5 Ağustos 2022 Cuma

109. Fransa Turu ve Netflix iftiharla sunar: Piyasa tanrıları içerik istiyor - BERK ÇETİN / SOL

 Fransa Turu'nda, hikâye bolluğuyla her şey yolundaymış, alan memnun satan memnunmuş gibi gözüküyor olabilir; fakat işin içinde önemsiz gibi gözüküp aslında dikkat çekmesi gereken bir bit yeniği mevcut

Bisiklet sporunun en çok izlenen yarışı olan Fransa Turu, her sene olduğu gibi Paris’teki meşhur “Şanzelize” etabıyla sona erdi.

Bu seneki tur, neredeyse tüm bisiklet severlerin mutabık olduğu üzere, sportif rekabet ve seyir zevki açısından son derece müstesna bir spor olayı yaşattı izleyenlere.

Öyle ki 109. edisyon, tarihte hız ortalaması en yüksek tur olarak, tüm büyük turlar1 içinde ise en hızlı 3. tur olarak kayda geçti.

Bunun yanı sıra yeşil mayo klasmanında puan rekoru, zorlu pek çok tırmanışta bireysel süre rekorları kırıldı.

Kayda geçen resmî rekorların yanı sıra, yarış boyunca ortaya çıkan pek çok “hikâye” de bu seneki Tur’u diğerlerine göre daha görkemli kıldı.

Bu hikâyelere detaylıca yer vermeden yazıyı tamamlamak istemedim, zira yazının maksadının okurlarca eksiksiz kavranması için bunların bilinmesi gerektiğini düşünüyorum; fakat detaya boğulup dağılmak istemeyen okurlar bu kısmı hızlıca geçebilir:

  • Danimarka topraklarında başlayan ve burada üç etap koşulan Tur’un genel klasmanını tarihte ilk defa Danimarkalı bir bisikletçinin (Jonas Vingegaard) kazanması;
  • Danimarkalı bisikletçilerin toplam dört etap galibiyeti elde ederek ülke rekorunu geliştirmeleri (daha önce ’94 ve ’96 yıllarında üçer etap galibiyeti almışlardı);
  • Hollandalı sprinter Fabio Jakobsen’in, 2020’de Polonya Turu’nda geçirdiği ölümcül kaza sonrası katıldığı ilk Fransa Bisiklet Turu’nda ikinci etabı kazanması;
  • Jakobsen’in yaşadığı kazaya sebep olduğu gerekçesiyle dokuz ay yarış yasağı alarak profesyonel bisikletten âdeta aforoz edilen Dylan Groenewegen’in hemen sonraki üçüncü etabı kazanması ve Jakobsen tarafından tebrik edilerek kefaretini ödemesi;
  • Daha önce profesyonel seviyede herhangi bir yol yarışı galibiyeti bulunmayan 32 yaşındaki Kanadalı Hugo Houle’un 16. etabı kazanıp zaferini on yıl önce bir koşu antrenmanı sırasında sarhoş bir şoför tarafından katledilen kardeşi Pierrik Houle’a adaması;
  • 11. etabın ortalarında, genel klasmanın en büyük favorileri arasında gösterilen Tadej Pogačar, Jonas Vingegaard, Primož Roglič ve Geraint Thomas’ın baş başa kalması ve aynı takımın sporcuları olan Vingegaard ile Roglič’in, o etapta sarı mayoyu (genel klasman liderliğini) taşıyan Pogačar’ı bire karşı iki ataklarla sürekli zorlamasıyla etabın son tırmanışında Pogačar’ın bu ataklara cevap vermekten dolayı yorgun düşüp genel klasman liderliğini Vingegaard’a kaybetmesi (bu taktiksel detayın Fransa Turu tarihinde uzun zamandır ilk defa görülüyor olması);
  • Daha çok sprinterlerin mücadele ettiği yeşil mayo klasmanında puan rekoru kıran ve üç etap galibiyetinin yanında üç de etap ikinciliği elde eden Wout van Aert’ın, bir yandan da takım lideri Vingegaard’a, sarı mayo mücadelesinde eşi benzeri görülmemiş bir domestik performansla dağ tırmanışlarında dahi yardım etmesi sonucu en savaşçı bisikletçi (super-combatif) ödülünü kazanması;
  • Sahnenin tamamen saf sprinterlere kaldığı “Şanzelize” etabında, finişe az bir mesafe kalmışken genel klasman ikincisiyle üçüncüsü Pogačar ve Thomas’ın atak yapması…

Bunlar, 109. Tur’u otoriteler ve seyirciler nezdinde özel kılan ikonik anlardan başlıcaları.

Bu hikâye bolluğuyla her şey yolundaymış, alan memnun satan memnunmuş gibi gözüküyor olabilir; fakat işin içinde önemsiz gibi gözüküp aslında dikkat çekmesi gereken bir bit yeniği mevcut: Netflix, organizatör şirket ASO ve profesyonel yol bisikletinin en yüksek bütçeli takımı olan İngiliz Ineos Grenadiers başta olmak üzere Tur’un pek çok paydaşıyla Mart 2022’de bir Fransa Turu belgeseli için anlaşmıştı.

Netflix’in spor belgeseli türündeki ilk iştiraki Fransa Turu belgeseli değil tabii ki.

SSCB ve Rusya’yı doping konusunda karalama kampanyasından başka bir halt olmayan Icarus ile bu türe bodoslama giriş yapan izleme platformu, 2019’dan beri Box to Box Films isimli yapım şirketine yaptırdığı Formula 1: Drive to Survive belgesel dizisiyle pistteki rekabetin arka planına da odaklanarak bu sporun yakın tarihli kaderini değiştirmiş, daha ilk sezonunda yarışların izlenme oranlarını bir önceki seneye göre yüzde 53 artırmıştı.

Eh, sorulması gereken soru, yani “odadaki fil” orta yerde duruyor: Bu sene en heyecanlı Fransa turlarından birini izlememiz ve yine bu sene, dokunduğunu daha fazla altın yumurtlayan tavuğa çeviren Netflix’in Fransa Turu belgeseli çekiyor olması, bir tesadüf müdür?

Hayır, bu bir tesadüf değildir. Çünkü piyasa tanrıları içerik istemektedir.

Krizleri fırsata çevirmenin ötesinde, fırsata çevrilecek suni kriz koşullarını yaratma konusunda da uçsuz bucaksız bir vizyona sahip olan piyasacı düzenden, dokunduğu her hikâyeyi içeriğe dönüştürmesi beklenebilir, beklenmelidir.

Yanlış anlaşılmasın; 109. Fransa Turu boyunca tanıklık ettiğimiz sıra dışı performansların, çarpıcı hikâyelerin hepsinin en baştan beri bir kurgu olduğunu, manipüle edildiğini iddia etmek değil bu yazının niyeti; ama olabileceğini düşünmekten hepten uzak durmanın, hakikatten uzaklaştırıcı bir etkisi olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Ve şu da eklenebilir: Netflix’in başını çektiği bir yapım ve bu yapım ekibinin Tur boyunca tanıklık ettiği performans ve olayları âdeta bir content producer, yani içerik üreticisi gözüyle, hemen tüketime servis edilecek birer meta olarak görmesi, izlerken keyfine vardığımız hemen her şeyin üzerine gölge düşürüyor.

Düşürdüğünü düşünmemiz gerekiyor. Hatta üst düzey futbolculara veya basketbolculara göre “piyasası” çok daha düşük olan bisikletçilerin, bir Netflix belgeselinde sahne alacaklarını bilerek sportif rekabete girişip sıra dışı bireysel ve kolektif performanslarla bu seneki Tur’u emsalsiz kılmış olmaları üzerine de düşünmemiz gerekiyor.

