9 Mayıs 2023 Salı

Fatih Terim sabaha kadar kiminle toplantı yaptı? Şerafettin Tilki banka müdürünün ifadesini ele geçirdi + Bankacının İfadesi İlk Kez Halktv.com.tr’de... Soruşturma genişliyor: Üç kişi daha tutuklandı

 


Fatih Terim sabaha kadar kiminle toplantı yaptı? Şerafettin Tilki banka müdürünün ifadesini ele geçirdi (YENİÇAĞ)

Fatih Terim Fonu'nun kahramanı Seçil Erzan'ın ifadesini Şerafettin Tilki ele geçirdi. Şerafettin Tilki, Fatih Terim'in sabaha kadar kiminle toplantı yaptığını açıkladı.

Evet sevgili dostlar.
Direk konuya gireceğim.
Duyduğum iddialar bomba falan değil.
Füze hiç değil.
Kıyamet gibi.
Fatih Terim Fonu malumunuz. Eski Denizbank şube müdüresi Seçil Erzan, asrın vurgunu sonrası tutuklanmıştı.
İşte o müdüre hanım öyle bilgi vermiş ki; aklıma eski TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar geldi.
Bayraktar kurumdaki benzer vurgun için, “Herkes beni suçluyor. Ne yaptıysam bağlı olduğum kişilerin bilgisi dahilinde yaptım.” diyerek farklı adresleri işaret etmişti.
İşte Erzan da aynı yolu seçti. İfadesinde şöyle demiş: “Fatih Terim ile birlikte çalıştık. Defalarca evime hatta kalkıp yazlığıma kadar geldi. Ben suçlamaları kabul etmiyorum. Hesaplarım mal varlığım ortada. Buna rağmen bana suç isnat etmeye kalkılıyor ise Terim’e de yapılması kaçınılmaz. Zira yüksek kazanç getirisi olan fon çalışmasının her aşamasını beraber yürüttük.”

Erzan demek istiyor ki; ben sanıksam Terim de sanık olmalı!

Bu iddia Terim’in de kulağına gidiyor.

Panikleyen hoca yakın dostu Mehmet Ağar ile hemen bir araya geldi. Söz konusu durum masaya yatırıldı.

Olayın hukuki boyutları için üniversitelerin hukuk bölümlerinde görev yapan profesörler, emekli savcı, hakim ve bir çok avukatlarla bilgi alış verişinde bulunuldu.

Değerli dostlar. 90 milyon dolara yakın vurgun. Bunu kalkıp sadece bir banka müdiresine indirgemek komik.

Hani 1999 depremi sonrası yıkılan binalar. Giden canlar içimizi yakmıştı.

Kalkıp bir günah keçisi buldular: Veli Göçer..

Biraz da soyadına takılıp tüm olay fatura edilmişti ya.

Bu da onu misali; tutuklanan Erzan bakalım mahkeme duruşmasında daha neler neler açıklayacak .
Elbette fona isim babası yapılan Fatih Terim de.
Öyle ya, çıt yok.
Hocam ortalık yangın yeri.
10 milyon doları kaptırmışsın.
Bir çok futbolcuya önayak olduğun belirtiliyor.
Bir çok iddialar mevcut.
Şimdi açıkladığımız bambaşka.
Lütfedip açıklama yaparsanız, olduğu gibi yine buradan paylaşım yapacağım.

Parayı buldum

Tam 90 milyon dolara yakın buharlaşan para.
Kimi galericide diyor.
Kimi yurt dışına kaçırıldı iddiasında.
Akıbeti belirsiz.
Yıllarca bizler Terim’in, futbolcuların peşinde koştuk.
Bir haber için..
Şimdi sıra onlarda.
Ortaya balon attık ya.
Paranın yarini biliyoruz..
Şaka bir yana, adı geçen spor dünyası.
İş insanları.
Sanatçıların da olduğu ileri sürülüyor.
Para hırsının el frenini çekin.
Yoksa ilk virajda uçuruma gidersiniz Allah korusun!..

Şerafettin Tilki / Yeniçağ

                                                       /././

Bankacının İfadesi İlk Kez Halktv.com.tr’de... Soruşturma genişliyor: Üç kişi daha tutuklandı (Dinçer Gökçe / Halktv.com.tr)

Türkiye’nin günlerdir konuştuğu 46 yaşındaki bankacı Seçil Erzan’ın ifadesi ilk kez Halktv.com.tr’de. Erzan kimden ne kadar para aldığını anlattı. İfadeye göre, yüksek kazanç vaadi ile oluşturulan ‘Fatih Terim Fonu’na, Terim’in yanı sıra kızı Buse Terim, damadı Volkan Bahçekapılı da para kaptırdı. Ayrıca akşam saatlerinde soruşturma kapsamında 3 kişi daha tutuklandı.

Denizbank’ta şube müdürü olarak çalışan Seçil Erzan geçen 11 Nisan’da tutuklandı. 20 yılı aşkın bir süredir bankacı olarak çalışan Erzan’ın tutuklanmasının gerisinde ise, kamuoyunun bildiği birçok isimden yüklü miktarda para topladığı iddiası yer alıyor. ‘Fatih Terim Fonu’ adı ile gündeme gelen sistem, Erzan’ın ifadelerine bakılırsa bir tür saadet zinciri görünümünde. Aralarında, Fatih Terim, Arda Turan, Selçuk İnan, Emre Belözoğlu’nun da olduğu çok sayıda ismin yanı sıra iş insanı, mimar ve doktorlar da bu sisteme dâhil olmuş görünüyor.
Halktv.com.tr, gözlerin çevrildiği Seçil Erzan’ın, soruşturma savcısına verdiği 4 sayfalık ifadeye ulaştı. İfadenin detaylarına geçmeden önce Erzan, İstanbul’dan önce Çorlu’da şube müdürü olarak çalıştı. Erzan 2010’da Denizbank’ın Bahçeşehir Şube Müdürü oldu. Bu tarihten 15 ay sonra da bankanın Florya şubesinde müdür olarak çalışmaya başladı. Anılan şubeye atanması Erzan’ın da yaşamında bir dönüm noktası olmuş gibi görünüyor.

"2010’da borsada 1 milyon lira batırdım"

Erzan’ın ifadesine göre, 2010 yılında aldığı hisse senedi battı. Erzan anılan dönemde 1 milyon TL batırdı. Bir süre sonra, uğradığı zararı gidermek için yeniden bir hisse senedi aldı. Ancak bu kez da zarar etti ve uğradığı zarar katlandı. İkinci hamlenin de başarısız olması ise de, şimdilerde Türkiye’nin gündemine oturan ‘Fatih Terim Fonu’nun temellerinin atılmasına neden olmuş gibi görünüyor.

"Parayı aldığım gibi dağıttım"

“Uğradığım zarar büyüyünce yatırım vaadinde bulunarak para aldım. Geriye dönük zararları kapatmaya başladım” diyen Erzan’ın para aldığı isimlerden biri Bülent Ç…

Erzan, bu kişiye, “Bizim, çok özel müşterilerimize yaptığımız işlemler var. Bunları banka içerisinde yapmıyorum. Bankanın ayrı özel bir bölümü var. Sadece çok zengin müşterilerimizle yaptığımız işlemlerdir” dedi. Bülent Ç., hazırladığı 2 milyon 118 bin doları, eşi ve oğlu aracılığı ile Erzan’a ulaştırdı. Erzan ifadesinin devamında “Ben bu parayı alır almaz, 5 dakika dahi beklemeden, daha önce ödeme bekleyen bana güvenip daha önce para veren kişilere ödeme yaptım” dedi.

Sabah 07.00’de gelen mesaj: Bu fon duruyor mu?

Aldığı paralara karşı imzaladığı kâğıtlara bastığı ve kaşeyi kendisinin bastırdığını öne süren Erzan, “Volkan Bahçekapılı’yı tanıyor musunuz” yönündeki soruya şu yanıtı verdi:

“Kendisi Buse Terim’in eşi. Fatih Terim’in de damadı. Bir gün Volkan Bahçekapılı'yı telefonla aradım. ‘Çok kısa süreliğine yüksek getirisi olan bir fon var. Ama bu husus duyulmasın. Fatih Hocanın da bu fondan haberi var. Sen de girmek ister misin’ dedim. Volkan Bahçekapılı da bana ‘biliyorum. Buse’nin de var hatta’ dedi. Bir sabah, saat 07.00’de bana mesaj attı. ‘Bu fon hala duruyor mu? Emre Belözoğlu senden haber bekliyor’ dedi. Sonrasında ben Emre Belözoğlu’nu aradım. Konuyu çok kısa anlattım. Hem Volkan hem Emre bana nakit para bulup, Volkan’ın Levent’teki ofisinde teslim ettiler.”

2 gün içinde 3.3 milyon dolar

Erzan, Bahçekapılı ve Belözoğlu’nun iki gün içinde kendisine 3 milyon 292 bin doları elden teslim ettiklerini söyledi. Erzan, paraların tesliminin ise geçen mart ayında olduğunu söyledi.

Buse Terim’den 200 bin dolar

Erzan ifadesinin devamında “Fakat bu zamana kadar Volkan’a herhangi bir ödeme yapmadım. Buse Terim’den de 150-200 bin dolar aldım. Ondan da aldığım parayı ödemedim. Buse’nin Levent ofisinde elden teslim aldım” diye konuştu.

‘Arda’ya 5 koyup 10 alıyorsun’ dedim

Arda Turan’ın kendisine çok yardımcı olduğunu anlatan Erzan “Florya şube müdürü olduğum dönemde Galatasaraylı tüm futbolcuları tanıdım. Bir gün Arda Turan'ı aradım. Ve şubeye davet ettim. Kendisine ‘bir fon var. 5 koyup 10 alıyorsun. Ancak acil para gerekli’ dedim. Arda Turan bana çok yardımcı oldu. Yurtdışında para getirdi. Evini satıp bana para getirdi. Hatırladığım kadarıyla 6 milyon lirasını (6 milyon dolar olmalı. D. G.) almıştım. Ancak bu zamana kadar ödeme yaptım. Anaparayı ödedim. Vaat ettiğim fazladan parayı ödeyemedim” şeklinde konuştu.

