Eurovision Şarkı Yarışması, Avrupa’da geçmişten günümüze adeta bir gelenek hâline gelen, zaman içerisinde şartlara ve teknolojiye bağlı olarak görsel bir şova dönüşen bir hafif müzik beste yarışması, bir müzik-eğlence organizasyonudur. Yaşı 40’ı geçenler yarışmayı ilkokul çağında ailecek (hatta birkaç aile toplanıp) bir millî maç havasında izlediğini hatırlayacaktır. Yarışma öncesi ve sırasındaki heyecan, puanlama sonrasında yerini büyük bir moral bozukluğuna, hayal kırıklığına ve bize puan vermeyen ve son sıralarda yer almamıza neden olan Avrupalılara karşı duyulan öfkeye bırakırdı. Eurovision akşamları, Türkiye'nin temsil edildiği sportif veya kültürel her uluslararası organizasyonda olduğu gibi milletçe “biz” olduğumuz zamanlardı. Gecenin sonunda Eurovision yabancıların bizi dışladığı bir yarışma hâline gelirdi gözümüzde. Bu şekilde bir biz/onlar ayrımı, Yalçın Küçük’ün sınıf yoksa, toplum sınıfsızsa herkes ve her şey iyidir, sadece yabancılar kötüdür tespitini akla getiriyor. Eurovision da bu anlamda sınıflı toplumda yaşadığımızı unutturma hususunda pek maharetliydi. İşin ilginç yanı, yıllar sonra bu yarışmanın bir sınıf savaşının ürünü olarak, Soğuk Savaş’ta Batı Bloku’nun Doğu Bloku’nu kültürel bir etkileme aracı olduğunun ortaya çıkmasıydı. Bu yazı bu iki noktaya değinmek maksadıyla tasarlandı. Önce yarışmanın temelinde yer alan Soğuk Savaş motivasyonu ele alındı ardından Türkiye’nin yarışmayla etkileşimi masaya yatırıldı.
Soğuk Savaş ve Eurovision
Eurovision Şarkı Yarışması, 1950’lerde tam anlamıyla Soğuk Savaş mantığına veya çekişmesine uygun bir organizasyon olarak düzenlenmeye başladı. Bu iddianın temel kaynağı 2011’de gösterime giren Eurovision’un Gizli Tarihi (The Secret History of Eurovision) adlı belgeseldi. Avustralya yapımı belgeselin distribütörlüğünü Avrupa Yayın Birliği’nin (European Broadcasting Union-EBU) ve Eurovision Şarkı Yarışması’nın temel taşı BBC televizyonu üstlendiği için iddianın “içeriden bir bilgi” olarak yorumlanması yanlış olmaz. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Batı Avrupa için temel sorun, Sovyetler Birliği ve komünizm tehdidiydi. Bu süreçte Doğu Avrupa’da sosyalist yönetimler iktidara geldi. Savaş sonrası, Nazileri yenilgiye uğratan Sovyetler Birliği, sadece Doğu’da değil Batı Avrupa’da da yükselen bir yıldızdı. Komünist partiler Batı’da da epey üye kazandılar ve iktidar ortağı oldular. Bunda Avrupa’nın ekonomik olarak çökmüş olmasının, işsizlik ve enflasyonun çok büyük boyutlara ulaşmasının da etkisi vardı. ABD ve Batı Avrupa iktidarları, Avrupa’nın Sovyet ve komünizm etkisinden kurtarılması gerektiğini düşünüyordu. Bunun için Soğuk Savaş’ta sadece siyasi, askeri, ekonomik değil sosyo-kültürel olarak da üstün olma çabasındaydılar. Bu çerçevede Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA) kültürel olarak Doğu’ya üstünlük sağlama konusuna epey bir bütçe ve mesai harcadı. Kültürel propaganda savaşında antikomünist edebiyatın ve sanatın gelişmesi için uğraş verdi. Amaç komünizme yakınlık duyan Batı Avrupa aydınlarının ve halkların Amerikan tarzı bir bakış açısına sahip olmasını sağlamaktı (Saunders, 2016).
