11 Ekim 2022 Salı

BELLEK (12 EKİM )

 


     OLAYLAR:

  • 1654 - Hollanda'nın Delft kentinde bir barut deposu infilak etti; 100'den fazla kişi öldü, 1000'in üzerinde kişi yaralandı.
  • 1692 - Salem Cadı MahkemeleriMassachusetts Valisi William Phips'in emriyle sona erdi
  • 1847 - Alman sanayici Werner von Siemens, Siemens AG şirketini kurdu.
  • 1872- Sirkeci hamalları greve çıktı.
  • 1882- Tatavla kunduracıları greve çıktı.
  • 1917 - I. Dünya Savaşı: Belçika'nın Ypres şehri yakınında I. Passchendaele Muharebesi'nde hardal gazı ilk kez kullanıldı ve bir günde yaklaşık 20000 asker öldü.
  • 1925 - Mustafa Kemalİzmir'de manevraları izledikten sonra ordunun Türk  topraklarını savunmaya hazır olduğunu söyledi.
  • 1928 - Suni solunum cihazı, ilk kez Boston'daki bir çocuk hastanesinde kullanıldı.
  • 1937 - Seyit Rıza'nın yargılanmasına başlandı.
  • 1945- Ankara Radyosu alaturka saz ve ses sanatçıları toplu olarak istifa ettiler.
  • 1953 - Pancar Kooperatifleri Bankası (Şekerbank), Eskişehir'de kuruldu.
  • 1958 - Başbakan Adnan Menderes yurttaşlardan "Vatan Cephesi" kurmalarını istedi.
  • 1968 - 19. Yaz Olimpiyat OyunlarıMeksiko'da başladı.
  • 1969 - Genel seçimler yapıldı. Adalet Partisi 256 milletvekiliyle iktidarını korudu. CHP 143, Güven Partisi 15, Millet Partisi 6, MHP 1, Türkiye Birlik Partisi 8, Yeni Türkiye Partisi 6, Türkiye İşçi Partisi 2 Milletvekili çıkardı.
  • 1970 - MİGROS grevi bütün şubelere yayıldı; Yeni Büro-İş üyesi 524 işçinin çalıştığı tüm işyerlerinde çalışma durdu.
  • 1972- Sümerbank’ın 5 ildeki 13 mağazasında grev başladı.
  • 1975 - 54 Senatör ve 6 Milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde; Adalet Partisi 27 Senatör, 5 Milletvekili, Cumhuriyet Halk Partisi 25 Senatör, 1 Milletvekili, Millî Selamet Partisi 2 Senatör çıkardı
  • 1975 - Bursa'daki TOFAŞ Otomobil Fabrikası'nda 100.000 Murat 124 otomobil üretildiği açıklandı.
  • 1979 - Adalet Partisi Genel Başkanı Demirel: “Şimdiye kadar faşist devlet kuracağız diyen bir plan çıktı mı? Nerede bu faşizm, anlamıyorum. Kendi kendimizi hayalet taşlar duruma getirmeyelim.”
  • 1980 - 11. Genel nüfus sayımı yapıldı. Sokağa çıkma yasağı sırasında güvenlik güçleri operasyonlar yaptı, çok sayıda kişi gözaltına alındı. Türkiye'nin nüfusu: 44.736.957 olarak belirlendi
  • 1983- Japonya’nın eski başbakanlarından Tanaka Kakuei, Lockheed şirketinden 2 milyon dolar rüşvet almak suçundan 4 yıl hapse mahkum oldu.
  • 1984- IRA, Margaret Thatcher’in kaldığı otele bomba attı. Margaret Thatcher kurtuldu, fakat 5 kişi öldü.
  • 1985- Dostlar Tiyatrosu’nda sergilenen “Asiye Nasıl Kurtulur” adlı oyununun Moda sinemasında gösterimi Kadıköy Kaymakamlığı tarafından bazı oyuncuları “fişlenmiş” olması nedeniyle yasaklandı. Valiliğin girişimiyle, yasak kararı kaldırılmasına karşın, gösterim sırasında polis “yazılı izin” olmadığı gerekçesiyle salonu boşalttırdı. Kadıköy Emniyet’inden gelen yazı üzerine gösterim gerçekleştirilebildi.
  • 1986- Çırağan Sarayı’nın onarımına ve bahçesinde yapılacak 5 yıldızlı otelin inşaatına başlandı.
  • 1988- İstanbul ve Ankara’da haftalarca gösterilen B.Bertolucci’nin “1900” adlı filmi İzmir Valiliği tarafından yasaklandıktan sonra filmi oynatan Çınar Sineması’na 2 ay süreyle kapatma cezası verildi. Filmin Danıştay’ca yasaklanan bölümlerinin de gösterildiği gerekçesiyle daha önce Sinema sahibi 2 bin TL para cezasına çarptırılmıştı.
  • 1992- Silvan ve Batman’da bugün öldürülen 4 kişiyle birlikte son 300 gün içinde 299 kişi “faili meçhul” cinayetlere kurban gitti.
  • 1992 - Çin Komünist Partisi’nin 14.Kongresi’nde Genel Sekreter J.Zemin “Pazar Ekonomisi’ne geçileceği”ni resmen ilan etti.
  • 1999 - Pervez MüşerrefPakistan'da kansız bir darbe ile yönetime geldi.
  • 2002 - Endonezya'nın turistik adası Bali'de kalabalık bir gece kulübüne düzenlenen bombalı saldırıda, çoğunluğu yabancı 202 kişi öldü, 300'den fazla kişi yaralandı.
  • 2003- İstanbul 4.Sulh Ceza Mahkemesi, Adalet Bakanlığı’nın yazılı başvurusu üzerine, ‘ozgurpolitika.org’ ile ‘ekmekveadalet.com’ sitelerinin kapatılmasına ve Türkiye’ye giriş-çıkışlarına filtre konulmasına karar verdi.
  • 2004 - Anadolu Federe İslam Devleti isimli yasa dışı örgütün lideri Metin Kaplan, gözaltına alındığı Almanya'dan özel uçakla Türkiye'ye getirildi. 13 Ekim'de tutuklanan Kaplan, Bayrampaşa Cezaevi'ne konuldu.
  • 2006 - Fransa'da Sosyalist Parti'nin sunduğu ve "Ermeni Soykırımının İnkârının Suç Sayılması"nı öngören yasa teklifi, Fransa Parlamentosu'nda 19'a karşı 106 oyla kabul edildi.Tasarının yasalaşabilmesi için senato ve cumhurbaşkanının onayı gerekiyor. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, tasarının yasalaşması halinde Fransa’ya gidip ifade özgürlüğü adına yasayı ihlal edeceğini söyledi.
  • 2009- İzmir Valiliği, Tiyatro Avesta’nın sahnelediği Musa Anter’in hayatını anlatan “Araf” adlı Kürtçe oyunu gerekçe göstermeden yasakladı. 
  • 2011 - İstanbul Üniversitesi’nin akademik açılışı için Fen Fakültesi’ne gelen Başbakan Erdoğan’ı protesto etmek isteyen 37 öğrenci gözaltına alındı.
  • 2015- 10 Ekim Katliamı’nın kurbanları Türkiye’nin dört bir yanında hükümet karşıtı sloganlarla toprağa verildi. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin çağrısıyla Türkiye genelinde “Yastayız, isyandayız” sloganıyla 2 günlük greve başlandı. Başbakan Ahmet Davutoğlu NTV’de:”İlk andan itibaren DEAŞ’ı birinci öncelik olarak aldık. Hukukla davranmak durumundayız. Türkiye’de intihar eylemi yapabilecek kişilerin listesi dahi var. Öyle bir eylemi gerçekleştirebilme anına kadar sebepsiz yere alıp tutamazsınız.”


  • DOĞANLAR

       ÖLÜMLER:

(DERLEYEN:mstfkrc)






Sinpaş’ın ruhsatı niye iptal edilmedi - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 Benzerlerine fazlasıyla tanık olduğumuz dolambaçlı yollarla, hukuku eğip bükerek, kamuoyunun anlamayacağı, dikkatinden kaçırabileceği yöntemlerle Sinpaş projesi bir şekilde tamamlattırılmak isteniyor.


Sinpaş GYO’nun, Marmaris’te inşa ettiği Kızılbük projesi her yönüyle ibretlik bir vaka. Borsadaki tartışmalı halka arzla başlayıp doğal bir koruma alanının tahribatına uzanan süreç, çevre ve kent başta olmak üzere, anayasal olanlar da dahil, pek çok hakkın katledildiği bir seri cinayet gibi. Dolayısıyla o çirkin otele baktıkça sadece çevresel bir yıkımı değil, aynı zamanda toplumsal bir yıkımı da görüyoruz. Ama buna rağmen tüm yetkili kurumlar Sinpaş’ın başlattığı tahribatı tamamlaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Üstelik mahkemenin tahribatı hukuken tespit etmesine rağmen.

Bu çabanın son örneği, inşaatın yapı ruhsatları konusunda yaşanıyor. Belediye de mahkeme de yasayı kendine göre yorumlayıp kamu çıkarını aleni bir şekilde özel çıkara kurban ediyor. Nasıl mı?

