10 Mayıs 2022 Salı

Öğrenilmiş faşizm - İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

 

Faşizmin sıradanlaştığı, örgütlenen nefretin toplumsal bir hezeyana dönüşerek bütün bir ülkeyi esir almak üzere olduğu karanlık bir tünelin girişindeyiz. Yaşanan tüm olumsuzlukların faturasının sorumlulara değil, ötekilere yıkılmaya çalışıldığı, yabancı düşmanlığının kirli siyasi ikballer için harca dönüştürüldüğü bu kötücül sistem bir sarmala dönüşmek üzere. Irkçı, faşist dalga üzerinde sörf yapan, iktidarı-muhalefetiyle kötülüklerden beslenen bu iklimde her gün bir öncekini aratmayan sıradanlaşan faşizmin örneklerine tanık oluyoruz.

Genlere işlenmiş, kurumsallaştırılmaya çalışılan faşizmin karakteristik belirtilerine hayatın her alanında rastlamak mümkün. ‘Nefret suçları’nın gölgesinde izlediğimiz şey faşizmin sıradanlaşması. Sıradanlaşan faşizm kullanılan dilden, sarfedilen sözcüklere, her bir köşe durağında kendisini artık gizleme gereği hissetmeden sinsice suretlere yapışıyor.

***

Romanya doğumlu Avusturya’lı düşün insanı Gregor Von Rezzori, öğrenilmiş ya da öğretilmiş faşizmi kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak aktardığı Sadakat’ta çarpıcı biçimde kaleme alır. Kendi yaşam öyküsünden yola çıkan imparatorluk vatandaşı Gregor Von Rezzori, kitabın tanıtımında da aktarıldığı üzere, “Çok geçmeden tüm dünyaya yayılacak karanlığın sinmeye başladığı caddelerde, salonlarda, davetlerde bir genç kuşağın masumiyetini kaybedişinin hikâyesini” kaleme aldığı kitapta “Aileden öğrenilmiş bir faşizmin günlük hayata nasıl yerleştiğine dair unutulmaz bir anlatı” sunar.

Meşhur Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılarak altı ülkeye bölündüğü, eski görkemli günlerin hayallerini kuran imparatorluğun en doğu ucundaki Galiçya eteklerindeki küçük Bukovina kentine hapsolmuş bir babanın bitmeyen büyüklük hırsı aileyi, çevresini adım adım zehirler. Eskiye duyulan özlemin, yenilginin verdiği acının etkisiyle başka milletler hedef alınırken faşizmin tohumları ekilir.

Anlatıcı Alman/Avusturyalı aristokrat bir ailenin çocuğudur, gözlerinin önünden kayıp geçmekte olan bir ülkeye tanıklık eder. Arnulf, eskiden gelen herhangi bir neden ileri sürmesine gerek olmayan bir nefretti babamınkisi diye anlatır. Aynı şey ailenin tüm bireylerinde de vardır. Anneannesi, teyzeleri, annesi vs. Anne tarafı babasını küçümser aslında, babası kendisinden daha alttakileri. Hepsi de birbirini gerçek aristokrat alman olmamakla suçlar.

Anlatıcı, “Babam da Yahudilerden nefret ederdi, hem de istisnasız hepsinden. Bu çok eskilerden gelen iliklerine işlemiş, herhangi bir neden ileri sürmesine gerek olmayan bir nefretti; her sebep hatta en saçması bile onu haklı kılardı” der.

Baba, Hamsburg İmparatorluğu’nun en parlak döneminde Graz’da yetişmiş, Bukovina’ya genç bir sınır görevlisi olarak gitmiş, 1918’deki çöküşten sonra kederli, hüzünlü ve köhnemiş ne varsa savrulduğu Galiçya topraklarında temsil eder. Öyle ki, baba imparatorluğun çöküşü nedeniyle Romen vatandaşı olduğu için Bukovina’yı sevemez.

***

Babanın hisleri bize hiç yabancı değil. Kendi sıkışmışlığını, yoksunluğunu, geçmişim görkemli saltanatının yok olmasının faturasını ötekilere, yabancılara, azınlıklara çıkarmaya çalışır. İkinci el eski giysi ticareti yapan Yahudilerin zenginleşerek ülkeye dönmeleri ve statü elde etmeleri onun için kişisel bir meydan okumaya dönüşür. Kendisi bütün ayrıcalıkların bu insanlar tarafından gasp edildiğini düşünür. Ona göre eski Avusturyalı olarak Bukovina’da kalıp Romanyalı olmasının böylece bir bakıma ikinci sınıf insan sayılmasının suçlusu onlardı. Baba, kendisini Bukovina’da sürgün gibi hisseder, daha çok ihanete uğramış ve yarı yolda bırakılmış bir öncü gibi.

Kendisini eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun görevi Avrupa’yı Doğu’dan durmaksızın sükûn eden vahşi sürülerden korumak olan öncü memurlardan sayar. Kendisinin ve benzerlerinin payına düşen sınır topraklarına yerleşmek ve Batı uygarlığının kalesi olarak Doğu’nun kaosuna göğsünü siper etmek.

Savaşın, dağılmanın, çöküşün yaşamlarda yol açtığı sarsıntı her yerde benzer. Tarih, zaman, mekân fark etmez. Habsburg Hanedanlığı’nın kalıntısı Avusturya’dan günümüz Türkiyesi’ne aileden öğrenilmiş/öğretilmiş faşizmin kanserli hücreleri tüm bedeni zamanla esir alıyor.


DİPTEN GELEN FAŞİST DALGA

İnsanlığın Hitler faşizminden kurtuluşunun 77’inci yıldönümünü geride bıraktık. Güncel durum, hem Türkiye’de hem de dünyada faşizmin ayak seslerinin yükselişe geçtiğini gösteriyor. Aşırı sağın, ırkçılığın, neo faşist eğilimlerin arttığı bir süreçte İslamcı veya nasyonalist dipten gelen faşist dalganın izlerini gündelik yaşamın her hücresinde görmek mümkün. Bunu bazen yabancı düşmanlığı, bazen göçmen karşıtlığı bazen de ötekine yönelik tahammülsüzlükte görüyoruz. Nefret söylemleriyle, yabancı düşmanlığıyla, ırkçı propagandayla beslenen bu ırkçı-faşist dalganın kırılması tarihsel bir zorunluluk. Faşizmle uzlaşı olmaz.

İBRAHİM VARLI / BİRGÜN


Hiper sömürü ve artık nüfus - BAHADIR ÖZGÜR / BİRGÜN

 

Türkiye kapitalizmi daha fazla artı değer için daha fazla artık nüfusa ihtiyaç duyuyor artık. Bu artık nüfus da hızla toplumun orta katmanlarından devşiriliyor.

Derler ya hani, “böylesi ancak savaşlarda olur” diye. Prof. Erinç Yeldan tam da bunu anlatan bir resim koydu önümüze. BirGün gazetesinde 3 Mayıs günü yayınlanan Havva Gümüşkaya’nın röportajında sunduğu veriler, istatistiki birer sonuç olmaktan ziyade, bir ‘iç savaş’ tasviri gibiydi. (https://www.birgun.net/haber/emegin-hiper-somurusu-386364) 
Muharebenin taraflarını, ortadaki ganimeti, mağlubu-galibi açık seçik ortaya koyan bir büyük resimdi.

Prof. Yeldan’ın hazırladığı grafiği tekrar hatırlayalım.

hiper-somuru-ve-artik-nufus-1013265-1.

