7 Aralık 2022 Çarşamba

BELLEK - 7 ARALIK -

 


OLAYLAR:

  • 1905- Moskova’da Sovyet’in çağrısıyla 150 bin işçinin genel grevi başladı ve kısa sürede Çarlık rejimine karşı ayaklanmaya dönüştü. 9 Aralık’ta Moskova’ya giren ve 16 Aralık’ta “vur emri”alan Çar’ın ordusu 17 Aralık’ta isyanı kanla bastırdı: 1.059 isyancı ve 35 asker öldü.
  • 1920- Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kuruldu. Ocak 1921’de diğer komünist oluşumlarla birlikte yasaklandı, üyeler tutuklandı. Çıkarılan afla Mart 1922’de tekrar kuruldu ve Ağustos’ta 1.kongresini (gizli) yaptı. Eylül’de kapatıldı ve 200’ün üzerinde üyesi tutuklandı.
  • 1922 - Siyasal mizah dergisi, Akbaba yayın hayatına başladı.
  • 1923 - Birleşik Krallık 'ta yapılan seçimlerde; Muhafazakâr Parti 257, İşçi Partisi 191, Liberal Parti 158 milletvekilliği aldı.
  • 1930- İlk Dünya Futbol Şampiyonası Uruguay’da başladı. Uruguay şampiyon oldu
  • 1932 - Muhsin Ertuğrul'un "Bir Millet Uyanıyor" filmi gösterime girdi.
  • 1934 - Türk Kadınlar Birliğiİstanbul'da bir mitingle kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkını kutladı.
  • 1941 - Pearl Harbor SaldırısıJapon uçakları Amerikan deniz üssü Pearl Harbor'u bombaladı. 5 savaş gemisi, 14 gemi, 200 uçak yok edildi, 2400 kişi öldü.
  • 1944 - Reşat Ekrem Koçu tarafından yayımlanan, İstanbul Ansiklopedisi'nin ilk fasikülü çıktı.
  • 1949- Katoliklerin ruhani lideri Papa Pius komünizme savaş açtı, Komünist Parti’ye üye olanların aforoz edileceğini söyledi.
  • 1950- Cevat Fehmi Başkut’un, “Sana Rey Veriyorum” oyunu yasaklandı.
  • 1953- Ressam Şükriye Dilmen’in resim sergisi Paris’te açıldı.
  • 1955- İstanbul Ekspres gazetesi kapatıldı. Bir yıl sonra, Ulus gazetesi toplatıldı.
  • 1958- Ana muhalefet CHP’nin Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Gaziantep’e gelişinde iktidardaki Demokrat Parti’nin valisi ana caddeyi halka kapattı. Karşılamak isteyenler polis ve jandarma ile çatıştı.
  • 1958 - İstanbul sokaklarında "hulahup" çevirmek yasaklandı.
  • 1959- Trabzon’da bir Amerikan üssü kuruldu.
  • 1960- Said-i Nursi’nin mezarı açıldı, kemikleri İsparta civarında bilinmeyen bir yere gömüldü.
  • 1961- Türkiye’nin Ortak Pazar’a üyelik başvurusu reddedildi.
  • 1961 - MGK, Başbakan İsmet İnönü'nün Başkanlığında ilk toplantısını yaptı.
  • 1962- Güneydoğu sınırındaki köylerin 25 km içeri çekilmesine karar verildi. Karara kaçakçılığın artması ve Irak’taki isyan neden gösterildi.
  • 1964- İstanbul/ Eyüp Berec Pil ve Akümülatör Fabrikası’nda Petrol-İş üyesi yaklaşık 1.000 işçi greve başladı.
  • 1965- Siyasi Partiler Kanunu kabul edildi.
  • 1966- Türkiye İşçi Partisi İstanbul Milletvekili Çetin Altan’ın Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri ilişkileriyle ilgili gensoru önergesi reddedildi.
  • 1971- Profesör Mümtaz Soysal ile yazar Sevgi Soysal Mamak Askeri Cezaevi’nde evlendi.
  • 1973 - İslam Konferansı Örgütü'ne üye 7 ülke tarafından geri kalmış İslam ülkelerini kalkındırmak amacı ile İslam Kalkınma Bankası kuruldu.
  • 1976- Adana’nın Yumurtalık ilçesi yargıcını öldürme iddiasıyla yargılanan Yılmaz Güney 19 yıla mahkum edildi.
  • 1977- Ülkücülerce kaçırılan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Kıbrıslı 2 öğrencisi 20 saatlik işkenceli sorgu sonrası kurşuna dizildi, 1’i öldü diğeri ağır yaralı.
  • 1979- İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Enstitüsü Başkanı öğretim üyesi Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, sabah otobüs beklerken, çaprazlama 15 kurşun sıkılarak öldürüldü. Olay yerine “Anti Terör Birliği” imzalı bir bildiri bırakıldı. Prof.Dr.Cavit Orhan Tütengil “gelişme sosyolojisi” alanında yayınları olan, demokrat bir bilim insanıydı. Tütengil cinayetiyle ilgili olarak gözaltına alınıp mahkemeye çıkarılan ÜGD (Ülkücü Gençlik Derneği) İstanbul Şube Başkanı Recep Öztürk serbest bırakıldı. Tekrar ifadesine başvurulması için 1980’de arama kaydı çıkarıldı, yakalan(a)madı, Haziran 1981’de Almanya’ya kaçtı, iş kurdu.
  • 1979- Filistinli 4 gerilla Ankara’da Mısır Büyükelçiliği’ni bastı. Gerillalar 2 gün sonra teslim oldu.
  • 1980-  12 Eylül’de gözaltına alınan 67 DİSK yöneticisi tutuklandı.
  • 1982- Yılmaz Güney, kendisinin çıkardığı, 12 Eylül öncesinde sıkıyönetimce kapatılan “Güney” dergisinde 1978’de yayınlanan bir yazısında “komünizm propagandası yaptığı” gerekçesiyle gıyabında 7.5 yıl hapse mahkum edildi
  • 1983 - İber Hava Yollarına ait bir Boeing 727 ile bir DC-9 yoğun siste Madrid Havaalanının pistinde çarpıştı: 93 kişi öldü.
  • 1987 - Kaliforniya'nın Paso Robles şehrinde, bir yolcu uçağı düştü: 43 kişi öldü.
  • 1988 - Ermenistan'da 6,9 şiddetinde bir deprem meydana geldi: 25.000’in üzerinde ölü, 15.000'den fazla yaralı, 400.000 kişi evsiz kaldı.
  • 1989-  Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu, sıkıyönetim komutanlıklarınca görevlerine son verilmiş olup sıkıyönetim kalktığı halde “sakıncalılıkları” henüz kaldırılmayan 1402’lik kamu personelinin görevlerine dönmesi gerektiğine karar verdi.
  • 1991- DİSK Genel Kurulu 12 Eylül darbesinden 11 yıl sonra yeniden İstanbul/ Merter’deki genel merkez binasında toplandı.
  • 1992- Profesör İhsan Doğramacı kısa adıyla YÖK diye anılan Yüksek Öğretim Kurulu başkanlığından istifa etti. YÖK başkanlığına 19 Mayıs Üniversitesi rektörü Mehmet Sağlam atandı.
  • 1996 - TBMM'de harçları protesto etmek için pankart açan öğrencilerin yargılanması sona erdi; gençler toplam 96 yıla mahkûm oldular.
  • 1998- İsviçre/Cenevre sorgu yargıcı C.Junod, Arjantin’de 1976-1981 arası askeri cuntanın üyesi-ve Arjantin’de tutuklu- general Videla için tutuklama emri çıkardı. Emir, kaybolan ve Şili tabiyeti de taşıyan bir İsviçre vatandaşıyla ilgili soruşturma kapsamında çıkarıldı.
  • 2000- 60 bin küreselleşme karşıtı, AB’nin Nice zirvesini protesto etti. “Avrupa satılık değildir”, “Kapitalist Avrupa’ya hayır, sosyal Avrupa’ya evet”, “Polis her yerde, adalet hiçbir yerde” sloganları atıldı. Bir grup küreselleşme karşıtı Paris Ulusal Bankası’nı yaktı. Zirvede hukuksal bağlayıcılığı olmamakla birlikte AB anayasasının çekirdeği sayılan “Temel Haklar Şartı” kabul edildi.
  • --------------------------------------------------------------------------------------
  • 2002 - Bangladeş'te dört tiyatroya yapılan bombalı saldırılarda 18 kişi öldü, 200 kişi yaralandı.
  • 2002- Londra’da yapılan, 92 ülkenin katıldığı Dünya Güzellik Yarışması’nda Azra Akın Dünya Güzeli seçildi. Nijerya’da yapılması gereken yarışma çıkan olaylar nedeniyle Londra’ya alınmıştı. Akın, Türkiye’den, 1932’de Keriman Halis’in ardından Dünya Güzeli seçilen ikinci kadın.
  • 2003- Rusya’da, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra dördüncü kez parlamento (Duma) seçimi yapıldı. Başkan Vladimir Putin’i destekleyen Birleşik Rusya Partisi yüzde 37.1, 1999’da yüzde 24.29 oy alan Komünist Parti yüzde 12.7 oranında oy aldı. Liberal partiler ilk kez yüzde 5 olan barajı aşamadı. Yuri Lujkov yüzde 75 oy oranıyla üçüncü kez Moskova Belediye Başkanı oldu.
  • 2004 - Hamid Karzai, Afganistan Devlet Başkanlığı görevine başladı.
  • 2005- Ankara’da üniversite öğrencileri harçlara yapılacak 10 YTL’lik zammı Milli Eğitim Bakanlığı önünde protesto etti. İstanbul’da ulaşım ücretlerinin düşürülmesini isteyen öğrenciler Beyazıt’tan İBB önüne yürüdü.
  • 2005- ABD’de Temsilciler Meclisi işkence mağdurlarına destek öngören yasa tasarısını kabul etti. Beyaz Saray ise CIA ve ABD ordusunun işkence yapmasını yasaklayan madde eklenirse tasarıyı veto edeceğini duyurdu.
  • 2009 - Reşadiye saldırısı: Tokat'ın Reşadiye ilçesi, Sazak köyünde 7 Jandarmanın şehit edildiği pusu gerçekleşti.
  • 2009- Bolivya’da devlet başkanlığı seçimlerini solcu lider Evo Morales 2.kez kazandı.
  • 2012- İstanbul’da Gazi İlk ve Ortaokulu velileri, öğrenciler ve Eğitim-Sen 1 no’lu şube üyeleri okulun imam hatibe dönüştürülmesini protesto etti.
  • 2017- Gök bilimciler en uzak süper kütleli kara delik keşfetti. 13 milyar ışık yılı uzaktaki kara deliğin kütlesi Güneş’inkinin yaklaşık 800 milyon katı büyüklükte.


