8 Ocak 2023 Pazar

Kemal Okuyan: Biz hazırız! Yıkacağız ve kuracağız + TKP seçim bildirgesini ve sloganını açıkladı: 'TKP gelir her şey değişir!' + TKP'den 'böyle gitmez' çıkışı: Bu ülkede işçiler var... - SOL

 Kemal Okuyan: Biz hazırız! Yıkacağız ve kuracağız 


TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, partinin seçim bildirgesinin bir meydan okuma olduğuna işaret etti, 'Biz hazırız. TKP’nin öncülük ettiği bir iktidarın neler yapabileceği bizim için çok net' dedi.

Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Kemal Okuyan, İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gazetecilerle yapılan buluşmada partinin seçim bildirgesi ve sloganını açıkladı, gündeme ilişkin sorulara yanıtlar verdi.

TKP’nin şu anda gündem olan iki ittifakla hiçbir ilgisi olmayan nadir partilerden biri olduğunu, iki masaya da çok uzak olduğunu belirten Okuyan, Türkiye’nin sandıktan ne çıkarsa çıksın ülkenin seçim sonrasında çok derin bir hesaplaşmaya doğru yol alacağına işaret etti ve buna hazır olmak gerektiğini dile getirdi. Okuyan, “Türkiye seçimden sonra, seçim sonucundan bağımsız olarak çok büyük bir kaosa gidecek. 'Erdoğan ya da muhalefet kazanır'dan öte, Türkiye çok derin bir krize gidecek, buna itiraz neredeyse mümkün değil. Bu ekonomik tablo, bu siyasi ideolojik fay hattı istikrarlı bir yere evrilemez” dedi.

“Nisan ya da Mayıs’ta Türkiye’de bir sandık kurulacak doğru ama öte yandan Temmuz ayında bu ülkede ne olacak sorusuna yanıt yoksa bu ciddi bir sorundur” diyen Okuyan, “Toplumsal bir kaos mutlaka bazı özneleri çağırır. Tarih bize şunu gösteriyor, ortada masa falan kalmaz. Biz de bu düzeni değiştirmek, yıkmak isteyen bir parti olarak bu kaotik süreçte olanak yaratmaya çalışacağız. Bu kaotik sürecin işçi sınıfını, emekçileri, özgürlüğü bastırmaması için iki masadan da uzak durmak gerekir. Erdoğan’la muhalefeti bir mi tutuyorsunuz diyorlar, Erdoğan’la muhalefeti bir tutan TKP değil, o masaya Davutoğlu’nu, Babacan’ı, Akşener’i TKP oturtmadı” ifadesini kullandı.

'Bu felaket tellallığı değil meydan okuma'

Okuyan, sözlerine şöyle devam etti:

"Bugünkü ekonomik sistem bitmiş durumda. Türkiye’de sürdürülebilir bir sermaye egemenliği yok, peki bunun siyaset alanında hiç yer bulmaması mümkün mü? Kimi başlıklarda devletleştirme meselesi tartışmaya başlanıyor. Yakın gelecekte halkın ekonomik durumunda göreli bir iyileşmeyi sermaye varlığına el koymadan, doğrudan devletleştirmeden yapacağını, halkın derdine ilaç olacağını söyleyen herkes Türkiye’yi uçuruma sürükler. 

Sermayeye el koymadan Türkiye’de halkının soluk alma olasılığı sıfırdır, bunu deneyen Türkiye’yi iç savaşa sürükler.

Bugünkü ekonomik sistem sürdüğü sürece halka verilecek her şey halktan alınır. Dolayısıyla asgari ücreti 15 yaparsanız enflasyon yine halktan çıkar. Bu olağanüstü barbar sisteme karşı TKP başından bu yana mücadele etti, temel sektörlerde devletleştirme olmadan bugünkü sistem çökmeye mahkumdur.

Bu felaket tellallığı değil, bu aynı zamanda bu tabloya karşı bir meydan okuma."

'TKP Erdoğan’ın gitmesi için her şeyi yapacak'

TKP’nin Erdoğan’ın gitmesini istediğini, Erdoğan’ın gitmesi için her şeyi yapacağını vurgulayan Okuyan, “Erdoğan gitsin duygusu bu düzen değişmeli duygusuyla tam olarak bir araya gelmedi, bunun için uğraşacağız seçimlere kadar. Ve bu duygunun karşısında olmayacağız. Şu yalana da ortak olmayacağız, 'Erdoğan gittiğinde bu karanlık sona erecek', hikaye… Bunun yanı sıra biz bu muhalefete kefil olmayacağız, halkımızı da uyaracağız. Bizim bir ittifakımız var, orada birlikte karar vereceğiz ama söyledik, Erdoğan’ın seçilmesine asla yardımcı olmayacağız” ifadesini kullandı.

'TKP düzen siyasetinin bir blok olarak karşısında'

“TKP 22 yıldır AKP ile uğraşıyor, bugünkü muhalefet bloğunun bir bölümü AKP ile birlikteydi, bir bölümü buna HDP’yi de katıyorum, CHP’yi de, en kritik dönemlerde AKP’yi ipten dahi aldı. Biz bu muhalefete de karşıtız. TKP düzen siyasetinin bir blok olarak karşısında” diyen Okuyan, şöyle devam etti:

“Sosyalist Güç Birliği bir aday çıkarmalı dedik, demeye devam ediyoruz. Gerekirse ikinci turda başka bir yol izleriz, gerekirse ilk turda başka bir yol izlenir, aday gösterilir, öyle bir koşul oluşur ki geri çekilir. Sosyalist Güç Birliği yoluna devam etsin istiyoruz, mümkün olduğunca geniş, ilkeli bir odağın alternatif olarak ortaya çıkmasını istiyoruz sözünü ettiğimiz süreçte. Parlamento seçimlerine herkes kendi parti adıyla ve adaylarıyla girecek ancak bu süreci bir dayanışmayla yürütecek. Bu kapsamda TKP yarın seçim çalışmasını başlatacak” 

'Biz hazırız!'

“Biz hazırız. Ne yapacağımızı biliyoruz” vurgusunu yapan Okuyan, “TKP’nin öncülük ettiği bir iktidarın neler yapabileceği bizim için çok net. Burada çözüm belgelerimiz var. Alışkın olunmayan bir belge bu. Toplumda ve siyaset alanında korkunç bir çürüme var. TKP açık, sözünü esirgemeyen ve toplumda hâlâ var olan değerleri savunarak siyaset yapacak” dedi.

'Bu ülkenin kuruluşunda TKP’nin katkısı ve kanı var, biz bu ülkenin partisiyiz'

Okuyan sözlerine şöyle devam etti:

"TKP bir kere şunu söylüyor, biz bu ülkenin partisiyiz. Bu ülkenin kuruluşunda TKP’nin katkısı ve kanı var. Bir bölümü İstanbul’daki İngiliz cephaneliğini patlatırken bir bölümü Karadeniz’de kalleşçe öldürülen yoldaşlarının kanıdır. Kökü dışarda diyorlar, bizim daha başlarken kökümüz buradadır. 

'Yıkacağız ve kuracağız…'

Bildirgenin bir bölümü ise 'yıkacağız'ı işaret ediyor. TKP 'yıkacağız ve kuracağız' diyor. 1920’lerde de bu yapıldı, yıkmadan kurulamaz. Korku yaratır deniliyor, hayat çok sert, gerçekler çok sert. Bildirgede ayrıca 'bizden ahlaklısı yok' diyoruz. Ahlak sözcüğü sol için, devrimciler için tartışmalı bir kavram. Biz ahlak konusuna dair ne düşünüyoruz bunu söylüyoruz. İnsanlığın yüce değerlerini savunuyoruz, kirli pazarlıklar içerisinde değiliz. Emek vermeden başarıya ulaşmak istemiyoruz, maske takmıyoruz bütün taleplere rağmen. Bu savunduğumuz değerlerin bu toplumda da yaşadığını ve sanıldığından güçlü olduğunu düşünüyoruz. Üstelik dünya görüşü itibariyle bu topraklarda asla alt edilemeyecek iki unsur var arkamızda, laiklik ve yurtseverlik. Biz buraya üçüncüsünü eklemek istiyoruz, eşitliği."

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, yaptığı konuşmanın ardından buluşmaya katılan çok sayıda gazetecinin gündeme ve partiye dair sorduğu sorulara yanıt verdi.

                                                               /././

TKP seçim bildirgesini ve sloganını açıkladı: 'TKP gelir her şey değişir!'

Türkiye Komünist Partisi, bugün çeşitli medya kuruluşlarından gazetecilerle bir araya gelerek seçimlere ilişkin hazırladığı bildirgeyi ve seçim sloganını duyurdu.

Bugün çeşitli medya kuruluşlarından gazetecilerle bir araya gelerek seçimlere ilişkin hazırladığı bildirgeyiseçim sloganını ve seçimlerde izleyeceği stratejiyi paylaşan Türkiye Komünist Partisi, toplantı sonrası seçim bildirgesini kamuoyuyla da paylaştı.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın katıldığı ve bazı parti yöneticilerinin de yer aldığı toplantıya pek çok gazeteci katıldı. Okuyan, seçimlerde TKP’nin izleyeceği stratejiye ve bildirgenin içeriğine dönük yaptığı açılış konuşmasının ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı.

TKP seçim toplantılarına da yarından itibaren başlayacağını duyurdu. Buluşmaların ilki Samsun’da yapılacak.

