12 Aralık 2022 Pazartesi

Charles de Gaulle’den kalkıp Macron’a iniş-2 - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Niçin Fransa’yı yazıyorum? Yaşanmış ve taze örnekleriyle bize kendi yapımıza, sorunlarına bir bakma şansı verir. Ve düşündürür. NASA’da çalışanların, dünyaya benzer sayıp yoğun incelemeye aldıkları Mars’a baktıkları gibi.

PCF
                                                    Leon Blum

Fransız Komünist Partisi (PCF) 1920’de kuruldu. Siyasette ve ekonomide bir “alan” çizdi ve orada varlığını, sürekliliğini gösterdi. Üç kez iktidar ortağı, yani siyaseti şekillendirmede aktif oldu. Birincisi, 1936-37’de üç partili Halk Cephesi Hükümeti’nde yer aldı. Başbakan, sosyalist Leon Blum’du. Cesur bir “ortanın ileri solu” lideriydi. Göreve başlayışının ertesi günü “Matignon Anlaşması” ile sermayeye büyük bir emek hakları paketini kabul ettirdi. Fakat Halk Cephesi, uzatmalar da içinde, 1938 baharına kadar sürdü. Büyük sermaye daha fazla izin vermedi.

PCF’nin ikinci iktidar ortaklığı 1940’taki Alman işgali ile filizlenmeye başlıyor. Komünistler halkın pek küçük bir yüzdesinin katıldığı “Direniş”i süreklilikle çalıştıran motordular. “Direniş” Fransa için bir “milli mücadele” idi. Sempati ve saygınlık kazandılar. İşgalin bitişiyle 1944 Eylül’ünde kurulan De Gaulle hükümetinin büyük ortağı idiler. Seçimde en yüksek oyu (yüzde 30 gibi) aldılar. 1944’te “Direniş”in hazırladığı “Kurtuluş Sözleşmesi” hükümetin programıydı: Devletçi bir ekonomi ve ayrıca Monnet’nin Beş Yıllık Planı. Soğuk Savaş hazırlıklarındaki ABD ise PCF’ye olumsuz bakıyordu. Savaş yıllarını Alman hapsinde geçiren Blum’a, 1946 başındaki Washington ziyaretinde, PCF’nin bulunduğu bir Fransız hükümetine yardım yapılmayacağı söylendi. Temeli 1947’nin mart ayında Truman’ca atılan, iç içe geçerek Soğuk Savaş’ı inşa eden yapı taşlarını biliyoruz. 1947 Mayıs’ında, yeni Başbakan Ramadier PCF’yi hükümet dışına itiverdi! Ayrıntılara girmeyelim.

                                               "Direniş" 1940'lar

PCF’nin üçüncü iktidar ortaklığı 1981-84 yıllarında. Sosyalist Parti Başkanı Mitterrand 1981 Mayıs’ında cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı. Partisi de hazirandaki seçimlerde en yüksek oyu (yüzde 38) aldı. Yüzde 16’da kalan PCF ile bir “Ortak Program”da anlaşıp birlikte hükümet kurdular. Emeğin haklarını genişleten, ekonomide ciddi devlet yapılanması ile “cesur bir ortanın solu” programı idi. Mitterrand bir danışmanına “Kapitalizmin beline büyük darbe vuracağım!” demiş. Fakat 1983’te önce ekonomide iklim değişti. Bir yıl sonra PCF ayrıldı. Gidiş o gidiş oldu. Fransız siyasetinin o farklı “alan”ı eridi. “Sol”un sorumluluğu artık Sosyalist Parti’de kaldı.

DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIZ

Biliyoruz, 1971’de Nixon, “Doları altından ayırıyoruz. Sayım suyum yok!” dedikten sonra dünya ekonomisi bir anaforlar dönemi geçirdi. Her yerde “Abi, yarın dolar kaç, Alman Markı (DM) kaç para olacak” soruları başladı. Avrupa’da ekonomide kudret Almanya’daydı. Doların bıraktığı boşlukta öncelikle güçlü para DM’yi güvenceye almak gerekiyordu. Fransa’nın o tarihlerde başındaki liberal Giscard d’Estaing ile anlaşarak Avrupa için sıkı disiplinli bir “Döviz Kuru Mekanizması” (ERM) kurdular: 1979. Tüm Avrupa paraları birer dar ceket giydi. Esneme payı, yukarı aşağı yüzde 2.5. İktisat politikası için şu demek oluyor: Devletin elini bağlıyoruz. Her istediğin kamu harcamasını yapamazsın! Yoksa sürekli açık verir, paranın dış değerini (“kur”u) tutamazsın, paran zayıflar. Avrupa’da söz sahibi olacaksan, önce paran güçlü olacak!

Fransa için her şeyin değişmeye başladığı nokta budur. 1970’lerin istikrarsızlığından gelen Fransız ekonomisinde, 1981’in “Ortak Programı”ndan sonra enflasyon yükselişe geçti. Sosyalist Parti’nin Maliye Bakanı Jacques Delors Fransız Frankı’nın (FF) değeri düşer ve tutulamazsa, yani ceketin dikişleri atarsa Avrupa üzerinde söz sahibi olmaktan vazgeçileceğini düşünüyordu. Mitterrand’ı buna inandırdı. Bilenler biliyor ki Mitterrand’ın eti ve kemiği siyasetti (İngilizlerin “political animal” dedikleri tip). Delors’un öngördüğü “güçlü frank” (franc fort, ff) çizgisine geçiverdi. Bu, “Avrupa’da Almanya ile aynı yatakta yatacağız; ‘ff’ için bedeli ne ise!” demekti. Bedeli “Ortak Program”dan vazgeçmekti. Vazgeçildi. Bir yol ayrımına girildi. Fransa için ya ulusal/toplumsal program ya Avrupa’nın yönetimine soyunmak. İkisi birden olmuyor, kararı verildi. “Blum noktası”ndan da “De Gaulle noktası”ndan da uzaklaşıyoruz! 

Yeni bir sahne kurulacak. Sahneyi Delors kuruyor. O da Monnet gibi, bir “Avrupa Birleşik Devletleri” düşünüyor. Fransa’nın tek kalırsa zayıflayacağını, Avrupa çapında mimarlığa soyunursa potansiyeline erişeceğini düşünüyor. İşi üstleniyor. 1985’te Avrupa Komisyonu Başkanı oluyor. On yıl sürecek. Fransız tasarımlı “Avrupa”ya, “bir para yolu”ndan ve demir taramadan, DM çıpası bırakılmadan gidilerek bir Avrupa Parası yaratılacağını tasarlamıştır. Yüksek kalite sahibidir ve üstün müzakerecidir. Jakobence bakar: Avrupa çapında kurumlar kurup onları çalıştırmak lazım! Önce, 1980’lerin sonlarında Avrupa Tek Pazarı’nı kurdurdu. Sonra, iki eksen tasarladı: Avrupa Para Birliği (EMU) ve Avrupa Toplumsal Sözleşmesi (Charter) (Türkiye’de “Emeğin Avrupası” denildi!). EMU 1992’de, Maastricht’te buluşup anlaşarak “Avro”nun dünyaya geleceği (1999) “müjde”sini vererek kuruldu. “Büyük Fransız-Alman pazarlığı” diyeceğimiz sıkı muhabbetin ilk ürünü oldu. Almanlar iki vazgeçilmez koşul dayattılar: Bir, “Her devlet iktisat politikasında bizim Bundesbank’ın zırhını giyecek, çıkarmayacak”. Yani, bütçe açığınız GSYİH’nin yüzde 3’ünü, kamu borcunuz da yüzde 60’ını aşmayacak! İki, “İstediğiniz Avrupa Merkez Bankası (ECB) kamuya değil, bankalara (finans sermayesine) çalışacak”. Amerika destekledi. İstersen kabul etme! 

