8 Haziran 2023 Perşembe

KISA KISA GÜNDEM - 8 HAZİRAN 2023 -

 


Benzin, motorin ve LPG'ye zam (soL)

İktisatçı Mustafa Sönmez, sosyal medyadan yaptığı paylaşım ile benzin, motorin ve LPG fiyatlarına zam geleceğini duyurdu.

Sönmez yarın geceden geçerli olacak benzine yaklaşık 2,70 TL; motorine 1,40 TL; LPG ye 0,68 TL zam geliyor dedi. Bu zamla birlikte benzin ve motorin fiyatları 20 liranın üzerine çıkacak.

"Bu zammın ilk dalgası" diyen Sönmez devamının dövizdeki yükselişe bağlı olduğunu ifade etti.

                                                               /././

Çaya yüzde 43 zam geldi (soL)


2023 ürünü yaş çay alım fiyatının yüzde 64 artışla destek primi dahil kilogramda 11,30 TL olarak açıklanmasının ardından Çaykur, kuru çay fiyatlarında artışa gitti.

Bloomberg'ten İrfan Donat'ın haberine göre, Çaykur, çaya ortalama yüzde 43 oranında zam yaparken, yeni fiyat listeleri toptan satış yapan şirketlere gönderildi.

Çaykur'un en çok tüketilen iki çay markası Tiryaki ve Rize Turist olarak biliniyor.

Ocak 2023'te yayınlanan eski listede 1 kilogramlık Rize Turist çayının tavsiye edilen perakende satış fiyatı 97,81 TL iken bugün şirketlere gönderilen yeni listede aynı çayın fiyatı 141,54 TL olarak belirlendi. Böylece Rize Turist çayı yüzde 44,7 zamlandı.

Eski listede 1 kilogramlık Tiryaki çayının tavsiye edilen perakende satış fiyatı 95,95 TL iken yeni listede aynı çayın fiyatı 138,38 TL'ye çıktı. Böylece Tiryaki marka çayın fiyatı da yüzde 44,2 zamlandı.

Çaykur'un tüm kategorilerindeki çaylara yapılan zamların ortalaması ise yüzde 43'e tekabül ediyor.

TÜİK Mayıs ayı verilerine göre çay ve diğer demlendirilen içecek çeşitleri grubu aylık bazda yüzde 1,48 artarken, yıllık bazda yüzde 47,25 yükseldi.

Haziran ayında gelen bu zammın etkisi Temmuz ayı enflasyon rakamlarında görülecek.

Sektör kaynaklarına dayandırılan bilgiye göre, Çaykur'un önümüzdeki aylarda çaya yeniden yüzde 10-15 oranında bir zam daha yapabileceğini söyleniyor.

                                                               /././

TSK’ye hac yazısı (Sefa Uyar-Cumhuriyet)


MSB, kuvvet komutanlıklarına hacca gitmek isteyenlerin isimlerini bildirmesi için yazı gönderdi. Emekli komutanlar, isteyenin bireysel olarak hacca gidebildiğine işaret ederek uygulamaya tepki gösterdi.

Milli Savunma Bakanlığı (MSB) Personel Genel Müdürlüğü, 28 Mayıs’ta kuvvet komutanlıklarına “hac” konulu yazı gönderdi. Yazıda, Suudi Arabistan Krallığı’nın 2023 hac dönemi için bakanlık personeli ve eşlerinden hacca gitmek isteyenlere sınırlı sayıda kontenjan ayırdığı belirtilerek, gitmek isteyenlerin isimlerini bildirmesi istendi. Kuvvet komutanlıkları da yazıyı kurum içinde paylaştı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı Personel Başkanlığı, 1 Haziran’da kurum içine konuyu “Hac Başvurusu” başlığıyla duyurdu. Bakanlığın kontenjana ilişkin yazısının anımsatıldığı yazıda, bu kapsamda öncelikle şehit ve gazi ailelerine yer verileceği belirtildi. Hacca gitmek isteyen personelin kimliklerinin ise ana ast birlik komutanlıklarına yazıyla gönderilmesi istendi. Söz konusu süreç 2 Haziran itibarıyla tamamlandı.

Emekli komutanlar, benzer uygulamaya daha önce rastlanmadığını, isteyen kişinin bireysel olarak hacca gidebildiğini söylerken, kuvvet komutanlıklarındaki bu uygulamanın “doğal olmadığına” işaret etti.

RABITA BENZETMESİ
Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, gazetemizin katledilen yazarı Uğur Mumcu’nun anlattığı Suudi Arabistan merkezli Rabıta örgütünü anımsatarak “Rabıta’nın 1970, 1980’lerde yaptığını şimdi çok daha farklı tarzla yapıyorlar. Bir propaganda faaliyeti” dedi.

                                                       /././

Sinan Ateş cinayetini soruşturan ekibin başındaki polis müdürü, 'terfi' gerekçesiyle görevden alındı (soL)

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in, Ankara’da öldürülmesiyle ilgili soruşturmayı yürüten polis ekibinin başındaki Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Arzum Nazman, bir üst rütbeye terfi ettirilerek görevden alındı. Nazman’ın yerine Ankara Emniyeti’nin tartışılan isimlerinden Alp Aslan getirildi.

T24'ten Tolga Şardan'ın haberine göre, Sinan Ateş cinayeti sürecinde Pazartesi günü önemli bir gelişme yaşandı. Sinan Ateş’e yönelik suikast soruşturmasının emniyet boyutunda görev yapan asayiş hizmetlerinden sorumlu Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Arzum Nazman, görevinden alındı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen ve henüz iddianamesi hazırlanmayan olayın olduğu andan itibaren soruşturmanın başında yer alan Nazman, 2022 emniyet teşkilatındaki müdür terfileri çerçevesinde “Birinci Sınıf Emniyet Müdürü” rütbesine terfi ettirildi. Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun onayı ile terfi alan Nazman, üst rütbedeki görevini sürdürmek yerine Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz’ın talebi ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün onayı doğrultusunda Ankara Emniyet Müdür Yardımcılığı’na devam etti.

Nazman, bu şekilde göreve devam ederken Sinan Ateş cinayeti yaşandı. Nazman, cinayeti soruşturan Asayiş Şubesi’nden sorumlu Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı göreviyle sürecin başına geçti. Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz’ın cinayet dosyasını başka birimce soruşturulması yönündeki girişimine karşın savcılık, Nazman’ın soruşturmanın başında kalmasını uygun buldu.

Tolgahan Demirbaş'ın MHP'li Olcay Kılavuz’un bulunduğu evden gözaltına alınması talimatını vermişti

Olayın yaşandığı ilk andan itibaren Asayiş Şubesi bünyesindeki Cinayet Masası ekiplerini sevk ve idare eden Nazman, suikastın önemli zanlıları arasında yer alan Tolgahan Demirbaş’ın, dönemin MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un bulunduğu evden gözaltına alınması talimatını verdi. Sonrasında Demirbaş’ın Kılavuz’un yanında gözaltına alındığına yönelik polis tutanağının soruşturma dosyasından yok edildiği iddiaları gündeme geldi. Ayrıca Nazman'ın dosyada Kılavuz başta olmak üzere kimi MHP yöneticileriyle bağlantılı oldukları iddiaları gündeme gelen firari şüphelilerin yakalanmasında etkin rol oynadığını belirten Şardan haberinde şu ifadelere yer verdi:

Ali Yerlikaya’nın ilk mesai günlerinde

"Bugünlere gelindiğinde Nazman, bir grup meslektaşıyla birlikte kendisini 'Birinci Sınıf Emniyet Müdürü' rütbesinde görev yapmasını sağlayacak belgeyi imzaladı. Soylu’nun sağ kolu olarak teşkilat içinde bilinen Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz, Ali Yerlikaya’nın yeni bakan olmasıyla birlikte ilk mesai gününde Nazman ve benzer konumdaki yardımcılarından dördü dışındaki tamamının görevine son verdi.

Nazman ve terfi eden Ankara Emniyet Müdür yardımcılarının göreve devam edebilme olanağı varken görevlerine son verilmesi, özellikle Nazman’a yönelik işlem üzerinde soru işaretlerine neden oldu. Oysa bugüne kadar terfi almasına karşın bir alt rütbede çalışmaya devam eden Nazman’ın yeni bakan Yerlikaya döneminde de görev almasında herhangi bir sakınca bulunmuyordu.

Buna karşın, Soylu’nun ekibinde yer alarak MHP Genel Merkezi’yle yakın diyalog halindeki Yılmaz’ın, Yerlikaya yönetimini gerekçe göstererek Ateş soruşturmasında görev alan yardımcısını görevden alması dikkati çekti.

Nazman, kendisini bir üst rütbeye taşıyan belgeye imza koyduktan sonra kısa süre içinde Ankara’dan ayrıldı ve İstanbul’a taşındı.

Yerine kim getirildi?

Yılmaz, Nazman’ın yerine ise kendi ekibi içinde bulunan ve emniyet içindeki kimi tartışmaların odağındaki yardımcısı Alp Aslan’ı getirdi. Savcılığın, dosya üzerinde polise verdiği talimatlar, bundan sonra Aslan üzerinden yürütülecek."

                                                              /././

2023'ün ilk beş ayında 730 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti(soL)

AKP’li yıllarda 32 bine yakın işçi çalışırken hayatını kaybetti. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi'nin yayınladığı rapora göre, bu yılın ilk beş ayında 730, AKP’li yıllarda en az 31 bin 276 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.

Raporda yer verilenler şöyle:

"Yüzde 70’ini ulusal basından, yüzde 30’unu ise işçilerin mesai arkadaşları, aileleri, iş güvenliği uzmanları, işyeri hekimleri, sendikalar ve yerel basından öğrendiğimiz bilgilere dayanarak tespit ettiğimiz kadarıyla 2023 yılının ilk beş ayında (Ocak’ta 120, Şubat’ta 213, Mart’ta 130, Nisan’da 122 ve Mayıs’ta 145 olmak üzere) en az 730 işçi hayatını kaybetti.

