6 Ekim 2022 Perşembe

Yüzüncü yılda düşünmek, öğrenmek, öğrenmemek - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Cumhuriyet, 13 milyonluk köylüler ülkesinde kuruldu. Doğuşundaki moral haklılığı sürekli besleyecek bir ilerleme refleksiyle yol haritasını çizdi. İnsanın zamanın akışında yepyeni bir yolculuğa çıkabilmesi için. Yolculuk “bütünlük” taşımalıydı. Diyalektikle işleyecek bir kurgu diyebiliriz. Bir devlet-toplum diyalektiğinin hareketi yolculuğun merkezinde olacaktı.

BÜTÜNLÜK VE DİYALEKTİK

Önce devleti kurdu. 20. yüzyılın hukuk normlarını, uygarlık ölçütlerini, okuryazarlığını, kurumlarını benimsedi, yerleştirdi. Üretim güçlerini yerinden oynattı. Demiryollarını yaptı. Sanayi getirdi. 1930’ların sonunda bir ‘bütünlük’ içinde devlet ve ekonomi kurma kapasitesine erişti. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz. Büyük atılımdı. Devleti kuran adım toplumda hareket yaratmalıydı ki toplum kendini aşsın ve devleti yeniden düzenleyecek bir “momentum”a erişilsin.

Kapitalizmin sanayi yapılarına oturmuş kentli toplumunda böyle bir devlet-toplum diyalektiği ‘yeni zamanlar’a erişmenin dinamiğini yaratmaktaydı. Ancak, basit köylülüğün yüzlerce yıllık ağırlığını taşıyan ülkede bu dinamik hareketi yaratmak kolay iş değildi.

KIRSALDA DEMOKRATİK DEVRİM

O özel koşullarda kırsalın varlığı ilk ve büyük gerçektir. Kendini aşma hamlesi de kırsalda olacaktır. Kentlerin küçüklüğü topluma kaldıraç olmaya yetecek gücü yaratamaz. Hamle 1940’ın “Enstitü”sü ile başlıyor. Bunu köyde okuma-yazma seferberliği saymak küçümsemektir. “Enstitü” köylü öğretmenin kılavuzluğunda orada üretim ilişkilerini kökten değiştirecektir. Hedef odur. 1945’in toprak yasası ise topraksıza toprak vermekten ibaret değildir. Bizans’tan beri yerleşmiş mülkiyet rejimine son verip orada üretim güçlerinin kılavuzunu, yepyeni bir bağımsız çiftçi mülkiyetini esas kılmaktır. Öğretmen ile çiftçinin tarihi görevi, birlikte kırsalın eskimiş rejimini hallaç pamuğu gibi atmaktı. Zamanı gelmişti.

Olmadı. Kırsalın Bizans/Osmanlı rejimi varisi toprak ağası ile tüccar bir güç bloku idi. Yeni filizlenen sermaye de arkalarında durdu. O ileri hareketi kestiler. Kırsalın insanı tarihi haklarını öğrenemedi. Yeni bir köy ve topraktan devlete doğru başlayacak hareket doğamadan söndü. (Bunları daha önce yazdım.)

Söndü. Çünkü o güç bloku köylülük üzerindeki “mutlak vesayet”inin ağırlığını koydu. Vesayetin aslı sınıfsaldır. 1940’ların hamlesi ve sonucu bunu belgeleyen örnektir. Bu bir. İkincisi, ileri hareketi durduran “blok” artık karşıdevrimin tohumlarını taşır. İstemeksizin mi? Hayır. Çünkü hedefi bellemiştir: Cumhuriyet’i eriştiği noktada dondurmak, ileri hareketini kesmek. Şunu görmeliyiz: İleri hareketin “demokratik devrim” taşıdığını, bunun ne demek olacağını karşıdevrimciler Cumhuriyetçilerin çoğunluğuna göre daha iyi kavramışlardır. Bu kavrayış farkı o günden bugüne kapanmamış görünüyor!

Sivas demiryolunun 1930’taki açılışından bir fotoğraf. Tabelada “İzmir-Lozan-Sivas... ve daima ileri” yazıyor.

TOPLUMDA DEMOKRATİK DEVRİM

1945-60’ı anlatmayalım. Sonra 1961 Anayasası geldi. (İlham kaynağı CHP’nin “İlk Hedefler Beyannamesi”dir: 1959) Anayasa, Prof. Fazıl Sağlam’ın deyişiyle “Çağın ilerisinde bir anlayışı yansıtıyordu”. 1960’ların toplumu artık 1940’larınki değildir. Fabrika çağına ayak basılmıştır. İşçi sınıfı sahneye çıkıyor. Yeni bir dille konuşuyor. Cumhuriyetçiler bu dili anlamaya, işçiler de onları anlamaya başlıyorlar. 

Anayasa, devleti 20. yüzyılın kurumlarına, normlarına yerleştiriyor. Bünyesinde işleklik kazanan denetim ve hesap verme kuralları getiriyor. Devleti, öncelikle toplumun gereksinimlerini karşılamaya hazırlıyor. Toplumun da yaşam, çalışma, düşünce, gelişme haklarını, örgütlenme kapasitesini uygarlık ölçülerine yükseltiyor. Kısaca, topluma devletle ileri doğru bir diyalektik ilişkiyi başlatma, başarma yolu açıyor. Üretim güçlerini ve ilişkilerini birlikte geliştirecek şekilde Cumhuriyetin tarihi akışı canlanıyor.

Ama unutmayalım, Avrupa toplumu haklar mücadelesini son 200 küsur yılda yaşayarak öğrenmişti. Maya zaman içinde tutmuştu. Bize ise tarih (sonradan anlaşılacak!) sadece 20 yıl vermiş oluyor! 1960-80. O 20 yılda görüldü ki 1940’ların “blok”u sınıfsal eksen olarak, sermaye ile haşır neşir olmuştur. Sermaye birikim ve bir iddia kazanmış ve 1961 Anayasası’nı sevmemiştir. Sürpriz miydi? Hayır. 20. yüzyılın giysisi sermayeye bol geldi. Sözcüleri hep onun bedenine ve bakışına uygun, dar bir anayasa arayışını yansıttılar. O zamanki iş bitirici sözcüsü sayılabilecek general, “Subaylar halk içinde yaşadıkça halk gibi düşünüyor. Lojmana almak lazım!” dedikten sonra niyet anlaşıldı. Diyalektik koparılacaktır!

ÖNCE VE SONRA KARŞIDEVRİM

1980 ile sahne artık karşıdevrimin aktif rolü için açılıyor. Yeniden anlatmaya gerek yok. En kuvvetli darbe toplumun kendini aşmasında öncü olan gençlik, işçi sınıfı ve bilim çevrelerine vurulacaktır. Özünde şu var: 1961’den başlayan hareket, mülkiyet sahibi değil emek sahibi olanların örgütlenerek topluma ait kararları etkileme, belirleme gücü kazanmasıyla büyüyordu. Buna son verilmiştir. Devlete el konularak toplum “sessiz”e alınacaktır. Toplumun sesinden yoksun devlet dönemine geçiliyor. 1960-80’in haklar dünyasına geri dönülemez. “Demokratik devrim” bitmiştir. Diyalektik ters çevrilecektir ki bu rol yeni siyasetindir. (Buna elbette “demokrasiye dönüş” denilecektir!)

‘DOLAR YAĞMURU’

1980-2000 siyasette parçalanmış bir dönemdi. Toplum gözünde siyaset anlaşılmaz bir şey oldu. İki nokta dikkat çekicidir: Biri, devlet ve toplum aşamalarla, doğum sancıları sıklaşan kapitalizme teslim edilecektir. İkincisi, bu bir “geçiş dönemi”dir. Kapitalizme teslimle birlikte ve iç içe “karşıdevrim zamanı”na geçiliyor. Karşıdevrim bunu iyi kavramıştır. Sınıfsal vesayetin tarihi ikramına şükran duyuyor! Cumhuriyetçilerin çoğunluğu kavramamıştır.

1980’i yapanların (sınıfsal vesayetin “ikinci türevi” diyebiliriz!) ileriyi görme yeteneği ne kadardı? Yok gibi. Ama toplumu “sessiz”e alarak karşıdevrimin yolunu açtılar. Sonra, onları izleyerek gelenler ise “karşıdevrim zamanı”nı dört gözle bekliyorlardı.

