bu soruya yanıtı yazının sonunda vereceğim. Ama nükleer silahların Türkiye’deki öyküsü daha bitmedi ki.

    1950’lerin sonundan itibaren Türkiye’ye nükleer silah yerleştirmeye başlayan ABD’nin çılgın projelerinden biri de Nükleer Kara Mayınları diye de bilinen (Atomic Demolition Munitions) ADM’leri Türkiye’de belli noktalarda bulundurmaktı. ABD Türkiye’den Türkiye’ye füze yollamayı da geçmiş, Türkiye’de gerektiğinde nükleer mayın patlatmayı gözüne kestirmişti. Sovyetler Türkiye’yi işgal ederse, bu mayınlar hem Kızıl Ordu askerlerinin ilerleyişini bloke edecek hem de stratejik kimi tesisleri imha edecekti.

    Yine Türkiye’den söz ediyoruz! ABD’nin hoşuna gitmeyen bir gelişme yaşanırsa nükleer silahla terbiye edilmek istenen Türkiye’den...

    Bu ADM’lerin akıbeti pek bilinmiyor. 

    Bilinen, şu anda hâlâ İncirlikte 50 adet B61 bombası depolandığı. Havadan karaya atılan bu bombaların Türkiye’de ne aradığı sorusuna açık bir yanıt verilememekte, zaman zaman konu ABD’de bile sorgulanmaktadır. Oldukça eski olan bu bombaları taşıyan uçakların İncirlik’ten kalkarak Rusya’yı vurmasına ABD’nin artık ihtiyacı yok. ABD’nin zamanla gelişen silah sistemleri, nükleer caydırıcılık ve tehdit açısından İncirlik’teki bombalara ihtiyacı azalttı, hatta ortadan kaldırdı.
    Ancak şu anda bu bombaların B61-12’lerle değiştirilmesi gündemde. B61-12’ler düşük verimlilikte bombalar olarak tesirleri azaltılabilme özelliğine sahip. Daha küçük bir yüzölçümünü etkileyecek şekilde kullanılabilme özelliği, bu silahları daha tehlikeli hale getirmekte.

    ABD’nin Rusya’ya karşı bu tür silahlara gereksinimi bulunmuyor. Ancak İran ve Ortadoğu’da başka ülkeler bu türden nokta vuruşlarla nükleer saldırının hedefi olabilir. Dahası, ABD’nin elindeki bu silahlar bizim için, halkımız için de tehlikeli. Kendi topraklarımızda, ABD’nin hoşuna gitmeyecek bir toplumsal hareketlilik ve devrimci bir iktidara karşı kullanılabilecek nükleer silahlar bulunduruyoruz.

    Abartıyor muyum? Buna izin verilmez mi?

    Egemen sınıfların gözünün nasıl dönebileceğini size bir örnekle anlatayım.

    Yıl 1919. Başbakan Lloyd George, Hava Kuvvetleri’ne Manchester, Liverpool ve Glasgow’u bombalayıp bombalayamayacaklarını soruyor. Lloyd George dönemin İngiltere Başbakanı. Danıştığı, Kraliyet Hava Kuvvetleri, yani İngiliz Hava Kuvvetleri. Saydıklarım da Britanya’nın önemli üç kenti.

    Peki Lloyd George, Londra’dan sonraki en önemli İngiliz ve İskoç kentlerini, yani kendi ülkesini neden bombalamak istiyor?

    Çünkü Bay George korkuyor. İngiltere’de Devrim’in zafer elde etmek üzere olduğundan kaygı duyuyor. Ve işçi hareketinin en etkili olduğu üç şehri havadan bombalayarak Devrimi boğmak istiyor. 

    Nükleer silah yok henüz. Olsaydı, hiç kuşkunuz olmasın Lloyd George’un aklına kendi ülkesine atom bombası atma fikri mutlaka düşerdi.

    Halk düşmanıdır bunlar.

    Sözün kısası İncirlik kapatılmalıdır. İncirlik başta Çukurovalılar olmak üzere halkımızın güvenliğini tehdit etmektedir. Bu üs ABD emperyalizminin saldırı üssüdür, bir de üstüne, İncirlik'te bulunan nükleer silahlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını tehdit etmektedir.

    Kemal Okuyan / SOL 






    4 Nisan 2022 Pazartesi

    Pakistan’da darbe, Kazakistan’da suikast girişimi - Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

    Ukrayna meselesini, ABD’nin Rusya’yı NATO aracılığıyla kuşatma/boğma girişimine karşı bir “yarma harekâtı” olarak değil de egemen bir devlete yönelik işgal girişimi olarak yorumlayan kesimler için uyarıcı nitelikte iki olay oldu.

