9 Mayıs 2023 Salı

1945 ve sonrası: Faşizme karşı zafer, Sovyetlere karşı savaş + Tarih yamultulurken (soL-öZEL)


1945 ve sonrası: Faşizme karşı zafer, Sovyetlere karşı savaş (UMUT BEKCAN-soL/Özel) 

Nazizmi ortadan kaldıran Sovyetler Birliği’dir. Batılılar, Nazilerle veya faşistlerle yaptıkları muharebede üstün gelmişlerdir, o kadar. Nazizmi/faşizmi ortadan kaldırmak gibi dertleri hiç olmamıştır.

İnternette Normandiya Çıkarması’nı gugılladığınızda, şöyle haber linkleriyle karşılaşıyorsunuz: “Normandiya Çıkarması: 2. Dünya Savaşı’nın dönüm noktası..”, “Avrupa’nın kaderini değiştiren Normandiya Çıkarması..”, “Normandiya Çıkarması: Naziler için sonun başlangıcı..”  Bu haberlere ek olarak Normandiya ile ilgili yapılmış film, dizi ve belgeselleri de hatırladığınızda, Nazilerin ABD ve İngiltere tarafından Normandiya’dan başlayan çıkarma sayesinde yenilgiye uğradığını düşünüyorsunuz. Dünyada, Avrupa’da -hele NATO üyesi ülkelerde- nesiller II. Dünya Savaşı’nı, faşizme karşı mücadeleyi Sovyet kısımları kırpılınca kısacık kalmış bir film olarak görüyorlar, biliyorlar adeta. Oysaki verilen kayıpları, uğranılan zararı, yıkımı hesapladığınızda ve kıyasladığınızda ABD ve İngiltere’nin bu filmde figüran bir rolde olduğunu bile düşünebilirsiniz. 

Bu çerçevede, Sovyetler Birliği’nin bu zaferdeki payını küçültmek veya yok saymak, batılıların Sovyet ve komünizm düşmanlığının, bu konseptte tasarlanmış bilinçli bir politikanın ürünü olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Savaşın sonunu ve sonrasındaki birkaç yılı hatırlamak bu düşmanlığı anlamaya yardımcı olacaktır.

Savaş sonu…

Mayıs 1945’te II. Dünya Savaşı’nın Avrupa cephesi kapandığında mihver devletlerin en azılısı Nazi Almanya’sı teslim oldu ve insanlık rahat bir nefes aldı. Nazilerin yenilgisiyle Avrupa altı yıl süren bir kabustan uyandı. Sovyetler BirliğiABD ve İngiltere’den oluşan müttefik devletlerin zaferi Avrupa’da faşizm sonrası barış ve özgürlük havası oluşturdu. Kuşkusuz bu zaferin kazanılmasında 1941’den 1945’e kadar amansız bir mücadele veren, “ölüp ölüp yeniden dirilen” Sovyet işçileri başrolü oynuyordu. Fakat savaş sonu müttefikler arası iyimser hava yerini kısa sürede gerginliğe bıraktı. Sosyalist Sovyetler Birliği ile ABD’nin başını çektiği kapitalist devletler arasında soğuk bir savaş başladı. 

Halbuki daha Mart 1944’te The New York Times’ta Sovyet askerlerinin Balkanlara girmesinden ve Doğu Avrupa’yı kurtaracak olmasından duyulan memnuniyet dile getiriliyordu. Ekim ayında, yine aynı gazetede savaş sırasında Rumen askerlerin Ruslara zulmetmesine rağmen Sovyetlerin Romanya’nın iç işlerine karışmadığı ifade ediliyordu. Kasım ayında, Normandiya Çıkarması’nın komutanı General Eisenhower, Rusya’nın Amerika ile savaştan kazanacağı hiçbir şey olmadığını, dostluk üzerine bir siyaset yaptığını söylemekten çekinmiyordu. ABD Dışişleri Bakanı Edward Stettinius Jr. da Yalta Konferansı sonrası, Sovyetler Birliği’nin, ABD ve İngiltere’den daha fazla ödün verdiğini söylüyordu. Sovyet düşmanı olduğundan tereddüt etmediğimiz İngiltere Başbakanı Churchill bile, aynı konferans sonrası Stalin’in batılı ülkelerle dostluk ve eşitlik anlayışı içinde yaşamak niyetini ve Sovyet hükümetinin sorumluluklarını kendi yararına olmasa bile yerine getirme hususundaki titizliğini Avam Kamarası’ndan açıkça ifade ediyordu. 

Nisan 1945’te San Francisco Konferansı’nda Türk heyetinde yer alan Mülkiye hocası Ahmet Şükrü Esmer, Amerikalıların “Ruslar kahramanca savaşarak çocuklarımızın canını kurtardı” dediğini aktarıyordu. Konferansta, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi için çalışmalar sürerken, zaferin kazanıldığı 9 Mayıs günü Sovyet diplomatı (geleceğin dışişleri bakanı) Andrey Gromıko, ABD’de binlerce kişinin kendisini tebrik etmek için sıraya girdiğinden söz ediyordu.

Peki, sonra ne oldu da Sovyetler, “şeytan imparatorluğuna” dönüştü? Olan şey, kapitalizmin sarsılması ve sosyalizmin ufukta görünmesiydi. Kapitalistlerin tadı kaçtı, sinirleri bozuldu. Sosyalizme/Sovyetlere karşı birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duydukları günler hasıl oldu. Zira, savaş sonu Avrupa’da Sovyetler Birliği ve sosyalizmin kitleler üzerindeki etkisi muazzamdı. Faşizmin altında ezilen halklar, yerel sosyalistlerin/komünistlerin ve Sovyetlerin desteğiyle zafere ulaşmıştı. Karada ekonomik yıkım ve gıda sorunu vardı, havada ise sol rüzgarlar esiyordu. Zaman sosyalizm lehine işlediği için kapitalistlerin oyuna müdahale etmesi gerekiyordu. En başta Sovyet itibarının zedelenmesi lazımdı. Sovyetler Birliği; saldırgan, yayılmacı, demokrasi karşıtı ve hatta Doğu Avrupa’da işgalci bir devlet olarak suçlandı. Hal böyle olunca, Soğuk Savaş’ın mantığına uygun olarak Nazilerin yenilgiye uğratılmasındaki devasa rolü unutuldu, unutturuldu.

“Avrupa’ya tehdit, saldırgan ve yayılmacı bir ülke” olarak Sovyetler Birliği’ne gelince, savaş bittiğinde Sovyetler Birliği kendi yurdunu, Doğu Avrupa’yı, Berlin dahil Almanya’nın doğusunu kurtarmıştı. Ama toplumsal ve ekonomik olarak ağır bir tablo ile karşı karşıyaydı. Wikipedia rakamlarına göre toplamda 27 milyona yakın insanını kaybetmişti. ABD ve İngiltere’nin kaybı ise 900 binin altındaydı. Denna Frank Fleming’in, The Cold War and its Origins 1917-1960 adlı kitabında verdiği bilgiler Sovyetler Birliği’nin durumu hakkında bir ipucu verebilir. Buna göre ülkede; 15 büyük kent, 1710 küçük kent, 17000 köy, 6 milyon yapı, 31850 endüstri kuruluşu, 65000 km demiryolu, 56000 mil karayolu, 90000 köprü, 10000 elektrik istasyonu, 1135 kömür madeni, 3000 petrol kuyusu, 98000 kolektif çiftlik, 2890 makine-traktör istasyonu, 40000 hastane, 84000 okul, 43000 kütüphane, 44000 tiyatro, 427 müze ve 2800 kilise yıkılmış, 61 milyon büyükbaş ve 110 milyon kümes hayvanı öldürülmüştü. 

Sovyetler Birliği, savaş sonu askeri gücünü büyük ölçüde azaltmıştı. The New York Times, Kızıl Ordu’nun 1945’te 12 milyona ulaşan asker sayısının 1948’de 3 milyona indiğini yazıyordu. Avrupa, Orta Doğu, Güney ve Doğu Asya’da uzun sınırlara sahip bir ülke için bu rakam hiç de yüksek değildi. ABD ise savaşı kendi topraklarında yaşamamıştı. Atom silahı geliştirmiş ve bunu Japonya üzerinde denemişti. Uzun menzilli bir hava gücünden ve atom silahından yoksun, donanması zayıf Sovyetler Birliği’nden tehdit algılamayacak kadar askeri ve ekonomik olarak güçlü bir pozisyondaydı. Buna rağmen 1,5 milyon asker besliyordu. 

İşte bu durumdaki Sovyetler Birliği Avrupa’ya tehdit olarak görülüyordu. Aslında tehdit olarak görülmek zorundaydı, “kapitalizmin bekası” bunu gerektiriyordu.

Kim kimi tehdit ediyor, kim saldırgan?

Savaş sonunda ABD başkanı olan Harry S. Truman aklından geçenleri epey önce paylaşmıştı. Temmuz 1941’de henüz Missouri senatörüyken The New York Times’in yazdığına göre “Almanya savaşı kazanıyorsa Ruslara yardım etmeliyiz. Ama Ruslar başarılı olursa Almanlara yardım etmeli, mümkün olduğunca çok Kızılı öldürmelerine izin vermeliyiz” diyordu. Truman’la aynı fikirde olmayanlar da vardı. Roosevelt döneminde başkan yardımcılığı yapan ve Truman’ın kabinesinde ticaret bakanı olarak görev alan Henry A. Wallace, Temmuz 1946’da Truman’a yazdığı mektupta ABD’nin silahlanmaya ayırdığı bütçeyi ve Pasifik’te Bikini adasında yapılan atom deneylerini eleştiriyordu. ABD’nin ya savaşa hazırlandığını ya da insanlığı korkutmak için üstün bir güce sahip olmaya çalıştığını, Sovyetlerin batıya güvenmemesi için birçok nedeni olduğunu söylüyordu. 

Atom bombasının geliştirilmesinde önemli rol oynayan Amerikalı kimyager Harold Urey dahi silahlanma yarışında suçun kendilerinde olduğunu, yaptıkları bombalarla başka ülkelere tehdit oluşturduklarını itiraf ediyordu. İngiltere’nin artık eski başbakanı Churchill, Fulton’daki o ünlü demirperde konuşmasından altı ay sonra, Eylül 1946’da Batı Avrupa’nın birleşerek, Sovyetleri Doğu Avrupa’dan çıkarmasından söz ediyordu. Aynı yıl, İngiltere’nin Moskova’daki diplomatı Frank Roberts, Ruslarla bir çatışma tehlikesinin Almanlarla olandan sonsuz biçimde daha az olduğunu raporlamıştı ama bunlar Sovyet düşmanlığının hızını kesmiyordu.

Truman doktrini (Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardım) ve Marshall Planı, ABD’nin Avrupa kapitalizmini ayağa kaldırmaya yönelik iki önemli hamlesiydi. Bu süreçte komünist partilerin çok güçlü olduğu Fransa ve İtalya’da, hükümetteki komünist bakanlar Mayıs 1947’de tasfiye edildi. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın öne sürdüğü Plan, ekonomik yardımla Avrupa’yı siyasal baskı altına almayı amaçlıyordu. Tabii öncelikle kapitalist sistemin uygulanmasını şart koşuyordu. Her ülke neyi en iyi üretiyorsa onu üretmeye devam edecekti. Bu durum, Doğu Avrupa ülkelerinin endüstrileşmesine ket vuracaktı. Doğu Avrupa'ya batının tahıl ambarı olma rolü biçiliyordu. Bir bakıma savaş öncesinde görülen gelişmiş batı ile az gelişmiş doğu arasındaki asimetrik ekonomik ilişkinin devam etmesi isteniyor, bağımlı bir kalkınma öneriliyordu. Günün sonunda ABD kapitalizme yeniden hayat verirken Avrupa ekonomisini kumanda edecek, kendi pazarını da genişletmiş olacaktı. 