1990’larda dünyada kapitalizmin yeni senaryosu başlıyor. Sermaye “küre”yi dolaşarak kendi mülkiyetine tapulayacaktır. Bununla iç içe, dünya parasının (“dolar”) sahibi ağa devlet de ‘küre’yi yönetebilmenin yeni tasarımlarına, uygulamasına geçiyor. “Küre”de siyaset artık sermayenin pratiğine uyumlu olacak, her yerde yeniden düzenlenecektir. Öyle oldu. Sermayenin akını ile siyasetin uyumu bir büyük “dolar yağmuru” ile “kuvveden fiile” çıkmaya başladı. Daha önce böyle şey olmamıştı. Türkiye, sermaye sınıfı ve karşıdevrime en yakın siyaset ekipleriyle en önde koştu.  Ekonomi dünya sermayesinin yeni müşterisi olacak, gitgide artacak borçlanma ve ithalatla buna göre yeniden kurulacak, yeni siyaset bu esasla serpilip topluma kendini kabul ettirecekti. Dolar artık iş görebilmek için bizim ana paramız sayılacaktı. Siyaset topluluğu “kabul!” dedi. (“Efendim, dünya değişti! Eski kafalılığı artık bırakmak lazım!”) Karşıdevrim de ilk “meşruiyet” adımına kavuştu.

Karşıdevrim sınıfsal ittifaklarla perçinlenip yürümüştür. 1940’larda, merkezde ağa-tüccar ittifakı. 1980’de, yeşil ışık yakan sermaye ile yüksek komuta kademesi ve dış destek ittifakı. 2000’den sonra, eylemli yürüyüş aşamasında ise dolar yağmuru altında dış ve yeni katmanlarla genişleyen iç sermayenin çekincesiz destekli ittifakı. Karşıdevrimin ittifakları Cumhuriyetin “daima ileri” şiarında ifade bulan diyalektiği durdurmayı, geriletmeyi görev bilerek, buna göre kâh geri çekilip kâh ileri giderek varlığını sürdürmüştür. Sonunda, dünya kapitalizmi ona aktif görev zamanının geldiğini de gösteriyor.

VERİLENE RAZI OLMAK

Toplum boş mu bırakılacak? Hiç olur mu? Tüm makinelerin üstadı bir dostum dengesi altüst olan kişiler ve haller için, “Sentre’sinden çıkmış!” der. 1980’in karşıdevrimi toplumu “sessiz”e almıştı. Hep o “sessiz”de tutulabilir mi? Kapitalizmin son 20 küsur yıllık dünya ve Türkiye tablosunda siyaset o bilgiyi veriyor, okuyabiliyoruz: Toplum, makinelerin aksine, “sentre”sinden çıkarılarak yönetilmelidir. Pozitif enerjisi boşaltılmalıdır. 1980’de zorla gelip yerleşen sınıfsal vesayet şimdi ayrı bir beceri istiyor! Toplumsal hak ve sorumluluk bilinci demek olan “sentre”ye bir daha yerleşilmemelidir. Toplum verilene ‘razı’ olmalıdır. Ve öyle oldu.


2023

2023’te nereye geldik? Karşıdevrim aldığı tüm maddi, manevi destekle kendine bir “bütün” oluşturabildi mi? Hayır! Cumhuriyete hasar vererek yarattığı çelişkileri çözemiyor. Bir “bütün”e varamıyor. Çelişkiler sıklaşan krizler üretiyor. Süreklidir. Bir kriz en az bir başkasını doğuruyor. Yapbozlar son 10 yılın tablosunun kaçınılmaz yöntemidir. (Uzun zamandır, aynı yıl içinde kaç adet “reform programı” yapıldığını akılda tutabilir misiniz? Yapanlar bir hafta içinde tümünü unutuyorlar!) Yaşanan, bütünlükten uzak, tanımı yapılamayan, adı konulamayan bir “ara model”dir. Cumhuriyet ile “neyin” arasında? Belirsiz ve çözümsüzdür.

1980’den sonraki 40 yılda nereye vardık? Cumhuriyetin diyalektiğini kesip tersine işletmenin sınırına. Bu sınırda, 100. yılda Cumhuriyet ile karşıdevrim karşı karşıya geliyor. Tam bu sınırda. Sermaye bunu görmüştür. Ve metabolizmasını, yani sınıfsal vesayeti sürdürebilmenin arayışı içine giriyor.

Yineleyelim, karşıdevrim insanın gelişmesini ve içinde yaşadığı, ‘devlet’ denilen yapıyı geliştirmesini durdurmaya ve kabilse saptırmaya çalışır. 1789’dan bu yana bunu öğrenmiş olmak gerekir. Dünyayı öğrenmemişsek, 1923’ten bu yana! Cumhuriyet, tarihin verdiği tüm moral haklılığı ile, 20. yüzyılda toplum olmanın tüm çelişkilerine ve çözümlerine hazır olma zorunluluğu ile kurulmuştu. “O kapasiteye sahibim çünkü bağrımda “demokratik devrim” çekirdeklerini taşıyorum” inancı ile de diyebiliriz. “İnsanın zamanın akışı içinde yolculuğu hep ileri doğru olmalıdır” diyordu da diyebiliriz. Şimdi, 100. yılda yeniden o diyalektiği aramaya, bulmaya ve onunla 21. yüzyıla adım atmaya yakın mıyız, uzak mı? Menkıbeden ve hamasetten uzak durarak düşünmeye çalışalım. Çünkü 2023 başlamıştır ve bu yıl en önemli yıldır.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet


Barbar finans - Timur Soykan / BİRGÜN

 


Antep’te 2018’de açılan bir dava, IŞİD’in para ağını gözler önüne serdi. IŞİD’e para transferlerini yöneten bir sanığın defterinde 100 milyon dolarlık kayıt tespit edildi. Türkiye’yi saran hawala sistemi IŞİD’i besliyordu.

                                  Fotoğraf: AA

Emperyalistlerin Ortadoğu planı ve AKP iktidarının bu plana desteği dünya tarihinin en büyük barbarlıklarından birini doğurdu: IŞİD.

Türkiye sınırının karşısında kara bayrakları ve üniformalarıyla Suriye ve Irak topraklarının büyük kısmını ele geçirdiler. Binlerce insanı katlettiler, kadınlara tecavüz edip köle pazarlarında sattılar, çocukları kaçırdılar. İnsanları kafalarını keserek, yakarak, taşlayarak, çatılardan atarak öldürdüler ve bunların videolarını çekerek sosyal medya hesaplarından dünyaya yaydılar.

Katliamları sınırın ötesinde kalmadı. IŞİD, Ankara, Suruç, Antep, İstanbul, Niğde, Diyarbakır ve pek çok kentte düzenlediği saldırılarda yüzlerce insanı katletti.

Peki…

Bu acılar yaşanırken barbarlığın para trafiği nasıl işliyordu?

IŞİD’in finans çarkları Türkiye üzerinden dönüyordu.

Gaziantep Başsavcılığı’nın 2018’de hazırladığı 21 sanıklı iddianame bu korkunç tabloyu ortaya koyuyor. Sanıkların biri Türk, ikisi Iraklı ve 18’i Suriyeli. Kara para aklamak ve terörün finansmanıyla suçlanıyorlar.

En başından anlatalım.

ABD, İKİ ŞİRKET VE BİR İSİM VERDİ

2018’de ABD, IŞİD’in Antep’ten on milyonlarca dolarlık büyük para transferlerini tespit etmişti. ABD Hazine Bakanlığı, Türkiye’de ofisler açan Suriye merkezli iki şirket ve IŞİD’in finans yöneticisi olduğu iddia edilen bir Suriye vatandaşının ismini verdi.

Şirketler; Al Khalidi Exchange ve Al Hebo Jewelry idi. ABD’liler, IŞİD finans ağını organize eden kişinin isminin Muhamad Ali Al Hebo olduğunu bildiriyor ve bu kişinin iki şirketi yönettiğini iddia ediyordu.

Gaziantep Başsavcılığı bu bilgiler üzerine soruşturma başlattı. ‘Hawala’ denilen yasadışı uluslararası para transfer sisteminde IŞİD’in bağlantısı belirlendi.

Ancak polisin tespitlerine göre: ‘Muhamad Ali Al Hebo’ olarak bildirilen isim Türkiye’de farklıydı: Mohamad Alhobo.