Muğla Çevre Platformu (MUÇEP), çevre gönüllüleri ve Marmaris Kent Konseyi üyeleri uzun süredir Sinpaş’a karşı hukuksal mücadele yürütüyor. Temel dayanakları, koruma altındaki milli Park alanının tahrip edildiği ve projenin niteliği itibarıyla Muğla Valiliği’nin verdiği “ÇED gerekli değildir” kararının doğru olmadığıydı. Nitekim mahkemenin atadığı bilirkişi heyeti, davacıların iddialarının büyük bölümünün doğru olduğunu tespit etti. Ağustos ayında da Muğla İdare Mahkemesi, valiliğin verdiği ÇED kararını iptal etti.

Peki, sonrasında ne olması gerekiyordu, gerçekte ne oldu?

Mahkeme kararı ile beraber iptal edilen “ÇED gerekli değildir” kararına bağlı işlemlerin tamamının derhal durdurulup iptal edilmesi bekleniyordu. Sinpaş da yeni ÇED başvurusu yaptığını Borsa İstanbul’a bildirdi. Marmaris Belediyesi ise inşaat alanına giderek bir zabıt tutup, mahkeme kararı gereği inşaat faaliyetlerini durdurduğunu açıkladı. Kamuoyunda da tepki çeken projeye dair buraya kadar yargı kararının gereği yerine getirildi. Lakin benzerlerine fazlasıyla tanık olduğumuz dolambaçlı yollarla, hukuku eğip bükerek, kamuoyunun anlamayacağı, dikkatinden kaçırabileceği yöntemlerle Sinpaş projesi de bir şekilde tamamlattırılmak isteniyor.

MAHKEME DE BELEDİYE DE ISLIK ÇALIYOR

MUÇEP avukatları, ÇED kararının iptali sonrasında 15 Ağustos’ta Muğla 3. İdare Mahkemesi’ne “belediyenin verdiği yapı ruhsatlarının iptal edilmesi” talebiyle başvurdu. Mahkemenin başvuruya dair verdiği ara karara bakalım önce:

“ÇED gerekli değildir kararı iptal edildiğinden, ÇED gerekli değildir kararına dayanak yapılarak verilen ruhsatların iptal edilip edilmediğinin, inşaat faaliyetlerinin durdurulup durdurulmadığının bildirilmesine…”

Mahkeme, belediyeye “Yaptığın işlemleri, kararını bana bildir” diyor. Devamında yürütmeyi durdurma konusunda karar verebilmek için sunduğu, garip cümlelerden oluşan şu gerekçeyi ise hukukçuların yorumuna bırakalım:

“Olayın niteliğine ve davanın durumuna göre yürütmenin durdurulması isteminin, ara kararı gereği yerine getirildikten ya da ara kararına cevap verme süresinin geçmesinden sonra incelenmesine, ara karar gereğinin süresi içinde yerine getirilmesinin mecburi olduğunun ve süresi içinde yerine getirilmediği taktirde bu durumun ilgililerinin idari, cezai ve hukuki sorumluluğunun doğurabileceği hususunun davalı idareye duyurulmasına…”

Yani mahkeme, yapı ruhsatlarının yürütmesi konusunda karar vermek için topu belediyeye atıyor. Belediye ne yapıyor?

26 Eylül günü sunduğu dilekçe ile “ÇED gerekli değildir” kararının iptal edilmesi üzerine inşaat faaliyetinin durdurulduğu ama yapı ruhsatlarının iptal edilmediğini bildiriyor. Belediyenin dilekçesinde “Neden ruhsatlar iptal edilmedi?” sorusunun yanıtı yer almıyor. Bu sorunun yanıtını, Marmaris Belediye Meclisi’ne sunulan bir soru önergesine verilen yanıtta buluyoruz. O yanıt da şöyle:

“Yapı ruhsatı inşaat faaliyetine başlanacak herhangi bir yapıya düzenlenecek izin belgesi iken, ÇED ise yapılacak inşaat faaliyetinin çevre üzerindeki etkisinin belirlenip izlenmesi ve kontrol edilmesidir. Yapı ruhsatı aşamasında, belirlenen projelerde ÇED raporunun aranması yasal bir zorunluluk olmakla birlikte, ÇED raporunun başkanlığımıza sunulmasından sonra düzenlenen yapı ruhsatlarının, ÇED raporunun mahkeme kararı ile iptal edilmesinin akabinde hükümsüz duruma geleceğine ilişkin herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır.”

Hem mahkemenin ara kararını hem de belediyenin gerekçesini neresinden tutsanız elinizde kalıyor aslında. Belediyeye bu açıklaması üzerinden bazı sorular soralım:

ÇED kararı gereken inşaat faaliyetlerinde yapı ruhsatının verilip verilmemesinin de bu karara bağlı olduğunu belediye de söylüyor. Öyleyse ÇED kararı yargı eliyle ortadan kaldırılmışken, hukuken geçersiz bir ÇED’e dayanılarak düzenlenmiş idari işlemler de geçersiz olmaz mı?

Sinpaş, mahkeme kararına uyup yeni bir ÇED tanıtım dosyası hazırlayarak başvuru yaptığını açıkladı. Bu durumda çevreye verebileceği zararlar tespit edilmeden, buna dair düzenlemeler, tedbirler alınmadan başlanmış bir inşaat için verilmiş ruhsatlar ile ÇED istenilen yeni durumdaki ruhsatlar aynı olur mu?

Belediye, açıklamasında “ÇED raporunun başkanlığımıza sunulmasından sonra düzenlenen yapı ruhsatları…” diye bir cümle kullanmış. Oysa 29 Temmuz 2022 günü Resmi Gazete’de yayımlanan ÇED Yönetmeliği’nin Genel Hükümler bölümünün 6. maddesinin 3. fıkrasında şöyle deniliyor:

“Bu Yönetmeliğe tabi projeler için ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu’ kararı veya ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir’ kararı alınmadıkça bu projelerle ilgili teşvik, onay, izin, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez, proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez. Ancak bu durum söz konusu teşvik, onay, izin ve ruhsat süreçlerine başvurulmasına engel teşkil etmez.”

Yani belediyenin dediği gibi ÇED ile alakalı karar verilmeden yapı ruhsatı izinleri resmen verilemiyor. Fakat gayet anlaşılır şekilde yazıldığı gibi ruhsat başvurusu ve süreci ÇED kararı çıkmadan da başlayabiliyor. Belediye bu açık hükmü nasıl olur da “başkanlığımıza ÇED dosyası geldiği anda ruhsat izni verilir” şeklinde yorumluyor?

Belediye “ÇED kararı iptal edilirse, ruhsatın da iptal edileceğine dair herhangi bir hüküm yok” diyor. Bu durumda iptal edilmesinin karşısında da bir hüküm yok demek değil mi? Belediye niye kamu yararı yerine şirketin yararına gözeten bir idari tasarrufta bulunuyor? Üstelik mahkeme bile belediyeye “ruhsatı iptal ettiysen bana bildir” diyor ki, ona göre belki de kararını değiştirecek.

Her şey bir yana, sadece son sorudaki durum bile tepeden aşağıya kamu kurumlarının, görevlilerinin kamusal çıkar/özel çıkar arasında nasıl tercih yaptıklarını özetliyor. Sinpaş meselesinde de şimdiye kadar, “Bizim değil bakanlığın kararı… yargı böyle uygun gördü… izinler bizden önce verilmiş” türü bahanelere sığınan belediyenin eline hukuki bir fırsat geçmişti; o da tuttu, bunu Sinpaş lehine kullandı. İşin özeti budur.

Bahadır Özgür / BİRGÜN


Yalanı yayan sizlersiniz! - BİRGÜN

 

    Fotoğraf: Depo Photos

Hapis cezasının da öngörüldüğü sansür yasasının görüşmeleri TBMM’de bu gün devam edecek. Ancak sadece son iki günde İstanbul Valisi’nden havuz medyasına kadar birçok yandaş isim yalan ve yanlış bilgiyi yaydı. Yalan haber dalgasını değerlendiren Siyasal İletişim Danışmanı Özçelebi, “Daha büyük çarpıtmalar yaşayabiliriz” derken Prof. Dr. Kalaycıoğlu da “Sultanizm rejimlerinde iktidar yasalarla sınırlandırılması, denetlenmesi yoktur” ifadelerini kullandı.

"Sansür yasası" teklifinin TBMM'deki görüşmelerine bugün devam edilecek. "Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma suçuna bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilmesi öngörülen" madde de bugün görüşülecek.

Söz konusu maddeyle Türk Ceza Kanunu'na (TCK) "Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçu eklenecek. Maddeye göre "Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse", 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacak. Ayrıca "suç, failin gerçek kimliğini gizlemesi suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenirse" verilen ceza yarı oranında artırılacak.

Meclis’te “sansür yasası”nın bu tartışmalı maddesi görüşülürken iktidar kanadında yaşananlar ve yandaş medya aracılığıyla peş peşe servis edilen “yalan haberler” ise tartışmanın boyutunun artıyor. Bunun son örneklerinden biri de yandaş medyanın servis ettiği “İBB’nin aracın uyuşturucu ele geçirildi” yalanı oldu. Önceki akşam da İstanbul Valisi Ali Yerlikaya doğalgaz kaynaklı olmayan bir patlamanın doğalgaz kaynaklı olduğunu duyurdu.