2019 yılından sonra ülkede üretilen değerin bir avuç sermayedarla milyonlarca emekçi arasında nasıl paylaşıldığını görüyoruz. Daha doğrusu paylaşım demek hafif kalır. Zira emekçilerin aldığı pay yüzde 31,2’den yüzde 26’ya inerken, sermayenin payı yüzde 56,2’den yüzde 64’e fırlamış. Bu kadar kısa zamanda, bu denli büyük bir gelir transferinin ancak, “emeğin hiper sömürüsü ve spekülatif rantlara dayalı servet transferi” sayesinde gerçekleşebildiğini belirtiyor, Yeldan.

Bir süredir Prof. Korkut Boratav da benzer şeye dikkat çekiyordu zaten. Emekçiler aleyhine, “Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş bir bölüşüm şoku” yaşandığını söylüyordu.

Bölüşüm manzarasını tamamlayabilecek bir grafiği de aktaralım şimdi. Borsa İstanbul’a açık şirketlerin bilançolarından yapılan hesaplama, cephenin karşı tarafının durumu hakkında bir fikir veriyor:

hiper-somuru-ve-artik-nufus-1013266-1.

Türkiye’de en alt sınıflara yapışık olmaktan çıkıp, toplumun orta katmanlarını da içine çeken yoksullaşmanın sebeplerini buralarda aramak lazım. Nitekim yoksulluk gelirin adil paylaşılmamasının değil, gelirin adil paylaşılmamasını garantiye alan emek rejiminin bir parçasıdır. Esnek, güvencesiz bir emek rejiminin işlemesi, ancak ve ancak toplumun geniş kesimleri yoksullaştırılarak sağlanabiliyor çünkü. Türkiye kapitalizminde son 20 yılda yaşanan en önemli kabuk değişimlerinden birisi bu. Ve AKP’nin de hakkıyla yerine getirdiği başarılı bir politika.

Sermayenin aldığı payı büyüten hiper sömürü yaygın bir yoksullaştırmayla beraber gerçekleşiyor çünkü. Türkiye kapitalizmi daha fazla artı değer için daha fazla artık nüfusa ihtiyaç duyuyor artık. Bu artık nüfus da hızla toplumun orta katmanlarından devşiriliyor. Orta sınıfların ani çöküşüne, liyakatsizliğe, diplomaların geçerliliğini yitirmesine ya da yaşam tarzının yok edilmesine dair isyanlar, tahripkar dönüşümün gündelik yaşamdaki tezahürleri. Lakin bölüşüm şokunu ıskalayan, sebebini sermayenin artık nüfus ihtiyacında görmeyen; meseleyi iktidarın kötü tercihleri, torpil vs. ile sınırlayan bir siyasetin de kederli bir isyan olmaktan öteye geçemeyeceği muhakkak. Siyasal İslamcı zorbalıkla irili ufaklı bütün sermaye kesimlerinin ihtiyacının etle tırnak olduğu en önemli yer burası. İkisini birbirinden ayırarak bir çözüm üretilemez.

PEKİ NEDİR ARTIK NÜFUS?

Hakim iktisat düşüncesine yabancı bir kavram. Marx’ın ekonomi politik eleştirisinin artı değerle beraber hayati bir yapı taşı. Genel geçer iktisatta nüfus ile ekonomik büyüme arasında da bir bağ kuruluyor kuşkusuz. Düşük nüfus hızının problem olduğundan veya genç, eğitimli, vasıflı nüfusun öneminden filan bahsediliyor. Oysa artık nüfusun artmasıyla, nüfusun artması apayrı şeyler. Yani normal nüfus artmasa da artık nüfustaki artış büyük boyutlarda olur.

Marx, Kapital’de “Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesi yaratır” der. Tüm zamanlara ait değil, kapitalizme özgü bir nüfus yasasıdır. Emek piyasasının bir nevi balans ayarıdır. Kriz dönemlerinde çalışanlar üzerinde baskı kurar, üretimin hızlandığı zamanlarda ise emekçilerin fazla pay taleplerini dizginler.

Marx artık nüfusu alt gruplara ayırır: Akıcı, saklı, durgun gibi. Akıcı nüfus; teknolojik vb. gelişmelerin sonucu işsiz kalır veya yeniden işe dahil olur. Saklı nüfus; çoğunlukla ev içi emek, küçük aile işletmeleri ve tarımdadır. Durgun nüfus ise kötü şartlarda minimum ücretle çalışanları, uzun süre işsiz kalıp yılanları, umudunu kesenleri vs. kapsar. Sermaye için “bitip tükenmek bilmeyen kullanılabilir emek gücü kaynağı”dır. Sermaye birikim süreciyle ilişkili olarak çöken yeni alanlardaki fazla nüfusla da yakından ilişkilidir. Düzensiz, esnek, güvencesiz, eğretidir.

İşte AKP’nin özellikle faiz-kur-enflasyon politikalarıyla beraber artırdığı servet transferleri, aynı anda gerçekleşen paranın değersizleşmesi, durgun artık nüfus havuzuna yönelik korkunç bir emek tahkimatına dönüşmüş durumda.

Hizmet sektöründeki ucuz emek patlaması, 200’den fazla üniversite açıp mezunlarının buralara mecbur bırakılması, milyonlarca gencin ne işte ne eğitimde ne de herhangi bir kamusal faaliyette yer almaması, eğitimli-eğitimsiz emeğin vasıfsızlaştırılması, pek çok esnafın pandemide zora düşüp, kur şokunda kuryeliğe geçiş yapması, durgun artık nüfusu hızla büyütüyor. Orası büyüdükçe çalışanın da, çalışmak isteyenin de, “bu ücrete hayatta çalışmam” diyenin de emeği değersizleşiyor. Ortalama ücret, asgari ücrete yaklaşıyor böylece ve tek bir ücret rejimi, emek rejiminin mutlak dayanağı haline geliyor.

Geleceğe dair de bir şeyler anlatıyor gelişmeler bize. Türkiye daha önce hiç olmadığı kadar sınıfların keskinleştiği bir topluma dönüşüyor esasında. 6 milyona yakın kamu çalışanı ve tarımdaki istihdam hariç, 2009’da 7.5 milyon olan ücretli emekçi sayısı bugün 13.7 milyona ulaştı. Ücretli emeğin işgücüne oranı yüzde 32’den yüzde 41’e; istihdama oranı ise yüzde 37’den yüzde 47’ye yükseldi. Normal nüfus artışı hızıyla kıyaslandığı zaman, yoksullaşmanın ve sınıf değişiminin hızı dikkate değer bir inceleme konusu.

Haliyle sadece 20 yılın enkazına değil; siyaseti de düşünme biçimlerini de toplumsal davranış kalıplarını da değiştiren/değiştirecek bir geleceğe de bakıyoruz…

BAHADIR ÖZGÜR / BİRGÜN

Kadim kentin kahramanları - TİMUR SOYKAN /BİRGÜN

Üsküdar’da Validebağ Korusu’nda yürüyorsun. Bahar ile yeşilin her tonu coşmuş, mis gibi bir nefes dolduruyorsun içine. Sevimli bir sincap var ağacın dalında. Kuşların cıvıltısı birbirine karışıyor. Erguvanın dökülmüş çiçekleri boyamış yeri. Bir rüzgârla dalların, yaprakların hışırtısı huzur dolduruyor içine.

İşte bu güzelliği korumak için Validebağ Gönüllüleri ile birlikte yıllardır mücadele edenler dört duvar arasına, betonun içine hapsedildi.

