8 Ocak 2023 Pazar

Emekçi emekçinin kurdu olmamalı + Esad kazandı, Atlantikçilik kaybetti + Suriye’yle normalleşmede İran karşıtlığının amacı + İpotekli masa (Mehmet Ali Güller/Cumhuriyet)

 


İpotekli masa(07/01/2023)

Altılı masanın eski AKP’li iki bileşeni olan Ahmet Davutoğlu ile Ali Babacan’ın son açıklamaları, bu ikilinin sadece Millet İttifakı’nı değil, yarın da yürütmeyi denetim altında tutmayı planladıklarını gösteriyor. 

İkilinin büyük tepki görmesi gereken çıkışlarına sessiz kalınması, ikilinin seçim üzerinden büyük ortaklarını rehin aldıklarını, masayı ipotekli hale getirdiklerini gösteriyor. 

BABACAN-DAVUTOĞLU SORUNU

Kılıçdaroğlu “beşli çeteyle mücadele” dedikçe Babacan “büyük sermaye” diyor; Kılıçdaroğlu “kamulaştırma” deyince Babacan “daha çok özelleştirme” diyor... 

Dolayısıyla altılı masa iktidarında ekonominin dümeninin Ali Babacan’da olması halinde, Türkiye’nin alt ve orta sınıflarını daha da derinleşecek yoksulluk bekliyor!

Ancak DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın altılı masaya zararının, temsil ettiği neoliberalizmle sınırlı kalmayacağı görülüyor. 

Babacan’ın Türklüğün anayasadan çıkarılmasından tarikatların serbest kalmasına ve her tarikatın kendi din adamlarını kendi eğitimcileriyle yetiştirmesini savunmasına kadar bir dizi politikası, tehlikenin daha da büyük olduğuna işaret ediyor. 

Hiç lafı dolandırmadan belirtelim: Babacan’ın savundukları, AKP’nin ülkeyi bu hale getiren programıdır! Zaten halen mali sermaye kârını yüzde 250’ler mertebesinde artırmıyor mu? Altı yaşındaki çocukla evlenen hoca tarikatın kendi iç okulunda değil de MEB okulunda mı yetişti? Türkiye Cumhuriyeti ibaresini kurumların isminden AKP çıkarmadı mı? 

İPOTEKLİ YÜRÜTME

Ya Ahmet Davutoğlu? 

Muhalefet Suriye’yle normalleşmeyi savundukça ve iktidarı bu çizgiye gelmeye zorladıkça Davutoğlu normalleşmeye karşı çıkıyor; muhalefet sığınmacıların geri dönüşünü savundukça Davutoğlu buna karşı çıkıyor. 

Dolayısıyla altılı masa iktidarında dışişlerinin dümeninde Davutoğlu’nun olması halinde, Türkiye’nin dış politikasını mevcuttan bile daha büyük sorunlar bekliyor!

Ancak Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun altılı masaya zararının, temsil ettiği bu dış politika anlayışıyla sınırlı kalmayacağı görülüyor. 

Davutoğlu’nun şu son çıkışı bir “ipotekli yürütme” sorununa işaret ediyor: “Genel başkanlar doğrudan karar süreçlerinin içinde imza yetkisine sahip olarak bulunacaklar, cumhurbaşkanı kadar her stratejik kararda imza yetkisine sahip olacaklar.”

Yani altı siyasi parti genel başkanının denetiminde bir cumhurbaşkanı! O halde Erdoğan’ın aynı zamanda siyasi bir kimliğinin olmasına neden karşı çıkılıyor? Nerede kaldı cumhurbaşkanının tarafsız olması savunusu?

TÜRKİYE’NİN MUHALEFET SORUNU 

Dörtlü Millet İttifakı’nın altılı masaya dönüşmesi, yani CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti’ye; Gelecek ve DEVA’nın dahil edilmesi, sınırlı nicel artışla nitelikte azalma demek özetle... 

Bu iki parti sınırlı nicelikleriyle altı masayı ipotekli hale getirmiş, yarın için de “ipotekli yürütme” hedefinde olduklarını ortaya koymuşlardır. 

Dolayısıyla dönüp dönüp aynı noktaya geliyoruz: 

1) AKP’nin 20 yıldır iktidar olabilmesi AKP’nin başarısından çok muhalefetin başarısızlığıyla ilgilidir.

2) Türkiye’nin iktidar sorununun çözümü, muhalefet sorununun çözümünden geçmektedir.

SEÇİMLE SINIRLI İTTİFAK

Ortaya çıkmış bulunuyor ki altılı masanın birlikte Türkiye’yi yönetmesi mümkün değil. Bu eşyanın tabiatına aykırı. 

Dolayısıyla altılı masa Türkiye’yi yönetme iddiasıyla seçmenin karşısına çıkmaya kalkarsa, seçmene yalan söylemiş olur. 

Bu durumda seçimi kazanmak istiyorsa altılı masanın yapacağı en tutarlı şey, bir yıl içerisinde Türkiye’yi bugünkü sistemden kurtaracak geçici bir cumhurbaşkanı seçmek. Kurduğu ittifak da bu hedefle sınırlı olmalı.

Bu hedefe ulaşıldıktan sonra her parti kendi bağımsız siyasetini yapmaya devam eder.

                                                          /././

Suriye’yle normalleşmede İran karşıtlığının amacı(05/01/2023)

Türkiye gazetesinin önceki günkü manşet haberi dikkat çekiciydi: “Suriye’de Ordu Ayarı.”

Gazetenin iddiasına göre “Türkiye ile normalleşmeye karşı çıkan Batı ve İran, Esad’ı devirmeye çalışıyormuş, Tahran Suriye ordusuna baskısını artırmış, Esad’a son 1.5 ayda iki suikast girişi olmuş, bu suikast girişimlerini atlatan Esad da bazı generalleri tasfiye etmiş.”

Fantastik bir film senaryosu gibi ve ilgi çekici ama elbette doğru değil.

ABD İLE İRAN SURİYE VE IRAK’LA ÇARPIŞIYOR

Gazetenin iddiasına göre “Türkiye ile normalleşmeye karşı çıkan Batı ve İran, Esad’ı devirmeye çalıştı.”

Burada Batı dediği ABD olmalı. Peki ABD ve İran, aynı cümlede, Esad’ı devirmeye çalışınca, işbirliği yapmış olmuyor mu? Peki bu mümkün mü?

Çünkü tersine ABD ve İran çatışıyor. Üstelik sadece Suriye’de değil, Kuzey Irak’ta da çatışıyor. Dahası ABD’nin Suriye operasyonlarının nedenlerinin başında da Suriye’nin İran’la ilişkisi yatıyordu. İran-Suriye bağı, Hizbullah/Lübnan etkisi demekti ve bu da İsrail’in çıkarlarına aykırıydı çünkü.