EVDEKİ HESAP ÇARŞIYA UYDU MU?

İktisatçıların ille düşündüklerini anlatabilmek için, izleyeni zorladıkları bir “düş” hali (varsayım) vardır: “Diğer her şey aynı kalmak koşuluyla!” Oysa gerçek dünya tam tersidir: Hiçbir şey aynı kalmaz! Zamanın akışında hesapta olmayan güçlü akıntılar çıkıverir. 1990’larda birbirini tetikleyen, dalgalar yaratan güçlü akıntılar ve ciddi birikintileri oluşmaya başladı. Pek kısa sürede ve alt alta, üst üste. Fransa’nın 1980’lerdeki “Avrupa hesabı”nı artık bunlar şekillendiriyordu.

1970’lerle başlayıp 1980’lerde hızlanan sermaye rüzgârında siyasetin başını İngiliz Thatcher çekti. Önce Fransız “sağı“nı, Giscard’ı, Chirac’ı kendine meftun etti. “Anglofil”lik, önce Chirac’la büyüyen bir özelleştirme dalgası yarattı. Mitterrand ses çıkarmadı. Birlikte yaşamaya rıza gösterip buna “cohabitation” dedi. Devlet ekonomisinin birikimi sermayeye hazır kaynak olarak aktarıldı. Kapitalizmin yeni dünya senaryosunda yer alacak Fransız sermaye sınıfına büyük avans oldu, iştahını kabarttı.

                                                    François Mitterrand

Thatcher’laşma ülke veya Avrupa çerçevesinde kalacak şey değildi. Kapitalizmin, toplumu arka plana alan, yok sayan dünya çapındaki yeni iddiası idi. Sermayenin büyük “iklim değişikliği” idi. Avrupa’yı ve her yeri fethe çıkan bir kapitalizmde otorite ve güç yeniden şekilleniyordu. Sermayenin dünyaya kendi “para yolları”nı yeniden döşeyen katmanı finans sermayesi ve piyasalarıydı. Elbette siyasette de yolları döşeyecekti. 

Avrupa’da ekonomik kudret Almanya’nındı, dedik. İki Almanya tek ve büyük olduktan sonra kudret daha da arttı. Maastricht’ten (1992) sonra, “Para işi tamam, Sosyal Avrupa istemem!” dedi. 1999’a, “Avro”ya varıldığında sermaye sınıfı “finans-sanayi kompleksi”ni oluşturmuştu. 21. yüzyıla girerken Avrupa’da para yolu açılmıştı, “sosyal yol” açılmadı. 2003-2005’te “sosyal demokrat” Schröder çalışan sınıflara “sermaye için emek reformları” getirdi. VW Şirketi’nin yetkilisi Hartz hazırlamıştı! Ücretleri asgari düzeye kilitleyip, esnek çalışma getirerek işsizliği çözüyordu! Al sana sosyal yol.

“Yeni Avrupa” tasarımında da yine Almanya son sözü söyledi. Monnet’nin ve Delors’un hayalleri olan bir Avrupa federal yapısı için liberal Giscard’ın başkanlığında, iri kıyım kişilerin hazırladığı “Avrupa Anayasası” 2005’te Fransa’da ve Hollanda’da halk oylarıyla reddedildi. Merkel’e gün doğdu. “Avrupa’da federalizm olmaz; hükümetler arası görüşmeler rejimi olur” dedi. Ve bunu 2007’deki Lizbon Antlaşması’na yazdırdı. Ne fark var? Federalizm bir “sosyal yol”un kapısını açabilir. Avrupa çapında gelir dağılımı gibi tehlikeli konular baş gösterir. Alman vergi mükellefi niçin İspanyol emekçisinin durumunu düzeltsin? Zinhar!

                                                     Jacques Delors

YAŞA DELORS! BABAMIZ!

Delors, Avrupa Komisyonu Başkanı sıfatı ile 1988 Eylül’ünde İngiliz Sendikalar Topluluğu’na (Trade Union Congress) bir konuşma yaptı. Birleşik Avrupa’nın bir yeni toplum modeli olacağını söyledi. Şunu demeye getirdi: “Avrupa’da sol yeni toplum modeli yapamıyor. Madam Thatcher madenci grevinin üzerinden silindir gibi geçtikten sonra sizler de ne haldesiniz? Toplu pazarlık rejimini ancak Avrupa çapında kökleştirebilir ve emeği ancak o çapta koruyabiliriz.” Usta bir konuşmaydı. Herhalde buna inanıyordu. Külyutmaz İngiliz sendikacılar da coştular; kendi dillerinde (herhalde) “Babamız Delors!” diye bağırdılar. Fransız ve İngiliz işçi sınıfları sonraki yıllara oradan geldiler.

2000’e doğru finans sermayesi öncülüğünde “piyasacılık” “serbest”leşerek toplumların siyasal enerjisini boşaltmaya başladı. “Sol”un dokusu değişiyordu. Güç finans piyasalarında yerleşmeye başlarken piyasacı ve rekabetçi söylem, ilişki ve çıkarlar bütünlük kazanıyordu. “Sol” buna yeni bir toplumcu/ulusal düşünce gücü (“fikriyat”) ile karşı koyamıyordu. Sermayenin gücü büyürken Fransa’da önce PCF, sonra da Sosyalist Parti artık eriyordu. Kendi özünden başka “bir şey” olan Thatcher’laşmaya öykünme başlamıştı. Zaten Blum’dan da De Gaulle’den de iyice uzaklaşmıştı. Artık donanımsızdı.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

11 Aralık 2022 Pazar

Brueghel’in çocuk oyunları - FİDE LALE DURAK / SOL-Özel

 


Belli ki Brueghel, özellikle çocukların kollanması gereken oyunlar için yetişkinlere görev vermiş ve oyun olduğunda dahi çocuklara iki konuda sahip çıkılması gerektiğini düşünmüştür.