TKP’nin yayınladığı seçim bildirgesi şöyle:

TKP GELİR, HER ŞEY DEĞİŞİR

1923’te bağımlılık zincirlerini kırdık, saltanatı ve halifeliği kaldırdık.

Eskiyi yıktık, yeniyi kurduk.

Bugün ülkemizi eşitlik temelinde ayağa kaldırırken yüz yıl öncesinin kahramanlarını hatırlayacağız. Çok zor koşullarda, emperyalist işgale ve çürümüş, ömrünü doldurmuş Osmanlı Sarayı’na karşı mücadeleyi kazanıp 1923’te Cumhuriyeti kuran yoksul Anadolu insanının, onun önderlerinin, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının cesaretinden güç alacağız.

İşte bu inanç ve cesaretle 2023’te YENİDEN diyoruz.

Yeni bir Cumhuriyet kuracağız. Laik, Bağımsız, Çağdaş, Özgürlükçü, Devletçi, Sanayileşmiş, sömürü ve eşitsizliğe son vermiş bir Türkiye inşa edeceğiz.

Ama önce ülkeyi ele geçiren arsız patronların, uluslararası şirketlerin, yobazların saltanatını YIKACAĞIZ.

Yalanlarını, iki yüzlülüklerini, çürümüşlüklerini, sahtekarlıklarını suratlarına çarpa çarpa!

Yurttaşlar,

AKP yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele sloganıyla iktidara geldi. Yurttaşlarımız daha yoksul durumda,  ülke yolsuzluklara boğuldu, memleket baskı ve yasaklarla yönetiliyor.

Yalnız bu da değil.

AKP ahlak diye diye, iman diye diye iktidara geldi.

Ahlak! Hangi yüzle?

İnsanlar arası eşitsizliğin kol gezdiği bir ülkede hangi ahlaktan söz ediyorlar? Nüfusun en zengin yüzde 20’si milli gelirin yarısını alırken, en yoksul yüzde 20’nin payına milli gelirin sadece yüzde 5’i düşüyor ve “ahlak” diyorlar.

En başa bu ahlaksızlığı yazıyoruz.

Yurttaşlarımıza yaşatılan bu haksızlığın, bu utancın kaynağında insanın insanı sömürdüğü bugünkü düzen var. Ahlaksızlığın önde gideni bu düzeni savunmak ya da doğal karşılamaktır.

Birileri fabrika, banka, hastane, okul, maden ocağı, otel, süpermarket, AVM, inşaat şirketi sahibi. Birilerinin ise yaşamak için emeğinden başka hiçbir şeyi yok.

İşletme sahibi sermayedarlar emeğinden başka bir şeye sahip olmayanları çalıştırıyor ve daha da zenginleşiyor. Emek gücünü patronlara satanlar ise yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşamaya çalışıyor.

Bunun adı sömürüdür.

TKP diyor ki, bu duruma yol açanlar AHLAKSIZDIR. Bu duruma yol açanlar hep dinden, imandan söz ederek en büyük AHLAKSIZLIĞI gizlemektedir.

Fabrikaların, bankaların, hastanelerin, okulların, madenlerin, deniz kıyılarının, akarsuların, AVM’lerin küçük bir azınlığın elinde olduğu, insanın insanı sömürdüğü bu ahlaksız düzeni YIKACAĞIZ.

Biz komünistleri YIKICI olmakla suçlayanlar şunu bilmeli: İyiyi, güzeli, haklıyı, doğruyu, adil olanı KURMAK için kötüyü, çirkini, haksızı, yanlışı, adaletsiz olanı YIKACAĞIZ.

Halk yıkacak ve 1923’te olduğu gibi yeni bir düzen kuracak.

Kötüyü, çirkini, haksızı, yanlışı, adaletsiz olanı yıkmak, en gelişkin ahlakı ve insani değerleri savunmaktır.

TKP din istismarcılarına, her söze “ahlak elden gidiyor”la başlayan palavracılara meydan okuyor. Onların ahlakı parayla alınıp satılır.

Tekrar ediyoruz, insanın insanı sömürmesi en büyük ahlaksızlıktır.

Yurttaşlarımızı elektrik, doğalgaz faturalarıyla, eğitim ve sağlık giderleriyle, astronomik kiralarla çaresizleştirmek ahlaksızlıktır.

Emekçileri işsizlikle terbiye etmeye kalkmak, “sen bu ücrete çalışmazsan, kapıda binlercesi var” demek ahlaksızlıktır.

Gençlerimizi mutsuz etmek, onları gelecek kaygısıyla baş başa bırakmak, yurtsuz-yemekhanesiz üniversiteler açıp bilimsellikten uzak bir eğitime mahkum kılmak ahlaksızlıktır.

Uyuşturucu ile mücadele eder gibi görünüp, yüz binlerce gencin göz göre göre madde bağımlısı haline gelmesinin zeminini oluşturmak ahlaksızlıktır.

Kadınları “çocuklarımızın anası” diye kutsayıp onların işine, özgürlüğüne, kılığına kıyafetine karışarak yüzyıllardır sürmekte olan erkek egemenliğini korumaya kalkmak ahlaksızlıktır.

Vatan-millet edebiyatı yapıp eli kanlı örgüt NATO’da karanlık operasyonların şerefine kadeh tokuşturmak ahlaksızlıktır.

Yerli ve milli dedikten sonra yurdumuzu ucuz işgücü ve sınırsız talan imkanıyla uluslararası tekellere pazarlamak ahlaksızlıktır.

İnsanlarımızın dini duygularını, inançlarını istismar etmek, bunu güç ve ekonomik çıkar için kullanmak, Türkiye’yi tarikatların-cemaatlerin rekabet alanına çevirmek ahlaksızlıktır.

Ahlak adına bize dayatılan bu AHLAKSIZLIĞA meydan okuyoruz.

Yurttaşlarımızı bencil, bireyci, köşe dönücü, çıkarcı olmaya özendiren bir düzen var karşımızda. Buna rağmen ve iyi ki Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğu çürümeye, alçalmaya direniyor.

TKP bu çoğunluğu göreve çağırıyor.

Tek tek her birimizin dayanışmacı, yardımsever, çalışkan, dürüst olması yetmiyor. Adil, yurtsever, hakkaniyetli ve çağdaş birer yurttaş olmak da sorunları çözmüyor. Başkalarının hakkını yememek yetmez, başkalarının hakkının yenmesine izin vermemek gerekir.

“Herkes kendi evinin önünü süpürse bu ülke kurtulur” düşüncesi aldatıcıdır. Bizim hep birlikte bu ülkeyi karanlığa boğan nedenleri ortadan kaldırmamız gerekiyor.

Yıllarca beynimize “vergilendirilmiş kazanç kutsaldır” sözünü kazıdılar. Başkalarının sırtından zengin olan, işçinin emeğini sömürerek kâr eden bir patronun vergi ödeyip ödememesi bir yerden sonra anlam taşımıyor.

Bu ülkede vergiyi asıl emekçiler ödüyor. Patronlar ise ödedikleri vergiyi zaten fazlasıyla geri alıyor. Teşvikler, düşük faizli krediler, kamu ihaleleri, özelleştirmeler ilk akla gelen yöntemler.

Toplanan vergilerle işleyen yargı, polis, ordu hep patronlara çalışıyor. Siz işçi çıkardığı için coplanan bir patron, çalıştırdığı kişiye az ücret ödediği için hapse giren şirket sahibi gördünüz mü?

Oysa greve çıkan işçi, hakkını arayan emekçi karşısında derhal devleti buluyor.

TKP dayanışmacı, yardımsever, çalışkan, dürüst, adil, hakkaniyetli, çağdaş ve yurtsever insanlarımızı bu ahlak ve akıl dışı düzeni sorgulamaya çağırıyor.

BU DÜZEN YIKILMALIDIR.

“Bu düzen yıkılmaz, böyle gelmiş böyle gider” umutsuzluğuna kapılanlara yüz yıl önce çok daha zor koşullarda emperyalizm ve saltanatı yıkan Anadolu insanının mücadelesini hatırlatıyoruz.

Türkiye ve dünyada tarih boyunca halk kitleleri haksızlıklara, sömürüye, eşitsizliğe, emperyalizme isyan edip ayağa kalktı, insanlığı ve onun soylu değerlerini yüceltti.

Yine yaparız.

İşe seçimlerde vicdanımızı özgür bırakarak başlayabiliriz.

Her seçimde “kötünün iyisi”ni seçmek, inanmadığımıza, benimsemediğimize oy vermek gibi bir dayatma ile karşılaşıyoruz.

Bize yakışan, savunduğumuz değerleri, haklı ve doğru olduğunu düşündüğümüz partiyi desteklemektir.

TKP düşüncesini gizlemeyi, nabza göre şerbet vermeyi, iktidar olmak için yalan söylemeyi, eğilip bükülmeyi, güç karşısında boyun eğmeyi, ilkesiz ittifaklar içine girip halkı kandırmayı ahlaksızlık sayıyor.

TKP emeği ile geçinenlere, dürüst, yurtsever insanlarımıza, ülkesini seven aydınlara, “laiklik ve bağımsızlık kırmızı çizgimdir” diyenlere güveniyor.

