11 Mayıs 2022 Çarşamba

TARİHTE BUGÜN (12 MAYIS)

      

      OLAYLAR:

      
     ÖLÜMLER:
  • 1700 - John Dryden, İngiliz şair, eleştirmen, çevirmen ve oyun yazarı (d. 1631)
  • 1859 - Sergey Aksakov, Rus yazar (d. 1791)Sergey Timofeyeviç Aksakov, Rus yazar. Nesnel ve gerçekçi anlatıları ve Rus edebiyatına kazandırdığı anıyla roman karışımı yeni bir türle tanınan romancı.
  • 1884 - Bedřich Smetana, Çek besteci (d. 1824)Bedřich Smetena, Çek müziğinin kurucusu kabul edilen piyanist, orkestra şefi, besteci. Müzik tarihindeki ilk milliyetçi bestecilerden birisidir
  • 1897 - Willem Roelofs, Felemenk ressam, litografisit ve tasarımcı (d. 1822)Willem Roelofs Felemenk ressam, litografisit ve tasarımcı. Roelofs, 19. yüzyıl başlarındaki Romantik Klasisizm'den sonra sanatta Felemenk Uyanışı'nın öncülerindendi. Özellikle ilk dönemlerdeki manzara resimlerinde sıklıkla bulutlu gökyüzü, su birikintileri ve hayvan grupları yer almaktadır.
  • 1918 - Vasili RadlofRus doğu bilimci (d. 1837)
  • 1919 - Tahsin Nahit, Türk şair ve oyun yazarı (Mîna Urgan'ın babası) (d. 1887)
  • 1927 - Vilhelm Thomsen, Danimarkalı dil bilimci ve Türkolog (d. 1842)
  • 1957 - Erich von Stroheim, Avusturya doğumlu film yönetmeni ve aktör (d. 1885)
  • 1970 - Nelly Sachs, Alman şair, yazar ve Nobel Edebiyat Ödülü sahibi (d. 1891)

     



Kaftancıoğlu kararı iktidarın kâbusu olabilir+SBK’DEN YENİ HABER+AKP WHATSAPP GRUPLARINDA BU KONUŞULUYOR - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 Kaftancıoğlu kararı iktidarın kâbusu olabilir

“Eğer bugün buradan hapis kararı çıkarsa, yarın sanık sandalyesine oturtulacak çok kişi olur.” 

Dedim ki, Canan Kaftancıoğlu’nun cezalandırılmasını isteyen dosya bir yıldan fazladır Yargıtay’ın masasında.  Dedim ki, eğer Yargıtay Başsavcılığı’nın istediği olursa CHP İstanbul İl Başkanı 13 aydan fazla cezaevinde kalabilir.  Dedim ki, seçime giden Türkiye’de kimse “Kaftancıoğlu kesinlikle tutuklanmaz” diyemiyor. 

İşte bu yazımdan sonra çeşitli tepkiler ve duyumlar aldım. En kritik görüş de Yargıtay kulislerinden geldi. İlk cümlemde özetledim, şimdi açayım... 

Dava dosyasına baktığınızda, Kaftancıoğlu’nun cezaevine atılmak istenmesinde “delil” ne? 2012-2017 yılları arasında Twitter’da attığı mesajlar. İşte “suç” 10 yıl önceki sosyal medya mesajlarında bulununca, Yargıtay’da farklı görüşler çarpışıyormuş. 

Dosyanın cezayla sonuçlandırılmasını arzulayanlar olduğu kadar, uyutulmasını ve hatta bozulmasını savunanlar da varmış. Çünkü, eğer 10 yıl önceki mesajlardan hapis kararı verilirse, bunun olası sonuçlarından endişe ediliyormuş. 

Hayır, sadece “Kaftancıoğlu’nun mağdur edilmesi CHP’ye yarar” görüşünden bahsetmiyorum. 

Daha geleceğe bakan bir senaryo da dillendiriliyormuş. 

Yargıtay içinde Bir siyasetçi olan Kaftancıoğlu’na ceza verirsek emsal karar olur. Bu da yarın iktidar temsilcilerinin de eski sosyal medya paylaşımlarından dolayı yargılanabilmesinin yolunu açar” diye düşünenler varmış.  

Bakalım, yüksek mahkemede hangi görüş ağırlığını koyacak... 

                                                                          ***

SBK’DEN YENİ HABER

Sahi, ne oldu Sezgin Baran Korkmaz’ın akıbeti? Avukatı Murat Volkan Dülger ile görüştüm. Türkiye’ye mi ABD’ye mi iade edileceğinin temmuz ayında kesinleşmesini bekliyorlarmış. SBK avukatlarına “ABD’ye iade edilirsem benden bir Rıza Sarraf çıkmayacak. Bir şey bilmiyorum, bilsem de konuşmam” iddiasını sürekli yineliyormuş. 

Bu arada... 11 aydır Avusturya’da tutuklu olan SBK’nin, kaldığı koğuşta Türk televizyon kanallarını seyrettiğini de öğrendim. Yani, kendisi hakkında yapılan yayınlardan haberdarmış. Ailesiyle ve avukatlarıyla Zoom programı aracılığıyla görüntülü konuşuyormuş. Kaldığı tutukevinden aranan avukatlar önce Türkçe bir anonsla “konuşmalarınız kaydediliyor” mesajı duyuyormuş.  

Avukatları, Türkiye’ye gelirse SBK’nin serbest bırakılmasını ya da “kamuoyu baskısından dolayı” kısa bir süre tutukluluk geçirmesini bekliyor. 

                                                                ***

AKP WHATSAPP GRUPLARINDA BU KONUŞULUYOR


AKP’lilerin WhatsApp gruplarında konuşulanların onda biri ifşa olsa ortalık birbirine girer... Örnek mi? Binali Yıldırım üç gün önce Adana’ya gitti. Yanında AKP’li bakan da vardı, partinin kurmay isimleri de... Haliyle AKP Adana İl Başkanı Mehmet Ay da gelen isimlerin hep yanındaydı. Sosyal medyada Adana’da yapılan bu ziyaretin bolca fotoğrafı var. 