Mesela;

2014’te yürütmeyi durdurma kararına rağmen koruda ağaçlar sökülürken iş makinelerinin karşısına dikilenler arasında Avukat Can Atalay da vardı. Polis tarafından “Kafanı kaldırırsan kafana sıkarım” diye tehdit edildi, gözaltına alındı.

Validebağ Korusu’nda ‘millet bahçesi’, rehabilitasyon adı altında yapılaşmanın önünün açılmasına karşı davalarla mücadele etti.

Mesela;

21 Eylül 2021’de sabaha karşı Üsküdar Belediyesi kamyonlarla kum ve moloz döktüğünde Validebağ Korusu’na koşanlar arasında Yüksek Mimar Mücella Yapıcı vardı. Onlarca kişiyle birlikte kumları poşetlere doldurup korunun dışına taşıyordu.

Mesela;

19 Eylül 2017’de Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı olan Tayfun Kahraman, ‘Validebağ Korusu Nasıl Korunmalıdır Çalıştayı’nda konuşuyordu. Doğal alanların dünyada nasıl korunduğunu anlatıyordu. Validebağ Gönüllüleriyle birlikte betona, ranta doymayanlara karşı yıllarca mücadele etti.

***

Boğaz’a nazır Üsküdar Kuzguncuk’ta cumbalı evlerin arasında yürüyorsun. Tepelere yükselen yemyeşil alan karşılıyor seni. Verim fışkıran topraktaki fidelerin, çiçeklerin ardında rengârenk, ahşap, tarihi evler görünüyor. Burası; Boğaziçi’nde son kalan bostanlardan. Çocuk oyunlarının cıvıltıları, yükseliyor çimenlikten. Mahalleli bostanda ürettiği taze sebzeleri satıyor.

1990’lardan beri buraya göz koymuştu birileri. Önce hastane sonra okul inşaatı yapmak istediler. Mahalleli ‘Kahraman Bostan Yapılaşmaya Karşı’ sloganıyla direnirken yanlarında Tayfun Kahraman, Can Atalay, Mücella Yapıcı vardı. Onların açtıkları davalar ve Kuzguncukluların direnişiyle burası yeşil kaldı, halkın oldu. 2014’te bostanda kontrolsüz budamayla nar, erguvan ağaçları kesilince testerelerin karşısında onlar durdu.

Şimdi burada çimenlere yatıp ağaç dallarının arasından gökyüzünü seyrederken onu korumak için mücadele edenlerin dört duvar arasında, gökyüzünden mahrum haksız hukuksuz hapsedildiğini unutma.

***

Boğaz’da vapurda martılar peşinde Kadıköy’e giderken eşsiz, tarihi Haydarpaşa Garı’nı görüyorsun. 29 Kasım 2010’da çatısında çıkan yangından beri yaralı, üzerinde bezler sarılı ama halen çok güzel ve iyileşiyor.

Alevler binayı sararken Haydarpaşa Garı’na koşanlar arasında Avukat Can Atalay, Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman vardı. Hepimizin içi yandı ama onlar sorumluların cezalandırılması için mücadele etti. Tarihi yapının etrafında akbaba gibi dönüyordu, rantçılar, otelciler, yandaş vakıflar.

Onlar, Haydarpaşa Dayanışması’yla birlikte garın rantçılara peşkeş çekilmemesi için uğraştılar. Can Atalay, Gezi Davası’nda yargılanırken şöyle diyordu:

“Eğer bugün Haydarpaşa Garı rantçılara peşkeş çekilemediyse ve orası hala trenlerini bekleyen bir gar ise bu Haydarpaşa Dayanışması’nın mücadelesiyledir.”

Ve Gezi Parkı…

Taksim Meydanı bir beton çölüne dönüştürülmüşken Gezi Parkı’nda bir ağacın gölgesine oturduğunda düşün; burayı korumak için mücadele eden milyonlarca insandan Osman Kavala, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman cezaevinde.

***

Elbette kadim kentin kahramanları her zaman rantçıları yenemedi.

İstiklal Caddesi’nde yürürken hatırla; Emek Sineması vardı. Koltuğuna oturduğunda zamanda yolculuk yapmış, eski İstanbul’a gelmiş hissederdin. Festivallerde bir başka olurdu havası. Rantçılar milyonlarca dolarlık projeleriyle Emek Sineması’nı kuşattı. Onlar tarihi, kültürü korumak için sinema sanatçılarıyla kol kolaydı. Gaz bombaları, TOMA’lardan sıkılan tazyikli sularla üzerlerine gelindi. Emek Sineması yıkıldı. Yerine yapılan AVM’nin içine kopyası inşa edildi. Artık Emek Sineması rantçıların kafesinde hapis.

Kuzey Ormanları’nda çorak tepeleri, Haliç kıyısındaki tersanede duvar gibi yükselen inşaatı, Ataköy’ü denizden koparan beton kuleleri, tüm kent suçlarını gördüğünde düşün; bunları engellemek için yıllardır mücadele edenler bugün hapsediliyor. Kent suçu işleyenler talana devam edebilsin ve herkes sussun diye…

***

kadim-kentin-kahramanlari-1012833-1.

İyiler ve saf kötülük

Avukat Can Atalay’ın tutuklandığı 26 Nisan günü Hendek Davası’nda patron Yaşar Coşkun’un avukatı Abdullah Tekneci Twitter’da “Silivri soğuktur soğuk” yazdı ve yanına gülmekten ağlayan yüz emojisi koydu. Çünkü Can Atalay, Yaşar Coşkun’un 7 işçiyi para hırsıyla nasıl ölüme sürüklediğini kanıtlamıştı. Yaşar Coşkun’un duruşmalarda “Kes sesini”, “Şovmen”, “Provokatör” diye bağırdığı işçi yakınlarını Can Atalay savunmuştu. Abdullah Tekneci ve müvekkili, iş katliamını “Sabotaj” diyerek örtmeye çalışıp avukatlara el hareketleri yaparak hakaretler ediyorlardı.

7 işçinin ailesi adalet beklerken Abdullah Tekneci ve akrabaları Yaşar Coşkun’un perde arkasında olacağı yeni şirket kurmuştu.

Abdullah Tekneci, patlamada ölen genç işçi Halis Yılmaz’ın babası Muammer Yılmaz hakkında suç duyurusunda bulundu. Duruşmada hakaret ettiği iddiasıyla acılı baba geçen hafta karakola giderek ifade verdi.

