9 Ekim 2022 Pazar

59. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde ödüller sahiplerini buldu

 


59. Altın Portakal Film Festivali'nde kazananlar belli oldu. En İyi Film Ödülü Özcan Alper'in "Karanlık Gece" filmine verilirken, Emin Alper imzalı "Kurak Günler" de geceden 9 ödülle ayrıldı.

BAŞKAN BÖCEK: SANATLA İYİLEŞTİK, ÇOĞALDIK

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, yaptığı konuşmada, geleneksel kortejle başlayan festivalin coşkusunun kentten ülkeye yayıldığını söyledi. Sanatçılarla, yurt içinden ve yurt dışından gelen yüzlerce konukla güzel bir hafta geçirdiklerinin vurgulayan Böcek, şunları kaydetti: "Sokaklarda buluştuk, salonları sinema aşkıyla doldurduk. Sanatla iyileştik, çoğaldık. Sevgiyle kucaklaştık. İyi ki varsın Altın Portakal, iyi ki varsın sinema. Yaşadığımız her gün, aldığımız kararların ne kadar doğru olduğunu gördük. Çünkü Türk sineması olmadan, sanatçılarımız olmadan Altın Portakal olamaz. O kendi değerleriyle güzeldir, kendi değerleriyle anlamlı. Onun için bir tarihtir, yaşı yarım asrı geçen bir çınardır. O özüyle bir dünya markasıdır. Ülkemizin uluslararası alandaki gurur kaynağıdır." Böcek, sanata değer katan tüm sanatçılara ve festivale sahip çıkan sinemaseverlere, festival ekibine teşekkür etti.

59'uncusu düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin kapanış ve ödül töreni gerçekleştirildi. Törende Uzun Metraj Ulusal Film Yarışması Cahide Sonku Ödülü” Çiğdem Mater’e verildi. Mater’in ödülünü Kurak Günler film ekibi aldı. FOTO: AA

ÇİĞDEM MATER CEZAEVİNDEN MESAJ GÖNDERDİ Cahide Sonku Ödülü’nü ise ‘Kurak Günler’ filminin yapımcısı Çiğdem Mater aldı. Gezi davasından tutuklu bulunan Mater Bakırköy Cezaevi’nden mesaj gönderdi. Mater mesajında şu ifadeleri kullandı: “Kurak Günler’e emeği geçen kadınlar bu ödül hepimize. Kamera önünde ve arkasında emek veren tüm kız kardeşlerim iyi ki vardınız, İyi ki varsınız. İyi ki hep birlikte filmler yapıyoruz ya da bazen yapamıyoruz. Ve sevgili Cahide Sonku çok teşekkürler. Rol ezberliyorum diyerek cumhurbaşkanına gitmeyi reddettiğin için, seni ayağına çağıran milletvekillerini ben Cahide Sonku’yum diye terslediğin için, kimseye eyvallahın olmadığı için yolun yolumuzdur.”

                        Erol Babaoğlu

EROL BABAOĞLU: ÖDÜLÜ MÜCELLA YAPICI VE TÜM GEZİ TUTSAKLARIYLA PAYLAŞIYORUM  
En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’nü alan Erol Babaoğlu, filmin hikayesinin “iyileşmemiz kurtulmamız gereken zihniyeti” gösterdiğini ifade ederek şöyle konuştu: *O yüzden bu ödülü bu zihniyete karşı mücadele veren herkesle paylaşmak istiyorum. Erkeklik komplekslerini, güçle ve sömürüyle bastırmaya çalışanlardan ve savaş çığırtkanlarından kurtulabilmemiz, çakallar sofrasından kalkabilmemiz için ağır uykulardan uyanmamız, utanmayı, vicdanı hatırlayarak adil ve çok sesli bir dünyayı kurabilmemiz için mücadele eden, üreten, varlığını ortaya koyan herkesle bu ödülü paylaşmak istiyorum. *Özellikle kadınlarla… İran'da özgürlük çığlıklarıyla sokakları dolduran, canlarını ortaya koyan, tarih yazan kadınlarla… Son olarak kent, kültür ve ekoloji mücadelelerinde her zaman en ön saflarda yer almış, ekmek kadar temiz, su gibi aydın Mücella Yapıcı ve tüm Gezi tutsaklarıyla paylaşıyorum. Özgürlük için mücadeleye devam.

    En İyi Yönetmen Ödülünü Emin Alper aldı/AA

EMİN ALPER: UTANIYORUM En İyi Yönetmen Ödülü’nü alan Emin Alper şöyle konuştu: *Bu ödülü Şerif Gönen’den almak çok büyük bir onur. Her şeyden önce jüri üyelerine çok teşekkür ediyorum. Çiğdem’den bahsedecektim ama o kendi adına konuştu. Benim yönetmem olmamda Boğaziçi Üniversitesi’nin büyük bir katkısı vardır. Ülkesinin en güzide eğitim kurumunu ele geçirilecek bir kale olarak gören zorba bir zihniyetin saldırısı altında. Utanıyorum. *Bu ülkenin bu nadide kurumuna yapılan saldırıdan gerçekten utanıyorum. Ama Boğaziçi Üniversitesi direniyor. Kazanacak. Sadece Boğaziçi Üniversitesi değil, zorbalığa karşı direnen herkes kazanacak. *Gezi direnişçileri kazanacak. Hemen yanı başımızda diktatöre karşı direnen Ukrayna halkı kazanacak. Zalim mollalara direnen kadınlar kazanacak. Bütün bu direnişçiler tiranlara zorbalara şunları söylüyor: Kazanamayacaksınız. Tarih sizin yanınızda değil. Yıllar sonra hatıranızın önünde eğilecek kimseyi bulamayacaksınız.

Kazanan isimler ve yapımlar şöyle:

ULUSAL UZUN METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Film: Karanlık Gece (Yönetmen: Özcan Alper)

Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü: Ayna Ayna (Belmin Söylemez)

Behlül Dal En İyi İlk Film Ödülü: Kar ve Ayı (Yönetmen: Selcen Ergun)

En İyi Yönetmen: Emin Alper / Kurak Günler

Cahide Sonku Ödülü: Çiğdem Mater / Kurak Günler


En İyi Senaryo: Özcan Alper, Murat Uyurkulak / Karanlık Gece

En İyi Kadın Oyuncu: Merve Dizdar / Kar ve Ayı

En İyi Erkek Oyuncu: Selahattin Paşalı / Kurak Günler ve Cem Yiğit Üzümoğlu / LCV (Lütfen Cevap Veriniz)

En İyi Görüntü Yönetmeni: Christos Karamanis / Kurak Günler

En İyi Kurgu: Özcan Vardar, Eytan İpeker / Kurak Günler

En İyi Sanat Yönetmeni: Meral Efe Yurtseven, Yunus Emre Yurtseven / İguana Tokyo

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Laçin Ceylan / Ayna Ayna 

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Erol Babaoğlu / Kurak Günler

En İyi Müzik: Kurak Günler / Stefan Will

SİYAD En İyi Film Ödülü: Kurak Günler (Yönetmen: Emin Alper)

Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü: Emin Alper / Kurak Günler

ULUSLARARASI UZUN METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Film: Ziyaretçi (Yönetmen: Martín Boulocq)

Jüri Özel Ödülü: Valeria Evleniyor (Yönetmen: Michal Vinik)

En İyi Yönetmen: Damian Kocur / Ekmek ve Tuz

En İyi Kadın Oyuncu: Marina Foïs / Canavarlar

 En İyi Erkek Oyuncu: Pejman Jamshidi / Mahkeme 

 ULUSAL BELGESEL FİLM YARIŞMASI

En İyi Belgesel Film: Kim Mihri (Yönetmen: Berna Gençalp)

 Belgesel Film Jüri Özel Ödülü: Düet (Yönetmen: Ekin İlkbağ & idil Akkuş)

 ULUSAL KISA METRAJ FİLM YARIŞMASI

En İyi Kısa Film:  Ben Tek Siz Hepiniz (Yönetmen: Barış Kefeli & Nükhet Taneri)

Kısa Film Jüri Özel Ödülü: Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada (Yönetmen: Özgürcan Uzunyaşa)

8 Ekim 2022 Cumartesi

Osmanlı'dan AKP'ye: Liberalizmin sürekliliği - Fatih Yaşlı / Dayanışma Forumu-SOL

 


Bu yazı Dayanışma Forumu'nun Eylül 2022 sayısında yayınlanmıştır.

“Şeytanın en büyük hilesi bizi var olmadığına inandırmasıdır” diye bir laf vardır. Bunu Türkiyeli liberallere uyarlayarak şöyle diyebiliriz: “Liberallerin en büyük hilesi, bizi liberalizmin Türkiye’de köksüz ve zayıf bir ideoloji olduğuna inandırmalarıdır.” 

Kuşkusuz Türkiye’de saf/pür haliyle bir siyasal ideoloji ve akım olarak liberalizmin kitlesel bir tabanı, etkili düşünürleri ya da güçlü siyasi partileri olduğundan söz etmek mümkün değildir. Ancak bu “liberalizmin köksüzlüğü ve zayıflığı” iddiasını kanıtlamak için yeterli değildir; liberalizm bir perspektif, bir tavır, bir metodoloji, bir yaklaşım biçimi” vs. gibi çeşitli kılıklarda Türkiye’deki bütün siyasal ideolojilerin/akımların içerisinde kendisini gösterebilmekte ve var edebilmektedir. 

Osmanlı-Türkiye modernleşme/kapitalistleşme sürecinin her kritik uğrağında liberalizm etkili bir akım olmuş ve bu etkiyle orantılı bir şekilde siyasete yön verebilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı’dan günümüze Türkiye’nin siyasal hayatına bakarken, liberalizmin gücü ve etkisinin asla küçümsenmemesi ve yerli yerine oturtulması gerekmektedir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e 

Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin daha henüz başlarında, II. Mahmut döneminde, devleti modernleştirme çabalarına iktisadi liberalizmin eşlik ettiğini, bu dönemde İngiltere ile bir serbest ticaret anlaşması olan Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın (1838) imzalandığını, dönemin en etkili reformcu isimlerinin, örneğin Mustafa Reşit Paşa, Fuat Paşa ve Ali Paşa’ların mülkiyet hakkından ve serbest piyasa ekonomisinden söz ettiklerini görürüz. Tanzimat Fermanı’nın kendisi de diğer hükümleriyle birlikte ama en çok da özel mülkiyeti devlet karşısında güvence altına almaya çalışan bir girişim olması itibariyle liberal bir karakter taşımaktadır. 