Ancak bir de perde arkasında yaşandığı söylenen başka bir gerginlik konuşuluyor. Deniyor ki, o buluşmada Adanalı AKP İl Başkanı Mehmet Ay ile Adanalı AKP Genel Başkan Yardımcısı Jülide Sarıeroğlu arasında ciddi bir protokol krizi yaşanmış. Hatta Binali Yıldırım da devreye girmiş. Olur bu, Adanalılıkdiyebilirsiniz... 

Ama demeyen var, zira WhatsApp grupları kaynıyor. AKP il başkanının parti kurmayına olan öfkesini sosyal medya hesaplarından paylaşıp, hemen ardından sildiği ileri sürülüyor. Lakin ortadan kaldırılmadan ekran görüntüsünün alındığı AKP’liler arasında konuşuluyor. 

Eğer o ekran görüntüleri doğruysa... 

İl başkanı Ay, genel başkan yardımcısı Sarıeroğlu’nu afra tafra yapmakla”, “fotoğraf çekimi sırasında önüne geçmeklesuçluyor. İddia edilen o mesajlara dair Adana İl Başkanı’nı aradım, basın temsilcisine de not bıraktım. Ancak bu satırlar yazılırken bir dönüş olmadı. 

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Milli Eğitim Bakanı patronlara köle mi yetiştiriyor? Patron işten, MESEM okuldan attı - İLTER ASLANER / SOL

 "Pazartesi okula gittiğimde sınıf yoklamasında ismim yoktu. Müdür Yardımcısına gidip sordum, 'işyerinden atılmışsın maalesef, buradan da atıldın' dedi."


Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer kasım ayında yaptığı açıklamada "İşverenin süreçlerde pasif bir şekilde mezunları beklemesine tahammülümüz yok. İşverenleri eğitim sürecinin tamamına dahil ediyoruz. Artık sektörün güçlü temsilcileriyle birlikte mesleki eğitim verdiğimiz tüm alanlarda müfredatı birlikte güncelliyoruz, öğrencilerimizin işletmedeki beceri eğitimlerini birlikte planlıyoruz. En kritik tamamlayıcı hamle artık bu iş birliklerimizde istihdam öncelikli, istihdam garantili eğitim vermeye başladık" diyerek duyurmuştu MESEM'i.

Hemen arkasından on binlerce lise hatta üniversite öğrencisi "iş ve maaş" umuduyla Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri (MTAL) bünyesine açılan Mesleki Eğitim Merkezi Programı’na (MESEM) geçti.

Birçok öğrenci maaşlı çalışıp, lise diploması alma umuduyla MESEM’e akın etti. Nisan ayı içerisinde MEB, MESEM’de kayıtlı öğrenci sayısının 3 ayda yüzde 158 artışla, 159 binden 410 bine çıktığını gururla açıklamıştı.

Ya patronun istediğini yapacaksın ya da sessizce hayatının elinden çalınmasını izleyeceksin

Gelinen noktada ise MESEM'in patronlar açısından nasıl fayda sağladığı ve öğrencileri çalışma hayatına birer köle olarak nasıl hazırladığı bütün çıplaklığıyla ortaya saçılıyor. Bir Anadolu Lisesi'nde okurken, araya giren pandeminin de etkisiyle verimsiz bir lise hayatına başladığını söyleyen E.Y. babasıyla birlikte aldığı karar sonucunda bir meslek okuluna kaydını alıyor. Araştırdıkları kadarıyla hem okuyacak hem de 3-5 kuruş para kazanıp evin ekonomisine katkı koyacaktı. Fakat hem araştırma hem de kayıt sırasında anlatılmayan gerçekler, ancak patronla yüz yüze gelince ortaya çıktı. 

Lise öğrencisi E.Y.'nin hikayesini, staj adı altındaki sömürü çarkına babasının da emekçi olduğu bir fabrikada başladığı için, hem kendisinin hem de fabrikanın adını vermeden buraya taşıyoruz. Çünkü onun için yaşadığı haksızlıktan daha da kötüsü, bu haksızlık karşısında bir şey yaptığı durumda babasının da işten atılacak olması korkusu.

'Devlet cumartesi-pazar tatilsin diyor ama patron bu kanunu çiğniyor ve kabul etmezsen seni atıyor işten'

Biraz kendinden bahseder misin? Kaç yaşındası, şu an kaçıncı sınıfa gidiyorsun?

Ben 17 yaşında, lise 10. sınıf öğrencisiyim. Normalde bir Anadolu Lisesi'ne gidiyordum fakat bu sene başında meslek okuluna kaydımı yaptırdım.

Bu değişikliği yapmanın nedeni neydi? Sen mi istedin, ailen ya da başkaları mı yönlendirdi?

Araya giren pandeminin de etkisiyle verimsiz başlayan lise hayatıma, MESEM'i duyduktan sonra bu şekilde devam etmeye karar verdik. Yani babamla oturduk konuştuk ve hem okuyup hem de eve 3-5 kuruş para getirmenin avantajlı olacağını düşündük.

İlk başlarda böyle görünüyordu ama sonra işin rengi değişmeye başladı ve patron kafasına göre değişiklikler yapmaya çalıştı.

Sen Eylül'de başladın bu okula ve staja. Başlarken nasıldı şartların ve sonra neler yaşadın?

Evet, bu öğretim yılıyla başladım. Haftanın bir günü okula, diğer 4 günü ise staja çalışmaya gidiyordum normalde. Geçtiğimiz haftaya kadar da bu böyle devam etti. Fakat geçtiğimiz hafta patron birden, hafta sonları da işe gelmemi istediğini söyledi. Oysa devlet; haftanın 1 günü okul diğer günler staj, cumartesi ve pazar tatilsin diyor ama işyeri bu kanunu hiçe saymak istiyor. 

Ben de hafta sonu gitmeyeceğimi söyledim ve gitmedim de, fakat bunun sonucu olarak işten atıldığımı öğrendim.

İşten çıkarıldığını nasıl öğrendiğine de geleceğiz fakat, sence neden hafta sonları da gelmeni istediler?

Çünkü hem bir işçi kadar iş yükü çekiyoruz hem de patrona neredeyse sıfır maliyetle çalışıyoruz. Maaşlarımız işsizlik fonundan ödeniyormuş, fazladan çalıştırınca bunu el altından yapacağı için fazla mesai de ödemeyecek. Onlar için son derece kârlı yani.

