13 Ağustos 2023 Pazar

Ferrero Karadeniz’i nasıl işgal etti? + Fındık ağacındaki emperyalist - Orhan Gökdemir / soL

 


Ferrero Karadeniz’i nasıl işgal etti? (14.09.2019)

Dostlarım uyardı, fındık yazısı yazmamışım uzun süredir. Hazır harmandayken fındık yazalım dedim ben de… 

Hükümet fındık alım fiyatını 17 lira olarak belirledi bu yıl. En yüksek fiyatı bu. En düşüğü 14 lira civarında. Yani 17 lira dedikleri en kaliteli fındığın fiyatı.  

Ziraat odalarının hesabına göre 1 kg fındığın maliyeti en az 14,5 lira. Ortalaması 16,5 lira. Geçen yıl üreticiden 14 liradan alınan kabuklu fındığı 25 liradan sattılar. Bahçeden markete, pazara ulaşan “fındık içi”ne gelince, makas daha da açılıyor. 1 kg kabuklu fındıktan ortalama 420 gram fındık içi çıkıyor. Markette 200 gram fındık içi 20 lira civarında. Bu durumda üreticiden 17 liraya alınacak bir kg kabuklu fındıktan elde edilen fındık içi markette 42 liraya satılıyor. Fiyat farkı 2,5 kat. Üretici için fındık içinin 420 gramı 23 lira ederken bazı marketlerde kilosu 80 liraya ulaşıyor. 

Yani üretici 14,5-16,5’e mal ettiği fındığı, devletin belirlediği fiyattan satarsa kilo başına 1 ila 2,5 lira arasında bir kazanç elde etmiş olacak. Buna 2 liralık sübvansiyonu da eklersek, toplam 4,5 lira yapar. Bu durumda elde edilen kazanç yüzde 27 ediyor. Oysa tarladan tüketiciye ulaştığında ortaya çıkan fark yüzde 141 düzeyinde. Çok acayip bir denklem!

                                                        ***

Acayip bir denklem daha: Dünya fındık üretiminin yaklaşık olarak yüzde 70’i Karadeniz bölgesinde üretiliyor. Dünya fındığının 3’te 2’si demek bu. Fındık tekeliyiz yani. Ama üretici kilo başına 4,5 lira kazanabiliyor ancak. Bazı fındıkçılar fındık ocaklarını kesip kivi gibi başka ürünlere geçmeyi tercih ediyor uzun bir süredir. Çünkü fındık üretmeyi akıl dışı bir işe dönüştürdü AKP.

Peki kazanan kim fındıktan?

Türkiye’nin fındık ihracatında İtalya 522 milyon dolar ile ilk sırada yer alıyor. Fransa (220 milyon dolar) ve Almanya (200 milyon dolar) ile ikinci ve üçüncü sırada. Türkiye’nin fındık ihracatı yaptığı ilk 3 ülkenin bu ürün grubundaki toplam ihracatı içindeki payı yüzde 58. İlk 6 ülkenin payı yüzde 77. Yani birkaç ülkeye satıyoruz fındığı. Onlar bizden aldığı fındığı işliyor, mamul madde olarak satıyor. Bizim elde ettiğimizin birkaç katını elde ediyor. Tekel olduğumuz alanda biz zarar ediyoruz, oligopol oluşturan alıcılar kâr ediyor. 

Şöyle anlatalım bu acayip denklemin nasıl kurulduğunu…

Oltan Fındık adlı bir şirket 80’li yıllardan beri en büyük fındık alıcısıydı. FİSKOBİRLİK’ten sonra tabii. Bu şirket 2014’te İtalyan Ferrero şirketine satıldı. Böylece İtalyanlar fındık piyasasının en önemli aktörü haline geldi. O sırada iktidar çevreleri fındık satış kooperatifi olan FİSKOBİRLİK’in altını oydular, dağıttılar. İç piyasada fındığın yüzde 40-50’sini alıp işleyen ve ihracat yapan yabancı ortaklı bu şirket tekelci gücü nedeniyle piyasa fiyatlarını belirler hale geldi. Yani devletin açıkladığı fındık fiyatı, Ferrero’nun eline tutuşturduğu rakam aslında. 