    O iki olay ile Ukrayna arasında bir bağ kurabilmek için ABD’nin Rusya’yı batısından ve güneyinden hangi hatlar ile kuşatmaya çalıştığını anımsatmalıyım: Baltık bölgesinden başlayan, Doğu Avrupa’dan Batı Karadeniz’e inen, oradan Karadeniz boyunca Gürcistan üzerinden Kafkaslar’a uzanan ve şartlar oluştuğunda Kazakistan’a ve Orta Asya’ya ulaştırılmaya çalışılan hat. Ki ABD’nin Çin stratejisi de Orta Asya, Pakistan ve Hindistan ile Hint Okyanusu’na inen, oradan da Japonya’ya kadar uzanan geniş bir yay ile Çin’i kuşatmak şeklinde.

    Artık bahsettiğimiz o iki olaya geçebiliriz.

    ABD’NİN İMRAN HAN RAHATSIZLIĞI

    ABD yönetimi 8 Mart’ta, Pakistan’ın Washington Büyükelçisi’ne verdiği bir mektupla darbe girişiminin düğmesine bastı. Mektupta özetle “İmran Han giderse Pakistan affedilecek, aksi halde sonuçları olacak” mesajı vardı. Peki, ABD neden Pakistan Başbakanı İmran Han’dan memnun değildi? Sıralayalım:

    1. Pakistan, tıpkı Hindistan gibi, BM’deki Rusya karşıtı oylamada çekimser kaldı.

    2. İmran Han, Rusya’nın yalnızlaştırılmaya çalışıldığı bu süreçte Moskova’yı ziyaret etti. (Ki ABD’li yetkililer mektupta İmran Han’ın ordu ve dışişlerine rağmen Rusya’yı ziyaret ettiğini iddia ediyordu.)

    3. Pakistan, ABD’nin Afganistan sonrası için istediği üsse izin vermedi. Hatta İmran Han, ABD’nin Afganistan savaşına destek verilmesinin büyük hata olduğunu bile söyledi.

    4. Pakistan, Rusya’ya karşı başlatılan ABD yaptırımlarına katılmadığı gibi, benzer tavrı gösteren Hindistan’ı da övdü.

    5. İmran Han, Rusya’yla ilişkileri bozması için Batılı diplomatların kendisine yazdığı mektuba tepki gösterdi ve “Bu zamana kadar kimseye boyun eğmedim, ulusumun da eğmesine izin vermeyeceğim” yanıtını verdi.

    PAKİSTAN BU KEZ DARBEYİ ÖNLEDİ

    ABD’nin “tehdit mektubu” üzerine, İmran Han’ın başbakanlığını yaptığı koalisyon hükümetini destekleyen toplam 12 vekile sahip üç parti, koalisyondan ayrıldığını ve muhalefet blokuna geçtiğini ilan etti. 178 üyeli koalisyon böylece 166 üyeye düştü. Meclis çoğunluğu için gereken sandalye sayısı ise 172’ydi. 28 Mart’ta mecliste “güvensizlik oylaması” önergesi 161 oyla kabul edildi ve 3 Nisan’da hükümetin düşürülmesi kararlaştırıldı.

    İmran Han, ABD’nin darbe girişimine karşı destekçilerini alanlara çağırdı. Pakistan Kara Kuvvetleri Komutanı Kamar Cavid Bacva“ABD ile iyi ilişkiler istediklerini ancak bunun diğer ülkelerle ikili ilişkileri riske atma uğruna olamayacağını” belirtti. Diğer yandan İmran Han, ABD darbesi girişimini boşa düşürmek için, Pakistan Cumhurbaşkanı Arif Alvi’ye çağrı yaparak meclisi feshetmesini ve erken seçime götürmesini istedi.

    3 Nisan günü Pakistan Meclis Başkan Yardımcısı Kasım Suri, anayasanın 5. maddesine dayanarak güvensizlik oylamasını reddetti. Ardından da Cumhurbaşkanı Arvi meclisi feshetti.

    KAZAKİSTAN’DA SUİKAST PLANI ÇÖKERTİLDİ

    Kazakistan’da biliyorsunuz 2022’nin ilk günlerinde, işçilerin grevlerini ve haklı eylemlerini kullanıp yönünü saptırarak ABD destekli bir turuncu darbe yapılmaya çalışılmıştı.

    Ancak sponsorun o başarısızlığın ardından boş durmadığı anlaşılıyor: Kazakistan Milli Güvenlik Komitesi’nin açıklamasına göre, Kazakistan Cumhurbaşkanı’nı hedef alan ve yabancı bir istihbarat servisine çalıştığı ortaya çıkarılan bir suikastçı yakalandı.