Nitekim Fransa Başbakanı Paul Ramadier, komünistleri hükümetten uzaklaştırırken “her aldığımız borçla bağımsızlığımızdan biraz daha kaybediyoruz” itirafında bulunuyordu. Fransa’da Mayıs-Haziran 1947’de ve Eylül 1948’de plana karşı yapılan geniş çaplı grevler ve gösteriler polis müdahalesiyle bastırıldı. İtalya'da Nisan 1948 seçimleri Amerikan ve İngiliz savaş gemilerinin gölgesinde yapıldı. Sağcı İtalyan basını Amerikan propagandası yaptı. Marshall, komünistler iktidara gelirse gıda dahil her türlü yardımın kesileceğini söyledi. Bütün bu girişimler başarıya ulaştı ve hristiyan demokrat parti seçimi kazandı. 1994’te ortaya çıkarılan “İtalya'da Komünistlerin İktidarı Yasal Araçlarla Ele Geçirmesinin Sonuçları” başlıklı belgede, komünistlerin seçimi kazanması durumunda ABD’nin seçim sonuçlarını tahrif etmesi veya gerilla savaşıyla müdahalesini içeren planlar tasarladığı yazıyordu. Öte yandan, cumhuriyetçi muhafazakar senatör Robert Alphonso Taft, Mart 1948’de Amerikan senatosunda yaptığı konuşmada bir kızıl tehlike uydurup bunu Marshall Planını kabul ettirmek için kullandıkları için hükümeti eleştiriyordu.

ABD başta olmak üzere, İngiltere ve Fransa, Almanya’nın bölünmesinde, kapitalistleşmesinde, silahlanmasında, tekellerin varlığını sürdürmesinde, Nazilerin yine önemli mevkilere gelmesinde öncü rol oynadılar. Ne de olsa Naziler, en az kendileri kadar antikomünistti. İşgal bölgelerini birleştirip, yeni bir para birimi kullanıma sokarak kurdukları Batı Almanya’yı doğudaki Sovyet işgal bölgesine (sonradan Alman Demokratik Cumhuriyeti) ve Doğu Avrupa’ya karşı Soğuk Savaş’ın antikomünist güçlü bir kalesi haline getirdiler. Pek tabii bunları Yalta ve Potsdam’da attıkları imzaları yok sayarak yaptılar. Batılı ülkelerin saldırgan ve yayılmacı, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın tehdit altında olduğu çok açıktı.  

Tehdit altındaki Sovyetler Birliği

Sovyetler Birliği aslında, kapitalist devletlere güvenmiyordu. Örneğin, Almanya’ya Versay Antlaşması sonrası yirmi yıl boyunca ödünler veren, silahlanmasına destek olan veya göz yumanlar yine aynı şeyi pek ala yapabilirdi. Ama yine de Sovyetler savaş sonu imzalanan antlaşmalara müttefiklik ruhu içinde sadık kaldı. Batılıların saldırgan provokatif girişimlerine karşı barışçıl ve ölçülü bir tavır takındı. Örneğin, Stalin, Mart 1946’da Churchill’in demirperde konuşmasını müttefikler arası nifak sokmayı amaçlayan bir hareket olarak gördü. Eylül 1946’da savaş tehlikesinin olduğuna inanmadığını, iki sistemin dostça rekabet edebileceğini söyledi. Aralık ayında Sovyetler ile ABD’nin barış içinde bir arada yaşamasının mümkün olduğunu belirtti. Nisan 1947’de (Truman doktrini ilan edildikten sonra) iki farklı sistemin savaşta işbirliği yapılabiliyorsa barışta da yapılabileceğini ifade etti. Ama Sovyetlerin bu tavrına rağmen batılıların dinmeyen ataklarına karşı da kayıtsız kalamazdı.

Kominformun kurulması ve Doğu Avrupa hükümetlerinde komünist olmayan bakanların tasfiye edilmesi; Truman’ın doktriniyle başlattığı savaşa, Fransa, İtalya ve hatta Belçika’da hükümetlerden komünistlerin tasfiyesine verilen bir cevap olarak okunabilir. Batı Avrupa’da kapitalistleşmeyi, antikomünizmi, Yalta’nın, Potsdam’ın çöpe atılmasını görmeyenler, fütursuzca Doğu Avrupa’daki Sovyet baskısından söz etmektedir. Örneğin, ABD’nin Moskova Büyükelçisi George Kennan, Washington’a, çevreleme politikasını başlattığı ileri sürülen o ünlü Uzun Telgraf’ı gönderdiğinde, Bulgaristan’da monarşi resmi olarak hala varlığını sürdürüyordu. Sovyetler Birliği hep savunma pozisyonundaydı. Doğu Avrupa’yı da milyonlarca insanını kaybetmiş bir ülke olarak güvenlik açısından ele alıyordu. Kapitalizmin yıkılmaya yakın olduğunu veya krizde olduğunu düşünmüyordu. Ama Martin Walker’ın The Cold War: And making of the modern world adlı kitabında altını çizdiği gibi Sovyet devleti, “ABD’nin savaşın bitiminden on hafta sonra en büyük yirmi Sovyet kentine atom bombası atmayı planladığını bilse” belki savunmaya dönük daha fazla ve etkili tedbir alırdı.

Son söz

Kelimeler kifayetsiz kalmış olabilir. Meramın, büyüklüğünden ötürü bu kısa yazıya sığması zordur. Eksiği yoktur, fazlası vardır ama Sovyet ve komünizm düşmanlığının kabaca bu şekilde/sebeple ortaya çıkıp geliştiği söylenebilir. ABD’nin bir süper kahraman edasıyla gelip insanlığı kurtardığı hikayesine “eksik” veya “hatalı”dan, “abartı” ve “yalan”a kadar birçok uygun isim veya sıfat takılabilir. 

Teşbihte hata olmazsa, eldeki görüntü, Kemal Sunal’ın 1984 yapımı Ortadirek Şaban filminin son sahnesine benzemektedir. Bir tarafta, her türlü sporu başarıyla yapan, herkesin hayran olduğu, havalı, atletik, popüler ve burjuva bir karakter olan Erkan vardır. Diğer tarafta, hayatı boyunca geçim sıkıntısı çekmiş, dışarda kalmış, ezilmiş, sevdiğinden de yeterli ilgiyi görmemiş emekçi Şaban. Şaban, sevdiği kızı kurtarmak için tek başına, korkusuzca haydutların peşine düşmüş, saklandıkları eve girmiş ve onları haklamıştır. Erkan ise son anda dahil olduğu boğuşma sahnesinde Şaban’ın hakladığı haydutları yerden toplayıp dışarı çıkmış ve her şeyi kendi başarmış gibi çevresine anlatarak hava atma aymazlığında bulunmuştur. Neyse ki gerçek hemen sonra anlaşılmıştır. II. Dünya Savaşı ile ilgili de unutturulan gerçeğin ortaya çıkarılması, hatırlatılması, genç nesillere öğretilmesi gerekmektedir. 

Nazileri yenen, Nazizmi ortadan kaldıran Sovyetler Birliği’dir. Batılılar, Nazilerle veya faşistlerle yaptıkları muharebede üstün gelmişlerdir, o kadar. Nazizmi/faşizmi ortadan kaldırmak gibi bir dertleri hiç olmamıştır. Kavga eden iki çocuğun bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi oynamaya devam etmesi misali ilişkilerine savaş öncesi kaldıkları yerden devam etmişlerdir.

Batı ittifakının (NATO’nun) mayası antikomünizmdir. Düşman Sovyetler Birliği’dir ve Stalin’dir. Mareşalin liderliğindeki zafer hazmedilememiştir. Sovyet sonrası NATO/ABD kendine deyim yerindeyse bir meşgale, bir düşman aramıştır. Balkanlar, Orta Doğu, Afganistan, Irak derken “beyin ölümü gerçekleşti” dendiği sırada 2008’den beri süren ekonomik kriz ortamında kendine yeni bir “challenge(r)” ama eski, tanıdık bir düşman/tehdit ve coğrafya bulmuştur. Ukrayna da bu düşmana karşı kullanılan bir silah görevini hevesle üstlenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası ihya ettikleri Nazileri yeniden eski/tanıdık düşmana karşı kullanmaktan çekinmemektedirler.

Ekonomik krizin, NATO’nun saldırgan yayılmacılığının ve Rusya-Ukrayna Savaşı’nın, aklı devre dışı bıraktığı, faşizmi, silahlanmayı ve savaş çığırtkanlığını yükselttiği bir dönemi yaşıyoruz. Kaybeden yine emekçiler oluyor, görüyoruz. Faşizme karşı zaferin 78. yıldönümünde yine bir zafere, yeni bir zafere ihtiyaç var. Sınıf temelinde birleşen örgütlü halkın zaferine… Faşizme ve pek tabii ona yol veren kapitalizme karşı bir zafere. Biliyoruz, kapitalizm yoksa faşizm de yok. Emek varsa umut da var!..

(UMUT BEKCAN-SOL/ÖZEL) 

--------------------------------

Faydalanılan kaynaklar

Ataöv, T., Amerika, NATO ve Türkiye, İstanbul, İleri, 2006.

Canfora, L., Avrupa’da Demokrasi, Bir İdeolojinin Tarihi, Çev. N. Domaniç & N. Avhan, İstanbul, Literatür, 2010.

Gromıko, A., Anılarım, Çev. M. Arkan, İstanbul, Yazılama, 2008.

Hobsbawm, E., Kısa 20. Yüzyıl, 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Y. Alogan, İstanbul, Everest, 2011.

Stalin, J. V., Eserler, Cilt 16, Çev. S. N. Kaya, İstanbul, İnter, 1994.

                                                        /././

Tarih yamultulurken (CEMİL FUAT HENDEK-soL/Özel)

Savaşın yükünü tek başına Kızılordu ve direniş hareketinin silahlı güçleri taşımadı. Sovyet halkı topyekûn savaşın 'askeri' oldu. Zafer aynı zamanda o insanların omuzları üstünde yükseldi.

Nazizm’in yenilişinin 78’inci yıldönümünde
faşizme karşı mücadelede yer almış herkese
sonsuz şükran hislerim ve derin bir saygıyla...


Giderek daha hızlı akmakta olan zaman içinde olaylar geçmişe doğru uzaklaşırken gerçeklikten de kopuyor. İnsanlık tarihinin büyük dönemeçleri bile, o andaki olgular ve diğer olaylarla bağlarını yitiriyor. Bir süre sonra karşımıza sayısız kırılmalar, çarpılmalar, yamulmalar yığılıyor. Böylece tarih yeni nesiller için “yabancı isimlere”, “soyut sayılara”,  çoğunluğun asla anlamlandıramayacağı birbirinden kopuk anlatılara dönüşüyor.

Olayların değişik bakış açılarına göre belleklere yansımasında ister istemez farklılıklar olacaktır. Fakat mesele sadece bu mudur? Tabii ki hayır! Bu kopuşlar, çarpılmalar ve yamulmalarda sürekli işleyen bir mekanizma var: Gerçek, sistemin sahiplerinin siyasi iktidarlarına ve ellerinde biriktirdikleri servetlere dayanarak ve asla kesintiye yer vermeksizin sürdürmekte oldukları bir ideolojik seferberliğe kurban ediliyor. Sisteme hizmet etmekte olan tarihçiler, üniversitelere yerleşmiş uzmanlarca çarpılmalar çarpıtmalara, yamulmalar yamultmalara dönüştürülüyor. Olaylar birbirlerinden koparılırken işe gelmeyen bazıları tamamen tarih sayfalarından siliniyor. Aklını sisteme kiralamış “uzmanlar” sadece bununla da kalmıyorlar. Somut sayılarda oynamalar yapıyor, hınzırca yalanlar üretiyorlar. Ve sistemin sahipleri bunları yaymaları için onlara makale, kitap, film… aklınıza gelebilecek her yolu sonuna dek açıyorlar.

2. Dünya Savaşı’nda Nazizm’in yenilişi üzerine de üretilmiş o kadar çok yamultma, çarpıtma, yalan mevcut ki. Nitekim, 2. Dünya Savaşı’nın bitimi ardından, özellikle Soğuk Savaş’la birlikte yüzlerce film döküldü piyasaya. Sayısını tahmin edemeyeceğimiz kadar çok kitap, makale yayınlandı, söyleşiler yapıldı. Radyo ve televizyonlar, sinema salonları, kitapçılar bunlarla dolduruldu. Örneğin, ikide bir General Eisenhower ve İngiliz generali Montgomery komutasındaki Normandiya Çıkartması’nı, Afrika çöllerinde Patton’un kahramanlıklarını, İngilizlerin müthiş hava saldırılarını falan gördük, okuduk, dinledik. Kısacası, böylece milyarlarca insana “Almanları aslen kahraman Amerikan ordusu ve müttefikleri Fransız ve İngilizlerin (arada Kanadalılar, Yeni Zelandalılar, Hindistanlılar falan da var) yendiği” öğretildi.