Ucuz bir roman ya da kötü bir filmdeki kadar belirgin iyi ve kötüler. Grinin tonu bile yok kötülüklerinde, kapkara…

TİMUR SOYKAN /BİRGÜN

KISA KISA GÜNDEM (10 MAYIS 2022)

 


1-Satrancın en yaşlı ‘grandmaster’ı hayatını kaybetti(SOL)

Satranç dünyasının efsanesi Yuri Averbakh, 100 yaşında hayatını kaybetti. 8 Şubat 1922'de Kaluga'da doğan Rus satranççı, 3 ay önce 100. yaşını kutladı. Averbakh, henüz çocukken, 2. Dünya Satranç Şampiyonu Emanuel Lasker'e karşı oynama imkanı bulmuştu. 1954 yılında Rusya Satranç Şampiyonu olan Averbakh aynı zamanda gazeteci, tarihçi, sunucu, yazar ve satranç hakemi olarak da çalıştı ve ölümüne kadar aktif kalmayı başardı. Yuri Averbakh, 2021'de koronavirüse yakalanmış ve iyileşmeyi başarmıştı.(Yuri Averbakh kimdir?) Yuri Lvovich Averbakh, bir Rus satranç ustası ve yazarıydı. 1973'ten 1978'e kadar SSCB Satranç Federasyonu'nun başkanıydı. İlk asırlık FIDE Büyükustasıydı. Görme ve işitme duyusu kötüleşmesine rağmen ölene kadar satrancı bırakmadı. Babası Yahudi bir Alman olan Yuri'nin kökenleri Auerbach'a dayanıyordu. Tam adı Yuri Lvovich Averbakh'tı. Babası ormancıyken annesi daktilocuydu. 1925'te ailesiyle Moskova'ya taşındı. 3 yaşında satrançla tanıştı, oynamaya başladığında ise 7 yaşındaydı. Okulu bitirdikten sonra II. Dünya Savaşı nedeniyle gençler askere alınıyordu. Ancak yaşı küçük olduğu için okula devam etmesine izin verildi. Bauman Enstitüsü'ne kaydoldu. 1941 yılında Sovyetler Birliği savaşa girdi, okula devam ettiği için askerliği yine ertelendi.(Yaşıtlarının yüzde 93'ü savaşta öldü) Averbakh o zamanları anlatırken "Trajik bir neslin parçasıydım. Savaşta birçok arkadaşım öldü ama ben şanslıydım. Böyle bir kaderi hakketmek için hiçbir şey yapmadım, hayat böyleydi" demişti. Tarihsel kayıtlar Yuri'yle aynı yıl yani 1922 tarihinde doğan Rus erkeklerinin yüzde 93'ünün savaşta öldüğünü gösteriyor.

2- Erdoğan'ın konut kredisi açıklaması sonrası şaşırtmayan gelişme(SOL)

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konut kredisi açıklaması sonrası ev fiyatları anında katlandı.  AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, konut finansmanında 3 yeni paketin devreye gireceğini açıklamış, "Birinci pakette 2 milyon değere sahip birinci el satın almalar için 10 yıla kadar vadeli ve aylık yüzde 0,99 faizli konut kredisi sağlıyoruz" demişti.

Erdoğan'ın bu açıklaması sonrası konut fiyatları anında yükselişe geçti.

Yüksek değerli ev fiyatlarında artışlar bir gecede bazı konutlar için 200 bin liraya kadar çıkarken, birçok konut ilanında fiyatların arttığı görüldü.


3-Buğday ithal edip tarlalara TOKİ dikiyoruz(Erdoğan Süzer-SÖZCÜ)

Halk yiyecek ucuz ekmek, un, bulgur bulamazken tarımın adeta kalbi olan araştırma enstitüsünün arazisine TOKİ konutları dikiliyor. Beton yüzünden gıda daha da pahalanacak.
(https://www.sozcu.com.tr/2022/ekonomi/bugday-ithal-edip-tarlalara-toki-dikiyoruz-7124927/)










4-Denktaş’a büyük ayıp(Başak Kaya-Sözcü)

Ömrünü Kıbrıs’taki Türk varlığını korumaya adayan Rauf Denktaş’a yönelik vefasızlık yürek sızlattı. Cumhurbaşkanlığı, CHP’nin bu konudaki sorusuna kayıtsız kaldı...
KKTC'nin kurucu lideri Rauf Denktaş'ın anıt mezarı 10 yıldır tamamlanamadı. Mezarın etrafındaki kuru otları Mehmetçik temizledi. CHP İstanbul Milletvekili Özgür Karabat 28 Ocak'ta “İsraf ve şatafata bütçe yaratan AKP iktidarı, Rauf Denktaş'ın anıt mezarı için neden 10 yıldır adım atmıyor?” diyerek Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'ın cevaplandırması istemiyle TBMM'ye önerge vermişti.(https://www.sozcu.com.tr/2022/gundem/denktasa-buyuk-ayip-7124949/)

5-Atatürk tarafından kurulan Büyükada Anadolu Kulübü’nün binaları yok oluyor(Miyase İlknur-Cumhuriyet)

Üyelerinin çoğunluğu milletvekillerinden oluşan Anadolu Kulübü, AKP iktidarıyla sıkıntıya düştü. AKP’liler mecliste çoğunluk olunca aidatları yeterli olmayan kulüp, onarım ve bakım çalışmalarına bütçe ayıramıyor.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ataturk-tarafindan-kurulan-buyukada-anadolu-kulubunun-binalari-yok-oluyor-1934405)




6-Yolcu gelmiyor, uçak inmiyor: Atıl durumdaki havalimanlarında onlarca personel çalışıyor(Cumhuriyet)

Binali Yıldırım’ın açtığı ve 88 milyon TL harcanan Gökçeada Havalimanı 10 yıldır kullanılmıyor. 
Kamunun kasasından milyonlarca lira harcanarak yapılan Uşak, Çanakkale Gökçeada, Kocaeli Cengiz Topel ve Balıkesir Merkez havalimanları yıllardır atıl durumda. Kuş uçmaz kervan geçmez atasözünü hatırlatan havalimanlarında her gün onlarca personel görev yapmaya devam ederken, yolcuların gitmediği, tarifeli uçakların inip-kalmadığı havalimanlarının giderleri de devletin kasasından karşılanıyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/yolcu-gelmiyor-ucak-inmiyor-atil-durumdaki-havalimanlarinda-onlarca-personel-calisiyor-1934424)

7-Nesin Vakfı’nın banka hesapları resmi olarak engellendi(Şeyda Öztürk-Cumhuriyet)

Cumhuriyet’e konuşan Nesin Vakfı yöneticisi Süleyman Cihangiroğlu, vakfın yakınına kurulan İsmailağa cemaatine ait Rabıta Vakfı’nın kendilerini hedef gösterdiğini ve yaşananların bu sürecin akabinde geliştiğini belirtti. 
Yazar Aziz Nesin tarafından 1973’te İstanbul Çatalca’da kurulan Nesin Vakfı’nın hesapları 5 Nisan tarihinde İstanbul Valiliği ve Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü aracılığıyla engellendi.Engellemenin nedeni ise 2017’de vakfın sosyal medya üzerinden yardım kampanyası yürüttüğü iddiası. Konuya ilişkin bazı ayrıntılar dikkat çekiyor. Ayrıntılarda öne çıkan unsur iktidara yakınlığıyla bilinen İsmailağa cemaati. Söz konusu yapıya ait olduğu belirtilen Rabıta Vakfı, Nesin Vakfı’nın yakınında bir araziye yerleşti. Nesin Vakfı yöneticisi Süleyman Cihangiroğlu, bu yerleşimin ardından Rabıta Vakfı’nın çeşitli nedenlerle Nesin Vakfı’nı hedef gösterip tehdit ettiğini dile getirdi. Cihangiroğlu hesap engel kararını ve Rabıta Vakfı’nın söz konusu süreçteki pozisyonunu Cumhuriyet’e anlattı. (https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/nesin-vakfinin-banka-hesaplari-resmi-olarak-engellendi-1934391)

8-Yaşımdan büyük KYK borcum var(Rıfat Kırcı-BİRGÜN)


KYK, öğrencilerin kredi borçlarına enflasyon farkı yansıttı. Borçlar katlandı. 27 bin liralık borç 71 bin liraya fırladı. Mimarlık mezunu Şahin “Yaşımdan büyük borcum var, hayata geriden başlıyoruz” diye tepki gösterdi.
(https://www.birgun.net/haber/yasimdan-buyuk-kyk-borcum-var-387139)