DOĞUMLAR:



 ÖLÜMLER: 



    (derleyen: mstfkrc)

Utancın fotoğrafları - Timur Soykan / BİRGÜN

 

İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı Onursal Başkanı Yusuf Ziya Gümüşel’in kızını çocuk yaşta evlendirdiği yalanlandı. H.K.G.’nin çocukken imam nikahı kıyıldığının kanıtı olarak savcılığa verdiği fotoğraflara ulaştık. Fotoğrafların birinde H.K.G., 6 yaşında ve gelinlik içinde. Nişan fotoğrafında ise H.K.G. 13 yaşında ve kolunda bilezikler görünüyor. Tarikat kurallarına göre sarıklı, cübbeli ve sakallı olan Kadir İstekli ise çocuğa sarılıyor.

İsmailağa Cemaati’nin ‘Hocaefendi’, ‘Efendimiz’ diye hitap ettiği Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H.K.G. 1998’de İstanbul Fatih’te doğdu. Kadınların çarşaflı, erkeklerin uzun sakallı, cübbeli ve sarıklı olduğu tarikat dünyasında eğitimden uzak ve eve hapsedilmişti. Tarikatın şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu, kız çocukların okutulmasına izin vermiyordu.

H.K.G. 6 yaşında evlendirildikten sonra Kadir İstekli tarafından fotoğraf stüdyosuna götürülmüş. (Fotoğraflar: BirGün)

HKG.’nin iddianamede yer alan ifadesine göre; İstanbul Çengelköy’de yaşarken babası onu 29 yaşındaki müridi Kadir İstekli ile imam nikahıyla ‘evlendirdi’.

Bir gün sonra babası tarafından gönderildiği ve karşı komşuları olan Kadir İstekli’nin evinde cinsel istismar başladı. Kadir İstekli ona bunun bir oyun olduğunu söylüyordu. Yıllar sonra H.K.G. ifadesinde şunları söyleyecekti:

“Ben ağladım. Kadir evlendiğimizi söyledi. Annem, babam nasıl evliyse bizim de evli olduğumuzu anlattı. ‘Sen benim karımsın, ben senin kocanım’ dedi. ‘Evliler böyle oyunlar oynar ama bu oyun kimseye söylenmez’ dedi. Annem ile babam Kadir’e ‘Damadım’ diyordu.”

İddialara göre; ilk zamanlarda annesi karşı çıkmıştı. Ancak babası anne evde olmadığı günlerde H.K.G.’yı Kadir İstekli’nin dairesine gönderiyordu.

***

H.K.G. 13 yaşındayken nişan, 14 yaşındayken düğün yapıldı. Bu sırada baba Yusuf Ziya Gümüşel, İstanbul Sancaktepe’de Hiranur Vakfı’nın devasa ve kaçak külliyesini inşa ediyordu.

17 Ağustos 2012 günü çocuğu, annesi Fatma Gümüşel hastaneye götürdü. Bir doktor, polise haber verdi. Anne ve o zaman 14 yaşında olan H.K.G. kendisine ezberletilenleri söyledi. 17 yaşında olduğunu ve kendi rızasıyla evlendiğini anlattı.

Ancak savcılık akılalmaz biçimde doğum kaydı istemedi. Bunun yerine kemik yaşı testi için Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne sevk ettiler. Burada müritlerin araya girmesiyle teste 21 yaşındaki bir kadın sokuldu. 17 yaşında olduğunu söyleyen kızın kemik yaşı raporda 21 görünüyordu. Buna rağmen soruşturma kapatıldı. Bu dosyanın kapatılması için kimlerin devreye girdiğini halen bilmiyoruz.

H.K.G., 17 yaşına geldiğinde anne oldu. Bir gün radyo programında evlendirilen küçük kız çocukları hakkındaki bir programı dinledi. Artık yaşadıklarının bir oyun olmadığını biliyordu ve bütün çocukluğu boyunca yaşadığı cinsel istismarın altında eziliyordu.

***

İddianamede yer alan ifadesine göre; tekrar içine kapandı, ailesine ve tarikata boyun eğdi. 18 yaşına geldiğinde resmi nikah kıyıldı. Gizlice kullandığı sosyal medya hesabından tanıştığı bir kadına yaşadıklarını anlattı. Bu kadın ona, kocasıyla konuşmasını kaydetmesini ve şikayetçi olmasını söyledi.

İddianameye sunulan bu ses kaydında H.K.G. “6 yaşında nikahımız kıyılmayaydı. Keşke babam ilişkiye izin vermeseydi… Yani bu sıkıntıların hiçbiri olmazdı” diye konuşuyor. Kadir İstekli’nin sözleri ise şöyle:

“Var mı yapacak bir şey onu söyle. Dönebiliyoz mu.”

Konuşma özetle şöyle devam ediyor:

H.K.G.: Ama telafi de olmuyo.

Kadir İstekli: “Yani tam bir hatadır… Yanlış bir şey… Ha şu an ben kendi kız çocuğum olsa 6 yaşında evlendirir miyim. Evlendiririm. Ama o şekil bir şeye müsaade eder miyim. Etmem.”

H.K.G.: “Babam nasıl düşünmedi.”

Kadir İstekli: “Hocaefendi her şeyi dört dörtlük mü düşünüyo. Bırak sen de Allah Allah.”

H.K.G: “Yani kızım daha küçük, 6 yaşında. İlişkiyi kaldırabilir mi, kaldıramaz mı, insan bunu bilmez mi…”

Kadir İstekli: “Ben seni öyle görmemiştim. Öyle gittim işte. Ufaklığın öyle geçti dediğin gibi. Ne bileyim ya…”

H.K.G.: “Annem saçlarımı tarar senin yanına gönderirdi beni.”