Deveye “boynun eğri” demişler, “nerem doğru ki” demiş. Nazi iktidarının yuvasına tıkılarak teslim alınmasından bu yana biriken bunca eğriliği neresinden tutup düzelteceğiz ki? Hele okuma sabrının saniyelerle ölçülmeye başladığı günümüzde... Her şeye karşın, okuyucuların merakına ve sabrına güvenerek, uzun olduğunu da bilerek, bir deneme yapmak boynumun borcuydu. 

Doğu Avrupa ve Sovyetlere “Yıldırım” düşüyor

Hitler bilindiği gibi, 1 Eylül 1939’da, o güne dek tarihte görülmemiş düzeyde teknik donanıma sahip ve önüne gelen her şeyi mahvetmeyi, her canlıyı katletmeyi bir endüstri haline dönüştürecek ordularla Yıldırım Savaşı’nı başlattı. Önce Polonya’yı ayağının altına aldı. Alman orduları hemen ardından soluğu Sovyet topraklarında, Ukrayna’da aldılar.

Bu iki ülkeye değinmişken, anımsamadan geçmeyelim: 2009’da yapılan son resmi incelemeye ve düzeltmelere göre Polonya’da savaş sırasında yaklaşık 5 milyon 800 bin sivil öldürülmüş. Bunlardan 3 milyonunu 1939-41 arasında katledilen Yahudiler oluşturuyormuş. Ukrayna’da ise 1,6 milyonu Yahudi olmak üzere 5 milyon sivil kadın, erkek ve çocuk öldürüldüğü ilan edildi.

Günümüz faşistlerinin tarihteki tohumları

Sadece Naziler, SS kıtaları falan mı? Naziler işgalin hemen ardından -yine resmi makamların üzerinden atlayıp geçtiği- bir iş başardılar: Her iki ülkede de kendilerine canla başla hizmet eden yerli işbirlikçiler buldular. Onlardan yerel yönetimler, yerli polis teşkilatları kurdular. Bu katliamların hemen hepsinde bunların da parmağı olduğu bilinmelidir. Ukraynalı faşistlerin kahraman ilan ettiği, meydanlara heykellerini diktiği Bandera’nın savaş sırasında yaptıklarını araştırmanızı öneririm. Başlı başına o bile yeter.

Ah şu Ukrayna... O zaten bir gayya kuyusudur. Ekim Devrimi’nden hemen sonra Sovyet topraklarında başlatılan iç savaşta, ilerlerken arkada bıraktığı ayak izleri kanla dolan karşı-devrimci Beyaz Ordu tam da bu ülkede oluşturularak komünistlerin üstüne sürülmüştü. Bu işte Almanların doğrudan desteğini de sakın atlamayalım. Tabii ondan öncesi de var, ama uzatmamak adına noktalayalım. Fakat bugün gamalı haçlı üniformalarla Ruslara karşı kahraman ilan edilen Ukraynalı faşistlerin tohumlarının pek eskilere dayandığına da değinmiş olalım.

ABD ve İngilizlerin 'Oturma Savaşı'

Nazilerin Sovyetler Birliği’ne saldırısı ardından İngiltere, Fransa ve ABD, Alman ordularının geri çekilmesini talep ettiler. Hitler bunların taleplerindeki gönülsüzlüğü fark etmeyecek biri değildi. Umursamadı bile. Kendi işçi sınıfları ve dünya kamuoyu nezdinde bu talebin yetmeyeceğini bilen “emperyalistlerimiz”, Almanya’ya savaş ilan etmekte de gecikmediler. Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan, Kanada ve Güney Afrika Birliği de kısa süre sonra onlara katıldı. Fakat dedik ya, gönüllerinde çöreklenmiş bir beklenti vardı. Onun için yerlerinden kıpırdamadılar. Diplomasinin “soğukkanlılığı” bahanesiyle gelişmeleri göz ucuyla süzerek beklemeyi sürdürdüler. O dönemde buna “Oturma Savaşı” dendi.

Hitler’in vücut çalımı

Onlar bekleyedursun, Hitler bir vücut çalımı yaptı. 10 Mayıs 1940’da Hollanda, Belçika ve  Lüksemburg üzerinden Fransa’ya akıverdi. Hollanda beş gün direnebildi. Belçika 2,5 hafta. Almanlar üç gün içinde soluğu Paris’te aldılar. Bunun üzerine Başkan Paul Renauld istifa etmek zorunda kaldı. Onun yerine gelen sözde ulusal kahraman Mareşal Petain hemen Almanlardan bir ateşkes rica etti. Birkaç gün içinde iktidara tırmanan Fransa tarihinin yüz karası Vichy Rejimi 22 Haziran’da kayıtsız şartsız teslim olma anlamına gelebilecek bir ateşkes imzaladı. (Bu anlaşmanın sadece bir maddesine bakmak yeterli: Fransa, Almanlara işgal kuvvetlerinin harcamaları karşılığında her gün 20 milyon Reichsmark tazminat ödemeyi taahhüt etti.)

O günden sonra Paris, SS subaylarının eğlence merkezine dönüştü. Burjuva siyasetçileri, önemli bir kısım sanayi ve ticaret erbabının yanı sıra, işbirliği meraklısı bazı kesimler -pek bahsedilmez ama- Almanların birbirlerini selamlarken çıkardıkları topuk seslerini “pek erkekçe ve erotik”, cüzdanlarını ve savaş sırasında sundukları maddi olanakları pek yakışıklı bulan kadınlar falan da bu işgalden yeterince nemalandılar. Vatan hainlerinin tümü, hep birlikte aşağılanmayı gurur meselesi yapmamaya yemin ettiler. Bu ihanet yıllarında Fransız ulusunun onuru kurtulduysa, bunu Résistance’ın her adımda ölümü göze alarak direnen kahraman kadın ve erkek savaşçılarına borçludur! İyi de, Résistance’ı kim başlattı ve örgütledi? Tabii -her seferinde değinmekten kaçınılır ama- en başta Fransa Komünist Partisi, onun çağrısına uyan sosyalistler ve Fransa işçi sınıfının bilinçli unsurları. Gerisi, başta aydınlar olmak üzere, küçük burjuvalar, köylüler onların ardından geldi.

Emperyalizmin beklentisi ve kanayan Sovyetler

Onlar eğlenedursun, sosyalizmin anayurdundan alevler yükselmekte, dumanlar tütmekte, Nazi kıyım makinesi Sovyet topraklarını hallaç pamuğu gibi atmakta, sadece askerleri değil, en ufak bir direniş şüphesinde kadın, çocuk ayırt etmeksizin herkesi katletmekteydi. Naziler, savaşın asıl şiddetini sosyalizmin anayurduna yöneltmişlerdi. (Bu yöneliş, emperyalistlerin beklentisinin hiç de ham hayal olmadığının kanıtıdır.)

Sayıların ispatladığı iddia

Doğu’ya sevk edilen Alman ordularının elde bulunan sayıları da bu şiddetin ispatıdır. Öyleyse kısa bir bakış atalım:
1940 ilkbaharından itibaren hızlandığı bilinen Sovyetler Birliği’ni işgal hazırlıkları sırasında da Naziler 5 milyon 500 bin askeri sahaya sürdüler. Bunlardan 3 milyon 800 bini kara kuvvetleri, 1 milyon 600 bini hava kuvvetleri, 404 bini deniz kuvvetleri 150 bini de Waffen SS birliklerinde savaşacaktı. Ayrıca 1 milyon 200 bin asker eksilenleri yedeklemek üzere hazır bekliyordu. 450 bin aktif ihtiyat, 550 bin yeni silah altına alınmış acemileri ve 204 bin çeşitli hizmet personelini de sayalım. 1941 başında tüm Alman ordusunun mevcudunun 7 milyon 234 bin olduğunu düşününce, Sovyetler’e hangi ağırlıkla hücum edildiği açıklıkla görülür

1943 yazında Alman Kara Kuvvetleri’nde toplam 6 milyon 900 bin asker bulunuyordu. Bunlardan 180 bini Finlandiya’da, 315 bini Norveç’te, 110 bini Danimarka’da, 610 bini de Balkanlar’da konuşlanmıştı. Sosyalizmin anayurduna gelince... Orada en çetin ceviz birliklerde tam 3 milyon 900 bin asker savaşıyordu. Aynı sıralarda müttefik İtalya’da 961 bin, yenilgiyi baştan resmen kabullenmiş tüm Batı Avrupa’da da sadece 1 milyon 873 bin asker bulunuyordu.

İşgal altındaki direniş

Tabii bu sayılardaki orana bakarak, Batı’da Alman askerlerin bütün vakitlerini ıslık çalarak geçirdiği söylenemez. Yukarıda değinmiştim, Fransız Resistance’ı ve özellikle 1943’ten sonra örgütlenip etkin mücadeleye girişen İtalyan direniş hareketinin (“Resistenza”) hakkını yemeyelim. Bu direniş yüzünden Alman işgal güçlerinin kimi zaman hiç huzurunun kalmadığı biliniyor. Ama ne Avrupa’daki ne Asya ve Afrika’daki, ne de Pasifik’teki başka hiçbir cephe Sovyet topraklarındaki sürgit milyonların hayatına mal olan, kentlerin harabeye döndüğü, işgal altındaki halkın açlıkla terbiye olduğu müthiş savaşla kıyaslanamaz.

Nitekim, Hitler 30 Mart 1941’de, Alman ordusunun Doğu Seferi için görevlendirilmiş birliklerinden ordu komutanı ve kurmay başkanları düzeyinde yaklaşık 200 generalin hazır bulunduğu bir toplantı düzenlemiş, orada bir açıklama yapmıştı: Önlerinde duran harekâtın “ideolojik temelli bir yok etme savaşı” olacağı ilk kez bu toplantıda resmen ilan edilmiş oldu. 

Alman emperyalistlerinin hülyası

Burada, ideolojik temellerle örtbas edilen asıl başka bir neden vardı. Rusya’nın işgali, daha 19. yüzyıl ortalarından itibaren hızla gelişen Alman emperyalizminin “arka bahçe” olarak göz koyduğu bir hedefti. Amaç o toprakların yer altı ve yer üstü kaynaklarına el koyarak bunları Alman endüstrisinin hizmetine sunmak, aynı zamanda alabildiğine geniş bir pazar elde etmekti. Bu arada halk arasında bir de propaganda yayılıyordu: Alman emperyalizmi kendi halkına “Güneş’te bir yer” (Alman ırkı için yeni “yaşam alanları”) sözü veriyordu. İşte bu, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra vazgeçilmiş, unutulmuş bir hedef değildi. (Bugün de unutulmamış olduğu, Alman hariciyesinin gözünü bu doğrultudan hiçbir zaman ayırmadığı, Federal Almanya Cumhuriyeti kasalarında bu doğrultuda planların sürekli güncellenerek saklandığı muhakkak bilinmelidir.)

Ölüm makinesi çalışıyor

Amacım okuyucuyu sıkıntı verici sayılara boğmak değil, ama her iki taraftan kayıplara da bir bakış şart:

Almanlar Doğu Cephesi’nde Haziran 1941’den Aralık 1945’e dek tam 5 milyon 303 bin 104 ölü bırakmışlar. Ölen Kızılordu askerlerinin sayısı ise kimi resmi verilere yaklaşık 13 milyon olarak geçmiş. Esirlere gelince, 4,5 milyon Alman esir düşmüş. Esir düşen Kızılordu askerlerinin sayısı da 4,1 milyonla buna yakın. Şimdi, esaret sırasında hayatını kaybedenlerin sayısına bakarak, Sovyetler’e savaş suçu yıkmak için utanmazca savaşın tozlarını karıştırıp duranlara bir yanıt verebiliriz: Esaret sırasında ölen 600 bin Alman askerine karşın, Almanlara esir düşmüşken ölen Kızılordu askerlerinin sayısının 2,2 milyon mu, yoksa 3,3 milyon mu olduğu tartışılıyor!