2023 yılının ilk beş ayında iş cinayetlerinin işkollarına göre dağılımı şöyle: İnşaat, Yol işkolunda 118 işçi; Tarım, Orman işkolunda 94 emekçi (27 işçi ve 67 çiftçi); Taşımacılık işkolunda 82 işçi; Konaklama, Eğlence işkolunda 80 işçi; Ticaret, Büro, Eğitim, Sinema işkolunda 49 emekçi; Belediye, Genel İşler işkolunda 45 işçi; Petro-Kimya, Lastik işkolunda 41 işçi; Metal işkolunda 38 işçi; Sağlık, Sosyal Hizmetler işkolunda 33 işçi; Gıda, Şeker işkolunda 24 işçi; Madencilik işkolunda 20 işçi; Savunma, Güvenlik işkolunda 16 işçi; Tekstil, Deri işkolunda 15 işçi; Enerji işkolunda 15 işçi; Gemi, Tersane, Deniz, Liman işkolunda 15 işçi; Ağaç, Kâğıt işkolunda 10 işçi; Çimento, Toprak, Cam işkolunda 6 işçi; Basın, Gazetecilik işkolunda 3 işçi; Banka, Finans, Sigorta işkolunda 1 işçi; Elimizdeki veriler ışığında çalıştığı işkolunu belirleyemediğimiz 27 işçi hayatını kaybetti…

14 yaş ve altı 4 çocuk işçi yaşamını yitirdi

2023 yılının ilk beş ayında iş cinayetlerinin yaş gruplarına göre dağılımı şöyle: 14 yaş ve altı 4 çocuk işçi, 15-17 yaş arası 7 çocuk/genç işçi, 18-29 yaş arası 153 işçi, 30-49 yaş arası 314 işçi, 50-64 yaş arası 156 işçi, 65 yaş ve üstü 36 işçi, Yaşını bilmediğimiz 60 işçi hayatını kaybetti…"

                                                       /././

Ülker ve sendikal bürokrasi: Çikolata tadında sömürü (Seyit ASLAN-DİSK Yönetim Kurulu Üyesi ve Gıda-İş Genel Başkanı)

Rüzgar mutlaka tersine esecek, sendikal bürokrasi ve sendikal bürokrasi ile iç içe geçmiş sermaye, işçilerin gücüyle geriye püskürtülecektir.

İşçi sınıfı mücadelesinde hangi taşı kaldırsanız altından sendikal bürokrasi çıkar. Bunun örneklerinden biri Hak-İş’e bağlı Öz Gıda-İş yöneticileridir. Öz Gıda-İş yönetimi milyarlarca dolar serveti olan, dünyada sayılı çikolata ve bisküvi üretimi yapan Ülker’in patronu Murat Ülker’le sendika olarak yapmış olduğu söyleşide iş birlikçi sendikal anlayışa taş çıkartacak bir sendikal bürokrasi örneğine imza atmış. Ülker’in patronu Murat Ülker’le yapılan iki bölümlük söyleşiyi izlemenizi öneririm. Böylelikle bu yazının amacı ve muradı daha iyi anlaşılmış olur.

Murat Ülker söyleşide DİSK/Gıda-İş Sendikasını Ülker’den nasıl tasfiye ettiklerini ve Öz Gıda-İş’i nasıl getirip örgütlediklerini, Öz Gıda-İş yönetimini nasıl kendi çizgilerine çektiklerini anlatıyor. Ve aynı zamanda fabrikada greve çıkan işçilere karşı nasıl grev kırıcılığı yaptıklarını da ballandıra ballandıra anlatıyor. Murat Ülker bu söyleşisini herhangi bir basın ve yayın organı aracılığıyla yapmıyor (O zaman da eleştiriyi hak ederdi elbette). Söz konusu röportajı işçi sınıfının çıkarlarını savunduğunu iddia eden, Ülker işçilerinin hakları ve çıkarları için mücadele ettiğini savunan bir sendika olan Öz Gıda-İş yapınca eleştiriler ikiye katlanıyor.

TÜRKİYE’NİN EN ZENGİNİ

ABD merkezli Forbes dergisinin 2022 yılında kişisel servetleri baz alarak yaptığı en zenginler listesinde Murat Ülker Türkiye’de birinci sırada, dünyada 601. sırada yer aldı. 2017 yılında 3.7 milyar dolar olan kişisel serveti, 2020’de 6 milyar 700 milyon dolar olmuş. Murat Ülker bu servete nasıl sahip oldu? Sırtında taş taşıyarak değil elbette. İşçilerin yarattığı artı değerin sonucu. Ülker işçileri gece gündüz demedi çalıştı, Murat Ülker kazandı. Milyarlarca dolar kişisel serveti böyle yaptı. Bu servetin birikiminde Öz Gıda-İş’in payı büyük. Yapılan her sözleşme işçilere sorulmadan, onayları alınmadan, patronun istediği biçimde imzalandı. Ülker fabrikalarında öyle bir mekanizma kurdular ki işçiler gözlerini bile açamıyor, tüm temsilciler sendika tarafından atanıyor, atanan temsilcilerin hepsi patron tarafından belirleniyor. İşçi iradesi hak getire. İşçilerin iddiasına göre toplu iş sözleşmesi taslağı bile patron tarafından hazırlanıyor, işçilere öyle sunuluyor.

PATRONA KIRMIZI HALI

Murat Ülker’in kurdurduğu endüstriyel ilişkiler modeli sendikayı da kullanarak işçileri sömürü çarkının bir parçası haline getiriyor. Zaten kendi ağzıyla söylemekten çekinmiyor. “Bana sendika lazım, ama benim dediklerimi yapacak sendika lazım” diyor, Öz Gıda-İş alkışlıyor. Peki Ülker işçilerinin durumu nedir diye soracak olursak, asgari ücretin biraz üstünde, açlık sınırında çalışıyorlar. Ülker’in işletmelerinde işçilerin psikolojileri bozulmuş, çoğu meslek hastalıklarıyla yüz yüze kalıyor. Fabrikalarda angarya o kadar ileri safhaya varmış ki, adeta işçilerin posası çıkarılana kadar çalıştırılıyorlar. Murat Ülker, Öz Gıda-İş’i övmesin de ne yapsın! Çünkü sendika patronun ayağına kırmızı halı sermiş. Endüstriyel ilişkiler adı altında sömürü çarkı tıkır tıkır işliyor. Patron kârına kâr katıyor, kişisel serveti açısından Türkiye birincisi oluyor, işçiler borç batağında yüzüyor.

BU ANLAYIŞ YENİLECEK

Murat Ülker için 12 Eylül öncesi DİSK/Gıda-İş Sendikasının yapmış olduğu grev, direniş ve fabrika işgali kapanmayan bir yara olarak kalmış. Bu nedenle Murat Ülker Öz Gıda-İş’in iş birlikçi yanını överken, Gıda-İş Sendikasının sınıftan yana çizgisini eleştirerek, bölücü ve terörle yaftalayarak temize çıkmaya çalışıyor. Bugün ülkede gerçek anlamda demokrasi olsa, işçiler sendika seçme özgürlüğünü kullanabilse tek bir Ülker işçisi bile Öz Gıda-İş bünyesinde kalmaz. Sadece Ülker işçisi değil, diğer fabrikalardaki işçiler de aynı davranışı gösterir. Çünkü bugün işçi sınıfının sırtında kambur olarak duran sendikal bürokrasi uğursuz rolünü oynamaya devam ediyor. Zayıf, örgütsüz olan işçilere karşı hem iktidardan, hem patronlardan güç alarak işçileri boyunduruk altına alan iş birlikçi sendikal anlayış mutlaka ama mutlaka yenilgiye uğrayacaktır. Şimdilik dünyadaki ve Türkiye’deki siyasal konjonktür onlardan yana esmektedir. Rüzgar mutlaka tersine esecek, sendikal bürokrasi ve sendikal bürokrasi ile iç içe geçmiş sermaye, işçilerin gücüyle geriye püskürtülecektir.


                                                       /././

Murat Ağırel’e açılan tazminat davasına mahkemeden ret (soL)

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Murat Ağırel ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır hakkında açılan davalarda tazminat talepleri reddedildi. 

Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesi her iki davada da tazminat talebini reddetti. 

Cumhuriyet'te yer alan habere göre Ağırel'in “Vurgun Parsel Parsel 2” kitabı için, AKP meclis üyesi Ali Gökşin tarafından açılan 20 bin TL’lik manevi tazminat talebi Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından reddedildi.

Cumhuriyet Halk Partisi Ali Mahir Başarır'ın kaleme aldığı “Beşli Çete” kitabıyla ilgili de MFA Taahhüt İnş ve Tic AŞ ve Cihan Şimşek; Başarır, Kırmızı Kedi Yayıncılık ve yayınevinin kurucusu Haluk Hepkon aleyhine açılan 400 bin TL’lik manevi tazminat talebi de Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından redddedildi.

                                                        /././

Okul bahçesinde imamlı Kuranlı 'Bilim Şenliği': Veliler tepki gösterdi (soL)


İstanbul'da bir ortaokulda düzenlenen 'Bilim Şenliği'ne sahneye imamın çıkarılmasına tepki gösteren veliler çocuklarını alarak okul bahçesini terk etti.

İstanbul Şirinevler’de bulunan Şair Zihni Ortaokulu’nda dün 'Bilim Şenliği ve Fetih' konulu program düzenledi. Program sırasında bir imam kürsüye çıkarak Kuran okudu.  HalkTV’de yer alan habere göre bu durum bazı öğretmenlerin ve velilerin tepkisine neden olurken, bazı veliler okul bahçesini terk etti. Şair Zihni Ortaokulu Müdürü, Kuran okutulmasının, "Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum" projesi çerçevesinde olduğunu belirterek, “Bu proje resmi izinli onaylı. O kadar çok aman aman büyük bir durum değil” dedi. Diyanet ve bakanlıklar arasında, "Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum" protokolü imzalanmış, İzmir'de yüzlerce okulda imam ve müezzin gibi din adamları atanmıştı.