***

H.K.G.’nin şikayetindeki ifadesine göre; bu konuşmadan sonra evde Kadir İstekli’nin cinsel saldırıları devam etti. Şikayetçi olduğu sırada vücudunda morluklar vardı.

İki yıl önce 30 Kasım 2020’de İstanbul Anadolu Savcılığı’nda şikayetçi oldu. Savcılığa, ses kaydının yanı sıra fotoğraflar sundu.

Kadir İstekli, Yusuf Ziya Gümüşel ve Fatma Gümüşel, ifadelerinde H.K.G.’nin 16 yaşında nişanlandığını ve 17 yaşında evlendiğini savundular. 6 yaşında evlendirilmediğini ve cinsel istismara uğramadığını öne sürdüler. Kadir İstekli konuşma kaydı için “Sık sık 6 yaşında evlendiğimizi ve tecavüze uğradığını söylüyordu. Kavga büyümesin diye onu onaylıyordum” dedi.

Bu kez savcılık H.K.G.’nin doğum kaydını Sapanca Nüfus Müdürlüğü’nden istedi. 1998 doğumluydu, üstelik İstanbul’daki Fatih Özel Hastanesi’nde dünyaya gelmişti. Yani H.K.G.’nin ifadeleri doğrulandı. 2012’de doktorun ihbarıyla başlayan soruşturma sırasında sadece 14 yaşındaydı ve evlendirilmişti.

                                                     H.K.G.’ye 13 yaşında nişan yapılmış.

***

30 Ekim 2022’de İstanbul Anadolu Başsavcılığı’nın iddianamesi tamamlandı. Savcı iddianamede H.K.G.’nin anne ve babasının istismara göz yumduğunu anlattı. Kadir İstekli, tarikat lideri baba Yusuf Ziya Gümüşel ile anne Fatma Gümüşel’in zincirleme şekilde çocuğun cinsel istismarı suçunu işlediklerini belirtti. Ayrıca savcı, Kadir İstekli’ye cinsel saldırı suçundan da ceza istedi.

Ancak 27 yıldan az olmayacak şekilde ceza istenmesine karşın Kadir İstekli, Yusuf Ziya Gümüşel ve Fatma Gümüşel tutuklanmadı.

Haberimiz yayınlandıktan sonra Hiranur Vakfı’nın internet sitesindeki ‘Tarihçe’ ve ‘Hakkımızda’ bölümleri değiştirildi. Daha önce bu metinlerde Yusuf Ziya Gümüşel’in İsmailağa Cemaati Şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun talebesi olduğu ve onun yolunda Hiranur Vakfı’nın kurduğu anlatılıyordu. Yusuf Ziya Gümüşel ve İsmailağa bağlantısı metinlerden silindi.

İsmailağa Cemaati’nden yapılan açıklamada Mahmut Ustaosmanoğlu’nun resmi nikah kıyılmadan imam nikahına izin vermediği savunuldu ve şöyle denildi: “Medyada yer aldığı ve maksatlı olarak cemaatimizle irtibatlandırılmaya çalışıldığı görülen nikah hususunda zikrettiğimiz hassasiyetlerle bağdaşmayan birtakım iddia ve haberlerin Mahmud Efendi Hazretlerimizi ve cemaatimizle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Münferiden gelişen çeşitli hadiseleri cemaatimizle ilişkilendirmeye yönelik yorumlara itibar edilmemesi önemle ricamızdır.”

***

Sosyal medyada paylaşılan Yusuf Ziya Gümüşel imzalı bir açıklamada ise şöyle denildi:

“3 Aralık 2022 tarihinde BirGün gazetesi ve internet sitesinde ‘Timur Soykan’ imzasıyla yayınlanan haber, şahsımı ve ailemizi hedef göstererek yargılanması başlamamış bir davadaki yalan iddiaları yayınlayarak bunun üzerinden İslami değer ve yargılara sahip insanları tahkir etmeye yönelik tezgahlanmış bir projenin ürünüdür. Söz konusu haberdeki iddiaların sahibi olan kızımız, İslami ve hukuki kurallara uygun olarak medeni kanunun reşit saydığı yaşta evlenmiş olup bu konuda ailemizin ve başka kişilerin hiçbir baskısı olmamıştır. Son yıllarda ailevi sorunlar sebebiyle psikolojik sıkıntılar yaşayan 26 yaşındaki kızımız (Not: Aslında H.K.G. bugün 24 yaşında), birtakım yapıların etkisine girerek, eşinin evinden ayrılmış, başka bir yerde yaşamaya başlamış ve 12 Ekim 2021 tarihinde anlaşmalı olarak boşanmıştır… Mahkeme süreci devam etmektedir ve iddia edilen konuların aksine deliller mahkemeye sunulmuş olup yargılama sürecinde tüm gerçekler açıklığa kavuşacaktır.”

Bu açıklamalar devam ederken iktidar ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı suskun kaldı. Bu kahredici, utanç verici olayın unutulması beklendi.

Ancak…

H.K.G. savcılığa henüz 6 yaşındayken imam nikahı kıyıldığında çekilen gelinlikli fotoğraflarını vermişti. Ayrıca 13 yaşındayken nişan ve 14 yaşındayken düğün fotoğraflarını da dosyaya sunmuştu. Meslektaşım Murat Ağırel ile birlikte o fotoğraflara ulaştık. Bu fotoğraflar, bu çağda, laikliğin yok edildiği bu ülkenin utanç fotoğrafları olarak hiç unutulmamalı.

Bir fotoğrafta H.K.G. gelinlik içinde. İfadesinde imam nikahı kıyıldığı gün Kadir İstekli’nin kendisini fotoğraf stüdyosuna götürdüğünü ve bu fotoğrafların çekildiğini anlatıyor. Diğer iki fotoğrafta ise tarikat kurallarına göre giyinen sarıklı, cübbeli ve sakallı Kadir İstekli’nin küçük kız çocuğuna sarıldığı görünüyor. Nişan fotoğrafında ise H.K.G. 13 yaşında ve kolunda bilezikler görünüyor. Kadir İstekli ona sarılıyor. H.K.G. bu fotoğrafların çekildiği dönemde cinsel istismarın kendisine bir oyun gibi gösterildiğini ifade ediyor. Bu fotoğrafların tüm gerçekleri ortaya koyduğunu ifade ediyor.

H.K.G. bugün İstanbul’a uzak bir şehirde kendisine hayat kurmaya çalışıyor. Şu an ortaokulu dışarıdan bitirmek üzere. Onun mücadelesi gericiliğin çocukları sürüklediği kabusunu ve Türkiye’de laikliğin önemini gözler önüne seriyor.

Timur Soykan / BİRGÜN

AKP’li Esenler Belediyesi ‘halkla ilişkiler çalışmaları’ için 80 milyon lira harcayacak - SÖZCÜ

 

AKP’li Tevfik Göksu'nun başkanı olduğu Esenler Belediyesi, 2023 yılında yapacağı 'halkla ilişkiler çalışmaları' için yaklaşık 80 milyon lira harcayacak. Belediyenin bu kapsamda dağıtacağı ürünler arasında 600 kol saati, 20 bin lolipop şeker, 80 bin gül ve karanfil, 7 bin kutu çikolata da bulunuyor.


Esenler Belediyesi, ‘Halkla ilişkiler çalışmaları için çiçek, çikolata ve promosyon hizmet temin işi’ ihalesine çıktı. Vatandaş memnuniyeti araştırması için 6 anket çalışmasının da yürütüleceğinin belirtildiği ihale kapsamında, 38 kalemden oluşan malzeme alımı da yapılacak. Aynı kapsamda 2022 yılında 31 kalem malzeme için ihale yapılmıştı. Geçen yılki ihale dosyasında alınan 10 bin aşure sayısı 20 bine çıkarıldı. Çocuklara dağıtılmak üzere geçen yıl alınan 10 bin oyuncak araba ve oyuncak bebek sayısı ise bu yıl 20 bin oldu.