Kimden ne kadar aldı?

Erzan, spor camiasının yanı sıra farklı mesleklerden birçok kişiden de para aldığına anlattı. Buna göre Erzan, Dermatolog Evrim Pınar Güzel’den 400-500 bin dolar aldı. Nuray Şengüler’den 12 milyon TL, Bozcaada’daki evinin mimarı İbrahim Kocabaldır’dan 140-150 bin dolar, Nurettin Gözaçan ile oğlu Uğur Gözaçan’dan 200-250 bin dolar, Melis Öztürk Şenel’den 160 bin dolar, soyadını belirtmediği Nazlı Can isimli bir kişiden 600 bin dolar aldı.

Zorla senet alan oldu

“Kendilerinden para aldığım çoğu insan anaparayı ödedim" diyen Erzan ifadesinin devamında dikkat çeken ayrıntılar anlattı: “Vaad ettiğim parayı alamadıkları için beni daha da sıkıştırdılar. Bu olay nedeni ile benden zorla senet alanlar oldu. Fakat çok para ödediğim insanlar oldu. Çok insan zengin ettiğim olmuştur.”

Borçtan kurtulmak isterken hata yaptım

İfadesinde çok pişman olduğunu, yaptıkları nedeniyle utandığını söyleyen Erzan, “Bir ailenin tek çocuğuydum. Hep varlık içinde büyüdüm. 2010’da aldığım o hisse senedi nedeniyle içine düştüğüm borç batağından kurtulmak için çok hatalar ettim. Geçen hafta yaşamıma son vermeyi düşündüm. Ama onu da beceremedim” dedi.

‘MASAK inceleme yapmalı’

Hukuki görüş almak üzere görüştüğümüz Avukat Hikmet Güngör “Bu tipik bir saadet zinciri. Yüksek kazanç elde etmek için paralar verilmiş” dedi.

Av. Güngör, bankanın bu aşamada bir sorumluluğunun olup olmadığına ise yargılama sonrası karar verilebileceğine işaret etti. Adının yazılmasını istemeyen bir avukat ise “MASAK’ın para veren kişilere yönelik bir inceleme yapması gerekir. Bu paraların kaynağına bakılmalı” diye konuştu.

                                         Candaş Gürol, Fatih Terim, Seçil Erzan

Bu arada, tutuklanan bankacı Seçil Erzan’ın, Fatih Terim’in avukatı Candaş Gürol ile kısa süreli bir duygusal ilişki yaşadığı anlaşıldı.

Halktv.com.tr muhabirinin ulaştığı Av. Gürol “3-4 aylık bir ilişkimiz oldu. Ancak geçen şubat ayında ayrıldım. Ben de şoke oldum” diye konuştu.

Seçil Erzan'ın ifadesindeki 3 kişi tutuklandı

Soruşturmaya ilişkin bugün akşam saatlerinde kritik bir gelişmenin daha olduğu ortaya çıktı. Halktv.com.tr’nin edindiği bilgilere göre, soruşturma kapsamında üç kişi tutuklandı. Tutuklanan isimler ise kuzeni Nazlı Can, Ali Yörük ile kardeşi Atilla Yörük. Öte yandan Ali Yörük'ün adı Seçil Erzan’ın da ifadesinde geçiyor. İfadeye göre Yörük, 2,1 milyon doları veren Bülent Ç.’nin eşi ve oğlundan parayı teslim alan kişi. Ali Yörük aynı zamanda Çorlu'da bulunan bir otomotiv bayinin de satış müdürü konumunda.

                            Soruşturma kapsamında bu akşam tutuklanan üç kişiden biri de Ali Yörük


8 Mayıs’ın 78. yılı, "Bayrak tartışması" ve faşizme karşı mücadele + Faşizme ve gerici savaşlara karşı mücadele günü olarak 8 Mayıs (Evrensel)

 8 Mayıs’ın 78. yılı, "Bayrak tartışması" ve faşizme karşı mücadele (Yücel ÖZDEMİR-Evrensel/Köln)

Berlin’deki kutlamalarda orak-çekiçli kızıl bayrak kullanılması yasaklandı. Rusya bayrağından çok SSCB bayrağına yasakta ısrar, asıl motivasyonun komünizm düşmanlığı olduğuna işaret ediyor.

İkinci Dünya Savaşının bitişini ifade eden 8 Mayıs 1945, insanlık tarihinin önemli dönemeçlerinden birisi. 1933’de işbaşına gelen ve iktidarda kaldığı 12 yıl boyunca milyonlarca insanı toplama kamplarında göndererek katleden, önce Polonya sonra Sovyetler Birliğine (SSCB)  saldırarak İkinci Dünya Savaşını başlatan, bu savaşta da 50 milyon insanın ölümüne neden olan Hitler faşizmi, 8 Mayıs 1945 gecesi, bugün müze olan Berlin Karlshorst binasında atılan imzalarla resmen yıkılmış oldu. Böylece İkinci Dünya Savaşı da resmen sona erdi. Anlaşmanın resmi olarak yürürlüğe girdiği saat 23.00, saat farkı nedeniyle dönemin Sovyetler Birliğinde takvim yaprakları 9 Mayıs’ı gösteriyordu. Bu nedenle Rusya’da savaşın bitişi bir gün sonra kutlanıyor.

Komünistlere göre “zafer”, Hitler ile aynı cephede olmayan müttefik güçlere göre “kurtuluş” günü olarak ifade edilen Hitler faşizminin yıkılışını sembolize eden ise Berlin’deki Reichtag (Parlamento) binasının tepesine çekilen kızıl bayrak. Kızıl Ordu’nun Hitler faşizmini yendiğini ifade eden ve o günlerde Berlin sokaklarında dalgalanan Kızıl Bayrak, 8 Mayıs’ın 78. yıl dönümünde ise aynı kentte yasaklardan nasibini aldı.

Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya ile ortak bütün 8 Mayıs kutlamalarını iptal eden Almanya kutlamalarda Rusya bayrağı ve orak-çekiçli kızıl bayrağı yasakladı.

Berlin İdari Mahkemesi, geçtiğimiz cuma yaptığı açıklamada kutlamalar sırasında Ukrayna, Rusya ve SSCB bayraklarının taşınmasını yasaklandığını açıkladı. Yapılan itiraz üzerine mahkeme aynı gün Ukrayna bayrağı, pazar günü ise Rusya bayrağı yasağını kaldırdı. Ancak Berlin polisi, Ukrayna bayrağı yasağının kaldırılması kararını kabul ederken Rusya bayrağı kararını kabul etmedi. Bunun üzerine Alman Komünist Partisi (DKP), pazar günü orak-çekiçli SSCB bayrağı yasağının kaldırılması için mahkemeye itiraz başvurusunda bulundu.

Benzer bir yasak Berlin’e komşu Brandenburg eyaletinden de geldi. Brandenburg İçişleri Bakanlığı Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından belediye meclis üyelerine ve belediye başkanlarına gönderdiği bir genelgede, Rusya ile dayanışmanın sembolü olarak “Z işareti”nin yanı sıra SSCB ve Kızıl Ordu bayrağını yasaklar içinde dahil etmişti.

RUSYA’NIN YAPTIKLARI BİLEREK SSCB’YE FATURA EDİLİYOR

Almanya, Ukrayna savaşıyla birlikte Rusya politikasını önemli ölçüde değiştirdi. Rusya ve lideri Putin’in kabul edilemez Ukrayna savaşı politikası, SSCB’ye fatura ediliyor. Bu nedenle SSCB ve Kızıl Ordu’nun Alman faşizmine karşı verdiği mücadele ve elde ettiği zafere gölge düşürülüyor. Rusya’nın SSCB olmadığı gerçeği kabul edilmezken, Rusya bayrağından çok SSCB bayrağına yasakta ısrar edilmesi ise asılında komünizm düşmanlığını özetliyor.

Dolayısıyla, meselenin Rusya’nın Ukrayna işgalinden ibaret olmadığı, genel olarak komünizme düşmanlık olduğu bir kez daha açığa çıkmış bulunuyor. Halbuki; Polonya’nın bağımsızlığından başlayarak Ukrayna’nın SSCB’nin önemli bir parçası olmasına kadar bir dizi gelişme komünizmin büyük bir miras bıraktığını gösteriyor. Bütün bu savaş, nefret, düşmanlık aynı zamanda SSCB’yi yıkmak için uzun yıllar mücadele veren Batı kapitalizminin ürünü.

Almanya’nın SSCB ve sembolü kızıl bayrakla, Rusya’nın Ukrayna saldırısı vesilesiyle girdiği hesaplaşma, Doğu Avrupa’daki komünizm düşmanlığının bir yansıması olarak da okunabilir. Baltık ülkeleri Letonya, Litvanya ve Estonya daha önce komünizmi anımsatan bütün sembollere yasak getirmişti.

Bugün Junge Welt gazetesinde yer alan bir habere göre, Kiev Parlamentosu geçtiğimiz çarşamba günü Sovyet anıtlarının yıkımını kolaylaştıran bir yasayı kabul etti. 2015’de çıkarılan “Komünistsizleştirme” planı çerçevesinde 2022’nin başına kadar 2 bin 500 Sovyet anıtı yıkıldı. Ayrıca 900 bölge ve 50 bin caddenin adı değiştirildi. Yine 2022 sonuna kadar Alexander Puşkin’e ait 28, Maxim Gorki’ye ait dokuz ve Sovyet askerlerine ait düzinelerce anıt kaldırıldı.

Benzer bir tablo Polonya’da da mevcut. Ulusal Anıtlar Enstitüsü (IPN) Başkanı Karol Nawrocki, cuma günü Glubczyce’de (Opole Voyvodalığı) 676 Kızıl Ordu askerinin anısına dikilen anıtın yıkımını bizzat izledi. Ekim 2022’de kasabada Sovyet askerleri için bir başka anıt daha yıkılmıştı.