                                                      ***

Oltan Fındık’ı atlayıp geçmeyelim. İtalyanlara satılan bu şirketi de içinde barındıran “Oltan Gıda”ya 2016 yılında “FETÖ” operasyonu düzenlendi. Şirketin eski sahibi ve bir hissedarı gözaltına alındı. “FETÖ”yle yakın teması bulunduğu öne sürülen şirketin Ferrero’ya satılması 17-25 Aralık operasyonlarının hemen arkasından gerçekleşmiş, 1,3 milyar TL'lik cirosu bulunan şirketin o dönem satılması, cemaatin şaibeli şirket devirlerinden biri olarak yorumlanmıştı. Şirket, aynı zamanda cemaatçi patronların çatı kuruluşu olan TUSKON'un önemli üyelerinden biriydi.

Kaldı ki Oltan Fındık toplam satışının yüzde 70'ini Ferrero'ya yapıyordu zaten. Ferrero dünyanın çikolata devi. Nutella, Kinder Surprise, Ferrero Rocher markaları şirkete ait. Türkiye’de 6’sı fındık fabrikası olmak üzere toplam 7 üretim tesisi bulunuyor. Yani Türkiye’nin bütün fındığı Ferrero tekelinin eline bakıyor.

İkinci sıradaki en büyük ihracatçı şirket ise Singapur merkezli Olam Gıda. O da birkaç yıl önce Pro Gıda'yı satın almıştı. Fındık ihracatında üçüncü sırada ise fındık politikalarında her dönem etkin olan AKP’li Cüneyd Zapsu'nun şirketi Balsu Gıda var. Zapsu, bir dönem Nutella'nın da temsilciliğini yapmıştı. Bunların dışındaki küçük yerli şirketler hızla irtifa kaybediyor, çünkü bu uluslararası tekellerle rekabet şansları yok. 

                                                           ***

Yıl 2015. Washington'da Erdoğan için söylediği "deliğe süpürmeyin... kullanın" sözleriyle gündeme gelen Erdoğan'ın eski danışmanlarından Cüneyd Zapsu, fındık fiyatlarından şikâyet ediyor. “Uluslararası Kabuklu Yemiş ve Kuru Meyve Konseyi” icra kurulu üyesi de olan Zapsu, kabuklu fındık için köylüye 15 lira ödendiğini belirterek, "'Fındık köylüsü memnun değil' diye bana kimse anlatmasın. Hiç kimsenin fındık fiyatlarının, ben dahil, bu kadar yüksek olmasından memnun olmaması lazım" diyor. Aradan dört yıl geçti, fındık fiyatları hâlâ 15 lira. Çünkü iktidar Cüneyd Zapsu gibi tiplerin elinde…

                                                       ***

Fındık bahçede 15, markette 80 lira. Çikolata olarak tüketmek isterseniz bunun birkaç katını ödemeniz lazım. Karadenizli fındık üreticisi dertli. Harmandan kaldırıp uluslararası tekellerin adamlarına teslim edecekler. Aldıkları paralarla gündelikçi yevmiyelerini ve girdi masraflarını ödeyecekler. El elde baş başta kalakalacak sonra.

Bir muamma daha var fındıkta. Neredeyse bütün kazancı fındığa ve çaya bağlı olan Karadenizli her seçimde koşup oyunu AKP’ye veriyor. Yani Cüneyd Zapsu gibi tipleri iktidarda tutanlar da onlar. “Eceli gelen inek, kasabın bıçağını yalarmış” diye bir özlü sözümüz var ama Karadenizliye yakıştırmam mümkün değil bunu. Uyanıktır Karadenizli, kasabın niyetini şıp diye anlar. 