Hatta ABD, Suriye operasyonlarının çeşitli evrelerinde, İran’ın Suriye’den çıkarılması halinde, siyasi çözüm olabileceği mesajları bile vermişti.

NORMALLEŞMEYE İRAN DEĞİL ABD-İSRAİL KARŞI

Tamam, ABD Türkiye ile Suriye’nin normalleşmesine karşı. Bunu açıkça ilan da ettiler. ABD Dışişleri Sözcüsü Ned Price’ın Moskova’daki üçlü savunma bakanları görüşmesi sorusuna yanıtı şöyle oldu: “Beşşar Esad’ı eski durumuna döndürmek için ilişkilerini iyileştiren veya destek veren ülkeleri desteklemiyoruz” (AA, 4.1.2022).

Peki İran’ın Türkiye ile Suriye normalleşmesine karşı olduğunun dayanağı ne? Hiç!

Çünkü tersine İran, Türkiye ile Suriye’nin normalleşmesini savunuyor. Dahası Rusya ve İran’ın Türkiye’yle kurdukları üçlü Astana Platformu’nun temel konusu bile bu.

Moskova ve Tahran, Ankara ve Şam normalleşsin diye uğraşıyor. Nitekim Astana Platformu’nun zirve sonuç bildirileri bu temenniyle dolu.

Kuşkusuz, müttefikler arasında bile çelişkiler olur ama iki müttefikten birinin diğerine karşı kendi düşmanıyla işbirliği yaptığını iddia edebilmek ne yazık ki haberciliği aşıyor!

İSRAİL SURİYE’Yİ VURDU, İRAN’I HEDEF ALDI

İran Suriye’nin dostudur, müttefikidir. İran’ın desteği, Suriye’nin Atlantik baskısı karşısında direnebilmesini kolaylaştırdı. Atlantik cephesinde yer alan Türkiye’nin bu süreçte pozisyon değiştirmesi ve Esad’la anlaşması, İran’ın da çıkarınadır.

Bunun tersini savunmak hem doğru değildir hem de sağlıklı normalleşmeyi torpilleyen bir tutumdur. Hem devlet hem de iktidar cephesi içerisinde İran konusunda, konu ettiğimiz haberdeki yaklaşımı benimseyenler olduğunu biliyoruz. Bu fantastik haberi de o nedenle konu ediniyoruz zaten. Ve bu amaçla dikkati esasa çekmek istiyoruz.

İran’ın Türkiye-Suriye normalleşmesine karşı çıktığının iddia edildiği süreçte üç önemli olay yaşandı:

1) İsrail, Suriye’ye saldırdı, Şam havalimanını füzelerle vurdu (Cumhuriyet, 2.2.2022).

2) İsrail basınına göre, İsrail Savunma Bakanlığı, İran’a olası bir saldırı için bütçe artışı talep etti (TRT Haber, 2.2.2022).

3) İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Ben-Gvir, Mescid-i Aksa’ya baskın düzenledi.

Yani İran’ın Türkiye-Suriye normalleşmesini önlemek için Batı’yla işbirliği içinde Esad’ı devirmeye çalıştığının iddia edildiği, yani okların İran’a yöneltildiği süreçte, İsrail Suriye’yi vuruyor ve İran’ı hedef alıyordu!

                                                      /././

Esad kazandı, Atlantikçilik kaybetti (02/01/2023)

Putin’in dış politika ihtiyacı ile Erdoğan’ın iç politika ihtiyacının kesişmesi sürecinde altı ay önce Moskova’nın zorlamasıyla açılan “normalleşme kapısı”, Türk ve Suriye savunma bakanlarının buluşturulmasıyla biraz daha aralandı. 

Konusu itibarıyla 11 yıldır yazdığım makalelerin içinde en çok yer tutanı büyük olasılıkla Suriye’dir ve Türk dış politikasının yanlışlığı ile bu yanlışlıktan dönülmesinin gerektiğidir. İçinde “Ankara ile Şam anlaşmalıdır/normalleşmelidir” cümlesi geçen makale sayım, kuvvetle muhtemel 200’ün üzerindedir. 

Dolayısıyla bundan sonraki ağırlıklı gündemim, başlayan normalleşmenin nasıl sağlıklı ilerleyeceği ve nasıl hızlanabileceği üzerine olacaktır.

‘ESAD’LI ÇÖZÜMÜN’ KABULÜ

Moskova’da savunma bakanlarının hangi dosyaları konuştuğu ve ne kadarında mutabık kaldığı konusu kuşkusuz hâlâ spekülasyon düzeyinde. Hem Türk basınında hem de Suriye basınında bu konuda pek çok haber/analiz var. Özellikle Suriye basınında Ankara’nın Şam’ın pek çok talebini kabul ettiği iddiası var. 

Tüm bunlardan önce saptanması ve üzerinden hareket edilmesi gereken en önemli gerçeklik, normalleşme kapısının savunma bakanları tarafından biraz daha aralanmasının, Türk dış politikasına, bölgesel ve küresel politikalara etkisi bakımından ne anlama geldiğidir. 

O anlam açık ve basittir: Türk dış politikası açısından da bölge politikaları açısından da “Esad’lı çözüm” artık kabullenilmiş bir gerçekliktir. Artık mesele bu gerçekliği küresel politikalara da taşımaktır; başlamıştır, taşınacaktır.

SİLAHLI GRUPLARIN DAĞITILMASI SORUNU

Esad’ı altı ayda yıkma, Suriye’de “Esad’sız çözüm” arama, Esad karşıtı kuvvetlere dayanarak Suriye’yi parçalama, Esad’ın (merkezin) yıkıldığı şartlarda, çevrede birkaç nüfuz bölgesi / özerk alan / devletçik kurma hedefi, ABD başta tüm Atlantik kuvvetleri için yıkıldı. 

Türkiye, bu hedefleri hayata geçirme bağlamında en ileri fonksiyon icra eden ülke olarak, artık “Esad’lı çözüm”ü kabul etmiş durumda. Şimdi mesele bunun gereğini sahada yapmaktır. Normalleşmenin hızlanması da sağlıklı ilerlemesi de buna bağlıdır. O gereği şöyle açıklayalım: 

“Esad’sız çözüm”ün sahadaki maddi dayanakları neydi? Suriyeli ve Bosna’dan Sincian’a uzanan geniş coğrafyadan ithal edilen radikal İslamcı silahlı güçlerdi. Türkiye hem bunlara sınırlarını açarak Suriye’ye geçiş imkânı sağladı hem bunları tek çatı altında toplayarak ordulaştırmaya çalıştı hem de üzerinden “meclis” ve “hükümet” oluşturdu. 

“Esad’lı çözüm” kabul edildiğine göre, Türkiye artık bu silahlı İslamcı yapıları dağıtmalıdır. Artık temel mesele budur.