8 MAYIS RESMİ TATİL GÜNÜ OLSUN

Kızıl Ordu’nın Hitler faşizmini 78 yıl önce bugün Berlin’de mezara gömmesi hiç şüphesiz insanlık için önemli bir dönemeç. Bu nedenle her 8 Mayıs’ta faşizmi yenen SSCB ve Kızıl Ordu’yu anımsamak, övmek, aynı zamanda günümüzdeki faşistlere de verilen anlamlı bir mesaj. Yasaklar, tarihi gerçekleri görmezden gelmek ise bugünkü faşistlerin işine yarıyor. Bu nedenle son birkaç yıldır Almanya’da da yükselen 8 Mayıs’ın resmi tatil günü olması mücadelesi büyük bir önem taşıyor. Bu temelde daha önce başlatılan imza kampanyalarına yüz binlerce insan destek vermişti. Buna rağmen hükümet adım atmak yerine, faşizme karşı zaferin sembolleri ve anıtlarını hedefe koyuyor. Rusya gerekçe gösterilerek faşizmin yenilgisini kutlamamak, tarihle yüzleşmekten kaçmak anlamına geliyor.

Halbuki faşizme karşı sürekli mücadele tarih bilincin her zaman diri tutulmasından geçiyor. Üstelik Fransa, Slovakya ve Çekya gibi ülkelerde 8 Mayıs resmi olarak tatil günü olduğu halde, savaşın ve faşizmin ana merkezi olan Almanya’nın buna yanaşmaması kabul edilmemeli.

                                                                 /././

Faşizme ve gerici savaşlara karşı mücadele günü olarak 8 Mayıs (A. Cihan SOYLU-Evrensel)

76 yıldır “Faşizme ve Savaşa Karşı Zafer Günü” olarak kutlanan 8 Mayıs, artık faşizme ve emperyalist ve yayılmacı fetih savaşlarına karşı mücadele günüdür!

1 Eylül 1939 ila 8 Mayıs 1945, dünya toplumları tarihine 52 milyon ölü (27 milyonu Sovyet yurttaşı), bir o kadar yaralı ve sakat bırakarak, kültürel iktisadi-sosyal alanda büyük yıkımlara yol açarak geçen bir dünya savaşının başlangıç ve bitiş tarihleridir. 2. Dünya Savaşı, emperyalist-faşist saldırı ve işgalin tetiklediği emperyalistler arası bir savaş olarak yayıldı, anti faşist savaşın zafere ulaşmasıyla sona erdi. Aynı nedenledir ki 1 Eylül “Savaşa karşı barış”; 8 Mayıs, “faşizme karşı zafer” günü olarak kabul edilmiştir. Ve aynı nedenledir ki, Dünya işçi ve emekçileri başta olmak üzere ilerici-demokrat, anti faşist toplum kesimleri yetmiş yılı aşkın zamandır bu iki tarihi de emperyalist ve ilhakçı savaşlara ve faşizme karşı mücadeleyi yükseltme günü olarak görmüş, değerlendiregelmişlerdir.

Bu tarihlerden ilki, kapitalist emperyalizmin, pazar ve etki alanları üzerine kavganın kaynağı olduğunun; mali sermaye ve tekellerin paylaşılmış dünyayı güç oranında yeniden paylaşma kavgasıyla bağlı savaşların daha fazla ve azami kâr için süren rekabetle dolaysızca bağlı olduğunun, kendi pratiğiyle toplumsal tarihin zaman sayfalarına kaydolduğu gündür. Ve ikincisi, barbarlıkta gösterdiği sınırsızlık ne olursa olsun faşizmin ve onun dayanağı olan mali sermaye ve tekellerin yenilgiye uğratılabileceğini göstermiştir. 8 Mayıs 1945’te Nazi ordularının vahşetle kana boyadıkları bütün diğer Avrupa başkentleri gibi Berlin’in de faşist barbarlıktan kurtarıldığı gündür. Faşizm mutlak şekilde kaçınılmaz olmadığı gibi yenilmez olmaktan azade de değildir. Mali sermaye ve tekellerin bu en saldırgan ve terörist diktatörlüğü halkların mücadelesiyle engellenebileceği gibi, işbaşına geldiğinde de yine kararlılık ve cesaretle sürdürülecek yığınsal mücadele ile yenilgiye uğratılabilir. Faşizme karşı mücadele tarihinin günümüze devrettiği tarihsel ders budur!

FAŞİST BARBARLIĞA KARŞI ÖZGÜRLÜK İÇİN

Hitler, 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya savaşının borazanını çaldı. Doğu’daki bölgeleri Alman Hinterlandı (etkinlik alanı-arka bahçesi) yapacaktı, ancak bunun için İngiltere ve Fransa’yı etkisizleştirmesi gerekiyordu. Polonya’nın Hitler, Habeşiştan’ın Mussolini tarafından işgali başlangıçtı. Çekoslovakya düşerken İngiliz-Fransız emperyalistleri, Hitler’i Moskova üzerine yöneltmenin iğrenç planlarıyla meşguldüler.  Polonya, Norveç, Danimarka, Hollanda, Lüksemburg ve Belçika birbiri ardına işgal edilip Paris Nazi kıtalarının bombardımanları altında inlediğinde, Londra’ya sıra geldiğini gören İngiliz ve Amerikan emperyalist şefleri harekete geçme ihtiyacı duydular. Ancak tarihe Münih politikası olarak geçen riyakârlık, Nazi savaş makinesinin Sovyetler Birliği’ne saldırısını teşvik içerikliydi. Stalin’in “ittifak” önerisine kulak kapatıp Avusturya’nın faşistler tarafından işgaline göz yumdular.

Avrupa ve dünya imparatorluğu hedefiyle hareket eden Hitler-Mussolini faşist cephesi-buna bir süre sonra Japon imparatorluk ordularının Asya’daki saldırısı eklendi- 21 Haziran 1941’de Moskova’ya yöneldiğinde, aralarında Türkiye’nin Alman ve Hitler hayranı gerici burjuva kesimleri de olmak üzere kapitalist dünyanın en azgın komünizm düşmanları, faşist savaş makinesinin birkaç ay içinde Sibirya sınırlarına dayanacak şekilde sosyalizm topraklarını baştan sona ezip geçmesi beklentisiyle ellerini ovdular.

Ama faşizmin büyük hava ve kara savaş birlikleri Sovyet anavatan savunma kuvvetlerinin; Sovyet işçi ve emekçileriyle onların ‘kızılordu’sunun büyük fedakârlık ve kararlılık gücüyle karşılaştılar. Sovyet halklarının direnişi 2 Şubat 1943 günü Stalingrad zaferi ile yeni bir evreye vardı. Gelişmeler, Hitler faşizminin yenilgisi yönündeydi. Karşı direniş sürer ve işgal orduları püskürtülürken İngiliz ve Amerikan emperyalist şefleri, Avrupa’yı kurtarmanın ancak Stalin yönetimindeki S. B. ile ittifak yaparak mümkün olacağını görerek bu amaçlı görüşmelere yöneldiler. Sovyet halklarının sosyalizm bayrağı altında ve vatanlarını işgale karşı savunmanın yanı sıra Avrupa halklarının faşist barbarlıktan kurtuluşu için verdikleri büyük savaş Nazi kıtalarının geri püskürtülmesini sağladı ve onlar geçtikleri yerleri yakıp yıkarak kaçmaya başladılar. ABD ve İngiliz emperyalizmi, bu durumun sosyalizm yönünde Sovyet etki alanını genişletmeye yol açacağını görerek bunu sınırlayıcı hamlelere başladılar. Ancak, Sovyet halk kuvvetlerinin faşist işgal kıtalarını püskürtmesinin Avrupa ülkelerinde süren faşizme karşı mücadeleye güç vermesini, kızıl ordu birliklerinin Hitler faşistlerini Berlin’e dek kovalayarak daha önce işgal edilen tüm toprakların ve üzerinde yaşayan halkların faşizmin vahşetinden kurtulmalarını sağlayan asıl güç olmasını önleyemediler. Batılı emperyalistler için önemli olan Fransa, Belçika, Almanya, İtalya, İspanya gibi ülkelerde sosyalizmin mevzi kazanmasını önlemekti. Batı Almanya’yı ‘ele geçirdiler’ ve işçi sınıfıyla komünizme karşı savaşta Nazi savaş teknolojisi ve istihbarat servisinden yararlanmayı ihmal etmediler.

FAŞİZME KARŞI ZAFER, HALKLARIN ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNE GÜÇ VERDİ

8 Mayıs, faşizmin kesin yenilgisinin gerçekleştiği gündür. Bu yenilgi 2. Dünya Savaşı’nın sonunu da getirmiş oldu. Avrupa ve Asya halkları başta olmak üzere faşist-emperyalist saldırı hedefindeki halklar, işçi sınıfı ve partileri için yeni bir dönem başlamıştı.

1921’den itibaren İtalya başta olmak üzere faşist harekete ve faşist diktatörlüklere karşı mücadele eden ileri işçi ve emekçiler, demokrat ve sosyalist aydınlar ve işçi komünist partileri, faşizme karşı savaştaki cesaret, kararlılık ve fedakarlıklarıyla emekçi kitlelerin desteğini daha fazla görmeye başladılar. Doğu Avrupa’da halk egemenliğine dayanan halk demokrasisi yönetimleri kuruldu ve bu yönetimler Sovyetler Birliği desteğinde sosyalizan politikalar uygulamaya başladılar. Fransız ve İtalyan Komünist Partileri bu prestij ve destekten aldıkları güçle savaş sonrası hükümetlerde yer aldılar. İşçi hareketinin daha fazla güçlenmesi ve sosyalizmin Batı Avrupa’da da alternatif haline gelmesini önlemek için burjuvazi, sosyal haklarda iyileştirme politikasına yöneldi. Eski sömürgeci yöntemler sürdürülemez duruma gelmişti. Arnavutluk ve Çin’de işgal karşıtı kurtuluş mücadelesi halk devrimiyle sonuçlandı. İşgalciler kovuldu vb. Dünya’da ilerici-devrimci ve demokratik hareketlerin güç kazandığı bir döneme girişmişti ve bunda faşizmin yenilgisi, dünyayı yeniden paylaşma hedefli savaşın sona ermesi, kapitalist-emperyalist dünyanın önemli bir kesiminde halk egemenliği ve sosyalizm mücadelesinin artan şekilde güç kazanması en önemli etkendi.