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki modern ilk muhalif hareket olan Genç Osmanlılar’ın/Jön Türkler’in temel talepleri çok net bir şekilde liberal bir içerik taşır. Jön Türkler, dönemin anayasacılık hareketlerine uygun bir şekilde padişahın yetkilerini kısıtlamayı ve bunun için de bir meşruti monarşi tesis etmeyi hedeflemişlerdir. Bir anayasa hazırlanması ve bir parlamento açılması Jön Türkler’in siyasi fikirlerinin temelinde yer alır ve bunu Mithat Paşa’nın öncülüğünde 1876’da başarmışlardır. Ancak çok kısa süre sonra, 1878’de, II. Abdülhamid Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek anayasayı askıya alacak ve parlamentoyu da tatile gönderecektir.

İkinci kuşak Jön Türkler’in, yani İttihat ve Terakki’yi oluşturacak kadroların otuz yıl boyunca verecekleri mücadelenin temelinde Abdülhamid istibdadına karşı anayasanın yeniden ilan edilmesi ve parlamentonun yeniden açılması vardır. Bu mücadele 1908’de başarıya ulaşmış, meşrutiyet bir kez daha ilan edilmiştir. Ancak II. Meşrutiyet kavramı 1908’i anlamak için yeterli değildir. 1908, Türkiye’nin burjuva devriminin ilk aşamasıdır, ikinci aşama ise 1923 olacaktır. Bir süreç olarak burjuva devrimleri, feodal üretim ilişkilerinin ve ondan kaynaklı tahakküm ilişkilerinin yerini kapitalizmin almasını, aristokrasinin egemen sınıf olma karakterini yitirip yerini burjuvaziye bırakmasını, kişiselleşmiş yönetimden hukuk ve modern bürokrasiye geçişi ve anayasalı bir yönetimi anlatır. Sürece damgasını vuran ideoloji de burjuvazinin dünya görüşü olarak elbette ki liberalizmdir. 

Günümüzde yapılan tartışmalarda, İttihat ve Terakki basitçe devletçilik, merkeziyetçilik ve milliyetçilikle özdeşleştirilmekte, İttihatçıların tarihsel ve özsel olarak anti-liberal bir pozisyonda yer aldıkları iddia edilmektedir. Oysa bu doğru değildir; İttihat ve Terakki’nin hiçbir zaman tek bir ideolojik pozisyonu olmadığı gibi, İttihatçılar da farklı siyasal ideolojilerin taşıyıcılığını üstlenmişlerdir.

1902’deki Osmanlı Hürriyetperveran Kongresi, yani Osmanlı Liberalleri Kongresi, İttihatçıların ilk kongresidir ve bu kongreden bir ayrışma çıkacaktır. Bir tarafta Osmanlı liberalizminin ve âdem-i merkeziyetçiliğinin kurucu ismi Prens Sabahattin ve onun taraftarları, diğer tarafta ise Japonya benzeri daha kapalı bir ekonomi modelini savunan Ahmet Rıza taraftarları vardır. Kongrenin sonunda bir bölünme yaşanacak ve Prens Sabahattin kendi örgütünü kurmak için ayrılırken, İttihat ve Terakki Ahmet Rıza çizgisinde yoluna devam edecektir.

Ancak bu, İttihatçıların liberal olmayan, merkezinde devletin bulunduğu, kalkınmacı ve sanayileşmeci kapalı bir ekonomi modelini benimsedikleri anlamına gelmez. Daha uzun yıllar liberalizmin ilkeleri ve serbest ticaret adeta bir amentü gibi kabul edilecektir. Öyle ki İttihat ve Terakki’nin iktisadi fikirlerinin belirleyicisi en ünlü Osmanlı liberallerinden Cavit Bey olacak ve Cavit Bey, çeşitli defalar maliye bakanlığı görevini üstlenerek Osmanlı ekonomisini yönetecektir.

İttihat ve Terakki içerisinde anti-liberal bir tutumun ortaya çıkışı için ise ancak 1. Dünya Savaşı’nı beklemek gerekecektir. Bir yandan savaş koşullarıyla, bir yandan Parvus Efendi’nin Marksist perspektifli yazılarıyla ama özellikle Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi milliyetçi isimlerin Almanya’daki milli iktisat modelini örnek almalarıyla birlikte ulusal burjuvazi/ulusal pazar yaratma fikri ortaya çıkacak ve Osmanlı’nın kapalı bir ekonomi modeliyle kalkınabileceği yönündeki görüş giderek güçlenecektir. Hatta savaş fırsat bilinerek kapitülasyonlar yüzyıllar sonra nihayet kaldırılacaktır. Ama her şey için çok geçtir artık; çünkü Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmıştır ve hızlı bir şekilde işgal edilecektir.

Cumhuriyet’in ilanından 12 Eylül’e 

Milli Mücadele’nin söylemi kaçınılmaz olarak anti-emperyalizm üzerine kurulmuştu. Sovyetler Birliği’nin desteği ve İngiltere’ye karşı mücadele zaman zaman anti-kapitalist bir retoriği de devreye sokuyordu ama Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere Milli Mücadele’yi yöneten kadrolar birer burjuva devrimcisi olarak yüzlerini Batıya dönmüş durumdaydılar. Bağımsız bir ulus-devlet kurmak istemekle birlikte sosyalizme dair bir perspektifleri yoktu ve bunu da açıkça deklare ettiler. Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken toplanan İzmir İktisat Kongresi rotanın kapitalizm olduğunu ve liberal ekonominin temel ilkelerine de herhangi bir itirazın söz konusu olmadığını gösteriyordu.

Zaten 1929 krizine kadar yeni Cumhuriyet büyük ölçüde liberal bir ekonomi anlayışıyla yönetildi. Devletin ekonomiye müdahalesi son derece azdı, korumacı politikalara başvurulmuyordu, serbest ticaret ilkeleri geçerliydi, planlı bir kalkınma modelinden söz etmek mümkün değildi. Bunların hepsi ancak dünya kapitalizmi büyük bir krize girdiğinde ve geride kalan yıllarda sadece özel sektör aracılığıyla sermaye birikimini sağlamanın mümkün olmadığı görülünce söz konusu oldu. Şimdi devlet kolektif bir kapitalist gibi davranacak ve devletçilik aracılığıyla sermaye birikiminin ana aktörü olacak, böylece ulusal bir kapitalizmi ve ulusal sermayeyi yaratacaktı. 

Bu dönem devletçilik olarak adlandırılan ve ilk sanayi planının da yapıldığı bir dönemdir ama bu dönemi de homojen bir bütün olarak ele almamız mümkün değildir. Örneğin İsmet İnönü’nün temsil ettiği daha devletçi kanatla Celal Bayar’ın temsil ettiği liberal kanat arasında dönem boyunca güç mücadeleleri devam etmiş, Bayarcılar hem devletçiliği sınırlandırmaya çalışmış hem de devletçi politikaların asıl kazananının sermaye olması için çok sayıda düzenleme yapmışlardır. 1946’ya gelinip Soğuk Savaş başladığında ve emperyalizmle antikomünizm üzerinden yeni bir entegrasyon gündeme geldiğinde ise devletçilikten vazgeçilecek ve dümen bir kez daha liberalizme kırılacaktır.

Sanayileşmeyi ve kalkınmayı hedefleyen, bunun için de devletin ekonomiye müdahalesini ve planlamayı öngören bir anlayıştan, ABD’nin uluslararası işbölümü içerisinde Türkiye gibi ülkeler için belirlediği hammadde ihracatçısı ülke modeline geçişin miladı 1946’dır. ABD emperyalizminin dümen suyuna girişle birlikte görece bağımsızlıkçı ekonomi anlayışı terk edilecek ve bunun yerini serbest ticarete, borçlanmaya, hammadde ihracı ve mamul ürün ithalatına dayalı liberal bir ekonomi modeli alacaktır. 1946’da başlayan bu süreç Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesiyle derinleşecek, her ne kadar 50’lerin ikinci yarısından itibaren kriz nedeniyle liberalizmi sınırlayacak adımlar atılsa da devletçi/kalkınmacı/sanayileşmeci modele 27 Mayıs’a kadar dönüş söz konusu olmayacaktır. 

Geçerken not edelim, Türkiye’de liberalizmin sadece ekonomik değil siyasal olarak güçlü bir damarı olduğuna dair örneklerden biri dönemin sol aydınlarının önemlice bir bölümünün çok partili hayata geçiş sürecinde Demokrat Parti’ye yanaşması ve “aşamalı” perspektife uygun bir şekilde, demokratikleşme adına DP’yle tek parti iktidarına karşı bir ittifak yapmalarıdır. Tek parti iktidarının sola karşı izlediği politikalar açıktır elbette ama müttefik olarak görülen DP’nin iktidar olur olmaz Türkiye tarihinin en antikomünist politikalarına başvurması da ders çıkarılması gereken bir hadise olarak karşımızda durmaktadır. 

Kalkınmacılığın, ulusal kurtuluş savaşlarının, üçüncü dünyacılığın, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmasının, büyük öğrenci ve işçi hareketlerinin damgasını vurduğu ve “ağaçların bile sola doğru eğildiği” 60’larda Türkiye’de liberalizmin en zayıf dönemini yaşadığı düşünülebilir. Bu bir yanıyla doğrudur ama öte yandan özellikle düşünce dünyamızda bunun böyle olmadığını görebiliriz. Türkiye’yi emek-sermaye değil ceberut devlet-toplum dikotomisi üzerinden okuyan “özgücü” görüşler bu dönemde şekillenmiştir. İdris Küçükömer’in “düzenin yabancılaşması” ve Kemal Tahir’in “kerim devlet” tezlerinde ifadesini bulan “sınıfsızlık” okumaları bu döneme aittir. Asya Tipi Üretim Tarzı ya da merkez-çevre tartışmaları da yine bu dönemde karşımıza çıkar ve hepsinin ortak özelliği Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin bir “yokluklar tarihi” olarak okunmasıdır. Buna göre bizde burjuvazi, işçi sınıfı, sivil toplum vs. yoktur ve tarihin itici gücü de sınıflar mücadelesi değil, ceberut devlete karşı verilen mücadeledir. Bunun 70’lerdeki yansıması Ecevit’in ve İsmail Cem’in formüle ettiği yeni “halkçılık” olacaktır. Her ikisi de Osmanlı’dan Türkiye’ye uzanan sınıflar ve tarih üstü bir devlet geleneği saptamasından yola çıkarlar ve esas mücadelenin halkla bu gelenek arasında olduğunu iddia ederler. Bu, sol popülizmin Türkiye’deki serüvenine de etki eden bir bakış açısı ve politik pozisyon olup başka bir yazıda uzun uzadıya ele alınmalıdır.  