ASKERİ İŞBİRLİĞİNİN KRİTİK ÖNEMİ

Bu meselenin çözümü, Suriye açısından bir diğer büyük sorun olan Türk askerlerinin varlığı konusuna da esnek çözüm getirecektir. Şöyle ki: 

Türkiye’nin 11 yıldır topladığı bu yapıları dağıtmak elbette kolay değildir, siyasal ve sosyal maliyeti olacaktır. Bu grupların bir kısmı varlığını sürdürmek için silah bırakmayacaktır, hatta Türkiye’ye karşı hareket edebilecektir. 

İşte burada Türk ve Suriye silahlı kuvvetlerinin işbirliği kritik önemdedir. Bu işbirliği ile birincisi silahlı İslamcı grupların tasfiyesi kolaylaşır ve Türkiye’ye maliyeti azalır, ikincisi de aşamalı geri çekilme takvimi ile Türk birliklerinin alan açıcılığında Suriye birlikleri adım adım kendi topraklarında egemen olur. 

Peki iktidar bu kararı alabilecek mi? Yoksa Moskova’da dile getirilen “Önce siyasi istikrar sağlanmalı” şartı üzerinden seçim takvimini mi kolluyor? İnceleyeceğiz...

                                                       /././

Emekçi emekçinin kurdu olmamalı (31/12/2022)

İnsanların yaşamlarındaki zorluklar nedeniyle öfkelerini, yaşamlarını zorlaştıranlara değil de başka zorluk yaşayanlara yöneltmesi, azınlıktaki egemen sınıfın çoğunluğu nasıl sömürebildiğinin yanıtlarından biridir.

Sistem, emekçiyi emekçinin kurdu yaparak ayakta duruyor. Yoksul, yoksulluğunun kaynağını emeğinin artık değeriyle zenginleşende değil, başka yoksulların aldıklarında görüyor...

VERGİ AFLARINA ÖFKELEN

10-15 bin TL alan beyaz yakalı, 5.500 TL alan asgari ücretlinin alacağı zamla maaşının yeni yılda 8.500 TL olacağına kızıyor. Asgari ücretlinin alacağı zammın enflasyonu artıracağını, bunun da kendi maaşının alım gücünü daha da düşüreceğine inanıyor.

Oysa enflasyonun artış nedenleri arasında çalışanlara yapılan zam sıradan bir parametreden ibarettir, esas faktörler başkadır. Türk ekonomisinde enflasyonun esası maliyet enflasyonudur. İhracat yapmak için ithalat yapmak gerekiyor. Bu da dolarizasyonun, kur farklarının, dünya piyasasındaki dalgalanmaların enflasyon olarak ekonomiye yansıması demektir. Yani emekçiye zam yapmasanız da enflasyon aynen gerçekleşir. Bu durumda emekçiye zam yapmak ekonomik dengeleri bozmaz, tersine ekonominin işleyebilmesini sağlar.

O nedenle beyaz yakalı, yoksul asgari ücretlinin zammına değil de vergi af ve istisnaları ile daha da semiren büyük sermayeye, mali sermaye kârlarına, ranta, ithalata dayalı ihracat ekonomisine öfkesini yükselttiğinde, durumu değiştirmeye başlayacaktır.

EMEKLİ FONLARINI SOYANLARA ÖFKELEN

10-15 bin TL alan beyaz yakalı, 25-30 yıldır çalışan EYT’linin emekli olmasına tepki gösteriyor. “Sırf 1999’dan önce işe girdi diye 45-50 yaşında emekli oluyor, ben 65 yaşında emekli olabileceğim, adalet mi bu” diyor. Elbette adil değil ama adaletsizliğin sorumlusu 25-30 yıl çalışıp emekli olan EYT’li değil, sizlere “mezarda emekliliği” reva gören büyük sermaye ve onun siyasi temsilcileridir.

“Genç yaşta emekli oluyorlar, bizim vergilerimizle hayatlarının geri kalanını bedavadan sürdürecekler” diyor. Mesele kaç yaşında emekli olduğu değil ki... 25-30 yıl çalışan emekçiler bunlar. Çoğumuzun güzel gençlik yılları saydığımız 20-25 yaşlarında, bu insanlar günde 8-10 saat ağır işlerde çalışıyorlardı. 25-30 yıl çalıştıktan sonra emekli olmaları en insani haklarıdır.

Öte yandan bu insanlar, kimsenin vergisiyle de hayatlarının geri kalanını bedava yaşamayacaklar. Pratikte 25-30 yıl boyunca çalışırken ödedikleri sigorta birikimlerini geri almış olacaklar. Onların her ay fonlara ödediği birikimlerin, önceki emeklilere gitmesi ya da emekli fonları soyulduğu için yarın Hazine’den ödenecek olması, o emekçilerin değil hepimizin sorunu. Öfkenizi 25-30 yıl çalışana değil, fonlarımızı soyanlara yöneltmelisiniz.

KAMU-ÖZEL İŞBİRLİĞİ PROJELERİNE ÖFKELEN

Bugün çalışan yarın emekli olanın maaşını ödemiyor ama hep birlikte “iki kere kazananların” kârlarını ödüyoruz: İktidarın kur korumalı mevduat sistemi, bankaya yatıracak kadar parası olanın kur farkını, bankaya yatıracak kadar parası olmayanın ödediği sistemdir özetle. Kur korumalı mevduat sisteminin kamuya maliyeti 200 milyar TL’yi geçti. O maliyeti Hazine, yani vergilerimiz, yani hepimiz karşılıyoruz. Dolayısıyla emeklinin alacağı maaşa değil, vergilerimizin kur farkına akmasını sağlayan sisteme yöneltmelisiniz öfkenizi.

Bitmedi. Türkiye’nin son yıllardaki en büyük soygunu, büyük sermaye gruplarının aldığı ihalelerde yaşandı, yaşanıyor. Hazine garantili kamu-özel işbirliği projeleri adı altında kamunun kaynakları özel şirketlerin kasalarına akıyor; yetmiyor, her yıl düzenli vergi affı da alıyorlar. İşte beyaz yakalı öfkesini emeklinin maaşına değil, bu düzene yöneltmeli.

Bitmedi. Bazı beyaz yakalılar, EYT’lilerin emekliliğini “af” olarak yorumluyorlar. Ne büyük haksızlık. EYT’liler, kanunun geriye uygulanmasıyla gasp edilen haklarını alıyorlar, affedilmiyorlar. Tersine, mesele EYT’lilerin haklarını gasp edenleri affedip affetmeyeceğidir!

UMUTLU YILLAR

10-15 bin TL maaş alan beyaz yakalı sevgili kardeşim. Yaşamındaki zorlukların kaynağı ne asgari ücretlidir ne de 25-30 yıl çalışıp emekli olanlardır. O zorlukların kaynağı yukarıda özetlediğim düzendir; büyük sermaye grupları ile onların siyasi temsilcilerinin inşa ettiği düzen.

