4 Haziran 2023 Pazar

YENİ KABİNE- 2023 ANALİZ

 


Erdoğan’ın kara kutusu Hakan Fidan'ı yakından tanıyalım (soL)

“Suriye'ye savaş için bahane lazımsa, ben 4 adam gönderirim oraya, 8 tane füze fırlatırım, gerekçe olur...” sözleri Hakan Fidan'ı yakından tanımak için oldukça çarpıcı bir giriş.

Uzun yıllar siyasete girmeye hevesliydi, arka planda kaldığı MİT yıllarını sonlandırmak, kameraların önüne geçmek, sahneye çıkmak istiyordu. İlk girişimi Davutoğlu'yla oldu, Abdullah Gül'ün adamı bile denildi. Davutoğlu'nun Fidan'ı bakan yapma girişimi Erdoğan vetosuna takılmıştı. Aradan yıllar geçti, gecikmiş bakanlık koltuğu bu kez Erdoğan'la geldi.

Peki, Erdoğanlı yılların kara kutusu Hakan Fidan kimdir, onu hangi olaylarla hatırlıyoruz.

soL, bir kez daha hatırlatıyor:

TSK’DA BAŞLAYAN ‘KARİYER’

17 Nisan 2010’da sessiz sedasız MİT Müsteşar Yardımcısı olduğu açıklanınca hakkında çok fazla bilgi yoktu. Aradan 13 yıl geçti... Fidan’ın adı artık AKP iktidarının tüm tartışma konusu olan dış adımları ve Erdoğan’ın onun için kullandığı “sır küpüm” sözleriyle anılıyor.

1968 yılında Ankara'da doğan Hakan Fidan, 18 yaşında astsubay olarak TSK’da görev yapmaya başladı. Tam 15 yıl boyunca orduda görev yapan Fidan, tabii ki NATO bünyesinde de faaliyetlerde bulundu. Almanya’da NATO Süratli Reaksiyon Kolordusu Karargâhı’nda çalışan Fidan, aynı dönemde Maryland Üniversitesi’nde eğitim gördü. Daha sonra yüksek lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamlayan Fidan’ın tez konusu "İstihbarat ve dış politika: İngiliz, Amerikan ve Türk istihbarat sistemlerinin mukayesesi" oldu.

2001 yılında zorunlu görev süresini doldurduktan sonra ordudan ayrılan Hakan Fidan’ın AKP ile yolu bu yıl kesişti. Sırasıyla 2007 yılında AKP Çankırı milletvekilliği, AKP MKYK üyeliği, Dış İlişkiler Başkan Yardımcılığı ve Stratejik İletişim Merkezi (STRATİM) direktörlüğü görevleri yapacak olan Suat Kınıklıoğlu’nun yerine, onun da yardımıyla Avustralya’nın Ankara Büyükelçiliği’nde siyasi ve ekonomik danışmanlık görevine başladı.

AKP’Lİ YILLAR VE UÇUŞA GEÇİŞ...

2002 yılında Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP tek başına iktidar olduğunda Hakan Fidan için de her şey değişmeye başladı. Fidan, 2003 yılında, AKP iktidarıyla birlikte ivme kazanan ve amacını “Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Türk Cumhuriyetleri’nin yeniden yapılanma, uyum ve kalkınma ihtiyaçlarına cevap vermek” olarak tanımlayan Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi'nin (TİKA) başkanlığına getirildi.

Bu görev, Fidan'ın AKP ile yükselişe geçen kariyerinin de en önemli sıçrama tahtası oldu. Daha sonra buradaki performansı sayesinde Erdoğan’ın da dikkatini çekecek, 14 Kasım 2007'de Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevine getirilecekti. Fidan artık Erdoğan’ın yanındaydı...

MİT YILLARI VE ÖNCESİ...

2008 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Yönetim Kurulu’na atanan Fidan, aynı yıl Ahmet Yesevi Üniversitesi mütevelli heyetine girdi. Erdoğan’ın en yakınında çalışan isimlerden biri haline gelen Hakan Fidan’ın hayatını asıl değiştirecek gelişme “bilinen” tarihe göre 17 Nisan 2010’da, MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine atanması ile başladı.

17 Nisan 2010 tarihinde soL'da yer alan haberde şu ifadeler yer almıştı:

“Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşar Yardımcılığına, Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hakan Fidan atandı. Fidan'ın kısa bir süre sonra MİT Müsteşarlığı'na getirilmesi bekleniyor.”

OSLO VE FİDAN

AKP’nin Ortadoğu’da “misyon” üstlenme çabalarının doruğa çıktığı dönemde MİT’in kontrolü Erdoğan’ın yakın çalışma arkadaşı Hakan Fidan’daydı artık. Fidan’ın Erdoğan’ın ne kadar yakınında olduğuna ilişkin en net bilgiyse Oslo zabıtlarının yayınlanmasıyla ortaya çıkacaktı.

Zabıtlara göre Hakan Fidan, Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevini yaptığı günlerde Erdoğan tarafından Oslo’ya, PKK ile yapılan müzakerelere gönderilmişti. Fidan’ın Erdoğan’a olan yakınlığı dönemin MİT Müsteşar yardımcısı Afet Güneş tarafından PKK heyetine tanıtıldığı şu sözlerde saklı:

"Sayın Fidan bizimle birlikte bu toplantıya katıldı. Kendileri Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı, onun ötesinde Başbakan’a en yakın kişilerden biri.”

PKK kurucularından Mustafa Karasu, Hakan Fidan’ın katıldığı bu toplantının Ağustos 2009’da yapıldığını söylerken, bu ifadeye göre Fidan, Erdoğan ile yakın mesaiye başladıktan yalnızca iki yıl sonra en güvendiği isimlerden biri haline gelmiş, “kara kutu” olma süreci o günlerden başlamıştı.

Aynı toplantıda Fidan, Başbakan tarafından ne maksatla görevlendirildiğini şu sözlerle açıklayacaktı:

Bu ekibin yeni üyesiyim. A. Hanım’ın da dediği gibi yaklaşık bir ay önce İmralı’da Sayın Öcalan ile bir araya geldik. Zaten ismimi söylemiştim. İsmim Hakan Fidan. Müsteşar Yardımcısıyım ama sayın Başbakanımızın özel temsilcisiyim. Şu an özellikle Türkiye’nin Ortadoğu’da taraf olduğu krizlerde arabuluculuk görevlerinde ekip varsa ekibin içerisindeydim şahıs varsa da şahıs olarak görev aldım.

ERDOĞAN SAHİP ÇIKIYOR: SIR KÜPÜM

Oslo görüşmelerinin basına sızmasının ardından Özel Yetkili Savcı Sadrettin Sarıkaya tarafından ifadeye çağrılan Hakan Fidan, AKP iktidarının yaşadığı en büyük krizlerden birinin de fitilini ateşlemişti.

7 Şubat’ta Fidan’ın ifade vermeye gitmesi halinde tutuklanacağını bilen Erdoğan, Fidan’a “ifadeye gitmeme” talimatını verirken, Gülen Cemaati’yle ilk büyük kavgasına girişmişti. Erdoğan hedef tahtasına Fidan’ın oturtulmasını, “önce onu, sonra beni alacaklardı” sözleriyle açıklarken,  o günlerde yaptığı açıklamada Fidan için şu ifadeleri kullanacaktı:

MİT olayındaki gelişmelerde sessiz kalmak mümkün değil. Niye? Benim malum nekahat dönemime rastlayan süreçti. (Hakan Fidan) Benim sır küpüm. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sır küpü. Türkiye’nin geleceğine sır küpü. Uluslararası alanda bu görevi yapanlar ajan olarak nitelendirilir. Operasyon yapacakları zaman görevlendirmeyle devlet adına giderler.

MİT TIRLARI

Oslo ile ülke gündemine “bomba” gibi düşen Hakan Fidan, bundan kısa süre sonra bu kez ülke tarihinin en kanlı saldırılarından biriyle gündeme gelecekti. Başta Suriye olmak üzere bölgedeki birçok şeriatçı örgüte AKP tarafından sunulan yardımları organize eden Fidan başkanlığındaki MİT, basının da gündeminde olacaktı.

Cemaat-AKP kavgasının geri dönülmez noktaya girdiği günlerde Adana’da durdurulan tırlar, gözlerin bir kez daha AKP’ye ve Hakan Fidan’a çevrilmesine neden oldu. Henüz Reyhanlı Katliamı'nın tozu dumanı dağılmadan bu kez MİT’e ait tırlarla Suriye’deki cihatçı çetelere silah taşındığı ortaya çıkmıştı.

Önce silah iddiaları reddedilecek, sonra "Türkmen kardeşler" masalına sarınılacaktı.

FİDAN’IN FÜZE OYUNU...

Ülkenin istihbarat kurumunun başındaki isim Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler’in yaptığı toplantının kamuoyuna yansıyan ses kayıtları Fidan'a dair çarpıcı bir bilgiyi daha gündeme getirecekti.

Hakan Fidan, Suriye’ye savaş açılmasının gündeme geldiği toplantıda “Suriye'ye savaş için bahane lazımsa, ben 4 adam gönderirim oraya, 8 tane füze fırlatırım, gerekçe olur" diyecek ve tarihe belki de bu sözleriyle geçecekti.

İSTİFA, DAVUTOĞLU VE ERDOĞAN

Hakan Fidan'ın adı, görev yaptığı süreç boyunca sadece bir kez istifayla anıldı. Milletvekili olmak için Davutoğlu'nun başkabanlığı döneminde istifa edecek, Erdoğan "doğru bulmuyorum, Davutoğlu'nun takdiri" deyince MİT görevine geri dönmek zorunda kalacaktı.

Fidan, yaptığı yazılı açıklamada şu ifadelere yer verecekti:

"Gördüğüm lüzum üzerine, bugün itibariyle 25'inci Dönem milletvekili genel seçimleri aday adaylığı başvurumu geri çekmiş bulunuyorum.