12 Eylül’den AKP’ye

Liberalizmin Türkiye’deki serüveni açısından kırılma noktası ise elbette ki 12 Eylül darbesidir. Bu dönemde, bir yandan Türkiye sermaye sınıfı ekonomiyi asker postalıyla neoliberalizme açarken, öte yandan son derece ironik bir şekilde, asker postalına karşı çareyi burjuva demokrasisinde gören yeni bir liberal dalga, taşıyıcılarının çoğu soldan gelen isimler olacak şekilde yükselmeye başladı. Bu dalga, emek-sermaye çelişkisini bir kenara atıp merkez-çevre, ceberut devlet-toplum, elitler-halk gibi ikilikleri ön plana çıkarıyor, sınıflar üstü bir demokrasiyi ve sivil toplumu fetişleştiriyordu. Bu dalganın yükselişine bir de reel sosyalizmin çözülüşü denk gelince, Türkiye’de de “tarihin sonu” ilan edildi, medya, akademi, düşünce dünyası, liberalizmin etkisi altında, kapitalizme kolektif bir şekilde ibadet etmeye başladı. Özal’dan Çiller’e, TÜSİAD’dan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’ne yepyeni kahramanlar, yepyeni “demokrasi savaşçıları” sahneye çıktı, bunlardan kahramanlar yaratıldı, beklentilere girildi.   

Kaotik 90’ların ardından düzenin hegemonya krizinden çıkış arayışının bir sonucu olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ortaya çıkışı ve 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanmasının liberalizm açısından 12 Eylül’den sonraki en büyük kırılma olduğu söylenebilir. AKP’nin ortaya çıktığı konjonktürde liberalizm Galip Yalman’ın deyişiyle “muhalif ama hegemonik” bir karakter taşımaktadır. Çünkü düzenin yaşadığı krizin karşısında muhalif bir tutum takınıp çözüm önerileri geliştirmekte ve bu liberal önerileri biricik gerçeklik gibi kabul ettirmeyi başarmaktadır. Örneğin devletin küçültülmesi, özelleştirme, siyasetle ekonominin ayrıştırılması, bağımsız merkez bankası, özerk üst kurullar, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizden çıkış reçetesinin temel başlıkları olarak sunulmakta, üstelik bunlar yapıldığında beraberinde demokrasinin de geleceği öne sürülmektedir. 

AKP iktidarı bu “muhalif ama hegemonik” söylemin taşıyıcılığını üstlenmiş ve neoliberal ajandayı hakkını verecek şekilde uygulamıştır. Özelleştirme, taşeron ve güvencesiz çalışma, emek hareketinin dağıtılması gibi başlıklarda Türkiye sermaye sınıfının neoliberal ihtiyaçlarına yanıt verilirken, bir yandan da “demokratikleşme, vesayetle hesaplaşma, Avrupa Birliğİ’ne tam üyelik” vs. gibi başlıklar üzerinden bir demokrasi retoriği devreye sokulmuş, ekonomik ve siyasi liberalizm eş zamanlı olarak yürütülmüştür. 

Buradan yola çıkarak AKP’nin rejim inşasının temel stratejisinin bu olduğu söylenebilir. Liberal program, dışarıda ABD ve AB emperyalizminin içeride ise Türkiye burjuvazisinin desteğini getirmiştir. Ucuz ve bol dövizle birlikte kurun, faizin ve enflasyonun belirli bir seviyede tutulması krizden çıkmış Türkiye toplumunun AKP’ye desteğini beraberinde getirince, AKP kendi rejimini daha kolay inşa edebilmiştir. Liberalizm üzerine kurulu bu stratejiye Türkiye liberalleri büyük bir iştahla destek vermiş, AKP’nin iktidara gelişi “muhafazakâr demokrat inkılap” diye selamlanmış, “ceberut devletin sonu” ve “otantik devrimi” analizleri havalarda uçuşmuştur. 

2007’deki ikinci seçim zaferinin ardından AKP’nin kendi rejimini inşa etmeye başlaması ve buna hem devlet aygıtından hem de toplumun çeşitli kesimlerinden yükselen itirazlar ciddi bir siyasal çatışmayı beraberinde getirmiş, AKP bu çatışmadan Cemaat kadrolarının başrolde olduğu kumpas davaları aracılığıyla galip çıkmıştır. Özellikle ordu içerisindeki geniş tasfiyeler ve kamuoyunda tanınan, bilinen AKP muhalifi isimlerin tutuklanması, hegemonyanın bir yandan zor bir yandan rıza ayağını oluşturmuştur. Bu davalarla bir yandan muhalif toplum kesimlerine sopa gösterilmiş ama bir yandan da davaların üzerine kurulduğu “demokratikleşme” retoriği üzerinden farklı kesimlerin desteği alınmıştır. Liberal entelektüeller de bu davaların savcıları gibi hareket etmiş, Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV, Devrimci Karargâh gibi davaların rejim inşası için kullanılan aparatlar olduğu görmezden gelinmiştir. Bu ise perspektifle, bakış açısıyla ilgilidir. Türkiye’deki temel çelişki emek-sermaye ikiliği üzerinden değil devlet-toplum ikiliği üzerinden okununca, ne AKP’nin neoliberalizmin ve dinselleşme adına attığı adımlar ne de kendi otoriterliğini inşa edişi görülebilmiş, upuzun bir körlük dönemi yaşanmıştır. 

“Yetmez ama evet” bu tutumun somutlaştığı en önemli hadise olarak görülebilir. Güya 12 Eylül’le hesaplaşma adına yapılan 12 Eylül 2010 referandumu, aslında otoriterliği, dinciliği ve piyasacılığı tahkim etmesi bakımından 12 Eylül’ün mantıksal sonuçlarına doğru götürülmesiyken, liberal entelijansiya “vesayetten kurtuluş” adı altında AKP’nin ve Gülen Cemaati’nin arkasında hizalanmış ve “evet” kampanyasının taşıyıcılığını üstlenmiştir. Liberalizm söz konusu olduğunda elbette ki Gülen Cemaati’ne de bir parantez açmak gerekir. Cemaat gerek liberal söylemi gerekse liberal entelektüelleri kapsama ve örgütleme (Abant Platformu) açısından Türkiye liberalizminin tarihinde ciddi bir rol oynamış, liberal fikirlerin popülerleşmesine Gülencilerin sahip olduğu medya aygıtı ve Cemaat kadroları büyük katkı yapmıştır. AKP-Cemaat ayrışması sonrasında ve 15 Temmuz darbe girişimine rağmen, liberal kalem erbabının bir bölümü Cemaat yörüngesinde dolanmayı sürdürmektedir.

Netice itibariyle, Türkiye liberalizmi altın çağını AKP’nin ilk on yılında yaşamış, AKP’nin rejim inşasının ideolojik hegemonyasının tesisinde büyük rol oynamıştır. İşin ilginç yani liberal entelijansiyadan hiç kimse bu inşa sürecinde oynadığı role dair bir özeleştiride bulunma ihtiyacı hissetmemekte ve AKP muhalifi muteber aydın rolünü oynamaya, AKP-sonrası Türkiye’ye yatırım yapmaya devam etmektedir. 

AKP’den sonra? 

Ekonomik krizin hızla derinleştiği ve halkın hızla yoksullaştığı bir konjonktürde gidilen 2023 seçimlerine doğru, AKP-sonrası Türkiye daha fazla tahayyül edilir ve konuşulur hale gelmiştir. AKP’nin seçimleri kaybedeceği ve iktidarı devredeceği yönünde kamuoyunda güçlü bir kanaat şekillenmektedir. Bunun gerçekten böyle olup olmayacağını henüz bilemeyiz ama ironik olan şey AKP-sonrası Türkiye’nin de tıpkı AKP’nin iktidara gelişinin hemen öncesindeki gibi liberal paradigma üzerinden tahayyül ediliyor oluşudur. Yani nasıl ki AKP iktidara “muhalif ama hegemonik” bir söylemin taşıyıcılığında gelmişse, şimdi de gidişinin ve yerine gelecek olanın söylemi bunun üzerine kurulmaktadır. Buna göre Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan çıkışı için “kurallı” serbest piyasa ekonomisine dönülmeli, ekonomi “bilimsel” bir şekilde yönetilmeli, liyakat esas alınmalı, Merkez Bankası bağımsız ve üst kurullar özerk olmalı, parlamenter sistem ve kuvvetler ayrılığı yeniden tesis edilmelidir. Dolayısıyla AKP’yi iktidara getiren ve onu yıllarca omuzlarında taşıyan liberalizm bu sefer de onun gidişini hazırlamakta ve böylece AKP-sonrası dönemin de hegemonik ideolojisi olma iddiasını devam ettirmektedir. 

Sınıflar mücadelesi aynı zamanda sınıfların fikir, ideoloji ve söylemlerinin de mücadelesidir. Bu nedenle Marksistler burjuvazinin ideolojisi olan liberalizmle de mücadele ederler. Bu mücadelenin çıkış noktalarından biri, yazının başında söylediğimiz “hile”yi, yani liberalizmin köksüz ve zayıf bir ideoloji olmayıp Türkiye siyasetine damga vuran bir ideoloji olduğunu görmekten geçmektedir. Sınıf düşmanımız güçlüdür ve onunla bu gücün hakkını verecek şekilde, ciddiyetle mücadele edilmesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda, güncel bir mücadele başlığı olarak, AKP-sonrası Türkiye’ye dair de bir mücadele demektir. 

Fatih Yaşlı / Dayanışma Forumu-SOL

Zavallı Halk Partisi - Aydemir Güler / SOL

'2022’de tasfiyeciler CHP’yi bitirmekle kalacak gibi görünüyor. Laiklik ise sahipsiz kalmayacak. Bu kez önüne de geçilemeyecek…'


1950 genel seçimleri 14 Mayıs 1950’de yapıldı. Yaprak dergisinin 26. sayısı bundan bir gün sonraki tarihle çıkmış; TÜSTAV’ın sitesindeki süreli yayınlar arşivinde bulunabiliyor. Şu muazzam kısa yorumun yer aldığı sayfayı Orhan Veli Kanık hazırlamış: 

“Seçimler bitti.

Demokrat Parti, Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysaki Halk Partisi, halkın kazanacağını umarak, fikirleriyle prensiplerinden son zamanlarda ne fedakârlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan haklar… Hiçbiri kâr etmedi.

Zavallı Halk Partisi.”

Türkiye Komünist Partisi 1940’ların başlarından 1951 Tevkifatı'na kadarki zaman diliminde bugünden bakıldığında şaşırtıcı ölçüde yaygınlaştığı anlaşılan bir aydın örgütlenmesi gerçekleştirmiştir. Yukarıdaki ironik satırlar bu atmosferin yansıtıcısıdır. 

Demek ki CHP’nin laikliğin muhafızı olmasına son verenin Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu düşünmek temelsizdir. Fedakârlık veya ihanet edilen fikir ve prensipler, fedakâr veya hainin düşüncesi ve ilkesi olmayı sürdürebilir mi? Olur mu öyle şey demeyin hemen; CHP örneğinde sürdürmüştür ve bunun hayli sağlam nedenleri vardır. 