Kendini bu ülkenin sahibi sanıp emekçileri köle yerine koyan küstah patronlara, yaşamımızı borç ve faturalarla boğuşarak tüketmemize neden olan bu akılsız düzene, köşe dönücü sahtekar yobazların cehalet ve kin saçan vaazlarına hep birlikte isyan ediyoruz. Bu ülkeyi onlar batırdılar, biz aydınlığa çıkaracağız.

Biz çoğunluğuz. Yeter ki ayağa kalkalım.

Evet, işe Türkiye Komünist Partisi’ne oy vererek başlayabiliriz.

Unutmayalım ve inanalım:

TKP GELİR, HER ŞEY DEĞİŞİR.

                                                                /././

TKP'den 'böyle gitmez' çıkışı: Bu ülkede işçiler var...

Türkiye Komünist Partisi, 'Türkiye’de bir düzen sürüyor. Patrondan, zenginden yana bir düzen. Halka, emekçiye düşman bir düzen. Ancak böyle gitmez' açıklamasında bulundu.

Türkiye Komünist Partisi, Bartın'daki maden katliamının ardından tekrar gözler önüne serilen emekçi düşmanlığı ve işçi ölümleri hakkında açıklama yaptı.

"Bartın’da 42 madenci öldü. İyileşmez bir hastalığa yakalandıkları için değil, çalıştıkları kömür ocağında sıradan bir işgününün sıradan bir vardiyasında meydana gelen bir patlama sonucu öldüler" denilen TKP açıklamasında, Bartın’daki kömür ocağında işçilerin kazara ölmedikleri, "öldürüldükleri" vurgulandı.

Türkiye'de patrondan, zenginden bir yana düzenin sürdüğünü belirten TKP, bu düzenin halka ve emekçiye düşman olduğunu belirtti.

TKP, "Bu düzende emekçilere mutluluk ve huzur nasıl olur? Patronların ve onların siyasi partilerinin bu düzeni devam ettirme çabasını elimizin tersiyle iteceğiz. Başka yolu yok. Yarınımız olsun istiyorsak, Türkiye’nin üstüne çökmüş bu köhne düzeni yıkacağız" açıklamasında bulundu.

TKP, "Gelin kimsenin çalışırken ölmediği, işsiz ve aç kimsenin kalmadığı, herkesin kendini güvencede hissedeceği, eşitliğin hüküm sürdüğü bir Türkiye için örgütlenelim" diyerek örgütlenme çağrısında bulunuldu.

Bu Ülkede İşçiler Var! Sömürülüyor, hastalanıyor, ölüyorlar: Böyle gitmez

TKP'nin "Bu ülkede işçiler var" açıklamasının tamamı şu şekilde:

"Bartın’da 42 madenci öldü.

İyileşmez bir hastalığa yakalandıkları için değil, çalıştıkları kömür ocağında sıradan bir işgününün sıradan bir vardiyasında meydana gelen bir patlama sonucu öldüler. 

Kimileri onlar için “şansızlarmış” dedi. Ama en çok da “kaderleri böyleymiş” dendi. 

Oysa ölümleri ne şansızlıktan ne kaderdendi. 

Kömür ocağında metan gazı belli bir seviyenin üzerine çıkınca “grizu” denilen patlamanın meydana geleceği yüz yıldır biliniyordu.

Kısacası Bartın’daki kömür ocağında işçiler kazara ölmediler, öldürüldüler.

Yetkililer gitti, cenazeler kalktı, tazminatlar konuşuldu. Gündemden düştü.

Madencilik en tehlikeli işlerden biridir, doğru… Fakat insanlığın ulaştığı ileri teknoloji ve yeni üretim yöntemleri o kömürün toprağın metrelerce altından kimsenin kılına zarar gelmeden çıkarmayı sağlayacak kadar ilerledi. 

Peki o halde neden ölüyor işçiler?

Bir kömür parçası kadar değerleri yok da ondan. 

Ama çalışırken ölmek sadece madenlerde değil ki. 

Temizlemek için indiği hastane kanalizasyonunda kaptığı enfeksiyon nedeniyle de ölüyor işçiler, çalıştığı inşaatta yere çakılan asansörün içinde de…

Bazen içine kum torbası yerine işçileri doldurarak test edilen filikanın alabora olması sonucu boğularak ölüyorlar, bazen de yönetici baskısı altında sabahlara kadar proje yetiştirmeye çalışırken geçirdiği kalp krizi sonucu…

İşçiler çalışırken ölüyor.

Türkiye’de bir düzen sürüyor. Patrondan, zenginden yana bir düzen. Halka, emekçiye düşman bir düzen. Bu düzende emekçilere mutluluk ve huzur nasıl olur? Patronların ve onların siyasi partilerinin bu düzeni devam ettirme çabasını elimizin tersiyle iteceğiz. Başka yolu yok. Yarınımız olsun istiyorsak, Türkiye’nin üstüne çökmüş bu köhne düzeni yıkacağız.

Gelin kimsenin oturduğu yerden zenginleşmesine, bizim sırtımızdan semirmesine, Türkiye’yi yağmalamasına izin vermeyelim. Gelin biz işçilerin yer altında, tersanede, atölyede, büroda, motor üzerinde ölümle burun buruna koşullarda çalışmasına son verelim. Gelin mutfağa, elektriğe, suya, kiraya para yetiştirmek zorunda kalmayalım, emeğimizin karşılığını alalım. 

Gelin kimsenin çalışırken ölmediği, işsiz ve aç kimsenin kalmadığı, herkesin kendini güvencede hissedeceği, eşitliğin hüküm sürdüğü bir Türkiye için örgütlenelim.

İşçi sınıfının partisi Türkiye Komünist Partisi’ne katılalım.

Biz üreten, tüm zenginlikleri yaratan işçileriz. 

Ve unutmayalım ki yalnız değiliz, biz çoğunluğuz!"  

(SOL)




Paula Rego kadınlarının otoriteyle yaptığı sessiz anlaşmalar + Terkedişler, yeni aşklar ve umutlara dair Bacchus ve Ariadne + Dokumacılar: Van Gogh’un ‘güzel ve doğru’ resimleri (FİDE LALE DURAK+SOL)

 


Paula Rego kadınlarının otoriteyle yaptığı sessiz anlaşmalar

Etrafındaki kadınlara ve çocuklara dair gözlemleri, bunların ötesinde kadınların nesillerdir kulaktan kulağa anlattığı hikayelerdir onun esin kaynakları.

                                       Paula Rego, 1987, “Polis Kızı”, özel koleksiyon

Babasının çizmesinin içine kolunu sonuna kadar sokmuş genç bir kız, büyük bir titizlikle çizmeyi parlatıyor. Yüzünde yaptığı işe özen gösterdiğini belirten bir ciddiyet ya da yaptığı işten gurur duyduğunu hissedeceğimiz bir ifade var. Ama, aynı zamanda bu genç kızın yüzünde bizi rahatsız eden bir şeyler de sezilir. Tekinsiz bir duygu resimden bize doğru büyür. Ve bu duyguyu, sadece kadının yüzündeki ifadeden değil, vücudunun gerginliğinden, postürundan, resmin bütününe hakim olmuş sivri geometrilerin yarattığı tehdit hissinden, gölgelerin keskin bir şekilde biçimlenişinden ve hatta kedinin duruşundan hissederiz. Kadının çizme ile kurduğu yakınlık neredeyse cinsel çağrışımlar barındırır. Bedeniyle çizmeyi giymiş hali, çizme simgeselliğinde kurulmuş bir ilişki gibidir. Nedense çizmenin parlatılması gibi sıradan bir eylem, hikâyenin arka planında şiddet ve otorite olabileceğine dair bir kanaata dönüşür. Resmin adı da hislerimize tercüman olur: “Polis Kızı”.

                                            Paula Rego, 1994, “Köpek Kadın

Başka bir resimde bir kadın uluyor. Yere çökmüş, tıpkı köpeklerin yaptığı gibi kafasını kaldırmış, gözlerini kapamış, gökyüzüne doğru ulumakta olan bu kadın, adeta her gece yaptığı bir rutini yerine getiriyor. Resmin mekânı yatay bir deniz maviliğiyle ikiye ayrılmış ve kadının oturduğu kumsalın yumuşak tonu tüm resmin hâkim rengini oluşturmuş. Kadın ve doğa aynı renklerde. Bu yüzden uluması o denli doğal ve sıradan hissediliyor. Bu resmin de parçası olduğu “Köpek Kadınlar” serisinde, Rego’nun kadınları köpek davranışları gösterir. Vücutları köpek hareketlerini taklit ederken metamorfoz geçirmez, aksine oldukları hali koruyan, yaptıklarının doğallığında emin ama garip şekiller almışlardır. Rego, bu resimlerinde kadınları aşağılamak gibi bir amaç içerisinde değildir. Aksine o, kendi deyimiyle, eski kafalı bir feministtir. 