Kolay galibiyetin yanılgısı

Polonya’dan sonra Ukrayna’ya hızla giriş ve Kiev Savaşı’ndaki kolay galibiyet Hitler’i ve çoğu kurmaylarını Sovyetler hakkında yanıltmış olmalı. Nitekim, Hitler Barbarossa Harekâtı hazırlığı sırasında, 3 Ekim’de Berlin’de bir konuşmada şöyle demişti: “Sadece kapıyı tekmelememiz yetecek, çürümüş sistem bütünüyle yıkılarak yere serilecek.”

Yıldırım, Moskova önlerinde gürültülü şimşeğe dönüyor

Ne var ki, Hitler’in evde yaptığı hesap sosyalizmin anayurdundaki hesaba uymadı. Alman orduları Barbarossa ile Rusya içinde ilerledi, 1941 Ekim’inde Hitler’in emriyle Moskova önlerine gelip dayandı, ama... Alman radyoları Moskova’nın ele geçirilmesine ramak kaldığını müjdelemeye, zafer marşları çalmaya başladı ama... Önce sonbaharın yağmurlarıyla bataklığa dönen arazi, öte yanda Kızılordu’nun kahramanca savunması, hızla örgütlenmekte olan Partizanlar, ardından da bir zamanlar Napolyon’u da yenen eksi 40 derecelerde gezinen Moskova kışı saldırıyı durdurdu. Sovyetler hükümet merkezini Volga kıyısında Kiyubiçev’e taşıdıysa da Stalin Moskova’yı terk etmedi. Nazi Almanyası’nın Yıldırım Savaşı, Aralık 1941’de Moskova önlerinde gürültülü bir şimşeğe dönüşmeye başladı. 

Yeni hedef Stalingrad

Moskova olmayınca Hitler başka bir hedef seçme zorunluluğuyla bakışlarını Stalingrad’a döndürdü.

1942 yazı sonlarında Alman 6. Ordusu o dönem önemli bir endüstri merkezi olan Stalingrad’a doğru harekete geçti. Hitler 12 Eylül’de “Artık Rusların gücü tükendi” diyerek kentin ele geçirilmesini emretti. 6. Ordu hemen ertesi gün 300 bin asker, ağır topçu birlikleri, uçaklar, mekanize tümenlerin yanı sıra müttefiklerinden de derlediği birliklerle kente saldırdı. Fakat o da nesi! Tüm gücünü tükettiği sanılan Kızılordu yanı sıra kent halkından da insanüstü denebilecek bir dirençle karşılaştılar. Bombardımanlarla kenti harabeye çevirdiler. Ama her yıkıntı, her kovuk, her bomba çukuru bir direniş mevzisine dönüştü.
Bir Alman komutanı, Berlin’e gönderdiği raporda, “Küçümsediğimiz Ruslar, hiç de söylendiği gibi değil. Bunlar savaşmayı da ölmeyi de çok iyi biliyorlar” demekteydi.

Kuşatanlar kuşatılıyor

Bu kuşatmanın kırılmasından kısa süre sonra Almanlar tam bir cendereye alındı. Hitler’in geri çekilmeyi yasaklayan emirlerine gerek kalmadı. 6. Ordu’nun yardım alabileceği tüm yollar kesildi. Ne destek birlikleri ulaşabildi ne havadan gıda yardımları gerçekleştirilebildi. Böylece yerinden kıpırdayamayan ordu önce kuzey ve güney olarak bölündü, ardından da kuzey ve batı olarak parçalandı. Sadece çatışmalarda değil, aynı zamanda açlıktan ve soğuktan kırılmaya ve erimeye başladı. Bu arada Alman komünistlerinin seferberliğinde megafonlarla yapılan geniş çaplı propaganda da son moral kırıntılarını yok etti. 

Kuşatmaya girişen 300 binlik ordudan geriye kalan 91 bin asker Şubat 1943’te kurtuluşu teslim olmakta buldu. 

Savaştaki dengeler işte bu tarihte kuvvetli bir değişme emaresi gösterdi.

Büyük saldırı hazırlığı

1941 kışındaki konumlarına geri püskürtülen Almanlar yeni baştan büyük bir saldırıyla inisiyatifi tekrar ele geçirmek amacıyla orta ve güney ordu birliklerine büyük bir yığınak yaptılar. Bir anlamda her şeylerini bu karta, Zitadelle Operasyonu’na yatırmış oldular. Almanların prestij açısından da acil bir zafere gereksinimi vardı. Hitler o cephedeki birliklere yazılı olarak şu emri gönderdi: “Ağırlık noktalarına en iyi birlikler, en iyi silahlar, en iyi komutanlar, büyük miktarda cephane yerleştirilmeli. Her komutan, her er bu saldırının önemini kavramalı. Kursk zaferi bütün dünyada umut işareti etkisi yaratmalı.” Hitler bu arada esir alınacak Kızılordu askerlerini Almanya’da zorla çalıştırarak savaşla eksilen işgücünü tamamlama hayali de kuruyordu.

Ne var ki, Kızılordu da kısa zaman içinde kendi cephesini tahkim etmiş ve Almanlardan çok daha büyük bir gücü cepheye yığmayı başarmıştı. Nitekim Leningrad’dan Azak denizine uzanan 2500 kilometre uzunluğundaki cepheye toplam 1 milyon 987 bin 463 asker içeren 400 birlik yerleştirmiş olan Kızılordu’nun karşısında Almanlar sadece 625 bin askerle duruyorlardı. Sovyetlerin 8 bin 200 tankına karşı, küçük bir kısmı (Panter ve Tiger tipleri) daha iyi zırh ve hareket kabiliyetine sahip olmakla birlikte sadece 2 bin 699 tankları vardı ve bunlar Alman ordusunun elindeki toplam tank sayısının yüzde 70’ini oluşturuyordu. Çeşitli kalibredeki toplara gelince: Sovyetlerin 47 bin 416 topuna karşılık sadece 9 bin 467 top koyabildiler.

Kızılordu ayrıca cephe boyunca tank siperleri, tuzaklar kazmış, geniş bir alana da tank mayınları döşemişti. Bunlar ilkbaharda hızla büyüyen otlar ve açan ayçiçekleri arasında görünmez oldular. 

Cephe gerisinde savaşanlar

Burada yeri gelmişken... Sadece bu hazırlıklar değil, savaş boyunca efsaneler yaratmış bir hareketi de anımsayalım: Almanların bu cepheyi tahkim etme hazırlıklarında başlarında büyük bir bela vardı: Sovyet Partizanları! Gerek birliklerin hareketi üzerine kurmay başkanlıklarına bilgi aktarmak, gerekse Almanların silah, cephane ve mühimmat nakliyatını engellemekte öylesine etkin oldular ki, cephede savaşmak üzere hazırlanmış Alman birliklerine özel olarak bunlara karşı mücadele emri verildi.

Tarihin en büyük tank savaşı

O yılın yaz aylarında Orjol ve Çarkov kentleri arasındaki bölgedeki gelişmeler, hele 7-15 Temmuz tarihleri arasında Proçovka bölgesindeki çarpışmalar savaş tarihi açısından bugün bile inceleme konusu. Burada gerçekleşen Kursk Savaşı dünya tarihine insanlığın yaşadığı en büyük tank savaşı olarak geçti. Uzun süre Almanlara kan kusturmuş T-34 tanklarına karşı yeni tanklar geliştiren Almanlar kimi noktada bazı başarılar elde etmiş olsalar da sonuçta büyük bir yenilgi yaşadılar.

Her ne kadar günümüzde sürdürülen ideolojik saldırının kurmay heyetinde yer alan tarihçiler “Sovyetlerin zaferinin bir ‘içi boş efsane’ olduğunu, savaşı aslen Almanların kazandığını” falan ispatlamaya çabalasalar da, 15 Temmuz’da sonuç belli oldu.
Nitekim, ünlü Alman Tank Generali Guderian anılarına şu notu geçmiş: “Zitadelle Saldırısı’nın fiyaskoları sonucunda belirleyici bir yenilgi yaşadık. Son derece dikkat vererek donatılan zırhlı birlikler büyük insan kaybı ve teknik aksaklıklar yüzünden uzun süre boyunca çarpışmalardan dışarıda kaldı. Onların yeniden tamiri, gerek Doğu Cephesi’ndeki savunma komutasının organizasyonu, gerekse Batı’da müttefiklerin ilkbaharda çıkartma yapma olasılığına karşı savunma sorunları nedeniyle gecikti. Ruslar da tabii ki, başarılarından yararlanmak için acele ettiler. Bundan sonra Doğu Cephesi’nde sakin geçen tek bir gün olmadı. İnisiyatif tamamen ve bütün yanlarıyla karşıtların eline geçti.” 

Doğu’dan esen fırtına

Gerçekten de bu tarihten itibaren Alman ordularına göz açtırılmadı. Hitler’in ağzından köpükler saçarak (belgesel filmi de var) verdiği emirler kâr etmedi. Kızılordu fırtına gibi esmeye başladı. Atılmış köprüleri tamir ederek, bozulmuş demir yollarını tekrar kurarak, bataklıkları, ormanları aşarak, işgal altındaki Doğu Avrupa ülkelerini kurtararak ilerledi. Bu ilerleme 1945 baharında Berlin’e varacaktı.

Müttefikler de savaşmıyor değil

Peki, bu arada Batı cephesinde “müttefiklerimiz” ne yapıyordu? Yukarıda değindiğimiz “Oturma Savaşı” bir yana... İngilizler savaşın ilk yıllarında “vur kaç” taktiğiyle Alman kentlerini bolca bombardımana tabi tuttular. Tabii (pek üstünde durulmaz ama) böylece yüz binlerce sivili de katletmiş oldular.

Savaş suçu arayanlara

Bu hava saldırılarından en hunharca olan ikisini anımsayıp geçelim:

4 Aralık 1943 tarihinde sabah 4 sularında yaklaşık 400 İngiliz bombardıman uçağı, birbiri ardına üç dalga halinde Leipzig kentine saldırdılar. Sadece patlayıcı değil, aralarında doğrudan fosfor bombası da bulunan yangın bombalarıyla kenti dövdüler. Dış mahalleler de içinde olmak üzere tüm kent yangın fırtınaları içinde boğuldu. Öylesine ki, korunmak için bodrumlara inmiş insanlar yıkılan ve yanan evlerin altından canlı çıkamadılar. Kentteki binaların beşte biri kullanılamaz hale geldi. Hayatta kalan 140 bin sivil bu saldırının mağduru oldu. 

Ya İngiliz ve Amerikalıların savaşın sonuçlarının artık görüldüğü, Kızılordu’nun durdurulamayacağının açıkça belli olduğu bir tarihte, Şubat 1945’te Dresden’e yaptıkları hava saldırısı? 13 Şubat’ta 733 İngiliz uçağı savunmasız kentin üstüne önce parçalı etki yapan bombalar, ardından da yangın bombaları yağdırdı. 80 bin konutu yıkmakla kalmadılar, alevlere boğdular. Bu yetmedi, aynı gün 311 ABD bombardıman uçağının geniş alanları kapsayan saldırısı gerçekleşti. Bu da yetmedi, 15 Şubat’ta ABD Hava Kuvvetleri bir saldırı daha düzenledi. Kentte 25 bin sivili katlettiler. Ölülerin bir kısmı tanınmaz biçimde yanmış, kömürleşmişti. Geri kalan ölüler de salgın hastalık korkusuyla zorunlu olarak bir araya yığılarak topluca yakıldı.
(Savaş suçlarına daha sonra geleceğiz, ama burada not etmeden geçmeyelim: Doğrudan sivil halkı hedef almış olan her iki saldırı da kuşku götürmez biçimde savaş suçudur! Atlanmaması gereken bir not daha var: Sovyetler Birliği savaş boyunca asla sivil hedeflere hava saldırısı düzenlemedi.) 

Afrika’da da sert çatışmalar

Batı Cephesi’ne devam edelim. Stalin’e verilmiş onca söze karşın bir türlü açıl(a)madı bu cephe! Dedik ya, Sovyetler belki yıkılacaktı. Bu olmazsa da olabildiğince kan kaybetmeliydi. Öte yandan müttefikler Afrika’da, çöllerde canhıraş bir savaş sürdürüyordu. Neden? Yüz yıllardır yağmalanan sömürgeler oradaydı. Petrol oradaydı. Elmaslar, yeraltı zenginliklerinin her çeşidi oradaydı. Başka hangi neden olabilir ki?