Haftada 4 gün çalışmanın karşılığı olarak ne kadar maaş alıyordun?

Asgari ücretin neredeyse dörtte biri kadar, 1200 TL.

'O kadar rahatlar ki, istedikleri şey kanunsuz biliyorlar ama bunu bir kere bile yerine getirmeyince kafalarına göre işten çıkarabiliyorlar'

İşten çıkarıldığını nasıl öğrendin?

Dediğim gibi geçtiğimiz hafta içi, hafta sonu da işe gitmemi istemişlerdi. Ben gitmedim tabi. Bu Pazartesi okula gittiğimde sınıf yoklamasında ismim yoktu. Müdür Yardımcısına gidip sordum, "işyerinden atılmışsın maalesef, buradan da atıldın" dedi. Ben de sebebini sordum ama "onu işyerinle konuş" dedi. 

Babama anlattım durumu, babam da Müdür Yardımcısıyla konuşunca ona söylemişler; cumartesi, pazar gelmiyor diye işten çıkartma kararı vermişler.

Yani sen okula gidince öğrendin işten çıkarıldığını. Peki sana herhangi bir evrak imzalatmadılar mı?

Hayır imzalatmadılar. İşe girerken bazı evraklar imzalamıştım ama çıkarılırken herhangi bir şeye imza attırmadılar. O kadar rahatlar ki, istedikleri şey kanunsuz biliyorlar ama bunu bir kere bile yerine getirmeyince kafalarına göre işten çıkarabiliyorlar.

'Okul kaydımın yeniden yapılması ve örgün öğretimde devam edebilmem için bir işyerinde çalışmak zorundayım'

Bunun böyle olabileceğini biliyor muydun peki? Yani işten atılınca, okulla da ilişiğinin kesileceğini söylemişler miydi sana?

Hayır, bunu hiç kimse söylemedi bana. Babam da bilmiyordu, karşılaşınca öğrendik ve çok şaşırdık.

Şimdi ne yapacaksın?

Şu an elim bomboş, çaresiz içeride kalan maaşımı yatıracaklar mı diye bekliyorum.

Okula dönüş imkanın nedir?

Yeniden bir iş bulmam gerekiyormuş. Yani okul kaydımın yeniden yapılması ve örgün öğretimde devam edebilmem için bir işyerinde çalışmak zorundayım.

Eski okuluna, yani Anadolu Lisesi'ne tekrar dönme gibi bir şansın yok mu?

Maalesef yok. Resmen bir kara deliğin içine ittiler bizi. Eğer iş bulamaz ve buradan atılırsam, bundan sonraki tek şansım açık lise olacak.

Yeni bulduğun işyerinde de bu gibi sorunlarla karşılaşırsan ne yapacaksın? Ve son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?

Mecbur kabul edeceğim. Şu anda bütün eğitim öğretim hayatımızı patronların iki dudağı arasına sıkıştırmışlar. Yani öyle 'yapmıyorum' deyip çıkamıyorsunuz işin içinden.

Evet mecbur kabul edeceğim ama bir yandan da kavga edeceğim, hem bize bunu yaşatan sistemi kuranlarla, hem de patronlarla.

İLTER ASLANER / SOL


Eurovision: Bir yarışmadan daha fazlası - UMUT BEKCAN / SOL

 Temelinde Soğuk Savaş'ın yattığı Eurovision Şarkı Yarışması nasıl ortaya çıktı, Türkiye için yarışma nasıl bir seyir izledi? İşte Eurovision'ın arka planı...

Eurovision Şarkı Yarışması, Avrupa’da geçmişten günümüze adeta bir gelenek hâline gelen, zaman içerisinde şartlara ve teknolojiye bağlı olarak görsel bir şova dönüşen bir hafif müzik beste yarışması, bir müzik-eğlence organizasyonudur. Yaşı 40’ı geçenler yarışmayı ilkokul çağında ailecek (hatta birkaç aile toplanıp) bir millî maç havasında izlediğini hatırlayacaktır. Yarışma öncesi ve sırasındaki heyecan, puanlama sonrasında yerini büyük bir moral bozukluğuna, hayal kırıklığına ve bize puan vermeyen ve son sıralarda yer almamıza neden olan Avrupalılara karşı duyulan öfkeye bırakırdı. Eurovision akşamları, Türkiye'nin temsil edildiği sportif veya kültürel her uluslararası organizasyonda olduğu gibi milletçe “biz” olduğumuz zamanlardı. Gecenin sonunda Eurovision yabancıların bizi dışladığı bir yarışma hâline gelirdi gözümüzde. Bu şekilde bir biz/onlar ayrımı, Yalçın Küçük’ün sınıf yoksa, toplum sınıfsızsa herkes ve her şey iyidir, sadece yabancılar kötüdür tespitini akla getiriyor. Eurovision da bu anlamda sınıflı toplumda yaşadığımızı unutturma hususunda pek maharetliydi. İşin ilginç yanı, yıllar sonra bu yarışmanın bir sınıf savaşının ürünü olarak, Soğuk Savaş’ta Batı Bloku’nun Doğu Bloku’nu kültürel bir etkileme aracı olduğunun ortaya çıkmasıydı. Bu yazı bu iki noktaya değinmek maksadıyla tasarlandı. Önce yarışmanın temelinde yer alan Soğuk Savaş motivasyonu ele alındı ardından Türkiye’nin yarışmayla etkileşimi masaya yatırıldı.