Paula Rego’nun, özellikle figür resimlerinde, ikircikli duygular hissedilir. “Polis Kızı” resminde babanın otoritesi karşısında boyun eğen bir kız değil, bundan çok daha karmaşık biçimde erk ve kız arasında yapılmış bir anlaşmanın hissi vardır. Bu sessiz anlaşmada, otoritenin sürekliliğini sağlayan ve bunu en önemli görevi bellemiş kadınlar resimdeki çizme parlatan kızda simgeleşir. “Köpek Kadınlar”da ise aslında Rego, kadınları köpekleştiren sebepler ile ilgilenmektedir. Otoriteye boyun eğdiği için eğilip, bükülen şekil alan kadınlarla. Köşeye sıkışmış, hırlayan ama ısırabilen, sahibinin ona gösterdiği yerde uyuyan, tuvaletini yanlış yere yaparsa cezalandırılan ya da dışarı atılan, sonra yine evinin yolunu bulan. Resimdeki köpek kadını kendisi olarak görmektedir Rego. Kocası Victor Willing’e olan aşkının acımasız öz eleştirisinden ortaya çıkmıştır ilk “köpek kadın”. Öznel tecrübesinin sadece kendisine ait bir travma olmadığının farkında olduğu gibi, resimler otoportre olmamasına rağmen “benim” demektedir. Kendi hayatında da otoriteyle yaptığı sessiz anlaşmaların farkındadır ve bu yüzden otorite sahibi kadar kendisine de kızmaktadır. Çünkü Rego’nun politikliği vicdanından gelmektedir. Ama, kendisini politikleştiren öfkeyi her seferinde içe dönerek beslemek zorunda kaldığı için sonunda duygularıyla baş başa kalan bir sanatçının yalnızlığını yaşar. Örneğin, erken dönem resimlerinden olan “Salazar Anavatanı Kusuyor” resmini yaparken nesnesine olan mesafeyi kaybettiği için Faşist Salazar’a acımaya başlamış ya da tersinden en iddiali politik resimlerini kendi hayatında da acısını çektiği konular üzerine yapabilmiştir. 

Rego’nun şiddet, aile eleştirisi, çocuk istismarı, cinsel taciz gibi konuları içeren resimlerinin kendi hayatındaki travmaların izleri olarak yorumlanması genel bir yaklaşımdır. Halbuki Rego, birçok resminde kendi yaşamından yola çıksa da, resimlerine yansıyan travmaların çoğunu yaşamamıştır. Etrafındaki kadınlara ve çocuklara dair gözlemleri, bunların ötesinde kadınların nesillerdir kulaktan kulağa anlattığı hikayelerdir onun esin kaynakları. Alışıldığın aksine Yunan mitlerinden değil, Portekiz’e ait anlatılardan, masallardan beslenmiştir. Bu hikayeleri kendi zihninden süzerek, her zaman öznel kalacak bir yaklaşımla bile olsa adaleti resimlerinde tekrar dağıtmaktır resme yaklaşımı. Her durumda fırçasının adaletinden kendisini de nasiplendirecek kadar samimidir.

Pera Müzesinde 30 Nisan’a kadar sürecek olan sergisinde “Polis Kızı” ve “Köpek Kadınlar”dan taslakları, “Salazar Anavatanı Kusuyor” ve aynı dönemde yaptığı soyut resimleri, Portekiz’de kürtajın yasallaşmasını desteklemek amacıyla yaptığı bir dizi baskı resmi ve bu yazıya sığmayan birçok iyi işini görmek mümkün. Mutlaka gezilmeli…

                                                               /././

Terkedişler, yeni aşklar ve umutlara dair Bacchus ve Ariadne 

Aslında hikaye, Corona takımyıldızına, Ege denizine, labirentlere, yardım edişlere, terk edilişlere, yeni aşklara, umutlara, tanrılar ya da canavarlar suretinde gördüklerimize, yani insana dairdir.

              Titian (Tiziano Vacellio), 1520-23, “Bacchus ve Ariadne”, Londra Ulusal Galerisi

Titian’ın mitolojik bir hikayeye dayanan “Bacchus ve Ariadne” resmi, şarap tanrısı Bacchus (Yunan mitolojisinde Dianisos) ve Girit Kralı Minos’un kızı Ariadne’nin karşılaşmalarını anlatır. Titian, Latin şairler Ovid ve Catullus’un şiirinden yola çıkarak hikayeyi betimlemiştir. Havada resmedilmiş olan şarap Tanrısı Bacchus odak noktasını oluşturur. Resmin sağ tarafı tamamen şarabın, eğlencenin tanrısı Bacchus’a ve sürekli onunla birlikte hareket eden, eğlenen, sarhoş olan takipçilerine ayrılmıştır. Bunlar; elinde tef ve zil ile eğlence yaratan Bacchata’lar, her zaman şarap tanrısı ile yan yana konumlandırılan yarı keçi yarı insan Satir, şiirde de yılanlara sarılmış olarak tasvir edilmiş ve antik bir Yunan heykelinden esinlenilerek yapılmış olan bir erkek figür, elinde şarap tanrısının asasını taşıyan başka bir erkek figür, en geride eşeğin üstünde yolculuk eden ve Bacchus’u bebekken bakıp büyütmüş olan Silenos yer alır. Bacchus’un arabasını çeken çıtalar resimdeki tek durağanlıktır. 

Resmin sol tarafında Theseus’un kendisini terk ettiğini fark eden Ariadne, kendinden uzaklaşan gemiye doğru yönelmiş ve tam o anda Bacchus ile karşılaşmanın şaşkınlığı içindedir. Bacchus ise Ariadne’yi görür görmez çarpılmış ve arabasını durdurarak ona doğru yönelmiştir. Ariadne’nin babası Minos, zalimliği ile ün salmış bir savaşçı kraldır. Tanrı Zeus ile ölümlü Europa’nın çocuğudur. Ariadne’nin üvey kardeşi Minotor, boğa kafalı, insan vücutlu ve insan etiyle beslenen bir canavardır. Kral Minos, Minotor’u asla kaçamayacağı, mimar Daidalos’a inşa ettirdiği, Labirantos Sarayının (labirent) derinliklerine göndermiştir. Minotor’a her sene yedi genç erkek ve bakire kız kurban edilir. Atina prensi Theseus kurban edilmek için seçildiğinde canavarı öldürmeye karar verir. Ariadne, Girit’e gelen Theseus’a aşık olur. Theseus’a kendisiyle evlenmesi şartıyla yardım eder ve labirentten kurtulması için ona bir yumak iplik verir. Theseus labirent boyunca ipi arkasında bırakarak ilerler. Böylece Minotor’u öldürdükten sonra yolunu bulabilir. Theseus ve Ariadne Atina’ya gitmek üzere kaçarlar. Kaçış yolu üzerinde Naksos adasında konaklarlar. Ariadne uyandığında, çoktan uzaklara doğru yol almış olan Theseus’un gemisini görür. Theseus Naksos adasında Ariadne’yi bırakmış ya da unutmuştur. 

Titian, hikayenin tam bu anını, terkedilmiş Ariadne ile Bacchus’un karşılaşmasını resmetmiştir. Resim hikayenin sonrasına dair de izler taşır. Theseus’ta aşkına karşılık bulamayan Ariadne, Bacchus’un aşkına kalbini açacak ve sonunda evleneceklerdir. Bacchus’un gökyüzüne sabitlediği taç şeklindeki yıldızlar (Corona-Kuzey Tacı) aşkının göstergesi ve Ariadne’ye evlilik hediyesidir. Şarap Tanrısı ile evlenen Ariadne, böylece Tanrılar katına çıkacaktır. Theseus ise Ariadne’yi terk etmenin (kimi anlatılara göre zorunda kalmıştır) hüznü ile gemisine, zafer anlamına gelecek olan beyaz yelken yerine siyah olanları açar. Eve varmak üzere olan kara yelkenli gemiyi uzaktan gören Atina Kralı Aegeus, oğlunun başarısız olduğunu zanneder ve kendini denize atarak intihar eder. Ege Denizinin adının buradan geldiği söylenir. 

Resimde hareketin yarattığı kaosa karşın renklerle sağlanan bir harmoni vardır. Titian’ın gökyüzünde kullandığı ultramarin mavi, denize doğru devam eder ve ton değiştirir. Ariadne’nin üzerindeki kıyafette daha canlı ve koyu bir maviye dönüşür. Resmin sol tarafı mavinin soğuk duruluğu ile doludur. Resmin sağ tarafında ise kahverengi, kırmızı ve toprak tonları ile daha sıcak renkler hakimdir. Resmin dengesi Bacchata’ların kıyafetlerindeki mavilik ve Ariadne’nin üzerindeki kırmızılık ile sağlanır. Açık teniyle resmin ortasında parlayan Bacchus, havadaki konumlanışı ile resmin bütününde dengeli bir üçgen yaratır. Bacchus ile Ariadne’nin birbirlerine bakışları, arkada tef çalan Bacchata ile asayı taşıyan erkek figürün birbirlerine bakışlarında tekrar edilir ve güçlendirilir. 

Hikayenin detayları farklı anlatılara göre değişse de Theseus’un terk edişi, Bacchus ve Ariadne’nin aşık olmaları, Minotor’un sonu değişmez. Mitolojide çoğu zaman tanrılar gücünü bencilce isteklerini elde etmek için kullanır ve insanlar kendileri için yaratılan kadere ayak uydurur. Yine de mutlaka tanrıların isteklerine karşı çıkan bir insan vardır. Bazen insanlar cezalandırılır ve Minotor gibi canavarlar doğar; bazen de sadece canavarı değil, tanrıları da öldüren insanlar yazılır. Aslında hikaye, özellikle Temmuz ayında gökyüzünde görebileceğimiz Corona takımyıldızına, Ege denizine, labirentlere, yardım edişlere, terk edilişlere, yeni aşklara, umutlara, tanrılar ya da canavarlar suretinde gördüklerimize, yani insana dairdir.