Böyle bir siyasi iklimde 1946’da, içlerinde SSCB, Doğu ve Batı Avrupa ile Afrika ülke radyolarının da olduğu bir Uluslararası Radyo Örgütü’nün (IRO) kurulması ABD’yi rahatsız etti. SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinin örgüt içinde sosyalist olmayan ülkeler üzerinde sosyalist etki kurmayı amaçladığını düşünüyordu. Bundan dolayı Kasım 1949’da Cezayir (Fransa’ya bağlı), Belçika, Fransa, İtalya, Luksemburg, Hollanda, Monaco, Fas (İspanya ve Fransa’ya bağlı) ve Tunus (Fransa’ya bağlı) örgütten ayrıldı. CIA, Avrupa’nın televizyon altyapısına büyük destek sağladı ve bu sayede 12 Şubat 1950’de BBC; EBU adı altında İsviçre-Cenevre merkezli, IRO’dan ayrılanların da dahil olduğu IRO’ya rakip, komünist unsuru olmayan bir oluşum örgütledi (United States Congress, 1978: 618). Savaş sonrası Batı Avrupa ülkelerinin birbirleriyle yakınlaşması, kültürel paylaşım ve iletişim içinde olması ve buradan bir ortak Avrupa kimliği (kapitalizm kültürü/kimliği diye okunabilir) oluşturmak amaçlanıyordu. Yakın ilişkilerin ekonomik refahı artıracağı, “sosyalizm ve Sovyetler Birliği hayaletiyle” mücadeleyi kolaylaştıracağı umuluyordu (Hintermayr, 2016). Avrupa’yı tarûmar eden, yakan, yıkan, katliam hatta soykırım yapan Almanların imajı doğal olarak çok kötüydü. Batı Almanya’nın Batı Avrupa’yla kültürel ilişkilerle kaynaştırılması, barıştırılması gerekiyordu (Wellings & Kalman, 2019: 1-2). Savaşın bittiği olanları unutmak gerektiği düşüncesi vurgulanıyordu. Ama temeli sağlam kurmak lazımdı. (Daha eskiye götürmek mümkün olmakla beraber) Almanya İmparatorluğu’nun Paris’te kurulduğu 1871’den itibaren süregelen Alman-Fransız düşmanlığına son vermek gerekiyordu. Artık birlik-beraberlik zamanıydı zira Avrupa toplumu ve kültürüne çok ciddi bir tehdit vardı, bu da Sovyet tehdidiydi. Alman-Fransız düşmanlığını ve önemli bir savaş sebebi olarak kömür-çelik kaynakları sorununu ortadan kaldırmak adına, ABD’nin 1948 Marshall Planı’ndan alınan ilhamla Nisan 1951’de Batı Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg tarafından Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) kuruldu. Ortak kömür-çelik piyasası da oluşturmayı amaçlayan ulus üstü bir oluşumdu. AKÇT daha geniş çaplı bir örgüte yani Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüşmek üzereyken bu başarılı işbirliğinin adeta kutlaması niteliğindeki Eurovision Şarkı Yarışması 1956’da EBU’nun merkezi İsviçre’de, ev sahibi İsviçre ve AKÇT üyesi ülkelerin katılımıyla gerçekleşti. Böylece, temeldeki ekonomik birliktelik kültürel bir üstyapı organizasyonuyla tamamlanmış oldu. Yarışmada, yahudi soykırımının mirasıyla uzlaşan Batı Almanya’yı yahudi bir şarkıcı Walter Andreas Schwarz’ın temsil etmesi dikkat çekici bir ayrıntıydı (Watson & Slee, 2019). Yarışma, bir yandan EBU’nun genişleyen yayın ağının nereye kadar ulaştığını test etme fırsatı verirken diğer yandan Avrupa’nın birliğinin, kapitalizmin başarısının bir nevi kutlaması olarak, her şeyin yolunda olduğunun ilanı olarak değerlendirildi. Avrupa Tarihi profesörü Donald Sassoon, Eurovision’un öngördüğü mesajı “burada eğlence ve özgürlük var; orada sıkıcı komünizm var” şeklinde özetliyordu (Oliver, 2011).