UYUŞTURUCU YÜKLÜ ARAÇ YANDAŞLARIN ÇIKTI

Adana’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) şehirlerarası hizmet veren cenaze nakil aracında yüklü miktarda esrar bulundu. İktidarın kontrolündeki medya organları gelişmeyi “İBB aracında yüklü miktarda uyuşturucu ele geçirildi” şeklinde servis etti. AKP milletvekilleri ile çok sayıda AKP yöneticisi de bu haberleri paylaştı. Ancak İBB konuyla ilgili açıklama yaptı ve aracın, belediyenin AKP yönetiminde olduğu dönemde ihaleyi kazanan Albayrak ailesinin damadı Adem Altunsoy'un Platform Turizm Taşımacılık Şirketi'ne ait olduğu ortaya çıktı.

Gerçeğin ortaya çıkmasının ardından Albayrak ailesinin medya kuruluşu Yeni Şafak, Twitter’dan “Adana’da, İBB’ye ait şehirlerarası cenaze nakil aracında, yüklü miktarda uyuşturucu ele geçirildi” ifadeleriyle yaptığı paylaşımı sildi. Gazete bir süre sonra paylaşımı bu kez aracın kime ait olduğu bilgisine yer vermeden bir kez daha paylaştı.

YENİ BİR ALGI OPERASYONU

İBB Başkanı İmamoğlu sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı: “Yeni bir algı operasyonu, yeni bir itibar katli kampanyasıyla daha karşı karşıyayız. Bu kampanyalar ne İBB’yi kirletebilir, ne de bizi yıldırır. Bir taşeron şirketin uhdesinde çalışan 2 şöförün karıştığı iddia edilen suçla ilgili teftiş kurulumuz soruşturma başlattı.”

YANDAŞTAN BİR GÜNDE İKİNCİ YALAN

YeniŞafak dün bir yalanı daha servis etti. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, beraberindeki heyetle ABD ziyaretinde bulunuyor. ABD ziyaretinde ilk durağı Boston olan Kılıçdaroğlu'nu burada CHP'nin Amerika örgütlenmesinden Mert Arıkan isimli partili karşıladı.

Bu karşılamanın videosu sosyal medyada paylaşıldı ve iktidara yakınlığıyla bilinen YeniŞafak gazetesi Mert Arıkan'ı okuyucularına firari FETÖ sanığı Aykan Erdemir olarak tanıttı. Aynı haberi, Aydınlık Gazetesi de sitesinde manşete taşıdı. Kılıçdaroğlu'nun ABD seyahatini izleyen halktv.com.tr yazarı ve Gazeteci İsmail Saymaz, sözkonusu haberi alıntılayarak "Saçmalamayın. Bu kişi Aykan Erdemir değil. CHP Amerika’dan Mert Arıkan" dedi. Daha sonra bu haber de siteden kaldırıldı.

VALİ YERLİKAYA’NIN DOĞALGAZ AÇIKLAMASI

Kadıköy Fikirtepe Mahallesi’nde önceki akşam bir binada patlama meydana geldi. Patlamanın etkisiyle çıkan yangın yandaki iki binaya daha sıçradı. 3 kişi yaşamını yitirdiği ve 1 kişinin de yaralandığı açıklandı. Patlamadan çok kısa bir süre sonra açıklama yapan İstanbul Valisi Ali Yerlikaya, patlamanın doğalgaz nedeniyle meydana geldiğini duyurdu. İBB ise patlamanın doğalgaz kaynaklı olmadığını duyurdu.

Dün sabah patlama bölgesinde açıklama yapan İBB Başkanı İmamoğlu da patlamanın doğalgazdan kaynaklamadığını vurgulayarak, “Görünen, binanın sağlam kalan tek dairesinde doğalgaz aboneliği var ve o aboneliğin olduğu dairede de hiçbir patlama yok. Diğer patlamanın olduğu ve büyük hasar alınan iki dairede de doğalgazla ilgili tesisat yok. Doğalgazla ilgili abonelik de yok. Yani niye öyle bir açıklama yapıldı veya kim yaptırdı? Muhtemelen Sayın Valimiz onu irdeleyecektir” dedi. Ayrıca patlamayla ilgili soruşturmanın “terör şüphesi nedeniyle” İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör Suçları Soruşturma Bürosu tarafından yürütüleceği açıklandı.

AKP’LİLERDEN BİNLERCE YARALI VAR YALANI

İstanbul Avcılar'da 9 Eylül’de iki metrobüsün kafa kafaya çarpışmasıyla 2'si ağır 42 kişi yaralandı. Kaza sonrası olay yerine gelen AKP Gençlik Kolları üyelerinin provokasyonu ise pes dedirtti. Kazanın ardından video çeken AKP Gençlik Kolları üyesi bir genç, "AK Parti Avcılar olarak kaza yerindeyiz. İki metrobüs çok feci bir şekilde çarpıştı. Binlerce yaralı, sayısı belli olmayacak kadar da ölü var. İBB yetkililerine buradan sesleniyoruz. Bu canların hesabını kime nasıl vereceksiniz" dedi.

Gencin konuşması sosyal medyada büyük tepki topladı. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun yakın çalışma arkadaşı Murat Ongun da "Bu genç kızımızın aklını kirletenlerledir mücadelemiz. Siyasi sevinçlerinize insanlığınızı feda etmeyin" diyerek tepki gösterdi.

***

MUHALEFETİN DUYARLILIĞI YÜKSEK OLMALI

Siyasal İletişim Danışmanı ve SİTA Politik Danışmanlık Genel Müdürü O. Suat Özçelebi ise BirGün’e yaptığı değerlendirmede, “İktidarın uzun süredir yaşadığı derin çelişkilerin sürdüğünü görüyoruz. Cumhurbaşkanı’nın, AKP’li milletvekillerinin ve bakanların açıklamalarında da bu çelişkileri görüyoruz. Ancak çelişkilerinin kendi tabanlarında bir karşılığı olmadığını, önemsenmediğini düşünüyorlar. Yani cenaze aracının İBB’ye ait olmaması kısmını yönetebildiklerini düşünüyorlar. Yönetebildikleri sürece propagandanın aracı olarak kullanabiliyorlar. Bir konu propaganda işlevini yerine getirdi mi getiremedi? Önemli olan bu. Örneğin televizyonda bir şey söyledikten sonra onu düzeltemezseniz. Çünkü o kitleyi bir daha orada göremezsiniz. O kitle, o düzeltmeyi görmez” dedi.

“Örneğin bir bakan çıkıp ‘Biz sizin asıl hedefinizin ne olduğunu biliyoruz. Siz Cumhurbaşkanı’nı iktidardan indirmek istiyorsunuz’ diyor. Bütün muhalefet partileri kendileri iktidar olmak ister. Ama bakanın bunu söyleyerek yapmak istediği şey muhalefeti kriminalize etmektir. Bir nevi algı yönetimi bu da” diyen Özçelebi sözlerini şöyle tamamladı: “İBB’ye dair örnekler yine masum örnekler. Bunların daha ağırını yaşayacağız. Can kayıplarının da yüksek olacağı meselelerde daha büyük çarpıtmalar yaşayabiliriz. Toplumsal muhalefetin bu yüzden duyarlılığının yüksek olması lazım. Daha kitlesel sonuçlar yaratacak çarpıtmalara dair duyarlılığının yüksek olması lazım. Muhalefet bu sansür yasasına karşı daha güçlü bir muhalefet gerçekleştirmeli. 6’lı Masa’nın daha kitlesel eylemler yapması gerekir bu dezenformasyon yasasına karşı. Toplumun buna ihtiyacı var.”

***

SULTANİZM REJİMİNİN TEMEL ÖZELLİĞİ

Yeni Şafak’ın yaydıktan sonra kaldırdığı haberler ile İstanbul Valisi Yerlikaya’nın Kadıköy’deki patlamayla ilgili açıklamalarına dikkat çeken Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu da “Bu rejim temel özelliği bu. Sultanizm rejimlerinde iktidar bir standarta, iktidar dışındakiler ise başka bir standarta göre değerlendirilir. Bu rejimde iktidarın yasalarla sınırlandırılması, denetlenmesi yoktur. Denetim yoktur ve denetim kabul edilemez. Muhalefet ise yasalara göre hareket etse de etmemiş gibi muamele görebilirler. Bu yüzden neden sansür yasası çıkarttıklarını da anlayamıyorum. Yasaya gereke yok, zaten böyle yönetiliyoruz” ifadelerini kullandı.