           Pieter Brueghel (Bruegel) the Elder, 1560, “Çocuk oyunları / Kinderspelen”

Pieter Brueghel’in “Çocuk Oyunları” resminde 168 erkek, 78 kız çocuğu 90’dan fazla oyun oynar. Resimdeki çocukların tamamı oyuna katılmış, kimse çekindiği için izleyen olarak kalmamış ya da dışlandığı için mutsuz, köşesine çekilmemiştir. Resimde eğlenmeyen çocuk yoktur. Brueghel, resmin mekanını çocukların oyun alanına çevirmiştir. Resimde belirgin bir ışık, gölge yoktur. Sol taraftaki açık manzara tarafından gelen aydınlığın, binaların sağ duvarında oluşturduğu gölge dışında ne çocukların ne de nesnelerin belirgin gölgeleri vardır. Ufuk çizgisine doğru daralan basit perspektif dışında resim iki boyutludur. Bu açıdan resmin minyatür etkisi yüksektir. Her minyatür resimde olduğu gibi resimde ilk bakışımızı yakalayacak bir odak noktası yok. Resmin bütününe aynı anda bakıyoruz. Ancak resmin ayrıntılarını anlayabilmemiz için parça parça ve yakından bakmamız da zorunlu. Yine de resimde, sol alt köşeden başlayan ve sağ üst köşeye doğru uzanan bir yol, bakış için giriş açısı oluşturuyor. Bu köşeden başlayıp çocukları takip ederek resmi sağ üst köşeye -siluet olarak uzakta görünen kiliseye- kadar taradığımızda, alanın tamamının çocuk oyunlarıyla dolu olduğunu görüyoruz. 

Resim bir çocuk oyunu ansiklopedisi gibidir. Betimlenen oyunlar beceri oyunları, kurallı oyunlar, rol yapma oyunları olarak sınıflandırılabilir. “Çocuk oyunları” 16. yüzyıldan bugüne miras kalan oyunları görebilmek için muhteşem bir kaynaktır. Körebeden beş taşa, birdir birden uzun eşeğe, çember çevirmeden topaç döndürmeye kadar çocuk oyunlarının büyük kısmı, insanların günlük yaşamında sürekliliğini koruyabilmiştir. İnternet araması ile Brueghel’in resminde yer alan oyunların tamamına ulaşmak mümkün1. Oyunları tahmin etmenin bir oyun haline getirildiği internet siteleri de oldukça eğlenceli 2.

Brueghel Katolik ve Protestanlık arasındaki savaşın yoğun olduğu bir dönemde ve hala orta çağ kalıntılarının olduğu bir toplumda yaşadı. Resimsel odağını dini temalar yerine insanların günlük yaşamlarına çevirdi. Köylünün sıradan meşgaleleri, rutinleri, bir araya gelerek düzenledikleri eğlenceleri, dansları resimlerinin konusu oldu.  Günlük yaşam resimlerinde insanların komik ve sıradan hallerine yer verdi; düğünler, yemek yenen kalabalık masalar, bir tarafta dişini çektiren bir köylü, bir taraftan ekmeğini yeni çıkarmış bir fırıncı, hepsi bir arada Brueghel’e özgü bir karmaşa içindedir. Bu resimler kibirden uzak ve samimidir. Kırsal hayat ilk defa Brueghel’in fırçası ile yaşam doludur. Bu resimlerde köylüler dünyevi konular ile ilgilidir. Uzaklarda bir yerlerde görünen kilise, ağaçta asılı Meryem Ana resmi köylülerin dikkatini çekmez. “Köy Düğünü” ve “Köylü Dansı” resimleri bunun iyi örnekleridir.

“Çocuk oyunları” Brueghel’in nüktedanlığını içermekle birlikte onun resimleri içerisinde özeldir. Betimlediği 90’dan fazla çocuk oyunu ile tarihi belgelemek, korumak isteyen tarafı baskındır. Diğer taraftan içerdiği düşünülen çeşitli gizli anlamlarla tartışmalıdır.  Bunların içerisinde aslında yetişkinleri resmetmiş olduğunu söyleyen yaklaşım kayda değerdir. Bu dönemde çocuk ölüm oranları çok yüksek olduğu için altı yaşına gelene kadar çocuklar aileden sayılmazlar ve her an ölebilir gözüyle bakılırlardı. Altı yaşından sonra ise birdenbire küçük yetişkinlere dönüşüverirlerdi. Brueghel’in resminde de çocukların çoğu boyu kısa yetişkinlere benzemektedir. Hepsi fırsatını bulduğu için ne oynayacağını bilemeyen, dağınık bir neşe ve şaşkın bir saflıkla oyunlara sığınmış gibidir. Herkesin kendi halinde bambaşka bir oyunu oynamasına minyatür yetişkin halleri de eklenince resmi yetişkinlerin deliliği olarak yorumlamak da mümkün görünmektedir. Ancak resimde ayrıca iki yetişkine yer verilmiş olması bu yorumu boşa çıkartır. Biri resmin orta bölümünde evlilik törenini canlandıran çocukların başında duran kadın, diğeri sağ üst köşede kavga eden çocukların üzerine su döken yaşlı kadın. Belli ki Brueghel, özellikle çocukların kollanması gereken oyunlar için yetişkinlere görev vermiş ve oyun olduğunda dahi çocuklara iki konuda sahip çıkılması gerektiğini düşünmüştür.

Biri evlilik, diğeri şiddet!  

      Resim ayrıntı: orta kısım, evlilik oyununda çocuklara eşlik eden yetişkin.
         Resim ayrıntı: sol üst, kavga eden çocukların üstüne su döken kadın.

FİDE LALE DURAK / SOL-Özel

Yüksek tüketim rakamlarının ardında ne var? - MEHMET TUNA DOĞAN / SOL-Özel

 


Kâr ve servet sahiplerinin harcamaları tüketimi sürüklediği ölçüde, emekçinin sofrasından eksilttiği et, süt, peynir, milli gelir yaratma anlamında önemsiz bir küsurata dönüşmektedir.

Türkiye ekonomisi yılın üçüncü çeyreğinde, yani Temmuz-Ağustos-Eylül aylarını kapsayan dönemde bir yıl önceki aynı döneme göre yüzde 3,9 büyüdü. Bu, önceki iki döneme (Ocak-Mart ve Nisan-Haziran) göre yavaşlama olduğunu gösterse de Türkiye ekonomisinin hala önemli sayılabilecek bir tempoda büyüdüğünü gösteriyor. Birçok göstergenin işaret ettiği gibi, büyüme son 3 ayda, yani Ekim-Kasım-Aralık aylarında bir miktar daha yavaşlayacak, ancak yılın tamamı yüzde 5 etrafında bir büyüme oranı ile tamamlanmış olacak. 

Ancak rakamlarda asıl dikkat çeken ve irdelenmeyi gerektiren noktalardan birisi milli gelir içerisinde özel tüketim harcamalarının güçlü seyri. Nitekim, milli gelirin yüzde 3,9 arttığı bir ortamda, Türkiye’de yerleşik bireylerin tüketim harcamalarındaki artış yüzde 22,4 seviyesinde. Üstelik bu tek seferlik, yani sadece Temmuz-Eylül dönemi için geçerli bir durum da değil, özellikle 2021’in ikinci yarısından itibaren kişisel tüketim harcamalarında trendin çok üzerinde bir seyir söz konusu. 