EN AZ 6 ŞEHİRDE OFİS AÇMIŞLAR

İddianameye göre; Al Khalidi Exchange ve Al Hebo Jewelry isimli şirketler, Suriye’de IŞİD’in kontrolü altındaki bölgelerde faaliyet yürütüyor, IŞİD’in para trafiğinde kilit rol oynuyorlardı. Ayrıca örgüte malzeme ve teknoloji desteği sağlıyorlardı. İstanbul, Mersin, Antep, Urfa, İzmir ve Bursa’da yasadışı ofisleri tespit edildi. Döviz ve altın alım satımı, para transferleri yapıyorlardı. Rakka’daki örgüt yöneticileri defalarca bu şirketler üzerinden para transferi yapmıştı. 2016’da IŞİD’in finansörlerinden Fawaz Muhammed Subayr Al Rawi, Al Khalidi Exchange’in Urfa’daki ofisini kullanmıştı.

2017’de Al Hebo Jewelry, Suriye’den Türkiye’ye yüklü miktarda altın geçirerek nakde çevirmiş ve Türkiye’de hawala işi yapan kişiler üzerinden IŞİD’in uyuyan hücrelerine aktarmıştı.

ABD’nin ismini bildirdiği Mohamad Alhobo, Antep’te Alhobo Kuyumculuk isimli bir işyerinde faaliyet yürütüyordu. Bu kuyumcuya sadece 600 bin TL’lik mal stoku yapılmış, daha sonra alım ve satım çok az tutarlarda olmuştu. Operasyonda Arapça el yazısı defter ele geçirildi. Tercüme edildiğinde kara para organizatörü olduğu net olarak anlaşıldı. Türkiye, Suriye ve Irak’ta 100 milyon doları aşan bir para trafiğini yönetiyordu. Transferlerin büyük çoğunluğu IŞİD’in hâkim olduğu Meyadin, Rakka ve Musul’a gönderilmişti. Alhobo Kuyumculuk’a yapılan baskında IŞİD fotoğraf ve videoları da ele geçirildi.

HAWALADAKİ IŞİD PARASI

ABD tarafından tespit edilen iki şirketin para transferleri, Türkiye’yi örümcek ağı gibi sarmış ve Suriyelilerin yönettiği hawala sisteminde dolaşıyordu. Döviz bürosu, kuyumcu görünümünde çok sayıda kara para transfer durağı vardı. Ayrıca hiçbir ticari kaydı olmayan kişiler, Antep’te kiraladıkları küçük odalarda para transferleri yapıyordu. Hawala transfer zincirinde dolaşan paraların bir kısmı nakit kuryelerine ulaşıyor ve onlar tarafından Irak ile Suriye’ye götürülüyordu.

Antep’teki Hacı İbrahim Marketçilik, hawala merkezlerinden biriydi. Marketin vitrininde dolar işareti vardı ve asıl işini gizlemiyordu. Operasyonda ele geçirilen evrakta milyonlarca dolarlık transferlerin kayıtları vardı. Hatta ‘Hacı İbrahim Ofisi Havale’ yazılı makbuzlar basılmıştı.

Adreslere yapılan baskınlarda binlerce kimlik fotoğrafı ele geçirildi. Bu kimlikleri göstererek paralarını alıyorlardı. Suriye ve Iraklıların kişisel para transferlerinin içinde IŞİD’in nakit trafiği gizlenmişti.

IŞİD SORGUCUSUNUN TRANSFERLERİ

Para transfer zincirinde barbarlığın izlerine sık rastlanıyor. Antep Şahinbey’de bir oda kiralayarak kayıtsız para transferleri yapan Suriyeli Hüseyin Lolek’in IŞİD’e para gönderdiği tespit edildi. Hüseyin Lolek’in Suriye’nin Çömlek Köyü’ndeki adliyede IŞİD’in sorgucusu olduğu belirlendi.

Suriyeli Yahya Hanifi, Hanifi Kuyumculuk isimli bir işyeri açmış ve Türkiye, Suriye, Irak arasında para kuryeleriyle işlerini yürütüyordu. Üstelik Yahya Hanifi’nin adı, Antep’te polis memuru Hüseyin Gümüş’ün öldürülmesine karışmıştı. Bu olayda silahı temin eden IŞİD Üyesi Mehmet Fatih Alıcı yakalandığında şunları söyledi“Yahya Hanifi ile Suriye üzerinden teyitleşerek 90 bin dolar aldım.” Operasyonda Yahya Hanifi yakalanamadı.

Suriyeli Ahmet Ziya Çavuş, Türk Vatandaşlığı ile birlikte Türkçe isim almış. Antep’te Sarraflar Çavuş isimli şirketin sahibi. Aynı zamanda uluslararası bir para transfer şirketinin acentesi olarak görünüyor ama yasal transferleri çok azdı. Operasyon sırasında yapılan aramada binlerce kimlik fotoğrafı bulundu. Paravan şirketin arkasında büyük bir hawala sistemi vardı.

YUNUS DURMAZ’IN FİNANS KURYELERİ

Sanıklardan Khaled Alzoabi, gözaltına alınmasından 6 ay önce vatandaşlık almıştı. Hanif Dış Ticaret isimli bir şirket kurmuştu. İstihbarat kayıtlarında 2016 yılının başında IŞİD’in Türkiye emiri Yunus Durmaz’a finans kuryeliği yaptığı yazılmıştı. Yunus Durmaz, 2015’te Ankara Gar ve Suruç katliamlarının emrini vermişti. Diyarbakır’da HDP mitingine bombalı saldırı sırasında olay yerindeydi. Gaziantep Emniyet Müdürlüğü’ne intihar saldırısının talimatını da Yunus Durmaz vermişti. 2016’da Antep’te saklandığı eve yapılan operasyonda üzerindeki bombayı patlatarak ölmüştü. IŞİD’in para ağına yönelik operasyonda gözaltına alınan Khaled Alzoabi, Yunus Durmaz’a finans kuryeliği yaptığı iddialarını reddetti.

Bu operasyonda üç şüpheli yakalanamadı. 18 sanığın tamamı IŞİD’e para aktardıkları iddialarını reddetti. Bazıları hawala sistemiyle ilgili itiraflarda bulundu. Sanıklara terörün finansmanı ve kara para aklama suçlaması yöneltildi, 8 yıldan 18 yıla kadar hapisleri istendi. İlk operasyondan 5 ay sonra yakalanan bir numaralı sanık Mohamad Alhobo bir süre tutuklu kaldı ve daha sonra tahliye edildi. Yargılama sürüyor.

***

AVUKATI MHP MİLLETVEKİLİ OLDU

IŞİD’in para ağına ilişkin iddianamede, Yunus Durmaz’a finans kuryeliği yaptığı iddia edilen ve Türk vatandaşlığı alan Khaled Alzoabi’nin avukatı da dikkat çekiyor: Bugün MHP Gaziantep Milletvekili olan Sermet Atay.

MHP Milletvekili Sermet Atay’ın adı, Antep’te Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı Mustafa Doğan İnal’ın da bulunduğu konvoyun önünün kesilmesiyle gündeme gelmişti. 20 Haziran 2022’de yaşanan bu olay nedeniyle gözaltına alınan ve suç örgütü lideri olduğu iddia edilen Yılmaz Öztürkmen, ifadesinde Mustafa Doğan İnal ve Gaziantep Başsavcısı İsmail Karataş’ı suçlamıştı. İddiaya göre; birlikte FETÖ Borsası oluşturduklarını söylemişti. Ancak savcı bu sözlerin ifade zaptına geçmesine izin vermemiş ve adliyede olay çıkmıştı. Tutuklama istemiyle sevk edildiği Sulh Ceza Hâkimliği’nde de sözleri zapta geçmedi. Yılmaz Öztürkmen ve avukatları ifadenin zapta geçmediğine dair tutanak yazmıştı. Bu tutanakta Yılmaz Öztürkmen kendisine kumpas kurmakla suçladığı kişilerin ifadesine yazılmadığını belirterek şöyle yazmıştı: “Bu kumpasın arkasında Av. Mustafa Doğan İnal, Özgür Özdağlı, Emrah Özdağlı, Cengiz Şimşek, Mehmet Ali Şimşek, Av. Osman Toprak, Tuncay Yıldırım, Gaziantep Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Karataş ve milletvekili Sermet Atay (MHP Milletvekili) var.”