Mustafa Kemal’in liderliğindeki CHP ülkemizde bir burjuva devrime imza atmıştır ve tarihimizin en önemli ileri sıçraması olduğundan kuşku duyulmaması gereken bu devrimin en ileri gittiği cephe de laikliktir. Türkiye’de başka birkaç ülkede olduğu gibi yoksul yurttaşların kendilerini sömürü ve çaresizliğe mahkûm kılan dinsel kurumları topa tuttuklarına rastlanmamış, gerici ideolojinin temsilcileri halk tarafından kovalanmamıştır. Devrimci dönüşümler sırasında önlerine özgür yurttaş olma ufku açılan dünün köleleri bu umuda sarılırlar ve gereğini yaparlar. Ancak devrim sözcüğü ile onun burjuva sıfatı arasında bir gerilim yaşanması kaçınılmazdır. Ağırlık koyan mülk sahibi sınıflar halkın önüne geleni süpürüp özgürlük hayaline yürüme ihtimalinden bile dehşete kapılırlar. CHP devrimin imzacısı olduğu kadar bu sınıfsal endişenin de temsilcisidir. CHP’nin egemen sınıfı, laikliğin hainidir. CHP’nin yurttaş tabanı laikliğin nefes alıp verdiği büyük kütledir. Bu çelişkili yapı nedeniyle laikliğin savunusu ve laikliğe ihanet CHP’de birlikte var olur. TKP’nin biçimlendirdiği Türkiye ilericiliği çok zaman önce bu gerçeği kavramıştı. Orhan Veli’nin muazzam alayı bu kavrayışın kanıtıdır.

Türkiye doğruyu görmek için solun aklına mecbur. Bizim Gazete’nin manşetinde söylendiği gibi “Sağa teslim olarak solcu olunmaz.” Ancak sadece CHP’nin değil aynı zamanda HDP’nin de solcu olarak algılanması sürüp gitmektedir. Yeri gelmişken eklemeliyim; HDP de Türkiye’de Kürtler'in özgürlük ve eşitlik taleplerinin taşıyıcısı olarak bir yer tutmaktadır ve CHP’ninkine benzer bir ikilik burada da söz konusudur. Kürt halkımızın da egemenleri vardır ve yoksul emekçi Kürt yurttaşların diğer sınıf kardeşleriyle ortak fikir ve prensiplerin peşine düşmelerinden korkmaktadırlar. 

Bu durumda düzen solunun sol sayılmasına itiraz etmek yetmez. Söz konusu olan entelektüel bir analiz tartışması değildir çünkü. Düzen solunun tabanındaki “sol eğilim” gerçektir ve tarihsel kaynaklardan sürekli yeniden üremektedir. CHP’den laikliği tasfiye etmeye kalkışan ilk kişi de Kılıçdaroğlu değildir. Kılıçdaroğlu bu işi tamamlamak iddiasındadır. 

HDP cephesinde ise “Başörtüsü takmak isteyen kadınlar hiçbir engelleme ile karşı karşıya kalmamalıdır” diyen ilk kişi Meral Danış Beştaş olmamıştır! CHP Genel Başkanı'nın laikliğe son ihanetinde HDP’nin kadın mücadelesinin olumlu etkisini keşfeden Beştaş’ı, HDP’ye soldan gitmiş olan Saruhan Oluç yalnız bırakmayarak konuya yeni bir vizyon getirdi: “Dün başörtüsü için mücadele eden kadınların yanındaydık, bugün de başörtüsü takmasına rağmen coplanan kadınların yanındayız.” Böyle bir demecin gelişigüzel laf değil düşünülmüş mesaj olduğunu varsayacaksak, Oluç’un yakın zamanlarda copa maruz kalan Furkancılar'a el uzattığını düşünmek durumundayız. Daha da yakın zamanda eşitlikten, emekten dem vuran bir seçim pazarlığını bağlayanların kılı kıpırdayacak mıdır? Onu bilmiyoruz, ama Orhan Veli yaşasaydı, bir de “Zavallı HDP” diye değini yazardı, ondan emin olabiliriz.

CHP ve HDP, sermaye adına tarihsel bir soygun yürütmekte olan AKP’ye bir kez daha mağduru oynama, Anayasa gündemi açma, yani yapıcı görünme olanağı sundular. İşin bu kısmı yeterince işlendi. Peki, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı açıklamanın içine gömdüğü “oy kaybetmek pahasına” ifadesi ne demektir? Oluç’un sözlerinde mesaj ararken Kemal Bey'e “laf işte” diye yaklaşmak büyük saygısızlık ve haksızlık olacaktır. 

Türbancılık yapan CHP olsa olsa soldan oy kaybedebilir. CHP kendisini diğer sol değerlerin yanında en başta laiklikle tanımlayagelen tabanının bir bölümünü güverteden atmayı kabul etmektedir. Kılıçdaroğlu liderliği yukarıda işaret ettiğim gerilime son vermek arzusundadır. Ancak bu, tanımı, tarihsel varoluşu nedeniyle ikili karakter taşıyan CHP’nin tasfiyesinden başka anlama gelmez. Tarihsel çelişkilerin partisi CHP, sermayeye yük gelmektedir. 

CHP’de geçen hafta laikliğe darbe yapıldı. İlk olmadığını biliyoruz. 1940’lardan beri çok yaşanmış... Bir önceki yazımı okuyanların hatırlayacağı gibi birkaç gün önce Hatay’da olduğum için, aklıma ilk gelen örnek de bu ilimizden oluyor. 2014’te Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday gösterilen Lütfü Savaş bundan önce Antakya’nın AKP’li belediye başkanıydı. Üstüne üstlük MHP kökenliydi. Seçim sırasında bölgeyi Gezi Direnişi'nin sıcaklığı ısıtmaya devam ediyordu. İstanbul’un Taksim’i varsa, Hatay’ın da şimdi bizim bir semt evimizin süslediği Armutlu’su vardı. Savaş kışkırtıcılığına karşı ve laiklik uğruna bedeller canla ödendi. Eylül ayında Lütfü Bey Hatay’daki Gezi eylemlerinin birkaç marjinal grup tarafından yapıldığını bir röportajında dile getirmişti!

Orada CHP’de, hayallerinin peşine düşen taban dinamikleri ortalamadan daha güçlüdür ve bu anlamda Hataylı CHP’liler “daha solcu”dur. Gezi’nin düşmanı Lütfü Savaş eskiden üniversitede öğretim üyesiyken meslektaşlarını fişlediği için kovuşturmaya uğramış. “Komploya uğradım, demiş o sıra, fişleri mahkeme dosyamın içine attılar. Bunu yapan, üniversitede bir önceki dönemden nemalanan bazı CHP’lilerdi.” Buraya kadarına ve daha fazlasına Oda TV arşivinden ulaşılabiliyor. Fazlası var, eksiği yok!

CHP’nin ortalamadan daha solcu olan unsurları 2014 Kılıçdaroğlu-Savaş darbesine ses etmeyince, 2019’da aday listelerinin altına Lütfü Bey'in imza atmasını da sineye çekmek zorunda kalmışlar. Zavallı CHP…

1950’lerde CHP’nin sırtından atmak istediği değerlere, başta laikliğe sol sahip çıktı. 1951 Tevkifatı'nın bir anlamda bu sahip çıkışın önüne geçmek için yapıldığını söyleyebiliriz. 2022’de tasfiyeciler CHP’yi bitirmekle kalacak gibi görünüyor. Laiklik ise sahipsiz kalmayacak. Bu kez önüne de geçilemeyecek…

Aydemir Güler / SOL


Kılıçdaroğlu projesinin alamet-i farikaları - Orhan Gökdemir / SOL

 

'Bütün bu tuhaf, ipten kazıktan kurtulmuş karakterler yıllar sonra cumhuriyetin kurucu partisi CHP’yi yönlendirmenin bir yolunu buldu. Baş sorumlusu Kemal Kılıçdaroğlu’dur.'

Hekimdi aslında. Ama nedense reklamcılığa merak saldı. Bu işe girmek için MHP en iyi kapıydı. Ülkücü harekette “Cemal amca” olarak tanınan ve Muhsin Yazıcıoğlu'nun kankası olan Cemal Bölücek'in oğluydu nihayetinde. Ağabeyi Hasan Bölücek de tanınmış bir ülkücü militandı. Küçük partilerde “reklamcılık” stajını yaptıktan sonra MHP’nin kapısını çaldı. Referansları yeterliydi, Devlet Bahçeli’ye danışman oldu, MHP’nin seçim kampanyasını da o yürütecekti. Yıl 1999’du. Onun yürüttüğü kampanyanın ardından MHP oylarını yükseltti. Artık “yaratıcı yönetmen” olmuştu.  

Genetik ülkücü Rasim Bölücek, 2011’de, demek ki Kılıçdaroğlu’nun parti genel başkanı koltuğuna oturmasının hemen ardından CHP’ye davet edildi. Artık danışmanlık hizmetini Kemal Kılıçdaroğlu’na verecekti. Kolları sıvadı, değişik sağ partilerde görev almış kişilerden profesyonel bir ekip oluşturdu. Hoş zaten CHP’de herhangi bir tanıdığı yoktu. Sağdan gelmişti, sadece sağcıları tanıyordu. Transferin amacı da “sağ seçmenle CHP arasında ortak bir dil oluşturarak, bu kesimdeki seçmen sayısını artırmak” olarak açıklanmamış mıydı? İş, solcunun bileceği iş değildi yani. 

Danışmanın yol göstermesiyle önemli adımlar attı çiçeği burnunda CHP başkanı. Bunlardan biri ülkücü Mansur Yavaş’ın Ankara Belediye Başkanlığı’na aday gösterilmesiydi. Yavaş o seçimde, ülkücü-tilkici-dinci Melih Gökçek’e yenildi. Yenilginin ardından CHP’den istifa edip ülkücü hareketin şefkatli kollarına geri döndü.  

Danışmanımız 2015 Ağustosu'ndaki AKP-CHP koalisyon görüşmelerine de Kılıçdaroğlu’nu temsilen katıldı. Bu da CHP tarihindeki ilklerden biriydi. Bundan daha büyüğü yine bir MHP’li olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yaptırmaktı. MHP zaten dünden razıydı. Kılıçdaroğlu ise ülkücü danışmanı ne diyorsa tereddütsüz yerine getiriyordu. Şu meşhur “Ekmek için Ekmeleddin” saçmalığını da ülkücü danışman bulmuştu. Güya Ekmeleddin seçilirse ekmeği “bölücek”ti. Fakat sol-laik seçmen ayağını sürüyerek gitti sandığa, Tayyip Erdoğan açık ara kazandı haliyle. Ekmek başka zaman bölünecekti. Ekmeleddin İhsanoğlu seçimi kaybedince de peşini bırakmadı Kılıçdaroğlu, CHP’den milletvekili adayı yapmak istedi. Ancak Ekmeleddin ekmeğini MHP’nin kapısında aramayı tercih etti. Rasim Bölücek ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun tarihi başarısıdır.  