İtalya kentlerinin kurtarıcıları

Orada Almanları yenen Amerikalılar daha 10 Temmuz 1943 tarihinde Sicilya’ya çıktılar ve Doğu’da Syrakus’dan Batı’da Licata kasabalarına uzanan köprübaşını tuttular. 1 Ekim’de de hiçbir çatışmayla karşılaşmaksızın Napoli kentini ele geçirdiler. (Üstünden atlayıp geçiverirler ama biz açıkça yazalım:) Tabii ki ele geçirecektiler, çünkü, İtalyan direnişçileri (“Rezistensa”) “Napoli’den Dört Gün Önce” harekâtıyla 27-30 Eylül tarihleri arasında başlattıkları isyan sonucunda kenti zaten Almanlardan kurtarmış bulunuyorlardı. Fakat hayret! İtalyan ordu birliklerinin çekilmesine ve Almanlardan gelecek pek zayıf direnişe karşın Amerikalılar orada durdular.  

Uzatmayayım, bundan sonra da 1945’e dek önce “Rezistensa” temizledi çoğu kenti Alman işgalcilerden. Bolonya Amerikalılar gelmeden önce, antifaşist cephede yer alan İtalyan ordu birliklerinden Friuli ve Partizan grubu Maielle tarafından kurtarılmıştı. ABD güçleri Milano’ya girdiğinde de kent kurtarılmıştı. İtalyan direnişçileri 29 Nisan’da Padua’ya gelen İngilizlere 5000 Alman esir “hediye” ettiler.

Çoğu bilinen başkaca siyasi olaylara değinmeden geçeceğim. Ama çokların bilmediği bir şey var: Almanların teslim bayrağı çektiği 2 Mayıs 1945 tarihten hemen sonra Amerikalıların yaptığı ilk iş ne oldu dersiniz? Rezistensa’nın silahlarına el koymak!

Ve gerçek bir Batı Cephesi

Nihayet! ABD ordusu, müttefikleriyle birlikte 6 Haziran 1944’de, hani şu Hollywood’a sayısız ilham veren Normandiya Çıkartması’nı gerçekleştirdi. Bu çıkartma tabii ki küçümsenemez. O coğrafyaya bir bakış atmak yeter. Orada köprübaşını tutmanın ne denli zor bir iş olacağını anlamak için askerlik uzmanı olmak gerekmez. “D-Day” kodlu bu çıkartmada 1200 savaş gemisi, 3100 amfibik araç ve 150 bin askerin yer aldığı kayıtlara geçmiş. Bu çıkartma sırasında kayda geçen kayıp sayısı da 4000’i ölü olmak üzere toplam 12 bin. “Operation Overlord” adı altında başlatılan Fransa işgali sırasında Ağustos ayında Paris’e gelene dek Müttefikler 70 bin kayıp vermiş. Almanlarda bu sayı 200 bini buluyor. Arada 20 bin sivilin öldürülmüş olduğunu da bu sayılara ekleyelim.

Paris kurtarılıyor

26 Ağustos 1944’te General Charles de Gaulle ünlü Champs-Élysées Bulvarı’nda düzenlenen bir resmi geçitle dünyaya Paris’in kurtuluşunu müjdeledi. (Burada bir kez daha üstünden atlanıp geçilen bir noktadayız:) Aslında Paris’i almak Amerikalıların önceliği görülmüyordu. Öne sürülen “Paris’in yıkılmasını önleme” nedenini kabul edelim ama... Burada da İtalya kentlerinin kurtuluşu gibi bir şey oldu.

Paris’teki Partizanlar ve Özgür Savaşçılar’ın ortak askersel komitesi direniş kararı aldı. 11 Ağustos’ta demiryolu işçileri greve gittiler. 15 Ağustos’ta komünist sendikalar birliği CGT de genel grev çağrısı yaptı. Posta çalışanları, onları takiben matbaa ve metro işçileri de bu greve katıldılar. Direnişçiler Paris caddelerinde barikatlar kurmaya başladılar. Polis Paris merkezini bir kaleye dönüştürdü. Direnişçiler çok zayıf silahlanmış olmalarına rağmen işgalcilerle çatışmayı göze aldılar. Hitler’in işgal komutanı von Choltitz’e gönderdiği emir herhangi bir yoruma yer bırakmayacak açıklıktaydı: “Paris ancak bir harabe olarak düşman eline düşebilir!”

Paris’te direnişçilerin böyle şeylere aldıracağı yoktu. Ölümüne savaşı göze almışlardı. Öte yandan Alman savaş makinesine karşı şansları olmadığı da açıktı. Halk kan banyosunda boğulma, kent de harabeye döndürülme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Bunun üzerine General Eisenhower General de Gaulle’ün emrindeki Fransız Kurtuluş Ordusu’nun bir birliği yanı sıra 4. ABD Tümeni’nin Paris’e doğru yola çıkmasına izin verdi. 24 Ağustos gece karanlığında ilk Fransız askerleri kente sızmayı başardılar. Fakat halk zaten çoktan isyana başlamıştı. Direnişçiler 19 Ağustos’ta aniden  Champs-Élysées’de seyretmekte olan bir konvoya saldırmışlar, polis karakollarını, bakanlıkları, gazete redaksiyonlarını ve belediye binasını işgal etmişlerdi. Halkın bu askerleri karşılaması görülmeye değer bir manzaraydı.

Kızılordu’nun zaferlerini aktarırken sesi hafifçe kısılan Batı medyası bu zaferi tüm dünyaya tam tamlarla duyurdu: “Amerikalılar Paris’i kurtarmış, tekrar özgür dünyaya armağan etmişti.” Paris Nazizm’in yenilgisinin sembolü oldu.

Batı Cephesi’nin zorlukları

Bundan sonra, her iki cephede de savaşmak için silahı ve 16-60 yaş arasında eli-ayağı tutan bütün erkekleri askere alma kararına rağmen insan gücü pek azalan Almanların Batı’da kayda değer tek bir denemesi oldu: Hitler Belçika’da Anvers Limanı’nı tekrar ele geçirmek ve Müttefikler’in ikmal yolunu kesmek için büyük bir saldırı hazırlattı. Niyeti, ani bir saldırıyla Amerikalıları püskürtmek, ardından tekrar bütün gücüyle Sovyetler’e yüklenmekti. Normandiya Çıkartması sonrası işi ağırdan almaya başlayan Amerikalılar boş arazide oyalanarak bu hazırlığı olanaklı kıldılar. Hazırlık her ne kadar telsiz konuşmaları bile yasaklanarak gizlice yapıldıysa da onu ele verecek birçok ipucu yok değildi. Umursamadılar. Kısa süre önce Hitler’le görüşen Japon elçisinin “Almanların Batı’da büyük bir karşı saldırı hazırlamakta olduğu” haberi de kulaklarına değmedi.

Ve 16 Aralık 1944’te Amerikalıları hiç beklemedikleri şekilde şaşkına çeviren bir saldırı başladı. Ne var ki, Almanların 80 bin Müttefik askerine karşı 200 bin kişilik kuvvetlerle başlattıkları saldırı sonuç vermedi. Alman zırhlı birlikleri bu şaşkınlıktan yararlanarak ilk anda ulaşmaları gereken hedeflere ulaşamadı. Almanlar 27 Aralık’ta savunmaya geçmek zorunda kaldılar. 16 Ocak’ta ise elde ettikleri tüm araziyi tekrar yitirmiş bulunuyorlardı. Güçler dengesindeki büyük farka karşın bu yenilgide Alman askerlerinin moralinin de artık yerlerde sürüklendiğini, yenilgi havasının her taraflarına çöktüğünü hesaba katmak gerekir.

Doğu Avrupa kurtuluyor

Kızılordu ise 1944 kışından itibaren, karşısında dişini sıkarak direnen, geri çekilirken önüne gelen ne varsa yok eden Alman savaş makinesinin en çetin birliklerine rağmen ilerlemiş, büyük mesafeleri arkasında bırakarak, işgal altındaki ülkeleri tek tek kurtararak Oder Irmağı’na dayanmıştı. (Müttefikleri asıl telaşa kaptıran da bu oldu.)

Sonuç? Stalin, 1 Nisan tarihinde bu cephelerin en yüksek komutanları Mareşal Şukov ve Mareşal Konev’i Başkomutanlığa çağırdı ve Berlin’i ele geçirmelerini emretti. Daha sonra gönderdiği bir haberde de “Hanginizin kenti önce ele geçireceğini size bırakıyorum” diyecekti. Bu komutanlar ve onlara destekle görevli 2. Belarus Cephesi Komutanı Mareşal Konstantin Rokossowki emrinde müthiş bir askersel güç Berlin kapılarına birikti: Yaklaşık 2,5 milyon asker, 6 bin 250 tank, 7 bin 500 savaş uçağı ve 41 bin 600 top! Sonuç belli...

Tabii 'savaş suçları'

Yıllar ilerledikçe çoğalarak bahsi geçiyor. Sürekli olarak Kızılordu’yu ve bizzat Stalin’i suça bulaştırmaya çabalayan “keşifler ve icatlar”la karşılaşıyoruz. Örneğin Almanya’da emperyalizmin sol maskeli işbirlikçilerinin Sovyet anıtlarına “Stalin Kurbanları”na adanmış köşeler sıkıştırma çabalarına şahit oluyoruz.

Bizimse yeni buluşlara gereksinimimiz yok. Hitler’in ve savaş boyunca Nazilerin yönetici düzeydeki tüm kadrolarının savaş öncesinde işledikleri insanlığa karşı suçlar ve savaş boyunca bulaştıkları savaş suçları sıradağlar gibi duruyor tarih sayfalarında. Bunların tartışılacak yeri yok ama... Ya savaşın kaderinin belli olmaya başladığı andan itibaren daha milyonlarca cana mal olacak umarsız askeri çatışmalar? Hitler ve NSDAP’nın kurmaylarının emirlerine uymakta tereddüt etmeyen, salt çarpışmalara değil, aynı zamanda geri çekilme sırasında arkada kalacak kent, kasaba ve köylerin yakılıp yıkılmasına, sivillerin öldürülmesinin devamına komuta eden yüksek rütbeli subaylar?.. Bunların tümü -bence- savaş suçlusudur!

Sadece onlar da değil. Ya utkan müttefikler? Anlaşılan galiplerden hesap sorulamayacağına güvendiler. Nitekim, yukarıda iki Alman kentine yapılan hava saldırılarına değinmiştik. Ya savaşın sonu gelmişken, Japonlar beyaz bayrak çekmek üzereyken 6 ve 9 Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan iki atom bombası? General Eisenhower sonradan itiraf etmedi mi, Truman’a Japonların teslim olmaya hazırlandıklarını söylediğini, o saldırıyı yapmamasını tavsiye ettiğini? Ama 16 Haziran’da karar kesinleşmişmiş. Truman’ı vazgeçirmek de mümkün olmamış. 

Yoksa o iki atom bombası Japonya’yı dize getirmekten çok Sovyetler Birliği’ni tehdit etmek ve Asya’da sınırlamak için atılmış olmaya? Nitekim, Truman notlarına eklemiş, “Japonların Rusya saldırmadan pes edeceğine inanıyorum.” (!)

Her iki kentte katledilen 120 bin insanla sınırlı kalmayan (Japon hükümeti, kısa süre sonrasında meydana gelen ölümlerle birlikte toplam 280 bin sayısını vermiş), etkileri nesiller boyu devam edeceği baştan bilinen bu saldırılar savaş suçu değil midir?

Son birkaç noktaya daha parmak basmadan bitiremeyeceğim…

Zafer Sovyet halkınındır 

Sadece birkaç noktasına değinmekle yetinmek zorunda olduğumuz bu savaş boyunca gelişmelere salt askersel çatışmalar açıdan bakarsak çok önemli bir yanı atlamış oluruz. Sovyetler Birliği savaşın başında, sosyalizm kuruculuğunun zorluklarını yenmekle uğraşan, ekonomisini büyütmek, endüstrisini geliştirmek, elektrifikasyonu tamamlamak, ülkeyi demiryollarıyla örmek gibi hedefler için henüz çabalamakta olan bir ülke konumundaydı. Birdenbire o dönemin en gelişkin endüstrilerinden birinden beslenen devasa bir savaş ve ölüm makinesi dikildi karşısına.