20 BİN LOLİPOP ŞEKER DAĞITACAK

Bu yılki listeye eklenen yeni ürünler arasında 600 kol saati, 20 bin lolipop şeker, 20 bin çikolatalı gofret, 100'er gramlık 500 adet Türk kahvesi, 35 bin adet kaşarlı sandviç, 90 bin adet lokma tatlısı, 30 bin adet baskılı balon ve 400 adet ferforje aranjman da yer aldı. Geçen yılki listede bulunan 60 bin adet kolonya bu yılki listede yok. Her iki listede yer alan ürünler arasında meyveli kek, meyve suyu, kandil simidi, aşure, 7 bin kutu çikolata, 80 bin gül ve karanfil de bulunuyor.

GÖKSU “GİZLENMİŞ REKLAM” DEMİŞTİ

Esenler Belediye Başkanı ve İBB Meclisi AKP Grup Başkanvekili Mehmet Tevfik Göksu, İBB bütçesi ile ilgili yaptığı konuşmada, bütçede ‘Gizlenmiş reklam parası’ olduğunu iddia etmişti. Göksu konuyla ilgili “Geçen sene 2022 yılı bütçesini anlatırken bütçenin içerisine gizlenmiş 849 milyon reklam parası var demiştim. Şimdi yeni bütçede evet 2023 yılı bütçesinde gizlenmiş reklam parası 1,8 milyar lira, yani 1 milyar 822 milyon lira” demişti.

Esenler Belediyesi'nin geçen yıl yaptığı, ‘Gizli reklam’ diye adlandırılan 4 ihalenin toplamı 79 milyon 970 bin 347 TL. Bu ihaleler ‘Halkla İlişkiler ve Malzeme Temini Hizmet Alımı’, ‘2022 Yılı Yazılı ve Görsel Materyaller Tasarım, Baskı’, ‘Uygulama, Tanıtım Filmi Prodüksiyon, Led Ekranlar Bakım Onarım ve Kurumsal İletişim Merkezi Hizmet Alımı’, ‘Sosyal ve Kültürel Turlar Organizasyon Hizmet Alımı İşi İçin Araç Kiralama’ şeklinde sıralandı.

Son resmi rakama göre Esenler'in nüfusu 447 bin 116. Yapılan 4 ihalenin bedeli nüfusa bölündüğünde kişi başına 179 TL reklam harcaması yapılmış olacak. Göksu'nun iddia ettiği İBB'nin gizli reklam parası doğru olsa bile, 16 milyon İstanbulluya bölündüğünde kişi başına 53 TL düşüyor. Buna göre Esenler Belediyesi'nin gizli reklam harcaması İBB'nin “gizli reklam” harcamasının 3 katından fazla. 

(SÖZCÜ)


Yüzde 10 deyip geçmeyin - Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

 

Hemen hemen ihalelerle ilgili her yazımda bahsediyorum.

Kamu görevlileri devlet adına yaptıkları harcamaları kontrol etmek, denetlemek zorundalar. Kanunda bu yetki var. Bizzat kendileri bunu yapabilirler. Gerekirse tutanak tutup başta Sayıştay olmak üzere ilgili kurumlara hatta savcılıklara bildirebilirler. Bu kamu görevlisi olmaktan çok vatandaşlık görevidir.

Zaten başımızdaki belayı artık az çok biliyorsunuz.

Doğrudan temin yöntemiyle gerçekleştirilen ihaleler.

Yasaya göre büyükşehir belediyesi sınırları dahilinde bulunan idarelerin 121.405,00 TL'sini, diğer idarelerin 40.443,00 TL'sini aşmayan ihtiyaçları ile temsil ağırlama faaliyetleri kapsamında yapılacak konaklama, seyahat ve iaşeye ilişkin alımlar doğrudan temin yöntemiyle yapılabilir.

Yani belediyeler istediği yerden istediği şirketten gerekli malzemeler bu sınırları aşmadan yapabilir.

Fakat ne yazık ki kanunda tanınan bu hak sürekli, sürekli, sürekli suistimal ediliyor.

Büyükşehir Belediyeleri genellikle örnek vermek gerekirse 1 milyon liralık işi 121 bin liralık işlere bölüp alımların tamamını doğrudan temin yöntemiyle gerçekleştiriyor.

Yani şöyle düşünün değerli dostlar…

Bir bardak su alınacak. Bedeli 150 bin TL. Doğrudan alım limitimiz ne kadardı? 121 bin 405 TL. Yani doğrudan temin sınırını aşıyor. Kanuna göre ben bu alımı doğrudan temin yolu ile yapamam.

Açık ihale düzenlemeliyim. Aman boş ver canım. Biz kanunun arkasından dolanalım. Suyu ayrı, bardağı ayrı gösterelim ayrı ayrı doğrudan alım yapalım. Bu sayede mevzuata da uymuş oluruz.

İşte yapılan aslında tam olarak bu.

Bu ne işe yarıyor?

Çoğu zaman kendi adamlarından kendi şirketlerinden binlerce liralık hatta bazen milyonlarca liralık malzemeyi piyasa fiyatının üstüne yüksek kazançlarla almaya yarıyor.

Ama burada başka bir durum daha var. Doğrudan alımlar için limitlerin aşılması durumu var.

Bakın, yapılacak harcamaların yıllık toplamı, idarelerin bütçelerine bu amaçla konulacak ödeneklerin yüzde 10'unu Kamu İhale Kurulu'nun "uygun" görüşü olmadıkça aşamaz.

Sıradan vatandaş bununla niye ilgilensin demeyin.

Bu limitler aşıldıkça sizin cebinizdeki parayı alıyorlar.

Yüzde 10'luk aşılmış mı peki?

Hem de nasıl…

Birçok belediyede aşılmış.

Buyurun tabloyu beraber inceleyelim:



Bakın değerli dostlar.

Toplam 611 milyon 896 bin TL tutar, kanunun belirtilen maddelerine aykırı olarak aşılmış durumda.

Yahu 1 milyon değil 10 milyon değil 100 milyon değil.

Yaklaşık 612 milyon lirayı biz bu adamların eşine, dostuna zengin olsun diye ödemişiz. Elbet içerisinde mecbur kalınan doğrudan teminler vardır. Hatta örnek vermek gerekirse Bodrum Belediyesi istisnai durumda olan Belediye. Çünkü hatırlarsanız Bodrum ve çevresinde çok büyük yangın çıkmıştı ve zaman zorunu vardı. Bu durumu anlayabiliyoruz. Ya diğerleri?

Fakat inanın bana bunca yıldır bu dosyaları, raporları okuyorum gerçekten ihtiyaç için doğrudan temin ile yapılan satın almalar çok küçük bir miktarı geçmez.

Siz de yüzde 10 deyip geçmeyin.

Marketten peynir alamamamızın sebebi bu yüzde 10, kaliteli tereyağı yiyemememizin sebebi bu yüzde 10, çocuğunuza ufak bir hediye alamamamızın sebebi bu yüzde 10…

Daha ne diyeyim.

Murat AĞIREL / YENİÇAĞ



4 Aralık 2022 Pazar

Millet ve Kasatkin’in resimlerinde yüceltilen emek - FİDE LALE DURAK / SOL/Özel

 

Millet ve Kasatkin’in arasındaki düşünsel ayrıma karşın resimlerine yansıyan aynı yoksullardır. Toplanmış hasatın ve tükenmiş bir maddenin artıklarını toplayan emekçilerin hayatı tek gerçekliktir. 

Avrupa’da realist resmin temellerini atan Fransız ressam François Millet, aynı zamanda Barbizon ekolünün de kurucularındandır. Millet, Paris’te aslen portrecilikte ünlenmiş bir ressamken, 1848 Devriminden sonra Fontaineblaeu Ormanı yakınındaki Barbizon köyüne taşınır. Barbizon hayatı ile birlikte kırsal yaşamı resimlemeye yoğunlaşır. Millet, manzara resimlerinin yanı sıra ele aldığı köy hayatı ve köylü figürleri ile bu ekolü genişletir. En bilinen eseri olan “Başak toplayanlar”ı salon sergilerinden reddedilmiştir. Resmin rahatsız edici kısmı; ön planda anıtsal bir duruşla çalışanların yüceltilerek ele alınmış olmasıdır. Resimde arka planda çalışan bir yığın insandan ayrı şekilde başak toplayan bu kadınlar, yaptıkları zorlu işe karşın gayet güçlü ve gayretli görünmektedirler. Arka plandaki işçilerin başında duran ve işi yönlendiren atlı için de kadınların ayrı çalışması önemsiz gibi görünmektedir. Kalabalığın topladığı, üçgen yığınlar halinde istiflenmiş başakların aksine kadınların toplayabildiği çok daha azdır. Aslında bu üç kadın bir hasatın arta kalanlarını topluyorlardır.