Yarışma, liberal bir perspektife sahipti. Avrupa yakın zamanda faşizmle savaşmıştı ama bu faşist yönetim altındaki İspanya’nın 1961’den ve Portekiz’in 1964’ten itibaren yarışmaya katılmasını engellemiyordu. Hatta SSCB ile ilişkileri bozuk Yugoslavya da 1961’den itibaren yarışmada yer almaya başladı (Hintermayr, 2016). Kuşkusuz bu durum, Eurovision’un Sovyet ve Doğu Bloku karşıtı politik duruşunu pekiştiriyordu. Her ne kadar “sürekli tarafsız devlet” statüsünde olsa da Avusturya’nın Nisan 1968’deki yarışmaya Çekoslovak şarkıcı Karel Gott ile katılması (Vuletic, 2017), Batı Avrupa’nın Çekoslovakya’da Prag Baharı denen, kapitalizme yol veren “demokratikleşme sürecine” verdiği bir selam olarak görmek mümkündü.
Bunun dışında, yarışmanın Soğuk Savaş’ın ideolojik zıtlaşması ile bağlantısının düzenlenme amacıyla/mantığıyla sınır kaldığı söylenebilir. Ama yine de Soğuk Savaş’ın Batı Bloku lehine sonuçlanması Eurovision camiasında memnuniyet yarattı. Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması 1990’daki yarışmada bazı şarkılarla hatırlandı. Batı Almanya Frei Zu Leben (Özgür Yaşamak), Avusturya Keine Mauern Mehr (Duvarlar Artık Yok), Norveç ise Brandenburger Tor (Brandenburg Kapısı) şarkılarıyla katılırken, İtalya; sınırların ortadan kalktığı, birleşmiş bir Avrupa’nın hayalini ortaya koyduğu Insieme 1992 (Birlikte 1992) adlı şarkıyla birinciliği elde etti (Oliver 2011).
Türkiye ve Eurovision: Ne Seninle Ne Sensiz
Türkiye için yarışmanın birden fazla anlamı vardı. Soğuk Savaş döneminde, bir NATO üyesi olarak Batı Avrupa’yla aynı siyasi ve ekonomik sisteme sahip bir ülkeydi. Yani Batı’yı model alan kapitalist bir kalkınma anlayışını benimsiyordu ve Eurovision sayesinde Avrupa’nın müziğini, yaşam tarzını, popüler kültürünü daha yakından tanıma ve takip etme fırsatı buluyordu. Avrupa’da sevilen yabancı şarkıların Türkçe versiyonları yapılırken zaman zaman Eurovision şarkıları da bu furyaya dahil edilmişti.