Ve Sovyet halkları işte burada, komünistlerin öncülüğünde bir mucizeye imza attılar: Savaşın alevleri içinde elbirliğiyle endüstri merkezlerini düşmanın ulaşamayacağı yerlere taşıdılar. Sil baştan kurdular. Hitler’in küçümsediği Sovyetler’de, savaşın yıkıntıları arasında, kısa zaman içinde planlı ekonomiyle endüstriye çağ atlatıldı. Almanların silahlarıyla boy ölçüşecek silahlar geliştirildi. Alman tanklarının başa çıkamayacağı tanklar ve zırhlı araçlar yapıldı. Koca bir uçak filosu yaratıldı. Üniformasından palaskasına, matarasına milyonlarca askeri yaz ve kış giydirip kuşatacak, günbegün besleyecek bir düzen kuruldu. Yani, savaşın yükünü tek başına Kızılordu ve direniş hareketinin silahlı güçleri taşımadı. Sovyet halkı topyekûn savaşın “askeri” oldu. Zafer aynı zamanda o insanların omuzları üstünde yükseldi.

Zafer tüm dünyada komünistlerin ve anti-faşistlerindir

Ve asla unutulmamalı: Başından itibaren Sovyetlerin Alman ordusuyla savaşından bahsettik. Aslen sadece Almanlara ve müttefiklerine karşı savaşılmamaktaydı. Mücadele dünya çapında faşizme karşıydı. Sovyetler Birliği, onun safında tüm dünyadaki komünistler, işgal altındaki ülkelerde onların öncülüğündeki direniş hareketleri (Fransa ve İtalya’dan bahsetmiştik, Balkanlar’da Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan’daki partizanları anmazsak haksızlık etmiş oluruz. Ya da gerek kendi ülkelerinde, gerekse Kızılordu saflarında mücadeleyi sürdüren Alman komünistlerini ve anti-faşistleri)… Tümü bu savaşın ön sıralarında dövüştüler. Dövüşürken en başta Sovyetler Birliği’nden, Bolşeviklerden güç aldılar. Maddi destek bir yana dursun, asıl moral desteği onları ayakta tuttu. 

Nazizm’in yenilişinde asıl belirleyici güç nedir?

Normandiya Çıkartması’ndan bahisle “küçümsenemez” demiştim. Doğruydu. Ama her şey göreceli. Kısaca değinip geçtiğim sayıları lütfen karşılaştırın. Söz konusu coğrafyalardaki mesafeleri düşünün. 2. Dünya Savaşı’nın en acımasız muharebelerinin nerede olduğu, Nazi Almanyası’nı asıl hangi ordunun törpülediği, zımparaladığı, sonunda da inine geri sürüp orada boğduğu sorularına kendiniz yanıt verin.

(CEMİL FUAT HENDEK-SOL/ÖZEL)



Ülkeyi teslim alması için gönderilen bir ABD memuru: Kemal Derviş - Orhan Gökdemir / soL-Özel

 Amerikan sömürge valisi o, gönderdiler, geldi, halkın soyulmasında yol gösterici oldu, çaldı ve gitti. Hizmet ettiği efendileri yine yerli yerinde, işbirlikçileri iktidarda.



20 Mart 2003’te Amerikan ve İngiliz işgal orduları Irak’a girdi. İşgal Irak’ta, savaş ise Ankara’da başlamıştı. 25 Şubat 2003’te TBMM’ye sunulan “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin “Başbakanlık Tezkeresi”nin reddedilmesi, Ankara’nın son direnişiydi. AKP ve başının bütün ısrarına rağmen tezkere reddedilmişti. Cevabı Süleymaniye’de verildi. 4 Temmuz 2003’te TSK’nın başına geçirilen çuvalla Ankara düştü ve ABD doğum gününde Ankara savaşını kazandı.

Bugün ölen Kemal Derviş, o yıllara kadar süren savaşın ekonomi cephesinde ülkeyi teslim alması için gönderilen ABD memurlarının başıydı.

Haliyle Süleymaniye’de kaybedilen o son savaşın, son iki yüzyılda kazanılmış tek savaşın sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelmesi şaşırtıcı değildi. Kurtuluş Savaşı ile kazanılan kaleler 4 Temmuz’dan sonra bir bir düştü. Cumhuriyet yıkıldı, laiklik cami avlusuna terk edildi. “Neo Osmanlı” dönemi için kapı aralanmıştı.

AKP iktidarı kaybedilmiş o savaşın sonucudur. Kartlar ABD eliyle yeniden dağıtılmıştır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu gitmiş, yerine Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve Orgeneral Hilmi Özkök gelmiştir. Bütün bunlar 2001 Türkiye ekonomik krizi ile mümkün oldu, demek ki, darbenin içinde bir ekonomik kriz vardır.

Kriz, görünüşe göre Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasındaki tartışmayla patlak vermişti. 21 Şubat 2001 tarihli toplantıda, Sezer’in Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatmasından hemen sonra İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda yüzde 18,1 oranında düşüş yaşandı, gecelik faizler yüzde 7500’e kadar yükseldi. Daha sonra “dalgalı kur” sistemine geçilmesi yönünde karar alındı. Ankara, böylece, bütün savaşma kabiliyetini kaybetti.

Kemal Derviş’in alan düzleme faaliyetleri

Ülke 2001 krizine doğru yuvarlanıyordu. İçinde DSP ve MHP’nin bulunduğu koalisyon hükümeti, siyasi geleceğini IMF kontrolündeki ekonomik programın başarısına bağlamıştı. Kemal Derviş işte bu şartlarda, programı yürütsün diye Türkiye’ye gönderilmiş ve Bakan tayin edilmişti. İşini yapmak yerine bir parçası ve bakanı olduğu hükümeti erken seçime zorlamayı iş edindi. “Belirsizliğin azalması için seçim tarihinin belli olması gerekir”, öyle diyordu. Aynı tarihte şu açıklamayı yapıyordu: “Makro dengeler oturdu. Çark dönmeye başladı. Üretim kımıldıyor. Enflasyon, faizler düşüyor. Tarım iyi bu sene. Turizm iyi gidecek...” Derviş, ABD ile dirsek teması içinde yeni bir siyasi senaryonun sahneye konulması için zemin hazırlıyordu. Senaryo AKP’yi iktidar yapmak içindi.

Bülent Ecevit, yapmaya zorlandığı şeyin AKP’yi iktidara taşıyacağının farkındaydı, bütün gücüyle direndi. Ancak partisi içindeki Kemal Derviş, İsmail Cem, Hüsamettin Özkan triumvirasına direnemedi. Hükümet ortağı MHP, her zamanki rolüne uygun olarak planın işlemesinde en önemli ayak oldu. Ecevit tasfiye edilecekti.

Şimdi unutuldu, Ecevit hükümetinin devrilmesinin en ateşli savunucularından biri şimdi Yeşil Sol adayı Hasan Cemal’di. Daha Ecevit Hükümeti ayaktayken, Anadolu yollarına düşmüş, DSP’nin başına Hüsamettin Özkan gelsin diye halkı ikna çalışmasına başlamıştı. Ardından büyük basın ve sermayenin, yüksek komutanların ağır baskısı geldi. Ayak direyen Ecevit hastanede rehin tutuldu, yerine gıyabında tayin yapıldı. Ecevit gidecek, yerine kim gelirse gelsin Irak’ın müdahalesinde Türkiye’nin ABD’nin yanında yer almasını sağlayacaktı.

Ecevit son bir hamle yapıp Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun görev süresini 1 yıl uzatmaya yeltendi, gücü yetmedi. Kıvrıkoğlu emekli oldu. Genelkurmay Başkanlığı’na Orgeneral Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman, Jandarma Genel Komutanlığı’na da Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Org. Şener Eruygur getirildi. Kara Kuvvetleri Komutanı olmayı bekleyen Orgeneral Edip Başer emekliye sevk edildi. İddiaya göre Aytaç Yalman’ın tercih edilmesinde Irak ve Suriye konusunda uzmanlığı etkili olmuştu. Irak’ın işgaline evet diyecek bir Genelkurmay Başkanı ve bu kararı uygulayacak bir Kara Kuvvetleri Komutanı bulmuşlardı. Sıra son vuruşu yapmaya gelmişti.

TBMM 29 Temmuz 2002’de olağanüstü toplandı. 31 Temmuz’da, erken seçimlerin 3 Kasım 2002 de yapılması kararı alındı. 3 Ağustos’ta AB uyum yasaları gereği idam cezasını kaldıran yasa görüşüldü ve kabul edildi. MHP ve AKP ret oyu kullandı. Derviş 21 Temmuz’da ani bir kararla ABD’ye gitti, başındaki lekeleri tedavi ettirecekti. Derviş’ten 10 gün boyunca haber alınamadı. Başbakanın telefonlarına da çıkmamıştı.  Sonra nedense döndü, 10 Ağustos’a hükümetten istifa etti. Özkan-Derviş ikilisinin kurduğu Yeni Türkiye Partisi’ne (YTP) katılması beklenirken, umulmadık bir hareketle CHP’ye katıldı. Böylece YTP de daha doğmadan Derviş tarafından tasfiye edilmiş oldu. Erken seçim kararının alınmasında, DSP’nin bölünmesinde, Ecevit’in indirilmesinde, YTP’nin tasfiyesinde, ekonominin düzlenmesinde hep Kemal Derviş vardı.

Alan düzlenmişti. 3 Kasım’a doğru yapılan kamuoyu yoklamaları barajı geçecek sadece iki parti olduğunu gösteriyordu; biri Derviş’in seçimi CHP, diğeri Tayyip Erdoğan’ın lideri olduğu AKP’ydi.

1 Mart’tan Suriye’nin işgaline

Hilmi Özkök 3 Kasım seçimlerinden 1 gün sonra ABD’ye gitti. Plan işliyordu. Hükümet 28 Kasım’da güvenoyu aldı. 3 Aralık’ta Wolfowitz ve Grossman hükümetin kapısındaydı, aceleleri vardı. İki ABD’li, Başbakan Gül, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le görüştü. Görüşmeden sonra Yakış, Irak’ın işgaline hazır olduklarını açıkladı. O kadar hazırlıksız bir açıklamaydı ki, birkaç saat sonra başında bulunduğu bakanlık tarafından tekzip edildi.

Yine de 1 Mart tezkeresi oyunu bozdu, bütün hazırlıklar boşa çıkmıştı. ABD, TSK içinde birilerinin direndiği kanısındaydı, 4 Temmuz’da Süleymaniye’de TSK’nın başına çuval geçirilmesi olayı bunun karşılığıdır.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 23 Mart’ta İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığı’nda konferanstaydı. Kurtuluş Savaşı ile kazanılan kalelerden biri daha düşerken, 27 Mart’ta, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu Suriye sınırında incelemelerde bulunuyordu. Irak’ın işgalinde direnen ordu, Suriye’ye müdahalede ikna olmuş vaziyetteydi; çuvalın sonucudur.

Bir kompradorun portresi

Kemal Derviş 1949’da doğdu. Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın 7. kuşaktan torunu. İngiltere'de Londra Ekonomi Okulu’ndan ekonomi alanında lisans ve lisansüstü derecelerini aldıktan sonra ABD'nin Princeton Üniversitesi’nde doktorasını yaptı. 1973-77 yılları arasında ODTÜ ve Princeton Üniversitesi’nde ekonomi alanında ders verdikten sonra, 1977'de Dünya Bankası’na girdi. Bu kurumda 1996 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan sorumlu başkan yardımcılığına yükseldi. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Başkanlığı görevinde bulundu.