      Jean François Millet, 1857, “Başak Toplayanlar / Gleaning”

Barbizon ekolü, aynı dönemde baskın akım olan romantizme karşı ayaklarını olabildiğince gözlemlediği gerçekliğe basmıştır. Açık havada yapılan bu manzara resimleri, coşkun duygulardan uzak, içtenlikle doğayı gözlemleyen ve şatafatsız betimlemelerdir. İzlenimciliğin ilk belirtilerini taşıyan bu ekol, doğanın doğrudan gözlemlenerek resmedildiği ilk sanat akımıdır. Bu akımda renkler, tonlar yumuşaktır, keskin hatlar yoktur. Kendinden sonraki sanatçılar için de etkisi yüksektir. Örneğin Van Gogh’un “patates eken köylüler”, “tohum eken” ve benzeri köylü resimlerinde Millet ve realizm etkileri açıkça görülür. Theo’ya mektuplarında Millet’den ve onun sanatında bulduğu dürüstlükten sayısız kez bahseder. Gerçekten de Barbizon ekolünün dürüstlüğü etkileyicidir. Doğanın göze hoş görünmeyen tarafları idealize edilmez.  

Diğer taraftan doğanın yüceltilmesine dayanan bu ekol, düşünsel açıdan fizyokrasi ile akrabadır. Ekonomik çözümlemeleri Marx’ın hayli uzağına düşen Fizyokratlara göre; tarımsal üretim asıl olandır, sanayi üretimi değer üretmemekte ve servetin birikim nedeni mübadelede değil üretim süreçlerinde aranmaktadır. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” lafı da alım-satım gibi işlere hükümet kısıtlamaları getirilmemesi maksadıyla yine Fizyokratlar tarafından söylenmiştir. Dolayısıyla özel mülkün ve ticaretin korunmasını önemseyen bu düşünsel arka planın, Millet’de kırsal alanda işçileri yücelten bir biçime kavuşması dikkate değer bir çelişkidir. 

      Nikolai Kasatkin, 1894, “Tükenmiş bir madende kömür toplayan yoksul insanlar / The poor collecting coal on a waste mine”

Millet’nin çağdaşı Rus ressam Kasatkin’in “tükenmiş bir madende kömür toplayan yoksul insanlar” resmi, kompozisyon olarak “başak toplayanlar”a göz kırpsa da, teknik ve düşünsel olarak farklıdır. Resim’de, Rusya’da sanayi devriminin yoksullar üzerindeki etkisi kadın ve çocukların olağan bir günü ile anlatılır. Erkekler madenlerde çalışmakta, kadın ve çocuklar eski madenlerden kömür artıkları toplamaktadır. Dağınık kömür cürufları ve yerdeki delikler, kömür toplayanların yoksul görüntüsünü pekiştirir. Sağlıklı ve güçlü insanları değil, zor koşullarda emeği ile hayatta kalmaya çalışan yoksulları görürüz. Realizmin iyi bir örneği olan bu resimde, Barbizon ekolünde olduğu gibi renkler ve tonlar yumuşak değildir; figürler ışık ve gölgenin yarattığı keskinlikle ve belirgin hatlarla ifade edilmiştir. Ele alınan gerçekliğin ifadesi, romantizmin karşısında yine mütevazi; Barbizon ekolü gibi dürüst bir gözlemci ama doğanın yüceltilmesinden uzaktır. Bu gerçeklik daha çok eleştirel bir gerçekliktir. Özellikle 1830’lar itibariyle Rus Edebiyatında karşımıza çıkan, Gogol ile çok iyi örneklerini okuduğumuz eleştirel gerçeklik resim alanında da kendini Kasatkin, Repin, Bogdanov, Maksimov gibi ressamlar ile göstermiştir.

Rusya’daki bu eleştirel yaklaşım, gerçekliği değiştirebileceğine olan inanca yaslanmış ve konu ettiği yoksulları, emekçileri bu değişimin bir parçası olarak görmüştür. Resimlerde öne çıkan bir yüceltme değil ama birlikte yol alacağını bildiği insanları sevmek ve sahip çıkmaktır. Rusya’da yoksulların çelişkilerinin biriktiği bu dönem 1905 ve 1917 devrimlerine taşınacak; Fransa’da da 1848 devrimleri ile sesini duyuran emekçiler tarihin ilk emekçi iktidarını, Paris komününü, 1871’de kuracaklardır. Millet ve Kasatkin’in arasındaki düşünsel ayrıma karşın resimlerine yansıyan aynı yoksullardır. Toplanmış hasatın ve tükenmiş bir maddenin artıklarını toplayan emekçilerin hayatı tek gerçekliktir. 

FİDE LALE DURAK / SOL/Özel

Holodomor: İcat edilen soykırım - SOL / Çeviri

 'Her şeyin ötesinde, 'Holodomor' yalnızca şudur: Tarihsel gerçekliği olmayan bir peri masalı.'


Rusya'nın Ukrayna'ya dönük saldırısı devam ederken, Almanya, 1930'larda Sovyetler Birliği döneminde Ukrayna'da "toprak reformunu çiftçilere zorla kabul ettirmek için attığı adımlar nedeniyle yaşanıldığı" öne sürülen 'Holodomor' adı verilen kıtlığı bu hafta "soykırım" olarak tanıdı.

Alman Federal Meclisi'nde görüşülen önergeye hükümeti oluşturan Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Hür Demokratlar (FDP) ile muhalefetten Hristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) "evet" oyu kullanırken Sol Parti ve aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi ise "çekimser" kaldı.

Nazi Almanyası tarafından Sovyetler Birliği'ne karşı kara propaganda olarak kullanılan "Holodomor", günümüzde Ukrayna devleti ve Batılı müttefikleri tarafından hâlâ kullanılıyor.

2014 yılından sonra Batılı devletler, Rusya'ya dönük kara propagandalarını artırırken, 2017 yılında Almanya'da, "Holodomor – bittere Ernte" (Holodomor - Acı Hasat) adlı bir film vizyona girdi. Filmde, Sovyetler Birliği döneminde Ukrayna'da yaşanan kıtlık "Sovyetler Birliği tarafından Ukraynalılara bilinçli olarak uygulanmış bir soykırım" olarak tanıtılıyor. Filmin yayınlanmasının ardından Thanasis Spanidis, Junge Welt'te yayınlanan makalesinde "Holodomor"un, Ukraynalı Neo-Naziler ve Batı tarafından Sovyetler Birliği ve günümüz Rusya'sına karşı halen nasıl kullanıldığını ele alıyor.

Makaleyi, soL okurları için çevirdik.

Çeviri: Can Kuyumcuoğlu


“Holodomor – Acı Hasat”, bu yılın Şubat ayında ABD sinemasında vizyona giren detaylı bir “tarihi dram” filminin adı. Film, Hollywood standartlarında özel bir tarihi çarpıtma arsızlığı vakası. Filmin konusu 1932-33 yıllarında yaşanan “Ukrayna kıtlığı”. Filmin yapımcılarına göre, bu olay, özgürlük arzulayan Ukraynalıları cezalandırmak için Sovyet hükümeti tarafından bilinçli bir şekilde düzenlendi. 

Filmin yönetmeni George Mendeluk’un Kanada’ya sürülmüş bir Ukraynalı olması tesadüf değil. Ukraynalı-Kanadalı yatırımcı Ian Ihnatowycz ise, filmin senaryosu için 21 milyon dolar finansal destek sağladı. Filmin, tarihi içeriğinin yanı sıra sinemacılık anlamında da arzulananın dışında kaldığını hesaba katarsak, en azından bahsi açılmaya değmeyecek kadar başarısız olacağını düşünebiliriz. Her halükarda; Mendeluk’un “eseri”, Ekim Devrimi’nden önce, Rus aksanlı şeytani Bolşeviklerin saldırılarından, katliamlarından ve yağmalamalarına kadar huzurlu koşulların olduğu bir Ukrayna’yı tasvir ediyor. Ukraynalıların bu saldırılara direnmesine öfkelenen Stalin, ülkedeki herkesin açlıktan ölmesini emreder. Sonrasında bir umut ışığı yanar; milyonlar öldükten sonra, kitleler “özgürlüklerini” geri kazanmak için ayaklanır ve komünistleri öldürmeye başlar.