Soğuk Savaş ve Eurovision

Eurovision Şarkı Yarışması, 1950’lerde tam anlamıyla Soğuk Savaş mantığına veya çekişmesine uygun bir organizasyon olarak düzenlenmeye başladı. Bu iddianın temel kaynağı 2011’de gösterime giren Eurovision’un Gizli Tarihi (The Secret History of Eurovision) adlı belgeseldi. Avustralya yapımı belgeselin distribütörlüğünü Avrupa Yayın Birliği’nin (European Broadcasting Union-EBU) ve Eurovision Şarkı Yarışması’nın temel taşı BBC televizyonu üstlendiği için iddianın “içeriden bir bilgi” olarak yorumlanması yanlış olmaz. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Batı Avrupa için temel sorun, Sovyetler Birliği ve komünizm tehdidiydi. Bu süreçte Doğu Avrupa’da sosyalist yönetimler iktidara geldi. Savaş sonrası, Nazileri yenilgiye uğratan Sovyetler Birliği, sadece Doğu’da değil Batı Avrupa’da da yükselen bir yıldızdı. Komünist partiler Batı’da da epey üye kazandılar ve iktidar ortağı oldular. Bunda Avrupa’nın ekonomik olarak çökmüş olmasının, işsizlik ve enflasyonun çok büyük boyutlara ulaşmasının da etkisi vardı. ABD ve Batı Avrupa iktidarları, Avrupa’nın Sovyet ve komünizm etkisinden kurtarılması gerektiğini düşünüyordu. Bunun için Soğuk Savaş’ta sadece siyasi, askeri, ekonomik değil sosyo-kültürel olarak da üstün olma çabasındaydılar. Bu çerçevede Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA) kültürel olarak Doğu’ya üstünlük sağlama konusuna epey bir bütçe ve mesai harcadı. Kültürel propaganda savaşında antikomünist edebiyatın ve sanatın gelişmesi için uğraş verdi. Amaç komünizme yakınlık duyan Batı Avrupa aydınlarının ve halkların Amerikan tarzı bir bakış açısına sahip olmasını sağlamaktı (Saunders, 2016).

Böyle bir siyasi iklimde 1946’da, içlerinde SSCB, Doğu ve Batı Avrupa ile Afrika ülke radyolarının da olduğu bir Uluslararası Radyo Örgütü’nün (IRO) kurulması ABD’yi rahatsız etti. SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinin örgüt içinde sosyalist olmayan ülkeler üzerinde sosyalist etki kurmayı amaçladığını düşünüyordu. Bundan dolayı Kasım 1949’da Cezayir (Fransa’ya bağlı), Belçika, Fransa, İtalya, Luksemburg, Hollanda, Monaco, Fas (İspanya ve Fransa’ya bağlı) ve Tunus (Fransa’ya bağlı) örgütten ayrıldı. CIA, Avrupa’nın televizyon altyapısına büyük destek sağladı ve bu sayede 12 Şubat 1950’de BBC; EBU adı altında İsviçre-Cenevre merkezli, IRO’dan ayrılanların da dahil olduğu IRO’ya rakip, komünist unsuru olmayan bir oluşum örgütledi (United States Congress, 1978: 618). Savaş sonrası Batı Avrupa ülkelerinin birbirleriyle yakınlaşması, kültürel paylaşım ve iletişim içinde olması ve buradan bir ortak Avrupa kimliği (kapitalizm kültürü/kimliği diye okunabilir) oluşturmak amaçlanıyordu. Yakın ilişkilerin ekonomik refahı artıracağı, “sosyalizm ve Sovyetler Birliği hayaletiyle” mücadeleyi kolaylaştıracağı umuluyordu (Hintermayr, 2016). Avrupa’yı tarûmar eden, yakan, yıkan, katliam hatta soykırım yapan Almanların imajı doğal olarak çok kötüydü. Batı Almanya’nın Batı Avrupa’yla kültürel ilişkilerle kaynaştırılması, barıştırılması gerekiyordu (Wellings & Kalman, 2019: 1-2). Savaşın bittiği olanları unutmak gerektiği düşüncesi vurgulanıyordu. Ama temeli sağlam kurmak lazımdı. (Daha eskiye götürmek mümkün olmakla beraber) Almanya İmparatorluğu’nun Paris’te kurulduğu 1871’den itibaren süregelen Alman-Fransız düşmanlığına son vermek gerekiyordu. Artık birlik-beraberlik zamanıydı zira Avrupa toplumu ve kültürüne çok ciddi bir tehdit vardı, bu da Sovyet tehdidiydi. Alman-Fransız düşmanlığını ve önemli bir savaş sebebi olarak kömür-çelik kaynakları sorununu ortadan kaldırmak adına, ABD’nin 1948 Marshall Planı’ndan alınan ilhamla Nisan 1951’de Batı Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg tarafından Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) kuruldu. Ortak kömür-çelik piyasası da oluşturmayı amaçlayan ulus üstü bir oluşumdu. AKÇT daha geniş çaplı bir örgüte yani Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüşmek üzereyken bu başarılı işbirliğinin adeta kutlaması niteliğindeki Eurovision Şarkı Yarışması 1956’da EBU’nun merkezi İsviçre’de, ev sahibi İsviçre ve AKÇT üyesi ülkelerin katılımıyla gerçekleşti. Böylece, temeldeki ekonomik birliktelik kültürel bir üstyapı organizasyonuyla tamamlanmış oldu. Yarışmada, yahudi soykırımının mirasıyla uzlaşan Batı Almanya’yı yahudi bir şarkıcı Walter Andreas Schwarz’ın temsil etmesi dikkat çekici bir ayrıntıydı (Watson & Slee, 2019). Yarışma, bir yandan EBU’nun genişleyen yayın ağının nereye kadar ulaştığını test etme fırsatı verirken diğer yandan Avrupa’nın birliğinin, kapitalizmin başarısının bir nevi kutlaması olarak, her şeyin yolunda olduğunun ilanı olarak değerlendirildi. Avrupa Tarihi profesörü Donald Sassoon, Eurovision’un öngördüğü mesajı “burada eğlence ve özgürlük var; orada sıkıcı komünizm var” şeklinde özetliyordu (Oliver, 2011).

Yarışma, liberal bir perspektife sahipti. Avrupa yakın zamanda faşizmle savaşmıştı ama bu faşist yönetim altındaki İspanya’nın 1961’den ve Portekiz’in 1964’ten itibaren yarışmaya katılmasını engellemiyordu. Hatta SSCB ile ilişkileri bozuk Yugoslavya da 1961’den itibaren yarışmada yer almaya başladı (Hintermayr, 2016). Kuşkusuz bu durum, Eurovision’un Sovyet ve Doğu Bloku karşıtı politik duruşunu pekiştiriyordu. Her ne kadar “sürekli tarafsız devlet” statüsünde olsa da Avusturya’nın Nisan 1968’deki yarışmaya Çekoslovak şarkıcı Karel Gott ile katılması (Vuletic, 2017), Batı Avrupa’nın Çekoslovakya’da Prag Baharı denen, kapitalizme yol veren “demokratikleşme sürecine” verdiği bir selam olarak görmek mümkündü.