                                                          /././

Pride filminin gösterimine yasak, izleyicilere gözaltı (soL)

Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı’nın (BEKSAV), Onur Ayı sebebiyle Pride filmini göstermesi Kadıköy Kaymakamlığı tarafından yasaklandı. Vakıf binasını ablukaya alan polisin film izlemek isteyenleri gözaltına aldığı bildirildi. BEKSAV tarafından yapılan açıklamada,Bugün BEKSAV Sinema Kolektifi'nin "Pride" filminin gösterimi öncesinde vakıf binası polis ablukasına alınmıştır. BEKSAV ve Sinema Kolektifi üyeleri ve gösterim için gelen çok sayıda arkadaşımız gözaltına alınmıştır. İktidarın LGBTİ+ düşmanlığına karşı gökkuşağı renklerini savunuyoruz denildi.

                                                             /././

İngiltere'den Türkiye'ye 3 milyon sterlinlik 'göçü engelleme' yardımı (Cumhuriyet)

Birleşik Krallık hükümetinin, göçmenlerin durdurulması ve ülkeye ulaşmalarının önlenmesi amacıyla Türkiye'ye yaklaşık 3 milyon sterlin (bugünkü kur ile 87,5 milyon TL) fon sağladığı ortaya çıktı.

Birleşik Krallık İçişleri Bakanlığı'nın, göçmenlerin İngiltere'ye ulaşmasını önlemek amacıyla Türk sınır güvenliğine ekipman ve eğitim yardımı sağladığı ortaya çıktı.

YARDIMLAR GİDEREK ARTTI

The Guardian'da yer alan habere göre, İçişleri Bakanlığı "geri dönüş ve yeniden entegrasyon yardımı" kapsamında, Türk polis ve sahil güvenlik teşkilatlarına başlangıçta 14 bin sterlin (yaklaşık 400 bin TL) yardım yaptı. Yapılan yardımın miktarı, 2019'dan bu yana önemli ölçüde arttı. 

2021-2022 yılları arasında 425 bin sterline (yaklaşık 12,5 milyon TL) yükselen eğitim ve ekipman yardımının miktarı, 2022-2023 yılları arasında 3 milyon sterline (yaklaşık 87,5 milyon TL) ulaştı.

İRAN SINIRINA TAKVİYE 

Türk sınır güçlerine yapılan yardım, Birleşik Krallık Resmi Kalkınma Yardımı (ODA) bütçesinden yapıldı ve İngiliz istihbaratının bir parçası olan İçişleri Bakanlığı Uluslararası Operasyonlar Dairesi aracılığıyla sağlandı.

İngiltere İçişleri Bakanlığı ayrıca, Emniyet ve Sahil Güvenlik de dahil olmak üzere Türk sınır güçlerine ekipman ve eğitim de sağladı. 

Haziran 2022'de dokuz araç, İngiltere'nin yüksek komiser yardımcısı tarafından İran sınırındaki emniyet güçlerine teslim edildi.

TÜRKİYE'DE ÇALIŞAN PERSONEL SAYISINDA ARTIŞ

Guardian'a konuşan, İçişleri Bakanlığı Uluslararası Operasyonlar ekibinden bir kaynak, "Türkiye'nin, İngiltere hükümeti için son ??iki ila üç yılda artan öneme sahip bir ülke haline geldiğini ve sınır güvenliği için stratejik olarak çok önemli görüldüğünü" söyledi.

İçişleri Bakanlığı Uluslararası Operasyonlar biriminin çalışmaları hakkında bilgi sahibi olan bir başka kaynak ise demecinde, "Bu gibi şeyler için ödeme yapmamız, olası iade anlaşmaları gibi diğer alanlarda yumuşak güç referanslarımızı oluşturuyor" dedi.

Guardian'a göre, bilgi edinme talebi yoluyla elde edilen belgeler ayrıca İçişleri Bakanlığı'nın Türkiye'de görevlendirdiği personel sayısının şu anda Türkiye'de çalışan diplomatların sayısından daha fazla olduğunu gösteriyor.

                                                  /././

Kabataş'ta tam 115 yıllık geleneğe müdür darbesi (Umut SERDAROĞLU-Birgün)
Yasakçı zihniyet, ülkenin asırlık eğitim kurumlarından Kabataş Erkek Lisesi’ni de vurdu. Lisenin 115 yıllık Geleneksel Pilav Günü organizasyonu mezunların elinden alındı. İddiaya göre gerekçe, müdür Bayrak'ın protesto endişesi.

Boğaziçi başta olmak üzere çok sayıda etkinlik ve mezuniyet töreni yasakçı anlayış yüzünden peş peşe iptal edilirken son haber İstanbul'un asırlık lisesi Kabataş Erkek Lisesi'nden geldi.

Kabataş Erkek Lisesi’ne iki yıl önce atanan müdür Muharrem Bayrak uygulamalarıyla öğrenci, veli ve mezunların tepkilerine neden oldu. Bayrak’ın lisede birçok etkinliği yasakladığı, okul yurtlarındaki cemaat toplantılarına göz yumduğu iddiaları tepkilere yol açtı.

Her yıl binlerce Kabataş mezunlarının buluştuğu Geleneksel Pilav Günü’nün bu yıl yapılan çağrısı adeta bu tepkileri görünür hale getirdi. Kabataş Erkek Liseliler Derneği hesabından yapılan çağrıda “Okulumuzda son 2 yılda gerçekleşen değerlerimizi ve kültürümüzü hedef alan iş ve olaylara karşı Pilav Günü’nde okul yönetimini protesto etme çağrısı yapmıştık” denildi. Açıklama şöyle devam etti: Eskiden olduğu gibi okulumuzda öğrenci kardeşlerimizle ve mezunlarımızla bir araya geldiğimiz düzenli etkinliklerimizin yeniden başlatılmasını ve bunu bir protokol haline getirilmesini talep ettik. Çözüm için KELEV Başkanı Ahmet Çağlar ile iletişime geçildiğinde ise konuyu kişiselleştirerek, derneğimiz ile görüşmeyi reddetti. Gelinen noktada görünen o ki; okul yönetimince yapılan Kabataş Erkek Lisesi kimliğini hedef alan sıradanlaştırma ve kültürsüzleştirme çalışmalarına; KELEV ve birlikte hareket ettikleri, sonradan türeyen dernekler, okulda kendilerine alan açılması karşılığında göz yummakta hatta okul yönetimini desteklemektedir. Bu aşamada çözümsüzlüğü seçenlere karşı demokratik eylem hakkımızı sonuna kadar kullanacağız.”

BirGün’e konuşan bir öğrenci velisi ise Muharrem Bayrak’ın okul yurtlarında cemaat sohbetlerine göz yumduğunu belirterek “Bu olay fotoğraflarla zaten belgelendi. Kabataş’ın en önemli geleneği pilav günleridir. Bu sene okul yönetimi, etkinliği mezunların elinden alarak kendilerinin düzenleyeceğini söyledi. Son dakikaya kadar gününe ilişkin bir bilgi paylaşılmadı” dedi.

                                                                    /././

"Mehmet Şimşek'in 4 günlük faturası 1 trilyon TL" (Birgün)

Döviz kurundaki büyük sıçramanın yankıları sürerken CHP İstanbul Milletvekili Özgür Karabat, Türkiye'nin 203,3 milyar dolar olan kısa vadeli dış borcunun 3,9 trilyon liradan, 4,9 trilyon liraya çıktığını belirtti. "Türkiye’nin bir yıl içinde ödemesi gereken borcu 1 trilyon TL arttı" diyen Karabat, yeni Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in 4 günlük faturasının 1 trilyon lira olduğunu vurguladı.

CHP İstanbul Milletvekili Özgür Karabat, döviz kurundaki büyük sıçramaya ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Yeni Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in 4 günlük faturasının 1 trilyon TL olduğunu vurgulayan Karabat, "Döviz yavaş yavaş serbest bırakıldı. Dolar bir noktaya geldikten sonra büyük ihtimalle faiz silahı çekilecek. Dövizdeki artış durdurulup, sıcak paranın gelmesi sağlanacak. Ancak bu paralar yatırıma dönüşmeyecek. Kısa sürede faizini alıp gidecekler. Plan bu..." dedi. "203,3 milyar dolar olan kısa vadeli dış borç 3,9 trilyon liradan, 4,9 trilyon liraya çıktı" diyen Karabat, "Yani Türkiye’nin bir yıl içinde ödemesi gereken borcu 1 trilyon TL arttı. 2023 bütçesinin 4,6 trilyon TL olduğunu hatırlarsak tehlikenin ne kadar büyük olduğunu görürüz" ifadelerini kullandı.

CHP'li Özgür Karabat'ın Twitter hesabından yaptığı değerlendirme şöyle:

"1) Rezervleri tüketen, ülkeyi yatırım değil rant üssüne çeviren AKP ekonomide yolun sonuna geldiğini anlayınca her türlü hakaret ettiği Batı’ya yanaşmak için Mehmet Şimşek’i geri getirdi. Peki, Şimşek’in maliyeti ne olacak?

2) Batı sermayesinin faizden kazanması için harekete geçildi. Hatırlayın, 28 Mayıs’ın ertesinde Avrupa liderleri mültecileri tutacağı için Erdoğan’a minnet dolu tebrik mesajları yağdırıyorlardı. Şimdi de alacakları faiz için avuçlarını ovuşturuyorlar.