Filmin 2017’de vizyona girmesi tesadüf değil. NATO, son yıllarda Rusya’ya karşı açık bir meydan okuma mesaisi başlattı. Moskova’nın kuşatılmasında önemli bir yapı bloğu da, ulusal anlatısında “Holodomor”un da yer aldığı Kiev rejimi. “Holodomor”, Ukraynacada kabaca “açlık yoluyla katliam” anlamına gelen yeni bir kelime. “Holokost” kelimesine olan fonetik benzerliği büyük ihtimalle bilinçli bir şekilde tercih edildi. Ancak her şeyin ötesinde, “Holodomor” yalnızca şudur: Tarihsel gerçekliği olmayan bir peri masalı.

Ancak filmin tarihi çerçevesi ne kadar yanlış olsa da, filmin kendisi hiçbir şekilde marjinal değil. Doğrudur, Ukraynalı faşistler ve milliyetçiler, Holodomor yalanının her zaman en gayretli taraftarları olmuştur. Ancak tek taraftarı olmaktan uzaklar. Çok sayıda hükümet, tarihin çarpıtılması sürecine katılıyor. Bugüne kadar Polonya, Kanada, ABD, İspanya, Çekya ve bazı Latin Amerika ülkelerinin aralarında olduğu 24 ülkenin hükümeti, “Holodomor”u soykırım olarak tanıdı. AB Parlamentosu da, 2008 yılında “Holodomor”u insanlığa karşı suç olarak tanımladı.

Mitin icadı

“Kıtlık Soykırımı”nın doğuşu 1935 yılında denk geliyor. O dönemde,  medya patronu William Randolph Hearst’in imparatorluğuna ait ABD’li gazeteler, “Ukrayna Kıtlığı” hakkında Thomas Walker tarafından çizilen bir çizgi dizi yayınladı. Hearst’in kendisi dünyanın en zengin adamlarından biriydi ve Hitler ve Mussolini’nin ateşli bir destekleyicisiydi. Ne var ki, söz konusu çizgi dizi hakkında her şeyin sahte olduğunun ortaya çıkması uzun sürmedi. Walker’ın iddialarının düzmece olmasının yanında, resimler 1. Dünya Savaşı dönemindeki Avusturya-Macaristan’dan ve 1921-22 kıtlığı dönemindeki Rusya’dan gelmişti. Tabi böylesine utançlar Völkischer Beobachter (Ulusal Gözlemci) gazetesinin Hearst’ın basınından gelen bu korku hikayelerini değerlendirmesine ve “Yahudi Bolşvizmi”ne karşı propaganda hizmetinde kullanmasına engel olmadı.

Nazi Reich’ı 1945’te tarihe gömüldü, ancak “Açlık Holokostu” yalanı gömülmedi. Çünkü, arkasında hâlâ çok güçlü çıkarlar var. Ukrayna’nın faşist işgali sırasında ülkenin özellikle batı bölgelerinde işbirlikçi bir hareket vardı. Ukrayna İsyan Ordusu (UPA), liderleri Stepan Bandera (1909-1959) öncülüğünde Polonyalı, Yahudi ve Sovyet yanlısı sivillere dönük en ciddi savaş suçlarına dahil oldu ve aynı zamanda Yahudi katliamının yürütülmesinde SS ve Wehrmacht birliklerine yardım etti. “Holodomor” UPA’nın suçlarını bastırmak veya en azından daha “anlaşılabilir” kılmak için icat edilen bir merkezi “kurban miti”dir.


Mit, tarihçilerin kendisi tarafından da bugüne kadar taşınıyor. Asgari nitel araştırma standartlarına bağlı kalan tarihçiler “Holodomor” tezini reddediyor. Ancak İngiliz tarihçi ve gizli servis ajanı Robert Conquest’in 1986’daki standart Holodomor eseri olan “Hüzün Hazadı” hâlâ belli bir popülerliğe sahip. Komünist harekete ihanet eden Conquest, karşıdevrime sadık biri olarak kendisine Enformasyon Araştırma Dairesi’nde (IRD) görev buldu. IRD, başlıca görevi Sovyetler Birliği’ne karşı dezenformasyon kampanyaları yürütmek olan bir İngiltere Dışişleri Bakanlığı kurumuydu. Conquest’e akademik kitap yayını yoluyla Sovyet karşıtı propaganda yürütmeye yönlendiren de IRD’ydi. Conquest’in kitabı antikomünist amaçlar doğrultusunda kullanışlı olsa da, profesyonel dünya bundan heyecan duymadı. Sovyetler birliği tarihini çalışan önde gelen Batılı tarihçiler, kitabı bilimdışı olarak niteledi ve Conquest’in temel tezi olan “açlık soykırımı”nı absürt buldu. 2010 yılında ise Yale Üniversitesi’nden Timothy Snyder, tarihin revizyonu konusunda Conquest’i dahi geçen, en çok satanlar arasındaki “Bloodland” kitabıyla ortaya çıktı. Buna da akranları kuşkulu yaklaşsa da, dönemin iklimi gözle görünür şekilde değişmişti. Snyder’e dönük temel eleştiriler çok nadir ortaya atıldı.

Milliyetçiliğin inşa bloğu 

“Holodomor”, sonuç olarak Sovyetler Birliği’ne ve Stalin’in Komünist Partisi Genel Sekreteri olduğu 30 yıllık döneme dönük mevcut tarihi bakışın önemli bir unsuru. Ancak halk arasında (‘sol’un büyük bir bölümü dahil olmak üzere) bu dönem hakkında neyin gerçek olduğunu bildiğini düşünen, gerçeklere denk düşen kişi sayısının genel olarak az olduğunu da düşünürsek, Holodomor yalanının özel bir tarihi uydurma niteliği de taşıdığı söylenebilir.
Anlatılara göre, olay 1932-33 yıllarında gerçekleşiyor. Genellikle tüm Sovyet yönetimiyle eşit tutulan Stalin, Sovyetler Birliği’nin sanayileşmesini finanse etmek için tarımı baskılamak istedi. Buna ek olarak, Ukrayna milliyetçiliği onu rahatsız etti. Stalin köylülerden ve özel olarak Ukraynalılardan haz etmiyordu. Ukraynalı köylülerin direncini kırmak için Ukraynalıları korkunç bir kıtlığa mahkum etmeye karar kıldı. Olay patlak verdiğinde hükümet, çıkışları imkansız kılmak için cumhuriyetin tüm sınırlarını kapatırken, milyonlarca ton tahıl ihraç etmeye memnuniyetle devam etti. Bilinçli bir şekilde gerçekleştirilen kıtlığın sonucu, olayın sunuluşuna bağlı olarak yedi, on veya on dört milyon ölü oldu. “Tahminlerin” faşist Yahudi soykırımının kurbanlarının sayısının biraz üstünden başlaması bir tesadüf olmasa gerek.

Ancak doğrusu hiçbir şey mitin iddia ettiği gibi olmadı: Sovyetler Birliği yönetimi, tarihin hiçbir noktasında herhangi bir kıtlık istemedi, tam aksine bunu onlarca yıl sabit bir tehlike olarak gördü. Bunu engellemek için adımlar dahi attı. Stalin’in köylülerden ve Ukraynalılardan nefret ettiğine dair iddiayı destekleyecek bir kanıt yok, ama tam tersini destekleyecek çok kanıt var. Sovyetler Birliği’nin soğukkanlılıkla tahıl ihracatına devam ettiği iddiası, aşırı çarpık bir bakışın zirvesi. Son olarak, açlıktan ölenlerin sayısına dair ortaya atılan iddialar da abartılıyor olabilir. Bu konu hakkında tek bir doğru var: Hiç şüphe yok ki, Sovyetler Birliği, 1932-33 yıllarında birçok ölüme neden olan ciddi bir kıtlık yaşadı.