                                                               /././

Dokumacılar: Van Gogh’un ‘güzel ve doğru’ resimleri

Halbuki dokumacı tahtadan yontulmamış, kanlı canlı bir insandır. Ve insan olan dokumacının duygusu resimdeki figürden ziyade resmin bütünü ile bize geçer.

               Vincent Van Gogh, 1884, “Dokumacı”, Boston Güzel Sanatlar Müzesi

Van Gogh kardeşi Theo’ya mektuplarının birinde şöyle diyor: “Renk kendi başına bir şey anlatır, bunsuz yapamaz insan, ille de kullanmak zorundadır; güzel olan bir şey, ama gerçekten güzel olan bir şey, aynı zamanda doğrudur da”. Van Gogh için bir resimde renklerin ve tonların kullanımındaki zenginlik, figür ve nesneleri göz ardı edebilecek kadar önemli bir faktördü. Çünkü bu sayede sanatsal olana ulaşabiliyor ve ulaştığı tatmin edici noktayı “güzel ve doğru” olarak ifade ediyordu. 

Aslında Van Gogh ne biçimi ne de içeriği bir diğeri için feda ediyordu. Sürekli aklında olan şey, “gerçek” resimler yapabilmekti ama doğanın birebir temsillerini yaratıcı bulmuyor ve bu resimleri modern sanatın uzağında değerlendiriyordu. Delacroix ve Daumier’in hayranıydı; birinin romantik coşkusu, diğerinin ele aldığı konular kendi sanatı için önemliydi. Courbet’nin gerçekçiliğini dikkatli bir şekilde inceliyor ve örnek alıyordu. Yine de en çok geçtiğimiz yazılarda ele aldığımız Millet’yi kendine yakın buluyordu. Gerçekçilik akımına sinmiş duygusal taşkınlıklar Van Gogh’un içini rahatlatıyordu. Çünkü ona göre, sanatçı birebir gerçeğe bağlı kalmadığında arayışta olabiliyordu. Van Gogh’un bu arayış haline ise en çok empresyonistlerin yaklaşımı yardım etti, fırçasını ve renklerini özgürleştirebildikçe gerçeği tam da istediği gibi soyutlayabiliyordu. Bu yüzden Van Gogh, natüralizmden ayrıldı ama gerçekçiliğin bakış açısından kopmadı, köklerini daha çok romantizme dayandırarak, nihayetinde kendi döneminde post-empresyonist olarak anılacağı resimler üretti.

Van Gogh’un modern sanat ile kendine özgü kurduğu ilişkide mistik tarafı öne çıkıyordu. 26 yaşındayken küçük bir madenci kasabasında bir yıllığına din adamlığı yapmış ve yoksul halkı en çok orada tanımıştı. Onu din adamı olmaya iten şeyler ile ressam olmasını sağlayanlar aynıydı. Van Gogh insanlara yardım etmek istiyordu. Bu yüzden 27 yaşında başladığı resim serüvenine ömrünün kalan 10 yılını adamış, son iki yılını geçireceği Fransa’nın güneyinde bir köyde kendini göğsünden vurana kadar sadece resim yapmıştı.

Sanılanın aksine sürekli bir hezeyan ya da akıl yitimi içerisinde değildi. Sanatsal olarak izlediği yoldan çok emindi. Yine aynı mektuplarda şöyle diyordu Van Gogh: “Yineliyorum, bir köylü figürünü hareket halinde çizmek, temel bir çağdaş imge, çağdaş sanatın yüreğinin atışı bu; ne Greklerin, ne Rönesans ressamlarının ne de eski Hollanda ekolünün yaptığı bir şey…” Bu yol aynı zamanda hayat gayesi ile de uyumluydu. Sıradan insanları, köylüleri, işçileri ve doğanın o inanılmazlığını resmederek din ile ulaşabildiği coşkunluğu yaşayabiliyordu. Üstelik din adamlığı sırasında insanlara yardım için onları teskin etmesi gerekirken, resim yaptığında duygularıyla birlikte insanların hareket halindeki gerçeklerini herkes için görünebilir hale getiriyordu.  

Van Gogh’un paletteki renk arayışları da çok bilinçliydi. Sarının yanında mavinin bıraktığı etkiyi denemeleri sonrasında gözlemlemişti. Tuvaldeki renklerin canlı kalmasını istiyordu. Bu yüzden boyayı kalın katmanlar halinde uyguluyor ve fırçanın izini koruyarak tuvale sürüyordu. Van Gogh bir sonbahar peyzajına baktığında “ağaçlardaki yaprakların sarısını, sarı bir senfoni” olarak düşlüyor ve ağaçtaki sarının gerçekte hangi tonda sarı olduğuna dikkat etmek yerine tuvalde sarı bir senfoni oluşturmayı amaçlıyordu. Tuvale koyduğu rengin gerçeğin yeterince iyi bir temsili olduğundan emin olarak resim yapıyordu. 

Vincent Van Gogh, 1884, “Açık Pencere Yanında Dokumacı”, Neue Pinakothek Münih.

Van Gogh’un daha az bilinen “dokumacılar” serisi onun sanatsal samimiyetini yansıtan resimlerdir.  Dokuma işçileri ile ilgili sayısız eskiz yapmanın yanında dokuma tezgahını doğru resmedebilmek için de çok çalışmıştır. Ev atölyelerini ziyaret ederek tezgâhları incelemiş, sanayileşmenin başlangıç adımlarında işçilerin evde çalışma koşulları ile ilgili kaynak olabilecek resimler üretmiştir. Bu resimlerin tamamında iç mekanlar loş, renkler koyu ve işçiler önlerindeki tezgâha yoğunlaşmış bir şekilde çalışmaktadır. 

“Açık Pencere Yanında Dokumacı” gibi resimlerinde dış mekânın tarım alanı olduğunu görür ve ev içi üretimlerin kırsalda veya köyde olduğuna dair fikir sahibi oluruz. İç mekânda karanlıkta çalışan figür renkler ve ışık ile yarı kamufledir. Tezgâhın bir parçası haline gelmiş olan dokumacının profilindeki kıvrımlar ile tezgâhın oyma kıvrımları neredeyse aynıdır. Sanatsal bir amaç için yapılan bu tekrarlama, zamanla tezgahına benzemiş bir dokumacı ya da üretirken canlı gibi görünen bir tezgâhın estetik bir görüntüsüdür. “Bir Dokumacı Kulübesi”nde yine tezgâhı ile bütünleşmiş, ifadesiz dokumacıyı görürüz. Elleri ve yüzü aynı kaba çizgilerde, aynı yorgunlukta ve sadece işini yapan yabancılaşmış uzuvlardır. Bu kez tezgâhın iç içe geçmiş durağan kare ve dikdörtgen şekli, pencerede ve tuvalin kendisinde tekrar edilir. Aslında tezgâh başında çalışan dokumacı da aynı geometriye sığmış bir durağanlıktadır. Gözleri bile karanlıkta kalmış iki kare çukur gibidir. 

Van Gogh’un arayışını bulduğu resimlerdir bunlar. Gördüklerini ve hissettiklerini yani bir dokumacının somut çalışma koşullarını ve yaptığı işe yabancılaşmasını modern bir sanatsal dil ile anlatır. Resimlerde dokumacılar, neredeyse aynı malzemeden yapılmış, aynı kabalıkta yontulmuş üretim aracına, tezgâhın bir uzantısına dönüşür. Halbuki dokumacı tahtadan yontulmamış, kanlı canlı bir insandır. Ve insan olan dokumacının duygusu resimdeki figürden ziyade resmin bütünü ile bize geçer. Van Gogh’un bir seri olarak ürettiği dokumacıların neredeyse hepsinde tek bir figür vardır. Tezgâh başında bir dokumacı. Ancak, tıpkı tek bir dokumacının değil tüm dokumacıların gerçekliğinin aynı olması gibi, bu resimlerdeki figürler de kendi öznelliklerine doğru özelleşmez tersine bir gerçekliğe doğru genelleşirler. Belki de bugünün dokumacılarına kadar çoğalırlar.

Vincent Van Gogh, 1884, “Bir Dokumacı Kulübesi”, Boijmans Van Beuningen Müzesi Roterdam


FİDE LALE DURAK-SOL


7 Ocak 2023 Cumartesi

BELLEK / 7 Ocak 1946 - 1946 - CHP'den ayrılan Celâl Bayar ile Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan, Demokrat Parti'nin kuruluş başvurusunu yaptılar.

 

Demokrat Parti’nin Amerikancı bayrağı elden ele ileri taşındı (Hazırlayan: Oğuzcan Ünlü-BİRGÜN)

Kore Savaşı ve NATO’ya girilmesi gibi tarihsel kararlarla Türkiye’yi ABD etkisine sokan Demokrat Parti’nin yol açtığı tahribat hâlâ devam ediyor. DP’nin iktidar yıllarını Siyaset Bilimci Cangül Örnek’le konuştuk. Örnek, “DP çizgisindeki sağ ile İslamcı ve ırkçı sapmalar, uğursuz Amerikancılık bayrağını ellerinden düşürmedi, sürekli daha ileriye taşıdı” diyor.