Düzen iktisatçıları tüketim harcamalarındaki güçlü seyri, ‘enflasyon nedeniyle erkene alınan talebe’ bağlıyor. Yani, fiyatların ileride daha da artacağı beklentisiyle yarın alınacaklar bugünden alınıyor. Bu, bir yere kadar doğru; zira enflasyon yangını içerisinde insanlar ihtiyaçlarını bir an önce giderme telaşına düşüyorlar. Ancak dediğimiz gibi, bir yere kadar doğru, zira meselenin bir de gelir boyutu var…

Aşağıdaki grafik, sermayenin emeğe örgütlü saldırısının her zamankinden farklı bir boyut kazandığını, emeğin milli gelirdeki payında yaşanan azalışın Korkut Boratav’ın sıkça vurguladığı gibi bir ‘bölüşüm şoku’ düzeyinde olduğunu gösteriyor. Nitekim iki yıl gibi çok kısa bir sürede emeğin payı 10 puana yakın azalırken, aynı sürede sermayenin payında da oldukça belirgin bir artış söz konusu. 



Buraya kadar yazılanların bizi getirdiği tablo şudur: Türkiye’de emeğin milli gelirden aldığı pay sert şekilde küçülürken, aynı dönemde özel tüketim harcamalarında ise çok ciddi bir artış trendi yaşanmaktadır. 

O zaman sorulması gereken soru şudur: Kim bu tüketenler? 

Sodom ve Gomore: Bir yanda gıda-barınma krizi, bir yanda büyüyen lüks tüketim

Pandemiye karşı aşı 2021 yılının başlarında devreye girdi ve izolasyon önlemlerinin kaldırılmasıyla beraber Avrupa’da özellikle sınai mallara dönük talep patlaması yaşandı. Aynı dönemde nakliye vb. sorunlar yaşanması gibi nedenlerle Avrupa’ya tedarikte Türkiye de bir miktar daha öne çıktı ve ihracatta rekor artışlar görüldü. 

Yine 2021’in Eylül ayında Merkez Bankası faiz indirimlerini devreye aldı ve gerek döviz kurlarında gerekse de enflasyonda yükseliş hızlandı. Yurtdışında fırlayan talep ve içeride çok kısa sürede çok hızlı artan enflasyon patronların kârlarının katlanmasını sağladı. Döviz kurundaki artış, özellikle ihracatçı patronlar açısından, ücretlerin göreli maliyetini büsbütün azaltırken, faiz indirimleri sayesinde de patronlar, başta devlet bankalarından olmak üzere, enflasyonun çok altında arpalanır hale geldi. Özetle, sermaye için ortam bütünüyle dikensiz gül bahçesine çevrildi.

Aralık ayına gelindiğinde döviz kurlarındaki artış bir döviz krizi boyutuna ulaştı. Buna karşı kur korumalı mevduat sistemi hayata geçirildi ve kurlardaki yükseliş dizginlendi. Ancak kurların sabit tutulduğu, faiz indirimleri nedeniyle lira cinsi tasarrufların enflasyon karşısında erimeye terk edildiği koşullarda, bu sefer konuta hücum başladı; konut ve kira fiyat artışları astronomik düzeylere ulaştı. Bunu daha sonrasında hisse senedi piyasaları izleyecekti. Yani servetlerde de bir patlama yaşandı. 

Toplam TL cinsi mevduatlarda, 1 milyon lira ve üzerinde mevduat hesaplarının payı yüzde 70’e yakındır. 250 bin lira ve üzeri mevduatların payı ise yüzde 80’in biraz üzerindedir. Yani Türkiye’de mevduat, zenginlerin mevduatıdır.

Türkiye’de 2013-2021 yılarında 5,1 milyon civarında yeni konut satışı yapıldı, ama aynı süre içerisinde ev sahipliği oranında kayda değer bir düşüş de yaşandı. Yani evi olmayanların ev sahibi olmasından daha çok, birden fazla evi olanların sayısındaki artış öne çıktı. 

Faiz indirimlerinin başlamasından hemen önce, Ağustos 2021’de Borsa İstanbul’da portföy dilimi 100 bin lira ve üzerinde olan yerleşiklerin portföyünün değeri, toplam portföy değerinin yüzde 90’ının üzerindeydi. Yani özellikle son aylarda Borsaya ilişkin koparılan yaygara da bir yerde zenginlerin türküsünü çığırmaktan ibaret…  

Yani patronların kârları, servet sahiplerinin ise servetleri katlanarak arttı. Sadece son 1-2 yıllık dönemde yaşananlar, altta kalanın canı çıksın misali, sermaye ve servet sahiplerinin ücretlileri acımasızca ezdiği bir talana dönüştü. 

Kâr ve servetler göklere çıkarken, ücretleri enflasyonu en az altı ay geriden takip eden emekçilerin, iş yerlerinde yaşadığı sömürü derinleşiyor, konut olma hayalleri bütünüyle sıfırlanırken ev sahiplerine ödemek zorunda oldukları kiralar katlanarak artıyordu. Bunlar yetmezmiş gibi devlet, emekçinin cebindeki kuşa dönmüş ücretten vergi adı altında yaptığı kesintileri kur korumalı mevduat (KKM) kanalıyla mevduat zenginlerinin cebine koyuyordu. KKM ile zenginlerin cebine koyulan, 8-10 ayda 100 milyar liraya yakın bir kaynaktır. 

Uzun lafın kısası, mesele ‘enflasyon nedeniyle tüketicilerin talebini erkene alması’nın çok ötesindedir. Zira TÜİK’in rakamlarıyla dahi, Türkiye’de en yoksul yüzde 20’lik kesimin gıda, kira, elektrik, gaz ve ısınma harcamaları, yani sadece hayatta kalabilmek için yaptığı harcamalar, toplam tüketim harcamalarının yüzde 70’ine dayanmıştır. Geriye kalan yüzde 30 ile yukarıda bahsedilen tüketim artışlarının sağlanması elbette mümkün değildir, Türkiye’de tüketenler tuzu kurular, kâr ve servet sahipleridir.  

Kâr ve servet sahiplerinin harcamaları tüketimi sürüklediği ölçüde, emekçinin sofrasından eksilttiği et, süt, peynir, milli gelir yaratma anlamında önemsiz bir küsurata dönüşmektedir. Değil mi ki patron için işçi, insandan çok kâr yaratan bir makinadır! Tüketim rakamları yerinde midir, yerindedir, o halde sorun yoktur! 

Peki, düzen iktisatçılarının ağzıyla soracak olursak, bu tablo ‘sürdürülebilir’ mi? 

Evet, sürdürülebilir. 