Bununla birlikte, kıtlığın nedenlerine dair önde gelen tarihçiler arasında, kıtlığın şiddetlenmesindeki çevresel faktörlerin yanında siyasi gelişmelerin de etkisinin boyutuna ilişkin bazı anlaşmazlıklar var. Robert Davies ve Stephen Wheatcroft, kıtlığın ana nedenini Sovyetler Birliği hükümetinin tarım politikası olarak görüyor. İkiliye göre, tarımın kolektifleştirilmesi yıldırım hızıyla gerçekleşirken, sanayileşmenin getirdiği kayıpları gidermek için tahıl vergileri artırıldı. Çiftçileri traktörlerle, iyileştirilmiş tohumlarla ve suni gübrelerle donatmaya başlamak, tarımın çöküşünü bir dereceye kadar karşılayabilirdi. Ancak yazarlar aynı zamanda, kıtlığın beklenmedik ve istenmeyen bir şey olduğunu vurguluyor. Ne var ki, yazarlara göre, hükümet tarafından alınan önlemler, kitlesel ölümlerin önüne geçilmesi için yeterli olmadı.

Hafife alınan çevresel koşullar

Diğer yandan, Mark B. Tauger, yalnızca anlatıların “bilinçli kıtlık” versiyonunu değil, “bilinçsiz ancak ‘insan kaynaklı’ felaket” versiyonunu da yoğun eleştiriye tabi tutuyor. Ünlü Sovyetler Birliği tarımı tarihi uzmanı, temelde iki argüman çizgisinde ilerliyor. İlk olarak, kıtlığa yol açan etkenlere dair diğer tüm yazarlardan daha kapsamlı bir analiz sunarak, çevresel koşulların kıtlığa neden olan en önemli faktör olduğunu ortaya koyuyor. Sovyetler Birliği’nin büyük bir bölümü 1931-32’de ağır bir kuraklığa maruz kalmıştı. Aynı zamanda bazı bölgelerde hasadın büyük bir bölümünü yok eden şiddetli yağışlar ve seller görülmüştü. Aşırı nem nedeniyle ciddi bitki hastalıkları ortaya çıkmıştı. Özellikle birtakım türlerde pasmantarı, tahıl yanığı ve ergot hastalığı görülmüştü. Buna ek olarak, bitki zararlıları ve zararlı ot sayısı toplu olarak katlanmıştı. Sovyetler Birliği tahminlerine göre, 9 milyon tona yakın tahıl, yani tüm mahsulün yüzde 13 ila 20’si yalnızca tahıl yanığı ve pasmantarı nedeniyle yok olmuştu. Diğer hastalıklar, bitki zararlıları ve hava koşulları nedeniyle yaşanan mahsul kayıpları da azımsanmayacak sayıdaydı. Bunun sonucunda, bazı aşırı olumsuz faktörlerin bir araya gelmesi gıda üretiminde ağır bir krizi tetikledi. Bu durum, o dönemin tüm tarım sistemlerinde büyük sorunlar yaratırdı. Önceki yıllarda yaşanan gıda darlıkları ve kıtlıklar da yük beygiri nüfusunu ciddi bir şekilde etkilemiş, toprak sürme kapasitesinin düşmesine neden olmuştu.

Aksine, çok tartışılan “insan kaynaklı” faktörler, Tauger’in analizinde yalnızca ikincil bir rol oynuyor. Endüstriyelleşme sonucunda birçok tarım işçisi kentlere taşındı. Kolektivizasyonun da büyük ihtimalle hasata bir kısa vadeli olumsuz etkisi olmuştu, çünkü kolektivizasyonla birlikte varlıklı çiftçiler (“kulaklar”) yeniden iskan edildi. Buna direnen çiftçiler mahsulleri ve çiftlik hayvanlarını yok etti. Ancak bu çok önemli bir olay değildi, çünkü kulaklar genel olarak faaliyetlerine devam etti. Ayrıca köylü direnişi, milyonlarca ton tahılın eksikliğini açıklayamazdı. O durumda, kırsal nüfusun büyük bir bölümü, bu tür olaylarda yer alırdı. Son olarak, ekonomik planlama ve yönetim konusundaki hatalar ve yetersizlikler, eksik bilgi ve çevresel koşullar ve güvenilir olmayan hükümet istihbarat bilgileri de durumun kötüleşmesine katkı sağladı. Ancak genel olarak Tauger, aşırı olumsuz çevre koşullarının sıradışı bir şekilde üst üste gelmesi, istihdam ve yük beygiri gücünün eksikliğinin kötü yönetim durumlarının ve sayısının tam olarak belirlenemeyeceği ölçüde yapılan köylü sabotajlarının şiddetlendirdiği bir kıtlığı tetikledi.

Hükümet, kıtlık tehlikesinin farkında olsa da durumu hafife aldı, çünkü Sovyetler Birliği devletinin o dönemde yeterli istihbarat toplama sistemi ve tarım uzmanlığı yoktu. İkisi de yapım aşamasındaydı. Hükümet yine de kıtlığı kontrol altına almak için geniş çaplı önlemler aldı. Ülkeden (hükümet vergileri ve özel köylü satışlarıyla) çekilen tahıl sayısı 1931’den 1932’ye kadar 18,8 milyon tondan 13,7 milyon tona önemli ölçüde düştü. Zorla alınan hükümet vergilerinin çoğu kıtlık bölgelerinde alındı ve geri ödendi. Hükümetin milyonları açlıktan öldürmeye niyetli olduğuna dair bir kanıt olarak sunulan tahıl ihracatları, aslında kıtlık başlayınca büyük ölçüde düşürüldü. 1931 ila 1932 ortaları arasında 4,7 milyon ton tahıl ihraç edildi. Yalnızca gelecek yıl ise bu sayı 1,6 milyon tona düştü. 1933’ün ilk yarısında yalnızca 220 bin ton tahıl ihracatı yapıldı. Bu, mahsulün tamamıyla karşılaştırınca çok küçük bir sayı. Devletin tahıl rezervleri, Sovyetler Birliği yönetimi için sürekli bir endişe durumuydu. Yönetim, savaş durumlarında böylesine rezervler oluşturmayı önemli bir öncelik olarak görüyordu. Ancak Kızıl Ordu’nun tahıl deposu da dahil olmak üzere, bunların büyük bir bölümü artık nüfusu beslemek için kullanıldı. Kıtlık bölgelerine toplam 5,76 milyon ton gıda ve tohum gönderildi. Bu Sovyetler Birliği ve Rusya tarihinde en büyük kıtlık yardımı oldu. Hasat genel olarak çok düşük olunca Komünist Parti’nin siyasi bürosu Eylül 1932’de hasadın iyileştirilmesi amaçlı bir komisyon kurdu. Komisyonda Stalin ve Dışişleri Bakanı Molotov da bulundu. Kıtlık, şimdi siyasi liderliğin bütün dikkatini toplamıştı. Tarım Bakanlığı, iyileştirilmiş tohumlarla bitki zararlılarını kontrol etmek ve verimi artırmak için programlar başlatmıştı. Yetersiz kalan kırsal bölge yetkililerinin yerine deneyimli çiftçiler getiriliyordu. Yeni yasalar, cezalarla çalışma disiplinini iyileştirmeyi öngörüyordu. İş örgütlenmesinin iyileştirilmesi için kırsal bölgelerdeki makine-traktör istasyonlarında ve devlet çiftliklerinde siyasi departmanlar kurulmuştu. Çiftçileri topraklarını işlemeye zorlamak amacıyla, açlık çeken insanların kontrolsüz iç göçü kısıtlanmıştı. Duruma daha yakından bakıldığında, devlet ve parti yönetiminin kıtlığı engellemek için ciddi çaba sarf ettiği, ancak bunu başarmak için yeterli kaynaklara sahip olmadığı görülüyor.