3) Döviz yavaş yavaş serbest bırakıldı. Dolar bir noktaya geldikten sonra büyük ihtimalle faiz silahı çekilecek. Dövizdeki artış durdurulup, sıcak paranın gelmesi sağlanacak. Ancak bu paralar yatırıma dönüşmeyecek. Kısa sürede faizini alıp gidecekler. Plan bu...

4) Peki, bize faturası ne olacak? Türkiye’nin dış borcu 459 milyar dolar. Doları seçim öncesi zar zor 19 TL’de tuttular. O zamanki borç 8,7 trilyon liraydı, şimdi ise kuru 24 TL’den ele alırsak 11 trilyon TL.

5) 203,3 milyar dolar olan kısa vadeli dış borç 3,9 trilyon liradan, 4,9 trilyon liraya çıktı. Yani Türkiye’nin bir yıl içinde ödemesi gereken borcu 1 trilyon TL arttı. 2023 bütçesinin 4,6 trilyon TL olduğunu hatırlarsak tehlikenin ne kadar büyük olduğunu görürüz.

6) Büyük bir ihtimalle sert bir faiz artışıyla birlikte kur frenlenecek ve ekonomi soğutulacak. Böylece dövize olan talebin azalması sağlanacak ama diğer taraftan işsizlik de patlayacak.

7) Kurun önünü açarak aslında TÜİK’in enflasyonunun yalan olduğunu itiraf etmiş oldular. Enflasyona paralel artmayan dolar kuru, döndü dolaştı patlama noktasına geldi. Sonuçta düşük enflasyon verileri ile işçinin, memurun ve emeklinin hakkı çalındı.

8) AKP’nin beceriksiz politikasının faturasını orta ve alt gelir grubu vatandaşlarımız ödeyecek. Yani ülkenin %80’ine fatura kesildi. Milli gelirin %48’ini elinde bulunduran nüfusun %20’si ise bundan etkilenmeyecek.

9) Araç saltanatı, bakan yardımcılıkları, ballı koltuklar, sarayın harcamaları, 3-4 yerden alınan maaşlar, AKP teşkilatlarına havadan verilen kadrolar başta olmak üzere adımlar atılması gerekiyordu. Biz bunları yapacaktık. Ama AKP faturayı ilk halka kesiyor. Rantına dokunmuyor.

10) Bütçe açığı, dış ticaret dengesizliği, ithalata bağımlılık, finansman zorlukları, müteşebbislerin durması, genç nüfusun geleceğe güvensiz bakması gibi onlarca problem dururken Şimşek sadece gündemi oyalar..."

            (derleyen: mstfkrc)








7 Haziran 2023 Çarşamba

Feodalizm heyulası - Şükrü Aslan / BİRGÜN

 


Cumhuriyetin birinci yüzyılında politik ve kültürel söylemin en güçlü vurgularından birisi feodalizm üzerineydi. Modern terminolojide aydınlanma ve medeniyet olarak ifade edilen ideallerin öteki tarafında ‘feodalizm’ vardı. O kadar ki feodalizm, ilkel ekonomik formların beslediği varsayılan gericilik, medeniyet dışı kalmak, yobazlık, tutuculuk gibi bütün kötü niteliklerin toplandığı bir kap gibiydi. Bu yüzden Türk modernleşmesinin meşhur ifadesiyle ‘çağdaş medeniyeti yakalamak’ için feodalizm tasfiye edilmeliydi. Cumhuriyet rejimi gibi aydınları da yüzyıl boyunca edebiyat, müzik, tiyatro, sinema gibi alanlarda ‘feodalizme’ savaş açmışlardı. Bu çevrenin sanatsal üretimlerine göre feodalizmin ana taşıyıcı sınıfı ağalara karşı mücadele ediliyor ve sonuçta ‘kazanılıyordu.’

***

Türkiye sosyalistlerinin bu yüzyıl içinde feodalizm üzerine geliştirdiği politik dil ve söylem de ilginç biçimde hâkim dil/söylemle paralellikler gösteriyordu. Referansını modernizmden alan bu söylemde ağalar ve onların düzeni olarak feodalizm, ilerlemenin önünde en büyük iktisadi ve toplumsal engeldi. Bundan dolayı tasfiyesi de bir ‘devrimci görev’ idi. Bu görevi pekâlâ burjuvazi de yapabilirdi ki sosyalist literatürde yer alan ‘milli burjuvazinin devrimci tutumu’, genellikle feodalizme karşı geliştirdiği varsayılan bu mücadelelerle ilgiliydi.

Bu yaklaşımların bir neticesi olarak sosyalistler, modern iktidarların ‘feodal bölgelerde’ gerçekleştirdikleri kitlesel kıyımlarını bile göremez olmuşlardı. Zira sosyalist yazında yer aldığı gibi ‘ağalara karşı’ mücadele edilmesi, köylülerin de ‘özgürleşmesini’ getirecekti. Gerçi ‘feodal düzen’ yıkılmamak için direniyordu ama ‘ilerlemeci tarih’ anlatısında formüle edildiği gibi enerjisi boşunaydı. Feodalizm tarihin zorunlu akışından, moda ifadeyle modernizmin çizdiği ‘kader planından’ kurtulamazdı vb.

***

Modern devletin feodalizm karşıtı ‘devrimci’ söylemine uygun bir dizi yasal düzenleme de o süreç içerisinde yapılmıştı. Aşiret olmak bile yasaklanmış, ‘feodal bölgelere’ on binlerce asker gönderilmişti. Reşat Hallı’nın yazdığına göre neredeyse aynı askeri birlikler ‘geniş feodal coğrafyada’ on yıllar boyu yerleşmiş; adeta uzmanlaşmışlardı. On binlerce insanın kırımı, bu söylem içinde görünmez hale gelmiş, hatta ‘normalleşmişti’. Oysa bütün bu feodalizm karşıtı söyleme rağmen, ‘ağaların’ ellerindeki toprakların köylülere dağıtılması gibi bir uygulama hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Ne o zaman ne de daha sonra!

İlgili literatür ve söylemde yazıldığı gibi feodalizm, iktisadi formların yanı sıra binyıllar içinde deneyimlenmiş inanç biçimlerini de kapsıyordu. Bu yüzden inançlar da, bu algıda en iyi ihtimalle tasfiye olması gereken bir olgu olarak yer almıştı. Türk modernleşmesinin veciz sözü olan ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ ifadesi gerçekte bu düşünme biçimiyle ilgiliydi. Türkiye’nin sosyalist geleneği de bu modern yaklaşımla paralel şekilde ‘halkın afyonu’ olarak gördüğü inanç alanının zamanla tasfiye olacağını varsaymıştı.

Özetle feodalizm modern zamanların bir ‘heyula’sı olarak kapitalist ve sosyalist cepheden kendisine savaş açılan bir büyük hedefti. Buna her iki çevreden çok sayıda örnek verilebilir. Ama özellikle Cumhuriyet aydınlarının neredeyse tamamının söylemlerinde ‘feodalizm fobisi’ açık biçimde görülebiliyordu.   

***

Bugün Cumhuriyetin ikinci yüzyılına başlarken, bütün bu geçmişin toplumsal maliyetine dair yüzleşme yönünde güçlü bir toplumsal beklenti bulunuyor. Bu beklentinin gerçekleşmesi için her şeyden önce ağır toplumsal maliyetlerin ortaya çıkmasına yol açan zihin dünyasının köklü şekilde değişmesi gerekiyor. Feodalizm o zihin dünyasının ayırıcı bir unsuruydu. Gerçek şu ki ‘feodalizm’ denilen o kapta binlerce yıllık kültürler, kimlikler, inançlar bulunuyordu. Onların taşıyıcılarını kitlesel biçimde kırarak ve kültürlerini de yasaklayarak yok etme hayali geçen yıllarda gerçekleşmedi, gerçekleşemez de. Ama o hayali besleyen feodalizm heyulasının izleri hala duruyor. Bu izlerle ve onun tarihsel zihin dünyası ve deneyimleriyle herhalde en başta Türkiye sosyalistlerinin hesaplaşması beklenir.

Şükrü Aslan / BİRGÜN 

Dr. Erçetin'den yeni kabine yorumu: Ortada "yeni bir hikaye" yok - Şerif KARATAŞ/Evrensel

 

                                                                                                                       Fotoğraf: Halil Sağırkaya/AA

“Kabine her ne kadar ‘yeni’ diye anılsa da başta kritik pozisyonlar AKP’nin uzun süredir içinde bulunan siyasetçiler ve birlikte çalışan bürokratlardan oluşuyor.”

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni kabinesi günlerdir iktidar ve medyası tarafından yeni bir hikaye üzerinden propaganda ediliyor. Açıklanan yeni kabine hakikaten yeni bir hikaye vadediyor mu? Türkiye’nin bekleyen sorunları açısından ne vadediyor?

Gelişmeleri İstanbul Bilgi Üniversitesinden Dr. Tuğçe Erçetin ile konuştuk.

Kabinede öne çıkan iki fotoğraf olduğunu ifade ediyor Erçetin ve ilk fotoğrafın ekonomiyle ilgili olduğunu ifade ediyor:

“Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalması, partisinin milletvekili seçimlerinde yüzde 7’ye yakın oy kaybetmesinin ana nedenini ekonomideki kötü gidiş olarak okuduğu anlaşılıyor Tayyip Erdoğan’ın. ‘Faiz sebep, enflasyon sonuç’ önermesinin, ‘yeni ekonomi modeli’ adıyla uygulanan politikanın iflasının da ilanı bu kabineye uzun uğraşlarla hazine ve maliye bakanı olarak Mehmet Şimşek’in getirilişi.  Ortodoks ekonomi politikalara geçileceğinin işaretini Şimşek devir teslim töreninde ‘rasyonaliteye dönüş’ olarak da açıkladı zaten. Burada bazı sorular var tabii. Öncelikle ‘rasyonel olunmayan süreçte’ fırlayan enflasyon, artan kurun, Merkez Bankası rezervlerinden Hazinenin üstüne yüklenen ‘kur korumalı mevduata’ ortaya çıkarttığı ağır bedelin sorumluluğunu kimin üstleneceği bir soru olarak düşünülebilir. Bu konularda bir öz eleştiri yapılacak mı? Ayrıca bu durumun özellikle emek kesiminde yarattığı ağır tahribatın nasıl giderileceği belli mi? Bırakın gidermeyi önümüzdeki süreçte ödenecek faturanın yine yoksula-emekliye-işsize çıkmayacağının garantisi verilebilecek mi? Hele dümende neoliberal politikalarla tanınan Mehmet Şimşek varken.”