Bir halkla ilişkiler ve pazarlama biçimi olarak gazetecilik

Bütün bu gölgeli, şaibeli kısımları nihai tüketici (kamuoyu demeye dilim varmıyor) nezdinde görünmez ve tartışılmaz kılan; işbu sportif etkinliği muhabiriyle, canlı yayındaki spiker ve yorumcusuyla asıl hizmet ettikleri şeyi bilerek veya bilmeyerek kültleştiren, destanlaştıran örgütlü bir gazetecilik, daha doğrusu halkla ilişkiler çalışmasına tanık olduğumuz su götürmez bir gerçek. Ve bu durumun 109. Fransa Turu ya da bisiklet sporuyla sınırlı olmadığı da malumunuz. Ama bu sene Netflix’le kurulan akçeli işbirliği, bu sorgulamayı iyi kötü bir yerden başlatmak için son derece iyi bir örnek.

Sözgelimi, Lance Armstrong’un günah keçisi ilan edilerek bir nebze üstü örtülmüş doping skandallarıyla itibarı derinden sarsılan ve içine girdiği buhrandan İngiliz bisikletinin yine şaibeli yükselişiyle çıkan Fransa Turu’nun, benzer doping veya yolsuzluk skandallarıyla karşı karşıya kalma ihtimali geçmişe göre daha düşüktür.

Bu ihtimalin düşük olmasının sebebi, skandalların gerçekleşme ihtimallerinin düşük olması, yani mevcut dünya haliyle ters düşecek şekilde organizasyonun temiz ve adil ellerce düzenlenmesi veya sporcuların daha ilkeli, ahlaklı olması değil, skandalların araştırmacı-gazetecilik işiyle ortaya çıkarılma olanaklarının düşürülmüş olmasıdır.

Piyasacı düzenin hakikati ve onu ortaya çıkarması beklenen gazetecilik kalibrasyonunu iyiden iyiye temellük etmiş olmasıdır.

Günümüzde bütün bileşenleriyle spor gazeteciliği, en muhalif ve ana akım dışı gözükenleri dâhil olmak üzere, hasıraltı edilenleri gün yüzüne çıkararak kamuoyunu aydınlatmaktan ziyade, piyasa dinamikleri içinde gün yüzüne çıkanın konturlarını sosyal medyanın kullan-at mantığına uygun şekilde belirginleştirip, allaya pullaya pazarlama işinden ibaret olmaya devam ediyor.

Sebepleri üzerine uzun uzun yazıp çizilebilir, fakat bu yazının da her yazı gibi bir sonu olmalı.

Yalnız, gazeteciliğin bir süredir hapsedildiği bu kötürüm halkla ilişkiler ve pazarlama konseptinin nedenlerine dair ufak bir ipucu verebiliriz belki... Ülkemizde bisiklet üzerine yazıp çizen ve konuşan halihazırda çok az sayıda isim var. Pek çoklarına göre bunlardan en parlağının, kerameti kendinden menkul Birikim dergisinin Ekim Devrimi’nin 100. yılına “ithafen” çıkardığı özel sayıdaki yazısından2 aktaralım:

[…] Uluslararası sahnede kurdukları sportif üstünlüğü ele alırken sadece bu katılımı teşvik eden, sporu her kesime yayan anlayışı aktarmak mümkün değildi. Sovyetler Birliği’nin yasaklı maddeleri çoğu zaman daha iyiydi ve bu da onları zirveye çıkaran nedenlerin en başında geliyordu. Aldıkları dopingin çokluğu nedeniyle vücut fizyolojileri değişen, bazıları cinsiyet değiştiren, bazıları da depresyona, alkole ve intihara sürüklenen sporcu hikâyeleriyle dolu olan Doğu Almanya’yla birlikte Sovyetler Birliği, geçen asrın en karanlık doping sicilini oluşturmuştu.3 En büyük rakipleri Amerika Birleşik Devletleri’nde ise şöyle bir fark vardı: Sovyetler ve Doğu Almanya’da doping programları tamamen devlet tarafından yaratılan, uygulanan ve kontrol edilen projelerdi. […] Öte yandan, Yeni Kıta’da ipler daha çok sporcu ve antrenörlerin elindeydi. Drug Games kitabının yazarı Thomas Hunt, iki dev rakibi karşısında geriye düşen ABD’de bu manada bir devlet destekli doping programı olmadığını vurguluyor.

Ekim Devrimi’nin 100. yılına özel bir dergide yer alan yazıda dahi böylesine bir antikomünist hezeyana ulaşma becerisi ile gazeteciliğin halkla ilişkiler projesine dönüştürülmesi arasında üzerine düşünülmesi ve mücadele edilmesi gereken bağlar var gibi, ne dersiniz?

BERK ÇETİN / SOL

  • 1.Yarış sezonunda 21 etaptan oluşan üç büyük tur; yani İtalya, Fransa ve İspanya bisiklet turları.
  • 2.İnan Özdemir, “Sovyetler Birliği’nde Spor: Dün Aslında Bugündü”, Birikim 342-343, s. 221
  • 3.Yazarımızın mutasyon ve hatta cinsiyet uyum ameliyatı etkili doping iddialarını dayandırdığı herhangi bir referans bulunmuyor, işkembesi dışında.


4 Ağustos 2022 Perşembe

Haydarpaşa Garı varken bu proje niye? - Eylem NAZLIER / EVRENSEL

 

    Fotoğraf: Eylem Nazlıer/Evrensel

Kadıköy esnafından İhsan Bey, 1985 yılında trenden inenler meyve yesin diye Söğütlüçeşme istasyonuna yaklaşık 500 ağaç diker. Bu ağaçlardan 250 tanesi Söğütlüçeşme'deki proje için kesildi.

Kadıköylüler, Söğütlüçeşme, Marmaray İstasyonu’ndaki Viyadük İnşaat ve Çevre Düzenlemesi projesine tepkili. Kuşdili Çayırı Platformundan Gülsün Gökalp, “Her yer AVM her yerde otopark. İnsan ve diğer tüm canlıların gereksinimini karşılayacak sağlıklı ortamlar yok" diyerek projeye tepki gösterdi.

"ARAZİ ÇOK DEĞERLİ"

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) ve AKFEN İnşaat tarafından yürütülen "Viyadük İnşaat ve Çevre Düzenlemesi" adı altında, İstanbul Kadıköy ilçesinde bulunan Söğütlüçeşme Marmaray İstasyonu bölgesinde ağaç kesimi yapıldığı ortaya çıktı. Proje kapsamında 250’yi aşkın ağacın kesildiği bildirilmişti. “Haydarpaşa Garı işlevsiz bırakılarak Söğütlüçeşme’yi trenlerin son durağı yapmak istiyorlar” diyen Kuşdili Çayırı Platformundan Gülsün Gökalp, “Bu proje tabii ki bir rant projesi. Çünkü İstanbul'un yüz yılı aşkın bir süredir Haydarpaşa Garı var. Ve bütün gar fonksiyonlarına, işlevlerine sahip bir alan. Ama 2000’li yılların başında planlandığı üzere Haydarpaşa Garı, gar olmaktan çıkarıldı. Çünkü buranın konumu deniz kıyısı olması itibarıyla çok kıymetli” dedi.

"25O AĞAÇ KATLEDİLDİ"

Söğütlüçeşme'ye, zoraki, hiçbir koşulu içermediği halde gar fonksiyonu kazandırılmaya çalışıldığını anlatan Gökalp, “Oysa ki bu çok zor. Bitişiğinde belediye binası, metrobüs durakları var. Ama 2007’de Kadir Topbaş döneminde İBB’de daire başkanlarının da bulunduğu bir toplantıda Söğütlüçeşme’ye aktarım görevi yükleneceği planlanmıştı. Söğütlüçeşme’de hem alışveriş dükkanları yapabilmek hem de oraya trenlerin son durağı haline getirebilmek için 250 ağaç katledildi” diye konuştu.