Nedir sebebi öyleyse?

“Yağmalanmış fındık bahçesindeki bok böcekleri” başlıklı yazıda anlatmıştık onu da. Bu akıldışı yağma düzeni köylüyü köylü, üreticiyi üretici olmaktan çıkarmakla başladı…

Ağır uykusundan uyanan bütün Karadenizli kardeşlerime selam. Fındığınıza, bahçenize, ağacınıza, börtü böceğinize, aklınıza sahip çıkın. Kısa bir süre yokum buralarda, görüşmek dileğiyle…

                                                         /././

Fındık ağacındaki emperyalist (30.11.2019)

Hikâye İtalya’nın Torino şehri yakınındaki küçük Alba Komününde başlıyor. Dünya ikinci büyük savaşla boğuşurken Ferrero ailesi Alba’daki küçük pastanelerini fabrikaya dönüştürme kararı veriyor. 1946’da kurulan fabrika üretimini kısa zamanda dışa açılacak kadar arttırıyor. Aile tarihine bakılacak olursa Piera ve Pietro’nun küçük oğulları Michele pastanede hamurlarla oynarken yeni ürünler “icat” ediyor, o ürünleri ihraç malına dönüştürüp, etkili bir satış ağı kuruyorlar. İtalya’nın büyük tekellerinden birinin temelleri böyle atılıyor. 

Şirketin İtalya’daki başarısının ardından, boy atmış semirmiş olan Michele üretimi yurtdışına taşırmaya karar veriyor. Dışarıdaki ilk tesis 1956 yılında, savaşın harap ettiği Almanya’da açılıyor. Ardından Fransa, Belçika, Hollanda, Avusturya, İsviçre, İsveç, Birleşik Krallık, İrlanda ve İspanya. Takip eden yıllarda Kuzey ve Güney Amerika, Asya, Afrika, Avustralya, Çin ve yakın zamanlarda Türkiye. Ferrero böylece uluslar ötesi bir tekele dönüşüyor.

Bizdeki tekelleşme serüvenlerinin dönüm noktası dört yıl önce “yerli ve milli” fındık tekeli Oltan Gıda’yı satın almaları. O tarihten beri hızla büyüdüler, fındıkta tek karar verici merci haline geldiler. O fındığı işleyerek ürettikleri ürün markaları arasında Nutella, Kinder ve Ferrero Rocher var. Fındığı üreticiden yok pahasına alıyor, işleyip satıyor. Karadeniz fındığı içeren bu ürünler 170’ten fazla ülkede 112 milyon ailenin sofrasına giriyor.

Fındığa pahalı olduğu için ulaşamayan Türk halkı, Ferrero’nun ülkedeki 7 fabrikasında üretilen fındık türevi Nutella'ya ulaşabiliyor. Tekelci düzenin özeti budur. Sadece Manisa’daki fabrikanın kapasitesi 35 bin ton. O fabrikada iki bine yakın işçi Karadeniz fındığını Nutella’ya dönüştürmek için ter döküyor. Ülkedeki her üç haneden birine o ürün giriyor. Yani hem şirketin hammadde üreticisi hem de önde gelen tüketicisiyiz. Üretirken de tüketirken de sadece bir tekele hizmet ediyoruz.  