9-Tavan fiyat çöktü(BİRGÜN)


Akaryakıt fiyatlarına üst üste gelen zamların ardından hem otobüs hem uçak hem de kişisel araçla şehirlerarası yolculuk yapmak hayale döndü. Tatil planı yapılırken sadece yol masrafı asgari ücretle yarışıyor.
(https://www.birgun.net/haber/tavan-fiyat-coktu-387138)

10-Limak, 'Yolsuzlukla Mücadele Politikası' belgesi yayınladı: 'AKP'yi tehdit mi ediyorsun?' (BİRGÜN)


Limak Holding'in internet sitesinde 'Yolsuzlukla Mücadele Politikası' adıyla bir belge yayınladığı ortaya çıktı. CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır, belgede 'kamu görevlilerinin holding çalışanları üzerindeki nüfuzlarını kanuna aykırı olarak kullanabileceği' ifadelerinin yer almasına tepki göstererek, “Bir, günah mı çıkartıyorsun? İki, AKP’ye mesaj mı veriyorsun? Üç, AKP’yi tehdit mi ediyorsun?" sorularını yöneltti.
(https://www.birgun.net/haber/limak-yolsuzlukla-mucadele-politikasi-belgesi-yayinladi-akp-yi-tehdit-mi-ediyorsun-387055)

9 Mayıs 2022 Pazartesi

Başkanın camiayı karıştıran fotoğrafı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Tarih, insan gibi çıkıp gelse de, 'tekerrür' diyerek kendisine yaptığımız haksızlığı anlatsa!

Türkiye için çıktığı yolculuğun sonunda "acaba İstanbul fazla mı geldi" dedirtti ya…

"Herkes konuşsun" diye başladığı hikayeyi, parmak sallayarak "akıllı olun" diye bitirdi ya…

Hesabını, oy torbalarının üstünde uyuyanlara, "kaç kişisiniz" diyecek noktaya vardırdı ya…

"16 milyonun başkanıyım" derken, Fenerbahçe’yle bile karşı karşıya gelecek kadar toplumsal iletişimden koptu ya…

Düzeni değiştirmek istediği için asılan gençlerin anmasında, kürsüye çıkıp büyüklüğünü anlatacak kadar kendine sevdalandı ya…

Tek adamdan, despotluktan, “devlet benim”den sıkılanlara; "güç zehirlenmesi"nin ve kibrin kaynağının, büyük koltuk değil insanın küçülmesi olduğunu gösterdi ya…

Kendiyle başbaşa kalıp sorgulama mı yapar, uzman terapisiyle mi huzuru bulur, yoksa kendisini büyüten Süleymancı abilerine mi danışır, bilmem…  

Bildiğim, biz İmamoğlu’nun eski düzene yeni yol arayan pozlarını tartışırken, İslamcılar bir başka fotoğrafı konuşuyordu: Erdoğan ile Muhsin Kara’nın fotoğrafını…

O kim mi? Anlatayım…

AKP'NİN KAHRAMANI FETHULLAHÇI

Suudi Arabistan’da bir yarışma var: "Kuran’ı ve Ezanı Güzel Okuma". Çok değil kısa süre öncesine kadar, Türkiye ile Arabistan adeta düşmandı. Raflardan Türk malı sütler bile indiriliyordu. Ne zaman ki Erdoğan, Suudi prensle barıştı. İşte o yarışmada, ezan okuma birincisi, Sivas Şarkışla’da imamlık yapan Muhsin Kara oldu.

Anadolu Ajansı’ndan TRT’ye, Kara’nın ezan okuyuşu günlerce anlatıldı. Ayasofya’da müezzin olsun önerileri yapıldı. "Suudi kardeşlerimiz kıymetimizi bildi" lafları takip etti. Valiler, müftülükler, politikacılar zaferini kutladı. Sivas Belediyesi’nden Tapu Kadastro Müdürlüğü’ne kadar kurumların iftar programlarında kürsüye çıkarıldı.

Erdoğan da kayıtsız kalmadı. Kara'yı telefonla tebrik etti.

Derken bir Türkiye klasiği…

Muhsin Kara eski Fethullahçı çıkmasın mı!

Aslında anlamak zor değildi. Zira Kara’nın birinciliğini FETÖ’cüler de kutluyordu. Şimdi sakallı olan Kara’nın badem bıyıklı fotoğrafıyla yaptığı açıklamalar ortalığa saçıldı. Bir zamanlar katıldığı toplantılar, FETÖ kanalında, FETÖ etkinliklerinde kürsüdeki görüntüleri, kendisini yetiştiren "FETÖ abileri" ile yurtdışı buluşmaları, okuduğu Gülen şiirleri arşivden çıktı. Erdoğan’a yolsuzluk göndermeli 17-25 Aralık dönemi çıkışları, "zalime fırsat verme ya Rab" duaları, 15 Temmuz’da askere destek mesajları, FETÖ karşıtlarına "çakal sürüleri" açıklamaları elden ele dolaştı.

Mevzu öyle bir haldeydi ki…

Gülen, takipçisi Kara’nın sesini çok seviyordu. F Tipi etkinliklerde, teknolojinin imkanlarıyla, Gülen ile Kara düet bile yapmıştı. Kara, sahnede, Gülen’in "Sonsuz Nur"unu seslendiriyordu. Sosyal medya hesabından Gülen’i etiketleyerek şunu yazmıştı: "Bakıp seni gören aşık, başka cemali neylesin, dostluğuna eren sadık, başka visali neylesin".

MESELE FOTOĞRAF DEĞİL DÜZEN

İnsanın geçmişi bugününün gölgesidir…

Her şey dökülünce, yandaş camiada kıpırdanma oldu. Muhsin Kara’ya "açıklama yap" çağrıları geldi. "Ya Cumhurbaşkanı’na buluşmada bıçak saplasaydı" diye endişelerini dile getirenler oldu. 15 Temmuz gazilerinden açıklamalar geldi. Yetmedi, Savcılığa Muhsin Kara dosyası sunuldu.

Sonunda kayıtsız kalınamamış olacak ki, Sabah Grubu’nun Takvim’i şöyle bir haber yaptı: "Muhsin Kara’nın FETÖ paylaşımları sosyal medyada tartışma konusu oldu: Bir açıklama istiyoruz". İşler daha da karıştı. Bu kez yurtdışındaki FETÖ kalemşörleri, FETÖ’nün yayın organları Kara’ya sahip çıkarak, "cadı avı" haberleri yaptı.

Sonunda mı?

Birileri "şşşş" demiş olacak ki, Muhsin Kara hadisesi, sessizliğe terk edildi. Zira Erdoğan, 30 Nisan'da, Suudilerle barışın sembolü olan Kara'yı, Saray'da ağırlamıştı. Birlikte fotoğraf çektirmişti. Kara da bu görüntüleri paylaşmıştı. Takvim mi? O da haberini sildi. Biat ve itaat, sus deyince susulan bir düzendi.

Kahramanken hain ilan edilenler. Geçmişin kirini bugünün pozlarıyla temizlemeye çalışanlar. Her devirde yer değiştirenler. Aklıyla sorgulayanları biatla bastıranlar...