"KURU VE HASTALIKLI AĞAÇ GÖRMEDİK"

TCDD envanterinde 415 kıymetli ağaç yazıldığını hatırlatan Gökalp, “Şimdi AKFEN grubunun basına yansıttığı proje tanıtım raporunda, Söğütlüçeşme istasyon alanında 552 ağacın, 19’unun taşınacağı, geri kalanının kuru ve hastalıklı olduğu iddia ediliyor. Biz de bu doğru mu diyerek yerinde tespit ettik. Orada bir veya iki tane ağaç dışında kurumuş ağaç görmedik. Hastalıklı ağaç hiç görmedik çünkü TCDD envanterinde bulunan bu kıymetli araçların bugüne kadar bakımı yapılmış, çoğu meyve ağaçları” dedi.

    

"İHSAN BEY, AĞAÇLARI ELLERİYLE DİKTİ"

Gökalp ağaçların nasıl dikildiğini de şöyle anlattı: “Kadıköy'ün çok eski esnaflarından olan İhsan Amcaoğlu elleriyle dikiyor. 1985 yılında Söğütlüçeşme istasyonu faaliyete başladığında alanı çok boş gören İhsan bey'in Yalova'dan başka kentlerden meyve fidanları taşıyarak orayı ağaçlandırıyor. Trenden inenler meyve yesin diye. Hatta ailesi ‘Bize zaman ayırmıyorsun’ diyor. Onun cevabı ‘Meyve ağacı dikmeyeyim mi’ oluyor. Bütün kazancını Kadıköy'ü ağaçlandırmaya harcıyor. Yani sadece Söğütlüçeşme istasyon alanı değil. Ziverbey'den, Kuyubaşı, Kızıltoprak ve Ziverbey’den E-5’e çıkan şu an hâlâ yol üzerinde görülen büyük dev ağaçların hepsini İhsan Bey elleriyle dikmiş. Hatta dönemin belediye başkanı onu bu kadar gayretli görünce 2 işçi veriyor yanına. Şimdi bu ağaçlar şayet kıymetli olmasaydı, Devlet Demiryolları, envanterine kayıt düşmezdi.”  

"KALAN 250 AĞACIN KESİLMESİNDEN ENDİŞELENİYORUZ"

Kuşdili Çayırı Platformundan Gülsün Gökalp, “TCDD ve AKFEN İnşaat tarafından yürütülen "Viyadük İnşaat ve Çevre Düzenlemesi" ilgili askıya çıkarılan yeni projede ağaç adı geçmiyor. Kuşdili Çayırı Platform olarak 500 kadar ağacı yerinde saptadık. Ama bir ay içerisinde 250 ağacın kesildiğini tek tek sayarak tespit ettik. Yani viyadük inşaatı nedeniyle sondaj çalışması yapılan alanda, paravanla çevrili alanda 250 ağaç kesildi. Paravanla çevrili olmayan diğer alanda Atatürk Heykelinin olduğu alanda 250 ağaç kaldı. Bunların numaralandırılarak tek tek saydık. Bunları tamamı meyve ağacı, ıhlamur, ceviz ağacı. Şimdi bu kalan 250 ağacın kesilmesinden endişeleniyoruz. Eylemler yapıyoruz. Kamuoyunu bilgilendirmeyi amaçlıyoruz” dedi.

"VİYADÜĞE GAR FONKSİYONU KAZANDIRMAYA ÇALIŞIYORLAR"

Uluslararası yeme içme zincirlerinin AKFEN grubuyla sözleşme imzaladığını, bunun Meclis görüşmelerine yansıdığını aktaran Gülsün Gökalp, “Soru önergesi verildi. Ama ‘ticari gizlilik kararı var, açıklayamayız’ denildi.  Fikirtepe'de yapılan gökdelenler, Kadıköy'deki kentsel dönüşüm. Zaten Kuşdili Çayırı’na yine 2000’li yılların ortalarından beri AVM yapılması planlanıyordu. Bu AVM ihtiyacından bir türlü vazgeçemiyorlar ama AVM'lerde halkın harcayacağı cebinde 100 lirası kalmadı. Gar yapılmasına elverişli olmamasına rağmen zoraki bir biçimde ayaklar üzerinde bir viyadük yaparak gar fonksiyonu kazandırılmaya çalışılıyor. Ama burada onarım imkanı yok, trenleri park etme imkanı yok. Fakat zaman içerisinde henüz kamuoyuna yansımayan bir biçimde burayı genişletmek istedikleri anlaşılıyor” dedi.

"ÇEVRENİN OKSİJEN İHTİYACINI KARŞILIYOR"

Gökalp son olarak şunları söyledi: “500 küsur ağacın olduğu tek alan idi Söğütlüçeşme istasyon alanı ve kamuya ait bir arazide olduğu için bugüne kadar korunabilmişti. Aynı zamanda 6 mahallenin birleştiği alanda yer alan Söğütlüçeşme’de böylesine bir ağaç yoğunluğu, çevrenin oksijen ihtiyacını karşılayabilen bir oksijen adası niteliğindeydi. Şimdi bu ağaçların kesilmesi Kadıköy'de zaten tavan yapmış olan hava kirliliğini daha da artıracak. Sorunlardan biri bu. İkincisi Kadıköy'de trafik yoğunluğu. Bu trafik yoğunluğunu Kadıköy kaldıramayacak durumda. Sadece tabii gar ve AVM yapmak değil, bunun yanı sıra çok geniş bir otopark planları da var. Biz zaten Kuşdili Çayırı’na otopark ve AVM yapılmasın diye mücadele ediyoruz. Orayı bir süre için rölantiye aldılar. Şimdi buraya giriştiler. Kadıköy eğlence ve aktarım merkezi haline getirmek isteniyor. Halbuki hem İstanbul'un hem Türkiye'nin bir kültür merkezi fonksiyonu taşıyan Kadıköy bambaşka bir hüviyete büründü. Şu an demografik yapısı değişiyor. Belki planladıkları en büyük unsurlardan biri buydu. Kadıköy'ü bir türlü AKP’nin alamaması da bu planları körükledi. Ama zaten her yer AVM her yerde otopark var ama sadece insan ve diğer tüm canlıların gereksinimini karşılayacak. Sağlıklı ortamlar yok. “

Eylem NAZLIER / EVRENSEL




Koca bir yüzyılın özeti: Mezarlık - Sahabe HANGÜN / Muhammet ZOREL(Balıkesir) - EVRENSEL


Son günlerde Netflix'e damga vuran Mezarlık dizisi, kadın cinayetlerine yer vermesi ve devletin tutumuna dair ipuçlarıyla dikkat çekiyor.

Netfilx’e damga vuran ve uzun bir süredir gündem olan Mezarlık dizisi ilgi çekmeye devam ediyor. Dizi her bölümde kadın cinayetlerine dair dikkat çeken ayrıntılar içeriyor.

Yapımcılığını Evren Oğuz’un ve yönetmenliğini Abdullah Oğuz’un yaptığı dizinin hikayesi ise Özden Uçar, Onur Böber ve Evren Oğuz tarafından yazıldı.

Haziran ayında ilk sezonu yayınlanan ve aksiyon, gerilim, polisiye türlerinin harmanlanmasıyla başarılı bir yapıt haline gelen dizinin başrollerinde ise Birce Akalay, Olgun Toker ve Şehsuvar Aktaş gibi önemli isimler yer almakta.

Konusuna ve karakterlerine gelecek olursak başrollerimizden biri olan Birce Akalay yani Önem Özülkü, yeni bir proje olan ve kadın cinayetlerini çözmek için kurulan Özel Suçlar Birimine başkomiser olarak atanıyor. Önem, kızıyla birlikte yaşayan, başarılı bir polis memuru olarak kendini mesleğine adamış.

Birimde yer alan diğer karakterler ise Hasan Duru, Serdar Ata, Sophia, Feriha, Berk, Haluk Ata ve  Gökhan Demirdelen.

Hasan Bey emekliliği yaklaşmakta olan ve sessizliğiyle dikkat çeken, tecrübeli, küçük detaylara dikkat eden ve bu detayları dillendirmekten çekinmeyen yalnız bir adam.