GÜNÜMÜZDE 8 MAYIS

Kapitalist dünyanın yüz yüze olduğu ekonomik sosyal sorunların giderek ağırlaşması, birçok ülkede ekonomik krizlerin ortaya çıkması ve işsizlik, yoksulluk ve açlık sorunlarının artması, bölgesel ölçekli ancak dünyanın en büyük emperyalist güçlerinin işin içinde ve arkasında oldukları savaşların devam etmesi, savaş koşulları ve ekonomik nedenli nüfus göçünün kitlesel mülteci-göçmen akınlarına yol açması ve bunun da şovenist anti demokratik ve faşist milliyetçi akım ve partiler tarafından istismarla güç kazanma aracı haline getirilmesi vb. gibi olgusal gelişmelerin, faşizm tehlikesini birçok ülkede aktüelleştirdiği bir dönemde, faşizme karşı mücadelenin tarihsel deneyimi artan bir önem kazanmıştır.

Faşist akım ve partiler Fransa, İtalya, Macaristan, Avusturya, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde, faşist partiler Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerde, faşist grup ve örgütler Ukrayna, Hollanda ve birçok başka ülkede sadece faaliyet halinde değiller, değişen oranda olmak üzere güç de kazandılar. Brezilya ve Hindistan’ın başında Bolsonaro, Mondi gibi faşistliğini açıkça ilan eden yöneticiler bulunuyor. Türkiye, devlet yönetim yetkilerini elinde toplamış, yasalarla kendini bağlı görmeyen aşırı merkezci ve militarist ‘Tek adam yönetimi’ tarafından yönetiliyor. Bu yönetimin izlediği politikalar bir faşist rejim inşaası yönündedir.

76 yıldır “Faşizme ve Savaşa Karşı Zafer Günü” olarak kutlanan 8 Mayıs, artık faşizme ve emperyalist ve yayılmacı fetih savaşlarına karşı mücadele günüdür! Faşist dikta yönetimlerini önlemek için anti faşist mücadele deneyimlerinden yararlanma ihtiyacı artmıştır. Bu mücadelenin ana kitlesi, demokratik özgürlükler mücadelesinin de en tutarlı kitlesi olan işçi sınıfı ve kent-kır emekçileridir. Ancak işçi ve emekçiler, faşizm tehlikesinin olduğu ülkelerde de diğer ülkelerde de sermaye fraksiyonlarının politik etkisi altında büyük oranda bölünmüş durumdadırlar. İşçi komünist partileri hareketi yönlendirecek güce ulaşmış olmaktan uzaktır. Emekçi kitlelerin büyük çoğunluğuyla farklı ideolojik-siyasal akım ve partilerin etkisi altında oluşu ve azınlık bir bölümü sendikalı iken, onların da burjuva politikasıyla iş birliği içinde ve işçi sınıfı mücadelesinin önüne barikat kuran platformlarda bulunmaları önemli bir olumsuzluk etkenidir. Ancak bütün bunlardan varılacak sonuç, faşizme karşı mücadelenin birleşik bir halk cephesi olarak şekillenmesi için daha çok çabaya ihtiyaç olduğudur. İşçi ve emekçi halk güçlerinin şovenist milliyetçi ve faşist parti ve akımların, din istismarcısı bezirgân burjuva şarlatanlarının etkisinden çıkması ve anti faşist cephe birliğinin temel ve en önemli dayanağını oluşturması için kesintisiz, yaygın, canlı ve somut siyasal teşhir, tehlikeyi işaret eden gelişmelerin sergilenmesi, işsizlik, yoksulluk ve açlığın faşist-şovenist istismarının deşifre edilmesi ve her adımda tüm uluslardan emekçilerin birliğinin savunusu başlıca sorumluluktur. İşçi ve emekçi kitlelerinin, kent ve kır küçük burjuvazisinin, küçük üretici kesimlerin yayılmacı savaş politikasına, faşist gericiliğe ve faşizmi inşa pratiğine karşı siyasal demokratik haklar ve çalışma-yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele saflarındaki birliği gerçekleştiği oranda anti faşist mücadele güç bulacak, 8 Mayıs tarihsel önem ve anlamına uygun bir güncellik kazanacaktır. Faşizme karşı mücadele eğilimi gösteren siyasal-sendikal, yerel ya da daha merkezi dernek, sendika, siyasal grup, çevre örgütü vb. gibi güçlerin işçi ve kent kır emekçileriyle birlikte bu mücadeleye seferber edilmeleri için somut durumu hareket noktası alan yerel ve merkezi birlik ve ittifak oluşumlarına ihtiyaç artmıştır.

8 Mayıs’ın “zafer günü” olarak kutlanması, güçlü bir mücadele günü haline gelmesi/getirilmesiyle bağlıdır.

14 Mayıs seçimi neden önemli? - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

14 Mayıs seçimleriyle ülkenin demokratik kazanımlarını on yıllarca geriye götüren AKP rejiminden kurtulmayı umut ediyoruz. Tüm toplum bu kritik seçimin ne kadar önemli olduğunun elbette bilincinde.

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan iktidarında yoksulluk yaygınlaştı. Yurttaşlar, ucuzluk ve iş kuyruklarına mahkum oldu. (Fotoğraf: Depo Photos)

14 Mayıs seçimleriyle acılı, karanlık bir dönemi geride bırakmayı, ülkenin demokratik kazanımlarını on yıllarca geriye götüren AKP rejiminden kurtulmayı umut ediyoruz. Tüm toplum bu kritik seçimin ne kadar önemli olduğunun elbette bilincinde. Birikmiş onca sorunun bir çırpıda çözülmeyeceğinin, bizleri zor günler beklediğinin de farkında. Ancak memleketi özgürlük, adalet yolunda yeni bir rotaya sokma heyecanı ve enerjisini seçim sonrasında da koruyabildiğimiz sürece daha aydınlık günlere ulaşma şansımız da artacak.

14 Mayıs seçimleriyle acılı, karanlık bir dönemi geride bırakmayı, ülkenin demokratik kazanımlarını on yıllarca geriye götüren AKP rejiminden kurtulmayı umut ediyoruz. Tüm toplum bu kritik seçimin ne kadar önemli olduğunun elbette bilincinde. Birikmiş onca sorunun bir çırpıda çözülmeyeceğinin, bizleri zor günler beklediğinin de farkında. Ancak memleketi özgürlük, adalet yolunda yeni bir rotaya sokma heyecanı ve enerjisini seçim sonrasında da koruyabildiğimiz sürece daha aydınlık günlere ulaşma şansımız da artacak.

İsterseniz hatırlatma kabilinden,10 başlıkta 14 Mayıs seçimlerinin neden bu denli önemli olduğunun üzerinden bir geçelim. Sosyalistlere böyle bir geçiş döneminde ne tür yeni sorumluluklar düşeceğini de ayrıca not edelim. Sonunda bizler önümüzde yürünecek uzun ve çetin bir “yol” bulunduğunun bilincindeyiz. Ama yürüyüşe biraz daha ileriden, daha elverişli bir parkurda devam etme olanağı da küçümsenmemeli…

1. Otokratın düşüşü: İktidarı ele geçirdikten sonra zamanla devletle özdeşleşen otoriter ve baskıcı çoğunlukçu rejimlerin sandıkta kolay mağlup edilemeyecekleri endişesi var. Macaristan’da, Polonya’da muhalefetin bir türlü dikiş tutturamaması bu korkuları güçlendiriyor. İsrail’de Netanyahu, Hindistan’da Modi, Pakistan’da Şerif giderek temel hak ve özgürlükler alanını daraltırken, 20 yılı aşkın bir süredir iktidarda bulunan en kıdemli otokratlardan Tayyip Erdoğan’ın seçim yenilgisi tüm dünyaya örnek olacak. Kemal Kılıçdaroğlu, Bolsonaro’ya karşı zafer kazanan Brezilya Devlet Başkanı Lula gibi demokratik çevrelerde itibar kazanacak. Ayrıca uygulandığı tüm ülkelerde hüsran yaratan, “ılımlı İslam” projesinin tabutuna son çivinin çakılması anlamında da kritik bir dönemece işaret edecek.

2. Tevazuun zaferi: Cumhurbaşkanının, yüz milyonlarca dolara mal olan 1150 odalı bir Saray’dan, tekrar Çankaya’ya taşınması da Cumhuriyet ve Aydınlanma değerleri açısından sembolik bir önem taşıyacak. Artık o mevkide; kamu görevi yaptığı dönemde şaibeli yollardan şahsını ve çevresini zenginleştirmiş, damadının ticari işlerini devlet millet meselesi olarak sunan, güce tapan bir figür yerine; yaşamını kamu hizmetinde geçirmiş, kendisi ve ailesi akçeli işlere bulaşmamış, sade bir yaşam süren, alçakgönüllü  bir kişinin oturacak olması da “tevazuun zaferi” anlamında tarihe kayıt düşecek.

3. Nezaketin dönüşü: Kabalığın, hoyratlığın, hatta küfür ve hakaretin siyasette olağanlaştığı, seçim döneminde yalan ve iftiranın gırla gittiği bir dönemden geçiyoruz. Devlet olanakları fütursuzca iktidar partisinin propagandası için seferber ediliyor; tarafsız cumhurbaşkanlığı makamı partili cumhurbaşkanı tarafından partisinin çıkarlarına tabi kılınıyor. Sükunetin, nezaketin, usul ve adap bilmenin tekrar kıymete bindiği; diyalog, karşılıklı saygı ve hoşgörünün egemen olduğu bir siyasi ekosisteme geçmek bile az kazanç sayılmaz.