Timur Soykan / BİRGÜN


5 Ekim 2022 Çarşamba

AKP’deki Soylu söylentisi + GEYİM NEDEN SERDENGEÇTİ OLDU - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 


AKP’deki Soylu söylentisi

Düşünün, neredeyse her tweet’e her köşe yazısına cevap veriyor.

Arada ağzını da bozuyor.

Lakin artık kaç tane oldu bilemiyorum ama istifa iddialarına sessiz kalıyor.

Onun yerine trolleri konuşuyor.

Son olarak Milli Gazete’de okudunuz. Neymiş, Süleyman Soylu kabinede “affını” istemiş, Erdoğan ise sessiz kalarak cevabını vermişti.

“Herhalde olmamıştır” derken, yakın çevresi de yalanlarken AKP içinde konuşulan bir dedikodu ta bana kadar geldi. 

İddia o ki Bakan Soylu “İstifa ediyorum” demiş; Cumhurbaşkanı Erdoğan cevap bile vermemiş ama iş orada kalmamış. 

Geçen hafta pazartesi gecesi, kabinenin ardından, Soylu özel bir uçakla İstanbul’a inme hazırlığı yapmış. Uçak indiğinde onu karşılayacak taraftarları da hatta bazı gazeteciler de hazırlanmış. Soylu istifasını kamuoyuna duyuracak, bir de manifesto niteliğinde konuşma yapacakmış.

Ancak o gece Bakan Soylu’nun telefonunu kritik bir isim aramış. Elbette kendi adına değil, Erdoğan adına. Güvenlik bürokrasisinin bu önemli ismi, Soylu’ya “Orada dur” demiş. Hem de sert bir şekilde. Hep çok şey bildiğini söyleyen Soylu’ya onun hakkında bildiklerini anlatmış. Bana garip geldi fakat telefondaki ses Çalışma Bakanlığı dönemini işaret etmiş...

Telefonu kapatınca muhasebe yapan Soylu’nun uçağı önce sabaha ertelenmiş. Sonra da iptal olmuş.

Erdoğan, bu yolla, “Sen istifa edemezsin, gerektiği zaman ben seni alırım” demiş.

Evet, AKP’de konuşulan hikâye böyle.

Soylu’nun teşkilat tarafından da üsttekiler tarafından da pek sevilmediği herkesin malumu. Öyle olunca bire beş de katılmış mıdır? Mümkün. 

Hatta konuştuğum AKP’nin ünlü ekran yüzlerinden bir isim “Seçim öncesi Soylu’nun görevden alınacağını düşünmüyorum. Parti içindeki sevmeyenleri böylesi iddialarla onu öfkelendirerek yanlış tepki vermeye itiyor” bile dedi. 

Gel gör ki konuşulanlar öyle böyle değil. Ankara kulislerinin her köşesinde duyduğunuz şu söylentilere kayıtsız kalmak ne mümkün: 

Neymiş, Süleyman Soylu Cumhurbaşkanı Erdoğan ile özel görüşme taleplerine bir süredir yanıt alamıyormuş. 

Neymiş, MHP lideri Devlet Bahçeli bile Soylu’nun kriminal insanlarla bu kadar çok fotoğrafının çıkmasından rahatsızmış. 

Neymiş, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın “Türkler ve Kürtler yüzyıllardır ekmeklerini beraber paylaştı, bu vatanı beraber kurup ihya ettiler. Biriz, beraberiz, tek yumruk, tek yüreğiz. Teröristlerin arazide yapamadıklarını, aramıza fitne sokmak suretiyle birliğimizi beraberliğimizi bozmaya çalışanlar var. Bu konuda dikkatli olmamız gerekir” açıklamasını bile Süleyman Soylu’ya gönderme olarak okumalıymış. 

Demem o ki ateş var ki duman çıkıyor.

                                                             ***

GEYİM NEDEN SERDENGEÇTİ OLDU

Şunu biliyorsunuz: 30 Ağustos resepsiyonunda Tokat Valisi Numan Hatipoğlu’nun elini sıkmayan rütbeli askerler aynı gün görevden alındı. 

Peki, şunu duydunuz mu: FETÖ’nün Trabzon ve Gümüşhane il imamı olduğu gerekçesiyle 6 yıl 3 ay hapisle cezalandırılan Muhammet Köleoğlu“Devletime hizmet etmek için her türlü yardıma hazırım” diyerek itirafçı oldu. FETÖ imamının mahkemeye “siyasi ve bürokrasi referanslarım” diye verdiği 19 kişi arasında bugünkü Tokat Valisi Numan Hatipoğlu da vardı. 

Merak işte, çiçeği burnunda Vali Numan Hatipoğlu’nun resmi biyografisine bakıyorum. Ordu’nun Korgan ilçesinde doğmuş. 

Acaba, diyorum... 

Vali Hatipoğlu ile yine Ordu’nun Korgan ilçesinde doğan İçişleri Bakanlığı Personel Genel Müdürü Mehmet Fatih Serdengeçti yakın akraba mıdır? 

Soru soruyu getiriyor. Ve sahi... 

İçişleri Bakanlığı’nın kritik koltuğunda oturan isim “Geyim” şeklindeki soyadını neden “Serdengeçti” diye değiştirdi? 44 yaşına gelmiş bir kamu yöneticisi soyadını neden değiştirme ihtiyacı hisseder? 

15 Temmuz’dan sonra devletten ihraç edilen yakınları mı vardır da çekinmektedir? 

Yok artık, daha neler! 

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Liberalizmin yükselişi ve düşüşü: Kısa 'yetmez ama evet' tarihi - ORHAN GÖKDEMİR / SOL

 "Bir dönemin sonuna geliyoruz. 12 Eylül ile başlayan 'sol liberal' macera dramatik sonuna yaklaşıyor. Arkasından, yaslandıkları AKP’nin de devrileceğini biliyoruz, hissediyoruz."


Bu yazı Eylül 2022 tarihili Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında (6. sayı) yer almaktadır.

Liberalizm ve İslamcılığın ittifakının tarihini 12 Eylül’den başlatamayız ama 12 Eylül bu açıdan da bir dönüşümün başlangıcıdır. 

Türkiye burjuvazisi ta 1940’lı yıllardan bu yana Kemalizm’in “Milliyetçi Batıcılık” politikasından kurtulmaya çalışıyordu. 1940’lı yıllar burjuvazi açısından Kemalizm’i bütünüyle gereksiz kılacak pek çok gelişmeye sahne olmuştu çünkü. 2. Dünya Savaşının ardından ABD’nin önderlik edeceği “yeni bir dünya” kuruluyordu. Türkiye sermaye sınıfı ve onun temsilcileri, DP ve CHP’siyle “yeni dünyada” yerini almak istiyordu. Din artık emperyalistlere ve yerel sermayeye lazımdı. Komünizmi ancak bu yolla durdurabileceklerine inanıyorlardı çünkü. Emperyalizm yeni bir tezgâh kurmuş, “yeşil kuşak” diye adlandırmıştı. Burjuvazi, devrimini cami avlusuna bırakıp kaçmaya hazırlanıyordu. 

Türk liberalizmi işte o yeşil kuşak tezgahında yeniden biçimlendirildi. Doğal olarak devrimci dönemin bütün kazanımlarına düşman oldu, derin antikomünizm çukuruna yuvarlandı. Kemalizm’in içi boşaltılıyor, anti Kemalist bir Atatürkçülük inşa ediliyordu. Düzen İslamcılığa doğru meylediyordu. Köy Enstitülerinin kapatılması, ezanın Türkçe okutulması uygulamasından vazgeçilmesi ve tarikatların yeniden açığa çıkışı bu dönemin politik sonuçlarıdır. 

Bu dönem aynı zamanda devletin tarikatlarla barışma dönemidir. Cumhuriyetin kesintiye uğrattığı Osmanlının tarikatlarla yönetme geleneği yeniden yürürlükteydi. Nakşiler ve Nurcular çıkarılıp atıldıkları yerlere geri dönüyordu. Necip Fazıllar, Sadi-i Nursiler CHP ile DP arasında gidip geliyor, kabul görüyor, ödüllendiriliyordu. Antikomünizm hepsini birleştirmiş, devlet ABD’nin, NATO’nun, kontrgerillanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmişti.