Ta ki ‘Bu ülkede işçiler var’ diyenler ayağa kalkana, kısa çöp uzun çöpten hakkını alana kadar… 

MEHMET TUNA DOĞAN / SOL-Özel

BELLEK - 11 ARALIK -

 


OLAYLAR:

  • 1901 - İlk masa tenisi turnuvası, Birleşik Krallık'ta düzenlendi.
  • 1901- Türkiye’de ilk sezaryen ameliyatı Dr. Cemil Topuzlu tarafından gerçekleştirildi.
  • 1927 - Doğu illerinde Birinci Genel Müfettişlik kurulmasına karar verildi; Müfettişliğe İbrahim Tali Bey (Öngören) atandı.
  • 1928 - Türkiye İkinci İktisat Şûrası toplandı.
  • 1930- Bank of the United States, ekonomik kriz nedeniyle kapılarını kapattı
  • 1931 - Güney Afrika Cumhuriyeti, Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını kazandı.
  • 1931 - Westminster Tüzüğü 1931 ile Birleşik Krallık, dominyonlarına kendini yönetme hakkı verildi.
  • 1936 - VIII. EdwardWallis Simpson ile evlenebilmek için Birleşik Krallık tahtından çekildiğini açıkladı.
  • 1937 - II. İtalya-Habeşistan Savaşı: İtalya Krallığı, Milletler Cemiyeti'nden çekildi.
  • 1941 - Adolf Hitler ve Benito Mussolini’nin açıklamasıyla, Nazi Almanyası ve İtalya Krallığı, Amerika Birleşik Devletleri'ne savaş ilan etti.
  • 1946 - Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) kuruldu.
  • 1949 - Birleşmiş Milletler, Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönme hakkını kabul etti.
  • 1952 - Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nda ilk uygulama: Telif hakkı Yelpaze mecmuasına ait olan bir resimli romanı yayınlayan, Hürriyet gazetesi aleyhine dava açıldı.
  • 1962 - Türkiye'de Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği kuruldu.
  • 1962 - Kanada'da son kez bir mahkûma idam cezası uygulandı.
  • 1964- Che Guevara Küba heyetini temsilen BM Genel Kurulu’nda bir konuşma yaptı. Che ABD’nin başını çektiği kapitalist/emperyalist sistem ve sömürgeciliğin BM’i kendi çıkarlarına göre yönlendirmesinden örnekler verdi ve sözlerini noktaladı: “Ya özgür vatan, ya ölüm!” Konuşma sırasında binaya dışarıdan havanla ateş edildi, faili bulunamadı.
  • 1971 - İstanbul Televizyonu yayınlarını haftada iki günden dört güne çıkardı.
  • 1974- ABD Temsilciler Meclisi, Türkiye’ye yapılan askeri yardımın Kıbrıs’ta anlaşma yolunda kesin bir gelişme oluncaya kadar durdurulmasına karar verdi.
  • 1974- Suriye’den yüklediği mallarla sınırdan Urfa/ Viranşehir’e gizlice geçerken jandarma pususuna düşen bir kaçakçı grubundan 9’u öldürüldü. Olay, TRT akşam haberlerinde ”1.5 saat süren çatışmada…”şeklinde verildi. 31 Aralık 1974’de 12 CHP milletvekili TBMM’deki basın toplantısında; olayda hiç çatışma yaşanmayıp çemberdeki grubun üzerine jandarmanın doğrudan ateş açtığı, bazı yaralıların dahi kurşuna dizildiği, ölü sayısının daha fazla olduğu iddialarıyla “Meclis Araştırması” talep ettiler.
  • 1974- Türkiye’deki tüm eczaneler Sağlık Bakanlığı’nın ilaç kâr oranlarını düşürmesini protesto amacıyla bir gün süreyle kapandı. Bu sürede nöbetçi eczaneler açık tutuldu.
  • 1976 - Ankara Üniversitesi süresiz kapatıldı.
  • 1976 - İstanbul'da Bebek Maksim Gazinosu yandı.
  • 1977 - Türkiye'de yerel seçimler yapıldı. Cumhuriyet Halk Partisi seçimlerden birinci parti olarak çıktı. 1965’de TİP Silvan İlçe Başkanı olan, 1972’de Devrimci Doğu Kültür Ocakları davasından hapis cezası alan Mehdi Zana yerel seçimlerde Diyarbakır bağımsız belediye başkanı seçildi. Yerel seçimler sonucunda Cumhuriyet Halk Partisi 715, Adalet Partisi 710, Milliyetçi Hareket Partisi 58, Milli Selamet Partisi 46, Cumhuriyetçi Güven Partisi 7 ve bağımsızlar 171 belediye başkanlığı kazandılar. İstanbul, Ankara ve İzmir dahil 67 ilin 44’ünde, İstanbul’da 34 ilçeden 27’sinin belediye başkanlığını CHP aldı.
  • 1977- ODTÜ’de 2 Aralık’ta ülkücü işçilerin saldırısında yaralanan öğrencilerden İbrahim Baloğlu hastanede hayatını kaybetti. 1.600 ODTÜ işçisi bir bildiri yayınladı: “Olayları, eski rektör Hasan Tan zamanında ODTÜ’ye yerleştirilen işçi kılığındaki faşist milisler çıkarıyor.”
  • 1977- Tunç Okan’ın Türkiye’de Sansür Kurulu’nca gösterimi yasaklanan 1974 yılı yapımı “Otobüs” adlı ilk filmi Danıştay kararıyla gösterime girdi.
  • 1977- TRT Televizyonu’nda ilk kez bir Sovyet filmi, Grigori Çukhray’ın 1959 yapımı “Askerin Türküsü” adlı filmi Şubat ayı gösterim listesine alındı.
  • 1978-  7 Nisan’da uğradığı faşist saldırıda belden aşağısı felç olup Londra’da tedavi gören Doç.Server Tanilli: “Mücadelem tekerlekli sandalye üzerinde de devam edecek.”
  • 1987- “Muzır Müzikal” adlı oyunundan dolayı yargılanan Ferhan Şensoy “islam dinini tahkir” suçlamasından beraat etti, ”edebe aykırı tiyatro oynatmak”tan 21 gün hapis cezasına çarptırıldı. Ceza 3.150 TL para cezasına çevrildi.
  • 1987 - Necatigil Şiir Ödülü Ahmet Oktay'a verildi. Şair ödülü, “Yol Üstünde Semender” adlı yapıtıyla aldı.
  • 1989- TRT’nin 1.kanalında her akşam 20:00’deki “Ana Haber Bülteni” artık ilk haber olarak Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “haberleriyle”(Muhtarlar derneği, MESS görüşmeleri vs.) başlıyor. Aynı gün çok daha önemli haberler de olsa -yasa ve yönetmelik gereği- öncelik Özal’ın.
  • 1991- Ümit Elçi’nin sinemaya aktardığı “Mem u Zin” üzerindeki yasak SHP’li Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın talimatıyla kaldırıldı. Türkçe olarak seslendirilen filmde kına geceleri, ağıtlar ve ilahiler Kürtçe orijinal sesiyle yer almıştı.
  • 1991- 68’liler Birliği Vakfı bünyesinde kurulacak olan, Yürütme Komitesi’nde Mustafa Yalçıner, Şaban İba, Haşmet Atahan gibi isimlerin olduğu “Deniz Gezmiş Enstitüsü”nün ilk hedefinin, idam edilişinin 20.yılı olan 1992’yi “Deniz Gezmiş yılı” ilan etmek olduğu açıklandı.
  • 1991- İmam hatip lisesi mezunlarına Diyanet İşleri Başkanlığı’nın girişimi ve YÖK’ün onayıyla Açık Öğretim Fakültesi’nde 50 bin kontenjan sağlanmasının ANAP’lı eski Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin girişimiyle gerçekleştiği ortaya çıktı.
  • 1991- Avrupalı Birliği ülkeleri, 1999’un para birliği için son tarih olacağını açıkladı.
  • 1993 - Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği İdare Ataşesi Çağlar Yücel, Bağdat'ta aracının içinde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
  • 1993- Özgür Gündem’de aramayı bitiren polisler, akşam binayı boşaltarak Müessese Müdürü ile gazetenin avukatını da gözaltına aldı. Gazetenin İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Diyarbakır ve Cizre bürolarının basılmasından sonra halen yaklaşık 150 kişi gözaltında. Yaşar Kemal, basılan Özgür Gündem gazetesinin Kumkapı merkez binası önünde protesto açıklaması yaptı: ”Bu olay demokrasi nutukları atan hükümetin (DYP-SHP) ikiyüzlülüğüdür. Türkiye’yi, 40 yıldır demokrasi adına ikiyüzlülük yapanların lekesinden biz kurtaracağız.”
  • 1994- Başbakan Tansu Çiller “Ne mutlu Türkiye vatandaşıyım diyene” dedi.
  • 1994- Adana’da yaklaşık 6 bin kamu çalışanı “Demokrasi Mitingi” yaptı. Türk-İş ve DİSK’in desteklediği, çevre illerden de katılım olduğu yürüyüş ve mitingde “devlet güdümlü sendikaya hayır” denildi.
  • 1994- 2 Şubat 1976’da kundaklanan Öncü Kitabevi’nin sahibi Zeki Öztürk, 1993’de kitabevine gelen 1976’da MİT’e çalışan- sivil bir emniyetçinin itirafıyla 1976’daki sabotajı birlikte yaptığı 3 MHP’liyi Özal, Baykal ve Fikri Sağlar’a ilettiği halde sonuç alamadığını söylüyor.
  • 1994 - Tek yanlı olarak bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan'a, Rusya yüzlerce tank ve askerle girdi.
  • 1996- M.Ali Ağca’nın gazeteci Abdi İpekçi’yi öldürmesine iştirak ettiği iddiasıyla yargılanan ülkücü Oral Çelik duruşmada “kendisine iftira atıldığı” iddiasıyla sürekli avukat Turgut Kazan’ın sözlerini kesti, çıkışta da destekçileri Kazan’ın üzerine yürüdü.