4. Başkanlık sisteminin tasfiyesi: Yasama-yürütme-yargı arasındaki kuvvetler ayrılığı ilkesi fiilen ortadan kaldırılmış, “güçler uyumu” zırvasıyla adeta mutlakıyetçe bir başkanlık sistemine geçilmiş durumda. Kurumsal yapılar çökertilmiş, tüm karar mekanizmaları Saray’a çekilmiş halde. Medya özgürlüğü ortadan kaldırılmış, keyfi yargılamalarla başta Demirtaş, Kavala ve Gezi Tutsakları gelmek üzere çok sayıda “muhalif” hapse atılmış, çok sayıda belediye başkanı görevden alınmış, yerlerine kayyumlar atanmış bulunuyor. Bu gidişatın sona erdirilip, burjuva demokratik normlara dönülmesi, “en azından muhalefet etme, örgütlenme” haklarının geçerlilik kazanması açısından emekçi sınıfların da çıkarınadır.

5. Makro ekonomik dengelerin tesisi: Merkez Bankası rezervleri tüketilmiş, enflasyon alıp başını gitmiş, cari açık iyice artmış, KKM uygulaması saatli bomba gibi ekonomiyi tehdit altına almış, işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmış durumda. Şaibeli biçimde verilmekte olan kamu ihaleleri ve Kamu-Özel İşbirliği Projeleriyle devlet zarara sokulmakta. Meclis’in bütçe yapma hakkı ve Sayıştay’ın denetim yetkisi iğdiş edilmiş bulunuyor. Ekonomide makro dengelerin tesisi ve kurumsal yapıların ayağa kaldırılması, ekonomi bürokrasisindeki kadro eksiğinin giderilmesi haliyle zaman alacak. Sınıfsal yapıları ve ideolojik yönelimleri gereği ana akım muhalefetin tercihleri adaletli bölüşümden çok, ekonomik istikrardan yana olacaktır. Gelir ve servet dağılımı bozukluğunu gidermeye, işsizlik ve yoksulluğu azaltmaya yönelik önlemlerin öncelik kazanması için toplumsal muhalefetin, solun basıncı kritik önem taşıyacak.

6. “Değerli yalnızlıktan” kurtuluş: Türkiye dış politikada İbrahim Kalın’ın “Değerli Yalnızlık” diye ifade ettiği bir tecrit durumu yaşıyor. Ortadoğu coğrafyasında İslamcı gömlek giyilerek başlatılan Yeni Osmanlıcılık hayalleri çökmüş durumda. Türkiye başta Suriye olmak üzere birçok coğrafyada askeri gücünün ötesinde ve bütçe kaynaklarını sonuna kadar zorlayarak askeri varlık bulunduruyor. Gündelik pazarlıklar temelinde, NATO’yla sembolize edilen Batı İttifakı ile Rusya-Çin’in başını çektiği Avrasya hattı arasında tahterevalli diplomasisi izliyor. Ana akım muhalefetin AB hedefi üzerinden NATO eksenine tutunacağı, Avrasya bloku ile de ilişkileri bozmamaya çalışacağı öngörülebilir. Bu duruş bizim bağımsız, anti-emperyalist bir dış politika anlayışımıza uygun düşmese de; daha az çatışmacı, maceralardan kaçınan, Cumhuriyetin geleneksel dış politika çizgisine yakın niteliğiyle yeğlenebilir.

7. Laikliğe yeni bir soluk: AKP rejiminde tarikatlar, cemaatler, dini gruplar devlete çöreklenmiş durumda. İmam Hatip okulları, okullaşmada bir norm haline getirilip ailelere dayatılıyor. Eğitimde bilim ve Aydınlanma değerleri göz ardı edilerek muhafazakar, mezhepçi bir anlayış gençlere aşılanmaya çalışılıyor. Siyasette ve eğitimde dini referanslara dayalı, dini menkıbelerden beslenen, şeriat ve hilafet özlemini dile getiren bir orta çağ zihniyeti yaygınlaşıyor. Ana akım muhalefetin bileşenleri gereği, laiklik konusunda ayak sürümesi, kararlı bir tavır sergileyememesi karşısında biz sosyalistlere, Aydınlanmacılara, Cumhuriyetçilere yeni dönemde de bilimin ve aklın egemenliğini kararlı bir biçimde savunma görevi düşüyor.

8. Kimliklerin tanınması: AKP rejimi mezhepçi ve hamasi milliyetçi bir karaktere sahiptir. Bu nedenle dönem dönem başvurdukları Kürt ve Alevi açılımları samimiyetten uzak, gündelik politik çıkar sağlama odaklıydı. Bu anlamda Kılıçdaroğlu’nun “Kürtler” ve “Aleviler” videoları bu sorunların adını koymak anlamında kritik önem taşıyor. Çünkü özgür bir ülke, ancak isteyen insanlarımızın eşit yurttaşlık temelinde kendi kimliğini, kültürünü yaşayabilmesiyle kazanılır. Bir arada yaşam kültürü, isteyenin de kimlik kodlarına başvurmaksızın sade yurttaş sıfatını benimsediği, barış, hoşgörü ve karşılıklı anlayışın egemen olduğu bir toplumu davet eder. Böylelikle toplumsal aidiyetlerde uzlaşmaz/en zor uzlaşır çelişki, sınıf çelişkisi öne çıkabilir, kimlik farklarının emek mücadelesini bölmesine fırsat tanınmaz.

9. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının geriletilmesi: Erdoğan son mitinglerde muhalefetin bileşenlerini; CHP, İyi Parti, HDP diye adlarını tek tek zikrederek “LGBT’ci” şeklinde yaftalıyor. Böylelikle cinsel yönelimler üzerinden yeni bir nefret hattı inşa etmeye çalışıyor. Çok çocuk yapılan, ailenin reisi erkeğin sözünün geçtiği geleneksel aile yapısı üzerinden muhafazakar bir kültür dayatılıyor. İstanbul Sözleşmesi feshedildikten sonra şimdi de zinanın suç sayılması hedefi Cumhur İttifakı’nın bazı bileşenlerinin seçim vaatleri arasında yer alıyor. Önümüzdeki dönemde toplumsal cinsiyet ayrımının derinleşmesi, cinsiyete dayalı iş bölümünün dayatılması tehlikesi bulunuyor. Erdoğan’ın olası bir seçim yenilgisi bu planları aksatsa da, kadın hareketinin gerçek kazanımları ancak feminist hareketin mücadelesi, toplumsal muhalefetin de bu talepleri benimsemesiyle elde edilebilir.

10. Gençlere Yeni Bir Fırsat Penceresi açılması: Bu seçimlerde 6.5 milyon gencin ilk kez oy kullanma hakkı olacak. AKP döneminde doğmuş, dijitalleşme çağında büyümüş bu gençlerin büyük çoğunluğunun yurt dışına kapağı atma özlemi içerisinde bulunduğu biliniyor. Tüm “Türkiye Yüzyılı”, “Türkiye’nin önlenemeyen yükselişi” hamasi söylemlerine karşın, İHA’lara, SİHA’lara  tapan, Reise biat eden Teknofest gençliğinin yaratılamadığı görülüyor. Çünkü gençler bu ülkede kendilerine parlak bir gelecek görmüyor. Soru çalmaları, şifre hırsızlıklarını, tarafgir mülakatları gördükten sonra, bilgileri, gayretleri doğrultusunda yani liyakat temelinde önlerinde iş olanakları açılacağına inanmıyor. Siyasetteki “değişim rüzgarı” en azından gençlerin tekrar oturup düşünmesine, doğup büyüdükleri ülkede yeni bir fırsat penceresi açıldığı kanaatine varmalarına neden olabilir.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN


Fena çarpmışlar - Timur Soykan / Birgün

 Devlete ait EÜAŞ’a genel müdür olarak atanan İzzet Alagöz’ün sahibi olduğu şirket ile kuruma gizli iş yaptığı iddia ediliyor. 56.5 milyon doların çöpe gittiği mobil elektrik santrallarıyla ilgili iddialar dudak uçuklatıyor.

       Fotoğraf: EÜAŞ

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Elektrik Üretim A.Ş.’nin 2019 yılında Norveç’ten yaklaşık 50 milyon dolara 7 adet Mobil Elektrik Santrali aldığını ’50 milyon dolarlık karanlık’ başlıklı yazımızda anlatmıştık.

Bu satın almanın bedelini EÜAŞ’ye sormuş ve yanıt alamamıştık.

6.5 milyon dolarlık bir düzeltme yapalım:

Meğer; 7 mobil elektrik santrali 56.5 milyon dolara satın alınmış.

Tank Palet Fabrikası, 50 milyon dolara Katarlılara satılırken bu paranın ölü yatırıma neden saçıldığını makalemizde sorgulamıştık.  

Güya…

Deprem gibi hayati anlarda kullanılmak üzere satın alınan bu mobil santrallar, 7 bölgedeki trafolara konumlandırılacaktı.

Ama yıllarca İstanbul’da atıl bekletilmişti.

Güya…

Acil durumlarda 50 bin hanenin elektrik ihtiyacını karşılayacaklardı.

6 Şubat depremlerinden sonra dört tanesi dev konvoylarla Hatay’a götürüldü ama bir ampul bile yakmadılar. Hatta şu an İstanbul Ambarlı’ya geri getirildiler ve yine orada boş bekliyorlar. Zaten 3 yıldır hiç çalıştırılmadılar, hiçbir işe yaramadılar.  

Ne hikmetse; Berat Albayrak’ın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olduğu ve tam Norveç’ten Fatih Sondaj gemisinin alındığı dönemde bu santrallar için aracılar çalışıyordu. Hatta iddiaya göre; önce, 2017 yılında sıfır mobil santrallar alınması için ihaleye çıkıldı. Ancak ihale istenilen firmada kalmadı ve iptal edildi. Sonra teknik şartname revize edilip santralların ikinci el olabileceği belirtildi.