'Kanlı Pazar' düzenin bir organizasyonudur

NATO düzeninde Amerikan filosuna karşı yürümeye yeltenenleri doğrayan İslamcılar artık makbul bir siyasal akımdı. Siyasal tarihlerinin “Kanlı Pazar” ile başlaması rastlantı değildir. Büyük Doğucular, Gülenciler, Ak-genç, bugün AKP dediğimiz şeyi oluşturan bütün bu aktörler, NATO’ya bağlı Komünizmle Mücadele Derneklerinin içinden çıkıp geldi. Orada cumhuriyetin ordusuyla, kurucu partisiyle, polisiyle, yargısıyla yeni ittifaklar kurdular. Sağa yaslanan düzenin en sağdaki militanları oldular. Nüve halinde AKP’dir. 

Bugün iktidar ortağı olan MHP de o dönemin ürünüdür. Dönemin ruhu Turancılığa uygun değildi. İslam yükseliyordu ve Turancılıkta revizyon gerekiyordu. Türk-İslam ülküsü ülkücülüğün temeli oldu. Komünizmle mücadele islamcı ile milliyetçiyi de birbirine yakınlaştırmış, birbirine benzetmişti. 

Düzen Kemalizm yükünü atmaya hazırlanıyordu. 12 Mart bir ilk adımdı. Arada 24 Ocak kararları var. 12 Eylül 1980 sermayenin Batı kapitalizmiyle bütünleşme programının en büyük hamlesiydi. Kapitalizmle bütünleşmenin gereği olarak komünist ve ilerici hareketler ezildi. Grev hakkı yasaklandı, sendikalar etkisizleştirildi. Düzen devrimci bir düzenleyici olarak ekonomik alana el atan devletin artık çekilmesini istiyordu. Özelleştirme bunun biricik yoluydu. Turgut Özal’ın ANAP’ı nüve halinde AKP’ydi; hem islamcı hem acımasız bir piyasacıydı. Özal zengini seviyordu, fakire ise, haliyle, sadece yardım ve sadaka kalıyordu. Özal’ın “serbest piyasa devrimi”nin özetiydi bu. 

Özal hem liberaldi hem Müslümandı. 1940’lı yıllarda devlet kapısı açılan Nakşibendi tarikatının yetiştirmesiydi. Piyasa toplumuna geçiş, tarikatlar düzleminde de mutlak bir liberalleşmeyi gerektirmişti. Özal dönemin ruhu, esas oğlanıydı.

Tabii aynı zamanda ordu eliyle bir toplumu dinselleştirme programı yürürlükteydi. Bunun için elde tarikatlardan daha elverişli bir malzeme yoktu.

Liberal sol sahne alıyor

Dinselleşme, dünya pazarıyla bütünleşme, Cuntanın solu ve işçi sınıfını ezip geçmesi, tabii Sovyetler Birliği’nin çözülüşü bazı kapıları kapatmış ancak yeni kapılar açmıştı. Sınıftan kaçış, mücadelenin genel bir demokrasi mücadelesi olarak tanımlanması, bu mücadelede Avrupa’nın arkalanması, Batı fonlarıyla beslenen sivil toplumculuk 12 Eylül sonrası ortaya çıkan liberalizminin alameti farikalarıydı. Sol olmayan bir sol türemişti. Buna tuhaf bir biçimde “liberal sol” adı verilmişti. Yan yana gelmeyecek iki şey bir siyasal hattın kimliği olmuştu. Soldaki “Birikim-Murat Belge” etkisi, böylece, bir etki olmaktan çıkıyor, ete kemiğe bürünüyordu. 

Sol’un “içinde” peydahlanan bu yeni liberalizm, yaşanan bütün olumsuzlukların baş sorumlusu olarak cumhuriyetin kuruluş paradigmasını işaret ediyordu. Cumhuriyet başından beri Müslümanları, solcuları ve Kürtleri dışlamış, ezmişti. “Özgürlük ve demokrasi” mücadelesi bu çevrelerin hassasiyetleri esas alınarak yürütülmeliydi. Böylece tarihin sınıf temelli okumasının karşısına özgürlük temelli bir yeni okuma dikiliyordu.

Sol liberalizmi Özal sempatizanlığından Tayyip Erdoğan hayranlığına iten dinamikler işte bunlardı. Sonuçta hepsi birden “demokrasi mücadelesi”nin farklı parçalarıydı. 12 Eylül karanlığından, Kemalist vesayetten, ceberut devletten kurtulmanın yolunu arıyorlardı hep birlikte. Kemalizm’in ezdiği islamcılar iktidara yaklaştıkça daha bir umutlanıyorlardı. 

Sonunda islamcı iktidarı kurulunca liberal sol Birikim Dergisi “Muhafazakâr Demokrat İnkılâp” kapağıyla selamladı bu dönüşümü. Başlığın devamına “1946-83 ve Sonunda 3 Kasım” diye tarih düşülmüştü. 1946’da başlayan liberal mücadele islamcılar eliyle zafere ulaşmıştı, dedikleri buydu. Kapak yazısını yazarı Ömer Laçiner, büyük bir coşkuyla dolduruyordu altını. 

Kaldı ki solda da “özgürlükçü” partiler vardı artık. Bu sınıftan kaçmış özgürlükçülük HDP’den başlayarak AKP’de ve CHP’de karşılıklar buluyordu. Ufuk Uras türü solculuk için artık sahne hazırdı. 

Nurcular sivil toplum örgütü

Aslında sadece AKP’ye destek vermediler, Fethullahçıların da önemli bir destekçisi ve meşruiyet sağlama aracı oldular. Abant Toplantılarını hatırlayın. Çoğunun yolu Zaman gazetesi sıralarından geçti. Birçoğu cemaat TV’lerinin değişmez yüzüydü. Bu yüzden hapis yatanlar var aralarında. Kemal Burkay, Süleyman Soylu, Nazlı Ilıcak, İbrahim Kalın, Ufuk Uras, Etyen Mahçupyan, Hayrettin Karaman, Murat Belge, Ömer Laçiner, Altan Tan, Binnaz Toprak, Reha Çamuroğlu, Ali Babacan, Yusuf Kaplan, TÜSİAD ile MÜSİAD temsilcileri bu toplantılarda yan yana oturmuşlar, 1945’te oluşan ittifakın bileşenleri olarak boy göstermişlerdi. Cemaat artık liberalizmin çatı örgütüydü. 

AKP rejimi burjuvazinin 1940’lı yıllarda başlayan politik evriminin güncel bir çıktısıdır. 24 Ocak kararları ve Özalcı uygulamaların mantıki sonucudur AKP. İslam soslu liberalizmin, Milliyetçi Dinci yeni rejimin pratik karşılığıdır. Turgut Özal’dan Tayyip Erdoğan’a geçerken Türk İslam Sentezi dönüşmüş İslam Türk Sentezi olmuştur. 

Yani AKP de liberaller de 12 Eylül ile oluşan ekonomik-siyasal iklimin birer türevidir. 12 Eylül ruhundan kurtuluşun değil o ruhun ete kemiğe bürünüşünün sorumlularıdır. 

Haliyle liberallerin AKP’ye ve tabii 12 Eylül’e yönelttiği bütün eleştiriler dönemseldir, sahtedir. AKP’nin temelinde liberal bir harç vardır. Sol liberalizmin laik cumhuriyete yaklaşımı ile AKP’nin yaklaşımı benzerdir. AKP’nin eleştirisi liberal eleştirinin içinden çıkar, onun öz evladıdır. Püsküllü Kadir kemale ermemiş Murat Belgedir. Ama öte yandan Murat Belge eleştirisinin varacağı yer de Püsküllü Kadir tarihçiliğidir. 