Düşünün, Alba nere Giresun nere? Ferrero dünyayı bir fındık kabuğu kadar küçültünce Giresun ile Alba kardeş şehir olmuş. Alba’da yenilen hoşafın yağı Giresun’un yoksul köylülerinin kepçesinden geliyor çünkü. Bu bilinçle Alba'nın Altalanga köyünde 1968’de bir meslek okulu kurmuşlar. “Piera Cillario Ferrero Meslek Okulu” adını taşıyor. Uzun adına takılmayın, kısası “fındık okulu”dur. Fındığı biz üretiyoruz ama bizde fındık okulu yok. 1970’li yılların sonunda bu amaçla bir okul kurulmuştu Giresun’un banliyösünde. Daha ilk mezunlarını vermeden gelip kapısına kilit vurdular 12 Eylül’de. Öğrencileri arasındaydım. Komando yurdu oldu yatakhanemiz. Bahçesinde “her Türk asker doğar” sloganı eşliğinde talim yürüyüşü yapıyordu yaşıtlarımız. Bölgedeki Ferreo işgalinin arkasında işte böyle bir tarih var. Fındık ağaçları şahidimizdir.

                                                           ***

Geçen yıl Ferrero Grubunun gerçekleştirdiği “global ve yerel sosyal sorumluluk projelerini” içeren raporu, İtalya'nın Ankara Büyükelçiliğinde düzenlenen programla açıklandı. Ferrero Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Aldo Kaslowski “Global İtibar Enstitüsü”nün (Evet böyle bir enstitü varmış!) 2019 değerlendirmesine göre Ferrero'nun dünyanın en saygın ilk 100 şirketi arasında 19. sırada yer aldığını anlattı övünerek. Katılımcılar alkışladı. Bununla yetinmeyen Kaslowski, kendilerini Türk fındığının elçisi olarak gördüklerini söyledi, Karadeniz Bölgesi'nde fındıkta kalitenin artırılması ve fındık çiftçilerinin sürdürülebilir bir gelir elde etmelerini sağlamak amacıyla “Ferrero Değerli Tarım Uygulamaları Programı'nı başlattıklarını” müjdeledi. Tuhaf bir dünya tekeller dünyası. Alba’dan gelip Giresun’da “değerli tarım dersi” vermişler. 

Ziraat okulunu kapatırsın, halkının modern tarım tekniklerine ulaşmasını imkânsız hale getirirsin, Alba’lı Ferrero “değerli tarım uygulaması” başlatır, çiftçilerini eğitir.

                                                              ***

Kim peki çiftçimizi eğitmekle övünen Aldo Kaslowski? 1937 doğumlu iş adamı. 1957’de Kaslowski aile şirketinde çalışma hayatına başlıyor. 1970’te Organik Holding’i kuruyor. 1977’de İtalya Cumhurbaşkanı tarafından “Cavaliere Ufficiale” nişanı ile taltif ediliyor. 1995’ten sonra TÜSİAD Dış İşleri Komisyonu Başkanı. Ardından Yönetim Kurulu Üyesi ve Başkan Vekili. Sabancı Holding’in üst düzey yöneticisi. İlerlemiş yaşında Türkiye Ferrero’nun başına geçti. Halen TÜSİAD International Onursal Başkanlığı’nı yürütüyor. Türkiye’de yatırımları olan bir başka İtalyan şirket Pirelli’nin de Yönetim Kurulu Üyesi.

Fakat TÜSİAD’dan tanıdığımız esas Kaslowski o değil, oğlu Simone Kaslowski, TÜSİAD’ın son başkanı. Simone, babasının kurduğu Organik Kimya'nın patronu. Tekstil boyaları onun sorumluluğundaymış başından beri. Organik Kimya şirketinin, Rotterdam, Hollanda, Lugano, İsviçre ve İstanbul’da fabrikaları var. 

Birkaç yıl önce ABD’de açılan ilginç bir davanın haberi düştü gazetelere. Davacısı dünyanın en büyük kimya şirketlerinden Dow Chemical’dı. Şirketin 180 ülkede faaliyetleri, 58 milyar dolarlık cirosu vardı. 1971’den bu yana Türkiye’de de faaliyet gösteriyordu. Dow’un dava ettiği şirket ise Organik Kimya’ydı. Oğul Kaslowski’nin yönettiği şirketti bu. 2010’da “Organik Kimya USA” adı altında ABD’de faaliyet göstermeye başlamıştı. Dow avukatları iki çalışanlarının Organik Kimya’ya transfer olmasıyla tescilli bilgilerinin bu şirketle paylaşıldığını savunuyordu. Organik Kimya bu transferin ardından iki yeni polimer bazlı ürün üretmiş, ardından ABD pazarına girmişti. Rekabet acımasızdı, çalışanların verdiği bilgilerin bile çok tehlikeli sayıldığı bir savaş alanıydı bu. 