Yarışma, Türkiye için politik ve kültürel dışlanma anlamına da geliyordu. Türkiye yarışmaya ilk kez 1975, ikinci kez 1978’de katıldı. 1980’den itibaren son kez katıldığı 2012’ye kadar 1994 yılı hariç her yıl katıldı. 1975’ten 1991’e kadar Türkiye yarışmalardaki en iyi dereceyi 1986’da Klips ve Onlar’ın söylediği Halley adlı şarkıyla elde etti. Şarkı, dokuzuncu olmuştu. Başarısız sonuçların sebebi olarak ülkeyi temsil eden şarkılardan ziyade, toplumun Türk-Müslüman kimliği, Hristiyan Avrupa’nın dışlayıcı tavrı ve politik olarak Türkiye’ye olumsuz bakışı görülmüştü. Örneğin, Türkiye’nin 1975’te Semiha Yankı’nın Seninle Bir Dakika adlı şarkısıyla ilk kez katıldığı yarışmada sonuncu olmasını müzisyen Attila Özdemiroğlu, Kıbrıs sorununa ve Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı’na bağlıyordu (Kuyucu, 2011: 48). 1982’de Türkiye’yi temsil eden Neco, 2012’de kendisiyle yapılan bir röportajda; bir İngiliz gazetecinin İngiltere ile Arjantin arasında yaşanan Falkland Savaşı’na atıf yaparak, “İngiliz donanması Türkiye’ye gelse ne olurdu” sorusuyla karşılaştığını ve “Çanakkale’yi hatırlamıyor musun?” şeklinde bir cevap verdiğini söyledi. Benzer şekilde, Kayahan da 1990’daki yarışmada bir gazetecinin kendisine “sizde işkenceler yapılıyor” şeklinde bir sataşmada bulunduğunu açıkladı (Türkiye’nin ESC Tarihi 6/4, 2012). Böylelikle, Avrupa’nın, Türkiye’nin iç-dış politikasına yönelik eleştirileri yarışma sürecinde şarkıcılara iletiliyordu. 1983’te Opera adlı şarkıyla sıfır puan alan Çetin Alp ise, “adım Michael olsaydı sonuç farklı olurdu” (Kuyucu, 2011: 128) diyerek Türkiye’nin kültürel farklılığının yarışmada dezavantaj teşkil ettiğini öne sürüyordu.
Görece iyi kabul edilen dereceleri politikacılar kendi hanelerine puan olarak yazmayı da ihmal etmiyorlardı. Bu şekilde yarışmanın politik bir içeriğinin olduğu da kabul edilmiş oluyordu. Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu 1984’te Beş Yıl Önce On Yıl Sonra grubunun Halay adlı şarkıyla elde ettiği onikinciliğin sebebi olarak “hükümetin içerde ve dışarda uyguladığı olumlu politikaları” görüyordu. Ertesi yıl, Mazhar-Fuat-Özkan’ın Diday Diday Day adlı şarkıyla ondördüncü olması Başbakan Turgut Özal’ı memnun etmedi. “Birincilik için herhalde Hristiyan olmak lazım, Müslümanlara puan vermiyorlar” yorumunu yaptı. Başbakan Turgut Özal’ın eşi Semra Özal, 1987’de Seyyal Taner’in yarışmada sıfır puan almasını, yaklaşık bir ay önce Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na yaptığı tam üyelik başvurusuna karşı Avrupalıların protestosu olarak değerlendiriyordu (Kuyucu, 2011: 142, 152, 171). Brüksel’de düzenlenen yarışmadan önce Belçika Kraliçesi Fabiola’nın resepsiyonuna katılan Seyyal Taner, Belçika Başbakanı Wilfried Martens’le arasında şöyle ilginç bir diyalog yaşandığını söyledi: “Eurovision tamam da biz Avrupa Birliği’ne ne zaman gireceğiz falan diye sordum. Adamcağız şöyle bir baktı. Sen yarışmaya mı geldin yoksa Ankara mı seni yolladı diye sordu. Evet dedim, Ankara beni yolladı” (Eurovision’a Doğru 12. Bölüm, 2012). Bu anekdot, Türkiye’nin de yarışmaya politik bir perspektiften baktığının emarelerinden biri olarak yorumlanabilir. 1989’da Bana Bana adlı şarkıyla Türkiye’yi temsil eden Grup Pan’ın üyesi Hazal Selçuk, yarışmada kültürel farkların çok keskin olduğunu söylüyordu. Ona göre Türkiye, Eurovision’un çirkin ördek yavrusuydu (Eurovision’a Doğru 12. Bölüm, 2012). Bu örnekler, Türkiye’nin kendisini yenik ve ezik hissetmesine, Avrupa’ya karşı “biz ve onlar” ayrımının yapılmasına epey katkı sağlıyordu ve Eurovision’un ortak Avrupa kültürü oluşturma amacına hizmet etmiyordu.