Türkiye’de siyasi yaşamın 1946’da çok partili olmasıyla birlikte büyük dönüşümler yaşandı. Demokrat Parti’nin 1950 seçimleriyle iktidara gelmesi sonrası bu dönüşümler hız kazanarak devam etti. Tüm bunların arkasında politik, ekonomik ve sosyal değişimler vardı. Sahip olduğu güçlü anti-komünist ideolojinin etkisiyle Demokrat Parti, ülkede solun gelişmesine izin vermedi. 2. Dünya savaşı sonrası faşizmi yenilgiye uğratmasıyla güç kazanan sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı ABD emperyalizminin doğrudan politik-ekonomik desteğiyle solu olmayan bir ‘demokratikleşme süreci’ yaşandı.

Türkiye’nin 1952’de NATO’ya üye olmasıyla birlikte ülkede kontrgerilla ve Gladio örgütlenmelerinin temeli atıldı. Dış politikada Batı emperyalizmiyle girilen bu ortaklık, on yıllar boyunca Türkiye’nin iç politikasına etki etti. Tarikat ve cemaatler desteklendi. İslamcılık, emperyalizm ve yerli iktidar tarafından sola karşı kullanıldı.

12 Eylül 1980 Darbesi sonrası Türkiye’nin içine girdiği İslamcı-neoliberal dönemin etkisiyle Adnan Menderes ve arkadaşları ana akım tarafından koşulsuz biçimde ‘demokrasi kahramanları’ ilan edildi. 27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası yaşanılanlar gerekçe gösterilerek Demokrat Parti’nin iktidarda kaldığı 10 yıllık dönemde izlediği siyaset aklanmaya çalışıldı. Ancak 1960’tan önce yaşananlar Türkiye’nin gerçekten demokratikleştiğini göstermemekteydi. Bu dönemde iktidarın fail olarak görülebileceği 6-7 Eylül gibi linç kültürünün baskın olduğu karanlık olaylar meydana geldi. Başta ‘Tahkikat Komisyonu’nun kurulması, üniversitelere baskı ve basına sansür uygulanması gibi anti-demokratik birçok gelişme yaşandı.

                                                                            ***

2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte tek partili dönem son buldu ve Demokrat Parti kuruldu. 1950’de iktidarı alan Adnan Menderes’in liderliğindeki DP iktidarı, Türkiye tarihine geçecek pek çok uygulama gerçekleştirdi. DP iktidarının politik tarihini, 'Türkiye'nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı' kitabının yazarı Cangül Örnek’le masaya yatırdık.


1950 yılında “Yeter Söz Milletin!” diyerek iktidara gelen DP, henüz aynı yıl TBMM’ye sormadan Kore Savaşı’na asker gönderme kararı aldı? Bu çelişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

“Yeter! Söz Milletin!” sloganı ya da başka bir deyişle ‘milli irade tekelciliği’ halkın karar süreçlerine gerçek anlamda katılımıyla ilgili değildir. Bu yüzden de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en fazla güç ve itibar yitirdiği dönemlerden biri ‘milli irade’ lafının en fazla dile dolandırıldığı DP yıllarıdır.

Meclis bir tür ‘kuru gürültü’ alanına indirgenmiştir. Bununla şunu söylemek istiyorum: DP yönetimi, başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes, DP’nin meclisteki büyük ağırlığını kullanarak hukuk, anayasa, hak dinlemeden yasama faaliyetlerini yürütmüştür.

DP-CHP arasındaki bol gerilimli, kavgalı, küfürlü Meclis mesaisi de adeta seyirlik bir oyun gibi izlenmiştir kamuoyunda. Dolayısıyla DP’nin iktidara gelir gelmez aldığı Kore’ye asker gönderme kararı sonraki yılların ne büyük hukuksuzlukla geçeceğinin ilk işaretidir. Bu ilk işaret güçlü bir karşı koyuşla karşılaşmamıştır. Bilindiği gibi, CHP’nin karara itirazı ise prosedür bir itirazdır. Kararın mecliste alınmamasına itiraz eden CHP, bu haklı itirazının arkasında bile tam anlamıyla durmamıştır.

Savaş kararına karşı çıkan Barış Derneği üyelerinin tutuklanması, 1951 yılında TKP’ye yapılan tevkifat, muhalefet alanını CHP’ye daraltacak, bu da Türkiye’de siyasal alanın gerçek anlamda bir halk katılımına kapalı kalmasına yol açacaktır.

TOPLUMUN HÜCRELERİNE AMERİKANCILIK NÜFUZ ETTİ

1950’li yıllar boyunca Türkiye’de siyasi, askeri ve kültürel/eğitim alanında yaşanan hangi gelişmeler ABD etkisi açısından açıklanabilir?

Tümü. Soğuk Savaş’ta gelişen ABD yanlılığının farkı zaten burada. Örneğin, 1930’larda, 1940’larda siyasal iktidarın siyasi, ekonomik ve askeri (daha çok silah ve mühimmat satın alma düzeyinde) alanlarda İngiltere ile ilişkilerini geliştirdiğini görüyoruz. Ancak bu ilişkiler, hiçbir zaman Soğuk Savaş Amerikancılığı ile boy ölçüşecek düzeyde olmuyor. Üstelik Soğuk Savaş yıllarında siyasi yelpazede liberaller, İslamcılar, milliyetçilere baktığınızda her birinin Amerikancılığı kendi renklerine göre içselleştirdiklerini ve toplumsal meşruiyetine katkı yaptıklarını görüyoruz. Askeri sahada Türkiye’nin NATO’ya üye olmasının ABD etkisini muazzam düzeye yükselttiğini biliyoruz. Bunu sadece üsler, silah envanteri, mühimmat, askeri eğitimler bağlamında düşünmemek lazım. Siyasi hayatta büyük rol oynayacak üst düzey ordu mensuplarının hepsinin ABD tedrisatından geçmesinin ne demek olduğunu yaşamış ve görmüş olduk.

Kültürel etki denince ben daha çok eğitime, özellikle yükseköğretime etkisini çok önemsememiz gerektiğini düşünüyorum. 1950’lerde başlayan bu eğilim 1980’lerde çok daha kötü meyveler verdi. Türkiye’de 1980’lerden itibaren entelektüel hayata ABD’nin şekillendirdiği bir akademi damgasını vurdu. Bunun sonuçlarını hala yaşıyoruz diye düşünüyorum.

Devletin ve toplumun hücrelerine nüfuz eden Amerikancılığın boy vermesinde DP’nin büyük rolü oldu. Sonraki yıllarda özellikle DP çizgisindeki sağ ile bu çizginin İslamcı ve ırkçı sapmaları, uğursuz Amerikancılık bayrağını ellerinden düşürmedi, sürekli daha ileriye taşıdı.

“Türkiye'nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı” adlı kitabınızda, “Antikomünizmin Türkiye fikir hayatındaki güçlü etkisi dikkate alınmadan ABD’yle kurulan koşulsuz dostluğun ve Batı’da üretilen Soğuk Savaş ideolojisinin nasıl kolayca benimsenebildiğinin açıklanabilmesine imkân yoktur.” cümlesi geçiyor. DP iktidarında bu antikomünizmin temelleri nasıl atıldı?

Anti-komünizmin temelleri DP öncesinde atıldı. Şunu belirteyim: Anti-komünizmin, kapitalist bir ülkede yapısal temelleri var. Ama bu, her kapitalist ülkede anti-komünizmin aynı biçimde üretildiği anlamına gelmiyor. Sınıf ilişkileri, tarihsel gelişmeler, sosyalist hareketin durumu vs., gibi faktörler önemli farklılaşmalara yol açıyor. Türkiye’nin birçok özgünlüğü var bu açıdan. Hepsini burada açmamız mümkün değil. Üzerine kitap yazılır. Türkiye’de anti-komünizmin etkili olmaya başladığı yani gündelik hayata sirayet ettiği, gündelik siyasi dilin bir parçası olmaya başladığı esas dönem 2. Dünya Savaşı yılları. Türkiye’de Alman yanlılığı ile anti-komünizm bir arada boy veriyor. Bu yeni ideolojik ortam egemen siyasi çevreleri bir bütün olarak kuşatıyor, onları şekillendiriyor. DP’nin, özellikle partinin liderleri ve önde gelen kadroları açısından düşünüldüğünde, kökü bu yıllara ve bu ideolojik ortama dayanıyor. Yine de savaş bittiğinde Türkiye’de kafalar biraz karışık. Çünkü dünyada Sovyetlerin ve anti-faşist direniş ideolojisinin büyük bir prestiji var, faşizmin ise büyük bir yenilgisi, Türkiye ise savaş yıllarındaki Nazi destekçiliği nedeniyle biraz paniklemiş durumda. Bu kafa karışıklığı fazla sürmüyor. Dolayısıyla 1950’lere gelene kadar anti-komünizm Türkiye’de egemen ideolojinin yapı taşlarından biri.

TARİKAT-SİYASET İLİŞKİSİ KURULDU

Bu dediklerinizden sonra DP’nin anti-komünist ideoloji ile bağını nasıl görmeliyiz?