Kemal Kılıçdaroğlu o gün bugündür bir yolunu bulup sağ seçmeni tavlamaya çalışıyor. Başarılı olamadığı kesin ama vazgeçmediği de bir o kadar kesin. Sağcı, dinci, Fethullahçı danışmanlar ordusu harıl harıl çalışıyor bunun için. 

                                                                   ***

Biz ekmeği bölüşmeyi sürekli ertelesek de bölüşenler var bu vesileyle. Rasim Bölücek CHP’den danışman maaşı alıyordu almasına ama o maaş verdiği akılları karşılayamazdı. Mansur Yavaş ikinci kez aday olup kazanınca yeni bir kapı da açılmış oldu. Yavaş’ı CHP’den aday yapan Bölücek’ti, çok yakınlardı. Kılıçdaroğlu’nun talimatı üzerine, bizim “yaratıcı yönetmen”i Ankara Belediyesi’nin en akçalı işlerinin döndüğü Metropol İmar A, Ş.’nin yönetim kuruluna üye atadılar. Yalnız bir sorun vardı, Ankara’da olması gereken elemanın adresi Manhattan, New York olarak görünüyordu. Yandaş basın basınca, oralara kulis için değil tedavi için gittiği açıklandı. Hastaydı. 

Buruda bir paranteze ihtiyaç var: Hikâyeye palas pandıras giriş yapan Metropol İmar A.Ş. yakın dönem siyasi tarihimizin en önemli şirketlerinden biri. Benim “Öteki İslam” kitabımda var, bu şirket 1980’li yıllarda “psikolojik harp” ile iştigal eden Genelkurmaya bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) şebekesinin örtülü adresiydi. Kapısından giren belediye adına ucuz konut yapan şirkete geldiği izlenimine kapılıyordu. İçeride sivil giyimli subaylar Genelkurmay adına psikolojik harbe komuta ediyorlardı. Psikolojik harp dedikleri toplumun dinselleştirilmesi girişimiydi. Toplum, Metropol İmar AŞ’deki karargâhtan bombalanmış, sağcılaştırılmış ve yobazlaştırılmıştı. Şimdi Kemal Kılıçdaroğlu’nun sağcı-ülkücü danışmanını finanse ederek halkımızın bu sağcılıktan ve yobazlıktan bir kurtuluş yolu bulmasına yardım ediyordu!

                                                                     ***

Danışmanın izini takip ediyoruz. İki yıl önce eski MİT’çi ve daimî ülkücü Enver Altaylı gözaltına alındı. Hakkındaki yakalama kararı “FETÖ” mensubu ve eski MİT görevlisi Mehmet Barıner'in ifadeleri üzerine verilmişti. Kararı duyup iki gün boyunca kaçmayı başaran Altaylı, yakalanınca ifadesinde “biri iki gün dinledikten sonra teslim olacaktım” dedi. Altaylı’nın telefonunda yapılan incelemede yakalanıncaya kadar geçen iki günde ABD’deki 12 ayrı kişiyle 152 görüşme yaptığı belirlendi. Bu görüşmelerin 53’ü CIA’nın eski yöneticilerinden Alan Fiers ile, 14’ü ise bizim danışman ve “yaratıcı yönetmen” Rasim Bölücek ile yapılmıştı. Araştırma genişletildi, Altaylı ile Bölücek arasındaki görüşmelerin 1159 adet olduğu anlaşıldı. Bölücek mahkeme safahatında görüşmeleri doğruladı, “Enver Altaylı hiperaktiftir, günde 10 kez arar” diye gerekçelendirdi durumu. Pek sıkı fıkıydılar. 

Hoş, hangi ülkücü değildi ki? Bir başka ülkücü şöyle özetledi durumu: “Enver Altaylı'yla bir şekilde görüşmüş olanlar bir adım öne çıksın talimatı verseniz, milliyetçilerin arasında arka sıralarda kalan pek çıkmaz. Sadece milliyetçiler değil, özellikle sağın diğer partilerinin yönetici takımının pek çoğu için geçerlidir bu…” Fethullah Gülen için de geçerliydi aynı bağlantı. Gülenle görüşmeyen sağcı yoktu. Kemal Kılıçdaroğlu’nu, şimdilik, hariç tutuyoruz. Tabii, “görüşmesine gerek var mı” bir sorudur. Yalnızca Rasim Bölücek değil, Kılıçdaroğlu'nun başka pek çok danışmanı “FETÖ bağlantısı” iddiasıyla yargılandı, sorgulandı. Ülkede bunun pek çok davada mahkûmiyet için yeterli bir illiyet bağı sayıldığını biliyoruz. Bakarız.

                                                                    ***

Gelelim danışmanın kankası Enver Altaylı’ya. O da bir ülkücü ve eski ünlü bir MİT’çi. 1977-1980 arasında MHP’nin Hergün gazetesinin başyazarı. Orta Asya cumhuriyetlerine Türkçülük yaymakla görevlendirildi vaktiyle. Fakat Orta Asya’da onun yaymaya çalıştığı Türkçülüğü benimsemeye hazır kimse olmadığını çabuk anladı. Orta Asya’da çalışırken CIA ile, belli ki Fethullahçılarla da, yakınlaşmıştı. Bu bağları hiç koparmadı, korudu.   

Orta Asya’daki CIA sorumlusu ise Ruzi Nazar’dı. Onun da çok ilginç bir hikayesi var. Nazar, bir Özbek’ti, gençliğinde Komünist Parti üyesiydi. 1941’de Kızılordu’ya alındı. Kısa bir eğitimin ardından Nazilere karşı cepheye yollandı. Savaşta Nazilere esir düştü. Naziler Ruzi’deki saf değiştirme eğilimini görmüştü. Üzerinde çalıştılar, Nazi saflarına geçti ve Kızılordu’ya karşı savaşmaya başladı. Hitler’in Türkistan Lejyonlarının en parlak isimlerinden biri olmuştu. Savaştan sonra da Sovyet düşmanlığına devam etti. Amerika’ya yerleşti. Columbia Üniversitesi’ndeki Ortadoğu Enstitüsü’nde çalışmaya başladı, burada birçok Türk diplomat ve devlet adamı ile tanışma imkânı buldu. 1959’da Türkiye’ye atandı, uzun yıllar Ankara’da çalıştı. Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye üzerinden yürütülen soğuk savaş faaliyetlerin planlayıcısı ve uygulayıcısı oldu.

Nazar, Enver Altaylı ile de bu dönemde tanıştı. Altaylı, Harp Okulu öğrencisiyken okul komutanı Albay Talat Aydemir’in darbe girişiminden dolayı 1963’te okuldan atılan subay adaylarından biriydi. Eğitimine İstanbul Hukuk Fakültesi’nde devam etti. Bir taraftan da Yeni İstanbul gazetesinde çalışıyordu. “Baba dostu” dediği Ruzi Nazar ile de burada tanıştı. 1968’de onu MİT Müsteşarı Fuat Doğu’ya tavsiye eden Ruzi Nazar’dı. Ülkücü Altaylı böylece CIA tavsiyesiyle MİT ajanı olmuştu. Altaylı, 2013’te “Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu” adıyla bir de kitap yazdı, komünizmle mücadele serüvenlerini anlattı. Bütün sağcıları birleştiren ortak paydadır. 

Bütün bu tuhaf, ipten kazıktan kurtulmuş karakterler yıllar sonra cumhuriyetin kurucu partisi CHP’yi yönlendirmenin bir yolunu buldu. Baş sorumlusu Kemal Kılıçdaroğlu’dur. 

                                                                     ***

Malum, CHP’nin mevcut başkanı halka kurt işareti yapmayı çok seviyor. Yakın zamana kadar bunu bir politikacı hoşluğu veya gevşekliği sananlar çoğunluktaydı. Fakat geçen gün “türbanı yasalaştırma” videosunda masa üzerine özenle “Türkçülüğün Esasları” ve tesbih yerleştirildiği görülünce anlaşıldı gevşeklikten kaynaklanmadığı. Bunlar Kılıçdaroğlu projesinin alamet-i farikalarıydı. Bu Bölücekler, Ekmeledinler, Mansurlar, Akşenerler falan normal işler değil. CHP genel merkezinde kime el atsak ya ülkücü ya Fethullahçı çıkıyor, rastlantı saymamız imkansızdır. 

Adaylığa soyundu ya, Türk ve Müslüman olduğunu ispat etmeye çalışıyor aklı sıra. Peygamber sülalesindenmiş de Türk soyluymuş da… Ama farkında değil, camiye imam, ülkü ocaklarına stajyer militan aramıyor halk. Yaralanmış cumhuriyete merhem, tecavüz edilmiş laikliğe ilaç arıyor. 

Öyle “Türkçülüğün Esasları”yla, türbanla falan olmaz o da. Danışman arıyorsa Zafer Toprak’ın veya Taner Timur’un kapısını çalsın. Bizim Korkut Hoca var, müthiş çalışkandır. CHP genel başkanına biraz laiklik, cumhuriyet, devrim tarihi ve solculuk öğretir. Yoksa biz vura vura öğreteceğiz!

Orhan Gökdemir / SOL

7 Ekim 2022 Cuma

Kadınlar dönüşüm değil devrim istiyor - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 Bastırılmış, kuşatılmış, siyasal ve ekonomik krizlerin girdabındaki İran’da toplum artık baskı ve buhrandan yılmış durumda. Ülkedeki bu baskı ve bunalımı en şiddetli yaşayan kesim ise kadınlar. Bu isyanın geçmişteki ayaklanmalardan farkı, özünde reform değil köklü bir dönüşüm, bir devrim talebinin yatmasıdır. Artık kavga her iki taraf için de varoluşsal bir hale dönüştü. Buradan dönüş zor.

Altın Portakal’da gösterilen "Narperi'nin Bileziği" film ekibi, kadınların mücadelesine destek için saçlarını kesti. (Foto: AA)

İran’da ahlak polisleri tarafından şeriat kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle öldürülen Mahsa Amini’nin hesabını sormak için meydanlara çıkan kadınların eylemleri üçüncü haftasını devirmek üzere. Kadınların teokratik rejime karşı başlattığı isyan tüm baskı ve şiddete rağmen devam ederken, yaşanılanlar dinci gericiliğin tahakkümü altındaki bölgede laikliğin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi. Doktorasını London School of Economics’te (LSE) İran ve Türkiye’nin siyasi ve kurumsal dönüşümünü karşılaştırmalı olarak incelenmesi üzerine yapan Londra SOAS Üniversitesi’nde görev yapan Dr. Karabekir Akkoyunlu ayaklanmanın nedenlerini ve etkilerini değerlendirdi.