"NASIL BİR ZAMANLAMA YAPILDIĞI SORGULANMALI"

"Rasyonel duruma dönüş" için nasıl bir zamanlama yapıldığının sorgulanması gerektiğini de ifade ediyor Erçetin:

“Bu süre yerel seçimlere kadar geçecek süreyle mi sınırlı, bunun belirlenmesi gerekir. 2020 yılında Lütfi Elvan göreve gelmişti, ‘daha makul bir yol’ tarifiyle denenmişti ama bir yıl içinde görevden alınmıştı. Rasyonelliği sadece ekonomi kurallarında aramak da başka bir problem. Demokrasi ve hukuk konusunda adım atılmadan, normalleşme sağlanmadan sadece ekonomideki kimi adımlarla düzelme beklemek yanlış olur. Cumhurbaşkanı yardımcılığı görevine getirilen Cevdet Yılmaz’ın da daha önceki bakanlık döneminin ekonomi olduğunu da göz önüne alırsak bu konuda yoğun mesai olacağını anlayabiliyoruz.”

"SORUNLARIN NASIL GİDERİLECEĞİ BELİRSİZ"

Kabinede ikinci görünen önemli hattın güvenlik bürokrasisinin kilit isimlerinin aldığı yeni görevler olduğunu ifade ediyor Erçetin:

“13 yıldır MİT’in başında bulunan, 2016 darbe girişimi sonrası hem başında bulunduğu teşkilatı hem de kişisel olarak kendisini dış operasyonlarda ve ilişkilerde aktif hale getiren Hakan Fidan’ın dışişleri bakanı oluşu. Geçtiğimiz yıl görev süresi bir yıl uzatılan Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’in de Milli Savunma Bakanlığına getirilişi. Bir Önceki Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın da böyle bir hat izlediğini düşünürsek neredeyse bir gelenek oluşuyor. MHP’nin desteklediği sık sık dile getirilen Süleyman Soylu’nun içişleri bakanlığından alınması önemli. Kabine her ne kadar ‘yeni’ diye anılsa da başta kritik pozisyondaki bakanlıklar AKP’nin uzun süredir içinde bulunan siyasetçiler ve birlikte çalışan bürokratlardan oluşuyor. Yaratılacak hikayenin ne olacağını izleyeceğiz ancak ‘Zaman ayarlı olduğunu’ yani yerel seçimleri gözettiğini, AKP’nin ağırlıkla ‘kendi insan kaynaklarına’ yöneldiğini, ekonomide rasyonellik aranırken demokrasi ve hukuktaki eksikliklerin nasıl giderileceği konusunda bir hareketlilik olmadığını söyleyebiliriz.”

"KAYBETMENİN ŞARTLARINA GÖRE DEĞERLENDİRME YAPILMALI"

Seçimlerin ardından muhalefet kanadında çeşitli tartışmalar sürerken Erçetin bu konuda da şu yorumları yapıyor:

“Kaybetmenin şartlarına bakarak bir değerlendirme yapılmalı. Türkiye’de literatürde rekabetçi otoriterlik diye tanımlanan bir yapı var. Bu yapıda medya kontrol altında, yargı çoğunlukla iktidarın istediklerini yapıyor, kurumlar değersizleştiriliyor, devlet ile parti arasındaki çizgi silikleşiyor ve eşit/adil olmayan seçim ortamından bahsediliyor. Yaratılan ana duygu ‘Ekonomiden hukuka haklar istenemez, gereken durum ve zamanda iktidar tarafından gerektiği kadar verilir.’ Bu durumun normalleştirilmesi-yerleşmesi bireyi de sivil toplum kuruluşlarını da tepkisiz ve dolayısıyla etkisiz hale getiriyor. Seçimler elbette önemli. Doğal olarak başarısızlıklarda siyasi partiler ve liderleri de eleştirilecek. Ancak sendikalardan sivil toplum kuruluşlarına tabii akademiye yeni siyaset oluşturma-üretme yolunda bir çaba da sergilenmeli. Burada Boğaziçi Üniversitesindeki akademisyenlerin tüm baskılara rağmen özgür-özerk üniversite için verdikleri mücadeleyi önemli bir örnek olarak anmak istiyorum. Şu an muhalefetteki her iki ittifakta da yoğun bir tartışma sürüyor. Bu tartışmanın kaybetmenin nedenlerini anlamaktan çok liderin kalıp-kalmaması, kadroların yenilenmesi noktasında düğümlenmiş olduğu da görülüyor. Toplumsal muhalefetin siyasetin-siyasi partilerin daha önünde bir performans sergilediğini görüyoruz. Önümüzdeki süreçte başta kadın hareketi, daha da öne çıkabileceklerini düşünüyorum.”

"EKONOMİ ÖNEMLİ AMA TEK BELİRLEYİCİ DEĞİL"

Peki muhalefet önümüzdeki yıl yapılacak yerel seçimleri de göz önünde bulundurarak, 14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimlerinde çıkan sonuçlardan nasıl bir ders çıkarmalı? Erçetin bu soruya şu yanıtı veriyor:

“Soruyu ekonomik kriz-seçimler ve genel seçim-yerel seçim ayrımı üzerinden değerlendirmek istiyorum. Mayıs seçimlerinden hemen önce; Prof. Dr. Emre Erdoğan, Prof. Dr. Pınar Uyan Semerci ve Mustafa Gökcan ile birlikte ‘seçmen ne ister’ adlı bir çalışma yaptık, internet sitesi oluşturup podcast serisi hazırladık. Konularında uzman akademisyenlerle duygulardan kutuplaşmaya dezenformasyondan popülizme seçmenin oy verme davranışındaki temel parametreleri tartıştık. Oy verme davranışında ekonomi elbette önemli bir etken ama tek başına belirleyici değil. Kimlik de yaratılan güvenlik endişesi de hepsi bir bütün. Tehdit ve güvensizlik algısı ile daha olumsuz duygulara başvuran içeriği ayrı tutamayız. Krizlerin veya güvensiz koşulların sebebi olduğu iddia edilen grup ve aktörlerin hatırlatılmasıyla – bu konular üzerinden mesajların verilmesiyle üretilen korku ve öfke tüm bu bağlamın bir parçası. Seçim dönemlerinde pozitif ve negatif duyguların üretilmesi bu açıdan önemini gösteriyor. Bahsettiğimiz bu konuları birbirinden ayrı görmek de sadece biriyle açıklamak da yanlış olur. Yerli ve milli olduğu söylenen savaş gemisini gezmek için saatlerce kuyrukta bekleyenlerin ya da TOGG’a dokunmak için sıraya girenlerin aynı zamanda yaratılan-gösterilen gücün bir parçası olma istekleri de var. Ve tüm bunların nasıl bir “ulusal prestij” yarattığını hatırlatan anlatı da var. Ve o gücün kendilerini ekonomide de er ya da geç destekleyebileceğini düşünüyorlar. Muhalefetin son seçimlerde yaratamadığı duygu ‘yapabilirlik’ ile ‘eldeki az da olsa onu kaybetmeyeceği noktasında inandırıcılık.’”

"MUHALEFET ÖZELEŞTİRİDEN ÇOK SUÇLU ARIYOR"

Yerel seçimler ile genel seçimlerin ise farklı dinamikleri olduğunu söylüyor Erçetin:

“Elbette İstanbul, Ankara gibi gücün simgeleştiği, kaynak dağıtımının önemli hale geldiği, yapılanların partiye, lidere ve seçilen başkana kazandırdığı yerlerde kazanmak önemli. Yerel seçimlerde iktidarla rekabet için bir araya gelen partileri genel seçimlerden daha rahat bir şekilde bir arada görebiliriz. Genel seçimlerde ideoloji, partiler arasındaki farklılıklar daha ön plana çıkarken yerelde elbet bu faktörler tamamen yok sayılmadan ancak bir isim üzerinde uzlaşı daha kolay olabiliyor. Fiilen dağılan Millet İttifakı önünde Haziran ayının sonunda İYİ Parti’nin, bu yıl içinde CHP’nin eğer DEVA ile birleşmezse Kasım’da Gelecek Partisi’nin kurultayları var. Bu kurultaylarda alınacak sonuçlar yerel seçim sürecini etkileyecek. Bunları görmek gerekiyor. Şu ana kadar çıkan tabloda muhalefette özeleştiriden çok suçlu arama, kadro yenileme çalışmalarının olduğu gözüküyor.”

Şerif KARATAŞ/Evrensel


Tarihi caminin (Studios Manastırı/ Hagios Ioannes Prodromos Kilisesi/ İmrahor İlyas Bey Camii) yapısını bozdular - Öncü DURMUŞ/BİRGÜN

 


İmrahor Camii’nde başlatılan restorasyon çalışması kapsamında ağaçlar kesilerek, konteyner kuruldu. Arkeolog Yavaşçay “Tarihi yapıyı bozuyorlar” dedi.

İstanbul'un Fatih ilçesi’ndeki Yedikule semtinde bulunan İmrahor Camii’nde restorasyon çalışması başlatıldı. Başlatılan çalışmada tarihi yapının bahçesinde yaklaşık 25 ağaç kesilirken, boşaltılan alana beton dökülerek doldurma yapıldığı ortaya çıktı. Arkeolog Ömer Faruk Yavaşçay, yapılan restore çalışmasına tepki gösterdi.