Son durak: Yetmez ama evet

Liberal İslamcı işbirliğinin doruğu 2010 12 Eylül’ünde devleti bütünüyle AKP’ye devreden referandumdur. Referandumun 12 Eylül’e denk getirilmesi bu işbirliğinin bir sembolüydü. Liberaller 12 Eylül defterinin sonunda kapanacağına inanıyordu. AKP 12 Eylül tarihini seçerek liberallerin bu inancını desteklediğini göstermişti. “Yetmez ama Evet” kepazeliği işte böyle ortaya çıktı. Gerçekte yargı o referandumla AKP’ye bağlanıyordu. Bunun anlamı eski rejimin bütünüyle tasfiyesiydi. Abdurrahman Dilipak, Ali Nesin, Aydın Engin, Aydın Menderes, Ayşe Hür, Baskın Oran, Cemil İpekçi, Cengiz Çandar, Emre Belözoğlu, Eser Keskin, Fethullah Gülen, Hasan Cemal, Hilal Kaplan, Hüseyin Gülerce, Oral Çalışlar, Oya Baydar, Mustafa Destici, Yasin Topçu, Nabi Yağcı, Sırrı Sakık, Yasemin Çongar yeniden ayrı potada erimeye razı olmuştu. Taraf gazetesinden, Cemaatten, barış masasından, akil adamlardan, HDP’den, AKP’den beslenen son liberal atılımdı bu. İslamcı, sağcı, solcu, liberal, kimlikçi bir hattı bu. Cemaatte vücut bulmuyorsa AKP çatı rolünü üstlenmeye hazırdı.  

2002’de kurulan bu iğreti ortaklığı 2013 Haziran Ayaklanması dağıttı. Gerici-liberal iktidar bloğu, laik cumhuriyetçi halkın ayağa kalkmasıyla bölündü, parçalandı, dağıldı. Sol liberallerin bocalama devriydi bu. O karışıklıkta Fethullah’ın yanında saf tuttular. AKP de Ergenekon-Balyoz davalarıyla tasfiye etmek istediği ulusalcıları saldı, liberallerin boşalttığı mevzileri onlarla takviye etti. Şimdi bu güçler dağılımıyla bir ölüm kalım savaşı veriyor.

'Muhafazakȃr İnkılȃp' dedikleri gerçekte bir karşıdevrim

Birikim dergisinin “Muhafazakâr Demokrat İnkılȃp” sayısında dönemin ruhunu temsil eden bir yazı daha var. Ahmet İnsel imzalı yazının başlığı “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern Muhafazakârlık”… Yazı, “3 Kasım seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, beklenmedik biçimde, 12 Eylül rejiminden çıkış kapısını araladı” diye başlıyor. Yazının amacı, “Bu çıkışın ve dolayısıyla kapsamlı siyasal dönüşüm olanağının ne olduğunu değerlendirmek…” Takip ediyoruz: 1980’den bu yana, otoriter devlet merkezli anlayışta açılan yegâne ciddi gedik, Turgut Özal’ın ustalıkla öncülüğünü yaptığı, iktisadî plânda liberalleşme girişimiydi. Turgut Özal’ın pragmatizminde kendine en uygun ifade zeminini bulan bu muhafazakâr-liberal sentez, salt iktisadî dinamizmle toplumsal ve siyasal istikrarın/durağanlığın pekiştirilebileceğini umut ediyordu. Sonuçta, yegâne hareket alanı olan iktisat, siyaseti kendi içine çekip, onu araçsallaştırdı… Ecevit, Demirel, Baykal ve elbette Derviş, ancak “halkçı” olabilirlerdi. Erdoğan ise “halk”tı. Türkiye Cumhuriyet tarihinde sivrilmiş siyasal önderler arasında en fazla, otantik biçimde “halk” olan kişiydi. Bu açıdan bakınca, AKP’nin “önlenemez iktidar yürüyüşü”, Özal’la başlayan sürecin sahicileşmesi ve mütevazılaşması olarak ele alınabilirdi. 

Dilini ödünç aldım, özür diliyorum. Bir dönemin sonuna geliyoruz. 12 Eylül ile başlayan “sol liberal” macera dramatik sonuna yaklaşıyor. Arkasından, yaslandıkları AKP’nin de devrileceğini biliyoruz, hissediyoruz. Mahşer günü yaklaşıyor!

ORHAN GÖKDEMİR / SOL

'Dezenformasyonla mücadele'​ yasa teklifi: Basın emekçilerini hangi tehditler bekliyor? - PE İLETİŞİM EMEKÇİLERİ DAYANIŞMA AĞI / SOL-Özel

 


'Son 20 yılda AKP'nin türlü baskı ve yasaklarına basın emekçilerini bu yasayla birlikte daha zorlu bir süreç bekliyor.'

'Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi' ya da kamuoyunda bilinen adıyla 'Dezenformasyonla Mücadele Yasası', hem basın meslek örgütlerinin hem de basın emekçilerinin gündeminde.

Basın kartı aldatmacası

Toplam 40 maddelik teklifin 28 maddesinde internet gazetelerine ilişkin çeşitli düzenlemeler bulunuyor. Değişiklik, internet gazetelerinin resmi ilanlardan yaralanmaları ve çalışanlarına basın kartı edinebilme imkanı sunsa da Danıştay'ın geçen haftalarda Basın Kartı Yönetmeliği'ne ilişkin yürütmenin durdurulması yönünde aldığı kararı göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu kararla birlikte İletişim Başkanlığı, kartın kimlere verileceği ve hangi durumlarda iptal edileceğini belirleme konusunda yetkiyi eline almıştı.

Haber hakkına 'yanıltıcı bilgiyi yayma' saldırısı

Yasada 'dezenformasyonla mücadele' maksadı taşıdığı belirtilen 29. madde ise, TCK'ya 'halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma' suçunu ekliyor.

Madde, 'sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası' verilmesini öngörüyor.

Bununla beraber suçun, failin kimliğini gizli tutması ya da örgütlü bir faaliyet çerçevesinde işlendiğine kanaat getirilmesi durumunda cezanın yarı yarıya artırılacağı belirtiliyor. Söz konusu gereklere uymayan içerikleri yayımlayan internet mecralarını reklam yasağı, para cezası ve bant daraltma gibi cezai süreçler bekliyor.

Öte yandan  teklifte “dezenformasyon” ya da “asılsız bilgi” olarak işaret edilen içerikler hakkında hukuki zeminde herhangi bir değerlendirme yer almıyor. “Güvenlik” gerekçesinin ise çoğu durumda haksız davalara kapı aralandığı AKP’nin şimdiye dek basın emekçilerine öğrettiklerinin başında yer alıyor.

Yani iktidarın işine gelmeyen tüm haberler, bu çuvalın içine atılabilecek, bu sayede hem halkın haber alma hakkına saldırı düzenlenecek hem de gazetecilerin haber yaparken başlarının üzerinde her zaman bir dava sopası gezdirilecek.

Teklif, 'ismini belirtmek istemeyen kaynaklar' ile yapılan habercilik faaliyetini engelliyor. 29. maddede yer bulan "failin kimliğini gizli tutması" durumunda cezanın artırılacağı yönündeki tehdit, haber mecralarına anonim kalmak koşuluyla görüş belirtmesine veya bilgi vermesine engel oluyor.

Bu nedenle gazetecilik faaliyetinin ciddi ölçüde kısıtlanacağı görülüyor. İktidar ise durumu "İsmini vermeyen kaynağım diyerek her türlü iddiada bulunuluyor, bu doğru değil" gerekçesiyle açıklıyor.

Son 20 yılda AKP'nin türlü baskı ve yasaklarına basın emekçilerini bu yasayla birlikte daha zorlu bir süreç bekliyor.

Bu nedenle gazetecilerin ve halkın haber hakkına sahip çıkıp mücadeleyi büyütmesinden başka bir çıkış yolu görünmüyor.

                                                            /././

'Sansür yasasına karşı tüm basın emekçilerini örgütlenmeye çağırıyoruz'-SOL /Söyleşi

'Saldırı karşısında sessiz kalınması, tüm medyanın icazetli gazetecilerin ısmarlama haberleriyle dolması anlamına da geliyor. Biz kamuya karşı sorumluluğumuzun bilincindeyiz.'

AKP ve MHP’nin "dezenformasyon yasası" adı altında Meclis'e sunduğu sansür yasası Yargıtay'ın "muğlak" ve "yüzde 99 basını ilgilendiriyor” uyarısına ve basın emekçilerinin tüm itirazlarına rağmen AKP-MHP oy çokluğuyla Adalet Komisyonu’ndan geçti.

Patronların Ensesindeyiz İletişim Emekçileri Dayanışma Ağı, AKP ve MHP’nin  hazırladığı istibdat dönemi uygulamalarını aratmayan 40 maddelik sansür yasasının TBMM Adalet Komisyonu’ndan geçmesine ilişkin soL’un sorularını yanıtladı.