Tarihte belki de ilk kez bu çapta bir kadın isyanına, kadınların öncülük ettiği bir ayaklanmaya tanık oluyoruz? Neden?

Birkaç sebebi var. Birincisi, İran toplumu kendine giydirilen ideolojik ve siyasi gömleğe kesinlikle sığmıyor. Aslında bu gömlek topluma başından beri dar geliyordu ama sistemin bazı “havalandırma” kanalları vardı, bu şekilde nefes almak ve düzeni idame ettirmek mümkündü. Son on küsür yıl içinde İran devleti, daha doğrusu devlet içinde egemen konuma gelen gelenekselci fraksiyon, tedrici değişim taleplerini tek tek bastırdı ve bu kanalların hepsi tıkandı. Toplum artık siyasi baskı ve ekonomik buhrandan yılmış durumda ve bu yılgınlık zaman zaman bugün şahit olduğumuz toplumsal patlamalara yol açıyor. Eskiden İran’da on yılda bir büyük bir halk hareketi ortaya çıkarken (1999’daki öğrenci olayları, 2009’daki Yeşil Devrim gibi) artık neredeyse her yıl böyle bir patlama yaşanıyor.

İkinci ve buna bağlantılı olarak, toplum içinde bu baskı ve bunalımı en şiddetli hisseden, yaşayan kesim kadınlar oldu. Kadınlar 1979 İran devriminin de ön saflarında yer aldı. Fakat devrim sonrası kurulan düzende en çok hak kaybeden de onlar oldu. Kanun önünde eşit vatandaşlıktan ikinci sınıf vatandaşlığa gerilediler. İslam Cumhuriyeti’nin ahlak düzeni kadınların giyinişi, davranışı ve toplumsal konumunu üzerinden şekillendi. Erkekler ise bu baskıyı çok daha hafif hissettiler.

Dolayısıyla, İran’da kadın mücadelesi devrimden sonra da aralıksız devam etti. Zorunlu örtünme yasasına karşı ilk büyük protesto, 8 Mart 1979’da gerçekleşti. Kadınlar eşit olmayan şartlarda ayakta kalmak, haklarını aramak için erkeklere göre çok daha güçlü, cesur, yaratıcı ve dirençli olmak zorunda bırakıldılar ve böyle de oldular. Bunu özellikle İran’ın büyük şehirlerinde gündelik hayatta gözlemlemek mümkündür. Son yıllarda sistemin iyice tıkanması ve baskının artmasıyla, bu mücadele bireyselden tekrar kitlesel bir hale dönüştü.

VAROLUŞSAL BİR KAVGA VERİLİYOR

Bu isyanın geçmişteki ayaklanmalardan, 2009’daki Yeşil Devrim’den farkı var mı? Kadınlar molla rejiminde ne tür bir gedik açacaklar?

Bu isyanın geçmişteki ayaklanmalardan en büyük farkı, özünde reform değil köklü bir dönüşüm, bir devrim talebinin yatmasıdır. 2009 yılındaki protestoları ateşleyen sistematik hile ve usulsüzlük ile seçmenin demokratik iradesinin gasp edilmesiydi. Ana talep şeffaf ve adil bir oy sayımıydı. Hareketin liderleri Mir Hüseyin Musavi ve Mehdi Kerrubi gibi reform yanlısı ama son tahlilde sistemin içinde hareket eden aktörlerdi. Rejim, protestoları şiddet yoluyla bastırmaya girişince tabii talepler de sertleşti. Rejim 2009 ve ondan sonraki ayaklanmaları bastırarak kendi sınırlı demokratik meşruiyetini yok etti ve bugüne gelen taşları döşemiş oldu. Bugün ne sokakta ne siyasette ciddi ciddi reform talep eden kimse yok.

O yüzden artık kavga her iki taraf için de varoluşsal bir hale dönüştü. Buradan dönüş zor. Devrim talep edenlerin en büyük handikabı örgütsüzlük ve lidersizlik. İlk anda bu bir avantaj gibi gözükse de uzun vadede direnişi bu şekilde sürdürmek ve başarıya ulaştırmak çok zor. Ayrıca örgütlü de olsa, bunu bir kesimin -kadınların kendi başına- başarması zor. Daha deniş kesimleri içine alacak bir örgütlülük lazım. Bu noktada, işçilerin ve işçi hareketinin olası desteği hayati önem taşıyor. Genel grev sözü ediliyordu fakat sanırım olmayacak. Rejim baskıyı artıracaktır, zaten başka bildiği yol yok bilenleri çoktan dışladılar veya susturdular. 2019’daki ayaklanma ve sonrasında en az 1500 kişi öldürülmüştü. Çok paydaşlı, sistematik bir direniş örgütlenemediği ve protestoların zaman içinde direncini yitirdiği noktada benzer bir kıyımın yaşanmasından korkarım.

İran’daki isyanın toplumsal-sınıfsal dinamikleri neler? Kimler ayaklanmayı destekliyor, kimler karşı?

İran içlerinden sağlıklı haber almak zor. Kadın hareketinin şehirli ve orta sınıf temelleri olduğunu ve bu süreçte de üniversitelerin ön plana çıktığını söylemek mümkün ama isyanı yalnız bu kesime mal etmek doğru olmaz. Birincisi ayaklanmalar sadece Tahran’ın kuzeyinden ibaret değil, Meşhed’den Reşt’e, Şiraz’dan Kirman’a ülkenin dört yanında protestolar var. İslam Cumhuriyeti, kadınlara geniş eğitim hakkı vererek, ama sonra toplumsal hayatta onları yeterli yer açmayarak kendi paradoksunu kendi yarattı. Taşralı, muhafazakar ailelerden gelip içinden çıktığı düzene isyan eden birçok kadın var.

İkincisi, dış basında belki yeterince yer almıyor ama, bu isyanı bir Kürt ayaklanması olarak da okunabilir. Öldürülen Mahsa (diğer adıyla Jina) Amini İranlı bir Kürttü. Protestolarda sıklıkla kullanılan “zan, zendegi, azadi” (kadın, yaşam, özgürlük) sloganı Kürtçe “jin, jiyan, azadî”nin Farsçalaşmış hali.

İran’da rejim içi fraksiyonların farklı toplumsal-sınıfsal tabanı vardır. 90’lar ve 2000’lerde İslami sol reformculuğa evrildikçe daha çok orta sınıfa hitap etmeye başladı. Ruhani lider Ali Hameney’in temsil ettiği gelenekselci sağ ise, 90’ların sonlarından itibaren lümpen proleter bir tabana evrildi. Rejimin en tepesinde gittikçe zenginleşen mollalar, kamu kaynaklarının ve petrol rantının dağıtımıyla sadık bir kitle desteği sağladı. Örneğin besic milisleri böyle bir tabandan gelmektedir. Gelenekselciler 2000’lerden itibaren devlet aygıtına yavaş yavaş hakim oldu ve diğer fraksiyonları dışladı. Şu anda isyanın hedefinde olan kendileri.

Bununla birlikte, dışlanmış olmakla birlikte hala rejimle bağlantısı olan Hatemi, Ruhani gibi “ılımlılar”ın gelinen noktada pek sesi çıkmadığını görüyoruz. Bunun da iki sebebi olabilir. Birincisi artık ne halk ne rejim nezdinde sözlerinin bir ağırlığı kalmadı. İkincisi, düzen yıkılırsa kendileri de enkazın altında kalmaktan korkuyorlar.

Kadın isyanı bize ve Ortadoğu’ya ne söylüyor?

Dünyanın dört bir yanında süregelen, farklı koşullarda olmakla birlikte, birbirinden beslenen, ilham veren ve destek alan küresel bir kadın hareketleri ağından bahsedebiliriz. Örneğin, Brezilya’da Bolsonaro’ya karşı direnişin de en ön safında kadınlar var. Keza ABD’de Yüksek Mahkeme’nin kadın hakları konusunda verilmiş hakları hızla geriye almasına karşı yükselen bir direniş ve örgütlenme söz konusu. Bu açıdan İran’daki isyanı ne sadece İran’a ne de Ortadoğu’ya özgü görmek doğru olmaz. Öte yandan, Ortadoğu’da kadın hareketlerinin, kadınların yer yer çok çetin şartlarda, fiziksel şiddet hatta öldürülme riskini göze alarak yola çıktığını da teslim etmeliyiz. İranlı, Türk, Kürt, Arap kadınların cesareti başka toplumların ve kesimlerin hak mücadelelerine örnek oluyor, cesaret veriyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN


Liberal ideologların motivasyonları ve günümüzde başlıca temaları - ERHAN NALÇACI / Dayanışma Formu

 


Prof. Dr. Erhan Nalçacı Dayanışma Forumu'nun son sayısında liberal ideologluğun nasıl bir toplumsal iş bölümüne denk geldiğini incelediği bir makale kaleme aldı.

Bu yazı Eylül 2022 tarihli Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında (6. sayı) yer almaktadır.

Tarihsel bir giriş:

Liberal ideologların işlevlerini tarih içinde incelemek çok yararlı olurdu, ancak Dayanışma Forumu bu kadar kapsamlı bir yazı için uygun değil. Yine de liberal ideologluğun nasıl bir toplumsal iş bölümüne denk geldiğini anlamak için tarih içinde gerilere gitmeyi deneyelim.

Antik çağlarda Tunç Devri olarak anılan dönem, soylu toprak sahiplerinin egemenliğine ve köylünün sömürüsüne işaret eder. Köylünün artı ürününe el koymaya dayanan bir düzenin sürdürülebilmesi için askeri önlemlerin yanı sıra dinsel ideoloji binlerce yıla yayılan bu dönem boyunca başat bir rol oynamıştır. Her şeyin dinle açıklandığı, son derece muhafazakâr bu dönemde rahipler ve onların hegemonyasını dinden alan buyrukları, işi sadece ideologluk olan bir kadroya gerek bırakmamıştır.

Buna karşılık Demir Devrine geçişle birlikte, M.Ö. 700 gibi Akdeniz kıyılarında meta üretiminin, köle emeği kullanımının ve tüccarların ortaya çıkması, sınıfsal dengeleri altüst etmiş, soylu olmayan ama giderek güçlenen, yeni bir sınıf aristokrasiye karşı siyasal ve toplumsal iktidarını aramaya başlamıştır. En azından iktidarı soylularla paylaşmak istemektedirler ki “demokrasi” sınıflı toplumlar içinde böyle doğmuştur.