Kasım 2000 ve Şubat 2001'de yaşanan iki mali krizin ardından Türkiye'ye davet edildi. 22 yıldır sürdürdüğü Dünya Bankası’ndaki görevinden ayrılarak Bülent Ecevit Hükümeti’nde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevini üstlendi. Hükümet adına Uluslararası Para Fonu (IMF) ile müzakereleri yürüttü. Bir "kurtarıcı" gibi sunuluyordu ama gerçekte milyonlarca insanın hayatını karartan politikaların mimarıydı. Ülkede insanların acılara ve yoksulluğu dayanıklı olduğunu fark etmişti, sonuna kadar zorlayacaktı. 2002 Ağustos ayında başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli ile görüş ayrılığına düşerek görevinden istifa etti. İsmail Cem, Zeki Eker ve Hüsamettin Özkan ile birlikte YTP'nin kuruluş çalışmalarına katıldı. Ancak bu partiye katılmayarak CHP'den milletvekili adayı oldu, seçildi. 2005’te milletvekilliğinden istifa ederek Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) başkanlığı görevine geçti. 2009 yılında bu görevinden ayrılarak ABD'nin dış politikaları üzerinde etkili bir kuruluş olan Brookings Enstitüsü'nün Başkan Yardımcılığı ve Sabancı Üniversitesi Uluslararası Danışma Kurulu Üyeliği görevlerini yürüttü.

Krizi sermaye lehine çevirme planı

Kemal Derviş 2001 krizinde DSP-MHP hükümeti tarafından Türkiye'ye çağrıldıktan sonra Dünya Bankası'ndaki görevini bırakıp ülkeye dönmüş ve "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" adı verilen ekonomi politikalarının mimarı olmuştu. Tipik bir IMF reçetesi olan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, bankalar ve mali sermaye çevrelerini fazlasıyla mutlu ederken, milyonlarca emekçi için daha da büyük bir yoksullaşma, işsizlik ve umutsuzluk anlamına geliyordu. 2001 krizi sonrasında uygulamaya konulan bu politikaların da etkisiyle Türkiye AKP iktidarları dönemine yelken açmış, umutsuz yığınlar çareyi AKP'de aramışlardı.

Birlikleri tasfiye ederek Türk tarımını yok edecek şekilde tohum, gübre, ilaç zincirini kopartan; çiftçiyi destekleyen yasaları ortadan kaldırarak ve Ziraat Bankası'nın çiftçiye destek vermesini engelleyerek çiftçinin finansman sıkıntısı içine girip traktörünün, tarlasının, ineğinin icradan satılmasına yol açan; ürettiği ürününü tefeci tüccarın kucağına düşmeden satın alınmasını sağlayan Toprak Mahsulleri Ofisi’ni kapatan yasaları çıkartan Kemal Derviş'ti.

Çiftçiyi üretimden koparacak yasalarla birlikte, son 18 yılda 7 milyon köylünün köyünü terk etmek zorunda kalıp, büyük şehirlere ucuz iş gücü olarak göçmesinin ve milyonlarca metrekare ekilebilir tarım arazisinin kaybedilmesine yol açan yasaların da müsebbibi Kemal Derviş'ti. Ekonomik programı krizi bir avuç para babası için fırsata çevirmişti. AKP’nin devraldığı ve sınırsız-sorumsuz bir şekilde yürüttüğü ekonominin temelini o attı. Ülkedeki bütün yoksulluğun ve eşitsizliğin müsebbibi oydu.

Derviş öldü yaşasın yeni Dervişler

soL yazarı Turgay Develi onun geçmiş maceralarını şöyle anlatıyor:

“Kemal Derviş'in 1978 yılında Dünya Bankası'nda birlikte çalıştığı Shelma Robinson ile birlikte yazdığı 306 sayfalık 'Foreign Exchange Gap, Growth and Industrial Strategy in Turkey' (Türkiye'de Ödemeler Dengesi Açığı, Büyüme ve Sanayi Stratejisi) başlıklı rapor, planlı kalkınma temelli ithal ikameci modelin terk edilerek dışa açılma ve ticaretin serbestleştirilmesi yaklaşımının benimsenmesine dayanıyordu.

O dönemde Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) bu raporun uygulanmasına karşı çıktı. DPT raporu reddedince, zamanın Bülent Ecevit Başkanlığındaki (CHP) Hükümeti de öngörülen modeli benimsemedi. Rapor daha sonra Demirel'in Başbakanlığında, müsteşarı Turgut Özal eliyle uygulamaya konuldu. Kitlesel tepkiler sonucu tam olarak uygulanmasa da 12 Eylül darbesinin ardından sonunda tam anlamıyla hayata geçirildi.

Dolaylı etkisinin yanı sıra Kemal Derviş, 13 Mart 2001 yılında Türkiye'ye gelip 2002 Ağustos'unda istifa edinceye kadar 17 ay ekonominin tek sorumlusu olarak Başbakan Yardımcılığı görevinde de bulundu. O dönem karşılıklı imalarla gündeme gelen Bahçeli-Derviş-Öztrak ilişkisini de atlamamak lazım.

Bahçeli'nin, ortağı olduğu hükümeti erken seçime sürüklemesi bazen basında alenen, bazen de perde arkalarında hep tartışılıp hiç 'anlamlandırılamasa' da, dönemin Hazine Müsteşarı, şimdinin CHP'sinde ekonomiden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Faik Öztrak'ın Bahçeli ile ilgili, 'Sayın Bahçeli, kendisini Sayın Derviş'in kabineye dışarıdan bakan atanmasını kabul etme ve yine kendisini bu süreçte kendi Bakan arkadaşlarını dahi feda etme noktasına getiren ilişkinin ne olduğunu kamuoyuna açıklama borcu altına girmiştir.' diye konuşmuştu. Bu yenilir yutulur bir laf değildi, ama Bahçeli susmuştu.

Sayın Öztrak'ı bu şekilde konuşturan ise, Devlet Bahçeli'nin, Faik Öztrak ile Kemal Derviş arasında özel bir bağ olduğunu ileri süren şu sözleri olmuştu: 'Faik Öztrak, Kemal Derviş ile ilişkisini kamuoyuyla paylaşırsa iyi olur'.

Kimin kiminle örtülü ne ilişkisi var ve bu bilinirse ne olur hâlâ bilmiyoruz ama bugün aradan 20 yıl geçtiği halde bu üçlünün hâlâ Türkiye'nin kaderini belirleyen bir konumda yer alıyor olması da sanırım bizim 'alın/kara yazımız'.”

Develi’ye göre, iktidarın sürdürdüğü ekonomi politikalarının yaratıcısı Derviş'in felsefesi, aynı zamanda CHP'nin de mevcut yönetiminin ekonomiye ilişkin politika perspektifinin sınırlarını çiziyor. CHP yönetiminin ekonomi politikalarında Derviş'in çizgisinden milim sapma yok. Sunulan metinler, hazırlanan raporlar, yapılan açıklamalar neoliberal ekonomi teorisinin çizdiği çerçevenin dışına taşmıyor, taşamıyor. Diğer birçok yazılı metin gibi, kurultayda duyurulan “İkinci Yüzyıl Beyannamesi” veya “İktidar Perspektifi” açıklamaları bunun açık birer kanıtı.

Amerikancılığı Koç tescilli

2001… Rahmi Koç, Kemal Derviş'in ABD'nin ve IMF'nin istediği, Türkiye'yi yabancı tekellere ve yerli işbirlikçilerine peşkeş çeken düzenlemeleri yapmak için ABD tarafından memur kılındığını açık ediyor. Koç, Amerikan Maliye Bakanı'nın “Devamlı para veriyoruz, siz parayı çarçur ediyorsunuz” sözlerini hatırlatarak “O bakımdan bu defa daha da ciddi. Kaldı ki artık Türkiye'nin sırtı duvara gelmiştir” diyor. Koç, siyasilerin değişmesi gerektiğine işaret eden bir örnek vererek, başta değişmesi gereken insanlar varken değişim yasalarının çıkarılamayacağını savunuyor. Yani o da “Ecevit gitsin”cilerden biri. Koç, Kemal Derviş'in tam da bu nedenle IMF'nin istediği, halk karşıtı yasaları çıkarmak için gönderildiğini belirterek sözlerini şöyle sürüyor: “Bakın Türk Telekom'u, THY'yi yapmayacaklardı, bankalar kanununu da çıkarmayacaklardı. Ama IMF dedi ki; bunlar bunlar çıkacaktır. Kemal Derviş diye bir arkadaşı gönderdiler buraya ve çatır çatır çıkıyor, isteseler de istemeseler de, çünkü arkasında para var.

Türkiye’de doğup doğmamasının hiçbir önemi yok. Amerikan sömürge valisi o, gönderdiler, geldi, halkın soyulmasında yol gösterici oldu, çaldı ve gitti. Hizmet ettiği efendileri yine yerli yerinde, işbirlikçileri iktidarda. Onlar düşerse muhalefetteki badem bıyıklı klonları görev bekliyor. Kemal Derviş öldü yaşasın Kemal Derviş!

Orhan Gökdemir / soL-Özel

8 Mayıs 2023 Pazartesi

Britanya Kraliyeti adaletsizliğin sembolü + Emeğin büyüyen öfkesinden kork (BİRGÜN)

 Britanya Kraliyeti adaletsizliğin sembolü (Farrah KOUTTEINEH-BİRGÜN/Çeviri)

Taç giyme töreni esnasında monarşi karşıtları sokağa çıkarak"Benim kralım değil"sloganları attı. (Fotoğraf: AA)

Birleşik Krallık’ta yaşanan yaşam maliyeti krizi, milyonlarca insanın gıdaya ve barınmaya erişimini zorlaştırdı. Bu esnada kralın taç giyme töreni düzenlendi. Toplam maliyetin 250 milyon sterlin olduğu söylenen bu tören, kraliyet ailesinin temsil ettiği her şeyi özetler nitelikte: Ayrıcalık, yolsuzluk ve gelir adaletsizliği.

Birleşik Krallık’ın dört bir yanına, üzerinde Kral Charles’ın portresi basılı Birleşik Krallık bayrakları asıldı. Tüm süpermarketlerde de bayrak reyonları kurulmuş. İnsanlar birbirlerini “Kral’a bağlılık yemini etmeye” çağırıyorlar. Adeta bir kâbus yaşıyoruz. Birleşik Krallık topraklarında büyürken, küçük yaştan itibaren kraliyet ailesine itaat etmesi gereken tebaasına mensup olduğunuz size adeta bilinçaltı düzeyinde hissettiriliyor. Ailenin sürdüğü lüks yaşamı sorgulamamanız ve vergileriniz ile finanse edilmesini de doğal karşılamanız bekleniyor. Kraliyet ailesi mensuplarından biri evlenince ya da doğum yapınca okulda partiler düzenleniyor. Tüm gazete ve dergilerde bir anda kraliyet ailesi mensuplarını görmeye başlıyorsunuz. Sabah programlarında “uygun fiyata” onlar gibi giyinmenin ipuçları veriliyor.

BİRİLERİ KEMER SIKARKEN BİRİLERİ ŞATAFAT İÇİNDE

Kraliyet ailesi, vergisini ödeyen sıradan vatandaşa “siyaseten etkisiz” fakat turizm açısından faydalı bir olgu gibi gösteriliyor. Fakat gerçekler pek böyle değil. Gerçekte aile, kendi çıkarı için hükümete lobi yapmaktan çekinmiyor ve ülkenin turizm gelirine katkısı yüzde birden de az. Vergi cennetlerine para kaçırıyorlar, ülkedeki gelir adaletsizliği ve süregelen yoksulluğun baş temsilcisi rolünü üstleniyorlar.

Kral III. Charles’ın taç giyme töreninin yaklaşık maliyetinin 250 milyon sterlin olduğu tahmin ediliyor. Geçtiğimiz sene yapılan kraliyet harcamaları hâlihazırda tarihin en yüksek seviyesindeydi. Kraliçe’nin hükümdarlığının 70’inci yılı için düzenlenen törenlere 28 milyon sterlin, cenazesine 10 milyon sterlin, diğer senelik giderlere ise 100 milyon sterlin harcanmıştı. Kraliçe Elizabeth döneminin son bulup, Kral Charles dönemine geçilmesinin vergi mükelleflerine toplam maliyetinin 6 milyar sterlin olacağı öngörülüyor.

Bir yandan bunca israf yapılırken, diğer yandan ülkedeki yaşam maliyetlerinin artması ve Muhafazakârların peşi sıra yürürlüğe koyduğu kemer sıkma politikaları milyonlarca insanı yoksulluğa sürüklüyor ve ülkenin yarım yüzyıldır gördüğü en kötü enflasyon dalgası devam ediyor. Seçimle değil, miras yoluyla sürdürülen iktidarları için harcadıkları kamu kaynakları akıl almaz boyutta ve aynı esnada ülkedeki 14 milyon insan beslenmeye para ayıramaz durumda. Yoksulluk sınırı altında yaşayan çocuk sayısı bir senede iki katına çıkarak dört milyon düzeyini aştı ve ülkede faaliyet yürüten 2 bin 500 gıda bankası, evlerini ısıtmaya parası yetmeyenler için 13 bin ortak “sıcak ev” var.