Acaba birileri yine vurgun mu yapmıştı?

Ne de olsa…

Tek adam rejiminde koca ülke bir aile şirketine çevrilirken EÜAŞ da bu sistemden nasibini almıştı.

Hastane sahibinin Sağlık Bakanı yapılması gibi…

Turizm şirketi sahibinin Kültür ve Turizm Bakanı olup koylara otel dikmesi gibi…

Ticaret bakanı yapılan iş insanının kendi bakanlığına fahiş fiyattan dezenfektan satması gibi…

Türkiye’nin en büyük şirketlerinden Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ) de farklı değil.

EÜAŞ’NİN TEPESİNDEKİ PATRON

2018’de EÜAŞ Genel Müdürlüğü’ne enerji şirketi sahibi İzzet Alagöz atanmıştı. İzzet Alagöz, yıllarca MÜSİAD Enerji Sektör Kurul Başkanlığı yapmış, iktidara yakın bir isimdi. İzzet Alagöz’ün şirketi; devlete ait Türkiye Elektromekanik Sanayi A.Ş. (TEMSAN) ile 2016 yılında ortak şirket kurmuştu. ‘TEMSAN Enerji ve Otomasyon Sistemleri A.Ş.’ isimli bu şirketin yüzde 60’ı İzzet Alagöz’e yani NİCE Mühendislik Enerji Sistemleri Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aitti.  

İzzet Alagöz, iki yıl sonra EÜAŞ genel müdürü olunca şirketini kağıt üzerinde devretmiş görünüyordu.

Bu atama kararına tepki gösteren CHP Milletvekili Ali Öztunç, “Bu bir skandaldır. Alagöz, EÜAŞ’nin genel müdürü olarak bundan sonra EÜAŞ’nin işlerini kendi özel şirketine mi verecek? Kuzu kurda teslim edilmiştir” demişti.


İddiaya göre;

Aynen Ali Öztunç’un dediği gibi olmuş.

İzzet Alagöz genel müdür olmadan önce Norveç’ten 56.5 milyon dolara satın alınan 7 mobil elektrik santralında akıl almaz işler dönmüş.

Mobil elektrik santrallarının İstanbul Ambarlı Termik Santralı’ndaki kurulumu, İzzet Alagöz’ün şirketinin hakim hissesine sahip olduğu TEMSAN Enerji ve Otomasyon Sistemleri A.Ş.’ye verildi.

Bu süreçte İzzet Alagöz, genel müdür olarak atanmıştı. 7 mobil elektrik santralinin henüz kabulü bile yapılmadan kumanda ve kontrol sistemlerinin yenilenmesi için 33 milyon liralık iş çıkarmak istiyordu. Bunun için şirketi Nice Mühendislik ile uzun yıllar yöneticiliğini yaptığı ABD merkezli Emerson Elektrik Şirketi’ni sahaya sürdü. Hatta akrabası olduğu iddia edilen ve şirketlerinde görevli bir kişi, işleri yürütüyordu.

İddiaya göre; kurum içindeki yetkililer, kumanda ve kontrol sistemlerindeki yenileme işinin yüklenicinin sorumluluğunda olduğunu belirterek engel oldu.

Ancak İzzet Alagöz vazgeçmemişti. Mobil santralların İstanbul’da kurulumundan 6 ay sonra yine aynı taleple sahneye çıktı.

İddiaya göre amacı; bu yenileme işini EMTA isimli şirket üzerinden eski yöneticisi olduğu Emerson Elektrik’e vermekti. Bir kısım saha işleri de alt yüklenici olarak Nice Mühendislik Şirketi’ne aktarılacaktı.  

EÜAŞ’deki uzmanlar, test etti ve kumanda sistemi çalışıyordu. Defalarca EÜAŞ içinde komisyon kuruldu ve kontrol, kumanda sistemlerinin yenilenmesine gerek olmadığı kararı çıktı.

KUMANDA SİSTEMİNDE DÖNEN DOLAPLAR

Mobil elektrik santrallarına ait mevcut kontrol sistemlerinin rehabilitasyonu işi teknik şartnamesini sadece EÜAŞ İstanbul Doğalgaz Santralları İşletme Müdürü Hamid Boyacı imzaladı. Oysa ilgili mühendis, başmühendis, müdür yardımcısının imzası yasal zorunluluktu.

İddiaya göre; usulsüzlük yapmayı kabul etmeyen müdürler ve mühendisler görevden alındı ya da istifaya zorlandı.

Sonuçta 7 adet Mobil Elektrik Santralı kontrol sistemleri temini için açılan ihaleyi Haziran 2021’de tek teklifte bulunan EMTA Enerji Elektrik İnşaat ve Mühendislik Ticaret A.Ş. 33 milyon 873 bin TL’ye aldı. İşin arkasında ABD’li Emerson Elektrik vardı.

Yani tarihimizin en büyük acısını yaşadığımız 6 Şubat depremlerinde bile işe yaramayan santrallara para akmaya devam etti.

KENDİN PİŞİR KENDİN YE…

İddialar bununla sınırlı değil…

29 Eylül 2020’de Çayırhan Termik Santrali’ne yağ temini için ihale açılmıştı. Pazarlık usulü ihaleyi 299 bin 980 TL’ye Soliner isimli şirket almış.

Soliner isimli şirketin adresinde işin sırrı ortaya çıkıyor: Yıldız Teknoloji Geliştirme Bölgesi, İkitelli Osb Mah. YTÜ İkitelli Teknopark Sok. No:1 Kapı No: 131 Başakşehir İstanbul.

Burası; İzzet Alagöz’ün şirketi NİCE Mühendislik Enerji Sistemleri Sanayi ve Ticaret A.Ş.’nin adreslerinden biri.

Üstelik; İzzet Alagöz’ün en bilindik şirketi NİCE ile Soliner’in telefon numarası da aynı.

Yani EÜAŞ’nin genel müdürü ile aynı adresteki şirket, EÜAŞ’nin ihalesini almış. Adresi, telefonu değiştirmeye bile gerek duymamış.

Aynı şirket, yani Soliner, EÜAŞ’nin başka işlerinde de sahneye çıkıyor.

PERSONEL VURGUNU

Esenyurt Doğalgaz Kombine Çevrim Santralı Yap-İşlet-Devret modeliyle yapılmıştı. 2019’da EÜAŞ’ye geçti ve İstanbul Doğalgaz Santralları İşletme Müdürlüğü’ne bağlandı. EÜAŞ, Enerji Bakanlığı’na bağlı TEMSAN şirketiyle buranın işletilmesi için sözleşme imzaladı. TEMSAN da santralın işletme, bakım işi personel hizmet alımını Soliner Şirketi’ne verdi. Yani; EÜAŞ Genel Müdürü İzzet Alagöz’ün gizli sahibi olduğu iddia edilen şirket alt yüklenici olarak bu işi de almıştı. Personel sayısı bile belirtilmeyen usulsüz şartnamenin ardından Soliner Şirketi ile yaklaşık 4 milyon TL’lik sözleşmenin imzalandığı öne sürülüyor. Soliner firmasının sadece 25 personelinin görevlendirildiği 4 aylık bu iş için normal maliyet ise 1 milyon lira civarıydı. Bu yolla her yıl yaklaşık 10 milyon TL’lik vurgun yapıldığı iddia ediliyor.

Saray rejiminde koca ülke Erdoğan A.Ş.’ye dönüşmüşken Türkiye’nin en büyük şirketlerinden kamuya ait Elektrik Üretim A.Ş. birilerinin çiftliği olmuştu.  

Depremdeki can pazarında insanları karanlığa mahkum edenlerden geriye henüz görünmeyen büyük yolsuzluk enkazı da kalıyor. Birilerinin cebini doldurduğu karanlıkta halk ölüyor.

Timur Soykan / Birgün

Not: Gazetecilik gereği bu yazıdaki iddiaları EÜAŞ Genel Müdürü Alagöz’e sormak isterdim. Ancak daha önce yazdığım ‘50 milyon dolarlık karanlık’ başlıklı haber için EÜAŞ’a gönderdiğim sorulara 21 gün sonra cevap bile olmayan bir paragraflık açıklama gelmişti. Demokrasinin 4. kuvvetine yapılan bu saygısızlığı protesto etmek için bu yazıdaki iddiaları Alagöz’e sormuyorum. Daha sonra bir açıklama yaparsa yayınlayacağım.



‘Gizemli’ arkadaşın Ada bölümü: Sarallar, Falyalı ve deport - Bahadır Özgür /Birgün

 

Bilal Erdoğan ve arkadaşlarının ‘kuzu çevirme’ ziyafetine ilişkin fotoğraf için sadece “2015’te çekilmiş” denilebildi. Ancak Murat Teksöz’ün hızlı kariyerinin ucu, KKTC’de Sarallar’ın parasını aklama iddialarına kadar uzanıyor.

Geçen hafta bu köşede yayınlanan bir fotoğraf, tartışma yarattı. Kırgızistan’da Bilal Erdoğan ve arkadaşlarının ‘kuzu çevirme’ ziyafetine ilişkin fotoğraf için kimileri “Kuzu değil Asya koyunu” yorumunu yaptı, kimileri başka bir hayvana benzetti. İktidarın trolleri ise sadece “2015’te çekilmiş” diyebildi. Oysa mesele, 2015’ten başlayıp bugüne gelen bir hikayeydi zaten. El konulan onlarca şirketin danışmanlığını üstlenen Murat Teksöz’ün hızlı kariyeri, dikkat çekiciydi çünkü. Zira o kariyerin ucu, KKTC’de Sarallar’ın parasını aklama iddialarına kadar uzanıyor.