DP iktidara geldiğinde bu mirası benimsiyor ve ileri taşıyor. Hatta bana kalırsa DP döneminde üç nedenle anti-komünizm bir histeri düzeyine yükseliyor. Birincisi, egemen sınıfların artan gücü ve etkisi, yani savaştan palazlanarak çıkmış olan ticaret sermayesi ve büyük toprak sahipleri artık çok daha özgüvenliler. Siyaset üzerindeki etkileri çok daha belirgin. İkincisi, din propagandası, bir tür kitlelere ulaşma taktiği olarak Türk siyasal hayatında yerleşik hale gelmiş durumda. Buna ek olarak DP döneminde siyasal İslam artık kendini daha rahat ifade edebiliyor, iktidar eliyle tarikatların hareket alanı genişletiliyor ve tarikat-siyaset ilişkisi yeniden güçlü biçimde kurulmaya başlanıyor. Üçüncüsü ise, Soğuk Savaş’ın Türkiye’nin dünyadaki ve bölgedeki politikalarına anlam veren, yön veren birincil çerçeve haline gelmiş olması. DP sadece içerde değil, örneğin Ortadoğu’da da anti-komünizmin liderliğini yapmaya soyunuyor. DP bu üç başlıkta daha önce boy vermeye başlayan eğilimleri en uca taşıyan parti.

                                                                        ***

TÜRKİYE’DE LİBERAL MUHAFAZAKÂRLAR ETNİK MİLLİYETÇİDİR


► 6-7 Eylül 1955’te yaşanılanlarda ve sonrasında DP’nin konumu nasıldı?
Bundan birkaç sene önce 6-7 Eylül olayları Türkiye’de epey gündem olmuştu yine. O zaman yazılanları hatırlıyorum da bu korkunç pogromda sorumluluğu DP’den kısmen uzaklaştırmaya yarayan bir tür ‘derin devlet’ söylemi özellikle liberal kanaat önderleri tarafından pompalanıyordu. Biliyorsunuz, bu kesimler nezdinde sağcılar suç işlediğinde asıl fail ya Kemalizm’dir ya da derin devlet. Halbuki iktidarlar ve bürokrasi arasında bu tür ikilikler varsaymak yanıltıcı ve yanlıştır.

6-7 Eylül 1955 pogromunu tetikleyen Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konulması provokasyonu, Menderes’in emriyle Milli Emniyet Hizmetleri’nin operasyonuyla gerçekleşmiştir. Bu konuda lafı dolandırmaya gerek yok: Türkiye’nin liberal muhafazakârları etnik milliyetçidir, hatta ırkçıdır ve anti-Semitist’tir. Bu ifadeleri başka dile çevirip dünyaya anlatmaya çalışsak nasıl anlatırız bilemiyorum. Ama böyledir.

ONLARCA GAZETECİ CEZAEVİNE GİRDİ

► DP iktidarının son yıllarında artan toplumsal muhalefetin temel itiraz noktaları nelerdi ve buna karşı Adnan Menderes ve Celal Bayar nasıl bir tutum aldı?
Öncelikle şuradan başlayalım: 1950’lerin ortasından itibaren kendini hissettiren bir ekonomik bozulma var. Tarımda verimliliğin ve fiyatların düşmüş olması, artan dış borçlar, ilerleyen süreçte ithalatın kısılmasıyla oluşmaya başlayan mal kıtlığı ve kuyruklar, devalüasyon ve enflasyon… Bozulan ekonomik dengelerden en fazla etkilenenler ücretli ve maaşlılar oldu. Kentlerde yaşayan işçilerin, memurların enflasyon koşullarında yaşamlarını sürdürme mücadelesi vermeye başladıklarını görüyoruz. Ancak bu kesimlerin örgütlenmemesi için tüm tedbirler alınmıştı. Komünistler tevkif edilmiş, çok partili hayata geçilmiş ama kurulan sosyalist partiler kapatılmış, onların öncülüğünde örgütlenen sendikaların kapısına kilit vurulmuştu. Ama tüm bunlara rağmen toplumun emekçi kesimlerinde bir gerilimin birikmekte olduğu hissedilmekteydi, henüz ifade kanalları bulamayan bir gerilim… O yüzden anti-komünizmin zirve yaptığı bu yıllarda ‘grev hakkı’ sürekli gündemdeydi, bir toplumsal talep olarak ağırlığını koruyordu.

Üniversitelerde de DP’nin hukuk tanımaz baskı yönetimine karşı muhalefet gittikçe yükseldi. Öğretim üyelerini susturmaya yönelik görevden almalar, üniversite özerkliğini çiğneyen müdahaleler sadece hükümete yönelik öfkeyi artırıyordu. Aydınların DP bir muhalefet partisiyken bu partiye verdikleri destek 1950’lerin ortasından itibaren iyiden iyiye eridi. Basında da durum farklı değildi. Muhalefetteyken basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü konusunda verdiği tüm sözleri iktidara gelir gelmez bir tarafa bırakan DP, ünlü ‘ispat hakkı’ tartışmasının gösterdiği gibi büyük bir basın özgürlüğü sorunu yaratmıştı. Bu dönemde onlarca gazeteci yaptıkları haberler ve yorumlar nedeniyle cezaevlerinde yatırıldı.

TİCARET SERMAYESİ DESTEK VERDİ

► 1950-1960 arasında Türkiye’deki egemen sınıflar ve güçleriyle DP iktidarının arasındaki ilişkiyi özetler misiniz?

1950’lerde geçmişe göre çok daha güçlü ve örgütlenmiş bir egemen sınıf yapısı görülür. DP’nin tarıma öncelik tanıyan iktisat politikaları özellikle büyük toprak sahiplerinin bu partiye verdiği desteği artırmıştır. Bilindiği gibi DP lideri Adnan Menderes bir toprak ağasıdır.

DP’nin doğuşuna yol açan gelişme, Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na karşı çıkarak CHP’nin dışına düşmeleridir. 1950’lerin ilk yarısında dünyada tarım fiyatlarının yüksek seyretmesi, Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye gelen traktörler sayesinde ortaya çıkan verimlilik artışı, büyük toprak sahiplerinin DP’nin iktidar yıllarında daha da zenginleşmesine ve güçlenmesine yol açmıştır.
Ticaret sermayesi DP’ye yoğun destek veren bir diğer sermaye kesimidir. 2. Dünya Savaşı’nın ardından CHP iktidarı tarafından hayata geçirilen ve DP iktidarı tarafından da sürdürülen dış ticaret serbestisi özellikle dış ticaret alanında faaliyet gösteren şirketlerin büyük karlar elde etmesini sağlamıştır. Bu kesimler, yani toprak sahipleri ve tüccarlar, güçlenen ekonomik pozisyonlarını iktidarın politikalarını etkilemek için kullanmışlardır. Bu gruplara 1950’lerde büyümekte olan sanayi sermayesini ve yükselmekte holding sermayesini de eklemek gerekir. Özellikle ticaret, bankacılık, inşaat gibi alanlarda faaliyet gösteren aralarında Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Çukurova gibi holdinglerin olduğu kesimler, 1950’lerde hem iktidara hem de muhalefete müdahale edecek bir özgüven kazanmışlardır.(27/07/2020)

                                                                /././

Ekonomi ülke çıkarına değil ABD’ye göre belirlendi(Hazırlayan: Oğuzcan Ünlü-BİRGÜN)

Demokrat Parti döneminde Türkiye, Batılı emperyalistlere yalnızca politik değil ekonomik açıdan da bağlandı. Bu dönemde ekonomi emperyalistlerin amaçları uğruna şekillendirildi. Beykoz Üniversitesi Dr. Öğretim Üyesi Emre Ergüven, “Devletin önemli görevlerinde yer alan ABD’li uzmanlar Türkiye’nin izleyeceği ekonomi politikalarını içeren bir yol haritası çizdiler” diyor.

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti (DP) bağımsızlıkçı ve halkçı ekonomi politikaları izlemedi. DP’nin ekonomi politikasını belirleyen en önemli nokta, başta ABD olmak üzere ittifak yaptığı Batılı emperyalistlerin çıkarlarıydı. Beykoz Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Öğretim Üyesi Emre Ergüven ile birlikte DP’nin on yıl boyunca uyguladığı ekonomi politikalarını konuştuk.

► 1950 ve 1960 yılları arasındaki on yıllık dönemde DP’nin uyguladığı ekonomi politikalarını özetleyebilir misiniz?
Bu dönemdeki ekonomi politikalarını açıklamak için öncelikle 1946’daki dönüşüme bakmak gerekir. Çünkü Türkiye dünya ekonomisiyle entegrasyon çabalarına ve liberalleşmeye Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesiyle değil, daha 1946’da CHP döneminde başlamıştı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dünya düzeninde, ABD’nin öncülüğündeki Batı kampında yerini aldı. Bu kapsamda aldığı dış yardım ve krediler ile IMF, Dünya Bankası (o zamanki adıyla Uluslararası Yeniden İmar ve Kalkınma Bankası), NATO gibi üyesi olduğu kuruluşlar ileriki yıllarda izleyeceği iktisat politikalarının da çerçevesini oluşturdu.

Demokrat Parti kurmaylarının ekonomi hakkındaki görüşleri zaman zaman çeşitlilik gösterse de genel olarak planlama karşıtı, özel sektöre ağırlık veren, tarımın desteklendiği görüşler yaygındır. Bu dönemde ithalat serbestleştirildi, dış yardım ve kredilere dayalı bir birikim biçimi izlendi, dış açıklar kronikleşti (Türkiye 1947’den itibaren günümüze kadar istisnasız her yıl dış ticaret açığı verdi). Daha önceki sanayileşme programlarının yerine de tarım, madencilik, altyapı yatırımları ve inşaata öncelik veren bir model benimsendi.