Serdar fevri hareketleriyle bilinen, çabuk öfkelenebilen, risk almaktan kaçınmayan, cesur bir polis memuru.

Birimimizin hackerı olan Sophia ise sert bir mizaca sahiptir. Bununla birlikte sevdiği insanlara oldukça dikkat eden, kadınların her zaman yanında duran ve onlara yardımcı olabilmek için her şeyi göze alabilecek bir kadın.

Ekipteki en önemli görevlerden birine sahip olan Feriha ise bir adli tıp uzmanı ve cesetleri başarılı bir şekilde inceleyerek birime yardımcı olmakta. Aynı zamanda sakin ve sabırlı karakter.

Berk; olay yeri incelemede görev yapıyor ve fazlasıyla konuşkan, çoğu insanın önemsiz olarak gördüğü küçük bilgileri bile hatırlayacak kadar kuvvetli bir hafızaya sahip olan, oldukça yufka yürekli bir insan.

Birimi kontrol eden ve terfi alarak kariyer hayatına başarılı bir şekilde devam edebilmek için her şeyi yapabilecek olan, prosedür ve kurallara bağlı, disiplinli bir insan olan Haluk Ata ise dizinin düzenini eleştirmek adına kurguladığı karakterlerinden biridir.

Dizideki hukuk ve adaleti temsil eden, bu alanlardaki kararları, üst kişileri ve haksızlıkları; kadınların ne şekilde küçümsendiğini anlatabilmek adına hayat bulan Gökhan Demirdelen ise bir cumhuriyet savcısı. Başlarda yanlış bir düşünce yapısına sahip olan fakat sonrasında doğrunun ne olduğunun farkına varan Gökhan, sistemdeki üst insanlara hesap vermek zorunda olduğuna ve onların almış oldukları kararların her zaman adaletli olmadığına da özellikle dikkat çekmekte.

İlk iki bölümde toplumsal cinsiyet konularında zayıf, hatta zaman zaman kadınlara düşmanca yaklaşan Savcı Gökhan ekibin yaptıkları ve duruşundan sonra düzelmekte. Aleyna’nın dosyasını üstlerinden dolayı temyize verme cesareti olmayan savcı dosyayı hiç kimseden korkmayarak temyize vermekte.

GÜNEŞTEN DAHA SICAK

Her bir bölümü yaklaşık iki saat olan dizi, toplamda dört bölümden oluşmakta ve ilk bölümünün adı da Güneşten Daha Sıcak.

Başrolümüz Önem’in ilk görevi ise kendisine verilmiş olan bir metni kamuoyuna okumak. Günümüz haberlerine ve açıklamalarına yapılan ilk eleştiri ise buradan ileri gelmekte.

Önem’in okumak zorunda olduğu metinde; kadın cinayetlerinin her geçen gün azaldığı, kadınların kendisini her geçen gün daha güvende hissettiği ve bu cinayetler konusunda yapılan çalışmaların geçtiğimiz yıllara oranla çok daha başarılı hale geldiğinden bahsetse de gerçek hayatta durum çok daha farklı bir boyutta ilerlemekte. Kadın cinayetleri her geçen gün artmakta ve adaletli bir hukuk sistemi mevcut değil. Bütün bunların farkında olan Önem ise ilk görevini tam anlamıyla yerine getiremiyor ve yazıyı yarım bırakarak kameralar karşısından çekiliyor. Başrolün atandığı birimin bürosu ise bahsettiğimiz dizinin ismini veren emniyet arşivi yani Mezarlık. Mezarlık, aynı zamanda bugüne kadar çözümlenemeyen ve bir sır olarak kalan cinayet dosyalarının da bulunduğu yer.

En önemli detaylardan biri ise, kadın cinayetlerinin çözülmesi üzerine kurulan bir birimin bürosunun, karakolun en ücra ve en alt köşelerinde yer alması. Bu da günümüzde bu cinayet ve dosyalara verilen önemin seviyesini göstermekte.

Bütün bu eleştirilerle birlikte yakılarak öldürülen bir kadının cinayetini anlatan bölümde televizyon programlarının kadınlar üzerinden reyting yarışı yaptığına, kadınların toplumsal düzen yüzünden şiddet gördüğü halde faili şikayet edememesine, etse bile gereğinin yapılmadığına, mesleklerinde ne şekilde önyargılara ve mobbinge maruz bırakıldıklarına ve bir kadının şiddet gördüğünü çevredeki insanlara ne şekilde bildirmesi gerektiğine dair önemli işaret dilleri de dahil olmak üzere birçok noktaya değinilmiş.

BİR NEFES KADAR YAKIN

Dizinin ikinci bölümünün adı, “Bir Nefes Kadar Yakın”.

Bölümde baskıcı bir aile ve bu aileden habersizce kendisine ikinci bir hayat edinen genç bir kızın cinayeti anlatılmış. Aynı zamanda uyuşturucu kullanımına, yaşanılan olayların sorgulanmamasına, son dönemlerde popüler olan ve kadınlar üzerinden tıklanma amacı edinen sosyal deneylere, insanların yaşadıkları olaylara gittikçe duyarsızlaşmasına da değinilmiş.

En önemli nokta ise hâlâ büyük bir yaramız olan Özgecan Aslan cinayetine benzer noktalar barındırması ve unutulmaması gerektiğini net bir şekilde belirtmesi.

Bölümde yer alan şarkılar da oldukça dikkat çeken ve tüyler ürperten güzellikte.

GÖLDEKİ KADIN

Üçüncü bölüm olan “Göldeki Kadın”, dizinin en etkileyici bölümü diyebiliriz.

Psikopatlık derecesinde takıntılı erkeklerden bahseden bu bölümde öldürülerek göle atılan kadınlar konu alınmış.

Suça meyleden aletlerin mükemmel bir icatmış gibi satılmasından, kadınların eşlerinden ayrılmasının toplum tarafından imkansız bir olaymış gibi görülmesinden, dark web gibi karanlık bir dünyadan, toplumun ataerkil yapısından dolayı erkeklerin kendilerine bir hak olarak gördüğü ve kadınlar üzerine uyguladığı haksız muamelelerden, kadınların başarılarına tahammül edememelerinden bahsedilen bu bölümde aynı zamanda ısrarla kadınlara tacizde bulunmaya devam eden ve bahanesini de ‘gönlü vardı’ , ‘hareketleri istekliydi’ olarak nitelendiren sapık zihniyetli kişilerden söz edilmiş.

DÜĞÜM

Dördüncü ve son bölümümüz ise “Düğüm”.

Kadın bir gazetecinin cinayetini konu alan Düğüm, devletin büyük şirketler söz konusu olduğunda sessiz kalması ve göz yummasını eleştirmekte. Öldürülen gazeteci ise haksızlığa göz yummayarak araştırmaya ve gerçekleri ortaya çıkarmaya çabalayan fakat susturulmaya çalışılan yüzlerce gazeteciyi temsil etmekte.

“Hiç kimse güvende değil!” repliğinin özellikle dikkat çektiği bu bölümde Yunan Mitolojisi’ndeki Hidra’ya atıfta bulunulmuş ve yakalanan katillerin hiçbir şeyi değiştirmediğine, cinayetlerin artmaya devam ettiğine dair önemli bir gönderme yapılmış. Bununla birlikte sosyal medya platformlarındaki aldatıcı ve güvensiz insanların ne şekilde oyunlar oynadığını ve yalanlar söylediğini gözler önüne sererek sonuçlarının neler olabileceğine dair uyarılarda da bulunulmuş.

Aile içi tecavüz ve tacizlerden, kadınların insanlık dışı birçok muameleye maruz kaldığından da söz edilen bu bölüm en az diğer bölümler kadar ilgi çekici detaylara sahip. Pınar Gültekin davasını hatırlatması, verilen kararlardan ve davanın tarihinden bile söz etmesi ise en büyük ve önemli eleştirilerinden bir tanesi. Takım elbise giyilmesi sebebi ile cezada indirim uygulanması, katillerin tahrik gibi asılsız sebeplerini bir savunma olarak kullanıp işlenen cinayet davalarından hükümsüz olarak ayrılması gibi birçok haksızlık da konu edilmiş.

"İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIR"

Dizide Hasan Bey’in düzene atıfta bulunan repliği ise Türkiye’deki kadın cinayetlerinde yaşanan son durumun net bir özeti gibi…

Hasan Bey içinden çıkılamayan bir noktada ekibe şöyle söylüyor: “Bizim bu Özel Suçlar Birimi'nin kurulduğunu nasıl anladım biliyor musunuz? Şu garajda yanıp sönen floresan var ya, hâlâ bozuk, değiştirmeye geldiler. Lambayı değiştirdiler ama hat bozuk, o yüzden çalışmıyor.”

Gerek kadına şiddet, işsizlik, eğitim ve sayılamayacak kadar çok sorunların, her geçen yıl takip edemediğimiz kadar çözüm paketleri açıklanmasına rağmen daha kötü hale bürünmeye devam ediyor. Hükumetin kadına şiddeti, zorbalığı onaylayan politikalarına hep birlikte karşı çıkmak ve kadına şiddetin önlenmesinde ciddi rol oynayan İstanbul Sözleşmesini savunmak; “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!” demek ise son derece önem taşıyor.

Sahabe HANGÜN / Muhammet ZOREL(Balıkesir) - EVRENSEL

Enflasyon hız kesmiyor - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

TÜFE temmuzda yüzde 79,60, ÜFE ise yüzde 144,71 oranında arttı. ÜFE-TÜFE arasındaki fark 65 puana çıktı. Sanki görünmez bir el tüketici fiyatlarına fren koyarken, üretici fiyatlarını oluruna bırakıyor. TÜFE’deki artışın genele yayılması zamların kolayca hız kesmeyeceğini gösteriyor.

Türkiye İstatistik Kurumu’na (TUİK) göre temmuz ayında tüketici enflasyonu yüzde 2,37 artışla yüzde 79,60’a yükseldi. Farklı bir açıdan bakınca ise, açıklanan rakam inandırıcı olmayan bir şekilde yüzde 80’in altında kaldı. Yine de bu sonuç son 24 yılın en yüksek enflasyon rakamına ulaşmamızı engelleyemedi. Buna karşın üretici fiyatları hızlı temposunu sürdürerek Temmuz ayında yüzde 5,17’lik bir sıçramayla yıllık artış oranını yüzde 144,71’e yükseltti. Böylelikle ÜFE-TÜFE farkı yüzde 65 gibi bir rekora taşındı.

Sanki görünmez bir el tüketici fiyatlarına fren koyarken, üretici fiyatlarını oluruna bırakıyor… Çok geriye gitmeye gerek yok Mayıs 2020’de belki inanmayacaksınız ama ÜFE yüzde 5,53 imiş. O noktadan itibaren tam 26 aydır yıllık ÜFE ivmelenerek bugünkü düzeye ulaşmış. Üretici fiyatlarındaki bu enflasyonun tam birebir olmasa dahi tüketici fiyatlarına basınç yapıp, onu da yukarı çekmesi beklenir. Haliyle enerji ve hammadde fiyatlarındaki küresel artışlar TL’nin de hızlı değer yitirmesinin etkisiyle üretici fiyatlarına hemencecik yansıyor. Tüketici fiyatları emek maliyetleri ve işyeri kiralarının o oranda artmaması kaynaklı göreceli daha yavaş yükseliyor olabilir. Ayrıca hizmet sektörü dış girdi oranının düşüklüğü nedeniyle eğitim yüzde 26,82, sağlık yüzde 48,44 eğlence ve kültür yüzde 55,27 olmak üzere yüzde 79,60’lık manşet enflasyonun altında artıyor. Tüm bunlar tüketici enflasyonunun üretici enflasyonundan daha düşük gerçekleşebileceğinin ipuçları da olsa aradaki 65 puanlık fark yine de inandırıcı değil. Aynı Merkez Bankası’nın (TCMB) yılsonu yüzde 60,4 enflasyon tahmininin ikna edici olmadığı gibi… Basit bir hesapla, bu amaca ancak önümüzdeki 5 ay aylık ortalama yüzde 1,9 enflasyon ile ulaşılabilir ki, bu da şimdilik imkânsız görünüyor.

Tüketici fiyatlarındaki artışın genele yayılması da önümüzdeki aylarda fiyat artışlarının kolayca hız kesmeyeceğini gösteriyor. TUİK’e göre 144 temel başlıktan 128’inde artış gözlenmesi bunun en açık kanıtı. Gıda ve alkolsüz içeceklerin yaz mevsiminde dahi aylık manşet enflasyon yüzde 2,37’nin üzerinde yüzde 3,15 artması, tarla ürünlerinin bollaştığı yaz döneminde bile bu durumun gözlenmesi ayrıca endişe verici. Hatırlanırsa

TCMB Başkanı Şahap Kavcıoğlu bir zamanlar enflasyonda özel kapsamlı B ve C göstergelerine öncelik verdiklerini söylüyordu. Fiyatı en oynak işlenmemiş gıda, enerji, alkollü içkiler gibi kategorileri dışarıda tutan bu göstergeler de yüzde 3,49 ve yüzde 3,45 artarak ortalama enflasyonun üzerinde bir tempo sergiledi. Ekonomi yönetimine küçük bir teselli konusu bile bırakmadı.

GIDA ENFLASYONU DAHA DA ENDİŞE VERİCİ

İnsanlar tüm diğer masraflardan kıssalar bile karınlarını doyurmak zorundalar. Gıda enflasyonunun TUİK’in verilerinde bile yüzde 94,65’i bulması ülkede ciddi bir beslenme sorunu olduğunu gösteriyor. Türkiye’de gıdanın tüketim sepetindeki ağırlığı yüzde 25,32. Bu oran dar gelirli yurttaşlar arasında yüzde 30’un üzerine çıkıyor. Ulaştırmanın yüzde 119, konutun yüzde 70 civarında açıklanması; dar gelirlilerin sınırlı satın alma güçleriyle bu zorunlu üç kaleme sıkıştığını; eğitim, kültür, sağlık, giyim-kuşama ayıracak zerre parasının kalmadığını düşündürtüyor. Bir de kredi kartı ve ihtiyaç kredisi borçlarını ödemek zorunda bulunan yurttaşlarımızın hali hatırlanırsa enflasyonun ağır bir sosyal sorun haline geldiği daha iyi anlaşılır.

Türkiye’de ekmek, pirinç, un, bulgur, makarna gibi yoksulların temel mutfak girdisini oluşturan besinlerin fiyatlarının sırf 2022 içinde yüzde 100’e yakın artması durumu daha da vahim hale getiriyor. Bu fahiş artışların bir nedeni dünyada hububat fiyatlarının yükselmesi, döviz kuru etkisiyle bizim tüketiciye enflasyonun katlamalı yansıması. Diğer bir nedeni de, Türkiye’nin işlenmiş gıda ihracatçısı olmasının olumsuz yan etkisi. Buğday, ham ayçiçek yağı ithal ederken, makarna, un, işlenmiş ayçiçek yağı ihraç ediyoruz. Haliyle üretici kur etkisini de koyarak dünya fiyatlarını bizim tüketiciye yansıtıyor. Gıda ürünlerinde KDV’nin yüzde 8’den yüzde 1’e çekilmesinin olumlu etkisi de zamanla görünmez hale geliyor.