Mesele ne Erdoğan ne İmamoğlu. Mesele biziz. 20 yıl önce, millet, eskisi gibi yaşamak istemiyordu. Bir seçim yaptı. Değişim isteğini çaldırdı. Bugün de "yeter artık" diyor. Eski düzeni yeni adlarla sürdürmek isteyenler de yine kenarda bekliyor. Fotoğraflar ise bize sadece bekleyen tehlikeyi haber veriyor. Hangi görüşten olursa olsun, bir milletin geleceğinin çalınmasına yeniden izin verecek miyiz?

Tekerrür tarihten gelmez, biz kendi yenilgimizi tekrar ederiz sadece...

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet



İnönü, Yeni köy enstitülerinin yapılamamasıyla ilgili Tonguç ve Yücel’e şöyle dedi: Savaştan sonra hiçbirini bize yaptırmayacaktır-Bilsay Kuruç/Cumhuriyet


“Köy Enstitülerinin Gücü” başlığı ile çıkan son yazımın (25 Nisan) odak noktası İnönü’nün, 1942’de yukarıdaki sözüdür. Yenileyelim: 1942 Temmuzu’nda Tonguç’u alarak köylerde ve enstitülerdeki “çalışma seferleri”nden birinin dönüşünde Tonguç’la ve yeni Tarım Bakanı Hatipoğlu ile toplantı yapıp hedef koyuyor: “Enstitü sayısı 60’a çıkarılmalı ve 200 bin tarımcı (çiftçi) yetiştirme hazırlığı yapılmalı.” Tonguç ciddi bir çalışma yapar. Fakat hedef eldeki kapasiteden çok büyüktür. Bakan Yücel’le uzun uzun görüşürler. Yapamayacaklardır. İnönü’ye giderler, “Olamayacak” derler. Tonguç şöyle demiştir: “Yanıtını yaşam boyu unutamadım: ‘İleride çok pişman olacaksınız. Savaştan sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır. En önemli olanağı kaçırıyorsunuz!’”

Sonrasını biliyoruz. Hatipoğlu’nun “bağımsız çiftçi”si, 1945 kışında, TBMM’deki karma komisyonda yok edildi. Doğamadı. Tonguç’un, köyün “enstitü öğretmeni” ile buluşamadı. Kısaca, toprak ve köy yerinden oynatılamadı. Ortaçağdan beri yerleşmiş, katılaşmış mülkiyet ve ilkel üretim dokusunu tasfiye edemeyince, Cumhuriyet ayağındaki prangadan kurtulamadı. O tarihi koşullardaki özlemi bugün iyi anlayabilmeliyiz.

‘KURUN-U VUSTADA GİBİ ESİR!’

“Bize yaptırmayacaklardır”ı biraz araştıralım. “Güç” meselesini vurguluyor. İpuçları 1930’lardadır. Cumhuriyetin toprak davasında ilk sözcü İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’dır. Atatürk’ün sesiyle konuşuyor sayılır: “Arazisini ve tarlasını kendisi işletmeyerek, oralarda ‘kurun-u vustada (ortaçağda) gibi, yani esir gibi çalışan Türk köylülerini ev ve arazi sahibi yapmak amacımızdır.” (1933) “Bugün memleketin 5 milyon nüfusu başkalarının toprağında çalışıyor... Ancak kara ekmek yiyecek haldedirler. Türk köylüsü Türk’ün efendisidir demek, adeta bir süsten ibaret kalıyor. Bazı illerin yarısından fazlasında köylü başkalarının topraklarında çalışıyor. Bu toprağı ne suretle ele geçirmişler, şimdi ele alacak değiliz... Eğer bu köylüyü toprak sahibi yapmayacak olursak, bu sanayi fabrikalarını kim için, hangi pazarlar için kuruyorsunuz?” (1936) (Biliyoruz, sanayi hareketi 1934’te başladı).

 Atatürk’ün kendi sesini de ekleyelim. 1937 yılının kasım ayı, TBMM: “Memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Daha önemlisi, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın ‘hiçbir sebep ve suretle bölünemez’ bir mahiyet almasıdır. ‘Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri araziyi, yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlamak lazımdır...”  Berrak. Belli ki teknik çalışma yapılmış, işin esası saptanmış. 1945’te, Hatipoğlu’nun tasarısında da bu esası bulacağız. Atatürk ile İnönü’nün ortak çizgisidir. 1937 anayasa değişikliğinde temele döşenmiştir. CHP’nin her kademesinde özümsenmiş midir? Hayır, gerçek başkadır. 

Bu köylüler ülkesinde ekonomik gücün sahipleri büyük topraklılar, eşraf ve tüccardır. Ve değişmez “müttefik”tirler. Ortaçağdan gelen mülkiyet ve basit üretim dokusuna el sürdürmemekte kararlıdırlar. Atatürk ve İnönü’nün önlerine koyduğu dava karşısında bir santim bile gerilemezler! Şaşırtıcı mıdır? Hayır. Ortaçağ 20. yüzyıl karşısında serttir. Ve karşıdevrimin çekirdeğini bağrında korur. Ancak 1940’ları ve devamını yorumlamak için bu kadar bilgi yetmez.

UZLAŞMA DAMARI

Siyaset tarihine girmeyelim. Ancak, dikkatle bakalım. CHF (sonra CHP) en ileri (devrimci) çizgisine 1931’de erişti. 1931 Kurultayı “Altı Ok” demek oldu. İnönü’nün 1932’de Sovyetler’deki “araştırma seferi” sonrasında başlatılan sanayi hareketinin kurgusunu en uzun okun, devletçiliğin mimarı İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey (Özkan) yaptı. “Temmuz yasaları”nı getirdi. Bir fiili ekonomik gücün sahibi “sermaye” (ve müttefikleri) hemen rahatsız oldular. Devletçi birikim onların basit üretime kilitlenmiş kâr alanını daraltacaktı. Uzlaşmazlık yarattılar. Eski İttihatçı Halil Bey (Menteşe) sözcülük yaptı: “İktisadi zorunluluk olmadan müdahaleye gidiyorsunuz. Üretime, servet dağılımına devletin müdahalesine gelince iş kolektivizasyona gider. Bunda tehlike görüyorum” diyordu. Sonra M. Şeref Bey istifa etti. “Uzlaşmacı” rolü finans sermayesinden Celal Bey’e (Bayar) verildi. İktisat vekili oldu. Fakat sermayenin karşı çıktığı sanayi hareketini frenleyemedi. Cumhuriyetin güçlü arzusu 1933’te Kadro dergisinde Başvekil İsmet imzalı, “Fırkamızın Devletçilik Vasfı” yazısında noktayı koydu. Başka ne oluyor? Sermaye kendi gücünü sınarken, Bayar’ın rolüyle eşzamanlı, parti içinde bir damar oluşmaya başlıyor: Uzlaşma damarı!

İkinci adım daha berrak. 1938’in ikinci yarısı. İnönü siyaset dışında, Atatürk ağır hasta. Bayar, kasım başında TBMM’deki konuşması için Atatürk’e vekâlet eder, konuşmayı o hazırlar. Dikkatle okuyalım: Bir yıl önce Atatürk’ün toprak üzerine kuvvetli vurgularını, yeni başbakan olarak programında tek sözcük aksatmaksızın, “Şefin direktifleri” diyerek yinelemişti. 1938 Kasımı’nda okuduğu metinde ise değil çiftçinin topraklandırılması, toprak sözcüğü bile yoktur! Berrak değil mi? Kendi siyasal kapasitesini aşarak ve Atatürk adına konuşarak sanki günün artık “uzlaşma günü” olduğunu söylemiştir. Toprak davasını rafa kaldırmaktadır. Devrimci damarı “vitrin”e hapsederek yeni “yükselen değer”i partiye gösteriyor: Fiili güce dokunmamalı, onunla uzlaşmalıyız! 