Yükselen sınıfın ideologları olayları tanrı ile değil madde ile açıklamaya başlamışlardı. Egemen sınıf için ise artık söz konusu materyalist düşünürlerin karşısına, sadece bazı ezberleri tekrarlayan ama düşüncesi olmayan rahipleri çıkarmak çok yetersiz kalacaktı. Bunun üzerine yeni bir toplumsal iş bölümü icat edildi: Filozoflar.

Gerçekten Pitagoras, Sokrat ve Platon soylu sınıfın iktidarını savunan, soylu olmayan sınıfların siyasetten uzak kalmasını öğütleyen ve materyalist filozoflara karşı kurnazlıkla sivriltilmiş düşüncelerle mücadele eden yeni bir toplumsal iş bölümüne işaret ediyordu.

Gerçi üçü de liberal değil, muhafazakâr düşünürlerdi; antik çağın liberalleri Stoacılar olacaktı. Ancak egemen sınıf tarafından çağın çaplı ve yetenekli kişilerinin sınıf mücadelesinde düşünsel kurnazlıklarıyla ideolojik cephede kullanılmaya başlanması yeniydi.

Şimdi günümüze dönebiliriz.

1.0. Tanımlar: Liberal ve liberal ideolog

Günümüz tek tanrılı dinleri, dünyaya gelen herkesin kendi dininden olduğunu ama sonra çevresel etkilerle din değiştirdiğini iddia eder.

Liberallik de öyle; günümüzde emekçi sınıfların çeşitli katmanlarında bulunan kişilere eğer işçi sınıfı partisi elini değdirmediyse hemen hepsi liberaldir.

Sınıfın diğer üyeleri ile rekabet ederek yaşam seviyelerini koruyabilecek ve yükseltebileceklerini düşünürler; kapitalist düzenin de ğişmeden sonsuza kadar uzayacağından şüpheleri bulunmaz; örgütlülüğün özgürlüklerini kısıtlayacağı kanısındadırlar; sermaye sınıfına nefret beslemek yerine onları dizi filmlerde izlemekte ve öykünmektedirler; onları düzene bağlamak için icat edilen çeşitli araçların fanatik tutkunudurlar vb.

Söz konusu liberal kafa, kişiye çok özgün ve bireysel bir tercihmiş gibi gelir ama aslında sermaye sınıfı tarafından ana akım medyası, film, müzik ve spor sanayisi, şişirilmiş düzen siyasetleri, okulların açık-gizli müfredatlarıyla ve karşıt olarak solun baskılanmasıyla şekillendirilir.

Böyle olunca emekçi sınıfların bireylerini liberal diye suçlamanın hiç anlamı kalmaz, aksine işçi sınıfının siyasi öncüsü her seferinde kendini suçlamalıdır, “bu kişilere neden ulaşamadım, neden onları dönüştürecek yeterli araç geliştirmedim, neden onları sosyalist geleceğe ilişkin umutlandıramadım” diye.

Liberal ideologluk ise liberalleştirilmiş kitleden bambaşka bir konu olarak ele alınmalıdır.

Liberal ideolog, şu veya bu şekilde sermaye sınıfının gereksinimi olan güncel ideolojik cephaneyi sağlar, düzenin bir kadrosu olarak yaptığı işte oldukça bilinçli davranır, akıl oyunları ile her durumda sermayeye bir yaşam öpücüğü kondurmaya çalışır.

Bu haliyle açık bir sınıf düşmanımızdır. Sınıf düşmanı olmaları her gün büyütülen bir kinle hesaplaşacağımız günü beklemek anlamına hiç gelmez; aksine gündelik olarak ürettikleri ideolojinin anında ve etkili bir şekilde karşılanması gerekir.

Bu kısa deneme yazısı da liberal ideologların günümüz sınıf mücadeleleri içindeki konumlarını anlamaya dönük kaleme alınmıştır.

2.0. Liberal ideologların motivasyonları

2.1 Sermaye sınıfının üyesi olmak

Liberal ideologlar çoğu kez sermaye sınıfının dışından devşirilirler ama bazı nadir durumlarda sazı ellerine alanlar olur. Tarihsel girişte ele aldığımız Platon örneğin, soylu sınıfların üyesiydi.

Güncel örnek olarak Celal Şengör verilebilir. Sermaye sınıfının üyesi olarak ideolojik girdi yaptığı çok belli olur ve sınıf çıkarlarından başka bir motivasyon aramanın anlamı bulunmaz. Belki zamanında Sakıp Sabancı çok medyatik ve çok konuşan biri olarak bu kategoride kabul edilebilirdi. Yoksa sermaye sınıfı üyeleri doğudan yazarlığa, siyasetçiliğe ve TV şovlarına katılmayı pek sevmezler; göz önünde olmamak işlerine gelir, çünkü toplumsal asalaklıkları çabuk deşifre olur.

2.2. Sosyalizmden umutsuzluk

Bir aydın adayının, hatta zamanında solda konumlanarak düşünce üretmiş bir kişinin liberal ideoloğa dönüşmesindeki en önemli etkenin sosyalizmden güncel olarak umudunu kesmesi olduğu söylenebilir. Mücadelenin zor zamanları olabilir, yenilgiler yaşanabilir ama her durumda sosyalist devrimin güncelliğinden umut kesme, sermaye tarafından düşürülme ve teslim alınma anlamına gelir.

Umudunu kesenlerin önemli bir kesimi liberal kitleye dönerler. Bazıları ise liberal ideoloğa dönüşür, bundan sonraki yaşamlarını yazılarında, konuşmalarında sermaye sınıfını ölümsüz kılacak manevralar yapmaya adarlar.

Bir kısmı zaten oldukça entelektüeldir ve yazma çizme işi bir yaşam biçimi haline gelmiştir. Bu yetenek ve birikim, renkli ve kimsenin beceremeyeceği şekilde sermaye sınıfının hizmetine sunulur. Örnek olarak Birikim dergisinin izlediği çizgi verilebilir. Muhakkak bir sonraki başlıkta inceleyeceğimiz maddi ödüller bu koşullarda devreye girer.

Sovyetler Birliği’nin ideolojik alanda etkisizleşmeye başlaması ve sonra 1989-91 aralığında tamamen çözülmesi, büyük bir inançsızlık furyasına dönüşmüş, liberalleşmenin eşlik ettiği bir gericilik dönemi yaratmıştır. Bu vasat dönekleşmiş solculardan liberal ideolog devşirmek için sermayeye olağanüstü bir fırsat vermiştir.

2.3 Liberal ideologluk ve dünyalıklar

Sermayenin vaz geçilmez bir kadrosu olarak liberal ideologların önemli bir bölümü hizmetlerinden dolayı bir dünyalık edinirler. Bu bazen ana akım medyada köşe yazarlığıdır, bazen televizyonlarda program yapmaktır, bazen kitapların basılmasıdır, bazen Başkan’ın uçağına binmektir, bazen fonlanmaktır, bazen üniversitede iyi bir pozisyondur, bazen yurt dışında ağırlanmaktır vb.

Sadece maddi özendiriciler akla gelmemeli; tanınmış olmak, toplumu etkileyebilmek, hayranları olmak vb. de önemli kazanımlardır. Dolayısıyla liberalleştirilmiş ve işçi sınıfı siyasetinin olanaklarının kısıtlandığı bir toplumda liberal ideologluk oldukça gözde bir meslektir.

2.4 Kronik aşamacılar

Bir de bu yazıda ayrıntısına girmeyeceğimiz ama yazılmazsa eksik kalacak bir motivasyon kaynağına değinmemiz gerekecek. Sol düşünce 250 yıldır sadece modern işçi sınıfından üremez, köylülükten ve küçük burjuvaziden de türer. Bu tip siyasetlerde muğlak bir sosyalizm söylemi bulunur ama sıra bir türlü sosyalizme gelmez, çünkü henüz tamamlanması gereken eksik bir burjuva devrimi vardır!

Bu “demokrasi” mücadelesidir, daha iyi bir kapitalizm için ara hedeflerdir, sosyalizm kafada canlansa bile bu burjuvazisiz olmaz, “özgürlük” için burjuvazinin soluk alıp vermesi elzemdir vb.

Bu sol siyasetler bazen radikal gözükseler de liberal bir ton taşırlar ve bir türlü sermayeden çok uzağa düşemezler. Sermayeye yanaşmak için mazeretler üretmek bu siyasetlerde bir çeşit liberal ideologluğa yol açar.


3.0. Liberal ideologların güncel temaları

3.1. Yağmaya dayalı bir sermaye birikim rejimini meşrulaştırmak

Burada en güncel örnek AKP’nin iktidar yıllarında ona eşlik eden liberal salgıdır. Batı emperyalizminin ve sermaye sınıfının talana dayalı bir sermaye birikim dönemini yürütmek üzere AKP’yi tasarladığını biliyoruz. Türkiye’deki bütün özelleştirmelerin %90 kadarının AKP tarafından yapılması Türkiye’nin gördüğü en büyük mülk devri dönemine işaret eder. Kamuya ait olan mülk, bu operasyonla yerli yabancı demeden sermaye sınıfına aktarılmış, ayrıca emekçilerin kuralsızca sömürülebildiği bir rejim yaratılmıştır.

Liberal ideologların bu dönemi meşrulaştırmak için yaptıkları en önemli girdi, Türkiye tarihinden sınıfsal olanı el çabukluğu ile yok etmektir. Buna göre AKP güya bir vesayet rejimi ile uğraşmış ve ileri demokrasiyi temsil etmiştir. 1908 ve 1923 bir burjuva devrimi değil, sınıflar üstü bürokrat ve askerlerin halkın iradesine karşı gerçekleştirdikleri darbelerdir. Bu vesayet, askeri darbeler ve askerlerin demokrasi üzerindeki hegemonyasıyla sürmüştür. Liberal ideologlar AKP’ye böylesi bir “kurtarıcı” rolü sağlamıştır.

1908 ve 1923’ün sınıfsal karakterine konuyu uzatmamak için burada girilmeyecektir, ancak Türkiye’deki bütün askeri darbeler sermaye sınıfının gereksinimlerini karşılamak için yapılmıştır.

Zaten emekçi sınıfları sınıfsal olandan ve sınıf mücadelelerinden uzak tutarsanız onları içinde debelendikleri liberalizm batağından çıkaracak hiçbir merdiven bırakmazsınız.

Bir yağma düzenini meşrulaştırmak, önündeki engelleri temizlemek için yapılan bu operasyon, liberal ideologlardan adeta bir cephe oluşturmuştur. 1996’da kurulan Radikal ve 2007’de kurulan Taraf gazeteleri liberal ideologların üst üste yığıldığı, nemalandığı ve işçi sınıfına karşı büyük bir ideolojik cephe oluşturdukları iki özel sermaye kuruluşudur.

Bilmiyoruz yazarlarını hatırlamaya gerek var mı?