1954’ten itibaren ihraç mallarına olan talep azaldı, dış kaynaklar yerinde saydı ve bunun sonucunda ithalata çeşitli kısıtlamalar getirildi ve ekonomiye devlet müdahalesi arttı. Tüketim mallarında ithal ikameci bir politika uygulandı. Açıkları kapatmak için gerekli olan dış yardım ve kredilerin serbest bırakılması için 1954’ten itibaren IMF kanalıyla çeşitli istikrar politikası önlemlerine gidilmesi şart koşuldu. Bu önlemler arasında devalüasyon, daraltıcı politikalar ve dış ticarette serbestleşme yer alıyordu. Bu önlemler birkaç yıl ertelense de 1958’de IMF’yle anlaşma yapıldı. Bunun sonucunda enflasyon dizginlense de, milli gelir artışı yavaş seyretti, ithalatın serbestleştirilmesiyle de dış ticaret açığı arttı. Savaş dönemindeki baz etkisinin de katkısıyla 1950-1954 arasında ortalama yüzde 10,2 olan büyüme 1954-1961 arasında yüzde 4,4’e geriledi.

Özel sektöre düşük faizli kredi sağlandı

Demokrat Parti’nin programına göre “devlet işletmelerinin özel sektöre devredilmesi” amaçlanıyordu ama bu hedef 1950’den sonra yerine getirilemediği gibi 1954’ten sonra devlet işletmelerinin sayısı daha da arttı. Toplam yatırımlar içinde özel sektörün payı azaldı, KİT’lerin payı arttı. Ama önceki dönemde olduğu gibi bir devletçi politika izlenmedi. Kamu harcamaları ve yatırımları, özel teşebbüsü, tarımı ve sanayiyi teşvik eden alanlara yöneldi; özel sektörün işine yarayacak fiziksel altyapı yatırımları öncelikliydi. Kamu bankaları da özel sektöre uzun vadeli, düşük faizli kredi sağladı. Yani devletin artan rolü, (daha yüksek bütçe açığı ve enflasyon pahasına) sermayeye daha fazla kaynak aktarılmasına hizmet etti.

► DP’nin temelleri CHP içerisinde toprak reformuna karşı çıkan dört milletvekiline dayanmakta. DP’nin iktidara geldikten sonra izlediği tarım politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
DP döneminde tarım öncelikli alanlardan biriydi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri ticaret burjuvazisi ve toprak sahipleri çok güçlü bir konumda oldukları için yapılan reformlar ve düzenlemeler bu kesimlerin konumlarını değiştirmeyecek şekilde yapıldı. DP döneminde toprak sahiplerine verilen krediler hızla arttı. Ama bunların büyük bölümü traktör ve tarım makineleri almak üzere büyük toprak sahipleri tarafından kullanıldı. Artan makineleşme, yeni toprakların tarıma açılması ve olumlu hava koşullarının da etkisiyle 1950-1953 arasında tarımsal üretim yılda ortalama yüzde 12’nin üzerinde arttı.

Tarımdan sağlanan gelirlerden vergi alınmadığı için toprak sahipleri büyük servetler elde etti. Ayrıca Toprak Mahsulleri Ofisi tarım ürünlerini yüksek fiyatlardan satın alıyordu. Bu politika 1950’lerin ortasından itibaren artmaya başlamış olan enflasyonu daha da artırdı.

1947 ile 1962 arasında 360.000 civarında aileye yaklaşık 1,8 milyon hektar toprak dağıtıldı ama bu toprakların sadece 8600 hektarı özel mülktü. Geri kalanı devlete aitti ve mera olarak kullanılıyordu. Bundan da ortak meraları kullanan topraksız köylüler zarar gördü. Toprak alabilen köylüler de ağaların traktörünü kullanarak üretim yapabiliyordu.

Tarım öncelikli sektör olmasına rağmen, uygulanan serbest ticaret politikası tarımı da sekteye uğratıyordu. Çünkü ABD, tarımsal üretim fazlasını eritmek için ‘yiyecek yardımı’ adı altında ucuz tarım ürünü satıyordu ve buna karşı gümrük politikası uygulanmıyordu. Zamanla bu ucuz ithalata (özellikle de buğdaya) bağımlı hale gelindi. Bunun üreticiye zarar vermemesi için yüksek taban fiyatı politikası uygulandı; bu da para basarak ve borçlanarak finanse edildi.

KÖYLÜLER TOPRAKSIZLAŞTIRILDI

► DP iktidarının ilk yıllarında alınan ABD destekli Marshall Planı gibi ekonomik yardımların Türkiye ekonomisine etkileri neler oldu? DP nasıl bir kalkınma modeli izledi?

Truman Doktrini çerçevesindeki yardımlar askeri nitelikteyken, daha sonra Marshall Planı kapsamında alınan yardımlar ve dış borçlar ekonomik nitelikteydi. Ama ABD, Marshall Planı kapsamındaki yardım ve kredilerden yararlanılabilmesi için Sovyet karşıtı kampta yer alınmasını şart koşuyordu. Bunun sonucunda devletin önemli görevlerinde ABD’li uzmanlar yer aldı, bazı uzmanlar da yayınladıkları raporlarla Türkiye’nin izleyeceği ekonomi politikalarını içeren bir yol haritası çizdiler. Bu açıdan Hilts, Thornburg ve Barker raporları tayin edici oldu.

Marshall Planı kapsamında Türkiye’de öncelikle ele alınması gereken meseleler tarım, ulaştırma (özellikle karayolu) ve madencilik sektörleri (özellikle kömür, linyit, demir, krom, kurşun, antimuan, bakır) oldu. Türkiye 1946-1960 arasında ABD’den 586,4 milyon dolar borç, 995,6 milyon dolar bağış aldı (bağışların tamamı 1950 sonrası). Bunların büyük bölümü de tarım sektörüne gitti. Bu yardımlarla eski nesil traktörler satın alındı. Traktör sayısı 1948’de 2000’ken, 1958’de 42.000 oldu. Traktör sahibi olan büyük toprak sahipleri küçük köylülüğü topraksızlaştırdı, kentlere göç arttı ama sanayileşme olmadığı için kentlerde iş bulabilenler inşaat işçisi oldu.

                                                                      ***


FARKLI MODEL ABD’DEN KOPARAK OLURDU

► Türkiye’nin o dönemde farklı bir ekonomik model izleme imkânı olabilir miydi?

Olabilirdi elbette ama DP’nin veya CHP’nin anlayışıyla ve politikalarıyla değil. DP temel olarak CHP’nin başlattığı programı sürdürdü (Ne kadar da tanıdık!). Bir yandan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türk mallarına olan talep düşmüştü ve Türk mallarının uluslararası pazarlarda rekabet gücü zayıflamıştı. Ayrıca Türkiye en önemli ticaret ortağını (Almanya) kaybetmişti ve çok yönlü ticari ilişkiler kurmak durumundaydı. Ama diğer yandan da bu kadar telaşla bir dış yardım ve kredi arayışına da ihtiyaç yoktu çünkü 1946’ya gelindiğinde yüksek bir döviz rezervi ve dış ticaret fazlası vardı. Ama savaş sonrasında tercih ABD kampından yana kullanılınca çok da seçenek kalmıyordu; farklı bir model ancak bu zincirden koparak mümkün olabilirdi.

***

BÜROKRASİYİ AYRI SINIF GÖRMEK HATALI

► 1954 yılında “Yabancı Sanayiyi Teşvik Kanunu” mecliste tartışılırken dönemin ekonomi bakanı Fethi Çelikbaş, “Yabancı sermayenin memleketimize gelmesi ana davamız olduğu için sermayeye en geniş imkânlar bahşedilmiştir.” demişti. Bu bağlamda, DP’nin yabancı ve yerli ticaret sermayesiyle olan ilişkisini açıklar mısınız?
Yabancı sermayenin önündeki engeller de CHP döneminde, Mayıs 1947 ve Mart 1950’de gevşetildi; DP de bunu 1951’de Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu, 1954’te Yabancı Sermaye Kanunu ve Petrol Kanunu’nu çıkararak ilerletti. Buna rağmen yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi konusunda başarılı olunamadı; ülkeye gelen sermayenin çok büyük bölümü Marshall Planı kapsamındaki yardımlardan ve yabancı hükümetlerin verdiği kredilerden oluşuyordu. Türkiye’ye yeterli yabancı sermaye gelmemesine rağmen, yabancı girişimlerle yerel girişimler arasındaki ortaklıklar büyük ölçüde bu dönemde başladı.

Bu kolaylıklara rağmen neden yabancı sermayenin Türkiye’ye akmadığı bir tartışma konusu olmuştur. Bunun sebebi olarak serbest piyasa mekanizmasına karşı bürokrat kesimin ağırlığını gösteren Çağlar Keyder veya devlet ile sermaye arasındaki ilişkilerde bir güvensizlik olduğunu ve yabancı sermayenin gelmemesini bu güvensizlik ortamına bağlayan Ayşe Buğra gibi sosyal bilimcilerin yaklaşımları bana pek makul gelmiyor. Bürokrasiyi ayrı bir sınıf/zümre olarak görmek de Türkiye’de devlet ile sermaye arasındaki kaynak aktarım mekanizmalarını gözden kaçırmak da hatalı. Bu durum o dönemde daha çok, yabancı sermayenin gidecek daha kârlı alanları olmasından kaynaklanıyordu (özellikle Marshall Planı’ndan aslan payını Avrupa’nın kaptığı ve Avrupa’nın yoğun bir yeniden yapılanmaya girdiği 1945 sonrasında).(28/07/2020)

Hazırlayan: Oğuzcan Ünlü / BİRGÜN