Yavaşçay, BirGün’e yaptığı açıklamada cami ile ilgili şunları anlattı: “Burasının en önemli kısmı İstanbul’un ilk dini yapısı olması. Bizans döneminde manastır olan bu yer, 2. Beyazıt döneminde camiye çevriliyor ve 1894’de İstanbul da yaşanan depremde büyük bir hasar alıyor. 1920’de de burada çıkan yangından sonra resmen kaderine terk ediliyor. Yeni başlayan restorasyon ile beraber tarihi yapının bozulduğunu üzülerek görüyoruz.”

MUHATAP BULAMADIK

Fatih Belediyesi’nin üzerine düşeni yapmadığını söyleyen Yavaşçay, “İçerisindeki bahçede yaklaşık 25’e yakın köklü ağaç kestiler ve burayı betonla doldurdular. Bunun yanında çalışan işçiler için konteyner kurulmuş. Restorasyonun yapılma şekli buraya yakışmayan, tarihe zarar verecek bir şekilde. Bunun acilen durdurulması ve hatalardan dönülmesi gerekir. Pencere boşlukları, orijinal halinden uzak taşlarla kapatılmış. İçeride bir sarnıç ve çeşme var. Bu ikisi de o yapıya uygun onarılmalı. İşçilerin kullanması için içeriye yerleştirilen konteyner yapıya zarar vermeden acilen kaldırılmalı. Bunun yerine Fatih Belediyesi’nin çok amaçlı salonu mevcut burası kullanıma açılmalı” ifadelerini kullandı. 

Konu ile ilgili sorumlu bulamadığını belirten Yavaşçay, “Normal şartlarda restorasyonun kimin yaptığı, kime yaptırdığı, ihale bedeli, ne kadar sürede yapılacağı bir levha ile beraber herkese açılır. Ama burada böyle bir şey yok ulaşmaya çalıştık ama muhatap bulamadık. Burada gerekli önlemler bir an önce alınsın ve bu yapı korunarak restore edilsin” diye konuştu. Öte yandan restore çalışması hakkında bilgi almak için aradığımız İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü konuya ilişkin açıklama yapmadı.

Öncü DURMUŞ/BİRGÜN 

Yeni bakanların sınavı + Fahrettin Altun’u istemeyen Saray ekibi (Barış Pehlivan-Cumhuriyet)


 Yeni bakanların sınavı 

Seçimlerin ikinci turuna giderken...

24 Mayıs’ta bir ihbar geldi. Konu, gümrük kaçakçılığıydı.

Nusaybin Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı KOM ekipleri yabancı plakalı bir aracı incelemek istedi. Şoför kimliğini uzattı. Kimliğin sahibinin T.D. adlı bir ağır ceza hâkimi olduğunu gören polisler, hemen savcıyı aradı. İşte o anda işin seyri değişti.

Savcının talimatlarını içeren tutanağı okuyorum:

1- Suç unsurlarına ve araçta bulunan Baretta marka 2 adet tabancaya, 2 adet şarjöre ve 8 adet 7.65 mm çapında olan fişeğe el konulsun.

2- Arama yapılacak araca ait anahtar T.D. isimli şahıstan alınmasın. Şahsın olay yerinden ayrılmak istemesi halinde engel olunmasın.

3- Araçta yolcu konumunda bulunan ve aracın beklediği yerden ayrılan A.T. isimli şahıs hakkında bu aşamada herhangi bir işlem yapılmasın.

4- Yapılan arama işlemi sonucunda T.D. isimli şahıs işlemsiz olarak gönderilsin.

Siz de doğru okudunuz...

Bir ağır ceza hâkimi ve yanındaki kişi, gümrük kaçakçılığı yapmakla suçlanan araçta yakalanıyor ancak hiçbir işlem yapılmadan serbest bırakılıyordu. Hem de o araçta yaklaşık 400 bin lira değerinde yüzlerce kaçak elektronik sigara bulunmasına rağmen...

Hem de o araçta ruhsatsız silahlar bulunmasına rağmen...

Hatta ve hatta şüpheli hâkimin çantasında arama dahi yapılmıyor.

Polislerin savcının talimatlarını dinlemekten başka çaresi yok, ancak tutanakla bu adaletsizliği belgeliyorlar.

Bu olayı şunun için yazdım. Adalet ve içişleri bakanı değişti. İki yeni isim de görevi devraldıklarında “tüm suçlarla mücadele” ve “hukuka bağlılık” vurgusu yaptılar.

Sözlerini tutmak için maalesef verecekleri çok sınav var. Okuduğunuz, bunlardan sadece biri.

Fahrettin Altun’u istemeyen Saray ekibi

Yandaş yazar Esra Elönü Twitter’dan şöyle yazmış:

“Sosyal Mera olarak kullanılan yalanın ve iftiranın bataklığı haline gelen şu mecralara ‘sosyal medya’ kimliği kazandıran Fahrettin Altun... Hakikati hedef alan kim varsa hepsinin karşısında oluşu, bu seçimin zaferine sayısız katkısı, bir vefaya bin duaya değer. Allah razı olsun.”

Elönü, Fahrettin Altun’un bir fotoğrafını da eklemiş mesajına.

İlk bakışta “Ne var bunda” diyebilirsiniz. Oysa, mesele bir yandaş tarafından Altun’un övülmesi değil. Zira, asıl haber o mesajın altına gelen bir yorumda.

Elönü’nün Twitter’daki Fahrettin Altun övgüsünün hemen altında şöyle bir yanıt göze çarpıyor:

“Abartılı. Millet böyle düşünmüyor.”

Kim bunu yazan? Ömer Faruk Karagüzel. Peki, özelliği ne?

Yazayım: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı!

Sahi, Erdoğan’ın avukatı neden Fahrettin Altun’a karşı böylesi bir mesaj attı?

Sorunun yanıtı için biraz Ankara kulislerini eşelediğimde ilginç iddialar duydum.

Meğer, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un görevden alınmasını isteyen bir grup varmış. Altun’un çok öne çıkmasından rahatsızlarmış.

Bir başka AKP’li kaynağım da rahatsız olanları doğruladı ama ekledi: “Erdoğan Altun’dan memnun!”

Hatta, aynı kaynak Fahrettin Altun’un MİT başkanı olan İbrahim Kalın’dan boşalan Cumhurbaşkanlığı Sözcülüğü görevini dahi üstlenebileceğini iddia etti.

Görünen o ki AKP seçimi yine kazansa da içerideki kavgalar bitmiş değil.

(Barış Pehlivan-Cumhuriyet)

6 Haziran 2023 Salı

Mehmet Şimşek kabinede hangi amaçla ve neden ısrarla yer aldı? (İhsan Çaralan) + Dış politikada Hakan Fidan’ın şifreleri (Yusuf Karadaş) + Görmemişin oğlu ve hakkı…(Mustafa Yalçıner) - EVRENSEL

 Mehmet Şimşek kabinede hangi amaçla ve neden ısrarla yer aldı? (İhsan Çaralan)

14-28 Mayıs seçiminin muhalefet saflarında yarattığı artçı sarsıntılar devam ederken, Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni kabinesini ilan etti.

Önceki kabinedeki 16 bakandan 14’ünü milletvekili yapan Erdoğan’ın kabinede bir yenileme yapacağını herkes kabul ediyordu. Ama eski 14 bakanın tümünü kabine dışında bırakacağı beklenmiyordu. Tersine Hulusi Akar, Bekir Bozdağ başta olmak üzere bazı eski bakanların yeniden bakan olarak atanacağı bekleniyordu. Ki, Soylu’nun bile eğer Bahçeli ısrar ederse görevde kalacağını söyleyenler az değildi. Dahası Erdoğan’ın milletvekili olmaları teklifini kabul etmeyen biri özel hastane zinciri diğeri otel zinciri sahibi iki patron bakan Koca ve Ersoy ile Nebati dışında tüm diğer bakanlar “bakan toto” oynayanlar tarafından oyunda tutuluyordu.

Beklentilerden birisi de Erdoğan’ın yerel seçimde parti içinde sevilen bazı “abileri” de bakan yaparak parti örgütlerini motive etmek isteyeceği doğrultusundaydı. Ama bu konuda da Erdoğan tam tersini yaptı. Koca ve Ersoy dışındaki tüm bakanları “eski bakan” yapan Erdoğan, “imar aflarının mimarı” olarak bilinen ve 4 yıl önce Ankara’da Mansur Yavaş karşısında seçimi kaybeden Mehmet Özhaseki’yi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı yaparak bürokrat ve patronlardan oluşan listesini de bozmuş oldu!

KABİNEDE 15’TEN AYRILAN TEK BAKAN ŞİMŞEK!

“Tek adam rejiminde, hele de tek adam Erdoğan gibi ağzından çıkanın yasa olmasından pek hoşnut olan birisinin başında olduğu rejimde bakanların kimler olduğunun bir kıymetiharbiyesi yoktur” denebilir. Böyle diyenler çok haklı da olurlar.

Bu söylenenler 15 bakan için böyle olabilir ama Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bu 15 bakandan farklı bir özelliği var.

Çünkü Erdoğan aylardan beri Şimşek’i ekonominin başına getirebilmek için girişimler yapıyordu. Seçimden hemen önce bile Şimşek’in Erdoğan’a “hayır” dediği biliniyordu. Bu yüzden de Mehmet Şimşek’in Erdoğan’dan kendisine müdahale etmeyeceği ve ekonomi bürokrasisinin de kendisi tarafından oluşturulmasına izin verilmesi konusunda bir uzlaşmaya varıldığı için görevi kabul ettiği belirtilmektedir.