Bunun dışında, yarışmanın Soğuk Savaş’ın ideolojik zıtlaşması ile bağlantısının düzenlenme amacıyla/mantığıyla sınır kaldığı söylenebilir. Ama yine de Soğuk Savaş’ın Batı Bloku lehine sonuçlanması Eurovision camiasında memnuniyet yarattı. Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması 1990’daki yarışmada bazı şarkılarla hatırlandı. Batı Almanya Frei Zu Leben (Özgür Yaşamak), Avusturya Keine Mauern Mehr (Duvarlar Artık Yok), Norveç ise Brandenburger Tor (Brandenburg Kapısı) şarkılarıyla katılırken, İtalya; sınırların ortadan kalktığı, birleşmiş bir Avrupa’nın hayalini ortaya koyduğu Insieme 1992 (Birlikte 1992) adlı şarkıyla birinciliği elde etti (Oliver 2011).

Türkiye ve Eurovision: Ne Seninle Ne Sensiz

Türkiye için yarışmanın birden fazla anlamı vardı. Soğuk Savaş döneminde, bir NATO üyesi olarak Batı Avrupa’yla aynı siyasi ve ekonomik sisteme sahip bir ülkeydi. Yani Batı’yı model alan kapitalist bir kalkınma anlayışını benimsiyordu ve Eurovision sayesinde Avrupa’nın müziğini, yaşam tarzını, popüler kültürünü daha yakından tanıma ve takip etme fırsatı buluyordu. Avrupa’da sevilen yabancı şarkıların Türkçe versiyonları yapılırken zaman zaman Eurovision şarkıları da bu furyaya dahil edilmişti.

Yarışma, Türkiye için politik ve kültürel dışlanma anlamına da geliyordu. Türkiye yarışmaya ilk kez 1975, ikinci kez 1978’de katıldı. 1980’den itibaren son kez katıldığı 2012’ye kadar 1994 yılı hariç her yıl katıldı. 1975’ten 1991’e kadar Türkiye yarışmalardaki en iyi dereceyi 1986’da Klips ve Onlar’ın söylediği Halley adlı şarkıyla elde etti. Şarkı, dokuzuncu olmuştu. Başarısız sonuçların sebebi olarak ülkeyi temsil eden şarkılardan ziyade, toplumun Türk-Müslüman kimliği, Hristiyan Avrupa’nın dışlayıcı tavrı ve politik olarak Türkiye’ye olumsuz bakışı görülmüştü. Örneğin, Türkiye’nin 1975’te Semiha Yankı’nın Seninle Bir Dakika adlı şarkısıyla ilk kez katıldığı yarışmada sonuncu olmasını müzisyen Attila Özdemiroğlu, Kıbrıs sorununa ve Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekatı’na bağlıyordu (Kuyucu, 2011: 48). 1982’de Türkiye’yi temsil eden Neco, 2012’de kendisiyle yapılan bir röportajda; bir İngiliz gazetecinin İngiltere ile Arjantin arasında yaşanan Falkland Savaşı’na atıf yaparak, “İngiliz donanması Türkiye’ye gelse ne olurdu” sorusuyla karşılaştığını ve “Çanakkale’yi hatırlamıyor musun?” şeklinde bir cevap verdiğini söyledi. Benzer şekilde, Kayahan da 1990’daki yarışmada bir gazetecinin kendisine “sizde işkenceler yapılıyor” şeklinde bir sataşmada bulunduğunu açıkladı (Türkiye’nin ESC Tarihi 6/4, 2012). Böylelikle, Avrupa’nın, Türkiye’nin iç-dış politikasına yönelik eleştirileri yarışma sürecinde şarkıcılara iletiliyordu. 1983’te Opera adlı şarkıyla sıfır puan alan Çetin Alp ise, “adım Michael olsaydı sonuç farklı olurdu” (Kuyucu, 2011: 128) diyerek Türkiye’nin kültürel farklılığının yarışmada dezavantaj teşkil ettiğini öne sürüyordu.

Görece iyi kabul edilen dereceleri politikacılar kendi hanelerine puan olarak yazmayı da ihmal etmiyorlardı. Bu şekilde yarışmanın politik bir içeriğinin olduğu da kabul edilmiş oluyordu. Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu 1984’te Beş Yıl Önce On Yıl Sonra grubunun Halay adlı şarkıyla elde ettiği onikinciliğin sebebi olarak “hükümetin içerde ve dışarda uyguladığı olumlu politikaları” görüyordu. Ertesi yıl, Mazhar-Fuat-Özkan’ın Diday Diday Day adlı şarkıyla ondördüncü olması Başbakan Turgut Özal’ı memnun etmedi. “Birincilik için herhalde Hristiyan olmak lazım, Müslümanlara puan vermiyorlar” yorumunu yaptı. Başbakan Turgut Özal’ın eşi Semra Özal, 1987’de Seyyal Taner’in yarışmada sıfır puan almasını, yaklaşık bir ay önce Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na yaptığı tam üyelik başvurusuna karşı Avrupalıların protestosu olarak değerlendiriyordu (Kuyucu, 2011: 142, 152, 171). Brüksel’de düzenlenen yarışmadan önce Belçika Kraliçesi Fabiola’nın resepsiyonuna katılan Seyyal Taner, Belçika Başbakanı Wilfried Martens’le arasında şöyle ilginç bir diyalog yaşandığını söyledi: “Eurovision tamam da biz Avrupa Birliği’ne ne zaman gireceğiz falan diye sordum. Adamcağız şöyle bir baktı. Sen yarışmaya mı geldin yoksa Ankara mı seni yolladı diye sordu. Evet dedim, Ankara beni yolladı” (Eurovision’a Doğru 12. Bölüm, 2012). Bu anekdot, Türkiye’nin de yarışmaya politik bir perspektiften baktığının emarelerinden biri olarak yorumlanabilir. 1989’da Bana Bana adlı şarkıyla Türkiye’yi temsil eden Grup Pan’ın üyesi Hazal Selçuk, yarışmada kültürel farkların çok keskin olduğunu söylüyordu. Ona göre Türkiye, Eurovision’un çirkin ördek yavrusuydu (Eurovision’a Doğru 12. Bölüm, 2012). Bu örnekler, Türkiye’nin kendisini yenik ve ezik hissetmesine, Avrupa’ya karşı “biz ve onlar” ayrımının yapılmasına epey katkı sağlıyordu ve Eurovision’un ortak Avrupa kültürü oluşturma amacına hizmet etmiyordu.