1992’den 2003’e kadar yarışma Türkiye’de adeta unutuldu, basın ve kamuoyu pek ilgi göstermedi. Bunda, 1989’un sonu 1990’ın başında Avrupa Topluluğu’nun Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu reddetmesinden kaynaklı küskünlük az da olsa etkili oldu. 1990’lı yıllarda açılan özel kanallar TRT programlarına ilgiyi azalttı. Basın da genellikle kardeş kuruluşları olan özel kanalların programlarını daha fazla tanıtmayı tercih etti. Bu gelişmeler muhtemelen özel kanallarla rekabete hazırlıksız yakalanan TRT’nin yarışma motivasyonunu da olumsuz etkiledi. Türkiye’nin önde gelen şarkıcı ve bestecileri de yarışmaya pek ilgi göstermediler. Ulusal finallere genelde amatör şarkıcı ve besteciler katıldı. 1997’de Şebnem Paker’in Dinle adlı şarkısıyla gelen üçüncülük bile yarışmaya yeniden ilgi duyulmasını sağlamadı. 2003’ten 2012’ye kadar 2005 yılı hariç TRT ulusal final yapmadan ünlü şarkıcı ya da grupları yarışma için -deyim yerindeyse- görevlendirdi. 2003’te Sertab Erener’in Every Way That I Can adlı İngilizce şarkıyla kazandığı birincilik Türkiye’de büyük sevinç yarattı. 1980’lerde olduğu gibi dönemin hükümeti bu başarıdan kendine pay çıkardı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, birinciliğin hükümetin sağladığı prestij sayesinde elde edildiğini düşünüyordu. Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Avrupa ülkelerini ziyaret etmesinin bu başarıda etkili olduğunu söylerken, dönemin TRT Genel Müdürü Yücel Yener ise Abdullah Gül’ün başbakan olduğu hükümetin İngilizce şarkıyı engellemeye çalıştığını belirterek başarının hükümetle ilgisi olmadığını iddia etmişti (Kuyucu, 2011: 298).
Sonraki yıllarda tekrar bir birincilik olmasa da genelde ilk on içerisinde dereceler elde edildi ve yarışmaya ilgi epey arttı. Bu arada 2000 yılında Eurovision’a ulusal/resmi dille katılma zorunluluğu kalkmıştı. Türkiye’yi 2000, 2001 ve 2002’de temsil eden şarkıların bir kısmı İngilizce söylendi. Amaç daha çok insana ulaşıp iyi bir derece almaktı. Sertab Erener’le birlikte Türkiye ekseriyetle İngilizce şarkılarla katıldı. Alınan başarılı sonuçlara rağmen her sene “şarkı İngilizce mi Türkçe mi olmalı” tartışması hiç eksik olmuyordu. Başarılı sonuçlar, ulusal gurur kaynağı olarak milliyetçi duyguları kabartırken milliyetçi bakış, şarkıların dilinin İngilizce olmasının başarıda önemli bir faktör olabileceğini göz ardı ediyordu. Ayrıca yine her sene ve yine eksik olmayan bir şey Avrupalıların bizi dışladığı, istemediği inancıydı. Zaten Türkiye’nin 2012’den sonra bir daha yarışmaya katılmamasının temelinde “hak ettiğimiz ama verilmeyen puanlar” yatıyordu. Şöyle ki, Eurovision Şarkı Yarışması’nda birinci, 2003’ten itibaren televoting sistemiyle yani SMS oylarıyla belirleniyordu. 2009’dan itibaren sıralamayı % 50 televoting, % 50 katılımcı her ülkenin oluşturduğu halk jürisinin oylarının toplamı tayin etmeye başladı. TRT, halk jürilerinin politik davranarak Türkiye’ye düşük oy verdiğini düşünüyordu ve oylama sisteminin değişmesi yönündeki talebi sonuçsuz kalınca yarışmaya katılmayı bıraktı. Böylelikle, halk jürileri tarafından dışlandığını düşünen Türkiye, tepki olarak kendini Avrupa’nın dışına atmış oldu.