Ülkeme ve milletime hizmet yolunda, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da tevdi edilen her vazifeyi hakkıyla yerine getirmenin gayreti içinde olacağım. Bu vesileyle, destek ve itimatlarından dolayı, Sayın Cumhurbaşkanımıza, Sayın Başbakanımıza ve aziz milletimize şükranlarımı arz eder, saygılar sunarım. Dr. Hakan Fidan."

Erdoğan'ın başkanlık sistemi sonrası MİT Başkanlığı kurulacak, Hakan Fidan çok daha geniş yetkilerle çalışmalarında devam edecekti.

15 TEMMUZ VE FİDAN

15 Temmuz darbe girişimi sırasında Diyanet Başkanı ile görüşen Hakan Fidan, o gün erken saatlerde MİT'e gelen bir subay üzerinden darbe girişiminden haberdar olmuştu iddialara göre. Fidan, ayrıca Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile görüşmüş, iddiaya göre Akar bu görüşme sonrası birliklere kıpırdamayın talimatı vermişti.

Üzerine türlü efsaneler dolaşacak, yandaş isimler tarafından dahi hedef alınacaktı Fidan. Örneğin Selvi, "Darbe ihbarını Genelkurmay’a bildiren MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın teyit konusunda bilinçli olarak oyalandığı üzerinde duruluyor" diyecekti darbe girişimi sonrası bir yazısında.

AKP'nin önde gelen isimlerinden Nurettin Canikli çok daha sert çıkıyor, "Genel olarak bir istihbarat zafiyeti var. Düşünebiliyor musunuz, bu haberler ortaya çıkmaya başlayınca ülkenin en büyük istihbarat örgütünün başını arıyor Cumhurbaşkanımız ve ulaşamıyor, ulaşamadığını söylüyor. Burada en azından, en iyimser bir ifadeyle bir istihbarat zafiyeti söz konusudur. Bütün istihbarat sistemi için geçerli, sadece MİT için değil... Ciddi bir istihbarat zafiyeti var. En iyimser tahminle bir istihbarat zafiyeti var. Ötesinde ne var onu hep birlikte göreceğiz" diyordu.

15 Temmuz sonrası uzun süre görevden alınacağı iddia edilmişti. 

Erdoğan "Dere geçerken at değiştirilemez" diyecek, o atlar Hakan Fidan ve Hulusi Akar olacaktı. İlginçtir, bu iki isimden Akar kısa süre sonra bakanlık koltuğuna oturacak, Hakan Fidan bir süre daha MİT'in başında olacaktı. Sonunda o da bakanlık koltuğuna oturmak üzere...

İki isim de Meclis'teki darbeyi araştırma komisyonunda dinlenmeyecek, talepler AKP eliyle engellenecekti.

İŞLER ONUN İÇİN YOLUNDA

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, resmi temaslarda bulunmak için 2017'de gittiği Suudi Arabistan'da "umre" yapacak, yanında Hakan Fidan ve Hulusi Akar yer alacaktı.

Bu derenin geçildiğini, atların da yoluna devam ettiğini gösteren hamle olacaktı.

Bu tarihten sonra Hakan Fidan'ın adı çeşitli dönemlerde çeşitli görevler için geçti.

2018'de Fidan'ın MİT'teki görevinden alınacağı, cumhurbaşkanı yardımcısı olacağı iddia edilmişti örneğin.

Geçtiğimiz yıl ise yine görevden alınacağı, ancak cumhurbaşkanı yardımcısı değil, milletvekili olacağı öne sürülmüştü.

Kamera arkasındaki işini 13 yıl boyunca Erdoğan'ın yüzünü güldürür şekilde yapmıştı, 2015'te istediğini alması için 8 yıl beklemesi gerekti. Şimdi kamera önündeki sahnede, AKP için çok kritik bir koltukta oturacak. Mevlüt Çavuşoğlu yerine geçeceği koltukta Çavuşoğlu'ndan çok daha atak, saldırgan bir isim olacak artık. Geçmiş faaliyetleri düşünüldüğünde halkın başına örülecek yeni çorapların hazırlığı şimdiden görülüyor.

                                                                 /././

Yeni Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin: 'Karma eğitim zorunlu değil' (soL)

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yeni kabinesinde Milli Eğitim Bakanlığı'na Yusuf Tekin getirildi.

Yeni kabinede Milli Eğitim Bakanlığı'na atanan Yusuf Tekin, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nü bitirdi. Lisansüstü eğitiminin ardından aynı alanda öğretim üyesi oldu.

2011 yılında Gençlik ve Spor Bakanlığına Bakan Yardımcısı olarak atandı. 28 Mayıs 2013 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarı olarak atananan Tekin, 2018'de profesör olduktan sonra görevinen istifa etti ve Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi rektörü olarak atandı. Tekin’in atama süreci tartışmalara neden olmuştu. Rektörlük için gereken 3 yıl profesörlük şartı, Tekin’in rektör atanabilmesi için kaldırılmıştı. 

'Karma eğitim zorunlu değil'

Yusuf Tekin, 12 yılı aşan bürokratlığı süresinde tartışma birçok açıklama ile gündeme gelmişti.

2013 yılında 19. Milli Eğitim Şurası'ndan karma eğitimin masaya yatırılması üzerine Yeni Akit'e konuşan Tekin, karma eğitimle ilgili mevcut yasal düzenlemelerde eğitimin karma olmasını zorunlu kılan bir hüküm bulunmadığını söylemişti. "Halk siyasal iktidara egemen olduğu gibi, burada da halkın değerleri belirleyici olmaya başladı" ifadelerini kullanan Tekin, "Halkın istediği şekilde Milli Eğitim Bakanlığı gerekli düzenlemeleri yapar" demişti.

Yusuf Tekin, Milli Eğitim Bakanlığı'nda Müsteşar görevini sürdürdüğü 2013'te İmam Hatip Liseleri Uluslararası Sempozyumu’nda ''1930'lar bir daha yaşanmasın'' demiş ve şöyle konuşmuştu: "1930'lu yıllar Türkiye coğrafyanın bir daha asla yaşamasını istemediği dönem. Bu dönemin başında dini referans kaynaklarının diliyle oynanmış, bu kurumlar siyaset malzemesi haline gelmiş.''

                                                                    /././

Yeni Adalet Bakanı Yılmaz Tunç oldu: Türkçe Olimpiyatları'na katılmıştı (soL)

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yeni kabinesinde Adalet Bakanlığı'na Yılmaz Tunç'u atandı.

Yeni kabinede Adalet Bakanı olan atanan Yılmaz Tunç, 1998-2001 yılları arasında Fazilet Partisi Pendik İlçe Başkan Yardımcılığı, 1999-2004 yılları arasında İstanbul Pendik Belediye Meclis Üyeliği, 2001-2007 yılları arasında AKP Pendik Kurucu İlçe Başkanlığı görevlerinde bulundu.

Asıl mesleği avukatlık ola Tunç, 23-24-25-26-27. Dönemler Bartın Milletvekili seçildi. TBMM Adalet Komisyonu Başkanlığı görevlerinde bulundu. 

Türkçe Olimpiyatları'na katıldı

Yılmaz Tunç, Birleşik Arap Emirlikleri'ni “FETÖ finansörü” olmakla suçlayan eski AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan'ın 'istifası'nın ardından aynı göreve getirilmişti. Ancak Tunç'un da Türkçe Olimpiyatları'na katıldığı fotoğrafların olduğu ortaya çıktı. 

Yılmaz Tunç'un, 2013 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 'Ergenekon örgütü' ile ilgili açıklamasını duyurarak sosyal medya hesabından paylaşım yaptığı ve "Ergenekon’u ‘Hükümeti şiddet yoluyla devirmek isteyen bir terör örgütü’ olarak tanımlayan AİHM kararı da mı gayrimeşru?" ifadelerini kullanmıştı.

                                                                     /././

Yeni Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler'i tanıyalım...(soL)

Suriye'ye yönelik saldırıların konuşulduğu toplantıdaki tavrı ve 15 Temmuz sürecinde yaşadıklarıyla gündem olan Yaşar Güler, Hulusi Akar'ın izinden gitmeye devam ediyor.

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha önce Hulusi Akar'ın yerine Genelkurmay Başkanı yaptığı ismi, yine Akar'ın yerine bu kez Milli Savunma Bakanlığı görevine getirdi.

Bu görevlendirmenin ardından bir kez daha Yaşar Güler'i yakından tanıyalım...

'MUHALİFLERİ SİLAHLANDIRIN...'

15 Temmuz'da Genelkurmay binasında ilk derdest edilen isimlerden biri olan Yaşar Güler'in adı, 2014 yılında sızdırılan Suriye'ye yönelik savaş planlarının yapıldığı toplantıyla gündeme gelmişti.

Davutoğlu başkanlığında yapılan toplantıda ısrarlı bir biçimde Suriye'deki cihatçıların MİT ve Hakan Fidan üzerinden silahlandırılmasını isteyen Yaşar Güler, bu konuda önemli destekler sunulması gerektiğini, yoksa bu silahlandırılan isimlerin geri gelerek Türkiye'ye yerleşeceğini söylemişti. Güler'in toplantı boyunca Hakan Fidan'la karşılıklı yakınlığı ve Davutoğlu'na tepkili sözleri dikkat çekmişti.

"İvedi olarak Hakan Beyin desteklenip silah ve mühimmatı muhaliflere ulaştırmasını sağlamamız lazım" diyen Güler, "Şimdi bakın efendim. MKE bizim sayın bakanın emrinde değil mi efendim? Yani efendim şu anda parayla Katar mühimmat arıyor. Peşin para, üretsin versinler. Sayın bakanın emrinde. Biraz önce konuştuk, biz şimdi efendim. 1000 kişilik bir ordu kuruyoruz diyelim orada. Biz bunun asgari 6 aylık mühimmatını burada depolamadan bu adamları oradaki muharebeye sokarsak sayın bakanım iki ay sonra bu adamlar bize döner. Evet, evet efendim. Bu iş sadece Hakan beyin sırtına kalmış bir konu olmuş yani. Olacak iş değil. Yani anlayamıyoruz biz yani. Neden?" ifadelerini kullanmıştı.