Asgari ücretli de emekli de mavi yakalı da beyaz yakalı da emekçidir, emeğiyle geçinendir, işçidir. Birlikteysek emeğimizin karşılığını çoğaltırız, değilsek daha da yoksullaşırız. Beyaz yakalıların daha çok kazanabilmesinin ve daha erken emekli olabilmesinin yolu, mavi yakalılarla ittifakından geçer.

2023 yılında bu gerçeği görerek örgütlü hareket etmen dileğiyle umutlu yıllar diliyorum...

(Mehmet Ali Güller/Cumhuriyet)

Belirsiz zamanlar-huzursuz yaşamlar(3) + Kadınlar için kötü bir yıl oldu+Din ve devlet üzerine+Uygarlığın uzun tarihi-yeni kavramları-Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Uygarlığın uzun tarihi-yeni kavramları (05/01/2023)

On yıl önce, finansal krizin ertesinde, yüz yıl geriye bakıp I. Dünya Savaşı’na giden koşulları, “Büyük Depresyonu” anımsıyor, korkuyorduk. Son on yılda çok daha geriye, uzağa bakan, Social conquest of earth (Dünyanın toplumsal fethi- Edward Wilson, 2013), Sapiens (Harari, 2015), The Precipice (Uçurumun kenarı - Toby Ord, 2021), The Dawn of Everything (Her şeyin şafağı, D. Graeber, D. Wengrow- 2021) gibi çalışmalarla karşılaşıyoruz.

“Uygarlığın tarihini bütünüyle değerlendirme çabaları neden bu kadar ilgi çekiyor?” diye düşünürken Heidegger’in bir yerde, “insan yaşamının anlamını ancak en sonunda ya da sonuna doğru bir noktada, değerlendirebilir” gibi bir şey yazdığını anımsadım. Acaba, uygarlık yaşamının sonuna geldi, geleceğini yitirdi de ondan mı, tarihinin tümünü konu alan, yaklaşık 400-700 sayfalık kitaplar haftalarca “bestseller” listelerinde kalıyor? 

Hobbes ve Rousseau’nun yaptığı iki farklı teşhisten, Darwin’den bu yana, insanın biyolojik, toplumsal özelliklerine, geçen yüzyılda da beyin-bilinç bağlantısına ilişkin, bilimsel akademik, kitaplar hep vardı. Ancak uygarlık tarihini bütünüyle değerlendirmeyi amaçlayan iddialı yapıtların son yıllarda bu kadar popüler olması sanırım yeni bir olgu. Bu olgunun yanı sıra, literatüre, “polycrisis”, “Zeitenwende”, “Degrowth” gibi yeni kavramlar da giriyor. Bu yorumlarda, bir küreselleşme döneminin kapandığına ilişkin gözlemlere, “Küreselleşme sonrasına” ilişkin yeni kavramlarla birlikte gelen sorulara çok sık rastlanıyor. 

“Küreselleşmeden sonra” temasına “ABD hegemonyasından sonra” teması eşlik ediyor. Bu bağlamda “Yeni Soğuk Savaş eskisinden daha tehlikeli” saptaması, “Çin merkezli bir dünya nasıl bir şey olacak” soruları, üç alanda kaygıları güçlendiriyor: Birincisi, Çin totaliter devlet kapitalizmine, haklar ve özgürlüklere değil görevler ve sorumluluklara dayanan bir modeli temsil ediyor. İkincisi, ilk Soğuk Savaş’ta rakiplerin ikisi de II. Savaş sonrasında, galipler tarafında, “süper güç” statüsüne, birçok ortak değere dayanarak birlikte yükselmiş, bir denge kurabilmişlerdi. Bu kez ABD’nin gerilerken yeni bir dengeyi, Çin’in yükselirken verili düzenin yerleşik kurallarını kabullenme olasılıkları sıfıra yakın. İlk Soğuk Savaş’ta, fay hattı Avrupa’dan geçiyordu, burada başlayacak bir savaşı sınırlamak olanaksızdı. Bu kez, fay hattı Hint-Pasifik havzasından (denizden) geçiyor; bir savaşın, burada sınırlanabilme olasılığı, çıkma olasılığını artırıyor. Üçüncüsü, iki büyük gücün karşılıklı konuşlanma çabası, orta büyüklükteki “bağımlı” ülkelerin yöneticilerinde, bir süper gücü öbürüne karşı dengeleyerek kendilerine alan açabileceklerine ilişkin, doğruluğu oldukça şüpheli algılar yaratıyor. Bu durum yerleşik ittifaklar düzeninde parçalanma eğilimini, oynak-karmaşık ittifaklar, istemeden bir büyük savaşa sürüklenme ya da yol açma risklerini güçlendiriyor.

“Küreselleşmeden sonra” ve “ABD hegemonyasından sonra” temalarına, “küresel ısınmada ‘geri dönülemez sınır’ aşıldıktan sonra...” teması ekleniyor; böylece “uygarlığın sonundan sonra...” gibi tatsız, ağrılı bir tema gündeme geliyor.

Yüzey biçimlerini aşan, “ontolojik” bir yaklaşımdan yararlanırsak ekonomik (küreselleşme), siyasi (jeopolitik) ve ekolojik (iklim krizi) gibi üç olgunun aslında aynı tözün farklı, varoluş biçimleri olduğunu görebiliriz: Tüm bu olgular (sorunlar) sermayenin, insanın “çalışma kapasitesinden” daha fazla artık-değer çıkartma/edinme çabasının türlü halleridir. Bu “hallerin” sürdürülemezliği, sermaye ilişkisini yok etmedikçe, aşılamazlığı hızla insanlığın bilincine çıkıyor. “Büyük tarihe” ilişkin ilgi de “Bu noktaya nereden ve nasıl geldik” sorusundan kaynaklanıyor: Geleceğini yitirmiş bir uygarlık sonuna geldiği yaşamının anlamını sorguluyor.

                                                    /././

Din ve devlet üzerine(02/01/2023)

Laikliği savunamayarak dinle devletin kaynaşmasına olanak vermek, İran’dan, Afganistan’dan ve Türkiye’den sonra şimdi de İsrail’de modern faşizme giden bir “toplum mühendisliği” projesinin önünü açıyor. 

Bu projenin son aşamasındaki Türkiye’de zaman, seçimlere doğru hızlanırken ana muhalefet partisi CHP’nin, laikliği açıkça savunmaktan kaçınması, hâlâ dinci ideoloji ve simgelerinden yararlanmaya çalışması, adeta altılı masa ittifakının “tutsağı” konumuna düşmüş olması gerçekten kaygı verici. AKP-MHP ittifakının seçimlerden başarıyla çıkması halinde yaşanması olası gelişmeleri düşünmeye yardımcı olması açısından, şu sıralarda İsrail’de yaşananlara kısaca bakmakta yarar var.

ORTAKLARININ TUTSAĞI...