Türkiye’nin Eurovision Şarkı Yarışması’na ilgisi ve katılma isteği, Avrupa Topluluğu’na/Birliği’ne üye olma isteğiyle birlikte ortaya çıkmadı. Bununla birlikte, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Birliğin bir parçası (örgütün bir üyesi) olma hevesi, yarışmaya katılma hevesiyle eşdeğer seyretti. Öyle ki, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde yapılan tam üyelik başvurusu öncesinde Avrupa Topluluğu ile ilişkiler pek de sıcak değildi. İlişkilerde 12 Eylül etkisi, Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi uygulamalarına yönelik eleştiriler devam ediyordu. “İsteyenin bir yüzü..” anlayışıyla gerçekleştirilen bu başvuru öncesinde Avrupa’dan gelen tek olumlu motivasyon veya sinyal, Halley şarkısıyla Türkiye’nin o zamana kadar elde ettiği en iyi dereceydi. 1990’lı yıllarda yarışmaya ilginin azalması, Avrupa Topluluğu’ndan 1990’da gelen red cevabının sonrasına denk geldi. 2000’li yıllarda ise, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri önceki yıllara nazaran çok büyük bir ivme kazandı. Örgüte tam üyelik müzakereleri başladı. Aynı dönemde Türkiye’nin yarışmaya ilgisi epey yükseldi. Türkiye çok başarılı sonuçlar aldı. Yarışmadan çekilmesi ise, Avrupa Birliği ile ilişkilerin durağanlaştığı, müzakere sürecinin tavsadığı dönemde gerçekleşti (Bekcan & Uz Hançarlı, 2021: 94-95).
Sonuç olarak Soğuk Savaş’ta kapitalist Batı Avrupa’nın bir kültür organizasyonu olarak düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması, kapitalist Batı Avrupa’yla/blokuyla siyasi, ekonomik ve askeri müttefiklik ilişkisine sahip Türkiye için Avrupa’yla kültürel farklılığını farketmesine katkı sağlayan bir organizasyon oldu.
UMUT BEKCAN / SOL
Kaynakça
Bekcan, U. & Uz Hançarlı, P. (2021), “Evaluation of Eurovision Song Contest as a Cultural Impact Tool”, Tarih, Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, Vol. 10 No 1, pp. 84-97.
“Eurovision’a Doğru 12. Bölüm”, https://www.youtube.com/watch?v=LufDmdD3RSI
Hintermayr, M. M. (2007). “Eurovision Cold War. Geopolitics and Queerness
at the Eurovision Song Contest in 2007”, https://www.univie.ac.at/fernetzt/eurovision-cold-war-geopolitics-and-q…
Kuyucu, M. (2011). Türkiye’nin Eurovision Serüveni. İstanbul: Esen Kitap.
Oliver, S. (Yönetmen). (2011). The Secret History of Eurovision [Belgesel film].
Avustralya: BBC Worldwide.
Saunders, F. S. (2016). Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, Sanat Ve Edebiyat Dünyasında CIA
Parmağı. Ankara: İmge Yayınları.
“Türkiye’nin ESC tarihi 6/4”, https://www.youtube.com/watch?v=m1EmOllADdk
United States Congress. (1978). The CIA and the Media. Washington: U.S. Government
Printing Office.
Vuletic, D. “The Intervision Song Contest”, http://fiatifta.org/wp-content/uploads/2017/11/The-Intervision-Song-Con…
Watson, J., & Slee, A. (2019). “Eurovision was meant to be apolitical. It’s
been anything but”, https://www.abc.net.au/news/2019-05-16/eurovision-political-and-diploma…
Wellings, B., & Kalman, J. (2019). Entangled histories: Identitiy, Eurovision and
european integration. B. Wellings, J. Kalman, & K. Jacotine (eds.), Eurovisions: Identity and the international politics of the Eurovision Song Contest since 1956, Singapore: Palgrave Macmillan, pp. 1-20.