Buckingham Sarayı’nın kısa süre önce restore edildiğini de unutmayalım. Bunun maliyeti de 369 milyon sterlin oldu. Sarayın 775 odası genellikle boş duruyor. Bu esnada ülkede 271 bin evsiz var.

Kısa süre önce yayımlanan bir istatistiğe göre senede 90 bin kişi, yoksulluk kaynaklı ölümler neticesinde hayatını kaybediyor. Yani saatte ortalama 10 kişi…

Ülkenin toplam turizm geliri senelik 131 milyar sterlin dolaylarında. Kraliyet ailesinin bu gelire katkısı ise yalnızca 48 milyon sterlin. Fakat kraliyet yanlılarının başlıca savunması halen “turizm gelirleri” olmaya devam ediyor. Kraliyet ailesinin, bilhassa Kral Charles’ın adı, sayısız yolsuzluk skandalına karıştı. Charles’ın bireysel servetinin 1,8 milyar sterlin olduğu düşünülüyor. Annesi öldüğünde kendisine “vergisiz” şekilde miras kalan 15,2 milyarın yanında tabii devede kulak kalıyor. Bu rakamlar yalnızca birer tahmin niteliğinde çünkü kraliyet arşivleri halktan gizli tutuluyor. Aile hakkında veriler bilgi edinme kanunu kapsamı dışında tutuluyor ve ailenin serveti bu sayede gizli tutuluyor.

Kraliçe Elizabeth’in 1992 yılında yaptığı meşhur bir konuşmada, “Kraliyet dahil hiçbir kurum, kendilerine sadakat ve destek bahşedenlerden sır saklama hakkına sahip değildir” ifadeleri yer alıyordu. Bizzat Kraliçe, İngiliz hükümetine lobi yaparak kişisel servetini gizleyecek yasaların yürürlüğe konmasını sağladığında, bu ifadelere dair derin çelişki herkese malum olduğu. Tüm kurumlara uygulanması gereken şeffaflık kurallarını savunuyor, pratikte ise tersini yapıyordu.

Kral Charles annesinin 15,2 milyar sterlin değerindeki varlıklarının yanında, siyasi çizgileri aşma ve kişisel çıkarları için hükümetlere lobi yapma gücünü de miras aldı. “Kara Örümcek Belgeleri” denen bazı belgeler, Prens olduğu dönemde şahsi mektuplar ve birebir toplantılar vasıtasıyla bakanlara lobi yaptığını ortaya çıkardı.

Tony Blair’e kişisel mektuplar yazarak hükümetin savunma harcamalarını artırmasını talep etmiş, Irak’ı istila eden İngiliz birliklerine daha fazla silah sağlanmasını istemişti. 2017’de patlak veren Cennet Belgeleri skandalında da adı geçiyordu. İlerici iklim politikalarına karşı faaliyet yürüten denizaşırı bir şirkete Charles’ın bizzat yatırım yaptığı ortaya çıkmıştı. Aynı belgelerde Kraliçe’nin de Cayman Adaları ve Bermuda gibi vergi cennetlerine milyonlarca sterlin kaçırdığı ortaya çıkmıştı. Son patlak veren skandallardan biri ise “Onur için Nakit” adıyla kayıtlara geçti. Charles’ın kurduğu hayır kurumunun Komutan, Subay ya da Üye gibi imparatorluk nişanları için üçüncü kişilerden büyük miktarda bağış aldığı öne sürüldü.

HALKTAN ÇALDIKLARINI HALKA GERİ VERME VAKTİ

Eski parlamento üyesi Tony Benn’in şu sözlerini hatırlamamak mümkün değil: “Kalıtsal monarşiyi savunmak, toplumumuzu zehirleyen imtiyaz ve himaye kültürünü sürdürmekten başka bir işe yaramıyor. Kraliyetin ülkeyi yönetenler tarafından önemli görülmesinin sebebi tam olarak bu.” İngiliz Kraliyeti gibi sınıfsal ayrımları sürdürmeye dayanan kurumlar, hak edilmemiş imtiyazların ve İngiliz toplumunun kılcal damarlarına nüfuz eden eşitsizliğin bariz birer sembolü.

Taç giyme törenine ayrılan 250 milyon sterlinin hiçbir sterlini bu amaç için harcanmamalı. Kamu kaynaklarına ait hiçbir sterlin, ülkenin emekçilerini ezmesiyle ve dünya halklarını kolonileştirip sömürmesi ile nam salmış bu seçilmemiş, kalıtsal ve elitist hanedanlık için harcanmamalı. Vergi mükelleflerinin parası, vergi mükellefleri için harcamaları; hele ki ihtiyaçlar kapıya dayandığında. Özel mülklere ve denizaşırı vergi cennetlerine gizlenmiş servet, kraliyet ailesinin talan ettiği halklara ve ülkelere tazminat olarak geri ödenmeli.

İngiliz kolonicilerin 1905 yılında Güney Afrika’dan çaldığı ve dünyanın en büyük elması olan Cullinan Elması, taç giyme töreni esnasında Charles’ın asasına takılıydı. Elması iade etmek, iyi bir başlangıç olabilir.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: The New Arab

                                                                /././

Emeğin büyüyen öfkesinden kork (Umut Can FIRTINA-BİRGÜN)


İngiltere’deki yerel seçimlerde Muhafazakârlar büyük kayıp yaşarken İşçi Partisi yüzü gülen taraf oldu. UNITE sendikasından Dubbins’e göre emeğinin hakkını alamayan halkın aylardır yükselen öfkesi sandığa yansıdı.

Yüksek enflasyon, düşük ücret ve hükümetin emek düşmanı politikalarına karşı aylardır süren protestolara sahne olan İngiltere’de yerel seçimler düzenlendi. 230 yerel yönetimin meclislerindeki koltuklara oturacak 8 bin ismi belirlemek için halk perşembe günü sandık başına gitti. İktidardaki Muhafazakâr Parti bine yakın koltuk kaybederken, ana muhalefet İşçi Partisi’nin yüzü, kazandığı 600’den fazla koltukla güldü. Liberal Demokratlar ve Yeşil Parti ise seçimden memnun ayrılan taraflardan oldu.

SOKAĞIN SESİ SANDIKTA

İngiltere’nin en büyük işçi sendikası olan UNITE’nin Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Simon Dubbins’e göre ülkede iktidara yönelik yükselen öfke sandıkta kendini gösterdi. Ancak iktidar bundan ders çıkaracak gibi gözükmüyor. İşçi Partisi ise konfor alanını terk etmeli.

Muhafazakâr Parti’nin yerel seçimlerde büyük kan kaybettiğini belirten Dubbins’e göre İşçi Partisi ise seçimin büyük kazananı. Geniş grev dalgası ve kitlesel protestolardan da anlaşılacağı üzere, ülkede hükümete yönelik yaygın öfkenin, halkın yönetimdeki partiye karşı oy kullanmasında kilit rolü oynadığını belirten Dubbins, şunları söylüyor: “Hükümete sadece beceriksiz gözüyle bakılmıyor; aynı zamanda hemşireler, kamu emekçileri, öğretmenler gibi pandemide kendinden çok fazla feragat edenlere karşı ilgisiz de gözüküyor. Halk, hükümetin zenginleri gözeten, halkın çoğunun maaşlarında kesinti yapan, hayat standartlarını düşüren bir milyarder tarafından yönetildiğini görüyor. Bu duruma yönelik öfke, ufukta bu zorlukların sonunun gözükmemesi ve herhangi bir gelişme olmaması, halkı Muhafazakârlara karşı oy kullanmaya yöneltti. Bu toplumdaki memnuniyetsizliğin bir yansımasıydı.”

Halkın Muhafazakâr Parti hükümetinin ne olduğunu görmesi ve ona karşı oy vermesini memnuniyetle karşıladığını belirten Dubbins, “Bu ayrıca bize, mücadelemizde kesinlikle doğru yolda olduğumuzu ve vermek istediğimiz mesajın halk arasında yayıldığını gösteriyor: Örgütlenerek işlerimizi ve yaşam standartlarımızı korumamız gerek. Sandıkta başka bir mesaj daha verildi: İnsanlar artık kendilerine önem veren bir hükümet istiyor. İşçi Partisi’nin bu durumu anlayarak korkak olmayı bırakıp grevler ile protestolara açıkça desteğini göstermesi gerek. Umarım bu seçim İşçi Partisi’nin daha cesur olmasına ve daha ilerici bir siyasi ajanda kurmasına sebep olur.”

                                                               Simon Dubbins

DAHA DA ÇİRKİNLEŞECEK

Seçim sonuçlarının, hükümetin ekonomik ve sosyal politikalar konusundaki yaklaşımını hiç yumuşatmayacağını kaydeden Dubbins şöyle devam ediyor: “Göstermelik bir iki adım atıp bunları büyük ve ciddi girişimler olarak gösterecekler. Ancak ortada elle tutulur, anlamlı bir şey olmayacak. Thatcher politikaları ve dogması Muhafazakâr Parti’nin en derinlerine işlemiş durumda. Harcamalarda kesinti yapmaktan, özelleştirmelerden, liberalleşmeden, zenginlere yönelik vergi kesintilerinden ve insanları daha azı için çalışmaya zorlayan cezalandırıcı önlemlerden başka perspektifleri yok.”

Hükümetin göçmen ve yabancı karşıtı çizgisinde de kesinlikle bir yumuşama olmayacağını ifade eden Dubbins, şunları söylüyor: “Aksine, daha kötü ve çirkin bir hale dönecek. Hükümet seçimlerde felaket bir sonuçla karşılaştı, anketlerin neredeyse yüzde 20 altında oy aldı. Ekonomiyi düzeltme veya işleri yoluna koyma gibi bir planları da yok. Ellerinde, bu sonuçların suçunu yabancılar ve göçmenler gibi başka bir şeye yüklemeyi ve bu şekilde oylarını artırmayı denemekten başka bir şey kalmadı. Alçakça bir yolla insanların korkularına ve güvensizliklerine oynayacaklar.”

İşçi Partisi’nin alternatif yaratma konusunda daha cesur olması gerektiğini vurgulayan Dubbins, şöyle devam ediyor: “Şu anda parti her şeyi oldukça güvenli ve dikkatli şekilde götürmeye, ‘radikal’ yerine ‘duyarlı’ gözükmeye çalışıyor. Bunun insanlara güven vereceğine inanıyor ve Muhafazakârların her şeyi eline yüzüne bulaştırmaya devam etmesini umuyor. Sadece Muhafazakârların işleri berbat ederek kaybetmesine bel bağlamak oldukça tehlikeli. Özellikle de hükümet giderek daha ulusalcı ve göçmen karşıtı olurken. Sadece kaybetmelerini ummayı göze alamayız.”

Aralık 2024’e kadar bir genel seçim olmayacağını hatırlatan Dubbins’e göre bu süreçte çok fazla şey olabilir. Dubbins sözlerini şöyle sürdürüyor: “Ülke oldukça istikrarsız ve ekonomi korkutucu bir durumda, yani ülkedeki kriz daha kötüye gidecek gibi. İşçi Partisi’nin tekrar iktidara gelme ihtimali oldukça yüksek, ancak halinden memnun olmamalılar. Halk farklı bir şey istiyor. Eğer başa geldikten sonra sadece Muhafazakârların daha yumuşak bir versiyonu haline gelirlerse, iktidarda pek fazla kalamazlar.”

“Sendikalar ve geniş işçi hareketleri, maaşlarını ve işlerini koruma mücadelesini sürdürmeli” diyen Dubbins sözlerine şöyle son veriyor: “Başlatılan emekçi hareketinin üzerine inşa etmeli. Önümüzde oldukça çetin mücadeleler olacak. Muhafazakârların daha fazla sağcılaşmasını, nefreti ve bölünmeyi körüklemesini durdurmak için örgütlenmemiz gerekecek.”

(Umut Can FIRTINA-BİRGÜN)