Toplantıda Hakan Fidan da meşhur, "4 tane adam gönderirim, 8 tane boş alana füze de attırırım. Problem değil o. Gerekçe üretilir" sözlerini söylemişti.

Ahmet Davutoğlu: Şeyi ben opsiyonel düşünüyorum da adamları ikna edemedik, biz tank tank sokma içeriye tahkim edeceğiz. O andan itibaren biz bir savaş halini göz önüne almak ve onu yapmakla savaşa girmek arasında harekat yapıyoruz.
Yaşar Güler: Direk savaş sebebi. Yani yapacağımız iş direk savaş sebebi...
Hakan Fidan: Ama şimdi ben şuna geliyorum,şimdi biz iki iki daha 4 eder biliyoruz. Şimdi eğer biz, orada ki şeyin bizim için anlamını stratejik manada yok, imaj vesaire var da ... Şimdi biz eğer savaşa gireceksek biz bunu baştan planlayalım ve girelim. Yani şimdi benim...
Yaşar Güler: Biz başından beri bunu söylüyoruz .
Hakan Fidan: Tani benim kabul edemediğim şey şu, şimdi biz silah kullanma, Süleyman Şah gibi bir türbe için silah kullanmayı göze alıyoruz. Yani işet vatan toprağının işte bu oda kadar yaklaşık 10 dönümlük bir yer için silah kullanmayı göz önüne alıyoruz. Orada ki 22-28 askerimizin şeyi için yahu kaç bin kilometre vatan toprağı var sınırda kaç milyon insan hayatı için almıyoruz. Bakın bu mantık değil. Onu söyleyeyim. Eğer biz silah kullanabilirsek baştan bunu yapalım
Feridun Sinirlioğlu: Şimdi bir gerekçesi var onun.
Hakan Fidan: Bunu gerekçe olarak kullanmak ayrı.
Yaşar Güler: Şimdi dışişlerimiz hiçbir zaman diğerine gerekçe bulamaz. Buna bular ama...
Hakan Fidan: Yav bakın ben size bir şey söyleyim.
Ahmet Davutoğlu: Laf aramızda başbakanda telefonda bu türbeye gerektiğinde bir imkan gibi değerlendirilmeli bu konjontürde dedi yani...
Hakan Fidan: Şimdi bakın komutanım ben öbür tarafa 4 tane adam gönderirim, 8 tane boş alana füze de attırırım. Problem değil o. Gerekçe üretilir. Olay böyle bir iradenin ortaya konması. Biz savaş iradesi ortaya koyuyoruz, her zaman yaptığımız şeyi, akıl yürütme hatasına düşüyoruz.

15 TEMMUZ VE YAŞAR GÜLER

Genelkurmay Başkanlığı'nın 2 numaralı ismi Yaşar Güler, kendi emir subayı Mehmet Akkurt tarafından 15 Temmuz'da makam odasında derdest edilmişti.

“Ben bunlardan bir tanesini tutarak diğer tarafa fırlattım ve yere düştü. Bunun üzerine daha büyük bir öfkeyle üzerime çullandılar ve yüzükoyun yere yatırdılar. İçlerinden bir tanesi kafama ayağı ile bastırdı. Derhal ellerimi arkadan bağladılar. O vaziyette dururken sivil kıyafetli biri sırıtarak omuzuma vurdu. "Komutanım merak etmeyin bu bir tatbikat" gibi alaycı ifadelerle konuşunca baktım ve benim emir subayım Mehmet Akkurt olduğunu gördüm" sözleriyle Akıncı'ya götürülüşünü anlatan Güler, darbe girişiminin ertesi günü Akın Öztürk tarafından çözülerek bırakılmıştı.

Güler, o anları ise şöyle anlatmıştı:

"16 Temmuz'un öğlen saatlerinde hapsedildiğim odanın kapısı açıldı ve tanıdık bir ses duydum. ‘Yahu Yaşar sen burada ne arıyorsun?' diyen bir ses. Yıllarca birlikte mesai yaptığım, ailecek görüştüğüm bir insan, bir havacı Orgeneral Akın Öztürk. Kelepçeli olduğum ortamda serbestçe geziyor. Emir astsubayı yanında, talimatlar veriyor ve orada olduğumdan haberi olmadığını söylüyor. Kelepçelerimi, gözümdeki bandı açtırdı, ailemle konuşturmayı teklif etti. Evimi aradılar, ben oturduğum yerden seslenerek iyi olduğumu söyledim. Öztürk ayrılırken kapıda nöbetçi olduğu konusunda beni ikaz etmeyi unutmadı. Karşımdaki insan yakın görüştüğüm, yıllara dayanan bir mesai birlikteliği yaptığımız bir orgeneraldi. Bu kadar yüksek bir eğitim ve uzun bir kariyerin sonucunda iyi polis-kötü polis taktiğinin iyi polis rolünü üstlenmiş. Bir generalin ne kadar uzun sürede yetiştiğini düşünün. Ama bu insanlar bu kadar uzun sürecin sonunda bir gece ansızın gelen talimatla tamamen bir robota dönüşmüşlerdir."

YAŞAR GÜLER KİMDİR?

1954’te Bayburt’ta doğan Orgeneral Yaşar Güler, 1974’te Kara Harp Okulu’ndan Muhabere Teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1984’e kadar Kara Kuvvetleri Komutanlığına bağlı muhabere birliklerinde takım ve bölük komutanlığı yaptı. 1986’da Kara Harp Akademisinden mezun olarak Kurmay Subay oldu ve çeşitli karargahlarda Plan Subaylığı ve Şube Müdürlüğü görevlerini üstlendi. Silopi’de İç Güvenlik Tabur Komutanlığı, Bosna-Hersek Türk Tugay Komutan Yardımcılığı, Başbakanlık Askeri Danışmanlığında Proje Subaylığı, NATO Güney Bölge Komutanlığında (Napoli/İtalya) Muhabere Başkan Yardımcılığı, Türk Silahlı Kuvvetleri Barış İçin Ortaklık Eğitim Merkezi Komutanlığı ve Genelkurmay Tatbikatlar Şube Müdürlüğü görevlerini yürüttü.

                                                                /././

6 Şubat Depremi'nden sonra yeniden gündeme gelen ve önemli can kayıplarına neden olduğu için uzmanlar tarafından ciddi şekilde eleştirilen "imar barışı" ve "imar affı" olarak da bilinen yasal düzenlemenin mimarlarından biri de  Özhaseki'ydi.

Mehmet Özhaseki, birkaç yılın ardından yeniden Çevre ve Şehircilik Bakanı oldu. Özellikle 6 Şubat Depremi'nden sonra yeniden gündeme gelen ve önemli can kayıplarına neden olduğu için uzmanlar tarafından ciddi şekilde eleştirilen "imar barışı" ve "imar affı" olarak da bilinen yasal düzenlemenin mimarlarından biri de  Özhaseki'ydi.

2018 yılında TBMM'ye sevk edilen yasa tasarısıyla ilgili açıklamalar yapan Özhaseki kayıt belgesi bedelini ödedikten sonra vatandaşın elektrik, su, doğalgaz gibi kamu hizmetlerinin hepsinden rahatça yararlanacağını açıklamış ve şöyle konuşmuştu: 

"Yapı kayıt belgesiyle vatandaş devletiyle artık helalleşiyor, rızalaşıyor, barışıyor. Soruşturmalar, mahkemelik durumlar, ihtilaflar tamamıyla bitiyor. Kendi evinde oturduğu yerde parasını ödeyerek kullanmış olduğu kamu hizmetleri dediğimiz su, elektrik, doğalgaz gibi hizmetleri de bundan sonra resmi olarak alabiliyor. Ekonomik faydası da hazine arazisi vatandaşa en uygun bedelle hazine sattığı için bir taraftan hazine kazanmış oluyor. Bir taraftan da vatandaş kendi evini, iş yerini yasallaştırıyor. Bunu gerekirse bankalar nezdinde bir değer haline geldiği için ekonomik olarak da kullanabiliyor. Burada ikinci bir fayda, bundan sonra belediyelerimiz arsa üzerinden değil, konut üzerinden veya iş yeri üzerinden vergi alabilecekler. Vergi kaybı da önlenmiş olacak. Üçüncü bir fayda da toplamda bir gelir elde edeceğiz. Bu gelir hakkında öngörülerimiz var ama. Bu önümüzdeki günlerde vatandaşın müracaatıyla ortaya çıkacak. Ancak her halde bu 40-50 milyarlardan aşağı olmayacak gibi gözüküyor."

                                                                    /././

Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek işsizliğin nedenini kadınlara ve kıdem tazminatına bağlamıştı (Evrensel)

İşsizliğin nedenini kadınlara ve kıdem tazminatı olmasına bağlayan eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Hazine ve Maliye Bakanı oldu.

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı yeni kabineye göre Hazine ve Maliye Bakanı olarak Mehmet Şimşek atandı. Eski Maliye Bakanı olan Şimşek, 2007 seçimlerinde AKP’den vekil seçildi.  Aynı yıl Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olan Şimşek, ardından 6 yıl Maliye Bakanı olarak görev yaptı. Şimşek, bu süreçlerde kimi söylemleriyle gündem oldu.

İŞSİZLİĞİN NEDENİNİ KADINLARA BAĞLAMIŞTI

TÜİK verilerine göre işsizliğin 2008’in Kasım-Aralık ve 2009’un Ocak ayında 838 bin kişi artmasını Şimşek, kadınlara bağlamıştı. Şimşek, "İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor" demişti.

“İŞSİZLİĞİN NEDENİ KIDEM TAZMİNATI” DEMİŞTİ

Şimşek, işsizliğin sebebini 2010 yılında bu kez  “kıdem tazminatı”na bağlamıştı. Şimşek, “Bu ülkede hem İşsizlik Fonu var, oraya kesinti yapılıyor. Ama aynı zamandı kıdem tazminatı var. Bu esnekliği ciddi şekilde azaltıyor. Türkiye’de istihdam artışının önündeki en büyük engellerden birisi kıdem tazminatının bu kadar yüksek ve ağır olmasıdır. Hem İşsizlik Fonu olacak, hem kıdem tazminatı olacak" demişti.