***

CHP’DEN TEPKİ

CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, Meclis'te basın toplantısı düzenleyerek gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Altay, TBMM açılır açılmaz ilk olarak ‘sansür yasası’nın getirilmesini eleştirdi. Altay, “Pes. Anayasa gereği yapılması gereken tatil bitti, Bahçeli ısrar ve tazyiki ile bir sürü gündemde konu; 85 milyonun bir ton derdi varken Meclis iki haftadır ‘Sansür yasası’ ile çalışıyor. Niye karşıyız? Erdoğan’a ve Cumhur İttifakı’na demokrasinin protesto ve tepki rejimi olduğunu öğretmek zorundayız. Onlar da bunu kabul etmek zorunda" ifadelerini kullandı.(BİRGÜN)


Hayat pahalılığına patron çözümü: Şehirden uzakta ışıltılı varoşlar - SOL / Antalya


Birçok şehirde artan kira fiyatları nedeniyle sıkıntılar yaşayan emekçiler çareyi kent merkezinden uzağa taşınmakta arıyor. Bunun en bariz örneği Antalya'da yaşanıyor.

Son zamanlarda emekçilerin gündemini en çok meşgul eden konu hayat pahalılığı. Birçok başlıkta kendini hissettiren sorunlar konu barınma sorunu ve kira fiyatlarına geldiğinde ise çözülmez bir hal alıyor. 

Antalya'da "evden eve taşıma" şirketlerinde çalışan emekçilerin soL Haber'e verdikleri bilgilere göre ise şehir içinde adeta göç yaşanıyor. Yaklaşık son bir yıl içinde kent merkezlerinden şehrin varoş semtlerine doğru göç eden emekçilerin sayısında tırmanış gözlemlenirken, patronların ise kentsel dönüşüm ve rant konularında iştahı kabarıyor. 

Kent imkanlarından uzakta "ışıltılı varoşlar"

Çareyi daha ucuz kiralarda barınabilmek için kent merkezinden uzağa ve kiraların daha ucuz olduğu bölgelere taşınmakta bulan emekçiler aynı zamanda eğitimden sağlığa, ulaşımdan beslenmeye kadar birçok başlıkta kent hayatının dışına itiliyor. 

Bu bölgeler aynı zamanda yeni yapılaşmaların ve rantın da güncel adresleri. Birçok arsanın patronlar arasında önceden paylaşıldığı ve rantın şehir merkezinden onlarca kilometre uzağa taşındığı bu yerleşim yerlerinin bazılarında henüz şehir içi ulaşım imkanları dahi bulunmuyor. 


Kira fiyatlarının aylık 10 bin ila 20 lira arasında salındığı Antalya'nın Konyaaltı ve Muratpaşa ilçelerinden Döşemealtı ve Kepez ilçelerinin uzak noktalarına taşınanan emekçiler kısa bir zaman sonra yeni taşındıkları yerlerin de benzer kira fiyatlarına ulaşacağını ifade ediyor. 

Bir tür modern gecekondu semtlerini andıran bu yeni yerlerin geçmişteki örneklerden tek farkı ise temsil ettiği gösteriş ve ışıltılı reklamlar. Konuyla alakalı soL Haber'e konuşan yurttaşlardan Mehmet Nuri Okatan emekli öğretmen. 8 yıldır kaldığı evden artan kira fiyatlarından sonra daha makul bir yer arayan Okatan, çareyi şehirden uzaktaki semtlere taşınmakta bulanlardan birisi. 

Antalya'da Kepez ilçesine bağlı Göçerler Mahallesi'ne taşınan emekli öğretmen Okatan, "Buraya bakar mısınız? Şehirden yaklaşık 25-30 kilometre uzakta bu lüks evler alternatif olarak gösteriliyor. Evler ışıl ışıl ama buraya toplu ulaşım yok. Bir otobüs seferi koymuşlar günde 4-5 kez geçiyor. En ucuz kira ise 5000 lira. Şimdi de Şehir Hastanesi açılacak, kiralar 10 bin lirayı geçecekmiş diyorlar. Ne yapacağız? Muhtemelen yine daha ucuz bir yer arayacağız. Üstelik bizim gidecek bir köyümüz falan da yok her şeye lanet edip çekip gitsek. Ben bir yandan taksicilik yaparak ek gelir elde etmeye çalışıyorum. Ama hala zor. Akşam geç saatlerde buraya yürüyerek gelmek imkansız. Ortalık köpek kaynıyor. Üstelik eve en yakın market dahi yaklaşık 5 kilometre uzağımızda. Buralara da şehir keşmekeşinden uzakta ferah bir yaşam diye satışa sunuyorlar. Yahu burada başımıza bir şey gelse kimsenin ruhu duymayacak" diyerek anlatıyor içinde geçtiği süreci. 


'Putin Rusya'ya seferberlik ilan etti biz de Antalya'da evimizden olduk'

Rus turistlerin yoğun ikamet ettiği yerlerden birisi olan Antalya'da Rusya ve Ukrayna arasındaki savaştan sonra kira fiyatlarının arttığı ve emlakçıların yalnızca Rus ve Ukraynalı müşteriler tercih ettiği haberleri daha önceleri kamuoyuna yansımıştı. Rusya'dan Antalya'ya son uçak biletinin 11 bin Dolar'a satıldığı belirtilirken Antalya'da ikamet edenler ise Rusya'nın seferberliğini fırsata çeviren emlakçılardan ve ev sahiplerinden dert yanıyor. 

Herhangi bir kurumun ya da kuruluşun emekçileri korumak adına adım atmadığından yakınan yurttaşlar ise artan kiralar ve hayat pahalılığından fırsatçıları sorumlu tutuyor. Konuya dair soL Habere konuşan yurttaşlardan Hasan Kaya birçok emlakçının eski evleri yeniden dizayn ederek fahiş fiyatlara savaştan kaçan insanlara kiraladığını ifade ediyor. Kendisi de sıhhi tesisatçı olan Kaya, "Savaş başladığında beri 3-4 bin kira bandındaki evleri 20 bin liraya kiraladılar. Birçok yerde artık sadece Rusça ya da Ukraynaca emlak ilanları görüyoruz" diye ifade ediyor. 

Ev sorunu yaşayanlara son çare: Lüks konteyner evler

Kira fiyatlarının artması ve ev sorunu yaşayanlar için son çare olarak gösterilen ev türleri ise "tiny house" adı verilen küçük evler. Kabaca bir ya da iki odadan oluşan bu evler aslında insani ölçülerden ve imkanlardan uzak olan hobi evleri.

Oda başına 20 metrekare düşen evlerin fiyatları ise 200 bin ila 500 bin lira arasında değişiyor. Yani 2 oda satın almak isteyen bir yurttaşın harcayacağı rakam 400 bin ya da  1 milyon liraya denk düşüyor. Tek odadan ibaret bu evler de diğer seçenekler gibi şehirde uzakta yer alıyor. 

Normal saatlerde kent hayatının dışında hobi evleri olarak satışa sunulan bu tür örneklerin barınma sorunu yaşayan yurttaşlara alternatif olarak gösterildiği örneklerde ısınma, gündelik tedarik ve ulaşım sorunu ise bir başka problemler yumağını oluşturuyor. 

SOL / Antalya

İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde 'aksak' sezon açılışı - MELİS GÖNENÇ / SOL-Özel

 İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde 2022-2023 sezonu kurumsal yapıya yönelik iki önemli darbe ile açıldı.

İDOB tarihinde iki ilk bir arada:

1) Kurumsal sezon açılışı yaptırılmadı. Onun yerine, Kültür Yolu adlı bir torba festivalin açılış etkinlikleri içinde bir yere sıkıştırılmış temsil yaptırıldı.

2) Kuruma yaklaşık beş aydır müdür atanmadı.

Her ikisi de, islamcıların yıllardır uyguladıkları, DOB’un kurumsal kimliğini rendelemeye dönük girişimlerin parçasıdır. Tesadüfen örtüşmüş değillerdir.

Sezon açılışının Kültür Yolu’nda boğulması konusunu ve bunun ne anlama geldiğini önceki yazımızda ele almıştık. Burada, müdürlük konusuna eğilelim.

Müdürlük halleri

İDOB Müdürü Suat Arıkan 25 Mayıs’ta emekli oldu. Bürokrasinin işleyiş kurallarındandır; kurumu temsil eden kişi, herhangi bir nedenle, temsil yetkisini doğrudan kullanma olanağına sahip olmadığı durumlarda, yerine, geçici süre ile bir vekil atar. Bu vekil, vekâletini rutin bir takım işlerin aksamaması için kullanır. Örneğin, müdür yurt dışına, ya da, şehir dışına iki haftalık bir iş ya da tatil için çıktı. Yerine, ekip arkadaşlarından birini vekil olarak bırakır. O da, kurumun günlük, sıradan gereksinimleri için atılması gereken imza ve adımları atar. Bu durum, vekile, hiçbir biçimde, önemli kararlar alma ve uygulama kapısını açmaz. “Hazır müdür yok, filancanın şu makama atamasını yapayım” demez. Kâğıt üzerinde, biçimsel hukuk açısından müdür yetkisi taşıyor olsa da, uygulamada rutin işlerin dışına çıkılmaması yönetsel/bürokratik etik, teamül gereğidir.

Emeklilik durumunda, tablo biraz daha farklıdır. Kurumsal gelenek ve işleyişi kökleşmiş her yapıda, ilgili müdürün emekliliği yaklaşırken, yerine kimin geçeceği belirlenir. Böylece, emeklilik, yönetim boşluğuna yol açmaz. İstisnai durumlarda, yeni müdürün atanması en fazla birkaç hafta gecikir, bu sırada, emekli olacak müdürün önereceği kişi, üst makamın onayı dahilinde, eğer kimseyi önermediyse, konum olarak kendisinden sonra gelen en yüksek yönetici, vekil sayılır ve rutin işleri yürütür. Onun da, aynı yönetsel/bürokratik etik ve teamül gereği, rutin işlerin dışına çıkıp, önemli kararlar alması beklenmez. Bunlar, yeni atanacak müdüre bırakılır.