YEM İTHALATI 2,6 MİLYAR DOLARA ULAŞTI

Hatırlanırsa haziran ayı tarım ürünleri fiyat endeksi yıllık yüzde 149 artış göstermişti. Çünkü mazot, tarım ilacı, gübre, tohum, yem gibi tarımdaki temel girdiler hep ithal ağırlıklı. Türkiye kâğıt üzerinde tarımda ihracatçı görünse de, bu girdiler katılırsa tablo değişiyor. Dolar cinsinden dünya fiyatlarının yükselmesinin etkisi döviz kuru faktörüyle birleşince, maliyetler tüketicinin iflahını kesiyor. Yılın ilk 5 aylık döneminde sırf hayvan yemi ithalatının 2,6 milyar dolara ulaştığı görülüyor. Bunun sonucunda haliyle süt, yoğurt, et fiyatları yurttaşın cebini yakıyor.

Dünya Bankası’nın “yapısal reform” adı altında tarım desteklerini iyice budayarak sektörü büyük darbe vuran politikaları 2002’den beri AKP aracılığıyla hayata geçirildi. Bir de üzerine Erdoğan’ın inşaata dayalı büyüme modelinin tarım alanlarını ranta açma iştahı da eklenince tarım üretimi baltalanmış oldu. Bugün başta döviz kuru ekonomik göstergelerin de çok bozulmasının etkisiyle bunun ceremesini tüm ülke olarak çekiyoruz.

DURGUNLUK ALAMETLERİ ARTIYOR

Bilindiği gibi tüm dünyada enflasyon endişesi yaşanıyor. Merkez bankaları faiz artırımıyla talebi zayıflatmayı, kapitalizmin korkulu rüyası ücret artışlarının önünü kesmeyi amaçlıyor. İşsizliği artırmak göze alınarak enflasyon düşürülmeye çalışılıyor. Türkiye hem enflasyonun kontrolden çıktığı, hem de işsizlik oranının bir türlü tek hanelilere düşürülemediği başarısız bir ülke örneği olarak dikkat çekiyor. Üstelik enflasyonu düşürmek için hiçbir önlem almadan, kaderini beklediği için Brezilya, Meksika, Güney Afrika gibi benzer ülkelerden olumsuz ayrışıyor.

Ekonomik aktivitede dolu dizgin enflasyona karşın soğuma belirtileri gözlenmeye başlandı. Elektrik üretimi son 3 ayda yavaşladı. Beyaz eşya üretiminde keskin düşüşler söz konusu. İstanbul Sanayi Odası Satın Alma Yöneticileri Endeksi PMI Temmuz’da 46,9’a kadar geriledi. Firmaların yeni siparişlerindeki yavaşlamaya bağlı olarak konum aldıkları görülüyor. Tüm bunlar ülkenin durgunluk içinde enflasyon, “stagflasyon” senaryosuna doğru sürüklenmesinin ön belirtileri kabul edilebilir. Seçimler yaklaşırken böyle bir durumu engellemek için Erdoğan’ın her türlü bedeli göze alacağı düşünülürse, atılacak adımların enflasyonu daha da yukarı platolara taşıma riskinin yüksek olduğu tahmin edilebilir.

EN YOKSULUN GIDA ENFLASYONU YÜZDE 140

TÜİK'in açıkladığı enflasyon oranlarının gerçekten uzak olduğunu belirten DİSK-AR, dar gelirlinin enflasyonunun 139,7 olarak hesapladı. DİSK-AR tarafından yayımlanan araştırmada TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon oranlarının farklı gelir gruplarını yansıtmadığı belirtildi. “Resmi enflasyon oranları düşük gelirlilerin, emekçilerin günlük yaşamda karşılaştığı ve hissettiği oranlar değildir" denilen açıklamada, "Bu nedenle DİSK-AR olarak TÜİK’in ham verilerinden yararlanarak emeklilerin, dar gelirlilerin, düşük gelirlilerin hissettiği enflasyonu yeniden hesaplıyoruz” ifadelerine yer verildi. DİSK-AR’ın araştırması enflasyonun gelir gruplarına göre önemli ölçüde farklı hissedildiğini ortaya koydu.

VERGİ VE HARÇLARA REKOR ZAM GELİYOR

Üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE) temmuzda bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 144,61, on iki aylık ortalamalara göre yüzde 97,30 artarken, Yİ-ÜFE’ye endeksli vergi, harç ve cezalara da yeni yılda tarihi zammın önü açıldı. Vergi Uzmanı Dr. Ozan Bingöl, önümüzdeki üç ayda enflasyon ‘sıfır’ bile olsa 2023 vergi ve ceza artışlarına esas teşkil edecek 2022 yılı yeniden değerleme oranı yüzde 117,33 olacağını hesapladı. Bingöl, Vergiyedair.com’da yer alan analizinde “Bu haliyle 2022 yılı yeniden değerleme oranı, 1984 yılından bu yana en yüksek yeniden değerleme oranı olarak tarihe geçecek” ifadelerine yer verdi. Vergi ve vergi ile ilgili cezalarda Cumhurbaşkanına genelde geniş yetkiler verildiğini, maktu vergi tutarları konusunda örneğin Motorlu Taşıtlar Vergisi, Damga Vergisi, Harçlar, Emlak Vergisi, Çevre Temizlik Vergisi gibi alanlarda Cumhurbaşkanının geniş yetkileri olduğunu hatırlatan Bingöl, “Bu yetkiler kullanıldığı takdirde yüksek orandaki 2022 yılı yeniden değerleme oranı nedeniyle 2023 yılı vergi ve vergi kanunlarında yer alan cezaların artış oranı düşürülebilir” dedi.

Araç muayene ücretleri, trafik para cezaları ve daha pek çok idari para cezasında Cumhurbaşkanına verilmiş artırma veya eksiltme yetkisi bulunmadığını, bu nedenle, araç muayene ücreti ve para cezalarında muazzam artışlar söz konusu olacağını belirten Bingöl, “Bunu önlemenin tek yolu, konuya ilişkin olarak yaşanan olağanüstü ekonomik durumu dikkate alan bir kanuni düzenleme yapılmasıdır” dedi.

TÜİK BAŞKA HAVADA

TÜİK, TÜFE’deki aylık artışı yüzde 2,37 olarak açıklasa da bağımsız akademisyenlerin oluşturduğu Enflasyon Araştırma Grubu (ENAGrup) tüketici enflasyonunun temmuzda aylık yüzde 5,03, yıllık yüzde 176,04 olarak hesapladı. ENAG’a göre E-TÜFE’nin yılın başından itibaren artışı yüzde 80,35 olarak gerçekleşti. İstanbul Ticaret Odası (İTO) ise İstanbul’un enflasyonunu yüzde 99,1 olarak açıkladı. Böylece TÜİK’in tüketici enflasyonu, İTO’nunkinin 19.5 puan, ENAG’ın e-TÜFE’sinin ise 96.4 puan altında geldi. TÜİK’in gıda enflasyonu ise, Türk-İş’in yüzde 128,44 olarak hesapladığının tam 33,8 puan altında kaldı.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN


Tayvan - Kore - Japonya: Emperyalizmin kanlı geçmişi - OGÜN ERATALAY / SOL-Özel

 ABD-Çin Halk Cumhuriyeti arasında önemli bir gerilim başlığı olarak ortaya çıkan Tayvan, aslında Güney Kore ve Japonya'yla birlikte ele alınması gereken tarihi bir mesele olarak önümüze çıkıyor.

Tayvan, bugünlerde ABD-Çin Halk Cumhuriyeti arasında önemli bir gerilim başlığı olarak ortaya çıkıyor.

Ancak Çin açıklarındaki bu ada bölgedeki tek gerilim kaynağı değil. Bölgenin güçlü ekonomileri olarak görülen Güney Kore ve Japonya'nın nasıl olup da günümüzdeki toplumsal yapıya ulaştığı da bu tartışmayla doğrudan ilgili.

Savaşın ardından Tayvan

İkinci Dünya Savaşı'nın 1945 yılı Mayıs ayı başlarında Avrupa'da sona ermesiyle beraber gözler Pasifik Cephesi’ne ve Japonya'ya çevrilmişti.

Japon sömürge imparatorluğunun önemli bir kısmı Çin'deydi ve milliyetçi Kuomintang ile Çin Komünist Partisi Japon işgalcilere karşı direniş içindeydiler.