Gerekli bağlamsallaştırma

Tauger’in ikinci argüman çizgisi, kolektivizasyonu Rusya ve Sovyetler Birliği’nin tarım tarihinin bağlamına yerleştirmek üzerine. Çeşitli yazarlar, tarımın kolektivizasyonunu, ekonomik olarak bir felaket olan, ancak çiftçi muhalefetini ezmeye ve tahıl vergilerini artırmaya hizmet eden bir siyasi karar olarak sundu. Bu pozisyonun tarihi kaynaklar tarafından doğrulanmaması bir yana, söz konusu pozisyon, komünist yönetiminin kıtlığa dönük gözle görülür yöneliminin tam olarak karşısında yer alıyor. Bu yaklaşım, tarımın az gelişmiş olmasını, sosyalizmin inşasında bir temel engel ve nüfusun yeterli beslenmesi önünde bir engel olarak görüyor. Aslında, Çarlık İmparatorluğu yıllarında ve devrim sonrası yıllarda tarımsal üretim o kadar düşüktü ki, normal hasadın herhangi bir şekilde aksaması  kıtlığı tetiklemeye yeterliydi. 1891-92 yıllarında bir kıtlık gerçekleşirken, 1918-22’deki iç savaşta çok ciddi bir tane yaşandı. 1924-25, 1927 ve 1928-29’da da kıtlıklar görüldü.

Hükümet bu gidişatı kabul edilemez olarak gördü ve ülkenin sanayileşmesi önünde büyük bir engel olarak gördü. Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” tezinde köylülerle ittifak merkezi bir rol oynadı. Teze göre, ancak köylüleri etkin destekçi ve proletarya diktatörlüğünün ana müttefiği olarak kazanırsan, tarımı modernleştirerek gıda sorununu tamamen çözersen Sovyetler Birliği bu düşmanca ortamda hayatta kalır. Stalin’in hedefi köylülerin siyasi etkinliğini ve hareketliliğini “kırmak” değil, onların kültür seviyesini artırmak ve iş sürecindeki daha etkili örgütlenmelerini sağlamaktı.

Hükümetin bakış açısında, tarımın modernleşmesi ancak küçük çiftliklerin ve köylerin bilimsel bilgi temelinde modern teknolojiye başvuran daha büyük birimlere dönüştürülmesiyle mümkündü. Kolektivizasyon, parti ve hükümetin istişarelerinde, tartışmalarında ve kararlarında tahıl vergilerini artırmak amacıyla değil, hem kırsal halkın hem de kent halkının çıkarları doğrultusunda tarımın uzun vadeli modernizasyonu ve dönüşümünün başlangıcı amacıyla ele alındı. Amacın bildirgesinde de bundan geri durulmadı: Hükümet, tarımı herhangi bir şekilde “sıkıştırmak”tan uzak bir şekilde, geniş kaynakları özellikle kolektivizasyon sırasında tarıma kanalize etti. 1928-29 yıllarında ulusal gelirin yüzde 8,1’i  halen tarıma yatırılırken, yatırımlar 1930’da yüzde 12,2’yle zirveyi buldu. Yatırımlar, özellikle 1930’lu yılların sonunda savaş hazırlıkları çerçevesinde yeniden düştü. Ancak, bu orana traktör gibi tarımsal araç gereçlerin endüstriyel üretimine dönük geniş yatırımlar dahil edilmedi. Önde gelen Bolşevikler arasında çoğunlukla baskın kalan modern tarım fikri, Amerikan modeli olan geniş çaplı mekanize tarımcılığın sosyalist koşullara uyarlanışıydı. Önceki yıllarda devlet çiftlikleri (sovhozlar) üzerinden yapılan bazı başarılı deneyler, fikrin geçerliliğini doğruladı. Kolektivizasyon sırasında öngörülemeyen birçok sorunlar baş gösterse de, aşırı şiddet olayları yaşansa da, bazı hedefler gerçekleşmese de ve bu tarım biçiminin ekolojik dengesi tartışmalı olsa da bu, ülkenin tarım ve gıda sorununa çözüm anlamında büyük ihtimalle tek gerçekçi yaklaşımdı.

Çarpık algı

Mark B. Tauger’in gösterdiği gibi, Sovyet kolektivizasyonuna dönük genel algı tamamen çarpık. Bu çarpık algıya yalnızca Snyder gibi kişiler değil, daha fazla önde gelen tarihçi katkı koydu. Kolektivizasyona karşı yapılan köylü muhalefeti, birkaç anektodu basit yoldan veri olarak ilan eden birçok yazar tarafından tuhaf bir şekilde abartıldı. Diğer yandan, Tauger kolektivizasyonun zirve yaptığı 1930 civarında, en eli açık tahminlere göre dahi (fazladan sayımlar haricinde), yetişkin çiftçi nüfusunun en fazla yüzde 5’inin protestolara katıldığını gösteriyor. Bunlardan yüzde 90’dan fazlası barışçılken, eylemlerin yalnızca yüzde 1 civarı silahlı ayaklanmalardı. Vakaların büyük bir bölümünde anlaşmazlıklar açıklama, ikna ve taviz yollarıyla bastiçe dindirildi. Diğer yandan, kolektivizasyonu etkin bir şekilde destekleyen ve teşvik eden birçok köylü de vardı. Bunların büyük bir çoğunluğu kolektivizasyonu kabul ederek, uygulanmasına yardım etti.

Kolektivizasyon, tüm sorunlarına karşın bir bütün olarak başarılıydı. O zamana kadar uygulanan, küçük toprak parçalarının bireysel olarak işlendiği  aşırı yetersiz üretim biçimini ortadan kaldırdı. Makineleşmeyi ve daha iyi tarım yöntemlerinin kullanılmasını sağladı. Artık daha az emekle daha çok toprak sürülebiliyor, böylece kentlere emek göçü ve sanayileşme mümkün hale geliyordu. Kırsal yaşam devrimcileşiyor, yeni bir birlikte yaşama ve köylünün önemli bir siyasi güç olarak sosyalist öz kimliği yaratılıyordu. Ve son bir önemli nokta ise, kolektivizasyonun ardından İkinci Dünya Savaşı bağlamında yalnızca birkaç kıtlık yaşandı. 1947’den sonra kıtlıklar tarihe karıştı.

İtibarsızlaştırma ve seferberlik

“Holodomor”, özel bir tarihi çarpıtma arsızlığı vakası, çünkü görece iyi araştırılmış bir olayın tüm detayları, “bilinçli soykırım” teziyle ters düşüyor. Bu, “açlık soykırımı” olarak tanımlanacak şüphesiz başka tarihi olayların varlığı düşünüldüğünde daha da gerçek oluyor. Örneğin, 1943’te Bengal’de görülen, İngiliz sömürgeci yöneticilerin yaklaşık 1,5 ila 4 milyon insanın ölümünü yok saydığı kıtlık. Buna benzer bir olay Sovyetler Birliği’nde yaşanmadı. Yine de, icat edilmiş Ukrayna soykırımı, İngiliz sömürgeciliğinin gerçek açlık soykırımından daha çok biliniyor. Bunun nedeni açık: Yalanlar, güçlü çıkarlar tarafından kollanmayınca kısa bacaklı olur. “Holodomor” en az üç siyasi işlev görüyor: İlk ve öncelikli olarak, Ekim Devrimi itibarıyla ortaya çıkan bir sistemi, diğer bir deyişle planlı üretimi ve ürünlerin toplumda eşit dağılımını, itirbarsızlaştırmak amacıyla öldürücü ve insanlık dışı bir diktatörlük olarak sunmak. İkinci olarak, belli çevreler “komünist soykırım”ı, Alman faşistlerin ve müttefiklerinin, özellikle Ukraynalı işbirlikçi askerlerini göreceleştirmek, onları arka plana atmak ve hatta onları “Stalinist terör”e karşı tepki olarak göstermek için kullanmak istiyor. Üçüncü olarak da, “Holodomor”, Batı emperyalizmi ve ve başta Ukrayna hükümeti olmak üzere, Doğu Avrupa’daki fanatik Rusya karşıtı hükümetler için kullanışlı bir propaganda aracı. Rusya, Ukrayna hükümeti tarafından sözde Rus despotizmine karşı halkta var olan derin köklü önyargı ve korkuyu hareketlendirmek için soykırım sisteminin halef devleti olarak suçlanıyor. Sonuncu ama bir o kadar önemli nokta ise, Ukrayna milliyetçiliğinin çarpık tarih tasviri, Kiev’in darbe rejiminin politikalarının meşrulaştırılmasına hizmet ediyor. “Holodomor” efsanesinin bizimle birlikte olacağını varsayarsak, muhtemelen buna ilişkin pek bir öngörü sahibi de olamıyoruz. 

SOL / Çeviri