Kaldığımız yerden devam edelim şimdi…

                        (2015 Kırgızistan’da ‘kuzu çevirme’, 2021 Erdoğan ailesinin Kısıklı’daki evi…)

Kısa bir özet geçelim: Teksöz, Grid Teknoloji’nin sahibi. İlk Bilal Erdoğan’ın yakın arkadaşı Hakan Kazancı ile ortak oluyor, sonra Bilal Erdoğan’ın yanından ayrılmıyor. Beraber oldukları her fotoğrafı sergilemeyi seviyor. Bir tür ‘kartvizit’ gibi kullanıyor onları.

El konulan şirketler kamunun hükmüne geçtikten sonra denetimin, harcamanın vb. şeffaf olması gerekiyordu. Oldu mu peki? Kaynaklar kamu yararına mı kullanıldı yoksa, faturası sonradan halka çıkmak üzere, birilerinin özel servetine mi dönüştü?

Yanıtları, bizzat kayyum yönetiminin resmi belgelerinde, yönetim kurulu kararlarında arayalım. Yüzlerce belge arasında çok sayıda şaibeli, tuhaf harcama görünüyor. Birkaç çarpıcı örneği aktarmak bile yeterli.

                       (Etnospor oyunları için temel atarken… Göcek koylarında lüks yatla gezinti.)

EL KONULAN ŞİRKETLERDE NE YAPTI?

Teksöz’ün ilk yaptığı, tüm şirketlerin beyni sayılan yazılımı değiştirme kararıydı. Sürat Teknoloji’nin geliştirdiği ‘Serendip’ adlı yazılımın açıklarının bulunduğunu, Microsoft ERP adlı yazılımın alınması gerektiğini bildirdi. Kayyum da “Sana aylık 300 bin TL maaş ödüyoruz. Açığı bulup yazılımı geliştirmek görevin” demek yerine, faturayı imzaladı. Grid’e ilk etapta 1 milyon dolarlık ödeme yapıldı. Microsoft’tan milyon dolarlık yazılım lisansı alındı mı? Elbette hayır. Nitekim 2017’de şirketlerin yönetimi TMSF’ye geçtiğinde ilk soruşturulan konu buydu. TMSF suç duyurusunda bulundu. Fakat davanın üzeri örtüldü. İddiaya göre örtbas, kayyum olarak atanan İmran Okumuş vasıtasıyla gerçekleşti. Okumuş’un damadı Emre Baştuğ, el konulan şirketlere akaryakıt satışında Teksöz ile ortaktı zaten. Tabi bir de TMSF’nin bağlı olduğu Bakanın Nurettin Canikli olduğunu, Canikli ailesinin el konulan şirketlerle münasebetlerini de hatırlayalım. 2012-2017 arası TMSF Finansman ve Tahsilat Daire Başkanlığı’nda üst düzey bürokrat olan Abdullah Güzeldülger, kayyumların yolsuzluklarını içeren TMSF raporunun Canikli tarafından sümenaltı edildiğini anlatıyor iki yıldır. Muhtemelen rapora da girmiş diğer bir usulsüzlük de şöyleydi:

Eylül 2016’da el konulan Vizyon Ar-Ge şirketinin bir yazılımının ‘para madeni’ olduğunu keşfetti Teksöz. Kaynak kodlarını hemen Grid Teknoloji’ye aktardı. Ve kendi şirketi üzerinden üç GSM şirketinden birine sattı. 5 yıllık anlaşmanın değeri 10 milyon dolardı. Yazılım, yapılan tüm telefon görüşmeleri ile internet hizmetlerinin datalarının, Bilgi Teknolojileri Kurumu’nun (BTK) istediği formatta depolanmasını sağlıyordu.

BİR TÜR ‘FETÖ BORSASI’

Benzer çok örnek olduğunu tekrar edelim. Bütün halinde bakıldığında ise bir sistem çıkıyor. Bir tür ‘FETÖ borsası’ bu. 23 şirketin 134’e çıkmasını ve hepsinde Teksöz’ün önden gidip işleri devralmasını sağlayan güç, ilgililer dışında kimsenin önemini bilmediği bir internet şirketiydi. İstanbul Anadolu 4. Sulh Hakimliği’nin 12 Ağustos 2016 günü Okumuş ve ekibini kayyum olarak atadığı İsim Tescil İnternet Teknolojileri AŞ. adlı firma, domain ve hosting hizmetleri sunuyordu. Piyasanın en büyük üç şirketinden birisiydi. Teksöz’ün elinde binlerce müşterilik portföy, bir ‘av sahası’na dönüştü. Buradan hizmet almış şirketlere de el konulmaya başlandı. Hangi soruşturmalar çerçevesinde yapıldığını, sonuçların ne olduğunu, dava açılıp açılmadığını bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var, onlarca şirketlik dev bir havuz oluştuğu ve Teksöz’ün de orada doyasıya yüzdüğü.

                          (1.Foto: Kadir Mısırlıoğlu ile. 2. Foto: Emre Baştuğ’la beraber. 3. Foto: İhsan Aktaş ile..)


İHSAN AKTAŞ’LA ÇİN TELEFONU İŞİ

Aralık 2016’dan sonra el konulan şirketlerin TMSF’ye devredileceği kararının alınmasıyla beraber, kayyumluk işleri nihayete erdi. Bu döneme ait acil ödeme talimatları dikkat çekiyor.

2017 itibariyle Kayyum perdesi kapanıyor, KKTC perdesi açılıyordu…

Ada’ya geçerken Teksöz’ün fotoğraf albümünde sık görünen GENAR Araştırma’nın sahibi İhsan Aktaş’a da kısaca değinelim. Aktaş, Çin markası bir telefonu Türkiye’de satmak istiyordu. Çinli Transsion Holding’in Tecno marka telefonun Türkiye’de pazarlanması için 2018’de Digigen İletişim kuruldu. Çinli yatırımcı dışında şirketin ortağı Aktaş’tı. 2019’da Teksöz işe dahil oldu. Ancak ‘normal’ yoldan ticareti beceremedi ve ortaklık bitti. Başka isimler bulan Aktaş, yoluna devam ediyor.

Teksöz’ün KKTC aşkı ise asker kaçağı olduğu yıllarda başladı. Küçük bir şirket kurup bedelliye kadar oturum izniyle idare etti. 1 yıllık kayyum danışmanlığının ardından aniden muteber bir ‘iş insanı’ olarak KKTC’de çıktı karşımıza. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile boy boy fotoğraflar veriyor, bakanlarla basın toplantıları düzenliyor, pandemide dijital aşı sistemi ihalesini alıyor, tapuların dijitale geçirilmesi projesini üstleniyordu. KKTC’ye gelen siyasileri karşılayan heyetlerdeydi. BBP Genel Başkanı Mustafa Destici’nin yanı başında duruyordu mesela. 2019’da ölen Kadir Mısırlıoğlu’nu ziyaret ediyor, özel jetlerde Putin’in ‘gayrı resmi kayınpederi’ olarak anılan Uluslararası İslam Birliği Teşkilatı Başkanı Özbekistanlı Marat Kabaeva ile seyahat ettiği görülüyordu. Hepsini özenle, tek tek paylaşıyordu sosyal medyasında. Kartvizitlerini çeşitlendirmişti.

Oysa görünenin ardındaki gerçek, giderek farklılaşıyordu. Kumarhanelere heves etmişti. Onu bambaşka bir yola sürükleyen de bu oldu.

HALİL FALYALI’YI ZİYARET

Hikayenin bundan sonraki kısmı, KKTC’de farklı kaynaklardan öğrendiğim ilginç bilgileri ve iddiaları içeriyor. İlk olarak Ömer Lüftü Topal’ın, ‘Susurluk çağı’na damga vuran oteli Jasmine Court’un SPA, havuz ve fitness bölümünü, oğul Murat Topal’dan kiraladı. Bir süre sonra kumarhaneyi ve oteli de almak istedi. Birkaç yılda tanık olduğumuz mafyöz vakalar dikkate alınınca, siyasi ilişkilerin işin içine girdiği durumlarda ‘almakla çökmek’ arasındaki sınırın epey bulanıklaştığını biliyoruz. Burada hangisi geçerliydi, belli değil. Fakat Murat Topal ile arasının bozulup Jasmine Court’tan dışlandığı kesin. Bir ara Paşa Otel’in kumarhanesinin teknoloji işinde şansını denedi, olmadı.

                                             (KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile kahvaltı anısı)

Nihayetinde KKTC’nin en büyüğü olan Sarallar’ın forex şirketinin başına geçti. Şirketin Dubai’de de bir merkezi olduğu ve Teksöz’ün Dubai’de bulunduğu ileri sürülüyor şimdi. Şu sıralar ne Ada’ya gidebiliyor, ne İstanbul Çekmeköy’de, kayyum zamanında aldığı milyon dolarlık ikiz villalarına uğrayabiliyor. Çünkü KKTC’de hakkında Ağustos 2022’de alınmış deport kararı bulunuyor. Aynı gün deport edilen 77 kişinin çoğu Sarallar suç örgütüyle bağlantılı olmakla suçlanıyordu. Teksöz’ün gerekçesinin de bu olduğu iddia ediliyor.

Sarallar’ın karıştığı iki olayda adı geçiyor. İlki; KKTC’nin kara para baronu Halil Falyalı ile öldürülmeden bir hafta önce, Sarallar’dan Orhan ve Fatih isimli iki kişiyle beraber, Girne Marina’daki ofisinde 2 saat görüştüğü bilgisi. İkinci olay ise yine Sarallar’ın, halen Türkiye’de yasadışı bahisten tutuklu Veysel Şahin’in kardeşi Murat Şahin’i otelinde tehdit ettiği söylenen baskın. Bu arada önemli bir başka iddia da İstanbul’da düzenlenen Sarallar operasyonunda yakalanamayan Alaattin Saral’ın o esnada Murat Teksöz’ün yanında olduğu.

***

Bilal Erdoğan’ın kamuoyunda fazla bilinmeyen ‘gizemli’ arkadaşlarından birinin kariyer akışı böyle işte. “En iyi ortaklık, suç ortaklığıdır” diye çıkılan yolda, suyun başını tutanlarla aparatların kaderi aynı olmuyor kuşkusuz. Bu hikayenin sonunu da merakla bekliyoruz.