Bayar, fiili gücü koklayan, buna öncelik veren siyaset adamıdır. O koşullarda kendisinde bir misyon arayamayız. Ancak tutarlıdır. Zamanla partinin gitgide daralan devrimci damarı onun için siyasetin yolu değildir. Bir santim bile gerilemeyen ortaçağ dokusu eksenine sırtını dayayacak olan “uzlaşma damarı”nın genişleyeceğini 1930’lardan itibaren görmüştür. Köy Enstitülerinin 1940 ve 1942 yasalarında “yoklar” arasındadır. 1945’te siyasette yeni görev zamanı gelecektir.


                              Doğamayan ‘bağımsız çiftçi’ için yasa taslağı, 1945

‘DEMOKRASİ İÇİNDE’

Uzlaşmacı damarın gelişmesini, 1942’de Köy Enstitüleri Teşkilat Yasası görüşmelerinde, ortaçağın savunma çizgisine verdikleri destekle okumaya başlayabiliriz. Daha açık seçik görmek istersek uzlaşmacılığın 1945 Şubatı’ndan başlayan “Çiftçiyi Topraklandırma ve Çiftçi Ocakları Kurma” tasarısında Muhtelit Encümen (Karma Komisyon) zemininde ortaçağ mülkiyet sahiplerinin “savaş düzeni” ile uyumlu çizgisine bakalım. Uzlaşmacılar orada “Savaştan sonra bize bunların hiçbirini yaptırmayacak olanlar” ile uyum içindedirler. O koşullarda “güç” hangi tarafta görünüyorsa, uzlaşma buna ayarlanmaktadır. İlginçtir, aralarında sonradan “demokrasi mücadelesi”ne katılan isimler de az değildir! Uzlaşmacılık güvenli koşullar arama sanatı ise bunlar artık “demokrasi içinde” bulunacaktır. Ortaçağ dokusunu tasfiye hedefi ise 1950’den sonraki iktidarla yerini, ortaçağ ile “barışık yaşama”ya, ondan destek almaya bırakacaktır. Gelişmelerin o aşaması biliniyor. O aşama günümüze kadar geliyor.

‘YAPAY BOLLUK’ İÇİNDEKİ KUŞAKLAR KAVRAYAMAZLAR

Son yazımın başlığında “Köy Enstitülerinin Gücü” vardı. Evet, orada bugün bile hissedilen bir güç oluştu. Ortaçağ çizgisini korkutan, uzlaşmacıları da tedirgin eden bir tarihi güç. Ancak henüz bağımsız çiftçi olamamış ve kitlesel olarak henüz aydınlanamamış bir kır dünyasında belirleyici güç olamıyor. Yetmiyor. Tonguç’un ve Köy Enstitülü değerli Pakize Türkoğlu’nun kitaplarında, o yıllarda bazı yerlerde topraksız köylülerin İnönü’nün yoluna çıkarak onunla konuştukları yazılıdır. Ama büyük kitle pasiftir. Bir demokratik devrimin “olmazsa olmaz”ı sayılacak yeni, kitlesel enerji orada üretilemiyor. Bir minimum ölçeğe (60 enstitü, 200 bin çiftçi) bile ulaşamıyor. Ulaşabilse olur muydu? Ortaçağ ve müttefiki güçler o “muharebe”de dağıtılabilir miydi? Oradan bir farklı demokrasi dünyasına yol açılabilir miydi? Bilemeyiz. Bunları konuşmak kehanete girer.

İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlıklar ve enflasyonlu dünyasını, bir “yapay bolluk” içinde yaşayan bugünün kuşakları kavrayamazlar. O koşullarda devlet yoksullaşırken, büyük toprak sahipleri ve tüccar ittifakı zenginleşmiştir. Siyasette uzlaşma damarı bu zenginleşmeyi hissederek genişlerken, toplumun ana enerjisi, yani siyasal enerji de yavaş yavaş sönmüştür.

Yeni başlangıç gerekiyordu. “Siyaset tarihine girmeyelim” dedik. Yalnız, şunu görmek zor değildir: Ülkenin yazgısı başka bir “tarihi zaman”ın oluşmasına bağlı oldu. Yazgı artık kentlerde belirlenecekti. İşçi sınıfı sahneye çıkmaya hazırlanıyor. Yeni “tarihi zaman”da demokratik devrimin belgesi CHP’nin 1959 Ocak ayındaki “İlk Hedefler Beyannamesi”dir, yani 1961 Anayasası’nın esasıdır. (Bunu bugünkü CHP kuşağı bilmeyebilir.) 1960’lar ve 1970’ler ise yepyeni bir “tarihi zaman” olacak. Şimdi konumuz değil.

Bilsay Kuruç/Cumhuriyet


 

Erdoğan’dan yerel figürlere uzanan ağ: SOCAR Türkiye’de neler yapıyor? - SOL

 'SOCAR’ın AKP ile ilişkileri, Türkiye ve Azerbaycan’daki zengin sınıfların ortaklığının bir parçası ve uzantısı olarak okunmalıdır.'


SOCAR, Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi’nin İngilizce yazılışının baş harflerinden oluşuyor. Şirketin kökenleri esas olarak, Sovyet Azerbaycan’ında kurulan devlet şirketi Azerneft’e dayanıyor. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile beraber, şirket sadece ismini değil, misyonunu ve organizasyonunu da baştan aşağı değiştiriyor.

SOCAR’ın operasyonlarının merkezi Azerbaycan olmakla birlikte, şirket başta Türkiye olmak üzere, Ukrayna, Romanya, Gürcistan, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, İngiltere, Sinagapur, Rusya ve İsviçre’de de faaliyet yürütüyor. Bu operasyonların başlıcaları petrol ve doğalgaz arama, petrol ve doğalgaz çıkarma, ham petrol işleme, petrokimya ve enerji taşımacılığı olarak özetlenebilir.

Şirketin özellikle de Azerbaycan sınırları içerisindeki petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinden, Total, BP, Chevron ve Lukoil gibi uluslararası petrol tekelleri ile ortaklıkları bulunuyor. 

SOCAR’ın dünya çapında 100 bine yakın işçisi bulunuyor. 

Türkiye’de faaliyetleri neler?

SOCAR’ın ülkemizdeki faaliyetleri, SOCAR Türkiye şirketi üzerinden yürütülüyor. Bu şirketin hali hazırda birçok alanda yatırımları bulunuyor. Bu yatırımlar arasında Türkiye’nin tek petrokimya tesisi, ülkemizin ham petrol işleme kapasitesinin yaklaşık yüzde 25’ini elinde bulunduran bir rafineri ve Ege Bölgesi’nin en büyük entegre liman işletmesi bulunuyor.

Azerbaycan’dan Türkiye ve Avrupa’ya doğalgaz akışını sağlayan TANAP’ın da önemli ortaklarından birisi olan şirket, aynı zamanda Bursa ve Kayseri’deki gaz dağıtım şirketlerinin de çoğunluk hisselerine sahip. Bu illerdeki şirketler aracılığıyla 1.5 milyonu aşkın aboneyi elinde bulunduruyor. Şirket bunların dışında, sigortadan fibere, depolamadan akaryakıt dağıtıma ve rüzgar enerji santrallerine kadar bir dizi alanda faaliyet yürütüyor. 