    ABD baskısına rağmen Rusya’yla ilişkilerini bozmayan Belarus Cumhurbaşkanı Lukaşenko ile benzer pozisyonda olan Kazakistan Cumhurbaşkanı Tokayev’in son iki yılda birer kez turuncu darbe girişimine, birer kez de suikast girişimine uğraması tesadüf değil elbette.

    İşte Rusya’nın Ukrayna üzerinden ABD kuşatmasına müdahale etmesini, tüm bu gelişmeleri birlikte değerlendirerek ve ABD/NATO’nun kuşatma stratejisi içinde yorumlamak gerekir. Aksi halde içeriksiz ve apolitik bir “savaş karşıtlığı” tuzağına düşülür.

    Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet


    Devleti mafyalaştırıp mafyayı devletleştirenler - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

     

    “Kim aldırdı lan bizi. 18 kişi yol gidiyoruz diye çete mi olduk yani? Üç ruhsatsız silah, üç ruhsatlı silah, iki uzun namlulu, 50 gr dalga lirika, bir tane el bombası. En fazla bir iki saate çıkarım ben. İstediğiniz kadar uğraşın.”

    Yazan Sadık Yıldırım’dı. Biliyorum, tanımıyorsunuz. Ben de tanımıyordum. Ta ki o güne kadar. İzmir’de polis, konvoyla gezen şüpheli bir arabayı çevirdi. Aracın içinden, Yıldırım’ın listesini verdikleri çıktı. Silahların yanında, “lirika” diyerek kastettiği “öteki hal”e geçiren uyuşturucu haplardı.

    “Ne oldu” derseniz sürpriz değil. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu başta olmak üzere, AKP’nin zirvesindekilerle fotoğrafları olan Yıldırım, kısa sürede serbest bırakıldı. Çıkıp, kendisini gözaltına alan, aslında görevini yapan polisi tehdit etti.

    Yıldırım’ın sosyal medya hesabı silahlarla, mermilerle doluydu. Yükselen tepkilerin ardından yeniden gözaltına alınıp tutuklandı. Ortalık sakinleşince bırakıldı.

    Sadık Yıldırım haberi en çarpıcı olanı. Kiminde çakarlı araç var kiminde koruma var.

    Sedat Peker’inkini günlerce konuştuk. Bazen yanlarına “Ayaklarına taş değmesin” diye polis bile veriliyor. Olmadı, silah ruhsatı, koruma kararı, çakarlı araç işlerini görüyor.

    Milli Beka Hareketi denilen militan grubun başkanını hatırlıyor musunuz? Gezdiği arabadan çakar, siren, polis amblemi, polis telsizi ve basın tanıtım kartı çıkmıştı. Polis çevirince “abileri”ni arıyordu.

    Kimi zaman siz trafikte beklerken yanınızdan gürültüyle geçiyorlar. Kimi zaman siyah elbiseleriyle “bi dakka” diyerek kendilerine yer açıyorlar. Ortak özellikleri, sosyal medyalarında, “Hele bir sokağa çıkın” diyerek silahla muhalifleri tehdit ettikleri mesajlar. Bir de devletin tepesindekilerle verdikleri pozlar. “Mafya mı devletleşiyor, yoksa birileri devleti mi mafyalaştırıyor” diye sorarak endişeleniyorsunuz.

    RAYİCİ 2 MİLYONA ÇIKIYOR

    Hafta sonu “bu işlere tanıklık yapmış” biriyle konuştum. Masraflar, tatile götürülen kravatlılar, elden verilen paralar...  Bunu iş edinenler bile anlatılıyordu. Rayici 2 milyon liraya kadar çıkıyordu. Biliyorum sizin için büyük para. Ama onlar için çerez.

    Diyelim devletle iş yapan bir şirketin personelisiniz... Olmasanız da onlar sizi yapar! Olmadı mı? Adı sanı bilinmeyen bir dernekte, malumlardan bir partide önemsiz bir görevli oluyorsunuz.

    Elbette bu kadarı yetmez...

    Koruma kararı için tehdit altında olmanız da icap eder. Şimdi beni tehdit edeni nereden bulacağım diye düşünmeyin. Onu da hallediyorlar. Gidip bir mail hesabı açıyor, dümenden tehdit mesajlarını size atıyorlar. “İşim, siyasetim, partim yüzünden hedefteyim” diyerek önce şikâyetçi oluyorsunuz. Ardından koruma kararı, silah ruhsatı talep ediyorsunuz. Aracınızı da “öncelikli geçiş” kapsamına aldırıyorsunuz. Artık devlet sizinle, açılan yollar da sizin!

    Dahası da var.

    Hatırlayın, Saray’ın müteahhidine Ankara Emniyeti’ne ait araç tahsis edilmişti. Üstelik aracı polis bile kullanmıyordu. Hadise, patronun şoförünün kaza yapmasıyla ortaya çıkmıştı.