Yani fındığımızın efendileri, tekeller dünyasının ve elbette TÜSİAD’ın da efendileridir. “Fındık şunun şurasında” demeyin diye not ediyorum.

                                                            ***

İşte bu Ferrero’nun Genel Müdürü Bamsı Akın geçtiğimiz yıl bir açıklama yaptı, “Model bahçelerde 80-100 kilogram civarında olan üretimin, kısa sürede 250 kilogramın üzerine çıkabileceğini gösterdik” dedi. Ferrero’nun 2018 yılında gerçekleştirdiği “global ve yerel sosyal sorumluluk” projelerinden biri de bu model bahçelerdi. Karadeniz’de 65 adet model bahçe oluşturmuşlardı. Bu bahçelerde 120 kişilik ekiple çalışma yapıyorlardı. Üretimi arttırmanın yolunu arıyorlardı.

Nedir bütün bunların anlamı tercüme edeyim. Fındık üretimimizi arttırmanın yolunu bulduğu için övünen Bamsı Bey, Türkiye’de fındık arz fazlalığı nedeniyle çiftçilerin ve ülkenin gelirlerinin artmadığı yönünde açıklamalarda bulunmuştu daha önce. Yani çiftçinin sorunu üretim eksikliği değil fazlalığından kaynaklanıyordu. Bu açıklamanın ardından İtalya, Türkiye’den gelen fındıkta tarım ilacı kalıntıları olduğunu ve kısıtlanması gerektiğini belirterek, AB nezdinde girişim başlattı. Bamsı Beyin efendileri fındık üretiminin düşürülmesini istiyorlardı.

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, “İtalya’nın bu davranışının iki nedeni olabilir, birincisi yurtdışına satış zorluğu yaratarak Türk fındığını çok daha ucuza kapatmak. İkincisi ise fındık piyasasında kendi çiftçilerinin daha yüksek kazançlar elde etmesini sağlamak” diyerek açıkladı durumu. Evet, aile başlangıçta Alba’da üretilen fındığı kullanıyordu. Kısa zamanda Alba’daki çiftçilerin tamamı Ferrero’nun birer işçisi haline getirildi. Türkiye’nin 16 şehrinde 770 bin hektarda fındık üretimi yapan 440 bin üretici benzer bir tehlikeyle karşı karşıya şimdi. Bu laf kalabalığının arkasında saklı olan şey bu. Ferrero’nun Hindistan, Güney Afrika ve Kamerun’da “sosyal sorumluluk” adı altında benzer uygulamaları hayata geçirdiği biliniyor. Türkiye’nin farkı bu şirketle iş birliği yapmak için can atan kompradorların sayısı ve niteliği. 

Cüneyt Zapsu artık herkesin malumu. Bölge kalkınma ajansları ve bakanlıklar da hizmetlerini sunmak için şirketin önünde kuyrukta. AKP’li eski Tarım Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba, “Karadeniz’de fındık bahçelerini toplulaştıracağız. Üreticiden kiralayacağız. Fındığı biz toplayacağız. Satıp parasını üreticiye vereceğiz. Devletin kiralayacağı bahçeleri, devlet özel sektöre de kiralayabilecek” diye özetlemişti vaktiyle hizmet planını. Konuşan Fakıbaba değil Ferrero’ydu aslında. 