DEPREM VERGİSİ HAKKINDAKİ AÇIKLAMASI

Dönemin Maliye Bakanı olan Şimşek, 2011'de gerçekleşen Van depreminin ardından "Deprem vergileri nerede?" sorularına şu yanıtı vermişti: “Sonuçta bunlar 74 milyonun servetidir. Deprem vergisi adı altındaki vergiden çok sürekli hale gelmiş ÖTV vs var. Bu vergiler bizim sağlığımıza gidiyor. Diyorsunuz ki bu çerçevede 44 milyar liralık vergi topladınız, nereye gitti. Sadece bir yıllık vatandaşın sağlığı için yaptığımız harcama 44 milyar lira. Bu, duble yollara gidiyor, demiryollarına, havayollarına, çiftçimize, eğitime gidiyor.”

ASGARİ ÜCRETE DAİR SÖYLEMLERİ

Şimşek, asgari ücretin artırılmasına yönelik söylemlere ise “işçiye zulüm” savunması yapmıştı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Şimşek, “Siz ‘asgari ücreti 1500 liraya çıkarttım’ derseniz, devlette asgari ücretli çalışan yok, işçiye en büyük zulmü yaparsınız” şeklinde konuşmuştu. 


7 maddede Mehmet Şimşek: İşçiyi, memuru ve emekliyi iyi günler beklemiyor (Birgün)


BirGün yazarı Prof. Dr. Aziz Çelik, yeni kabinede görev alacağı ifade edilen eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile ilgili hatırlatmada bulundu. "Şimşek kemer sıkma politikalarının baş savunucusudur" diyen Çelik, "Olası bir Şimşek döneminde işçiyi, memuru ve emekliyi pek iyi günler beklemiyor" ifadelerini kullandı.

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı yeni kabineyi yarın açıklaması beklenirken, eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in de yeni kabine de görev alacağı ifade ediliyor.

Şimşek'in cumhurbaşkanı yardımcısı ya da bakan olarak görev yapacağı iddia edilirken, BirGün yazarı Prof. Dr. Aziz Çelik, 7 maddede Mehmet Şimşek ile ilgili hatırlatmada bulundu.

Twitter hesabından yaptığı paylaşımda Çelik, "Ekonominin başına getirilmesi düşünülen eski Maliye Bakanı Şimşek kemer sıkma politikalarının baş savunucusudur. Olası bir Şimşek döneminde işçiyi, memuru ve emekliyi pek iyi günler beklemiyor" vurgusunu yaptı.

"Gelin Şimşek'i hatırlayalım" diyen Çelik, şunları ifade etti:

"1 -Ekonominin başına getirilmesi düşünülen eski Maliye Bakanı Şimşek kemer sıkma politikalarının baş savunucusudur. Olası bir Şimşek döneminde işçiyi, memuru ve emekliyi pek iyi günler beklemiyor.

2- Mehmet Şimşek bir keresinde "asgari ücret artışı zulümdür" demişti! Temmuz 2023'te asgari ücret artışına ve en düşük memur maaşının 22 bin lira olmasına ne der sizce?

3- Mehmet Şimşek grevlerden de pek hazzetmez. Hatta THY grevi sırasında grev erteleme ve yasaklama tehditleri savurmuşluğu da vardır.

4- Mehmet Şimşek işgücü piyasasının alabildiğine esnekleşmesini savunur. Esneklik işveren için nimet işçi için felakettir.

5- Mehmet Şimşek emekliler için de pek hayırlı fikirlere sahip değil. Emekli aylıkları artışlarına ve kademeli emekliliğe sıcak bakmayacağı kesin.

6- Mehmet Şimşek kıdem tazminatının fona devrinin savunucusudur. Kıdem tazminatını işsizliğin sebebi olarak görür.

7- Bakan Şimşek'e göre istihdam artışının önündeki en büyük engellerden biri kıdem tazminatı yüküdür."

            (derleyen:mstfkrc)
            










Gençliğin dinamizminde Nâzım’ı bulmak(YEKTA ARMANC HATİPOĞLU) + Nâzım’ı anlamak, Nâzım gibi olmak…(KAYRA KÖKSAL) - soL/Görüş

 


Gençliğin dinamizminde Nâzım’ı bulmak(YEKTA ARMANC HATİPOĞLU) 

Nâzım, öyle laf olsun falan diye değil gerçekten hâlâ yaşıyor. Nâzım, ölümünün 60. yılında yaşıyor çünkü sokaklarda 'Bu memleket bizim!' sloganı atarken ondan güç alıyoruz.

İşsizlik kaygısı, ekonomik zorluklar, çürümüş insan ilişkileri; Türkiye gençliğinin önemli bir bölümünün hayata baktığında gördüğü tek şey bunlar. 

O meşhur şiirine “Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım” diye başlıyor Nâzım. Bu satırları ise yirmi sekizinde yazıyor. Kuşku yok ki 19 yaşındaki heyecanından hiçbir şey kaybetmemiştir. Dinamiktir, enerjiktir, yeni hayatı kurmak heyecanı içindedir. Heyecanının kaynağını aynı şiirde vermiştir: “24 saatte 24 saat Lenin / 24 saat Marks / 24 saat Engels.”

Nâzım Hikmet’in doğduğu dünya imparatorlukların son demlerini yaşadığı, burjuva cumhuriyetlerin çatırdadığı bir dünyaydı. Anadolu’daki millî mücadeleyi, Sovyetler’deki yeni insanın doğuş çabalarını, Kemalist Devrim’in hem ileri adımlarını hem de burjuva karakterinin onu nasıl karşıdevrimci bir konuma çekebileceğini, Latin Amerika’nın ABD’nin “arka bahçesi” olmayı reddedişini gördü. Tarih nehrinin gürül gürül aktığı bir dönemdi.

Ama şimdi Cumhuriyet yıkıldı, siyasal İslâm her alana girmeye çalışıyor, Türkiye bir ucuz emek cehennemine döndü, yerli-yabancı sermaye için cennet bir ülke yaratıldı, işsizlik en yüksek seviyelerde, “nitelikli eğitim” sadece küçük bir azınlığın elinde. Dünyanın bir kutbunda oligarkların yönettiği Rusya, bir kutbunda ahtapot gibi dünyayı sarıp yok eden ABD, diğer tarafta yıllardır sermayeye alan açan Çin. Ne Cumhuriyet’in ileri adımlarının eserlerini yaşayabildik ne de güçlü bir sosyalizm görebildik. 

“Durum böyleyken gençlik nasıl umutlu olsun?” diyenler muhakkak olacaktır. Ancak şunu bilmek ve her defasında hatırlamak gerekiyor: Anadolu’da Millî Mücadele başladığında da Rusya topraklarında Ekim Devrimi gerçekleştiğinde de tarihin tekerleğini bu denli ileri döndürme fikri bir avuç genç ve dinamik devrimcinin aklındaydı. Evet, Türkiye’de gençlik bir karşıdevrim batağının içinde doğdu. Düzen edebiyatıyla, sinemasıyla, kültürüyle karşıdevrimi normalleştirmeye devrimi ise çağdışı göstermeye çalışıyor. Bütün bu baskıların tarihin akışı, işçi sınıfının devrimciliği ve sınıfla bütünleşen gençliğin dinamizminden kurtuluşu olmayacak. Yeter ki “Umudun insanda,” bizde olduğuna inanalım. Geçmişe bakalım ve değiştirme gücümüz olduğunu görelim.

Çok uzağa gitmeyelim gücümüzü görmek, umudu aramak için. Gezi’nin Haziran’a döndüğü günlerin 10. yılını yaşıyoruz. AKP’nin en güçlü olduğu dönemde, başta gençlik, AKP karanlığını reddedip alanlara çıktı. Milyonlar AKP’nin Cumhuriyet’le hesaplaşma girişimini AKP’nin başına geçirmek için sokaklarda buluştu. Belki devrim değildi ama Türkiye’nin sandıklara hapsedilemediğinin en güçlü kanıtı oldu. Umutları sandığa hapsetmeye çalışanların suratına tokat gibi çarptı Haziran Direnişi. Gerçek olan sokaktaydı. Türkiye gençliği, dinamizmini göstermişti. 

Kuşağımız belki şimdilik öyle büyük devrimler yapamadı, şahit de olmadı ama AKP’li olmanın moda olduğu yıllarda TEKEL Direnişi’ni, ODTÜ Ayakta eylemini, Fethullah çetesine soruları çaldırmayacağını haykıran gençliği gördük. “Boyun Eğme”meyi oralara bakarak öğrendik ilk. Memleketimizin tarihindeki güçlü öğrenci hareketini yaşamadık ama okuduk. Ülke sorunlarını bir kenara bırakıp kariyerine bakmayı reddeden Denizleri, Mahirleri gördük tarihimizde; büyük grevler, kalabalık ve örgütlü 1 Mayıslar, üniversite işgalleri… 

Nâzım’a bakmalı. Yıllarını içeride geçirirken bile umutlu olmayı ondan öğrenmeli, devrimci estetiği onun şiirlerinde aramalı, azla yetinmemenin önemini onun dizelerinde bulmalıyız. Beklenen günlerin, güzel günlerin bizim elimizde olduğunu; en güzel günlerimizin henüz yaşamadıklarımız olduğunu onun dizelerine bakarak hatırlıyoruz. “Duvar” şiirindeki şu satırlarda diyalektik materyalizmi buluyoruz ve aradığımız umudun hiç de öyle basit bir şey olmadığını; umudumuza karşı çıkanların, aslında neye karşı çıktığını görüyoruz: “Bize karşı koyanlar, / karşı koymuş demektir. / Maddede hareketin, / yürüyen cemiyetin / ezeli kanunlarına. / Sükûn yok, hareket var / bugün yarına çıkar / yarın bugünü yıkar / ve bu durmadan akar / akar / akar.”