Sovyetler Birliği Müttefik Devletlerin de talepleri doğrultusunda 1945 yılı Ağustos başlarında başlattığı ezici askerî harekâtla Çin topraklarındaki Japon Kwantung Ordusunu kısa sürede teslim aldı.

Ancak Çin topraklarında 12 Nisan 1927 tarihinde binlerce komünistin Çan Kay Şek (1887-1975) yönetimi tarafından Şangay'da katledilmesiyle başlayan iç savaş Japon işgalciden kurtulunca yeniden alevlendi.

ABD bu iç savaşı öngörmüş ve komünistlerin etkisini azaltmak için çoktan girişimlere başlamıştı.

Savaşın son döneminde ABD Başkanı Harry Truman'ın Japon askerî garnizonlarının Sovyet Kızıl Ordu birlikleri yerine milliyetçi Çin birliklerine teslim olmasını sağlamak adına Deniz Piyadelerini havadan ilgili üslere indirdiği biliniyor.

ABD desteğine rağmen Mao önderliğindeki Çin komünist birlikleri ülkede 3 yıllık kanlı iç savaşın ardından iktidarı aldı.

Çan Kay Şek ve destekçileri anakaradan yaklaşık 100 km uzaklıktaki Tayvan Adası’na çekildiler.

Ada 1945 yılı sonlarından itibaren Japon işgalinin sona ermesinin ardından doğrudan Kuomintang rejimi tarafından yönetildi.

Ancak baskıcı ve yolsuzluklara batmış olan yönetim, Japon işgali döneminden bile daha kötüydü.

Çan Kay Şek'e bağlı Kuomintang rejimi 27 Şubat 1947 tarihinde adada süregiden muhalefeti tasfiye etmek için harekete geçti. Yaklaşık 18 ila 28 bin kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan katliam sonrasında Kuomintang karşıtı olan ve Tayvan’ın bağımsızlığını isteyen muhalefet büyük darbe aldı.

              Şubat katliamını anlatan bir eser

Çin İç Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Çan Kay Şek, 1975 yılında ölünceye kadar ülkeyi tek elden baskıcı bir şekilde yönetti. Bu dönemde muhalif hareketlerin toplanması, örgütlenmesi, parti kurması, yayın çıkarması yasaklandı.

1950 yılında bölgede Kore Savaşı'nın patlak vermesiyle beraber ABD'nin desteğini alan rejim, emperyalizmin doğrudan koruması altında yaşatılan ve halkın isteklerine rağmen varlığını sürdüren bir idare halini aldı. Bugün hala Tayvan yönetimi kirli geçmişiyle hesaplaşmamış durumdadır.

Güney Kore

Kore Savaşı'nın ardından Tayvan'daki duruma benzer şekilde ABD himayesinde kurulan Kore Cumhuriyeti (Güney Kore) topraklarında da otokratik bir yönetim kuruldu.

Emperyalizm yanlısı Devlet Başkanı Syngman Rhee (1875-1965) ülkedeki komünist sempatizanlara karşı askerî harekâta girişmiş Jeju, Mungyeong ve Bodo'da gerçekleştirdiği katliamlarda on binlerce kişiyi katletmişti.

                    Rhee ABD’li komuta heyetiyle

Savaşın ardından kurulan baskıcı ve ABD yardımlarına mahkûm rejim ayakta kalabilmek için yine silaha başvurmaktan çekinmemiştir.

Kuzeydeki Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’yle birleşme yanlısı öğrencilere yönelik başlatılan müdahale sonrasında 1960 yılında patlak veren ve 19 Nisan Devrimi adı verilen olaylar sonrasında istifa etmek ve ABD'ye kaçmak zorunda kaldı.

Ortaya çıkan siyasi boşluk 16 Mayıs 1961 tarihindeki askerî darbeyle dolduruldu.

Başa geçen Park Chung-hee (1917-1979) ülkeyi bir emek cehennemi haline getirirken patronları zenginleştirdi.

                         Darbeci Park Chung-hee - Vietnam Savaşında Güney Koreli askerler

Emperyalizmin himayesinde ekonomik olarak kalkınan Güney Kore rejimi, Vietnam'a asker göndererek emperyalizmin kanlı tarihine de ortak oldu.

Japonya

İkinci Dünya Savaşı'nın mağluplarından Japonya'da ise süreç benzer şekilde ilerledi.

Bugün açık bir savaş suçu olarak nitelenmesi gereken atom bombası saldırılarıyla Japonya'yı işgal eden ABD yönetimi toplumsal yapıyı kendi lehine kullanmak için adımlar attı.

İmparator Hirohito simgesel olarak başta bırakıldı, ABD'nin bölgedeki yöneticisi sıfatıyla bulunan General Douglas MacArthur'a tabii kılınarak Japon toplumu sindirilmeye ve emperyalizmin istekleri doğrultusunda şekillendirilmeye başlandı.

Japonya'da da komünistler topluma dayatılan yeni rejime karşı çıkıyordu.

1922 yılında kurulan Japon Komünist Partisi neredeyse kuruluşuyla beraber yasadışı koşullarda çalışmaya zorlandı.

Japon militarizmine direnen ülkedeki tek özne olmaları sebebiyle savaşın ardından halk arasında büyük bir popülerlik kazanmıştır.

                                  Japon lider Tokuda 1946 yılında bir mitingde konuşurken

ABD işgal yönetimi partinin işçi sınıf içinde artan etkisine karşı müdahalede bulunarak parti yönetimine hapis cezaları verilmesini sağladı.

Bu dönemde partinin Kyuichi Tokuda (1894-1953) liderliğinde özellikle 1949 Genel Seçimlerinde almış olduğu yüzde 10 oy oranı dikkat çekicidir.

Ancak bu başarı ABD'nin dikkatini çekince ülkede komünistler ve sempatizanları tüm kamu ve özel çalışma hayatından tasfiye edildi.


Partinin gücünü kıran bu gelişmelerle beraber ideolojik olarak pompalanan ABD rüyası ülkede etkili olurken, bugün hala ülkedeki işgalci devlete ait üsler sorgulanmaz konumda.

OGÜN ERATALAY / SOL-Özel


Kübalı bir kahraman ve eski bir tankın hatırlattıkları - Kemal Okuyan / SOL

 ABD’nin işgal girişimi Küba’nın sosyalizm yoluna girişini hızlandırdı, Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirdi ve Fidel Castro ile arkadaşlarının uyanıklılığını artırdı.

Berlin’deki parklardan birinin girişine bir tank yerleştirilmiştir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni işgale kalkışan Hitlercileri kovalayıp Avrupa’nın yarısını faşizmden temizleyen Kızıl Ordu birliklerinin kullandığı T-34’lerden biridir bu.

Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni yuttuktan sonraki “zafer” havasına rağmen Sovyet askerlerinin anısını yaşatan bu anıt parktan kurtulamadı Federal Almanya.

Aynı T-34 Küba’da da karşıma çıktı bir müzenin bahçesinde. ABD emperyalizminin en utanç verici yenilgilerinden biri olan Domuzlar Körfezi Çıkartması’nda ABD zırhlılarına karşı Kübalı devrimcilerin T-34’leri maharetle kullandıklarını bilmiyordum.
Bildiğim, 1961’de önce limanlar, kent merkezlerinde sabotajlarla kaos yaratıp sonra Küba amblemi yapıştırdıkları ABD Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklar ve çıkartma gemileriyle Küba’ya saldırdıkları ve hezimete uğradıklarıydı. Devrim sırasında ülkeden kaçan zengin çocuklarından, işkenceci polislerden, Diktatör Batista’nın muhafızlarından oluşan ve aylarca CIA ve Pentagon tarafından eğitilen paralı askerleri havadan ve denizden Küba’ya çıkarıp ayrı bir yönetim kurmak ve sonra Devrimi boğmaktı ABD yönetiminin niyeti.

Sonuç fiyaskoydu.