1992’den 2003’e kadar yarışma Türkiye’de adeta unutuldu, basın ve kamuoyu pek ilgi göstermedi. Bunda, 1989’un sonu 1990’ın başında Avrupa Topluluğu’nun Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu reddetmesinden kaynaklı küskünlük az da olsa etkili oldu. 1990’lı yıllarda açılan özel kanallar TRT programlarına ilgiyi azalttı. Basın da genellikle kardeş kuruluşları olan özel kanalların programlarını daha fazla tanıtmayı tercih etti. Bu gelişmeler muhtemelen özel kanallarla rekabete hazırlıksız yakalanan TRT’nin yarışma motivasyonunu da olumsuz etkiledi. Türkiye’nin önde gelen şarkıcı ve bestecileri de yarışmaya pek ilgi göstermediler. Ulusal finallere genelde amatör şarkıcı ve besteciler katıldı. 1997’de Şebnem Paker’in Dinle adlı şarkısıyla gelen üçüncülük bile yarışmaya yeniden ilgi duyulmasını sağlamadı. 2003’ten 2012’ye kadar 2005 yılı hariç TRT ulusal final yapmadan ünlü şarkıcı ya da grupları yarışma için -deyim yerindeyse- görevlendirdi. 2003’te Sertab Erener’in Every Way That I Can adlı İngilizce şarkıyla kazandığı birincilik Türkiye’de büyük sevinç yarattı. 1980’lerde olduğu gibi dönemin hükümeti bu başarıdan kendine pay çıkardı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, birinciliğin hükümetin sağladığı prestij sayesinde elde edildiğini düşünüyordu. Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Avrupa ülkelerini ziyaret etmesinin bu başarıda etkili olduğunu söylerken, dönemin TRT Genel Müdürü Yücel Yener ise Abdullah Gül’ün başbakan olduğu hükümetin İngilizce şarkıyı engellemeye çalıştığını belirterek başarının hükümetle ilgisi olmadığını iddia etmişti (Kuyucu, 2011: 298).

Sonraki yıllarda tekrar bir birincilik olmasa da genelde ilk on içerisinde dereceler elde edildi ve yarışmaya ilgi epey arttı. Bu arada 2000 yılında Eurovision’a ulusal/resmi dille katılma zorunluluğu kalkmıştı. Türkiye’yi 2000, 2001 ve 2002’de temsil eden şarkıların bir kısmı İngilizce söylendi. Amaç daha çok insana ulaşıp iyi bir derece almaktı. Sertab Erener’le birlikte Türkiye ekseriyetle İngilizce şarkılarla katıldı. Alınan başarılı sonuçlara rağmen her sene “şarkı İngilizce mi Türkçe mi olmalı” tartışması hiç eksik olmuyordu. Başarılı sonuçlar, ulusal gurur kaynağı olarak milliyetçi duyguları kabartırken milliyetçi bakış, şarkıların dilinin İngilizce olmasının başarıda önemli bir faktör olabileceğini göz ardı ediyordu. Ayrıca yine her sene ve yine eksik olmayan bir şey Avrupalıların bizi dışladığı, istemediği inancıydı. Zaten Türkiye’nin 2012’den sonra bir daha yarışmaya katılmamasının temelinde “hak ettiğimiz ama verilmeyen puanlar” yatıyordu. Şöyle ki, Eurovision Şarkı Yarışması’nda birinci, 2003’ten itibaren televoting sistemiyle yani SMS oylarıyla belirleniyordu. 2009’dan itibaren sıralamayı % 50 televoting, % 50 katılımcı her ülkenin oluşturduğu halk jürisinin oylarının toplamı tayin etmeye başladı. TRT, halk jürilerinin politik davranarak Türkiye’ye düşük oy verdiğini düşünüyordu ve oylama sisteminin değişmesi yönündeki talebi sonuçsuz kalınca yarışmaya katılmayı bıraktı. Böylelikle, halk jürileri tarafından dışlandığını düşünen Türkiye, tepki olarak kendini Avrupa’nın dışına atmış oldu.

Türkiye’nin Eurovision Şarkı Yarışması’na ilgisi ve katılma isteği, Avrupa Topluluğu’na/Birliği’ne üye olma isteğiyle birlikte ortaya çıkmadı. Bununla birlikte, 1980’li ve 1990’lı yıllarda Birliğin bir parçası (örgütün bir üyesi) olma hevesi, yarışmaya katılma hevesiyle eşdeğer seyretti. Öyle ki, Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde yapılan tam üyelik başvurusu öncesinde Avrupa Topluluğu ile ilişkiler pek de sıcak değildi. İlişkilerde 12 Eylül etkisi, Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi uygulamalarına yönelik eleştiriler devam ediyordu. “İsteyenin bir yüzü..” anlayışıyla gerçekleştirilen bu başvuru öncesinde Avrupa’dan gelen tek olumlu motivasyon veya sinyal, Halley şarkısıyla Türkiye’nin o zamana kadar elde ettiği en iyi dereceydi. 1990’lı yıllarda yarışmaya ilginin azalması, Avrupa Topluluğu’ndan 1990’da gelen red cevabının sonrasına denk geldi. 2000’li yıllarda ise, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri önceki yıllara nazaran çok büyük bir ivme kazandı. Örgüte tam üyelik müzakereleri başladı. Aynı dönemde Türkiye’nin yarışmaya ilgisi epey yükseldi. Türkiye çok başarılı sonuçlar aldı. Yarışmadan çekilmesi ise, Avrupa Birliği ile ilişkilerin durağanlaştığı, müzakere sürecinin tavsadığı dönemde gerçekleşti (Bekcan & Uz Hançarlı, 2021: 94-95).

Sonuç olarak Soğuk Savaş’ta kapitalist Batı Avrupa’nın bir kültür organizasyonu olarak düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması, kapitalist Batı Avrupa’yla/blokuyla siyasi, ekonomik ve askeri müttefiklik ilişkisine sahip Türkiye için Avrupa’yla kültürel farklılığını farketmesine katkı sağlayan bir organizasyon oldu.