                                                                        ***

“Ben / daha ölümü düşünmüyorum. / Ben daha bir çocuk doğuracağım / Hayat taşıyor içimden. / Kaynıyor kanım. / Yaşayacağım, ama, çok, pek çok, / ama sen de beraber.” diye yazıyor Nâzım, 18 Şubat 1945’te, Bursa Cezaevinden Piraye’ye. Uzun süredir hapiste olmasına, çıkmasına da daha uzun yıllar olmasına rağmen hayat taşıyor içinden. Nâzım’da olan, tarih bilimini bilmenin rahatlığı bir yandan da.

                                                                          ***

1959 yılında Viyana’da gerçekleştirilen 7. Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivali’nde Nâzım, gençliğin tanımını şöyle yapıyor: “Gençlik hayal demektir. Gençlik inanılmaz, mucizevi bir şey olarak anladığı hayatın içine girmeye hazır olan, yaşamın eşiğinde duran insan demektir.” Devamında, biyolojik olarak genç olan ancak ruhu kocamışlardan bahseder. Nâzım’a göre onlar hiçbir şeye inanmaz, inansalar bile yalnız ölüme inanırlar ve ölüm önünde eğilirler. Kendisini ise “genç kuşağa ait olan yaşlılardan” sayar ve ekler: “57 yaşındayım. Önemi yok! Ama diğer ‘biyolojik bakımdan genç olanlardan’ daha gencim. Çünkü hayal kurabiliyorum. Çünkü insanlığın aydınlık geleceğine inanıyorum. Çünkü güzel ve iyi olan için, adaletli olan için kavgayı seviyorum.”

Nâzım budur. İlk şiirini 13’ünde yazacak, 20’sine varmadan milli mücadeleye omuz verecek, 21’inde TKP’siyle buluşacak, 22’sinde Sovyetlerde kurulan yeni düzene şahit olacak, 28’inde kocaman putları yıkacak ve ömrünün sonuna kadar genç kalacaktır. Ve hâlâ memleketindeki gençliğin, arkasına bakıp güç alacağı bir mücadele verecektir. Arkasında Türkiye halkı için zengin bir cephane bırakacaktır. Nâzım, öyle laf olsun falan diye değil gerçekten hâlâ yaşıyor. Onun için “Yaşıyor” denmesinin sebebi metafizikî bir düşünceden kaynaklanmıyor. Nâzım, ölümünün 60. yılında yaşıyor çünkü sokaklarda “Bu memleket bizim!” derken yanımızda onun soluğunu hissediyor, o sloganı atarken ondan güç alıyoruz. 

Sadece biyolojik olarak değil ruhen de genciz. Ölümü değil yaşamı düşünüyoruz, “Çocukların ama bütün çocukların kırmızı elmalar gibi gülüşü”nün mümkün olduğu yaşamı. Sınıfımızla birlikte yeni yaşamı kurma kavgasındayız. Tıpkı Nâzım’dan öğrendiğimiz gibi kavga ediyor, örgütleniyoruz. Bugünün yarına çıkacağını, yarının bugünü yıkacağını bilerek…

Nâzım Hikmet hakkındaki son sözü Aziz Nesin’e bırakmak doğru olacaktır: “Bir kuş düşünün. Kanat ister. Ama kanadını kendi yaratır. İşte Nâzım! Bir gemi, yol rüzgârı ister ama rüzgârını da kendi yaratır. İşte Nâzım!” 1

(YEKTA ARMANC HATİPOĞLU)

  • 1.Fahri Erdinç, Kalkın Nâzım’a Gidelim
                                                                                           /././

Nâzım’ı anlamak, Nâzım gibi olmak…(KAYRA KÖKSAL)

'Bu tabloya bakıp kaybettik, oturalım diyenler, kötü koşulların üzerine gitmeyip umudu kesenler Nâzım’a bakmalıdır. Nâzım’a bakanlar, anlayanlar onun gittiği yolu anlatmalıdır.'

1902 doğumlular tarihte incelenen değerli ve önemli bir kuşaktır. Bu kuşağın üzerine yazılanlar çoktur, onlar bir krizin içine doğmuş ve insanlığın silkelenişinin birer parçası hatta öznesi olmuşlardır. Doğduklarından hemen birkaç yıl sonra 1. Dünya Savaşı çıkacaktır. Emperyalizm dünya topraklarını sömürgeleştirmek ve paylaşmak için bir harekata girişmekteyken karşı bloğun güçlenmesi de beraberinde gelmekteydi. Avrupa’da var olan işçi hareketleri bir dinamik oluştursa da ihanetler, döneklikler Avrupa’da hareketi geriye çekti. Yoksul Rus halkı ve savaştan harap düşmüş askerler barış ve ekmek için kol kola girip yaşanılan tabloda yeni bir kanalı açmıştı. 1902’liler insanlığın sömürüsüz bir yaşam mümkün iddiasını arşa çıkardığı vakit çocuk yaşlarındaydı. Sonra büyük krizler, mücadeleler ve savaşlar görecekti. 1902’liler yaşama bu toplumsallığın yarattığı koşulların birer çocuğu olarak atıldılar. 

Nâzım da bahsettiğimiz kuşağın mensubuydu. Emperyalist devletlerin paylaşma planları yaptığı bir ülkede doğdu. Selanik’te dünyaya gözlerini açtı. Doğduğu şehir Osmanlı’nın en yoğun şehirlerinden biriydi. Diğer ülkelerin insanları ile iletişime geçmek daha kolaydı, ticaretin önemli bir merkeziydi. Yalnızca üretilen mallar değil fikirler de yoğun taşınıyordu. Sonrasında önce Diyarbakır’a taşındı ardından yedi tepeli şehrim diye yazacağı İstanbul’a… 

Bu yazı Nâzım’ın biyografisini yazmak ya da yaşam öyküsünü anlatmak kaygısı ile yazılmıyor. Onun da çok değerli olduğunu belirtmek isterim ancak yazının asıl kaygısı Nâzım’ın insanlığa anlattığı ve kattığı öyküleri öne çıkarmak. Aslında Nâzım’ı Nâzım yapanın dört kolla sarıldığı mücadelesi ve oradan aldığı dirençle yeniden insanlık için üretmeye devam etmesi olduğunu unutturmamak Nâzım’ı en güzel anlatma ve anlama biçimi. 

Köhnemiş Osmanlı saltanatının işgalcilerle işbirliği içerisinde memleketi yiyip bitirdiği bir dönemde Anadolu’da başlayan bir hareket savaştan çıkmış yorgun halka umut ve direnç aşılamıştı. Nâzım da memleketinin ellerinden kayıp gitmesini izleyecek bir duruma sokmamıştı asla kendisini. Çocukluğundan beri sarıldığı kaleme ve kâğıda memleketi için sarılmıştı. Dizelerinde kurtuluşu aradı, her zaman o kurtuluşun parçası olmayı kendi yaşamına amaç edindi. Genç yaşlarında Milli Mücadele’ye destek için ailesinden habersiz Anadolu’ya gitti. Savaştan harap olmuş köylüleri ve o köylüleri harekete geçiren direnci yakından gördü. Gördüklerini yazdı ve insanlığın buna layık olduğuna bir an olsun inanmadı.  

İnsanlığın kurtuluşunu aramaktan ve bu kurtuluşa ulaşma mücadelesine katkı yapmaktan asla geri durmadı. Kalemini her zaman ezilenden ve haklıdan yana umutla kullandı.

Hep umutluydu; hapse düştüğünde, sürgün edildiğinde yaşama bağlanmaktan asla geri durmadı. Yine genç yaşlarında yazının başında bahsettiğimiz insanlığın büyük ilerleyişinin simgesi olan Sovyetler Birliği ile tanıştı. Kendi ekmeğini eline almak için ayağa kalkmış olanlara hayranlıkla baktı ve memleketinde de hayran olunacak bir tablonun yaratılması hayaliydi. Anadolu’da zaten o yıllarda hayranlıkla izlenen Sovyetler Birliği’nin de desteğini alan bir anti-emperyalist mücadele sergileniyordu. Nâzım burada elbette bu mücadeleden yanaydı ancak kazanılan değerleri yaşatacak bir toplumsal sistemin kurulması için uğraş veriyordu. Ufak azınlığın büyük çoğunluğa tahakkümünü reddederek ismi karalanmaya çalışılan insanlığın biricik umudu komünizme işaret etmişti. 

Bunları söylediği için memleketinden sürgün edildi, hapis yattı. Ancak yazmaktan vazgeçmedi. Çünkü örgütü vardı, Nâzım onla aynı düşü kuran ve bu düşe ulaşmak için kollarını sıvayanlarla yan yana olmayı her zaman her şeyin önünde tuttu. İnsanın örgütsüz hiçbir şey yapamayacağını ama örgütlü olduğunda neler yapabileceğini anlatıyordu. Mücadele azmi ve umudu buradan geliyordu.

Nâzım’ı yüzyıllarca yaşatmış ve yüz yıllarca da yaşatacak olan tam da buydu. Kavgasına bağlılığı, aynı zamanda yaşadığı zorluklar ve bir o kadar da umudu. Nâzım’ı yaşatmak için Nâzım’ın yaşamını anlamlandırdığı yere bakmak şarttır. Nâzım “aşk şiirleri”ne sıkıştırılacak biri değildi. Nâzım’ı bu zorluklarla karşılaştıran aslında verdiği mücadelenin getirdiği sonuçlardı ama Nazım toplumun yaşadığı zorlukları bertaraf etmek için umutla mücadele ediyordu yaratılan zorluklarla. Büyük bir miras bıraktı bize çok şey kattı. Yılmamayı, mücadeleyi bırakmamayı öğrendik ondan. 

Türkiye’nin yaşadığı günümüz koşulları da iç açıcı gözükmemektedir. Emekçiler büyük sömürü altında yaşamaya çalışırken dinci gericilik dört tarafı kuşatmıştır. Anadolu’da mantar gibi yabancı üsler yayılmıştır yüz yılda. Bu tabloya bakıp kaybettik, oturalım diyenler, kötü koşulların üzerine gitmeyip umudu kesenler Nâzım’a bakmalıdır. Nâzım’a bakanlar, anlayanlar onun gittiği yolu anlatmalıdır.  