Bahadır Özgür /Birgün




Giyotin, Kral Charles ve James Connolly - ÇAĞDAŞ GÖKBEL/soL

 Dünyadaki tüm devrimciler için şişenin içinde önemli bir mesaj bırakıyor. Burjuvalar cumhuriyeti satar!

Hey baylar, hayat kısa…Ve bizler eğer yaşıyorsak, kralları çiğnemek için yaşıyoruz…” Shakespeare, IV. Henry.

Kral III. Charles dünyadaki tüm cumhuriyetçilerin midesini bulandıracak bir biçimde taç giydi. Cumhuriyetçilik meselesine ayrıca ilerleyen satırlarda değinmeye çalışacağım. İrlanda, burjuva cumhuriyetin bize öğreteceği pek çok zengin deneyimi bağrında taşıyor. 

Sembolikliği tartışmaya açık olmayan bir iktidarın bol şatafatlı ve ‘israflı’ seremonisini izledik. Misal, aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz asa ve onun üzerindeki taşın hikâyesi bile sembolik krallığın, sembolik zorbalığını net bir biçimde gösteriyor. Asada yer alan dev elmas taş (Afrika yıldızı) 1905 yılında Güney Afrika’dan çalındı. Evet, çalındı. Demokrasisi, kurumları ve kurallarıyla övünen İngiltere hırsız bir ailenin gelenekleriyle övünüyor. Elbette bunu bir utanç olarak gören ve taç giyme soytarılığı sırasında bunu cesurca protesto eden erdemli İngiliz işçi sınıfı tepkisini ortaya koydu. Onlar, tüm dünyaya esas düşmanın kim olduğunu gösterme cesaretinde bulunan insanlardı. Gelelim asaya. Bu elmas taşlarla bezeli asanın değeri 400 milyon dolar. Kralın sünnet çocuğu formunda taç giyebilmesi için kanla ve gözyaşıyla Afrika’dan koparılmış bir taş parçası...

Peki, İngiltere’de kraliyet varlığını nasıl sürdürüyor? Bir magazin unsuruna, kültür endüstrisinin fantastik öykülerine güç sağlayarak ayakta kalabiliyor. Evlilikleri, safkan atları, halkın içinden seçtikleri manken gibi gelinleriyle büyülü bir aile imajı çiziyorlar. Halkın sempatisini toplayabilmenin tek yolu, kraliyeti seyirlik bir eğlenceye dönüştürmekten geçiyor. Bu yapılmadığı takdirde İngiliz halkının sırtındaki küfeyi bir anda atıvermesi mümkün. Kraliyet, şimdilik seyirlik bir eğlence olmaya ve binlerce insanın bu eğlenceyi tüketerek bu asalak kuruma kan taşımaya devam etmesi sağlanıyor. Kısacası kraliyete rıza üretiliyor. Kraliyetin geçmişini ve bugünkü skandallarını, aynı ucubeliklere alet olma tehlikesini ve sorumluluğunu taşımamak adına yazmayacağım.

Şimdi, gelelim giyotine. Giyotin, Fransız devriminin ve bir biçimde ezilen sınıfların sembolü, erdem çağrısı olmayı başarabilmiştir. Neden? Çünkü, giyotin Fransız yoksullarının şimşekleri olmayı başarmıştır. Giyotin, zalim krala karşı acımasız olmayı öğretmiştir baldırı çıplaklara (Sans Culottes).

Emeklilik yasası protestolarında sokağa çıkan Fransız emekçilerini hatırlayalım, onlar yönetenlere cesur bir biçimde giyotini hatırlatmışlardır. Giyotin zamanla yoksullar ve yaşamını emeğiyle kazananlar için büyük bir erdem çağrısına dönüşmüştür. Nedir erdem çağrısı? Doğrudan adalettir. Özünde yoksullar bu sayede sınıfsal adaleti çağırmaktadır. Sınıf kininden gelen adalet katıksız ve saf bir adalettir. Sonu ne olursa olsun, emekçilerin kalbinde kralların ve kraliçelerin asla anlayamayacağı bir biçimde taht kuran halkın avukatı Maximilien Robespierre, iyi bir hukukçu olarak halkın arzu ettiği adaleti zihninde ve kalbinde duyabilmiştir.

Şimdi, yüzyıllar sonra benzer bir biçimde adalete susadık ve kitleleri harekete geçirecek güçlü erdem çağrılarının yankılanan çığlığını duymak için umutla bekliyoruz. Tarihin sarkacı salınırken ve Jakobenler kısa süren iktidar macerasından burjuvalara yakışır ayak oyunları ve darbeyle uzaklaştırılırken Fransa’da yaşanan değişim sarsıcıydı. Okuduğum bir Robespierre biyografisinde bir gün içinde yoksullar için her şeyin değiştiği net bir biçimde anlatılıyordu. Arabacılara kibarca ricada bulunan ve arabacılardan korkan adamlar gitmiş onun yerine emir veren efendiler geri dönmüştü. İşte burjuva cumhuriyetinin kısa soluklu öyküsü. Burjuvalar iktidara geldikleri gibi aristokrasinin basamaklarını hızlıca tırmanmak istemişler ve giyotini sonsuza dek lanetlemişlerdir. Bu yüzden burjuvazi, Jakoben iktidarında kanlı bir terör görmektedir. Éric Hazan’ın bu tarihsel okumayı ideolojik bir saldırı olarak yorumladığını biliyoruz. Jakobenlerden sonra iktidara gelenlerin estirdiği şiddet dalgası burjuvazinin sınıf mücadelesini kanla yıkadığının ispatıdır. Jakobenlerin şiddeti, Thermidorcuların yanında soluk bir adalet çağrısı olabilir ancak. Burjuvazi iktidarını güçlendirirken giyotini cesurca kullanmaktan çekinmemiştir. Giyotin ona karşı kullanıldığında burjuvazi sonsuz bir hümanizm çağrısına boğar insanlığı. Tüm çabalarına rağmen işçi sınıfının bu adaletin en kullanışlı aracından tiksinmesini bir türlü sağlayamamıştır burjuvazi. 

Britanya adasında cumhuriyetin en önemli mevzisi İrlanda idi. Geçmiş zaman kullanmayı tercih ediyorum, çünkü değirmenin altından çok sular aktı. Özgür Derry’de 30 Ocak 1972’de yaşanan kanlı pazar olayından beri cumhuriyetçiler geriye gitmeye devam ediyor. Kraliyet, İrlandalıları öldüren komandolara madalya vermeyi unutmamıştır. Bu madalyaları, şan ve sözde şerefi sökmediği için insanlık bugün büyük bir krizin içinde debelenmektedir. James Connolly, cumhuriyetin geriye düşmemesinin tek yolunun sosyalizm olduğunu net bir biçimde ortaya koymuştur.

Bugün, İrlanda’nın resmi devlet televizyonu RTE’nin saatlerce taç giyme törenini canlı bir biçimde izleyicilerine duyurmasını doğru anlamak zorundayız. Connolly, sadece İrlandalı cumhuriyetçilere önemli bir ders vermiyor. Dünyadaki tüm devrimciler için şişenin içinde önemli bir mesaj bırakıyor. Burjuvalar cumhuriyeti satar! Yoksulları, çocukları ve kadınları koruyacak, kraliçe öldüğünde ya da kral taç giydiğinde bununla böbürlenmek yerine mücadele edecek gerçek cumhuriyetçi nesiller yetiştirilmek isteniyorsa bu ancak sosyalizm mücadelesiyle mümkün. Demek ki şartlar ve koşullar ne olursa olsun burjuvaziyle cumhuriyet pazarlığına oturmak büyük bir yanılgı.

Geldiğimiz yüzyılda emperyalizmin gelişkinlik düzeyini dikkate aldığımızda, kuralları kendi lehine kaldıran ve yasasız cumhuriyetler dönemi çağında sınıf diktatörlüğüne sonsuz bir konforla yaslanan burjuvazinin yeniden anayasal bir cumhuriyet inşa edeceğini düşünmek James Connolly’nin perspektifiyle bakacak olursak saflık değilse aptallıktır. Tüm dünyanın ezilenlerine örnek olan İrlanda’nın cumhuriyet kavgası, 1916 yılında genel posta idaresi önünde açıklanan cumhuriyet bildirisinin gerisindedir. Evsizlik, yoksulluk ve saatlerce acı içerisinde beklenen acil sırası herkese şu soruyu sordurmaktadır: CUMHURİYET NEREDE? Cumhuriyet, bir soytarının taç giyme törenini verme telaşında. Peki, 1916 yılının gerisindeysek ileri gitmek için ne yapmalıyız? Burjuva partileriyle işbirliğine girip bir restorasyon girişimine ikna mı olmalıyız? Hayır, böyle bir şey yok. Burjuvazinin temel düzeyde cumhuriyet ilkelerine tahammül edeceği yok. Burjuva cumhuriyetinin başlangıçtaki düzeyine dönmek çocuksu bir hayal. Sosyalist cumhuriyeti kurmak ve bunu başarmak için çalışmaktan başka çaremiz yok. Bunu reformistlere ve içimizdeki işbirlikçilere rağmen başarmak zorundayız. James Connolly’nin mirasından gerekli dersleri çıkaracaksak eğer Dublin kalesine dikilen yeşil bayrakla yetinemeyiz...

Ada’daki tüm bu taç giyme soytarılıkları içinde bir noktada kararsız kaldım. III. Charles’ın trajikomik bir seremoniyle taç giymesi mi soytarılıktı yoksa İşçi Partisi’nin (The Labour Party) kralın taç giyiyor oluşu sebebiyle yaptığı twitter paylaşımı mı? Hangisi daha büyük soytarılık? Bu soruya en iyi yanıtı soL haber okurlarının vereceğini biliyorum...


ÇAĞDAŞ GÖKBEL/soL