UMUT BEKCAN / SOL

Kaynakça

Bekcan, U. & Uz Hançarlı, P. (2021), “Evaluation of Eurovision Song Contest as a Cultural Impact Tool”, Tarih, Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, Vol. 10 No 1, pp. 84-97.

“Eurovision’a Doğru 12. Bölüm”, https://www.youtube.com/watch?v=LufDmdD3RSI

Hintermayr, M. M. (2007). “Eurovision Cold War. Geopolitics and Queerness

at the Eurovision Song Contest in 2007”, https://www.univie.ac.at/fernetzt/eurovision-cold-war-geopolitics-and-q…

Kuyucu, M. (2011). Türkiye’nin Eurovision Serüveni. İstanbul: Esen Kitap.

Oliver, S. (Yönetmen). (2011). The Secret History of Eurovision [Belgesel film].

Avustralya: BBC Worldwide.

Saunders, F. S. (2016). Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, Sanat Ve Edebiyat Dünyasında CIA

Parmağı. Ankara: İmge Yayınları.

“Türkiye’nin ESC tarihi 6/4”, https://www.youtube.com/watch?v=m1EmOllADdk

United States Congress. (1978). The CIA and the Media. Washington: U.S. Government

Printing Office.

Vuletic, D. “The Intervision Song Contest”, http://fiatifta.org/wp-content/uploads/2017/11/The-Intervision-Song-Con…

Watson, J., & Slee, A. (2019). “Eurovision was meant to be apolitical. It’s

been anything but”, https://www.abc.net.au/news/2019-05-16/eurovision-political-and-diploma…

Wellings, B., & Kalman, J. (2019). Entangled histories: Identitiy, Eurovision and

european integration. B. Wellings, J. Kalman, & K. Jacotine (eds.), Eurovisions: Identity and the international politics of the Eurovision Song Contest since 1956, Singapore: Palgrave Macmillan, pp. 1-20.


Kemal Okuyan'la 'Liberal Hezeyanlar' üzerine - NEVZAT EVRİM ÖNAL / SOL-Söyleşi

 TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, yeni kitabı 'AKP Türkiyesi'nde Liberal Hezeyanlar Hatırlatma Dozu'yla ilgili sorularımızı yanıtladı.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın yeni kitabı "AKP Türkiyesi'nde Liberal Hezeyanlar Hatırlatma Dozu" Yazılama Yayınevi'nden çıktı.

Okuyan'ın yazılarından oluşan bir derleme kitap olarak Hatırlatma Dozu'na Sait Munzur da çizimleriyle katkıda bulundu.

Kitapla ilgili sorularımıza Okuyan'ın verdiği yanıtlar şu şekilde:

Yeni kitabınız Hatırlatma Dozu geçtiğimiz günlerde Yazılama Yayınları tarafından yayınlandı. Kitabın alt başlığı "AKP Türkiyesi’nde Liberal Hezeyanlar." Dilerseniz buradan başlayalım. Yirminci yılını doldurmakta olan AKP iktidarı ile Türkiye liberalizminin nasıl bir geçmişi var? Liberal ideolojiye sizce "hezeyan" sıfatını kazandıran nedir?

AKP iktidarının kurumsallaşması, liberalizmin etkisi olmadan asla mümkün değildi. Türkiye'de AKP'nin karşısına dikilebilecek birikimin önemli bir bölümü liberalizm virüsüyle paralize edildi. AKP'nin liberal kanadından ya da liberallerin AKP'ye desteğinden söz etmiyorum. Burada asıl önemli olan liberalizmin zayıf bulduğu her noktaya yayılabilmesi, onu uyumlulaştırmasıdır. Bir sözcük olarak hezeyan bu etkiyi açıklamak açısından oldukça yararlı. Gerçeklikle ilgisi olmayan ama gerçekmiş gibi algılanan, saçma, absürd iddialarla AKP kendisine karşı durabilecek geniş bir kesime karşı pazarlandı. AKP'nin bir demokratikleşme projesi peşinde koştuğu tezi gerçekten de bir hezeyan olarak tanımlanmalı. Burada asıl muhatap geniş anlamıyla Türkiye solu. Çünkü Türkiye solunun onaylamadığı, geçit vermediği hiçbir açılım meşruluk kazanamaz. Yanlış anlaşılmasın, Türkiye soluna büyük bir güç yakıştırmıyorum. Öyle olsa başka bir Türkiye vardı bugün. Ancak Türkiye solunun ilginç ve değişmez bir ağırlığı var. Askeri darbeler, seçim sonuçları, gün be gün güçlenen gericilik bu gerçeği değiştiremiyor. Türkiye'de solun meşru görmediği bir kişi, bir akım, bir açılım, zirveye ulaşabilir, bir dönem başarılı olabilir ama meşruiyet elde edemez. Bu iyi bir şey. İşte bu nedenle solu baskılamak, başkalaştırmak istiyorlar. Liberalizm hezeyanla ve defalarca AKP'nin zokasının yutulmasına yardımcı oldu, solun bir kesiminin aklı gitti.

Kitabın önsözünde liberalizmin Türkiye solu üzerindeki etkisinin onun manipülasyon gücünü bilhassa artırdığını söylüyorsunuz. Önceki soruyla bağlantılı olarak, bunu açar mısınız?

Liberalizm kendi başına önemli bir akım değil. Parti olarak hiç değil. Başka akım ve partilere yerleşerek, onlara etkide bulunarak hareket ediyor. En azından Türkiye'de böyle. Solun bu ülkede göreli ağırlığı, onun içindeki devrimci bölmenin tecrit edilmesi ve genel olarak solun kendi değerlerini inkara yönelmesi bu düzen açısından çok önemli. 12 Eylül faşizminin fiziki şiddeti solu küçülttü, etkisizleştirdi ama liberalizmin sonrasındaki kuşatmasının yarattığı tahribat daha büyük oldu. Bildiğim kadarıyla Yasemin Çongar soldan gelen bir isimdi ama solla bir ilişkisi kalmamıştı. Ahmet Altan'la birlikte Taraf gazetesini çıkardıklarında ustalıklı bir biçimde solla rezonansa girdiler. Birçok solcu onları makbul olarak değerlendirdi. Bugün herkes artık tarih olan Taraf'a küfrediyor ama biliyoruz ki, birçok solcu için çok önemli bir haber kaynağıydı. Hezeyanla dolu bir gazete!