Ve elbette bunun sonucunda insanlık komünizme doğru yürümelidir. Kurtuluşunun kendi ellerinde olduğunu fark etmelidir. Ölümünün 60. yıldönümünde onu anmak o yürüyüşü hızlandırma iradesiyle buluşmalıdır. Bu olmadan Nâzım’ı sulu gözlerle anmak Nâzım’ı anlamamanın sonucudur. Nazım’ı anlayanlar yürüyüşü devam ettirmektedir.  

Ona sözümüz yürüyüşü zaferle buluşturmaktır, bu irade ve umutla iyi ki vardın Nâzım!

(KAYRA KÖKSAL) 

Sevdalınız komünisttir I Nâzım’ın mirası: Umut, cesaret, inanç… - İREM YILDIRIM / soL-Kültür

Komünist şair Nâzım Hikmet ölümünden 60 yıl sonra yine, yeniden ve hep bu memleketteki herkese umut, cesaret, güç ve omuz vermeye devam ediyor. Dizelerindeki memleket sevdası hepimizin içindeki umudu yeşertmeye yetiyor. Büyük ustanın ölüm yıl dönümünde soL okurları için Nâzım'ın umudunu sanatçılarla konuştuk.


 
Tiyatro ve sinema sanatçısı Orhan Aydın, tiyatro ve sinema sanatçısı Metin Coşkun, tiyatro sanatçısı Levent Üzümcü, tiyatro ve sinema sanatçısı Levent Ülgen ile yönetmen Çağrı Kınıkoğlu komünist şair Nâzım'ı kendi dizeleriyle anlattı...

ORHAN AYDIN: UMUDUMU YEŞERTMEK İÇİN ÖNCE NÂZIM YOLDAŞIN ŞİİRLERİNE SARILIYORUM

Yürümek;

yürümeyenleri

arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,

havaları boydan boya yarıp ikiye

bir mavzer gözü gibi

karanlığın gözüne bakarak

                                 yürümek!..

Yürümek;

dost omuzbaşlarını

omuzlarının yanında duyup,

kelleni orta yere

yüreğini yumruklarının içine koyup

                                  yürümek!..

Yürümek;

yolunda pusuya yattıklarını,

arkadan çelme attıklarını

                                  bilerek

                                  yürümek...

Yürümek;

yürekten

gülerekten

                                   yürümek...

Doğrudur, ben de hayatımın her döneminde umudumu yeşertmek için önce Nâzım yoldaşın şiirlerine sarılıyorum. Bu dönemde en fazla tutunduğum Nâzım şiiri ‘Yürümek’ şiiridir. Çünkü birebir örgütlenmeyi anlatan bir şiirdir ve de kendi içinde vicdanlı bir şekilde hesaplaşmayı da içerir.

Umut da umutsuzluk da elbette insan içindir. Ancak hangi ülkede hangi koşullarda yaşadığımızı anladığımızda umutsuz ve özgür, eşit bir gelecek kurmanın mümkün olmadığı gerçekliğiyle karşı karşıya kalırız. Örgütsüz toplumların başına gelen binbir türlü beladan biri değil ülkenin başına gelen. Örgütsüz kaldıkça, örgütlenmedikçe, yan yana gelip omuzlarımızı birleştirmedikçe, vicdanı ve iyiliği örgütlemedikçe hem dinci gericilik hem de ırkçılık alanı boş bulacaktır. Yaşadığımız gerçeklik budur. Ancak bu coğrafya küllerinden her seferinden yeniden doğmayı bilmiş, bunu da hep geleceğin eşit ve özgür olması umuduyla becerebilmiştir.

                                                                          ***

METİN COŞKUN: NÂZIM’IN UMUT VE GÜÇ VERMEYEN DİZESİ, ESERİ YOK

“(…) Diyelim ki hapisteyiz,

yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla

                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak (…)”


Yaşamaya Dair, umudu büyüten güç ve omuz veren şiirlerinin başında geliyor… Ayağa kalkmak için bu dizelere sarılıyorum..

Nâzım’ın umut ve güç vermeyen dizesi, eseri, yok. Çünkü kaleminden çıkan her bir kelime umutla cesaretle dolu. Hayranım. Dünyaya gelmiş geçmiş en büyük, en iyi şair o. Bunu sadece ben söylemiyorum, Pablo Neruda da söylüyor. Neruda, Nâzım'ın ne kadar büyük olduğu şu dizelerle anlatıyor "Nasıl dövüşülür senden örnek almaksızın, Senin halksal bilgeliğinden ve yüce şair onurundan yoksun? Teşekkürler, böyle olduğun için! Teşekkürler o ateş için, Türkülerinle tutuşturduğun, sonsuzca." ve teşekkür ediyor, hepimiz gibi.

                                                                  ***

LEVENT ÜLGEN: NÂZIM'IN BU DİZELERİYLE HARLANIR CESARETİM

“(…) Sen de bilirsin ki ben

          ne dedemden

          miras bekledim,

ne babamdan şeref, şan!

Hasep, nesep, kan, soy, sop işinde yoğum.

Çünkü ne soyu sicilli bir buldoğum

ne de tecrübelik bir tavşan.

Ben sadece ölen babamdan ileri doğacak çocuğumdan geriyim,

ve bir kavganın adsız neferiyim.(…)

(…) Fikir dediğin (…)

şahlanmış bir savaş kılıcıdır.

Bu ata atlayacak yürek

ve bu kabzaya bilek

                 gerek…”


'Bir provokatör üzerine hiciv denemeleri' şiiri benim için umut doludur. Ne zaman umutsuzluğa düşsem, bu dizelerle harlanır cesaretim. Ve “Bir kavganın adsız neferi” olmayı en başından benimsemiş olmam, beni güçle, umutla, inançla ayağa kaldırır yeniden. 

                                                              ***

LEVENT ÜZÜMCÜ: GELMEKTE OLANI GÖRMEKTE ÇOK ZORLANIYORUZ

“Annelerin ninnilerinden

                              spikerin okuduğu habere kadar,

yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

anlamak gideni ve gelmekte olanı.”

Ben çağın en büyük probleminin insanların birbirlerine karşı yitirmiş oldukları güven ve 'çağın vebası' olarak adlandırdığım yalan olduğunu düşünüyorum. 1946 yılında Nâzım’ın yazdığı bir şiir bu, Beş Satırla. Dünya daha yeni bitirmiş 2. Dünya Savaşı'nı. Kimilerinde müthiş bir umutsuzluk kimilerinde geleceğe bir umut var o tarihlerde.

Genellikle insanlar çağları kendi ömürleriyle hesaplıyorlar ama çağlar, çağların gerekliliği bazen gelmekte olanı kendi kısacık ömürlerimizde fark edememize yol açıyor. Fark edebilsek aslında her şey çok çok daha güzel olabilir. Bir sistem çöktü. Kapitalizm dediğimiz sistemin çöküşünü yaşıyoruz, içindeyiz ama farkında değiliz. Geniş insan topluluklarının istedikleri gibi bir hayatı yaşayamamalarından ama o hayatın özlemiyle, düşüyle yaşatılmalarından dolayı maaleseftir ki bir türlü kendi gerçekliklerinin farkında varamıyorlar. Bir hayal aleminde yaşıyorlar. Bir gün zengin olacakları, bir gün onların da yarın kaygısı olmadan yaşayabilecekleri gibi bir maması var kapitalizmin. Ancak bu sistem hala bu mamayla yürüyor ve gelmekte olanı görmekte çok zorlanıyoruz, ister istemez.

Ama bir parça kendi ömrünün uzunluğundan sıyrılıp da çağların uzunluğuna bakabilen birisi mutlaka fark edecektir, gelmekte olanı. Ustaya saygıyla, umutla...

ÇAĞRI KINIKOĞLU: NÂZIM OKUMAK, MEYDAN OKUMAKTIR

Nâzım'ın bütün bir üretimini birkaç şiire indirgemek hem olanaksızdır hem de Nâzım'a ve mücadelesine haksızlık olur.

Bazen bir tek dizesi, bazen bir tek imgesi, okuyucusunda büyük etkiler uyandırır: dünyayı kavrayışına derinlik katar, bilincinde kıvılcımlar yakar, mücadelesinde omuz verir, karanlıkta yönünü buldurur, yüreğini sarıp sarmalar... 

Her halükârda, okurunun bulunduğu yerde kalmasına izin vermez, onu ilerletir, sıçratır.

Tarihe, topluma, insana gelişkin bir marksistin, bir komünistin teorik derinliği ve zenginliğiyle bakar Nâzım. Bu sayede de umutsuzluğun koyulaşıp insanın yüreğine ve aklına çöktüğü zamanlarda umudunu yitirmemesi, umudun nerede olduğunu gösterebilmesi ve ona yönelmesi, yöneltmesi mümkün olur.

Bir acayip seçim sürecini geride bıraktığımız bu dönemde, karamsarlıkla nihilizm arasında gidilip gelinen bir dönemde, tam da bu nedenle Nâzım'ı tekrar okumakta fayda var. Hangi şiirini, hangi eserini olursa olsun, Nâzım, aklının aydınlığına sorular sorulacak ve yanıtlarında yalan söylemediğine güvenilecek insanlığın yüz akı sanatçılardan biridir.

Ancak bu kayıtları düşerek yanıtlayabilirim sorunuzu ve umudu nasıl kavrayabileceğimize dair bir ufuk sunduğunu düşündüğüm ve ilk aklıma gelen birkaç Nâzım eserinden bahsedebilirim.

Örneğin İstanbul'da tutukluyken yazdığı "Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime" dizesiyle başlayan şiiri...

"Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime,

toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum. (...)" diye devam eder. 

Bir başkası "Yirminci Asra Dair" şiiridir. Şiirin akışı içinde:

"(...) Asrım sefil, / asrım yüz kızartıcı, / asrım cesur, / büyük / ve kahraman.

Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman. / Ben yirminci asırlıyım / ve bununla övünüyorum. (...)" 

dizelerini okuruz.