İDOB’da yaşanana gelince; Suat Arıkan’ın emekliliği öncesinde, atanacak yeni müdür ile ilgili, Oğlan’ın hiç de acelesi olmadığı ortaya çıkınca, Arıkan, yerine başkoreograf Ayşem Sunal’ı, yukarıda anlatılan çerçevede, Oğlan’ın oluru ile, vekil olarak bıraktı. O günden bu yana neredeyse beş ay geçti ve hala müdür atanmadı. Ne Ayşem Sunal’ın müdürlüğe atanma yazısı geldi, ne de başka birininki. Ama, kurumsal/bürokratik işleyiş ve etik kuralların üzerinden atlanarak, bırakın asaleti falan, vekil müdür olarak bile atanmamış birine son derece önemli kararlar aldırıldı, aldırılıyor. Söz konusu kişinin uluslararası kariyeri olan önemli bir sanatçı, Ayşem Sunal oluşu, konuya ayrı bir boyut kattığı gibi, olayı farklı bir noktaya da taşıyor.

                Ayşem Sunal, müdür koltuğunda sekreter olmayı kabul etmemelidir.

Müdürden sekreter kırpmak

İslamcıların DOB’a yönelik kurumsal yıkım projesinin uygulayıcısı genel müdür Oğlan, AKM açıldıktan sonra gözünü İDOB’a dikti. Burayı doğrudan yönetmek, bu yolla da, ülkenin tek gerçek opera salonunun bulunduğu AKM’yi kendi PR’ı için kullanmak başlıca amacıydı. Bunun da yolu, İDOB repertuarında ve etkinlik takviminde kendisine söz sahibi olma olanağı tanıyacak bir yönetim kompozisyonunun oluşmasından geçiyordu. Nitekim, hemen, kendisinin baş rolde olacağı bir Othello dayattı. Cast’ı, rejisörü, falan her şeyi kendi seçti.

Yanı sıra, diğer beş müdürlük tamamıyla dize getirilmiş olmasına karşın, İstanbul, Suat Arıkan’ın asaleten atanmış müdür oluşu ve İzmir’in asil müdürü Aytül Büyüksaraç’ın tersine, “git” denildiğinde gitmeme inadı dolayısıyla, bir anlamda, merkezi sistem dışında kalan dükalık konumundaydı. Tek adam rejimi/mutlak merkezilik açısından, bunun da bittabi halli yoluna gidilmeliydi.

Tamam da, aynı taş iki kuşu nasıl indirecekti?

Oğlan’ın önünde üç seçenek vardı:

1) Her dediğini yapacak, çok güvendiği birini müdür olarak atamak. Yani, emanetçi müdür. Oğlan, megalomaniye bağlı ağır iletişim sorunundan muzdarip olduğu için, kurumda hem az kişiyi tanıyor, hem de sevilmiyordu. İDOB bünyesinde “emanetçi” olacak bir iki kişi yok değildi, ancak, onların da kurumdaki ağırlık ve saygınlıklarının oldukça düşük olması, müdür olmalarına engel teşkil ediyordu.

2) Saygınlık ve ağırlığı yerinde olup, iletişimi düzgün, sevilen ama nazının da geçeceği birini müdür yapmak. Bu isim Efe Kışlalı idi. Sanatsal kapasitesi belirli bir kalibrenin üzerinde, kariyer çizgisinde özellikle orta Avrupa’nın yer aldığı ciddi bir isimdi. Oğlan ile “üç tenor” formatındaki birliktelikleri, burada alaturka da söylemesi, yumuşak başlı oluşu ve yöneticilik deneyiminin bulunmayışı Oğlan için onu epey cazip bir aday kılıyordu ancak, Kışlalı öteden beri o koltuk konusunda çok iştahlı olmayan biriydi ve bu yönü de hiç kimse için sır değildi. Özellikle, DOB’un yerlerde süründürüldüğü böyle bir dönemde, olası bir İDOB müdürlüğü ile isminin yıpranmasını ve artık sonuna gelinen lanetli bir zaman diliminin baş aktörlerinden biri olmayı kabul etmeyeceği kesindi.

3) Müdür ataması yapmadan, Suat Arıkan’ın, kendi “olur”u ile vekil olarak bıraktığı kişi ile devam etmek. Arıkan’ın Sunal’ı seçmesindeki en önemli neden, onun üzerinden, İDOB’un denetimini mümkün olduğunca elde tutabilme kaygısıydı. Nitekim, Sunal yedi yıl boyunca Arıkan’ın yönetim ekibinde başkoreograf olarak yer almış, İDOB’da Arıkan’ın kurduğu ağalık rejimi ile, ilkesel ve etik düzlemde sorunlar yaşadığına dair, hakkında herhangi bir bulguya rastlanmamış biridir.

Oğlan’ın hesabı ise şuydu: Genel Müdürlük tarafından atanmamış, sıradan bir görevlendirme “olur”u ile o koltukta oturan kişi, vekâleten atanmış olanın bile ağırlığına sahip olamayacağı için, müdürden çok, sekreter konumunda bulunacak, doğal olarak da, genel müdür/patronun her dediğini yapacaktı; esas amaç da zaten bu değil miydi? Bürokrasinin ve yönetimin kuralları değişmezdi.

Hesap doğruydu da, kişi doğru muydu? Ayşem Sunal bu rolü kabul eder miydi? Sanatsal kariyerine ve devlet balesindeki ağırlık ve saygınlığına bakılırsa, asla.

Oğlan yine de denemeye karar verdi. Sunal dişli çıkar da, “Ben sekreter miyim, bu ne biçim davranış?!” derse, o zaman atamasını yapar, sonrasında “kurum, kurul, kural” falan diye kıllık yapmaya  kalkarsa da, nasıl olsa vekâleten atamış olacağı için, koltuktan kaldırır, başkasını oturturdu.

Ayşem Sunal bataklığa çekiliyor

Ayşem Sunal bugüne kadar, içine düşürüldüğü bu tuhaf ve küçültücü duruma, herkesin şaşkınlığına karşın, hiç ses çıkarmadı. Sekreterlik konumunu benimsemekte zorluk çekmediği anlaşılıyor. Oğlan da atamasını salladıkça sallıyor. Ayşem Sunal çapında bir sanatçının, makul süreli bir vekâlet döneminin ardından asaleten atanmaması durumunda bile tepki gösterip, müdürlüğü bırakacağı beklenirken, vekâleten bile atanmadan, aylardır o koltukta oturtulup, üstelik de, İDOB yönetimini oluşturacak kararlara imza attırılması türünden, kallavi taşların altına elini koyması nasıl açıklanabilir?

Önce, bu durumun kuruma ve baleye vereceği zararlara değinelim:

1) İslamcıların amacı, Oğlan eliyle, DOB’un kurumsal yapısına sürekli kısa devre yaptırmaktır. Bunun en kestirme yolu, yönetim yapısını dağıtmaktan geçer. Şeyh Rengim Gökmen ile uygulamaya konmuş “merkezileşme” sürecinin özü budur. Her şey genel müdürün, tek kişinin iki dudağı arasından çıkacak olana bağlıdır. İl müdürlüklerinde ne oynanacak, kimler oynayacak, kimler hangi görevlere gelecek, gişe gelirleri ne yapılacak vb. onun kararlarıyla şekillenir. Sanat kurulları, teknik kurullar tamamen göstermelik halde, genel müdürün direktiflerini tasdik eden noterler konumuna indirgenir. Bildiğiniz Saray rejimi.

Peki, bu çarkın dönebilmesi için ilk koşul nedir?

Asaleten atanmış güçlü müdür yerine, vekâleten dikilen zayıf yönetici tipinin yerleştirilmesi. Sanatsal saygınlıkları ve kişilikleri sağlam olanlar bu konuma düşürülmeyi zaten kabul etmeyeceklerdir. Buna bir kez baş eğdiğinizde ise, gelecek adım, kurumsal olanın arkasından dolanan alengirli formüller ile, vekâleten atamayla bile doldurulmasına gerek görülmeyen, “geçici”lik statüsü sonsuza uzatılmış “ara” görevlendirmelerin dayatılması olacaktır. Öyle ki, bu insanlar günü geldiğinde, göreve atanmadıkları için,  görevden alınmalarına bile gerek kalmadan, üzerlerine doğrudan müdür atanacaktır. Arada geçecek zaman zarfında ise, en cılız resmi muhataplık ve saygınlık ile, en riskli işlere imza attırılacak, ardından da çöpü boylayacaklardır. Bunun fiili karşılığı, müdür koltuğunda oturan sekreter üzerinden, merkezden verilen emirler ile yönetilmektir. O merkeze de, daha yukarıdaki merkezden emir verilir.