Geçen hafta perşembe günü yemin ederek göreve başlayan Netanyahu’nun koalisyon hükümeti, ilerici, liberal hatta muhafazakâr basında dinci, ırkçı, ayrımcı, homofobik, otoriter, “haydutlar” vb. sıfatlarla anılıyor. Aşağıda değineceğim kimi gelişmeleri de ekleyerek İsrail’de “süreç olarak faşizmin” devlete ulaştığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Likud Partisi’nin lideri Netanyahu, Siyonist, militarist, kendi çıkarından başka hiçbir şeye önem vermeyen oportünist bir siyasetçi ama İsrail toplumunu dini, totaliter temelde örgütlemeyi amaçladığı söylenemez. Ancak bu benmerkezci oportünizm, onu, hakkındaki yolsuzluk davalarından kurtulmak için dinci, ırkçı, homofobik, ayrımcı, yerleşimci, otoriter (kısacası faşist) partilerle koalisyon hükümeti kurmaya, devletin ve toplumun kapılarını faşizme açmaya hatta fiilen faşist partilerin tutsağı olmaya kadar sürükledi: 120 üyeli mecliste 64 temsilciye dayanan Netanyahu hükümetinin 32 temsilcisi faşist partilerden geliyor. Bu denge onlara, her an koalisyonu bozma, varlık yokluk savaşı veren Netanyahu’ya her istediklerini yaptırma gücü veriyor. 

FAŞİZME GEÇİT VAR... 

Koalisyon ortağı faşist partiler, İsrail toplumunu dinci-ırkçı temelde yeniden şekillendirmeyi, Filistin devleti olasılığını yok etmeyi, tüm Filistin topraklarını ilhak ederek Yahudi yerleşimcilere açmayı amaçlıyorlar. Kimi yorumcular da “Netanyahu postu kurtarmak için ülkesini, seküler Yahudileri, partisini, Arap İsraillileri, kadınları hatta ülkenin gençlerinin geleceğini sattı”, Filistin sorununu ateşe attı diyorlar. Şimdi milyarlarca Şekel (1 Şekel= 5.30 TL) dinci-faşist örgütlenmelere transfer edilmeyi bekliyor. Bu örgütlenmelerin militanları da “Seküler düşmanlarının mekanlarına giderek ‘baygın tebessümlerle’ ‘tebliğ’ vermek için harekete geçmeyi...”.

Netanyahu, İç Güvenlik Bakanlığı’nı, sınır polisi idaresini, geçmişte terörizmden yargılanmış, ana akım politikacı ve yorumcuların “haydut/serseri” gibi sıfatlarla andığı Ben Gvir’e verdi. “Ben Gvir şimdi kendi özel ordusuna kavuştu” diyorlar. Maliye ve Savunma Bakanlığı’nı, fanatik yerleşimci Bezalel Smotrich kaptı. Smotrich, işgal altındaki Batı Şeria’da sivil işleri de yönetecek, “apartheid rejimi” resmileşecek, Ulusal Misyonlar Bakanlığı da yaklaşık 2.5 milyar Şekel bütçesiyle aileyi, Yahudi kimliğini güçlendirmek için çalışacak. Yeni hükümet, İstanbul Sözleşmesi’ne katılmayacak. Milli eğitimin yönetimi de dinci faşist, LGBT düşmanı Avi Maoz’a verildi.

Dini mahkemelerin etki alanları, ekonomik anlaşmazlıkları da kapsayacak biçimde genişletilirken seküler mahkemelerin dini kurumlar hakkında karar verme yetkisini kısıtlanıyor. Yaşiva öğrencilerinin ödenekleri yüzde 100 artıyor. Ayrımcılığı yasaklayan kanun kalkıyor. Böylece, esnaf, girişimci, doktor(!), memur, dini (ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi) inançlarına aykırı bulduğu kişilere hizmet vermeyi reddedebilecek. Okullarda, kamusal alanlarda “harem-selamlık” uygulanabilecek. 

Seküler muhalefet, bir moral çöküntüsü yaşıyor, ne yapacağını bilemiyor; zaman ise giderek hızlanıyor!

                                                      /././

Kadınlar için kötü bir yıl oldu (29/12/2022)

2022 tüm dünyada kadınların hakları, can güvenliği açısından kötü bir yıl oldu. 2023 daha iyi bir yıl vaat etmiyor.

Kadın haklarının en ileri olduğu varsayılan Avrupa Birliği’nde kadın erkek eşitliği indeksi, 2022 yılında yalnızca 0.6 puan arttı, kısacası yerinde saydı. Ne yazık ki bu küresel açıdan, en “olumlu” gelişmeydi.  2022 yılında, ABD’den Endonezya’ya, Afganistan’dan İran’a, İsrail’e kadın hakları genel bir saldırı altındaydı. Bu saldırıların ortak paydasını, din (Hıristiyanlık, Müslümanlık, Yahudilik) oluşturuyordu.

ABD’de Yüksek Mahkeme kadınların kürtaj hakkını güvenceye alan federal yasayı iptal etti, bu konuda karar verme yetkisi eyalet yönetimlerine geçti. Dinci akımların etkin olduğu eyaletler başta Teksas olmak üzere hemen, kürtajı suça dönüştüren yasalar çıkarmaya başladılar. O eyaletlerin, Yahudi ve Müslüman cemaatlerinin de bu gelişmeleri genelde olumlu karşıladığı görülüyordu.

Sünni İslamın en saf biçimde uygulandığı Taliban Afganistan’ı, kadınlara üniversite ve orta-lise eğitimini yasakladı. Sünni, İslamın rejimi altındaki Türkiye’de 2022’de 285 kadın cinayeti işlenirken dinci çevrelerin sözcülerinden gelen, kadınların eğitimden giysilerine, bedenlerine kadar haklarını hedef alan çağrılar belirgin biçimde arttı. 6’lı masanın, en önemlisi CHP liderinin, İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmesi, çocuk evlilikleri ile din ve tarikat bağlantısı konularında sessiz kalmasının arkasında, masanın, başörtüsüne karşı çıkmanın Tanrı’ya karşı çıkmak olduğunu düşünen dinci bileşenleri vardı.

İsrail’de kurulan ve bugün yemin etmesi beklenen dinci faşist Netanyahu hükümeti, İstanbul Sözleşmesi’ne imza atmayacağını açıkladı. Yeni kurulan Netanyahu hükümetinin dinci-faşist koalisyon ortakları kurulan devletin güvenlik-adalet kurumlarını ele geçirecek, ayrımcılığı yasaklayan yasayı da kaldıracaklar. Böylece bir dükkân, işletme sahibi, inançlarına uymayan müşterileri geri çevirebilecek. “Yahudiler giremez” ilanıyla başlayan, 6 milyonluk soykırımla sonuçlanan faşizmden kaçıp gelenlerin ülkesinde, “Yahudi olmayanlara (duruma göre LGBT’ye, siyahlara vb.,) hizmet verilmez” gibisinden ilanlar asmaya olanak verecek bir yasa beklentisi, ironi ötesi bir durum olsa gerek. 