Bazılarını hatırlayalım yine de: Ahmet İnsel, Cengiz Çandar, Cüneyt Özdemir, Murat Yetkin, Oral Çalışlar, Murat Belge, Oya Baydar, Orhan Pamuk, Mithat Sancar, Emre Uslu, Ahmet Altan, Yasemin Çongar…

Bu iki gazetenin işlevlerinin analizi liberal ideologların nasıl sermaye için araçsallaştırıldığını anlamak için çok yararlı olacaktır.

3.2. Emperyalizm kuramını ortadan kaldırmayı denemek

Liberal ideologlar nasıl sınıfı siyasi analizden kaldırıp yerine farklı etnik, seküler-muhafazakâr, kadın-erkek, hakları ihlal edilenler gibi kategoriler koymayı deniyorlarsa emperyalizm kuramını yok saymak da benzer bir marifettir. Burada üniversite kürsülerinde, özelikle uluslararası ilişkiler bölümlerinde liberal ideologların nasıl istihdam edildiği ve kadro yetiştirdiğini kavrama fırsatı da buluruz.

Bir kez emperyalizm kuramını yok sayarsanız, emperyalist ülkelerle bütün kirli ve kabul edilemez ilişkileri “reel politika” saymaya başlarsınız.

Ayrıca günümüzde özellikle 2008’den sonra belirginleşen Türkiye sermayesinin diğer halklar aleyhine yayılmacı eğilimlerinin de “reel politika” malzemesi olarak sunulmasında liberal ideologların büyük katkısı olmaktadır.

3.3. Reel sosyalizmi karalamak

Özellikle geçen yüzyılın sosyalizmli günlerinde liberal ideologların başlıca istihdam alanı reel sosyalizmi karalama işiydi ve bu iş adeta bir sektör haline gelmişti. Geçen yüzyılın bilim felsefecileri, tarihçileri, edebiyatçıları, gazetecilerinin bir kısmı dünyalığını buradan elde ediyordu. CIA’nın bu işe başlıca bir bütçe ayırdığı artık iyi biliniyor.

Yirminci yüzyılda reel sosyalizm tarihi insanlığın toplumsal eşitliğin sağlanması yolunda en cüretkâr, en kapsamlı ileri atılışıydı. Doğal olarak hatalar da yapıldı. Şimdi bunları gelecek atılım için anlamaya çalışıyoruz. Bu süreci anlamanın temel aracı ise 20. yüzyıldaki sınıf mücadelelerinin şiddetini kavramaktan geçiyor.

Oysa liberal ideologlar daha önceki başlıklarda gördüğümüz gibi bu konuda da sınıf mücadelelerinin yerine insan hakları, demokrasi gibi kavramları geçirmeye çalışırlar.

Şimdi ilgi başka alanlara kaydı, ancak geçerken ve satır aralarında sosyalizme vurmayı ihmal etmiyorlar doğal olarak.

3.4. Faşizm icat etmek

Hiçbir siyaset sermaye sınıfı için kalıcı değildir; gereksinimler farklılaşmakta, yıpranan siyasi tasarımların yeri gelince yeni siyasi oluşumlarla değiştirilmesi gerekmektedir. Türkiye tam da böyle bir zamandan geçiyor. Sermaye sınıfı ve uluslararası emperyalist güçler; son 20 yılda yeni tarzda sermaye birikiminin sağlanmasında çok büyük işlev görmüş ve çok büyük bir gücü kullanmasına izin verilmiş AKP’yi yeni bir sermaye siyasetiyle ikame edip edemeyeceklerine bakıyorlar.

Yeni sermaye siyaseti tasarımının sermayenin elde ettiği kazanımları sürdürmesinin yanı sıra ayaklanma potansiyelinden hep korkulan emekçi sınıfları kapsama yeteneği de olmalıdır. Bu hedef ise ancak şöyle ya böyle solu bir miktar içeri alarak hayata geçirilebilir.

Ama Altılı Masa’da olduğu gibi bu kadar açığa çıkmış bir sağ programa solu kapsama sıkıntısı belirir. İşte burada farklı tip bir liberal ideoloğa gereksinim doğar: Faşizm icatçısı.

Faşizm icat edilir çünkü solun geçen yüzyıldan kalma bir ezberi faşizme karşı işçi sınıfının sermaye partileri ile ittifak yapmasına dayanan birleşik cephedir. Birleşik Cephe siyasetinin geçen yüzyılda ne kadar yararlı olduğuna, ne kadar işçi sınıfı hareketine zarar verdiğine bu yazıda değinmeyeceğiz.

Ancak liberal ideolog tarafından faşizm icadı sınıf işbirlikçiliğinin yolunu döşeyecektir. İcat diyoruz, çünkü emperyalist düzende farklı dengelere ve farklı sermaye birikim yöntemlerine denk gelen Türkiye’de Erdoğan ve AKP iktidarı, Brezilya’da Bolsonaro, Hindistan’da Modi dönemi faşist rejimler değildir. Söz konusu yöneticiler faşizme yatkın karakterler olabilir, ama bu rejimin faşist olması için yeterli koşul değildir.

İnsanlar geçen yüzyılda yaşanan faşist rejimlerin ne olduğunu unutmuşa benziyor. İşçi sınıfı siyaseti güçlüyken, iktidarda olduğu ülkeler varken ve bazı ülkelerde iktidarını güç biriktirerek ararken sermaye sınıfı faşizmi örgütler. Faşizm altında komünistler yaşayabilmek için ya elde silah bir askeri cephe oluşturup savaşıyorlardır, ya derin bir yeraltı çalışmasına geçmişlerdir ya da ülkeden çıkmışlardır. Yoksa daha gözaltına alınırken öldürülmedilerse onları toplama kamplarında işlenen cinayetler bekler.

Oysa örneğin AKP döneminde sermaye işçi sınıfını kesitsel olarak temel tehdit olarak görmemiştir. Bu dönemde yaşanan çatışmaların başlıcaları Cumhuriyet Mitingleri, Ergenekon ve Balyoz Operasyonları, 15 Temmuz Darbe Girişimi gibi burjuva klikleri arasında gerçekleşmiştir. Emekçi sınıfları dinci gericilikle ve uluslararası düzeyde likidite bolluğu olan bir dönemde borç para ile gerçekleştirilen ve sonlu olduğunu herkesin bildiği bir “sahte Lale Devri” ile kontrol etmişlerdir. Tabii ki her sermaye iktidarı gibi baskı uygulamışlardır, ama her baskı uygulanan rejim faşizm anlamına gelmez. Hindistan ve Brezilya’da da, başkanlar ne kadar fanatik sağcı olurlarsa olsunlar, işçi sınıfı partileri bu dönemde yasal etkinliklerini sürdürmüş, hatta yerel yönetimlere gelmişlerdir.

Oysa şimdi Türkiye’de sahte refah dönemi sonlandı ve yağmalanacak pek bir şey kalmadı. Bu koşullarda ister AKP devam etsin ister Millet İttifakı iktidara gelsin, emekçi sınıflar üzerinde giderek artan bir baskı rejimi ile karşılaşacağımız kesin.

Ama liberal ideolog, işçi sınıfı siyasetini, olmayan faşizme karşı düzenin zor aygıtlarını elinde tutan sermayeye yedeklemekte kararlıdır.

3.5. Olmayan bir “ilerici” sermaye sınıfı siyaseti icat etmek

Geçen yüzyılda sömürge ve feodalizm karşıtı mücadeleler ve bu burjuva karakterli siyasetlerin bir süre için sırtlarını Sovyetler Birliği’ne yaslayabilmesi tutarlı olmayan bir ilerici sermaye hareketi yaratabilmişti.

Şimdi artık bunun izine bile rastlanmıyor. Sermaye sınıfı kendi içinde rekabet eden kliklere ayrılsa bile tümü tekelci sermayenin hegemonyasında gerçekleşiyor ve illaki gerici oluyor.

Oysa liberal ideolog işçi sınıfı siyasetini daha iyi bir kapitalizm için sınıf işbirliğine ikna ederken böyle bir özne icat etmek zorundadır. Ama gelin görün ki, bütün burjuva siyasetler, sosyal demokratlar da dâhil olmak üzere, tekelci sermayenin hizmetindedir. Dolayısı ile “ilerici bir burjuvazi” ile işçi sınıfının ittifakının kısmi kamuculuk, sömürünün hafifletilmesi, aydınlanmanın sağlanması vb. sonuçlara ulaşması sosyalist bir devrime göre oldukça ütopiktir, çünkü öznesi bulunmaz.

Syriza, Podemos gibi ara siyasetler de “ilerici” değildir. Syriza örneği, Yunanistan’da derin bir uçuruma yuvarlanmış düzene kurtarma merdiveni uzatmaktan başka bir şeye yaramamıştır.


3.6. "Piyasa sosyalizmi"nden adil bir dünya düzeni yaratmak

Genellikle “ulusalcıların”, Avrasyacıların, Çinci ve Rusçuların liberal ideologlardan farklı bir renk olduğu düşünülür, ne de olsa NATO’ya ve ABD emperyalizmine karşı bir alternatif önermektedirler.

Oysa bu alternatif kapitalizm dışına işaret etmez, sınıf işbirlikçiliğinin başka bir versiyonunu sağlar ve liberal ideologluğun bir türevini bize verir.

Son zamanlarda Mehmet Ali Güller tarafından üzerimize salınan Çin ve Rus ittifakının etrafında şekillenen “yeni ve adil bir dünya düzeni” kavramı bu liberal kavuşmanın en iyi örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Çünkü Rusya tekelci bir kapitalizme sahipken Çin’deki tekeller bir piyasa düzeni sunuyorlar. Bunun nihai sonucu sermaye ihracatı, serbest bölgelerde emek gücü sömürüsü, eşitsiz ticari ilişki, ham madde kaynaklarına el konması ve en nihayet bağımlı ülkelerin yönetilmesinden başka bir şey olamaz.

ABD ve İngiltere’nin olağanüstü kirli ve kanlı tarihleri başka bir sermaye düzenini seçmemiz için bir neden oluşturmaz.

Sonuç:

Çağımız sosyalizme geçiş çağıdır ve sosyalizm liberal ideologluk denilen toplumsal iş bölümü kategorisinin zeminini kurutacaktır. Çünkü işçi sınıfının gerçek bir siyasi öncüsü hiçbir zaman sermaye ile birlikte yaşamak istemez, sermayenin yaşam suyunu keserek toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlar.

Ancak her seferinde farklı bir kurnazlıkla bu kaçınılmaz sonu engellemeye çalışan liberal ideologlarla keskin ve anlık mücadelemiz sosyalizmin zaferine kadar bütün şiddetiyle sürecek.

ERHAN NALÇACI / Dayanışma Formu