Bürokraside, “güvenilirlik” ile “saygınlık” kardeş kavramlardır. Bir makama, makul bir süre vekâlet ettikten sonra, asaleten atanmıyorsanız, size güvenilmiyor demektir. Bu da, saygınlık eşiğinizin epey düşük olduğunu gösterir. Kurumu temsil eden bir makamda, bu şekilde oturtuluyorsanız, o kuruma olan saygının aşınmasına destek oluyorsunuzdur. Yani, yalnız kendinize değil, kuruma da zarar veriyorsunuzdur. Tabii, kurum bilincine sahipseniz.

Ayşem Sunal “müdür koltuğunda sekreter” konumunu kabul ederek, yalnız kendi kişiliğine değil, İDOB üzerinden, DOB’un kurumsallığına, istemeyerek de olsa zarar veriyor. İslamcıların ve Oğlan’ın işbirlikçisi durumuna düşüyor.

2) Ayşem Sunal, Türk balesinin son 30 yıldaki önemli dansçılarından biridir. Uluslararası kariyeri naylon değildir. Bu ölçekteki bir isme, böyle bir konumlandırmanın müstehak görülmesinin tek bir gerekçesi olabilir: İslamcıların hedefinde bulunan Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kurumlarından DOB’a verilen şu mesaj: “İçinizdeki en parlak olanlardan birine verdiğimiz değer bu iken, kalanını siz düşünün; gözümüzde öneminiz, değeriniz ve saygınlığınız bu kadar.

3) Bale, islamcılar için bütünüyle cehennemlik bir sanattır. Bunu defalarca dile getirdiler. Baleyi şeytani görmeleri başlı başına bir olumsuzlukken, DOB içinde yaşanan yönetsel dengesizlik de ayrı bir sorundur:

Bugüne kadar DOB bünyesinde, atanmış 101 adet genel müdür ve kurum müdüründen yalnızca 1 genel müdür ve 7 kurum müdürü bale sanatçısıdır. (Erhan Güzel, Arşivlere, İlgili Kurumlara ve Anlatılara Göre Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Bir Sanat Dalı Olarak Bale Eğitimi, Y. Lisans Tezi, MSÜ-GSE, 2022, s.36-37)

Böyle bir tabloda, İDOB’un başına baleden birinin gelmesi, bale için büyük bir şanstır. Ancak, sekreter konumunda tutulduğu sürece de, tam tersine, büyük bir talihsizliktir; baleye verilen değer ve önemi göstermektedir. Öte yandan, balenin kurumsal işleyişi açısından da sakınca yaratmaktadır; Ayşem Sunal’ın müdür olarak ataması yapılmadığı için, halen  başkoreograf sıfatı taşımakta, bu makamın bir an önce doldurulup, kurumsal işleyişin gereği yerine getirilememektedir.

Ayşem Sunal illüzyon dünyasına itiliyor

Bu ülkede, başta DOB, CSO/senfoniler ve Çoksesli Koro’yu içerecek şekilde, yüksek sanat kurumlarının son 20 yılda yaşadıkları en büyük bahtsızlıklardan biri, basında türemiş tüccar müzik yazarları, simsarların varlığıdır. Bunların rol modeli Damacana Serhan ve kılıcı Andante’dir. Genelinde, nadiren reklam kuşağı içeriğini aşabilen, AKP ve iktidarı ile yaşıt olan bu yayın sayesinde, Damacana’nın neler elde ettiğini gören diğerleri de, birer “Damacana bis” olmaya yeltenmişlerdir. Liberal Damacana’nın, içinde yetiştiği o bildik kültür oldukça basit birkaç önermeden oluşur:

1) Para getirmeyen hiçbir şeyle uğraşmaya değmez.

2) Para getirmeyen hiçbir etkinlik sanat değeri taşımaz. Yüksek sanat ile yüksek para arasında aşk ilişkisi vardır.

3) İdeolojik, etik ilke ve angajmanlar, para kazandırdıkları sürece anlamlıdırlar. İlkeler, değerler değişken, para sabit olandır.

4) Yayın, para kazanmak içindir. Dergi sahibi, önce dergisine aldığı reklamlardan yolunu bulmalı, ardından, emprezaryoluk, devlet ve özel sektör kurumları ile iş ilişkileri bağlamında, dergisini baskı ve tanıtım unsuru olarak kullanmayı bilip, kendine geniş hareket ve kazanç alanları yaratabilmelidir.

5) Bir müzik yazısının değeri, sağlayacağı maddi çıkar ile doğru orantılıdır.

Kabul etmek gerekir ki, Damacana, entelektüel ve kültürel tıknazlığına karşın, o bildik lobinin desteği ile, yukarıdaki ilkeler kapsamında, kendine hareket alanları yaratabilmiştir. Bunda, islamcı iktidar ile kurduğu kârlı, organik ilişkilerin payı büyüktür. Gerçi, sonunda ipin ucunu iyice kaçırıp, işi o derece vodvil boyutuna ulaştırmıştır ki, kendine “sanatçı” demeye bile başlamıştır. Anlayacağınız, hareket alanının görünen bir sınırı yoktur. Hepsinin arkasında bulunan “paraya tahvil edilebilir ilişki” biçimlerini yeri geldikçe örnekleyeceğiz. Ama, konumuz Damacana değil. Ona öykünenlerden birinin, Ayşem Sunal için nasıl çırpındığı.

Osman Enfiyecizade adlı bir eleman var. Emprezaryo. KAM Management adlı bir de şirketi var. Sanatçı pazarlıyor, etkinlik ayarlıyor. Nerelere? AKM, CSO Ada, CRR vb. Yakaladığı her yere. Damacana’nın yolundan gidip, Konser Arkası adlı dijital bir dergi çıkarıyor. Nereyle, kiminle iş yapmak istiyorsa, orayı, onu parlatıyor. Bazen o kadar fütursuzca sallıyor ki, acaba, yazım hatası mı var, demekten kendinizi alamıyorsunuz. Örneğin, yazın, Haliç Kongre Merkezi’nde yapılan İstanbul Opera Festivali bağlamında, islamcılara sırnaşmak için, tuttu, Haliç Kongre Merkezi’ni İBB’nin işlettiği izlenimi doğuracak bir yazı kaleme alıp, dünya eleştiri döşedi (Konser Arkası, sayı: 11, s.18-19). Oysa, birkaç dakikalık internet taraması, mekânın açılışından beri, Saray’a yakın islamcı müteahhitlerden biri tarafından işletildiğinin öğrenilmesi için yeterli. Bunu bilmemesi olanaklı mı? Ama, eleman etik fukarası. Daha neler neler… Ozan Binici CSO Ada’nın sanat yönetmeni olunca, bizimki dergisinin Temmuz 2022 sayısında, Binici’yi kapağa taşıdı: “CSO Ada Ankara Emin Ellerde”. Malum, CSO Ada’da iş yapmak için, Binici’den vize almak gerekiyor. Şimdi de, çıkardığı derginin Ekim sayısında, Kültür Yolu’nu kutsayıp, Bakanlık’tan iş kapma peşinde. Neyse, mide bulandıran işler…

Bu eleman, Ayşem Sunal’ın İDOB’un kumanda koltuğuna oturtulduğunu öğrenince, hemen kapıları yağlamaya başlar:

Gündemi uzun süredir meşgul eden İDOB’un başına kim gelecek sorusu da kısmen bu toplantıda [Oğlan’ın, 25 Haziran 2022’de AKM’de düzenlediği, Opera Festivali konulu basın toplantısı] cevap buldu. İDOB’un başına vekaleten Ayşem Sunal Şavaşkurt’un getirilmiş olması camia ve basın tarafından memnuniyetle karşılandı. Kuruma yıllarca emek vermiş ve kurumun içinden yetişmiş bir sanatçı olarak kuruma kalıcı olarak atanmasının IDOB’a her anlamda katkısının büyük olacağı yönünde bir görüş hakimdi.” (sanattanyansimalar.com, 25 Haziran 2022)

Oysa, o toplantıda ne böyle bir konu dile getirilmiştir, ne de “camia ve basın”ın  memnuniyeti ya da memnuniyetsizliği söz konusudur. Her zamanki gibi, fikirler muhteliftir. Ayrıca, Sunal “kurumun içinden yetişmiş” bir sanatçı değildir. Yurtdışında yetişmiş, önemli sahnelerde dans etmiş biridir. Kurum emektarı olmadığı izlenimini silmek için midir nedir bilinmez, Sunal’ın yurtdışı kariyerinden hiç söz etmiyor. O sırada, herkesin kendine ve başkasına sorduğu soru ise şudur: “Acaba müdürlüğü becerebilir mi?” Eleman, Ayşem Sunal’ın atanması için açık lobi çalışmasını damacana usulü yaptığını gizleme becerisine bile sahip değil.

Bununla yetinmez; bir hafta sonra çıkan dergisinde, aynı yazıyı, vitesi daha da büyüterek yine servis eder:

“Bu toplantı haricinde gündemi uzun süredir meşgul eden İDOB’un başına kim gelecek sorusu da kısmen bu toplantıda cevap buldu. İDOB’un başına vekâleten ilk defa bale kökenli Ayşem Sunal Şavaşkurt’un getirilmiş olması camia ve basın tarafından memnuniyetle karşılandı. Kendisi kuruma yıllarca emek vermiş ve kurumun içinden yetişmiş bir sanatçı olarak İDOB’a kalıcı olarak atanmasının her anlamda katkısının büyük olacağı yönünde bir görüş hakimdi.