Ve İran! İslamın Şii kanadının 40 yıllık rejimi, başörtüsü zorlamasını kabul etmek istemeyerek isyan eden kadınları, gençleri, “Allah’ın emrine karşı çıkmak”la suçluyor; protesto eylemlerine büyük bir öfke ve şiddetle saldırıyor, öldürüyor, kitlesel olarak tutukluyor, tutukladıklarına işkence ediyor, aralarındaki genç kızlara tecavüz edilmesine göz yumuyor. Rejim sokakta öldüremediklerini de idam etmeye başladı.

Siyasal İslam nerede egemen olsa, orada kadın haklarına karşı cepheden bir saldırı başlıyor. Örneğin, Endonezya’da rejiminin çıkardığı yeni ceza yasası, “yaşayan yasaları” tanıyarak yüzlerce şeriat kaynaklı uygulamayı yasallaştırıyor, kürtajı (tecavüz ve ölümcül hastalık dışında) yasaklıyor, yardımcı olanlara beş yıla kadar hapis cezası getiriyor. Evlilik dışı cinsel ilişkileri yasaklıyor, böylece, LGBT çiftler, evlenemedikleri için suçlu konumuna düşüyorlar. Bu yazının konusu dışında kalıyor ama not etmeden geçmeyelim bu yeni ceza yasası, devleti, devlet başkanını, yardımcısını, egemen ideolojiyi eleştirmeyi, hakaret kavramıyla ilişkilendirerek hapis cezalarına bağlıyor; ifade ve basın özgürlüğünü fiilen öldürüyor.

Kadın haklarını hedef alan dinci siyasetler, her zaman LGBT haklarını ve ifade özgürlüğünü de hedef alıyorlar, hızla diğer hak ve özgürlükler alanına tecavüz etmeye başlıyorlar. 2022 kadınların yanı sıra LGBT bireylerin hakları açısından da çok olumsuz bir yıl oldu. “Belirsiz zamanlar, huzursuz yaşamlar” 2023’te iyi şeyler vaat etmiyor.

                                                          /././

Belirsiz zamanlar-huzursuz yaşamlar(3)-(26/12/2022)

Tarih, Financial Times editörlerinden Gillian Tett’in bir yazısında vurguladığı gibi, tarih yine “istikrarın kural değil istisna olduğunu” söylüyor.

Şu sıralarda gündemde olan “stagflasyon” sözcüğü ilk kez 1970’li yıllarda duyuldu. Ancak o zaman, kapitalist uygarlık yaklaşık 35 yıl sürecek “yönü ve temel özellikleri belli” olduğuna inanılan bir döneme giriyordu.

Bu dönemde “piyasa serbestleşirken bireysel özgürlükler giderek gelişecekti”, sonra, “Küreselleşme dünya ekonomisini bütünleştirecekti. Artık demokrasi, insan hakları ve kültürlerin kaynaşma dönemi başlamıştı”. “Küreselleşme sayesinde finansal riskler yayılarak zayıflıyordu”“Kapitalizmin bu aşamasında”, “enflasyon ve iş çevirimler geride kalmıştı” artık “büyük moderasyon dönemindeydik”: Yalnızca beş yıllık değil, 50 yıllık planlar yapılabilirdi. Bu itikat 2008 yılına kadar sürdü. Ondan sonra “başka bir şey” …

Davos 2008 zirvesinde, genel toplantıda sahneye fırlayan bir işadamı, öfkeyle, “Hani piyasalar kendi kendine dengeye gelecekti” diye soruyor, “Krizin sorumlusu kim” diyordu. Finansal piyasalarda “Guru” filan gibi lakaplarla anılan Fed başkanı Greenspan, Kongre Soruşturma Komisyonu’na ifade verirken “dünya görüşünü yeniden gözden geçirmek zorunda kaldığını” söyleyecekti. Greenspan, “İşte tam da bu nedenle ben de şoke oldum, 40 yıldır peşinden gittiğim ideolojide bir hata buldum” diyordu. Gerçek dünya ideolojisine uymamış!

Şimdi gündem: “Jeopolik”, “Küreselleşme çözülüyor”, “uzun durgunluk” ve nihayet yine stagflasyon. Ancak bu kez bir “büyük moderasyon” beklentisi yok. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, “sığınmacılar krizi”, “süreç olarak faşizm”; süper zenginlerle, sefil yoksullarla, açlarla belirsizlik, huzursuzluk derinleşmeye devam ediyor, “Demokrasi yalnızca bir an mıydı” sorusu yine güncel. Pandemi bunların üstüne geldi, “izleme gözetleme kapitalizmini” devletin yasak koyucu gücünü yeniden bilinçlere çıkardı. Bu resme iklim krizi karşısındaki iktidarsızlığı ekleyince karşımıza “Huzursuz yaşamlar”, korku ve keder geliyor. 

Seçkinler de huzursuz halk da.

Gillian Tett, şirket müdürleri arasında yapılan araştırmaların, belirsizliklerden, plan yapma, teknolojik gelişmeye ayak uydurma zorluğundan kaynaklanan huzursuzlukların yaygın olduğunu gösterdiğini yazıyor. Daha önce de aktardığım gibi (31 Ekim), dünya halklarının, çoğunluğu mutsuz, kendilerini kederli, sancılı yaşamlara hapsolmuş hissediyor.

Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu’nda iki çarpıcı grafik var. Birincisinde, gelişmiş ülke halkları arasında dünyanın durumuna ilişkin olumsuz görüşleri betimleyen eğrilerin 1900-1980 arasından düşük düzeyde dalgalandıktan sonra tırmanmaya başladığını, 2000’li yıllarda hızlandığını, “büyük resesyonla” birlikte ivme kazandığını görüyoruz (s.31). İkinci grafik küresel İnsani Gelişme İndeksini sergiliyor (S.29). Bu indeksin eğrisi 1900’dan bu yana sürekli tırmanırken son iki yılda, tarihinde ilk kez kırılarak düşmeye başlamış. Rapor, bütün ülkelerin halkları arasında, yaşama ilişkin güvensizlik algısının, olumsuz duyguların, gelir skalasının en üst yüzde 10’u hariç, sınıf ve gelir farklarına karşın arttığını da gösteriyor. Rapora göre stres, bu kesimlerde, eğitim farklarından bağımsız olarak 2010’dan bu yana güçlü bir artış eğilimi sergiliyor (s.33). Nasıl sergilemesin kimse, daha özgür, demokratik huzurlu bir kapitalizm vaat etmeye, beklemeye cesaret edemiyor... 

Korku, umutsuzluk, müstehcen servet kutuplaşması, faşizmin iklimine ilişkindir, demokrasinin değil. Ancak, bu durumdan çıkış kapısının anahtarı yeniden ısrarla haklarını aramaya başlayan işçilerin, sendikaların elinde olabilir! Anahtara uygun deliği bulmak da sosyalistlerin görevi. Sağ-sol liberallerden, sosyal demokrat taklidi yapanlardan hayır yok!