Önceki gün CHP Ordu Milletvekili Mustafa Adıgüzel anlattı bölgede atılan son adımları. Bir Cumhurbaşkanlığı yetkilisi Ferrero’nun talebi üzerine Ordu’da arazi arayışına girmişti. Adıgüzel şöyle açıkladı amacını; “Ne için biliyor musunuz? Bu Ferrero, ihracatçı birliklerinde var, çikolata sanayisinde var, tarlada var. Şimdi de kırma işine giriyor, natürel fındık işine, vagonculuğa, tüccarlığa soyunuyor.” 

Ferrero emreder Saray yapar… Saray rejimi falan hepsi hikayedir. Marks’ın dediği gibi, Kral “mülkün sahibi benim” derken aynı zamanda “mülk sahibinin kral olduğunu” söylemek istemektedir!

                                                          ***

Tekellerin emperyalist ordularla işgale giriştiği zamanlar çoktan geçti. Besledikleri bir avuç kompradorla ve onların uyuşturdukları kalabalıklarla yapıyorlar aynı şeyi. Karadeniz de işgal altında. Biz ise hem işgalcilerle hem de memurlarıyla mücadele ediyoruz. Demek ki Karadenizlinin fındığına sahip çıkması ile başlayacak her şey. 

Kurtaracağız fındığı, yapacağız bunu, fındık ağaçları şahidimizdir!

Orhan Gökdemir / soL

Ekonomide paslaşmalı yönetim + Tutunca bükülen pet şişe ya da enflasyon - Çiğdem Toker / T24

 


Ekonomide paslaşmalı yönetim

İçinde bulunduğumuz bu orijinal dönemde kapısı çalınan bir IMF yok. Ancak onun yerine işlevi farklı da olsa yine uluslararası finans açısından ağırlığı olan bir kredi değerlendirme kuruluşunun "adres" oluşu, IMF'siz IMF programını yeniden teyit ediyor.

Üzerimize yağan zamların çoğu, AKP iktidarının yamacındaki imtiyazlı topluluklar lehine kullandığı yanlış tercihler ile bağlantılı.


Bu tercihler sonucu ağır hasar görmüş ekonomi, şimdi de küresel finans aktörleriyle karşılıklı paslaşma içinde kurgulandığı anlaşılan bir iletişim politikası ile yönetiliyor. Dün önce uluslarası kredi derecelendirme kuruluşu Moody's in Türkiye analiz raporu yayımlandı. Ardından da Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, bu raporun içeriğini teyit edip gelecek projeksiyonu yapan bir mesaj duyurdu. İkisini arka arkaya okuduğunuzda "birbirlerinden önceden haberdar olmamaları zor" dedirten bir tevafuk vardı bu metinlerde.

Moody's'in Türkiye hakkındaki yıllık analiz raporunu, Bora Özcan imzasıyla ntv.com.tr'de okuduk. Raporda Moody's son atamaların altını çiziyor ve "yeni hükümet"i öve öve bitiremiyor. Onlara göre "daha ortodoks, kurallara dayalı ve öngörülebilir politika yapımına geçiş, kredi açısından olumlu" ve beklediklerinden daha erken gerçekleşmiş.

Seçim harcamalarından kaynaklanan mali bozulma, ne iyi ki vergiler yoluyla düzeltiliyormuş. (Seçim harcamalarını yapan, bozulmanın da sorumlusu AKP değilmişçesine "yeni bir hükümet"ten söz etmek ne kadar samimi bir tavır öyle değil mi?)

Enflasyon yüksekte kalacak

Moody's, yerel seçimlere kadar para politikası sıkılaştırmasının kademeli bir şekilde sürmesinin beklendiğini belirtiyor. Bunun de enflasyonda gelecek aylarda da yüksek seviyede kalacağına işaret ettiğini kayda geçiriyor. Ve diyor ki, "Ortodoks politikalara geçiş sürdürülürse ve makro dengesizliklerde düzenli bir azalmaya yol açarsa, görünüm pozitife dönebilir ve not yükseltilebilir."