Patronların Ensesindeyiz İletişim Emekçileri Dayanışma Ağı'ndan Ayçin Özoktay, yasanın kabulüne ilişkin  “Bu saldırı karşısında sessiz kalınması, medyanın icazetli gazetecilerin ısmarlama haberleriyle dolması anlamına geliyor” açıklamasını yaptı.

'Bu yasa, ifade hürriyetimize ve bilgi alma hakkımıza doğrudan bir saldırı teşkil ediyor'

AKP'nin sansür yasası dün akşam TBMM Adalet Komisyonu'ndan geçti.  Basın meslek örgütleri tehlikeyi duyurmaya çalıştı ancak bu kamuoyunda pek yankı bulamadı. Siz ne düşünüyorsunıuz? Bu yasanın doğurduğu tehlikeler neler?

Bu yasa, AKP'nin alışıldık torba yasalarıyla aynı mantıkta, tepeleme doldurma biçimiyle hazırlandı. Biz uzun süredir torba yasalarla, bir gecede geçirilen kanunlarla ülkenin ranta açıldığını, talan edildiğini, özgürlüklerimizin kısıtlandığını biliyoruz.

Bununla birlikte TBMM yasa tekliflerinin hazırlığında ve incelenme sürecinde ilgili meslek örgütlerine ve uzmanların görüşlerine başvurabilir. Bu Meclis İçtüzüğü’nde yazıyor. Ancak bu yasanın hazırlanış aşamasında herhangi bir meslek örgütünün görüşüne başvurulmadı. Zorlukla basın örgütleri komisyona katıldılar ancak burada da sözleri kesildi, görüşleri dikkate alınmadı.

Bu yasanın hazırlanma süreci bile önümüzdeki günlerin neler getireceğine işaret ediyor. Bu yasa, ifade hürriyetimize ve bilgi alma hakkımıza doğrudan bir saldırı teşkil ediyor.

Gazetecilere hapis cezası tehdidi

Yasa sansür ve baskıyı ne şekilde tahkim edecek?

Bu yasa ile soyut kavramlardan yola çıkarak suç üretiliyor. Yasayla birlikte 'halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma' suçu icat edilmiş oldu. Fakat içeriğe bakılacak olursa 'dezenformasyon' ya da 'yanıltıcı bilginin' ne olup olmadığı konusunda net bir tanımlamanın olmadığı görüyoruz.

Yasayla 'Dezenformasyon' suçunun cezası 1 yıldan 3 yıla kadar hapis ve bu ceza, 'failin kimliğini gizli tutması' durumunda, yani ismini belirtmek istemeyen kaynaklarla yürütülen habercilik faaliyetinde yarı yarıya artıyor.

'Alaturka Propaganda Bakanlığı...'

Bu yasa duyurulurken, internet basınında çalışan gazetecilere basın kartı 'müjdesi' de verildi. Yeni basın kartı düzenlemeleri hakkında düşünceleriniz neler?

Yasanın internet mecralarına basın kartı sunma vaadi bir ödül değil. Danıştay'ın Basın Kartı Yönetmeliği'ne ilişkin yürütmenin durdurulması kararını iptal ettiğine geçen ay şahit olmuştuk. Alaturka Propaganda Bakanlığı denilebilecek İletişim Başkanlığı, zaten basın kartının kime, hangi koşullarda verileceğini ya da hangi durumda iptal edileceği konusundaki yetkiyi elinde tutuyor.

Dolayısıyla biz gazetecilerin ağzına bir parmak bal çalmayı kabul etmiyoruz. Tehdidin sürekli arttığı, gazeteciliğin bütünüyle iktidarın tekeline sokulmaya çalışıldığı ve ifade hürriyetinin iğdiş edildiği karanlık bir dönemdeyiz. Bu yasa teklifi baskı karşısında sessiz kaldıkça geriye sadece ısmarlama iş yapan habercilerin kalacağını anlatıyor. Bu basın kartı düzenlemesini de buradan bağımsız görmüyoruz.

'Ve elbette tüm basın emekçilerini örgütlenmeye çağırıyoruz'

İletişim Emekçileri Dayanışma Ağı ne talep ediyor?

Çağrılarımızda da sürekli dile getirdiğimiz gibi, bu ayıptan derhal dönülmesi gerektiğini söylüyoruz. Ayrıca tüm basın emekçileri ve habercilik faaliyeti üzerindeki ağır baskının derhal sonlandırılmasını talep ediyoruz. Son 20 yılda ifade hürriyeti zaten yeterince yara aldı. Ve elbette tüm basın emekçilerini örgütlenmeye çağırıyoruz. Bu saldırı karşısında sessiz kalınması, tüm medyanın icazetli gazetecilerin ısmarlama haberleriyle dolması anlamına da geliyor. Biz kamuya karşı sorumluluğumuzun bilincindeyiz. Mesleğimizi yapmaya, kamuyu bilgilendirmeye devam edeceğiz. İstibdat artıkları bizi hiçbir zaman durduramadı, durduramayacak.

Biz zaten oldukça zorlu koşullarda mesleğini sürdüren basın emekçilerine aba altından sopa gösterilmesine karşı ses çıkarılmasını istiyoruz. İşini layıkıyla yaptığı için tehdit edilen tüm basın emekçilerini bir araya gelmeye çağırıyoruz.

                                                                    /././

Gazetecilere sansür ve hukuk sopası: 'Dezenformasyonla mücadele'​ yasa teklifinde neler var? (PATRONLARIN ENSESİNDEYİZ - İLETİŞİM EMEKÇİLERİ DAYANIŞMA AĞI-SOL)

Son yıllarda internet yayınlarının basılı yayınlardan çok daha fazla rağbet gördüğü biliniyor. AKP-MHP iktidarı, bu meseleye neşter atma gayreti içine girdi.

AKP ve MHP, uzun süredir tartışma konusu olan ve kamuoyunda "sosyal medya yasası" olarak anılan "Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi"ni TBMM Başkanlığı'na sundu.

Yasadaki maddeler, sansürün kapsamını genişletmekle kalmayıp mesleğini çok sayıda hakkından mahrum şekilde sürdüren internet gazetecilerini de hukuk sopasıyla tehdit ediyor.

Son yıllarda internet yayınlarının basılı yayınlardan çok daha fazla rağbet gördüğü biliniyor. Dolayısıyla AKP-MHP iktidarı, bu meseleye neşter atma gayreti içine girdi.

Yasanın maddeleri neler?

Yasa teklifinin toplam 40 maddesi bulunuyor ve 28 maddesinde internet gazetelerine ilişkin çeşitli düzenlemeler yer alıyor. Değişiklik, internet gazetelerinin resmi ilanlardan yararlanmaları ve çalışanlarına basın kartı edinebilme imkânı sunsa da Danıştay'ın geçen haftalarda Basın Kartı Yönetmeliği'ne ilişkin yürütmenin durdurulması yönünde aldığı kararı göz önünde bulundurmak gerekiyor. Çünkü bu kararla birlikte İletişim Başkanlığı, kartın kimlere verileceği ve hangi durumlarda iptal edileceğini belirleme konusunda yetkiyi eline almıştı.

Yasada "dezenformasyonla mücadele" maksadı taşıdığı belirtilen 29. madde ise apayrı bir tartışma konusu. TCK'ya "halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçunu ekleyecek olan bu maddeyle "makbul" yayınlar yapmayan internet mecralarının hukuk sopasıyla tehdit edildiği görülüyor. 

Anaakım medyanın her gün yeniden inşa ettiği faşist, patron övücü, cinsiyetçi söylemleri ve haberlerine RTÜK denilen sansür kurumu tarafından tek bir ceza dahi yazılmazken "dezenformasyonla mücadele" iddiası kime uygulanacak? Aşikardır ki AKP iktidarının yasa teklifi bağımsız gazetecilerin ve muhalif yayın yapan haber sitelerinin sesini kapatmaktan başka bir amaca hizmet etmeyecektir.

Madde, "sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası" verileceği tehdidinde bulunuyor.

Diğer yandan suçun, failin kimliğini gizli tutması ya da örgütlü bir faaliyet çerçevesinde işlendiğine kanaat getirilmesi durumunda cezanın yarı yarıya artırılacağı belirtiliyor.