Her açıdan…

ABD’nin işgal girişimi Küba’nın sosyalizm yoluna girişini hızlandırdı, Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirdi ve Fidel Castro ile arkadaşlarının uyanıklılığını artırdı.

Beyaz Saray’daki alçaklar askeri müdahalenin işe yaramayacağını kısa sürede anladılar. O halde ekonomik savaş devreye sokulmalıydı.

Playa Giron’daki müzede bir başka tank daha sergileniyordu. Pırıl pırıl boyasıyla, tertemiz duran T-34’ün tersine bu tankın paletleri parçalanmış, yüzeyi yer yer pas tutmuş, top namlusu aşağıya düşmüştü. Tahrip edilen ABD tanklarından biriydi bu.
İşte  ABD Küba ekonomisini bu hale getirmeye çalışıyordu. Bir ölçüde başardı da.


Küba’da şu anda birçok gıda ve temel ihtiyaç maddesine erişimde sorun yaşanıyor. Sular sık sık kesiliyor. Çünkü elektrik üretiminde büyük sorun var. Sorun ülkenin elektrik üreten santrallerinin  türbinlerinin onarılamamasından kaynaklanıyor.

Ve Küba’daki hemen her sorun gibi bu da ablukaya bağlı!

Küba ihtiyacı olan türbin parçalarını hiçbir yerden alamıyor. ABD’nin müttefiki olmayan, tersine ABD ile rekabet hatta çatışma halinde olan ülkeler bile bankacılık sistemlerine dönük yaptırımlardan çekindikleri için Küba ekonomisi için gerekli yüksek teknoloji gerektiren ürünleri satmaya yanaşmıyor.

Elektrik kesintileri doğal olarak her şeyi etkiliyor. Pandemi sırasında ağır darbe alan ülke ekonomisi bu yıl yüzde onun üzerinde büyüme oranını yakalamış durumda ancak adanın toparlanması için daha fazlası gerekiyor. Elektrik kesintisi sanayiyi, tarımı, turizmi, her şeyi etkilediği gibi gıda tedarikinde büyük sorun çıkarıyor. Zaten ABD’nin istediği bu. Küba’yı ekonomik olarak yıkıma uğratmak.

Küba’ya ilk gidişimim üzerinden tam 29 yıl geçmiş. O sıralar Küba’nın ekonomik ve siyasi ilişkilerinin merkezinde duran Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ile ülke bir anda olağanüstü bir döneme girmiş, herkes Küba Devrimi’nin sonunun gelmekte olduğunu düşünmeye başlamıştı.

Öyle olmadı.

Fidel Castro önderliğindeki Küba Komünist Partisi ve Küba halkı büyük bir kararlılık ve yaratıcılıkla sosyalizmin temel kazanımlarını korumayı becerdi.

Ancak ekonomik savaş hâlâ sürüyor.

Ülke Fidel’in yokluğuna alıştı, aynı kuşaktan birçok komünist hayata veda etti, Raul Castro bütün görevlerini bıraktı. Ülkenin siyasal yaşantısında artık gerillalar yok.

Ama Küba’nın her alanında, sürmekte olan savaşta gerekeni yapıp emperyalizmi püskürtebilecek kadrolar var.

Bu yıl Havana’da düzenlenecek 22. Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nın hazırlıklarını Küba Komünist Partili yetkililerle görüşmek üzere bir TKP heyeti olarak geçtiğimiz hafta gittiğimiz Küba’da bir bölümünü önceden tanıdığımız bu devrimcilerin gece gündüz çalıştıklarını gördük.

Ülkenin en etkili kişilerinden biri olan Küba Komünist Partisi Siyasi Büro üyesi ve Örgüt Sekreteri Roberto Morales Ojeda ülkenin sorunlarını ve bu sorunları göğüslemek için neler yaptıklarını olabildiğince açık bir biçimde anlattı.

Sonra hiç beklemediğimiz bir yerde Ramon ile karşılaştık. Küba’daki 75 bin kadar ekonomisti bir araya getiren Ekonomistler Birliği’nin sorumluluğunu üstlenmişti. Ramon Labañino Salazar, Miami’de Küba’ya karşı terörist faaliyetlerde bulunanları izlemek üzere ABD’ye gönderilen ve çok değerli bilgileri Küba devletine ulaştırdıktan sonra tutuklanıp ABD cezaevlerinde hapis yatan Beş Kübalı istihbaratçıdan biriydi.Özgürlükleri için bütün dünyada kampanyalar düzenleniyor, biz de elimizden geleni yapıyorduk. O sırada Kübalılara “ya bunlardan biri ülkesine ihanet ederse” diye sormuştuk kaygıyla. “Sıfır olasılık” yanıtını almıştık. Ramon’a bunu anlattığımızda gözleri doldu, sonra gülümsedi. “Biz halkımız, ülkemiz için görevimizi yaptık” diyordu. Şimdi başka bir görev üstlenmiş, ekonomi cephesine atanmıştı.

Bütün zorluklara rağmen ülkenin sosyalist karakterini koruyacaklarını anlatıyordu örnekler vererek.

Nereye gitsek Ramon’un yoldaşlarına rastladık. Her yaştan, her meslekten…

Elektrikler kesiliyor ama mücadele kesilmiyordu. Küba sosyalizmi bütün zorluklara rağmen eğitim ve sağlık alanındaki kazanımlarını korumaya, ülkede aç ve açıkta kimseyi bırakmamaya devam ediyordu. Kovid-19’a karşı kendi aşılarını geliştirmiş, çocuklar dahil olmak üzere bütün nüfusu aşılamayı becermişti. 11 milyon nüfuslu adada hiçbir sınırlama olmaksızın internete erişebilen akıllı telefon sahiplerinin sayısı 6,5 milyona ulaşmıştı.

Geçtiğimiz yıl başlayan gösterilere katılanlara “düşman” muamelesi yapılmamıştı. CIA beslemesi karşı devrimcileri tek tek biliyorlardı, onlarla yaşanan ekonomik güçlüklere tepki gösterenleri ayırıyor, halk içinde ideolojik çalışmaya odaklanıyorlardı.

Sosyalizmi savunmak için Komünist Parti’den bağımsız inisiyatifler de kendini göstermişti. Kırmızı Fularlılar bunlara bir örnekti. Küba halkının önemli bir kesimi, eşitlikçi bir düzen kurma kararlılığından uzaklaşmıyor ve bağımsızlıktan vazgeçmek istemiyordu.

2022 yazında tanık olduğumuz Küba’nın teslim olmaya niyeti yoktu. Küba halkı kararını vermişti: T-34’ün namlusu aşağıya düşmeyecek, boyası dökülmeyecekti…

Kemal Okuyan / SOL




ENAG Temmuz ayı enflasyon oranını açıkladı+TÜİK resmi enflasyonu açıkladı: Son 24 yılın zirvesi! (SOL)


ENAG Temmuz ayı enflasyon oranını açıkladı 

Enflasyon Araştırma Grubu (ENAG) Temmuz ayı enflasyon oranını açıkladı.

ENAG’a göre Tüketici Fiyat Fiyat Endeksi (E-TÜFE) Temmuz ayında %5.03 arttı. E-TÜFE’nin son 12 aylık artışı %176.04, yılın başından itibaren ise %80.35 olarak gerçekleşti.

                                                           ***

TÜİK resmi enflasyonu açıkladı: Son 24 yılın zirvesi! 

Türkiye İstatistik Kurumu, ENAG'ın yüzde 176, İTO'nun yüzde 99,1 olarak açıkladığı temmuz ayı yıllık enflasyon rakamını yüzde 79,6 olarak açıkladı.

Fiyat artışı Temmuz ayında ise yüzde 2,37 olarak gerçekleşti.

Yıllık tüketici enflasyonu açıklanan bu oranla birlikte 1998 yılından bu yana en yüksek seviyeye çıktı.

Üretici fiyat endeksi ise Temmuz'da bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 144,61 arttı.

(SOL)