Umut bağlamında hemen aklıma gelen bir diğeri eser de "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim" romanıdır. Bu otobiyografik romanında, çarpıcı bir kurgu yoluyla, memleketi işgal altındaki bir gencin büyüme öyküsü çerçevesinde karanlık bir dünyada hayatı tanıma, bilinçlenme, toplumu anlama, aydınlanma ve değiştirme mücadelesine atılma sürecinden kesitler işlenir. Öyle karanlıktır ki dünya, insan kendine "Böyle bir yaşamın neresi güzel de Nâzım romanına bu adı koymuş?" diye düşünür ister istemez.

Bu üç örnekten yola çıkarak bir soru sorabilirim:

Nâzım 1902'de doğduktan sonra, Balkan Savaşları'nı, Çanakkale Savaşları'nı, Birinci Dünya Savaşı'nı, seferberlik yıllarını, Kurtuluş Savaşı'nı, İspanya İç Savaşı'nı, İkinci Dünya Savaşı'nı görmüş bir kuşaktan. Sermaye düzeni ve emperyalizmin kıyıcılığı ve zalimliğini her defasında arttırdığı bir başka uğrağa tanıklık etmiş çok nitelikli bir sanatçı. Kendi yurdunda da, her milletten yoldaşının bulunduğu coğrafyalardan da gelen ve ardı arkası kesilmeyen moral bozucu, kahredici, perişan edici haberler ve gelişmeler eksik olmamış hayatında...

Buna rağmen nasıl umutlu olmuş? Umutlanabilmek için dönüp okumaya gereksinim duyduğumuz şiirleri nasıl yazmış?

Öncelikle, kıyıcılığı ve zalimliği gördüğü kadar, buna boyun eğmeyen insanı da görmüş. Ateşi ve ihaneti görse de dayanan insanı görmüş. İnsanlığın ileri atıldığını ve devrimler yaptığını da görmüş. Toplumsal yaşamın bu mücadele ile biçimlendiğini görmüş, daha da önemlisi, gördükleri üzerine kafa yormuş.

Nâzım'da umut, yaşam sevinci, neşe, içinde yaşadığı toplumsal düzeni ana hatlarıyla kavramış olması ve o kavrayış doğrultusunda mücadele edebilmesinden kaynaklanır. "Gücüm yeter mi, şimdi zamanı mı, bana mı düşer?" sorularından kurtulmuş. Kolayına kaçmamış. Örgütlenip, tarihin akışını hızlandırmak üzere sorumluluk üstlenmiş ve bunlar Nâzım'da geri dönüşsüz bir bilinç sıçramasına kaynaklık etmiş.

Bu yüzden diyebilirim ki Nâzım okumak, fonunda ağlak kanun melodilerinin bulunduğu hüzünlü bir atmosfere gömülmek değil, çağına ve yurduna çöken zalimliğe ve bağnazlığa "seni anladım, kavradım, senin karşında safımı seçtim ve sana meydan okuyorum" diyebilmektir. Hangi eseri olursa olsun, Nâzım okuyalım, yazdıklarına kafa yoralım: bu güzel yoldaşımızla içten bir sohbete hepimizin ihtiyacı var.

İREM YILDIRIM / soL-Kültür




Türkiye İmalat Sanayiinin Yapısal Analizi (2015 – 2020) - Serdar Şahinkaya / soL

 

'Umalım ki, başta Türkiye siyaset topluluğunun aktörleri ve diğer ilgililer bu dev araştırmanın bulgularını gündemlerine alırlar.'

Seçimlerin hayhuyu daha devam edecek doğal olarak. Etmeli de. Lakin memleket siyaset topluluğunun nerede ise tamamı, bu süreçte bence birbirine çok benzer söylemlerde bulunmuş ve esasa nerede ise birkaç kişi dışında kimse değinmemiştir. Oysa son 43 yıldır sürdürülen insan zayiatı ağır neoliberal model yüksek oranda ithalata bağımlı bir üretim yapısını giderek derinleştirmiş ve ithalat yapmadan üretim yapamayan bir imalat sanayii sektörünü adeta pekiştirmiştir.

Oysa Cumhuriyetin 100. Yılındayız. Kutlayacak bir cumhuriyet nerede ise kalmadı. Yine de kutlu olsun. 1923 Cumhuriyeti, Milli Mücadele’den sadece beş ay sonra İzmir’de 17 Şubat – 4 Mart 1923’de Cumhuriyet’ten önceki son kurucu kongre olan Türkiye İktisat Kongresi’ni toplayarak 302 karar almıştır. Dört yaşındaki Cumhuriyet 1927 yılında Belçikalı istatistikçi Mösyö Camille Jacquart’ın kılavuzluğunda Nüfus, Tarım ve Sanayi Sayımlarını yapmış ve dört yıl sonra da 23 Nisan 1930 tarihinde Cumhuriyetin kalbi, devrimin başkenti Ankara’da Birinci Sanayi Kongresi’ni toplayarak birbiriyle ileri – geri bağlantıları tam sınai hedeflerini oluşturmuş, Kongre rapor ve tutanaklarını 887 sayfalık bir kitapta toplamış ve bu hedefleri 1930’lar boyunca gerçekleştirerek muazzam kurulu kapasiteler yaratmıştır.1 Yani aslında gelenek sağlamdır.

Şimdi de elimizde yazımıza konu teşkil eden 983 sayfalık dev bir kitap / eser var:  Türkiye İmalat Sanayiinin Yapısal Analizi 2015 – 2020. Kitabın iki editörü var. Çalışma hayatımın 25 yılını büyük bir keyifle paylaştığım iki külyutmaz iktisatçı meslektaşım Dr. Oktay Küçükkiremitçi ve Ömür Genç. Her ikisini de yürekten kutluyorum.

Editör dostlarım yazdıkları önsözde şu satırlara yer vermektedirler:

“Belirli bir sektörün ekonomik ve mali durumunu ortaya koyan sektör analizleri, sektörel politikaların belirlenmesi ve uygulanmasında temel dayanak teşkil ederken yatırımcıların yatırım kararlarını verirken yapacakları analizler için de başvurulacak temel doküman niteliğini taşımaktadır. Sektörün arz ve talep durumunu içeren temel büyüklüklerinin (işyeri sayısı, üretim değeri, katma değer, kapasite kullanım oranı, istihdam, dış ticaret, kârlılık vs) mekânsal dağılım ve ölçek olarak ortaya konulması sektörel ve bölgesel politika belirleyici kurumlar açısından önem taşımaktadır.

Türkiye imalat sanayiinin dönemsel performansını ve alt sektörlerinin analizini içeren bu çalışma, Türkiye Kalkınma Bankası Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Müdürlüğü tarafından ilki “Türkiye İmalat Sanayiinin Yapısal Analizi ve Sektörel Performans Değerlendirmesi-22 Ana Sektör İtibarıyla” başlığı ile 2007 yılında, ikincisi ise “Türkiye İmalat Sanayiinin Analizi -2005-2010 Dönemi, 22 Ana Sektör İtibarıyla” başlığı ile 2012 yılında yayınlanan kitapların devamı niteliğindedir.2 İmalat sanayiinin 2015-2020 dönemini analiz eden bu çalışmada öncüllerindeki analizlere sektörlerin Ar-Ge ve mali yapılarını da inceleyen boyutlar eklenmiştir”

Ülke Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının 2021 yılı itibariyle yüzde 22,6’sını oluşturan, 2020 verileriyle 409.482 adet işletme, 4.308.874 çalışanı ve 404. 888 milyon dolar üretim değeri olan İmalat Sanayiini ele alan çalışmanın birinci bölümü; İmalat sanayi ve 23 alt sektörünün 2015-2020 dönemindeki genel görünümünün farklı perspektiflerle irdelendiği beş alt bölümden oluşmaktadır. İlk kısımda, imalat sanayi ve alt sektörleri 7 ayrı göstergeye göre 2015 ve 2020 yılları için 14 grafikle incelenmiştir. Grafiklerde her bir sektörün durumu, imalat sanayi ortalaması ve diğer sektörlerle kıyaslamalı olarak belirlenmiş ve bu göstergelere göre imalat sanayinin alt sektörlerinin gelişimleri dört ayrı bölgeli olarak hazırlanan grafikler vasıtasıyla görsel olarak resmedilmiştir. İmalat sanayinin alt sektörleri performans analizinin incelendiği ikinci kısımda; sekiz kritere göre 2015-2020 dönemi için 23 alt sektörün performans değerlendirmesi ve sıralaması yer almaktadır. Sektörlerin birbirleriyle ilişkilerinin ve yapısal karakteristiklerinin incelendiği üçüncü kısımda; TÜİK’ten elde edilen 232 alt sektörlü 2012 yılı Girdi-Çıktı tablosu,3 NACE Rev. 2 sektör sınıflaması ile uyumlu şekilde 85 sektörlü hale getirilmiş ve imalat sanayinin alt sektörlerinin Girdi-Çıktı tablosundan hesaplanan karakteristiklerine yer verilmiştir. Dördüncü kısımda, imalat sanayi ve alt sektörlerinin 2015-2020 dönemi için finansal göstergeleri ve finansal oranları incelenmektedir: Likidite, finansal yapı, devir süreleri ve kârlılık oranlarının incelendiği bu kısımda ayrıca dönem içinde belirlenen oranlara göre en yüksek ve en düşük performansı sergileyen sektörler de saptanmıştır.

İmalat sanayinin mekânsal analizinin değerlendirildiği beşinci kısımda ise Türkiye’de ilk defa işyeri düzeyinde veriler kullanılmıştır.4 Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Sanayi Sicil Bilgi Sistemi veri tabanı kullanılarak yapılan bu analiz neticesinde, Düzey 2 bölgeleri için her bölgede fiilen yer alan işletmelerden alınan satış verileri kullanılarak imalat sanayi alt sektörlerinin ülkedeki dağılımı, üç yıldız tekniği kullanılarak sektörlerin bölgelerdeki kümelenmeleri ile bölgelerde kümelenen sektörler ayrı ayrı incelenmektedir.