  • 1996- “Düşünceye Özgürlük” kitabının yazarı olarak imza atan 1.079 kişiden 2.grup 86 sanık yargılanıyor.
  • 1996- Ülkücü saldırılarına karşı TÖDEF ve İYÖ-DER’li öğrenciler İÜ Diş Hekimliği Fakültesi’nde -yoğun polis kontrolü altında- basın açıklaması yaptı: “Saldırılar Susurluk gündemini saptırmak amaçlı.”
  • 1997- TBMM Genel Kurulu’nda yapılan oylama ile, “suç işlemek üzere silahlı çete kurdukları” gerekçesiyle yargılanmaları istenen DYP milletvekilleri Mehmet Ağar ve Sedat Bucak’ın dokunulmazlıkları kaldırıldı.
  • 1997- Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) yüzde 30’luk ücret zammını protesto etmek amacıyla bugün bütün yurtta işi bırakma eylemi yaptı. Eylem nedeniyle trenler çalışmadı, vergi daireleri ve Bağ-Kur’da işler durdu, hastanelerde acil vakalar dışında çalışma yapılmadı, dersleri boş geçen okullar tatil edildi. Eyleme yurt çapında 1 milyon işçi katıldı.
  • 1997-  DİSK’li işçiler “Sendikal Haklar” yürüyüşlerinin 4.gününde Gebze-Kocaeli arasını yürüdü. DİSK kafilesini ARG Porland, Gebze Belediyesi temizlik işçileri ile Marmara Metalürji işçileri karşıladı. Kafileye Kocaeli’ne girişte CHP,ÖDP,İP ve HADEP’li gruplar eşlik etti.
  • 1997- 1 Eylül Dünya Barış Günü için gittikleri Diyarbakır’dan dönüşte İstanbul’daki basın açıklamasında dövülerek gözaltına alınan grubun ”Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet”ten duruşması yapıldı. Bazı sanıklar ”Ülkede Gündem kapatılıyor” yazılı maskeler taktı.
  • 1997 - Kyoto Protokolü imzaya açıldı.
  • 1998- 2 aydır Londra’da gözetim altında tutulan A.Pinochet yargı önüne çıktı. İlk ifadesinde “Şili dışında yapılacak hiç bir yargılamayı tanımayacağım” dedi. (Duruşma 18 Ocak’a ertelendi) Mahkeme sürerken Pinochet karşıtlarıyla destekçileri dışarıda gösteri yaptı.
  • 1998- “MLKP örgütüne üye oldukları” iddiasıyla Şubat 1997’de gözaltına alınan -aralarında Süleyman Yeter’in de bulunduğu- 15 kişiye işkence yaptıkları iddiasıyla haklarında dava açılan 8 polisin yargılanmasına devam edildi. Müdahil B.Kaya işkence ve cinsel tacizi anlattı.
  • 1998- 2 yıldır devam eden, Yargıtay’ın karar bozduğu Metin Göktepe davasının Afyon’da görülen duruşmasında tutuklu yargılanan 5 sanığın tahliye edilmesiyle davada tutuklu sanık kalmadı. Kararı alkışlarla protesto edenlere sanık yakınları saldırdı, jandarma araya girdi.
  • 1999- Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi sona erdi. Sonuç belgesinde Türkiye’nin adaylığı “kesinleşti”. Başbakan Bülent Ecevit, Helsinki’ye gitti ve Avrupa Birliği (AB) Bayrağı altında diğer devlet başkanları ile birlikte fotoğraf çektirdi.
  • 2000- F tipi cezaevlerine karşı 203 tutuklu ve hükümlünün ölüm oruçları 53.güne girerken, 9 sol örgütten 500’ü aşkın tutuklu/hükümlü ile Çankırı Cezaevi’ndeki Eşber Yağmurdereli de açlık grevine başladı. ÖDP’liler Mis Sokak’ta, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği üyeleri de DSP İstanbul İl binası önünde F Tipi cezaevlerini protesto gösterisi yaptı.
  • 2000- Başbakan Ecevit: ”Eylemleri hazırlayanlar, devlete dayatmalarda bulunmak istiyorlar, bunu kabul etmek mümkün değil.”
  • 2000- “Düşünceye Özgürlük 2000″adlı kitaba yayıncı olarak imza atan 16 kişinin DGM’de yargılanmasına devam edildi.
  • 2000- Pakistan’da askeri yönetim, sürgüne gönderdiği devrik Başbakan Navaz Şerif ve ailesinin mal varlığına el koydu.
  • 2001 - ÇinDünya Ticaret Örgütü'ne katıldı.
  • -------------------------------------------------------------
  • 2002- AB üyelik müzakerelerine hemen başlanması için gittiği Avrupa’da “kriterlerin tümüyle yerine getirilmesi” şartı koşulan AKP Genel Başkanı Erdoğan: “ABD Başkanı Bush’a Türkiye’nin NAFTA’ya (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi) alınmasını teklif ettim.”
  • 2002 - Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senatosu, istihbarat faaliyetlerinin eşgüdümünün daha iyi sağlanabilmesi için iç istihbarat örgütü kurulmasını tavsiye etti.
  • 2003- “Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı”na karşı emekçiler alanlara çıktı. Diyarbakır ve Antalya’da polis müdahale etti.
  • 2003- Gürcistan, Güney Osetya Özerk Cumhuriyetine asker gönderdi. Osetya, Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze’nin devrilmesinin ardından Rusya ile birleşme talebini dile getirmişti.
  • 2004- “İnsan Hakları Haftası” etkinlikleri kapsamında Galatasaray’da bir araya gelen yaklaşık 2 bin “barış girişimcisi”, Mardin Kızıltepe’de Ahmet Kaymaz ve 12 yaşındaki oğlu Uğur Kaymaz’ın “terörist oldukları” gerekçesiyle öldürülmelerini protesto etmek ve yaşam hakkını savunmak için insan zinciri oluşturarak Tünel’e yürüdü.
  • 2004- DEHAP, Anayasa’daki “Türkiye Cumhuriyetinin resmi dili Türkçedir”, “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ve “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında anadil olarak okutulamaz” maddelerinin değiştirilmesi için kampanya başlattı.
  • 2004 - İstanbul Modern Sanat Müzesi açıldı.
  • 2005- Savaş suçuyla yargılanan Hırvat general Ante Gotovina’nın tutuklanıp Lahey’e teslim edilmesi Hırvatistan’da onbinlerce milliyetçi Hırvat protesto etti.
  • 2006- Aralarında Türkiye Kamu-Sen, Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu, Toplumsal Düşünce Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği’nin de bulunduğu 40 örgüt, emekli orgeneral Şener Eruygur’un başkanlığında platform oluşturdu. Amaçları; “Cumhuriyet’in temel niteliklerini korumak”.
  • 2006- Endonezya’da Aceh’liler ilk kez yerel yöneticilerini seçtiler. Seçimi, gerilla örgütü Özgür Aceh Hareketi’nin (GAM) içinde bir grup olan Genç Türkler’in lideri İrvandi Yusuf kazandı. Yusuf, vatana ihanetten ömür boyu hapis yatarken 2004’teki tsunaminin hapishaneyi yıkmasıyla özgürlüğüne kavuşmuştu.
  • 2009- Anayasa Mahkemesi, “bölücülüğün odağı haline geldiği” gerekçesiyle, 2005 yılında kurulan Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) kapatılmasına karar verdi. Parti yöneticilerinden 37 kişiye 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirildi.
  • 2010- İşten çıkarılan Sapphire işçilerinin 4.Levent’teki Sapphire Gökdeleni önündeki eylemine ÖDP’liler de destek verdi.
  • 2010- 10 Aralık’ta yürürlüğe giren aile hekimliği uygulamasına karşı Muğla’da düzenlenen protesto mitingine çevre illerden çok sayıda sağlık çalışanları ve öğrenciler katıldı.
  • 2010- Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği üyesi akademisyenler Taksim’de, TKP’liler de Galatasaray Meydanı’nda AKP iktidarının üniversite öğrencilerini hedef gösteren kampanyasını protesto etti.
  • 2013- Yapılan teftişlerde çelenk, mail order, POS makinası gibi yollarla topladığı bağışlar “ticari faaliyet” olarak değerlendirilen Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne Maliye’nin 2 milyon TL’na yakın vergi cezası kestiği, derneğin itiraz ve dava yoluna gideceği açıklandı
  • 2013- Abdi İbrahim İlaç Fabrikası’ndan “sanal satış yapıldığı” gerekçesiyle tazminatsız çıkarılan yaklaşık 500 işçi aileleriyle birlikte Maslak’taki şirket binası önünde protesto gösterisi yaptı.
  • 2013- İTÜ Maçka Kampüsü’ndeki Yabancı Diller Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin kantin ürünlerine yapılan % 50 zamma karşı 2 hafta önce açtıkları “alternatif kantin”de gönüllü çalışan 2 öğrenciye,okul idaresi “izinsiz yiyecek-içecek sattıkları” gerekçesiyle soruşturma açtı.
  • 2016- Mısır’ın başkenti Kahire’de Kıptilere ait katedral yakınlarındaki patlamada 25 kişi öldü, 49 kişi yaralandı.