Nitekim Şimşek, Nebati’den görevi devralırken şunları söyledi: “Önümüzdeki dönemde bu hedefe ulaşmada, şeffaflık, tutarlılık, öngörülebilirlik ve uluslararası normlara uygunluk temel ilkelerimiz olacaktır. Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır. Kurala dayalı öngörülebilir bir Türkiye ekonomisi özlenen refaha ulaşmamızda anahtar olacaktır… Sürdürülebilir yüksek büyüme için mali disiplinin tesis edilmesi ve fiyat istikrarının sağlanması temel hedefimiz olacaktır.”

Böylece Şimşek daha görevi devralırken, Nebati’nin şahsında gibi görünen ama arkasında “Ekonomist Erdoğan”ın durduğu, “Faiz sebep enflasyon neticedir” diye formüle ettiği “milli ve yerli iktisat anlayışı”nı; “Şeffaflık, tutarlılık, öngörülebilir ve rasyonel bir zeminde olmayan” bir iktisat tutumu olarak ilan etmiş bulunmaktadır!

Şimşek’in bu söylediklerinin arkasında ne kadar duracağı, Erdoğan’ın Şimşek’in bu tutumuna ne kadar tahammül edeceği gibi önemli sorular vardır. Ama gelişmenin bu boyutunu yakın bir gelecekte göreceğiz.

ŞİMŞEK ULUSLARARASI SERMAYEYE GÜVEN VERMEK İÇİN BAKAN YAPILDI!

Şimşek konusunda işçi sınıfı ve emekçileri asıl ilgilendiren ise, emekçilerin Erdoğan’ın “irrasyonal”, “heteredoks” denilen anlayışıyla Şimşek’in “rasyonal”, “uluslararası nomlarla uyumlu” iktisat anlayışı arasına sıkışmamak, Şimşek’in iktidar tarafından açıkça sermaye muhalefeti tarafında da zımnen “kurtarıcı” olarak gösterilmesinde kafa karışıklığına uğramamalarıdır.

Çünkü Mehmet Şimşek halktan yana bir iktisat programının uygulanması için bakan yapılmadı. Tersine Şimşek, uluslararası ve yerli sermayenin desteğini yitirmiş olan tek adam rejimine bu desteği yeniden sağlamak üzere, uluslararası ve yerli büyük sermayenin çıkarlarının daha tam gerçekleştirilmesi için uygulamaya sokmak için en uygun kişi olarak bakan yapıldı. Yani Şimşek’in yapmak istediği, bir zamanlar Derviş’in yaptığı gibi IMF’siz bir IMF programını devreye sokmaktır. Böylece hem sermaye güçlerinin isteklerine uygun bir ekonomik program devreye sokulacak hem de Erdoğan ihtiyaç duyduğunda IMF’ye uluslararası sermayeye, hatta yerli büyük sermayeye verip veriştirebilecektir!

Yani Erdoğan Şimşek’e; halkın taleplerini karşıla, işsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırmak için gerekenleri yap dememiş, tersine uluslararası sermayenin Türkiye’ye gelmesi için onları daha kârlı yapacak, yerli büyük sermayeyi memnun edecek önlemleri al demiştir. Şimşek de Erdoğan’a “evet” demek için şartlarını sıralarken mallara yapılacak zamlara karşı çıkılmaması ile ücret ve maaş artışlarının kısıtlanması konusunda siyasal kaygılarıyla kendisine müdahale edilmemesini istemiştir. İkili arasında varılan uzlaşmanın özeti budur.

ŞİMŞEK SİSTEMİN YÜKÜNÜ HALKIN SIRTINA YIKMAK İÇİN GELDİ!

Prof. Dr. Aziz Çelik Twitter hesabından Erdoğan’la Şimşek’in vardıkları uzlaşma üstünden şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ücret ve maaşlarla ilgili konularda çalışma bakanı değil Mehmet Bey belirleyici olacak. Asgari ücrette eskisi gibi artışlar biraz zor. Memur asgari maaşının 22 bin liraya yükselmesi epeyce tartışmalı olacak. Diğer memurlara makul maaş artışları daha da zor. Emekli aylıklarında ciddi bir iyileştirme ve intibak düzenlemesi çok daha zor. Kademeli emeklilik meselesi bir başka bahara kalabilir.”

Kısacası Erdoğan’ın seçim sürecinde emekçilere yaptıkları vaatler ve azgınlaşan enflasyon karşısında yapılacak zamlar konusunda artık Hazine ve Maliye Bakanlığının bir bariyer oluşturacağı açıkça anlaşılmaktadır. Şimşek’in Erdoğan’la “ekonominin gereği” üstünden emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarını daha da kötüleştirirken emekçilerin taleplerini elde etmeden yaşamlarını sürdürmeye düne göre daha da zorlanacağı bir döneme girileceğini söyleyebiliriz.

Burada sorumluluk her zaman olduğundan daha da fazla emekçilerin talepleri arkasında birleşerek mücadele etmesinden geçmektedir.

Burada “Her zaman olduğundan daha da fazla” ifadesi dil alışkanlığı değildir. Çünkü emekçiler, hak mücadelesi yürütenler, dün belki sadece Erdoğan’ı ikna etmek zorundayken bugün bir de Bakan Şimşek’i aşmak zorunda kalacaklardır!

Bu da önümüzdeki dönemde işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri karışışında daha direnen bir tek adam rejimi bulacağı anlamına gelmektedir. Ve elbetteki işçiler ve emekçiler de önümüzdeki dönemde daha büyük bir güç ve dirençle mücadele etmek durumda kalacaklardır.

                                                            /././

Dış politikada Hakan Fidan’ın şifreleri (Yusuf Karadaş) 

Erdoğan’ın yeni Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde en çok dikkat çeken hamlelerinden biri 2010’dan bu yana MİT Müsteşarlığı/Başkanlığı görevini yürüten Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı görevine getirilmesi oldu. ‘Tek adam’ın bütün karar alma süreçlerinde böylesine belirleyici olduğu bir sistemde isimlerin fazla önemli olmadığı düşünülebilir. Ancak Fidan gibi Erdoğan’ın “sır küpüm” dediği ve MİT’in dış politikada “proaktif” bir rol almasının mimarlarından birinin Dışişleri Bakanlığına getirilmesinin yeni dönemde iktidarın dış politikadaki hedef ve yönelimlerinin anlaşılması bakımından önemli veriler sunduğuna da şüphe yok.

Neydi "proaktif" dış politika?

MİT’in 80. kuruluş yıl dönümünde (2007) ilan ettiği proaktif dış politikayı; Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Karadeniz, Kafkasya gibi paylaşım mücadelesinin devam ettiği bölgelerde Türkiye egemen sınıflarının çıkarları temelinde yeni koşullar oluşturmak ya da koşulların seyrini değiştirmek için müdahalelerde bulunmak biçiminde tanımlayabiliriz. 2009’da MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine atanan Fidan, 2010’da MİT Müsteşarı oldu ve o tarihten bu yana MİT’in proaktif dış politika bağlamında yaptığı müdahalelerin, gerçekleştirdiği operasyonların başında yer aldı.

Erdoğan, 2020’de MİT’in İstanbul hizmet binasının açılışında Suriye, Irak ve Libya başta olmak üzere “MİT’in pek çok yerde canla başla çalışması”ndan övgüyle söz etmiş “Çatışma bölgelerinde elde ettiğimiz kazanımlar, diplomatik alanda ülkemizin masaya daha güçlü oturmasını, milli menfaatlerimizi daha etkili savunabilmemizi sağlıyor” demişti.

Peki, neydi bu Erdoğan’ın övgüyle söz ettiği ve “milli menfaatlerimizi” savunduğunu iddia ettiği müdahaleler?

MİT’in dünyada ses uyandıran ilk müdahalesi, Gazze’ye “yardım filosu” gönderilmesi ve bu filoda yer alan Mavi Marmara vapurunun İsrail askerlerinin saldırısına uğramasıydı.

O dönem iktidarın ortağı olan Gülenciler (FETÖ) ABD ve İsrail’in tepkisini çeken bu eylemi MİT’e operasyon çekmek için bir fırsata çevirmeye çalışmış ve bunun için PKK ile Oslo’da yapılan görüşmeleri basına sızdırmıştı.

Bu gizli görüşmelerin sızdırılması, MİT’in bir başka başarısızlığı olmuştu.

Erdoğan iktidarının Irak’ta desteklediği Irak İslam Partisi lideri Tarık el Haşimi, ülkesinde birçok bombalı saldırı ve katliamdan suçlu bulunup idam cezasına çarptırılınca MİT tarafından kaçırılıp Türkiye’ye getirilmişti.

MİT, 10 yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi ciddi problem ve tehditlerle yüz yüze bırakan Suriye rejimini devirmeye yönelik müdahalelerinin de en başında yer aldı ve almaya devam ediyor.

Erdoğan’ın 2013’te gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde Obama, Fidan’a işaret edip “Biz sizin Suriye’deki radikallerle neler yaptığınızı biliyoruz” demişti. MİT’in Suriye’de iş birliği yapılan cihatçılara gönderdiği silah dolu tırlar ve SADAT’ın el Nusra’ya gönderdiği silahlar ifşa olunca Obama’nın bildiğini biz de öğrenmiştik.

Daha sonra proaktif dış politikanın araçlarından biri olarak kurulan “özel” bir savaş örgütü olan SADAT’ın Kurucusu Adnan Tanrıverdi Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olmuş, 23 Ocak 2018’de Afrin operasyonu konusunda yapılan “güvenlik zirvesi”nde Tanrıverdi’nin Fidan ile verdiği poz, MİT-SADAT iş birliğinin fotoğrafı olarak tarihe geçmişti.