'Basın emekçileri sansürlere biat etmeyecek'

AKP'nin medyayı tam teşekküllü bir şekilde kuşattığı ve baskıladığı bir ortamda, bu hükümlerin direkt olarak sansüre kapı araladığı fark ediliyor. Halkın içinde bulunduğu ekonomik kriz, işsizlik ve emek sömürüsünün had safhada olduğu ortadayken, basını seçim öncesinde nefes alamaz duruma getirmeye, halkı gerçek krizlerden ve sorunlardan "dünya bizi kıskanıyor, eğitimde uçuyoruz, gözlerimizde ışıltılar" gibi birçok "haberle" uzaklaştırma eğilimlerini sürdürmeye devam edecekler. Gazeteciler, emekçilerin ve halkın içinde yaşadığı sorunları yoktan var etmedikleri gibi çarşı, pazarda yaşanan krizi halkın bizzat okumasına gerek kalmayıp yaşadığının farkındalar. Bu krizin, gündemi değiştirmek için yazılan haberlerle örtbas edilmesine karşı çıkılmalıdır. Basın emekçileri halkın haber alma özgürlüğünü de kendi mesleki etik ilkeleri için de bu "yasaya" ve sansürlere biat etmeyeceklerdir. 

'İsmini belirtmek istemeyen kaynak'larla yapılan habercilik faaliyeti hedefte

Yasanın bir diğer dikkat çeken maddesi ise, "ismini belirtmek istemeyen kaynaklar" ile yapılan habercilik faaliyeti oldu. 29. maddede yer bulan "failin kimliğini gizli tutması" durumunda cezanın artırılacağı yönündeki tehdit, haber mecralarına anonim kalmak koşuluyla görüş bildirilmesine engel oluyor.

Dolayısıyla gazetecilik faaliyetinin ciddi yaralar alacağı bir sürecin yürürlüğe konulacağı anlaşılıyor. AKP tarafı ise durumu "İsmini vermeyen kaynağım diyerek her türlü iddiada bulunuluyor, bu doğru değil" şeklinde açıklıyor.

Yasa teklifinde şu ifadeler yer alıyor:

"Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli olacak şekilde alenen yaymak suç olarak düzenlenmektedir. Fiilin, 'kamu barışını bozmaya' elverişli olması aranarak, bu suçun somut tehlike suçu olduğu vurgulanmıştır. Bunun yanı sıra 'dezenformasyon' olarak nitelendirilen bu fiillerin, kişilerin bireysel kanaatlerini açıklama veya haber verme haklarıyla karıştırılmaması için fiilin, halk arasında endişe, korku veya panik yaratma saikiyle gerçekleştirilmesi ilave bir unsur olarak aranmaktadır. Belirtmek gerekir ki, dezenformasyona konu içerik, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili doğrudan asılsız bir bilgi olabileceği gibi tahrif edilmiş bir bilgi de olabilecektir. Kamu barışına yönelik suçlar kapsamında ihdas edilen bu suçun, bölümde yer alan diğer suçlardan daha farklı bir alanı düzenlediğinde şüphe bulunmamaktadır. Ayrıca suçun, failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hali, cezada artırım sebebi olarak öngörülmektedir."

Hukuki süreçlerde keyfiyet AKP'nin alamet-i farikalarından biri ve bu düzenlemeyle son 20 yılda akıl dışı baskı ve kısıtlamalarla karşı karşıya kalan basın emekçilerini çok daha zor bir süreç bekleyecek.

Patronların Ensesindeyiz Ağı’na aşağıdaki e-posta ve sosyal medya hesapları üzerinden ya da 0541 940 0514 numaralı telefondan ulaşılabilir:

Facebook: https://www.facebook.com/patronlarinensesindeyiz

Twitter: https://twitter.com/pensendeyiz

E-posta: iletisim@patronlarinensesindeyiz.org

Açık öğretimin yolu tarikatlara çıktı! - Sultan Uçar / SÖZCÜ

 MEB’in 5. sınıfta devam zorunluluğunu kaldırması, 10 yaşında zorunlu eğitim çağında 312 bin 777 çocuğu tarikatlara itti. İlkokul 4. sınıftan bu yıl mezun olan 5.4 milyon öğrenciden, 140 bin 834’ü ortaokula hiç kayıt yaptırmadı.


MEB 2021-2022 yılı istatistikleri, 284 sayfalık bir raporda yayınlandı. Örgün eğitimde öğrenci sayısı, 19 milyon 155 bin 571 olarak gösterildi. Oysa, aynı raporda 916 bin 203'ü erkek, 821 bin 995'i kız 1 milyon 738 bin öğrencinin açık öğretime gittiği de yer aldı. Örgün eğitimde 5 milyon 433 bin 901'i ilkokul, 5 milyon 293 bin 67'si ortaokul ve 6 milyon 543 bin 599'u ortaöğretim olmak üzere toplam 17 milyon 417 bin 373 kayıtlı öğrenci var.

OKUL TERKİ ARTTI

Bakanlık net okullaşma oranını ilkokulda yüzde 95.8, ortaokulda yüzde 95.4, ortaöğretimde yüzde 89.6 olarak raporladı. Zorunlu eğitim çağındaki her 100 çocuktan 4.2'si ilkokula hiç gitmiyor. İlkokula başlayan her 100 öğrenciden 4.6'sı ortaokula devam etmezken, ortaokulu bitiren her 100 öğrenciden 10.4'ü de lisede ortadan kayboluyor.

Açık öğretim ortaokulunda kayıtlı öğrenci sayısı 1 yılda 31 bin 109 öğrenci birden artarak, 128 bin 433'den, 171 bin 943'e çıktı. Ortaokula hiç kayıt olmayan 140 bin 834 öğrenci ve açık ortaokuldaki 171 bin 943 öğrenciyle birlikte, ortaokulda 10-14 yaş arasındaki 312 bin 777 öğrenci, okul dışına itildi.

TARİKATA GİTTİLER

5. sınıfa devam etmeyen öğrenci verisi raporda yine gizlendi. Oysa, resmi rakamlar ilkokuldan sonra 140 bin 834 öğrencinin, zorunlu eğitim çağında olmasına rağmen ortaokula hiç gitmediğini gösteriyor. Bir de 5. sınıfa kayıtlı olup, ‘hafızlık eğitimi' adı altında dini eğitim gerekçesiyle 6. sınıfa geçirilen öğrenciler var.

    Hafızlık kursuna gidenler okulda yok yazılmıyor

Açık öğretimde öğrenci sayısı 69 il nüfusunu geride bıraktı!

MEB 2021-2022 yılı eğitim raporlarını karşılaştıran Uzman Eğitimci Alaaddin Dinçer: “Açık öğretimde öğrenci sayısı yüzde 9.96 artışla, 1 milyon 738 bine çıkarak, 69 il nüfusunu geride bıraktı. Açık ortaokuldaki öğrenci sayısı 1 yılda yüzde 33.8 arttı. 10-14 yaş arası ortaokul öğrencileri, açık ortaokulla okul dışına itildi. İHO'larda son 4 yılda öğrenci sayısı 51 bin 531 azalırken, 57 yeni okul yapıldı. İHL'lerde öğrenci sayısı son 1 yılda 53 bin 757 düşse de, 1 yılda 21 yeni İHL yapıldı. Sınıf başına İHL'lerde 14, İHO'larda 27, genel ortaokullarda 35 ve Anadolu liselerinde 32 öğrenci düşüyor. İmam hatiplerde öğrenci sayısı düşerken, okul sayısı artışı çok manidar. Son 5 yıl öğrenci bursları temel eğitimde yüzde 10.4, mesleki teknik ortaöğretimde yüzde 9.9 düşerken, genel ortaöğretimde yüzde 45.4 ve din ortaöğretiminde yüzde 75.6 oranında artıyor. Bakanlık, öğrencilere burs verirken bile ayrımcılık yapıyor.”

OKUL YOLU DÜZ GİTMEDİ

MEB 2022 verilerinde net okullaşma:

■ 3-5 yaş grubu yüzde 44.7

■ 4-5 yaş grubu yüzde 56.7

■ 5 yaş grubu yüzde 83.4

■ 6-9 yaş grubu yüzde 98.4

■ 10-13 yaş grubu yüzde 98.3

■ 14-17 yaş grubu yüzde 92

Sultan Uçar / SÖZCÜ