Aslında, siz daha önce köşe yazılarınızı derlediğiniz bir kitap daha yayınlamıştınız: Ergenekon ile AKP Arasına Sıkışan Sol, 2008 yılında yayınlanmıştı. O derlemede de konu, liberalizmin Türkiye solunu yanlış bir ikileme hapsetmesi ve taraf olmaya zorlamasıydı. Hatırlatma Dozu, o derlemenin bittiği yerden başlıyor. Bir devamlılıktan bahsedebilir miyiz?

Eski yazıları kitaplaştırmak çok sevdiğim, benimsediğim bir yöntem değil aslında. Ancak çok yazıyor, çok konuşuyoruz. Bunların bir bölümü zamana direnen, hatta zaman içinde daha anlamlı hale gelen bir içerikte. Bunları aradan belli bir süre geçince kitap olarak değerlendirmenin yararı var. Bu seçkide Ergenekon dönemi yer almıyor. O herhalde Türkiye'de liberal hezeyanın doruk noktasıydı. Gerçek bir çılgınlıktı ve ciddi ciddi Türkiye'de kontrgerillanın tasfiye edileceği, gerçek bir demokrasinin kurulacağı düşünülmeye başlanmıştı. Liberalizm AKP adına mükemmel bir iş çıkardı. 

Peki, bugün liberaller AKP'yi en şiddetli biçimde eleştiren aktörler arasında yer almıyorlar mı?

Liberalizmin derdi AKP değildir. Liberalizmin derdi piyasadır, batı emperyalizmidir, onun çıkarlarıdır. Özgürlükçü söylemle sola sızmaya, onu etkilemeye çalışırlar. Özgürlükçü paradigmayı başa yazan bütün solcuların liberal etkiye açık olduğunu söyleyebiliriz. AKP'nin bir noktadan sonra "özgürlükçü" bir maskeye gereksinimi kalmadı. Daha doğrusu o maske dağıldı, yenilemeye ihtiyaç duymadılar. Ha bundan sonra ne olacağını bilemeyiz. Bugünkü siyasi dengeler çok radikal bir değişime uğrayabilir yakında. 

Buradan devamla, bugün Türkiye liberalizmi ile CHP, ya da daha genel olarak altılı ittifak arasında nasıl bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz?

Altılı ittifaktaki partileri geleneksel adlandırmalarla tanımlayabiliriz. Dinci bir parti var, milliyetçi bir parti var, sosyal demokratımsı parti var, muhafazakar partiler var... Ama bunların hepsine liberalizm içkin. Bu da son derece doğal. Çünkü liberalizm bir yandan da kapitalizmin en yaygın "inancı". Ancak burada en dikkat çekici olan, CHP'nin durumu. CHP her zaman bir düzen partisidir. Ama yeni CHP'yi ya da bugünkü CHP'yi en iyi ifade eden onun liberalizme teslim bayrağı çekmiş olmasıdır. Liberal hezeyanları kayıtsız şartsız benimseyerek kurumsallaştırdı CHP. 

Önsözden anladığımız kadarıyla kitabın ismi önce Provokasyon Yazıları olarak düşünülmüş, ancak sonra Hatırlatma Dozu'nda karar kılınmış. İçinden geçtiğimiz dönemde, liberalizmin 2002-2010 döneminde, bilhassa bu dönemin sonundaki Anayasa referandumunda yürüttükleri Yetmez ama Evet kampanyasıyla üstlendikleri uğursuz role dair bir "hatırlatma" dozuna ihtiyaç olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Kitapta yer alan yazılardan çoğu yayınlandığında "tepki" çekti, rahatsız etti. Herkesi hoşnut edecek bir siyaset ve düşünce tarzı olamaz. Ergenekon'da olduğu gibi, özelleştirmeler sırasında, AB'ye üyelik sürecinin bayram havasıyla pazarlandığı dönemde, Irak ve Afganistan'ın işgalinde, Arap Baharı'ndan söylediklerimiz hezeyanla karşılandı. Hiç bitmiyor. İmamoğlu konusunda "güzel olacak" diye ortalığa çıkıldı, ne hakaretler ettiler bu sevince ortak olmayıp sorgulayanlara. Bu ülkede AKP'yi anlamak için 2012'yi beklemeyenler de vardı. İmamoğlu'nun bir sağcı olduğunu Karadeniz gezisinde fark etmek çok acıklı. Bunun bir mantığı var. Kitap için hazırladığım giriş yazısında bunu açmaya, liberalizmin kendisini sola nasıl dayattığını anlatmaya çalıştım. Evet bu bir hatırlatma dozu. Çünkü önümüzdeki dönem liberalizmin yeni hamlelerine tanık olacağız. Bu sefer daha geniş bir alanı korumalıyız. Aşı yararlıdır.

Son olarak, kitap çok hoş bir işbirliğine dayanıyor. Yazıların çoğunun ardında karikatürist Sait Munzur'un, o yazıyla ilgili bir karikatürü yer alıyor. Üstelik yazılar on üç yıldan biraz daha uzun bir zaman dilimine yayılıyor ancak karikatürler muhtemelen bu kitabın derlenme sürecinde, yani çok daha yoğun bir emekle yaratılmış olmalı. Nasıl ortaya çıktı bu işbirliği fikri?

Sait Munzur üstad bu karikatürlerin tamamını kitap için çizdi. Bu işbirliğini uzun süredir düşünüyordum açıkçası. Çok üretken ama asla kolaycılığa kaçmayan bir sanatçı Sait Munzur. Kitaptaki karikatürler ilişkilendiği yazıda bazen örtülü kalan bir düşünceyi güçlendirmiş, bazen de yazıdan hareketle benim eksik bıraktığım noktalara açılmış. Açıkçası bundan sonra da sürdürmek isterim bu işbirliğini. Kendisine buradan da teşekkür etmek istiyorum.

NEVZAT EVRİM ÖNAL / SOL-Söyleşi