DOĞUMLAR:



ÖLÜMLER:



  (derleyen: mstfkrc)

10 Aralık 2022 Cumartesi

‘Ne yapsa yeridir’ teorisi - Aydemir Güler / SOL

 CHP önümüzdeki iki yılı kapsayan seçim yarışlarını kazansa ne olacaktır, kaybetse ne olacaktır? Kimilerine göre CHP’nin zaferi hukuk devleti ve temel özgürlükler anlamına gelecektir… Yanlış!

Cumhuriyet Halk Partisi’nin ülke siyasetinde kendisini yerleştirdiği yeri soğukkanlı bir bakışla ele alıp da “sol” olarak değerlendirmek imkânsız. Bu konuda CHP’lilerle anlaşmakta herhangi bir zorluk yok. CHP’nin sağcıları zaten böyle olması gerektiği kanısındalar. Laiklik çoktan geçip gitmiş, dünyada kamu işletmesi mi kalmış, işçi sınıfına elveda diyeli bir ömür geçmiş-miş… Geçin bunları; Türkiye’de sağın oyunu almadan şuradan şuraya gitmenin mümkün olmadığını görmüyor muymuşuz!

Aynı partinin solcuları içinse en fazla bir “solculaştırma niyetinden” söz edilebilir. “Niyet” sözcüğünü bir hareket planlarının olmadığı anlamında kullanıyorum. Doğrudur yanlıştır, gerçekçidir değildir, bunlar bir yana, başka zamanlarda sol-CHP’lilerin bir veya daha fazla hareket planının olmuşluğu vardır.