SOCAR’ın tüm bu yatırımları 20 milyar doları aşıyor. Türkiye’de şirket bünyesinde 5 binin üzerinde emekçi çalışıyor.

AKP’yle ilişkiler: Erdoğan’dan yerel figürlere uzanan ağ

SOCAR’ın Türkiye’deki faaliyetleri, 2008 yılında Petkim’in çoğunluk hisselerine sahip olmasıyla başlıyor. Türkiye’nin tek petrokimya tesisi olan Petkim, bu tarihten önce devlete aitti. Özelleştirme AKP iktidarının genel bir politikası olmakla birlikte, bu petrokimya devinin Azerbaycanlı şirkete devri siyasi bir karar olarak hayata geçmişti. 

SOCAR’ın AKP ile ilişkileri, Türkiye ve Azerbaycan’daki zengin sınıfların ortaklığının bir parçası ve uzantısı olarak okunmalıdır. Bu bağlamda, ilişkilere başlangıçtan itibaren stratejik bir değer atfedilmiştir. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi, 2018’de SOCAR’ın Aliağa’daki yatırımlarının özel endüstri bölgesi kapsamına alınmasıdır.

2018’de alınan kararla, bu olanak ilk kez SOCAR’a tanındı. Peki özel endüstri bölgesi sıfatını taşımak, SOCAR’a ne gibi faydalar sağlıyor? Bu sayede bazı altyapı işleri Sanayi Bakanlığı sorumluluğuna devrediliyor, projesine göre kamulaştırma masrafları bakanlığa devredilebiliyor. Çeşitli başlıklardaki harçlardan muaf tutulurken en önemlisi ÇED onay süresi normalden daha hızlı işletiliyor. Bu sayılanlar özel endüstri bölgesi tanımının başlıca getirileri olmakla birlikte, başka faydaları da bulunuyor. 

SOCAR-AKP ilişkisinde, siyasi ve stratejik ilişkiler dışında Erdoğan’ın merkezinde durduğu akçeli ilişkilerin de olduğunu öne sürülüyor. Geçmişte birden fazla örnekte, bu ilişkinin de basına yansıdığını görmüştük. Bunlardan birisi, Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen (meşhur, darbe girişimini haber veren) üzerinden kurulan ilişkidir.  Ziya İlgen, çeşitli şirketler aracılığıyla 2013 yılına kadar SOCAR Gaz Ticaret’te pay sahibiydi. Bu durum sıkça Erdoğan’ın vekili olarak bu ilişkiyi yürüttüğü şeklinde yorumlandı. Diğeri ise, 2017 yılında, yine Ziya Ülgen ve Erdoğan’ın kardeşi Mustafa Erdoğan üzerinden gündeme gelen olaydı. Bu olayda, ikilinin MAN adası üstünden kurdukları BMZ Group adlı denizcilik firmasına ait tankerler SOCAR’a satılmıştı.

Tepeden kurulan bu ilişkilerin yanında, AKP-SOCAR ilişkisi yerel siyasetçilere ve şirket yöneticilerine uzanacak kadar doğallaşmış durumda. 2021 yılında, Cumhur İttifakı’nın İzmirli yöneticilerinin rutin ziyaretlerinin başında yerel SOCAR yönetiminin gelmesi buna verilecek örneklerden birisi olarak görülebilir. 

Fotoğrafta AKP İzmir İl Başkanı Kerem Ali Sürekli, Aliağa Belediye Başkanı MHP’li Serkan Acar ve SOCAR Rafineri ve Petrokimya İş Birimi Başkanı Anar Mammadov bir arada. 


Artan karlılık, arkasında ne var?

Pandeminin petrol endüstrisine tüm dünyada negatif etkileri oldu. Otobüs, uçak ve diğer araçların kullanımı azaldı, petrole olan ihtiyaç da azaldı. Bu durum diğer tüm petrol şirketleri gibi SOCAR’ı da etkiledi.

Öte yandan geçtiğimiz yıl, pandemi dönemindeki durgunluğun çok üstüne çıkacak şekilde, SOCAR’ın Türkiye operasyonlarının karlılığını arttırdığını söylemek gerekiyor. Karlılığın arttığı birimlerin başında da petrokimya ve rafineri alanları geliyor. Bunlar içerisinde Petkim’in 5 milyar TL üzerinde net kar açıklayarak, 57 yılın rekorunu kırdığı ifade ediliyor. 

Şirket bu durumun arkasında verimlilik artışını sağlamaya yönelik adımlar olduğunu ifade ediyor. Fabrikaların daha uzun süreler çalışabilmesini sağlayacak, arızaları engelleyecek yöntemlerin geliştirilmesi doğru olmakla beraber, bu durumun nedenlerinden birinin de fabrikaların tasarım değerlerinin çok üzerinde kapasitelerle çalıştırılması olduğunu belirtmeliyiz. Ciddi ön değerlendirmeler ve gerekli teknik hazırlıklar yapılmadan atılan bu adımlar kısa sürede karlılığa büyük etkiler yaparken, fabrikalarda çalışan emekçiler ve civarda yaşayan bölge halkının canını da tehlikeye atıyor. 

Şirketin daha önceki dönemlerden kalan kanaatkar yönetici kuşağından kurtulup, yerine risk iştahı yüksek, karlılık konusunda göz kara bir yönetici kuşağını getirmiş olması; şirketin önümüzdeki yıllarda bu tip yollara daha fazla başvuracağının da göstergesi olarak görülebilir. 

Ukrayna’daki savaş da onlara yaradı

Ukrayna’da 2022 Şubat’ından bu yana devam eden savaşın, SOCAR’ın karlılığına pozitif etkiler yaptığı uzmanlar tarafından belirtiliyor. Bunun temelinde de Rusya’nın artık dünyanın önemli bir kısmına satamadığı için düşürmek zorunda kaldığı ham petrol fiyatları geliyor. 

Ural ham petrolü, Rusya tarafından üretilen ham petrol markalarından bir tanesi. Savaştan önce Brent petrol fiyatına yakın seyreden Ural petrolü, savaşın başlaması ve Rusya’ya yönelik yaptırımlarla hızla düşmeye başladı. Nisan ayında aradaki fark 37 dolara kadar ulaşmıştı. Bu fiyatın Brent petrol varil fiyatının yaklaşık üçte birine denk geldiğini düşünürsek, çok önemli bir fark olduğunu belirtmeliyiz. 

Türkiye’nin herhangi bir yaptırıma gitmemesi nedeniyle, SOCAR da Rus Ural ham petrolünden artan hacimlerle işlemeye başladı. Rafineri satış fiyatlarında herhangi bir düşüş olmaması nedeniyle, bu fark şirketin hanesine büyük bir kar olarak yazılıyor. 

Hedef enerjide tekel olmak

Petrokimya, rafineri, gaz ve hampetrol taşımacılığı ve liman işletmeciliğindeki pozisyonu, SOCAR’ı Türkiye’de stratejik faaliyet yürüten şirketlerden birisi konumuna sokuyor. Şirket bu alandaki yatırımlarıyla yetinmek yerine, elini daha da güçlendirecek bir dizi enerji yatırımına daha hazırlanıyor. Son 10 yıllık gelişimi ve sermaye iktidarıyla girdiği özgün ilişkiler göz önünde bulundurulduğunda, şirketin Türkiye’de enerji alanında tekel pozisyonu hedefleyen bir yaklaşımla yoluna devam etmeye çalışacağı görülüyor. 

SOL