Kitabın izleyen 23 bölümünde ise her biri bağımsız bir sektör inceleme / değerlendirme raporu olarak da düşünülebilecek sektör raporlarında,  o işkolunun imalat sanayine göreli gelişimi ve karakteristikleri de verilerek, sadece belirli alt sektörleri inceleyecek okuyucuların / kullanıcıların talep ettikleri bilgiye kolaylıkla erişimi de hedeflenmiştir. İmalat sanayinin NACE Revize 2. ikili kırılımda 23 alt sektörü; Üretim Yapısı, Dış Ticaret, İstihdam ve Verimlilik, Araştırma ve Geliştirme Faaliyetleri ve Finansal Yapı ana başlıkları altında incelenmiştir.

İki editör dostum ile birlikte bu mühim esere katkı veren isimler ve yazdıkları bölümlere dair listeye aşağıda yer vermek isterim. Zira böyle bir kolektif emeğe katkı verenlerin de bilinmesi önemlidir.

İçindekiler ve Hazırlayanlar Listesi

Umalım ki, başta Türkiye siyaset topluluğunun aktörleri ve diğer ilgililer bu dev araştırmanın bulgularını gündemlerine alırlar. Unutulmamalıdır ki; belirli bir sektörün iktisadi ve mali durumunu ortaya koyan analizler; sektörel politikaların belirlenmesi ve uygulanmasında temel dayanak teşkil eder ve girişimcilerin yatırım kararlarını oluştururken de başvurulacak esas doküman niteliğini taşımaktadır.

Yazımı bitirirken iki küçük eleştiri de bulunmamı meslek kıdemi nedeniyle editör dostlarımın hoş karşılayacağını umuyorum: İlki, ben olsam kâğıt olarak mat kuşe yerine daha hafif bir kâğıt kullanırdım. Zira bir kitabın ağırlığı: 2,1 kg. Taşımak oldukça zor. İkincisi, kapağa Cumhuriyetimizin 100. Yılı olduğuna dair minik bir görselin ilavesi isabetli olurdu.

Bahse konu esere internet ortamında her daim ulaşabilmek için https://www.sanayi.gov.tr/plan-program-raporlar-ve-yayinlar/suresiz-yayinlar/cr1304011103 linkini kullanabilirsiniz.

Serdar Şahinkaya / soL

  • 1.Bu süreçleri anlamak için lütfen bakınız; Serdar Şahinkaya (2023). Cumhuriyetten Önceki Son Kurucu Kongre: Türkiye İktisat Kongresi (İzmir, 17 Şubat – 4 Mart 1923). Telgrafhane Yayınları. 1. Baskı Şubat. Ankara; Serdar Şahinkaya (2019). Bir Hesaplaşma: 1930 Sanayi Kongresi, Öncesi ve Sonrası / Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi. Telgrafhane Yayınları. 2. Baskı. Aralık. Ankara.
  • 2.Bu iki kitapta benim de kaleme aldığım bölümler / emeğim vardır.
  • 3.Ne yazık ki Girdi- Çıktı tablosu hâlâ 2012 model (!)
  • 4.Buraya dikkat isterim.

Tersine göçün başladığı köyde madencilik isyanı - Yusuf Yavuz / soL

 Yıllar sonra köylerine dönme hayali kuran vatandaşlar, sulama barajları ve tarımsal üretimin yoğun olduğu Tokat Günçalı köyü ve çevresinde madencilik girişimi başlayınca isyan etti.

Tokat’ın merkeze bağlı köylerinden Günçalı’da 1477 hektarlık arazide değerli maden aranması için özel bir şirkete ruhsat verildi. Geçimini tarımsal üretimden sağlayan köyden büyük kentlere yönelik göç, son yıllarda tersine dönmeye başladı. Tarımsal üretimi desteklemek için kamu eliyle yapılan sulama amaçlı barajlar da yöre halkının umudu olmuştu. Ancak Günçalı dâhil bölgedeki çok sayıda köyü etkilemesi beklenen madencilik girişimi köylülerin tepkisine neden oldu. 2029 yılına kadar geçerlilik süresi bulunan IV. Grup maden arama ruhsatının iptalini isteyen köylüler, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvurdu. Maden ruhsatının verildiği bölgede ayrıca yöre halkı için kutsal sayılan Çal Baba ziyareti de bulunuyor.

Tokat merkeze bağlı Günçalı köyü, Killik ve Çayören köylerine ait arazide İstanbul merkezli HLC Kıymetli Madenler ve Yatırım A.Ş. adlı özel bir madencilik firmasının başlattığı değerli maden arama çalışması yöre halkının tepkisine neden oldu. Altın, gümüş, sodyum, bor tuzları, potasyum krom, titan ve alüminyum gibi çok sayıda maden ve endüstriyel hammaddeyi içeren IV. Grup maden kategorisinde verilen arama ruhsatı, ön arama, genel arama ve detay arama gibi sürelerle 2029’a kadar geçerli olacak. Ruhsat sahası içinde yöre halkı için kutsal sayılan ve ziyaret edilip kurbanlar kesilen Çal Baba’nın mekânının da yer aldığını dile getiren Günçalı köylüleri, inanç merkezi olarak görülen bölgede madencilik projesi istemiyor.

Çok sayıda köy etkilenecek

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na dilekçe ile başvuruda bulunan yöre halkı, maden arama çalışmasının durdurulmasını talep ediyor. Konuyla ilgili yapılan başvuruda, maden arama süreci ve sonrasında açılması planlanan işletme ve üretim sahalarının köy yerleşimleri, tarım arazileri ve yeraltı sularını olumsuz etkileyeceği belirtilerek şöyle denildi:

“Ruhsat alanı Günçalı, Killik, Çayören, köyleri hudutlarını içermekte olup komşu köylerimizden olan Güzelce, Kervansaray, köyleri ile Çamlıbel civarındaki köylerin yanında Yeşilyurt, Sulusaray hatta çekerek istikametine yer alan köylerde etkileneceğini düşünüyoruz. Çünkü bu hat üzerindeki sulama yapılan tarım arazilerini besleyen Güzelce Barajı yer almaktadır.

Şeker pancarı, domates ve buğday tehdit altında

Altın ve diğer kıymetli madeni faaliyetinin gerçekleşmesi halinde, izin alanı içerisindeki tüm orman kesilecek, devasa çukurlar açılacak ve yoğun ağır metaller ihtiva eden pasa yığınları meydana gelecektir. Oluşması muhtemel asit maden drenajları ile yeraltı ve yer üstü suları, dereler, göletler ve barajlar kirlenecek, Günçalı, Güzelce, Kervansaray köylerimizin yanında, DSİ Güzelce Köyü Barajını tarafından sulanan tüm Artova ve Çamlıbel Ovası ve tarımsal üretim zarar görecektir. Tokat şeker pancarı, domatesi ve buğdayı ile birçok gıda ürünü olumsuz etkilenecektir.”

  Günçalı köyünü de kapsayan maden ruhsat sahası çevresinde sulama amaçlı barajlar da bulunuyor

'Kırsal iyice boşalacak'

Doğal tarım ve hayvancılığın yanında çiftlik faaliyetleri için de uygun olan bölgede kıymetli maden arama ve üretim izni verilmesinin ciddi kayıplara yol açacağına işaret edilen başvuru dilekçesinde, “Bölgede çok ciddi gelir kayıplarına yol açacak, kırsal iyice boşalacak ve ülke ekonomisine oldukça olumsuz etkisi olacaktır. Bu süreçte arama işletme veya üretime köyümüz ve civar tüm köyler itiraz etmekte olup böyle bir projenin gerçekleşmesini istemiyoruz” denildi.

‘ÇED Olumsuz’ kararı verilmesi talep edildi

Köy halkının projeye yönelik itirazlarının dikkate alınması istenen başvuru dilekçesinde, Bakanlıktan madencilik projesi için ‘ÇED Olumsuz’ kararı verilmesi talep edildi. Nüfusunun önemli bir kısmı İstanbul’da yaşayan Günçalı köyünde son yıllarda birçok vatandaş tersine göç başlatmıştı. Yerel kültür ve üretimi yaşatmak için dayanışma içinde olan köy halkı, madencilik faaliyetinin bölgedeki canlanmanın sonu olacağını savunuyor.

Köylülere bilgi verilmedi

Konuyla ilgili sorularımızı yanıtlayan Günçalı köylülerinden Bahadır Sarıyaprak, maden şirketi adına sondaj yapmak isteyen çalışanların 14 Mayıs sabahı ruhsat sahasına geldiklerini ancak daha önceden köylülere bilgi verilmediği için köy halkının tepki gösterdiğini dile getirdi. Maden firması yetkililerine köylülerin projeye yönelik itirazlarının da iletildiğini belirten Sarıyaprak, “Maden şirketi yetkilisine köylüye bilgi verilmeden neden çalışma başlatıldığını sorduk. Böyle bir sürece asla müsaade etmeyeceğimizi belirttik. Bizim sürece yasal olarak itiraz etmemiz için sahaya girmemesini istedik” diye konuştu.

              Çal Baba buluşması yöre halkı için önemli bir inançsal ve kültürel anlam taşıyor

'Çivi dahi çakılmasını istemiyoruz'

Günçalı köyünde dernekleri aracılığı ile önemli ölçüde yapısal bir dönüşüm başlattıklarını da dile getiren Sarıyaprak, belirli birikime sahip olan orta yaş grubuna mensup insanların köye dönmeye başladığını belirterek, “Böyle bir proje olursa bizim yaşam alanımız, kültürel ve inançsal değerlerimiz, ormanlarımız tahrip edilecek. Dernek olarak son 5-6 yılda belediye ve diğer kurumlardan bağımsız köyde bir kentsel dönüşüm başlattık. Binaların yüzde 70’i yenilendi. 40-45 yaş üzerinde birikimi olan insanlar köye dönüp tarımsal üretime, hayvancılığa yöneliyor. Köyümüz bizim dönüp yaşayacağımız, nefes alacağımız yer. Biz burada maden işletmesi açılmasını bırakın, bu yönde çivi dahi çakılmasını istemiyoruz” dedi.

Yusuf Yavuz / soL