    Hikâyeler öyle çok ki. Anlatılana göre bir savcıya doğal olarak verilen geçiş hakkı, bir hatırlı isim tarafından kullanılıyordu. Savcının adına araba almış, plakasını takmış, yollara çıkmıştı. Bir Allah’ın kulu da “Savcı maaşıyla bu araba nasıl alındı” diye sorgulamıyordu.

    KORUMA KARARI NASIL KALKTI!

    Özetle Türkiye’nin son döneminde trafikte bile ayrıcalıklı olanlar, korunanlar, çakarlılar tuhaflaştı. Ama bu kadar değil, bir de korunması gerektiği halde korunmayanlar var.

    Hatırladınız mı? Daha önce bu sayfalarda Milli Savunma Bakanı’nın dört yardımcısına dair iddiaları okumuştunuz. Barış Pehlivan birinin FETÖ soruşturmasında adının nasıl geçtiğini, öbürünün Türkçe Olimpiyatları’nda Fethullah Gülen şiiri okuyuşunun hikâyesini anlatmıştı. TSK’deyken FETÖ’ye soruşturma açan Ahmet Zeki Üçok da 8 Şubat’ta konuştu. O da 3. Bakan yardımcısının hakkındaki ByLock iddiasını, 4. yardımcının da ABD kriptolarındaki yerini anlattı. Üçok, savcılığa elindeki belgeleri de verdi.

    “Mevzu nereye gider” derken, ilginç bir olay yaşandı.

    Hayır, Bakan yardımcısının dava açmasından söz etmiyorum. O beklenen bir şeydi. Üçok’un açıklamalarından birkaç gün sonra, 17 Şubat’ta, İçişleri Bakanlığı’nın Merkez Koruma Komisyonu toplantı yapmıştı. Toplantı sonucu Üçok’a şöyle tebliğ edilmişti:“Hakkınızda, ‘yakın koruma kararının kaldırılmasına’ şeklinde karar verilmiş, alınan komisyon kararı Bakanlık Makamının Oluru ile kesinleşmiştir.”

    Ahmet Zeki Üçok, TSK’de askeri yargı görevlisiyken FETÖ’yü soruşturması nedeniyle kumpasa uğramış, yıllarını hapiste geçirmiş, çıkınca da FETÖ aleyhinde çalışmaya devam etmişti. Ahmet Hakan’ın 5 Nisan 2016 tarihli, yani darbeden üç ay önce yaptığı Üçok röportajı önümde duruyor: “Ordu içindeki Fethullahçı general ve albayları isim isim biliyorum.” Üçok’un verdiği isimler üç ay sonra darbeye kalkıştı. Haliyle devlet, FETÖ’nün açıktan da tehdit ettiği Üçok’u koruma kararı almıştı.

    Bu sadece bir örnek. Üçok’a sordum, FETÖ tespitlerine dair bugüne kadar kurumlara tam 22 dilekçe vermişti. Ama hiçbirinin ardından bunlar yaşanmamıştı. Gelgelelim, bakan yardımcılarına dokununca birkaç gün sonra “katli vacip”e dönüşmüştü.

    KRİTİK İSİM MUHALEFETE GEÇİNCE

    Biraz geriye bakınca benzer o kadar olay var ki...

    Bir dönem FETÖ ile dişe diş mücadele eden Mustafa Önsel’den Ali Türkşen’e hemen hepsinin başına benzer şeyler geldi. Medyada eleştiri yapmaları, kitap yazmaları, durumun değişmesine yetti.

    Tesadüfe yer yok. Hep aynı hikâye. Birkaç gün önce, AKP’den CHP’ye geçen Cevdet Nasıranlı’nın, koruma kararının kaldırıldığını okumuşsunuzdur.

    Dahası...

    15 Temmuz’da hedef alınan çok kritik bir isimle konuştum. Emekli olmasının ardından kitap yazmış, muhalif bir partide siyasete atılmıştı. Ardından defalarca koruma kararı kaldırılmıştı.

    Kısacası, “Mafyalar ve kara gömlekliler nasıl korunuyor, nasıl silahlanıyor, nasıl öncelikli oluyor” derken daha fenası varmış. Devleti kendi malı sayan siyasiler, terörün hedefindeki kişileri, sadece kendisini eleştirdiği için mafya gibi silahların önüne atıyor. “Mafya mı devletleşiyor, devlet mi mafyalaştırılıyor” sorusu böylelikle cevabını buluyor.

    14. Louis’ye atfedilen “Devlet, benim” sözü kanlısıyla canlısıyla gerçek olmuş gibi. Tarihin öğrettiği bir şey var ki devleti kendisinin gölgesi sanarak mafyalaşanlar, gün doğduğunda gölgelerinden bile korkar hale geliyor!

    Barış Terkoğlu / Cumhuriyet