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Boyun eğmeyen gazeteciliğin öyküsü ve Metin Göktepe - ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL-Özel

 


Bugün gazeteci Metin Göktepe'nin katledilişinin 27. yıl dönümü. Kardeşi Meryem Göktepe ve Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat, bugün Metin olmayı soL'a anlattı.

Metin Göktepe ülkemizin yakın tarihinin önemli isimlerinden. Bir yanıyla gazetecilerin maruz kaldığı baskı, tehdit ve yer yer işkenceye varan uygulamaların bir yanıyla da gerçeği emekçilere ulaştırmak için boyun eğmeyen gazeteciliğin öyküsüdür yaşadıkları. 

Metin Göktepe, Evrensel Gazetesi muhabiriydi. "Mutlaka ben izlemeliyim arkadaşlar" diyerek gittiği bir haberde, gözaltına alındı ve polislerce dövülerek öldürüldü. Takvimler 8 Ocak 1996'yı gösteriyordu. Ümraniye Cezaevi'nde öldürülen tutukluların cenazesini izlemek üzere Alibeyköy'e gitmişti. Ancak, "Sarı Basın Kartı" olmadığı gerekçesiyle ilçeye sokulmadı. Haberi izlemekte "ısrarcı" davranınca da, gözaltına alındı ve yüzlerce insanla birlikte Eyüp Kapalı Spor Salonu'na götürüldü. Burada polislerin şiddetli cop darbeleriyle dövülerek katledildi. 

Metin Göktepe'den geriye hakikati emekçilere ulaştırmak için her şeyi göze alan, boyun eğmeyen, cesur ve direngen bir gazetecilik tavrı kaldı. Her ne kadar işkence ederek katleden polislerin yaptıkları yanlarına kâr kalmış gibi görünse de Metin'den geriye onun yolundan giderek gazeteci olmaya çalışanlar ve gazetecilik mesleğinde yaşanan her meşakkatte kendisine dayanak olan bir tavır kaldı. Aradan geçen yıllara rağmen bugün pek çok genç gazetecinin mesleğe adım atmasındaki vesileye dönüşüyor Metin Göktepe'nin tavrı. 

Metin'in ölüm yıldönümünde kardeşi Meryem Göktepe ve Evrensel Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Faith Polat Metin'i soL okurları için anlattı. Bugünü Metinlerine ya da Metin yaşasaydı eğer bugün yapacaklarını soL'a aktardılar. 

"Sokağın, emeğin, gerçeklerin gazetecisiydi"

Metin Göktepe'nin kardeşi Meryem Göktepe Metin'i anlatırken "Bugün yaşasaydı kitapları ve araştırmaları ile okurduk onu muhtemelen. Kalemini satmayan onuruyla üreten gazetecilerin yanında onlara güç verir onlardan güç alırdı muhtemelen. Bugün bir dolu Metin Göktepe yetişiyor. Bunu görmesini çok isterdim. Bugün belki onurlu gazetecilerin yanı sıra kalemini satan gazetecileri görmesi onu belki de şaşırtacaktı. Bilemiyorum. Çocukluğundan beri haksızlığın hep karşısında olan biriydi Metin. Bugün yaşasa aynı şekilde devam edeceğinden şüphem yok." diyor.

"Haber barikatın ardında dahi olsa gidip bulurdu"

Metin Göktepe'nin gerçekleri emekçilere ulaştırmak için hiç bir şeyden sakınmadığını ifade eden Meryem Göktepe, "Metin, bugün yaşasa, haber barikatın ardında dahi olsa gidip çıkarırdı ortaya. Bugün yine böyle gazeteciler var ne mutlu bize. Böyle gençleri görüyorum, aldıkları ödülleri Metin'e adayan gençlere denk geliyorum. İşte o zaman acılarımız azalıyor ve boşuna yaşanmamış bunca acılar diyorum. Evet keşke bunlar yaşanmasaydı. Kimse bunu tercih etmezdi. Ama Metin'in de gözü arkada kalmadı demek yanlış olmaz. Tarikat yurtlarında bir dolu kötülüğü ortaya çıkaran gazeteciler var. İşte böyle örneklere zaman zaman "Metin Göktepe" gazeteciliği deniyor. Bu kıymetli. Metin katledenler insanların gerçekleri arayıp bulmaktan vazgeçeceğini düşündüler, belki korkutmak istediler ama öyle olmadı. Yüzlerce, binlerce Metin Göktepe ile bir aradayız bugün." sözleriyle anlatıyor. 

"Metin'i katletseler de hakikatı susturamadılar"

Meryem Göktepe kardeşi Metin'i öldürenlerin, onun hayatını sonlandıranların esas dertlerinin emekçilerin haber alma hakkını engellemek olduğunu ifade ediyor ve ekliyor "Evet, Metin'in yaşamını sonlandıranlar haber alma hakkını da sonlandırmak istediler ama bugün çok fazla dokunduğu gazeteci var Metin'in. Uğur Mumcu öldürülünce bitti mi mesela. Bitmedi. Musa Anter'i öldürenler bir daha Kürt aydını olmasın istediler. Ama böyle olmuyor. Gerçekler bir şekilde çıkıyor ortaya"  


'Metin Göktepe gazeteciliği: Meslektaşları için sıkışarak yanında yer açmaya çalışmak'

Evrensel Gazetesi'nin İstanbul Muhabiri olan Metin Göktepe'yi anlatanlar arasında Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat da yer aldı. Polat, Metin Göktepe'yi şu sözlerle anlatıyor: 

"Sembolleşmiş kişilere dair yıllar sonra yapılan değerlendirme ve anlatılar açısından, gerçeklikten, insani özelliklerden kopuk efsanevi söylemlere savrulma riski hep vardır. Hatta böyle bir değerlendirme yapan biri, anlattığı kişiyi tanıyan başka birinin gözünde bir Karadeniz fıkrası figürüne bile dönüşebilir.

Şu ana kadar iki duruşması görülmüş olan Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın duruşması öncesi Çağlayan’da bulunanlar oradaki genç gazeteci telaşına tanıklık etmişlerdir. İyi bir fotoğraf ya da kamera görüntüsü almaya çalışmak, bir yandan yapılan açıklamayı not etmek, tüm bunlara hazırlanırken de en zor koşullarda bile birbirlerine takılarak neşeyi elden bırakmamak. Duruşma salonuna girerken de, bir yandan önde bekleyerek salona girmeyi, dolayısıyla haberi izlemeyi garanti altına almaya çalışmak, diğer yandan salona girip oturmayı başarmışsa, ayakta kalmış meslektaşları için sıkışarak yanında yer açmaya çalışmak.