Şavaşkurt kariyeri boyunca Ankara ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde baş dansçı olarak görev almasının yanı sıra Ankara, İstanbul, Samsun ve Antalya Devlet Opera ve Bale’lerinde bale eğitmenliği ve repetitörü olarak görev yapmış ve hala İDOB’da başarılı prodüksiyonlarda “Bale Başkoreografı” olarak görevini sürdürmektedir.” (Konser Arkası, Sayı: 10, Temmuz 2022, s.15)

Bu sefer, dosyayı parlatıp, daha çarpıcı görünmesini sağlamak için, hem Sunal’ın DOB’daki görevleri, hem de, “İDOB’un başına ilk defa bale kökenli” birinin geldiği bilgisini ekler. Söylediği doğru bile değildir; İDOB’un başına gelen ilk bale kökenli isim, kısa süreli de olsa, Meriç Sümen’dir. Ne gam! Eleman’ı, kurumsal ve etik titizliğin gerektirdiği bu türden ayrıntılar değil, Ayşem Sunal’ın atanması için uğraştığını gösterip, müdür olunca, onun aracılığı ile iş almak ilgilendiriyor. Nitekim, Sunal’ın eşi Burçak Savaşkurt’un da, derginin yazarları arasında olduğunu belirtelim.

Daha kötüsü var: Eleman, AKM’den iş alabilmenin koşullarından birinin, AKM’ye sanat yönetmeni olarak atanan Pansuman Remzi’nin “olur”una bağlı olduğunu bildiğinden, ona da dergisinde “Eleştrio” adlı bir köşe ayırmış. Oysa, Pansuman Remzi aç tavuğa, beleş bulduğu bir avuç darıyı çok görüp, “ileride işime yarar” diye cebine atanlardandır… Hiçbir şeyi bedava yapmaz.

Anladınız, değil mi?

İşte, bu Pansuman, Eleman’ın dergisindeki köşesinde, atanması dahi yapılmamış Ayşem Sunal’ın müdürlüğünü kutlar:

“…şimdinin çiçeği burnunda İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü Ayşem Sunal Savaşkurt…” (Konser Arkası, sayı: 11, Ağustos 2022, s.12)

Pansuman Remzi herkesin örnek alması gereken bir etik abide; düşünseniz ya, işi veren, işi isteyenin dergisinde köşe sahibi.

Ne karşılığında mı?

Elbette, müzik aşkı… Yeni Türkiye’de sanat aşkı farklı yaşanır.

Bu etik kusmuk ve tezgâhın ayrıntılarını AKM yazımıza bırakarak, Ayşem Sunal’ın,  çok bilinen bu illüzyon ve çıkar beşiğinin konforu ve gerçekliğine kanmaması gerektiğini belirtelim. Unutmamalı ki, gecenin sonunda, hesap kendi önüne gelecektir.

Ayşem Sunal o trende mi?

Oğlan, Pansuman, Damacana, Eleman… Hepsi aynı islamcı trenin yolcuları. Yalnızca anne-babalarının isimleri farklı. Bunlar için, etik ile keklik aynı şeydir; karın doyurur. Ne Laik Cumhuriyet, ne kurum, ne ilke, ne yüksek sanat…

Peki, Ayşem Sunal onlardan biri mi?

Bu soruya kesin bir yanıt için henüz erken. Evet’i de, hayır’ı da içerecek  bazı verileri sıralamakla yetinelim:

1) Aile etmeni: Sunal ailesi Türk balesinde yeri olan bir ailedir. Hüsnü ve Evinç Sunal çifti, balenin ilk kuşağındandır. Sanatçılıklarının yanı sıra, bale yöneticiliği de yapmışlardır. Büyük kızları Zeynep Sunal’ın Ankara’daki dansçılığı yanında, görece kısa süreli de olsa, bale yöneticilik deneyimi olmuştur. 2010’dan bu yana da Uluslararası Bodrum Bale Festivali’nin başındadır. Küçük kızları Ayşem Sunal ise, dansçılık kariyerini esas olarak yurtdışında, Belçika’da yapmıştır. Onun da İstanbul’da, yedi yıllık bale yöneticiliği söz konusudur. Aileden biri ilk kez, DOB’un il müdürlüklerinden birinin, İstanbul’un başına getirilmiş oluyor.

Ancak, Sunal soyadı bale dünyasında tartışmalı bir soyadıdır. Bunun nedeni tarihsel bir kırılma anında, Hüsnü ve Evinç Sunal’ın takındıkları tutum ile ilgilidir. Bilindiği üzere, 1936’da devlet konservatuarı kurulurken, alınan siyasal bir karar ile, çoksesli müzik ve opera, Sovyetler yerine, Almanlara kurdurulmuştur. Arka planında önemli tarihsel nedenleri var. Balede ise durum farklıdır. O yıllarda, Almanya’da klasik balenin göreli zayıflığı, balenin kuruluşunda tek gerçekçi seçeneğin Sovyetler Birliği olduğunu ortaya çıkarınca, konunun ertelenmesi siyaseten gerekli görülmüştür. Sonra, II. Dünya Savaşı başlamış, konu gündemden düşmüştür. Savaşın ardından, Türk dış politikasında önemli bir kırılma yaşanacak, Sovyet düşmanlığı üzerine kurulu Batı bloğu politikası benimsenince, balenin kuruluşu da, yine bir siyasal karar ile, o sırada Batı’nın siyasal beyni olan İngiltere’ye verilecektir.

1947’de başlayan çalışmaların ardındaki isim, bale dünyasında “Madam” olarak anılan Ninette de Valois’dır. Çeyrek yüzyıla yaklaşan bir süre, bale eğitimi, devlet balesinin kuruluşu, yapıtların sahnelenmesi, bale eğitmeni yetiştirilmesi, bale malzemelerinin temini gibi bütün alanlarda, Madam’ın kendi ve Türkiye’ye gönderdiği İngilizler tek hakim konumda olacaklardır.

         Madam, birinci kuşak dansçıların kolektif belleğinde özel bir yere sahiptir.

Madam birinci kuşak dansçılar ile çok yakın ilişkiler kurmuş, birçoğunu bursla İngiltere’ye göndermiş, bazılarını evinde bile konuk etmiştir. Hüsnü ve Evinç Sunal, Madam’ın özel yakınlık gösterdiği, olanaklar sağladığı isimlerin başında gelir. Hüsnü Sunal’ı o kadar sever ki, ona “Madam’ın gülü” derler. Evinç Sunal’ın sakatlığı sonrasında, tedavisini Londra’da yaptırır. Sahne yaşamının bittiği anlaşılınca da, sağladığı olanakla, onu Londra’da bale eğitmenliği formasyonuna yönlendirir.

Kısacası, Sunal çifti ile Madam çok yakındır, adeta anne ve çocukları gibidirler.

1973 yılına gelindiğinde, yeni bir siyasal karar ile, baleden İngilizlerin tasfiyesi, yerlerine Sovyet koreograf, eğitmen ve sanatçıların getirilmesi benimsenir. Elbette, önemli bir tarihsel arka planı vardır.

Karar alınmasına alınmıştır ama, bunu kim uygulayacaktır? Yani, birileri Madam’a, “Senin işin bitti; artık Sovyetler ile çalışacağız” diyecek ve ödül olarak da, balenin yöneticiliğini üstlenecek, Sovyetler’e gidip, orada görüşmeler yapıp, Sovyet uzmanları getirecektir. Sovyetler’in ise Madam’ın kâbusu olduğu sır değildir. Defalarca, fobi düzeyindeki antipatisini dile getirmiştir. Bunun güçlü siyasal nedenleri vardır.

Türk balesine Sovyet aşısı hem sanatsal, hem de siyasal açıdan doğru bir karardır. Fakat, insani açıdan, hatırı sayılır bir etik sorun ortaya çıkmıştır. Hani, 15 yıldır sizinle olan köpeğiniz, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanıp, acı çekiyor olsa, tek kurtuluş yolu da bir an önce ölmesinden geçse, gözlerinin içine baka baka onu öldürebilir misiniz? Ya da, “Ben yapamam, veteriner yapsın” mı dersiniz?

Sunal çifti ilk seçeneği işaretlemekte hiç çekince göstermemiştir. “Bu ülkeye kasap lazımsa, onu da biz oluruz” anlayışı, onlara itici gelmeyecektir. Madam’ın çocukları sayılan birinci kuşak dansçıların hiçbiri, insani etik açısından “pis” olarak değerlendirdikleri bu işi üstlenmek istememiş, Madam’ın en sevdiği, en çok yardım ettiği Sunal’lar ise, gönüllü olarak ve iştiyakla kabul etmişlerdir.