Neyse, kabaca CHP’li solcularla partinin solda konumlanmadığında anlaşıyorken, üstüne üstlük bu kişiler duruma şiddetli tepki gösterirken, daha soldan bir kesim parti merkezini aklama işini üstlenmiş bulunuyor. Açıkçası bugün sosyalist hareketin içinde yer alan bir dizi unsur, solculuk yapmayan CHP’ye sol bir anlam yüklemenin arayışındalar. Parti merkezinin sağ açılımlarının aklanması, durumdan utanç duyan partililere değil, sırtında yumurta küfesi taşımayan sosyalistlere kalıyor!

Başlıktaki ifade, delilik çağrışımı nedeniyle hem aklayıcılar hem de akıl sağlığı sorunu yaşayanlar için kırıcı oluyorsa, “Zaten devrimci değil ki” teorisi de diyebiliriz...

Ne olacak ki, diye başlanıyor söze, sosyalistler olarak bir düzen partisinden ne bekleyebiliriz ki? Bilmiyor muyuz CHP’nin tarihini, demokrat olmadığını, sosyal-demokrat bile olamadığını! Kapitalizmi eleştirse bile bunda samimi olmayacak bir partiden radikal adımlar umulabilir mi!

Uzatmayayım, bu sosyalist arkadaşlarımız, utanmasalar CHP’yi soldan eleştirmeyi yasaklayacaklar. Bütün söylediklerimizi zaten biliyorlar! İddia da o ki, CHP söz konusu olduğunda, soldan eleştiri, olsa olsa bu partinin sola gelebileceği varsayımıyla yapılabilir(miş.) Neden böyledir; anlamış değilim. Neden laikliğe sahip çıkan biri olarak laikliğe gözlerini kapayanları eleştirdiğim zaman muhataplarıma olmadıkları bir nitelik atfetmiş oluyorum? Devamını siz doldurun. NATO’culukla, yoksulluğu dert etmemekle, ekonomide neoliberallikle; doldurun da doldurun!

Bu tuhaf tezin ne işe yaradığını herhalde açık seçik görebiliyoruz. Bize de, sosyalizmin işi gücü, sosyalist olmayanları aklamak mıdır diye sormak kalıyor!

***

Bu haftaki yazı burada bitebilirdi. Sol, başkalarını ve CHP politikalarını kıyasıya eleştirmek durumundadır. CHP’nin devrimci veya Marksist olmaması, devrimci ve Marksistlerin elinden eleştiri silahını almaya yorumlanamaz. Nokta.

Ama bu tuhaf fikirlerin sosyalizm adına yutturulmaya cüret edilmesinin altında bir takım maddi nedenler var, onlara da hiç olmazsa işaret edeyim.

İki düzlemde. Birincisi tarihsel-yapısal nedenler.

Cumhuriyet Halk Partisi en başından itibaren ülke siyasetinde belirli koordinatlara yerleşmiştir ve bu koordinatlara denk düşen toplumsal kesimler, çeşitli dönemlerde başkalaştırılmaya çalışılmışsa da esas karakterlerini korumaktadırlar. Ne Batıcılık-NATO’culuk-AB’ciliğin, ne özelleştirmecilik-piyasacılığın, ne kibirli orta sınıf liberalizminin yok edebildiği bu karakter, birbirini tamamlayan veya biri diğerine ilişik nitelikleri bir araya getirir: Geçmişi uzun bir tarihsel ilerlemeyle bağlantılı olan modernlik-kentlilik-laiklik alanı ilkidir. Diğeri, Kurtuluş Savaşı ile bağlantılı olarak şekillenen yurtseverlik-barışçılık-bağımsızlık alanıdır. Sonuncusu sömürü toplumunun yapılanmasıyla güncellenen ve emekçi kimliği, hak arayışları, dayanışma gibi motifleri barındıran kamuculuk alanıdır. Hayli geniş olan bu toplumsal kesimler geleneksel olarak egemen güçlerce CHP’ye “emanet edilmiştir.” Ve bu kesimler kendilerini esas olarak CHP’nin temsil ettiğine inanma eğilimindedir.

1980-2020 döneminde bu yapı tasfiye edilmek istendi. Nafile! CHP ise kurumsal olarak tasfiyeciler safına çoktan geçtiği için bugün kimseyi temsil ne kelime, “idare” bile etmemekte ve emanete alenen ihanet etmektedir. Ne var ki, 1960-80 arası bariz hale gelen türden, sosyalizme doğru bir kopuş da yaşanmamaktadır. Yeri gelmişken bizim ülkemizde solculuğun tanımı bu tarihsel-yapısal akıl yürütmeyle yapılmak durumundadır; sosyalizm alternatifi de esasen aynı zeminden beslenir.  

CHP’ye ilişkin solda süregiden tartışmalar bu nedenle dar anlamda genel merkez politikaları hakkında değildir. “Zaten devrimci değil ki” teorisi, malumu beyan eder gibi görünmekte, ama aslında sosyalizmin toplumsal seslenme kanallarını önemsememeyi vazetmektedir. Biz de bir düzen partisini tartışmaya meraklı değiliz, ama toplumun ileriye dönük dinamiklerini çok önemsiyoruz.

İkinci olarak, yakın döneme ilişkin, konjonktürel diyebileceğim nedenler var.

CHP önümüzdeki iki yılı kapsayan seçim yarışlarını kazansa ne olacaktır, kaybetse ne olacaktır? Kimilerine göre CHP’nin zaferi hukuk devleti ve temel özgürlükler anlamına gelecektir… Yanlış!

CHP’nin olası başarısını az yukarıda işaret ettiğim toplumsal kesimler, ister istemez tarihsel-yapısal karakterlerine paralel biçimde algılayacaklar, laikliğin, dayanışmanın, yurtta sulh cihanda sulh’un önünün açıldığını sanacaklardır. Bu yanılsama “zaten devrimci değil ki” sözünden daha gerçek ve güçlüdür. CHP merkezli yeni dönemin bu yanılsamaya çarpıp batması için, siz deyin bir yıl, ben diyeyim birkaç ay yeter. Sol, ikinci vahşi kapitalizm çağında hukuk devleti ve özgürlük diye kendini kandırmak yerine bu kopuş anına, ortaya çıkacak devrimci olanaklara konsantre olmalıdır.

CHP önümüzdeki dönemi kaybedebilir de. O durumda kırk yıldır yok edilemeyen Türkiye ilericiliğinin rotasının düzen dışına çevrilmesi için başka olanaklar doğacaktır. Solun görevi, o durumda da gericiliğin gerçek çaresinin sosyalizm olduğunu göstermek ve bunu örgütlemek olmalıdır.

Her iki seçeneğin handikapları ve avantajları olacağı kesindir. Kesin olan bir diğer şeyse, zatenciliğin, ne yapsa yeridirciliğin devrimci çıkışların freni olduğudur.

Aydemir Güler / SOL