Bunun bir de, yanındakine omuz vurma, diğerinin haberi düzgün bir biçimde izlemesine imkân bırakmama pahasına bencilce davranmakta beis görmeyen türü var. Metin Göktepe ilk türdeki gazetecilerden biriydi. Dayanışmayı, paylaşımı esas alan bu gazetecilik tarzı, özel ve insani bir nedenle haberi izlemeye gecikmiş olan meslektaşıyla da tuttuğu notları, çektiği fotoğrafları paylaşır. Metin Göktepe, örneğin Yaşar Kemal’in yargılandığı duruşmayı da, diğerlerini de, Galatasaray’daki kayıp eylemini de, bir işçi grevini, memur eylemini ya da gençlik protestosunu da aynı biçimde izlemiştir. Bu, sokakta izlediği bütün toplumsal olaylar açısından böyledir. Bu gazetecilik tarzı, kendisini metrobüse atmayı başardığında kapıda durup sonrakini engelleyen türün gazetecilik alanındaki versiyonu açısından da eğiticidir. Tabii ki öğrenebildiği kadar.

Bizde ve aslında dünyada tefrika türü gazeteciliğin hikayesinin başlangıç aşamalarında önemli yerde durur. Daha çok edebi metinlerin paylaşıldığı bir tür olan tefrika, belli bir süre rutin aralıklarla devam eder ve okuyucusunda da acaba bir sonrakinden ne olacak duygusu uyandırır. Edebiyat ile sosyal bilimlerin kesişim kümesinde şekillenmiş olan, edebiyattan önemli ölçüde beslenen gazetecilik açısından da ‘fikri takip’ ilkesinden söz ederiz. Uzun bir zamandır çok az gazetecinin sürdürmeye özen gösterdiği bir özelliktir bu. Yaptığınız bir haberi, takip ettiğiniz bir haber konusunu sonradan sürdürmek için ajandanıza notlar alırsınız. Bazen, bir şairin henüz yazmadığı bir şiir için günün bir anında aklına gelen bir imgeyi not etmesi gibi, siz de, ilginize çeken bir olay, durum ya da toplumsal bir soruna dair ajandanıza notlar alırsınız. Titiz olanlar o notun yanına bir de tarih düşer. Günlük rutin haberleri takip ederken, ummadığınız bir anda o konuya dair önünüze yeni bir bilgi, bir ilişki düşer. Önceden açtığınız başlığın altına onu da not eder ve zaman içinde yazacağınız haberi olgunlaştırırsınız.

'Metin’in devrimci gazeteciliği'

Gazetecilik yaşamı 1992-1996 yılları arasında, aslında uzun sayılamayacak bir zamanda geçen sevgili arkadaşım Metin Göktepe tüm bunları yapardı. Bu arada tüm bu mesleki davranış özelliklerinin köklerinin çok öncelere dayandığını, Metin açısından öğrenilmiş ve yaptığı gazetecilik pratiği içinde yaşatılmış özellikler olduğunu da belirtmek gerekir.

Buraya kadar anlatılanlar, gazeteciliğin teknik yanı gibi düşünülebilir ve bazılarında ‘Hocam bize Metin’in devrimci gazeteciliği anlat’ tepkisine de yol açabilir (!)

Aslında, yukarıda sıralanan özellikler, kendisini bireyci, liberal, kırıp dökmekte beis görmeyen bir rekabetçilik gibi davranışlardan sağlam bir felsefe, ahlak ve politik duruşla da ayıran özelliklerdir. Haber konunuza bakışınız da bu özelliklere göre şekillenir. Birilerinin sandığı gibi bunun aktivizmle de ilgisi yoktur.

Metin ezilenlerin dünyasının sorunlarına odaklanırken, bununla bağlantılı olarak, Türkiye ve dünya egemenlerinin, egemenliklerini sürdürmek için başvurduğu vahşi sömürü, doğa, çevre, insan geleceği üzerindeki devasa yıkıcılığı karşısında, tüm bunların olmadığı yeni bir dünyanın kurulabilmesini arzulayan, bunun için çabalayan bir gazetecilik geleneği içinde gazeteciliğe başladı. Öğrenmeyi hiç elden bırakmamayı bir iş felsefesi olarak edinirken, gazeteciliğin o ona kadarki bütün olumlu mesleki birikimini edinmeye hep açık durdu. Böyle bir tarzın uzaktan pek anlaşılamayacak bedelleri de oluyor. Güçlü bir sermaye, holding desteğiyle değil, bağımsızlığını koruyabilmek için mütevazı birikimlerle oluşmuş bir mecrada iş yapıyorsunuz. Kimsenin bir başkasını mecbur etmediği, insanların tercih edip göze alabildiği ölçüde içinde mesleğini icra ettiği bu tarzın zorluklarını da yaşıyorsunuz. Bir yandan Orhan Kemal’in roman kahramanları arasında yer alan sıradan insanların sorunlarını haberleştiriyorsunuz ama bir yandan da yaşamınız, hayatı boyunca Orhan Kemal’in yaşadığı zorluk ve sıkıntılarla geçiyor.

'Marx'ın 11. tezi ve Metin'in gazeteciliği'

Gazetecilik okullarında ya da yapacağınız bir Google taramasında karşılaşacağınız temel gazetecilik kuralları içinde 5N1K önemli bir yerde durur. Standart bir haberin unsurlarının eksiksiz olabilmesi için geliştirilmiş olan ve hâlâ iş gören bu formüle sonra bazı eklemeler yapanlar da oldu. Karl Marx tarafından 1845’te yazılmış olan ve Friedrich Engels’in 'yeni dünya anlayışının dahiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge' olarak tanımladığı Feuerbach Üzerine Tezler’in 11. tezi, 'Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir' der. Metin’in içinde doğduğu ve verdiği örnekle de desteklediği gazetecilik tarzı 5N1K’nın yanına bir de Marx’ın 11. tezini koymuştur. Kuşkusuz yapabildiğimiz kadar. Henüz yapamadıklarımız da geliştirilmeye muhtaçtır.

Bir, ekmeği daha pişmeden insanların önüne sürebilen fırıncılar var ama bir de ‘Bu fırının ekmeği iyidir’ diye tercih ettiklerimiz. Metin pişirilmeden kotarılmış ham işlerin gazetecisi değildi. Eminim ki yıllar içinde daha da demlenip, keyifle, coşkuyla yaptığı gazetecilik açısından nice iyi haberler, etkili fotoğraflar üretmeye devam edecekti.

Onu tanımış, onunla iş yapmış olan bizler için, onunla 8 Ocak 1996’nın devamını da yaşamamış olmak kuşkusuz büyük bir hüzün. Bu hüznü her 8 Ocak’ta bir kez daha derinden hissediyoruz. Ama çevresine dönüp bakmayı bilenler, bu ülkenin sokaklarında, adliyelerinde, fabrika önlerinde elinde kamerası ile koşturan sayısız Metin Göktepe’yi görecektir."

ÖZKAN ÖZTAŞ / SOL-Özel