Bunun, elbette, kişilikleri ile yakın ilişkisi var. Oraya girmeden, balede yarattığı sonuçlara değinelim:

a) Hüsnü Sunal başkoreograf yapılarak, balenin yöneticiliğine getirilmiş, Evinç Sunal ise başöğretmen olmuştur. Birinci kuşak dansçıların birçoğu hâlâ sahnededir ve bu olayı büyük bir etik kırılma olarak algılamışlardır. Hazımsızlık ve huzursuzluk giderek artar. Sunal çifti durumun farkındadır.

b) Sunal’lar tavırlarını meşru göstermek için, Madam’ın onayı ile davrandıklarını ileri sürerek kendilerini savunmaya çalışsalar da, bu söylemin kimse için inandırıcı bir yönü yoktur. Sunal çiftinin zaaflarını herkes bilmektedir; birinci kuşaktakiler birlikte büyümüşlerdir. Bunun üzerine, Sunal’ların yönetim anlayışı, balenin kurumsallaşmasına ket vurma riski taşıyan bir yöne doğru evrilmeye başlar: Ayrımcılık/gruplaşma. Yıllar sonra Şeyh Rengim Gökmen’in resmileştireceği yöntem: Kendine yakın bir grup oluşturarak, onları kayırmak suretiyle, ayrımcılık temelinde kuruma hakim olmak. Siyaset bilimindeki adıyla klientalizm (clientelism). Balede bu modelin tohumunu, 1974-1978 arasında yönetimde bulunan Sunal çifti atacaktır.

Kuşku yok ki, bu tarz yönetim anlayışı, kurumsal bilinç ve refleksler üzerinde son derece olumsuz etkide bulunacağından, içerideki huzursuzluğu kamçılayıcı yönde rol oynayacaktır. Nitekim, 1978’e gelindiğinde balede gerginlik ve kaynama doruğa ulaşacak, bu da Sunal’ların yönetimden tasfiye edilmeleri ile sonuçlanacaktır. O tarihten sonra, dönemin esas yöneticisi Hüsnü Sunal, emekli olana kadar, bir daha asla yönetici koltuğuna oturtulmaz. Evinç Sunal’a gelince; baskın kişiliği ile yönlendirici rolüne karşın, başöğretmen gibi ikinci derece yöneticilik konumu nedeniyle, iki yıl kadar İzmir balesinde yöneticilik yapacak, Şeyh Rengim Gökmen’in 1992’de DOB Genel Müdürü olmasından sonra, Ankara’ya dönüp, balenin başına getirilecektir. Şeyh’in ilk dönemi olmasına, dolayısıyla da, daha çekingen tutumuna karşın, yönetim anlayışlarındaki benzerlik uyumlu çalışmalarını sağlamış, ancak, Evinç Sunal’ın klientalizm hastalığı balede yeniden huzursuzluğa yol açınca, Şeyh’ten sonra gelen genel müdür, Sunal ile devam etmeyi uygun bulmamıştır. Ondan sonra, ona da, emekli olana kadar, bir daha yöneticilik yaptırılmayacaktır.

Büyük kızları Zeynep Sunal, aile şemsiyesi altında bulunmayı kariyer teminatı olarak değerlendirdiğinden, ne yazık ki, ailenin taşıdığı bu sorunlu yönetim anlayışını, bale kültürünün doğal bir parçası saymış, 2006-2009 yılları arasında iki buçuk yıl kadar süren bale yöneticiliği zamanında benzer yönde sıkıntılar artınca, kendisine Bodrum Bale Festivali yöneticiliği verilerek, balenin başından uzaklaştırılmıştır.

Balede yaşanan bu etik kırılma ve Sunal’lara olan tepkinin boyutunu anlatan bir başka örnek ise kurum dışındandır: Madam’a yakın olan ve düzenli bale değerlendirme/eleştiri yazıları kaleme alan Metin And ve etkisindeki Jak Deleon, Sunal ailesine adeta basın ambargosu koyacak, Zeynep Sunal’ın dansçılığını dikkate almayıp, yok sayacaklardır.

Bu arada, annesinin baleyi yönettiği bir sırada (1992-1996), kızı Zeynep Sunal’ın baş balerin olarak sahnede yer alışı, konuya bir de nepotizm gölgesi düşürünce, durum daha da sıkıntılı hale gelir.

Bunları niçin anlattık?

Eğer Ayşem Sunal, ablası gibi, yukarıda sözü edilen Sunal kültürünün taşıyıcısı ise, İDOB müdürlüğü için son derece yanlış bir isimdir.

Ancak, onun tersine, bale kariyerini Batı’da yapmış olması, kariyerini aile şemsiyesi dışında gerçekleştirmek durumunda kalışı, kurumsallık algı, etik ve refleksinin çok daha gelişkin olacağı yönünde bir beklenti ve umuda kapı aralamaktadır. Nitekim, İstanbul balesindeki yöneticiliğinin, bu çerçevede, anlamlı ve dolgun veriler sağladığını belirtmeli.

b) Ağalık rejimi etmeni: Ayşem Sunal 2006’da Türkiye’ye döndükten sonra, DOB’da değişik görevler üstlendi. Son yedi yıldır da, İstanbul balesini yönetiyor. Bu yılların neredeyse tamamı, Suat Arıkan’ın iyice ağırlaşan ağalık dönemine denk geliyor. Sunal’ın, Arıkan’ın ağalık rejiminden rahatsızlık duyup, bunu açıkça dile getirdiği oldu mu, yoksa, “Burası Türkiye, demek ki bu işler böyle yürüyor. Önemli olan koltukta kalabilmek, kalanı teferruat”  biçimindeki şark kafasını mı benimsedi?

Beş aydır düşürüldüğü sekreter konumundan rahatsızlık duymamasını, koltuk düşkünlüğü ile mi, bürokratik dil ve deneyim şifrelerine henüz hakim olamaması ile mi açıklamalı?

Bu soruya kesin bir yanıt için, biraz daha beklemek gerek.

            Ayşem Sunal, Suat Ağa’nın yedi yıl başkoreografı oldu.

Ayşem Sunal İDOB’u yönetebilir mi?

Operacılar arasında, baleden birinin operayı yönetemeyeceğine dair kemikleşmiş bir düşünce vardır. Birçok açıdan haksız da sayılmazlar. Sistemin başarı anahtarı, baleden gelen müdürün yanına, liyakat sahibi bir operacının yerleştirilmesinden geçiyor. Bu model, daha önce, genel müdürlük düzeyinde de denendi. Meriç Sümen-Gürçil Çeliktaş ikilisi 2005-2007 arasında DOB’u yönettiler. Bugün de il müdürlüğü düzeyinde örneği var.

Sorun şu ki, içinden geçtiğimiz dönem, DOB’un kurumsal, kültürel, etik düzlemlerde, tarihi boyunca hiç tanık olmadığı ölçekte büyük bir saldırıya maruz kaldığı zaman dilimine denk düşüyor. Bunun İDOB’a, Oğlan eliyle nasıl yansıtıldığını yukarıda açıkladık. Buna bir de, “Arıkan Ağalığı”ndan kalan hafriyatı eklerseniz, oldukça dirayetli bir müdür gereksiniminin ortaya çıktığını göreceksiniz.

Yani?

1) Oğlan’ın İDOB’a, DOB adlı özel şirketinin acentesi muamelesi yapmasına izin vermeyecek, kurumsal kimlik ve işleyiş duyarlılığını her şeyin üzerinde tutacak bir müdür.

2) Oğlan ve Arıkan’ın kökleştirdiği kötü huylu tümör, “tek adam” anlayışını, kurumsal çarkları işleterek aşabilecek bir müdür.

3) Pansuman Remzi üzerinden gelecek, “kâr ortaklığı”na dayalı her tür kurum dışı piyasa unsuru talebine karşı, kurumsal kültür ve saygınlık süzgecini kullanabilecek bir müdür.

Ayşem Sunal bu perspektif ve kişiliğin gerektirdiği özelliklere sahip biri mi?

Sağlıklı bir değerlendirme için, sezon sonunu beklemek gerekiyor. Ancak, iyi başlamadığı kesin; Oğlan’ın da, Arıkan’ın da, Pansuman’ın da, deneyimsizliği ve fazla içsel koordinatlarda yaşaması nedeniyle, onu kolayca kullanabilmek için desteklediklerini anlamak zorunda. Bu çemberi kırabilmesinin ilk adımı, sekreterlik konumuna derhal son verilmesini sağlamak. Ardından da, Oğlan’ın emirlerini, filancaların taleplerini ince süzgeçten geçirme pratiğine kendini alıştırmak.

Sonuç

Ayşem Sunal ve oluşturulan yeni İDOB yönetimi çok zor bir dönemde elini taşın altına koyan insanlardan oluşuyor. İslamcıların ve Oğlan’ın kuklaları mı, İDOB’u kurtarmaya çalışan fedailer mi?

İkincilerden olmaları arzusu, hepimizin yürek sesi…

Her iki durumda da, İstanbul’u islamcı dönem sonrasına taşıyacak ekiptir. Bu işten alınlarının akıyla çıkmaları, bir bütün olarak, DOB’un onuru ve saygınlığını çok yakından ilgilendiriyor.

DOB üzerindeki islamcı karanlığın dağılmakta olduğunu müjdeleyen şafak olmaları o kadar çok insanın umudu ki…

Hepsine, tek tek, çokça cesaret ve başarı dilekleriyle…

MELİS GÖNENÇ / SOL-Özel