MİT’in “başarı” karnesinden söz ederken yeni kabinede Milli Savunma Bakanı olarak görevlendirilen Yaşar Güler’in de içinde yer aldığı toplantının ses kaydının yine FETÖ’cüler tarafından sızdırılmasını da unutmamak gerekiyor. Bu ses kaydında Fidan’a ait olduğu iddia edilen ses Suriye’ye 2 bine yakın tır gönderildiğinden söz ediyor ve müdahaleye gerekçe üretmek için “Öbür tarafa 4 adam gönderirim, 8 tane füze attırırım” diyordu.

Haziran 2014’te IŞİD’in Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğunda görevli 49 kişiyi rehin almasına seyirci kalınması sonrasında yaşanan tartışmaların merkezinde yine MİT vardı.

Burada MİT’in Libya ve Dağlık Karabağ’daki rolüne ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü MİT’in SADAT’ın da rol üstlendiği Libya müdahalesi, Trablus’un kapısına dayanan Halife Hafter güçlerinin (Rusya’nın SADAT’ı olan Wagner tarafından destekleniyordu) geriletilmesinde etkili oldu. Ancak bu müdahale Türkiye’nin “oyun kurucu güç” olduğu propagandasına dayanak yapılmaya çalışılsa da gerçekte bu müdahale Libya’da çatışma halindeki güçler arasında bir denge durumu yarattı ve ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin devreye girmesi için uygun koşulları sağladı.

Dağlık Karabağ savaşında üstlenilen rol ise Ermenistan’ın yüzünü Batı’ya dönen Paşinyan yönetiminin sıkıştırılmasına yol açtı ve bu kez Rusya’nın işini kolaylaştırdı.

Bugünkü tek adam rejiminin kurulmasında dönüm noktası olan 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiyle ilgili tartışmaların da odağında MİT yer almıştı. Çünkü o dönem orduda görevli bir binbaşı, MİT’e giderek darbe girişimini ihbar etmiş ama MİT, darbe girişimini engelleme yönünde herhangi bir adım atmamıştı.

MİT’in seyirci kaldığı ve ülke siyasetine yön veren tek gelişme darbe girişimi de değildi. MİT bu saldırıları engelleyecek istihbarat kaynaklarına sahip olduğu halde Diyarbakır, Suruç, Ankara (10 Ekim), Reina, Gaziantep gibi IŞİD’in göstere göstere yaptığı katliamlara da seyirci kalınmıştı. Bu dönemde yaratılan terör ve korku iklimi, 7 Haziran’da tek başına iktidar olma çoğunluğunu kaybeden AKP’nin 1 Kasım 2015 seçimlerinde yeniden tek başına iktidar olmasının yolunu açmıştı.

Görüldüğü gibi Erdoğan’ın “Milli menfaatleri savunmak” adına övgüyle söz ettiği müdahaleler aslında halka büyük bedeller ödettirmekle kalmadı, ülkeyi ciddi tehditlerle de yüz yüze bırakan sonuçlara yol açtı. Ancak Erdoğan ve kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericilik “milli menfaatler”den bölgemizde emperyalistler arasında devam eden egemenlik mücadelelerinden kendilerinin pay kapmalarını anlıyorlar; bunun için de ülkeyi, halklarımızı yeni tehditlerle karşı karşıya bırakmakta sakınca görmüyorlar.

Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarı olarak karnesi, onun bakanlığı döneminde Erdoğan rejiminin dış politikasındaki temel yönelimin ne olacağı sorusunun da yanıtını veriyor. Her ne kadar İsrail, Mısır, BAE, S. Arabistan ve en son Suriye’de gördüğümüz gibi her sıkıştığında yeni tavizler vermek zorunda kalsa da Erdoğan yönetimi Fidan döneminde de yayılmacı emelleri ve kader birliği yaptığı küçük bir azınlığın çıkarları doğrultusunda müdahale politikasını sürdüreceğinin işaretlerini veriyor.

İç ve dış politikanın böylesine iç içe geçtiği bir süreçte içerideki baskı rejimini dışarıda, ülke ve bölge için bir tehdit oluşturan cihatçı grupların da kullanıldığı müdahale politikaları tamamlıyor. Bu nedenle önümüzdeki yeni ve zorlu dönemde ülkedeki demokrasi mücadelesi kaçınılmaz bir biçimde bölgede barış mücadelesine bağlanıyor. Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı, CHP başta olmak üzere bölgedeki savaşçı politikalar karşısında tutarsız bir tutum takınıp iktidarın işini kolaylaştıran burjuva muhalefet için de uyarıcı olmalıdır.

                                                            /././

Görmemişin oğlu ve hakkı…(Mustafa Yalçıner)

Sonunda yeminin ardından gelen tantanalı müthiş bir törenle başkanlığın yeni dönemine adım atıldı.

Beyefendinin az ünü yok! Herhalde 50 devlet ve hükümet başkanı ve bir o kadar uluslararası seçkinle onurlandırılmak her kula nasip olmaz. Hele antiemperyalist sayılmak! Maduro gibilerin teşrifi olağanüstüydü doğrusu! “Solcu” neoliberal Lula yoktu, ama o da beyefendinin “yoksulluğa karşı mücadelesine” müttefiklik ilan etmekteydi. Halkın yüzde 64’ünü açlık sınırı altında yaşama mahkum eden ne mücadele ama!.. Tekellerin bir dediğini iki etmeyen beyefendi, antiemperyalizminin yanında büyük bir yoksul dostu da aynı zamanda!

Yoksulluk demişken, yoksulluğu onca derinleştiren fırlayan dolarla ekonominin perişan haline rağmen kazandı beyefendi. Oysa CHP kurmaylarıyla Millet İttifakından ekonominin yerde sürünmekte olan durumunun otomatik olarak seçimi kazandıracağı beklentisi yayılmış ve bu beklenti anketlerle de desteklenmişti.

Bu indirgemeciliğin iş yapmadığı görüldü. Evet, yoksullaşma derindi, nüfusun büyük çoğunluğu ete çoktan veda etmiş, soğan-patates almakta zorlanıyordu. Ama otomasyonun önünü kesen iki temel etken görmezden gelindi. Dalga geçilen “düşük faiz politikası” aptallık ürünü değildi. Asgari ücretin artırılması türü önlemlerle desteklenmiş ve yine de yoksulluk üretmesine rağmen işsizliğin patlamasının önüne geçilmişti. Emekçiler, sürünerek de olsa, ama işsizlik belasıyla yüzleşmeden geçinmeye çalışmaktaydı. Ve ikincisi, muhalefet fazlasıyla seçkinci olmakla kalmayıp durumu düzelteceğine dair inandırıcı bir “hikaye” de anlatamamıştı. Anlatabildiği kadarını ise “mahallenin dışına” taşıyıp beyefendinin destekçilerinden hiç değilse bir bölümünü ikna etmeye uğraşmayarak otomatik etkiye güvenmiş; taraftarlarını bir araya topladığı büyük mitinglere, yandaşı TV kanallarına, Twitter mesajlarıyla yayımladığı videolara güvenmişti. Oysa bunların hiçbirinin menzili “mahalle dışı”nı kapsamıyor, dolayısıyla burjuva muhalefet kendi çalıyor kendi oynuyordu. Beyefendinin kendi mahallesinden destekçileri, “Tamam durum pek iç açıcı değil, ama düzeltirse yine reis düzeltir” diye düşünmeyi sürdürdüler. Bunda örneğin enflasyonun dünyanın başının derdi olmasının payı olduğu kadar, dinselliğin yanı sıra yerli-millilik propagandasıyla ulusal onuru da okşayan “gavur-batının kumpası” vurgusu da etkili oldu.

Sokaklar kötülenip sokağa çıkılması yasaklanarak sandığın işaret edilmesi ve burjuva fraksiyonlar açısından anlamlı olsa bile halk için bir çekiciliği olmayan “tek adama karşı parlamenter yönetim” temel talebinin ileri sürülmesiyle yetinilmesi yukarıda söylenenlerin tuzu biberi oldu. Sokakta, fabrika ve işyerinde, evinde, köyünde ayağına gidip “Hikayenizi anlatarak” yaşadığı dertler üzerinden ikna etmeye çalışmazsanız emek kitlelerinin eğilimlerini değiştiremezsiniz. Mitingler kalabalık olsa da, böyle oldu. Örneğin bir ANAP olmayan AKP, özellikle ekonominin olumsuzluklarıyla -kendiliğinden- sallansa ve bir miktar destek kaybetse de, ideolojik olarak kazanılmış asıl desteklerini korudu. Belki son kez, ama korudu. İdeolojik parti AKP, dinden ve körüklediği milliyetçilikten güç alıyor. Hele ikinci turda, çaresizlik ve faşistlerin dolduruşuyla “milli protokoller”den medet ummak ve asli sahipleriyle milliyetçilik yarışına girmek hem iğrenç hem de beyhudeydi! İkna edici hikayeniz olacak ve yarışmaya girmeyecek, ama, etkilerini kıracak tek yol olan emekçilerin emeklerinin hakkını savunarak tekellerle, dincilik ve milliyetçilikle mücadele edeceksiniz. Böyle yapmaksa, en baştan, sağa açılıp, AKP’den farkınızı belirsizleştiren eski başbakan ve bakanlar ve eski MHP’lilerle ittifak kurarak değil, halka giderek ve bunu kolaylaştıracak ittifaklarla mümkündü.

Üstüne, devlet olanaklarının dibine kadar kullanılacağı, çünkü devletle hesaplaşıldığı bilinmek yerine, sanki tarafsız hakem gözetiminde rakiplerle yarışılıyormuş gibi davranılması binince, sonuç baştan belliydi. Şimdi cılız sesle “adil olmayan seçim” deniyor. Oysa aradaki farktan daha çok el çabuklukları ve mükerrerlik türünden hile cabasıydı!

Şimdi hazır olunsun, M. Şimşek faiz artırıp sıkı para politikasıyla işsizliği patlatacak!

(EVRENSEL)