Hedef 12'den vurulmuş zira bu, yani not yükseltimi ihtimali, rotası şaşmış, istikrarsızlaşmış, makro hedefleri birbirine girmiş bir ekonomi için en fazla ihtiyaç duyulan gelişme. Daha ne istenebilir öyle değil mi… Pardon, nakit girişi elbette daha fazla istenir ama onun için önce ülke notunun yükselmesi lazım. Her şey bir anda olmuyor. Yine de hakkı teslim edilmeli, Moody's her ihtimale karşı ihtiyatlı davranıyor. Ortodoks politikaların kısa ömürlü olması halinde ve "daha fazla makroekonomik stresin çıkması" halinde görünümün negatife çevrilebileceğini de vurguluyor.

Şimşek cevaben "Kararlıyız" dedi

Kendi bozduğu ekonomiyi küresel sermayenin istediği gibi düzeltmeye başladı diye "yeni hükümet"i öven bu analizin ardından da Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, sosyal medya hesabından bir açıklama yaptı.

"Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody's, Türkiye'nin kural bazlı ve öngörülebilir politikaya geçmesinin ülke kredi görünümü ve notu açısından olumlu olduğu değerlendirmesi yaptı" diyen Şimşek şu ifadeleri kullandı: "Makro-finansal istikrarı sağlamak ve ülkemizin şoklara karşı dayanıklılığını artırmak için kurala dayalı, uluslararası normlara uygun politikaları uygulama konusunda kararlıyız. Bunun kredi notumuza yansıyacağına inanıyorum."

Şimşek'in kısa açıklamasında Moody's'n ihtiyat payı bıraktığı küçük aralığı pas kabul edip cevaplaması dikkatten kaçmıyor. Hazine ve Maliye Bakanı, kurala dayalı (bu anlama gelen Ortodoks kavramından hoşlanmıyor Şimşek) politika uygulaması için "kararlıyız" ifadesiyle "Ortodoks politikalar kısa ömürlü olmayacak" demek istiyor.

Daha önceki yazılarımda sıkça belirttiğim gibi, içinde bulunduğumuz bu orijinal dönemde kapısı çalınan bir IMF yok (tahmin edilebilir nedenlerle). Ancak onun yerine işlevi farklı da olsa yine uluslararası finans açısından ağırlığı olan bir kredi değerlendirme kuruluşunun "adres" oluşu, IMF'siz IMF programını yeniden teyit ediyor. Bundan tam beş yıl önce, Berat Albayrak'ın ekonomiyi yönettiği sırada hazırlanan YEP (Yeni Ekonomi Programı) için de uluslararası danışmanlık şirketi Mc Kinsey'nin rolü tartışılmıştı anımsarsınız. Rolü uzun sürmemiş olsa bile neticede beş yıl arayla IMF'nin formel olarak adının geçmediği ama küresel finans sisteminin önde gelen aktörlerinin olumlayıcı söz sahibi olarak konumlandığı bir dönemin içindeyiz.

Vatandaşın gıdaya, sağlığa, eğitime erişiminin zorlaşmasının, sokaklarda güvenlik sorununun büyümesi gibi gündelik hayata dair temel sorunların ise bu paslaşmalı iletişim politikasında zerre yeri yok. Tam da bu nedenle, fiilen uygulamaya konulmuş, paslaşmalı iletişim politikasının, canı yanan insanların hayatında bir karşılığı bulunmuyor.

                                                     /././


Tutunca bükülen pet şişe ya da enflasyon

Başa dönecek olursak, yoksulluğu derinleştirip yaşamayı iyice güçleştirirken, tüketim maddelerinin ambalaj kalitesini, miktarını da düşüren enflasyonun tek hanelere inmesi, Yılmaz'ın anlattıklarına bakılırsa pek de kolay olmayacak. Niye mi?..


Çizgi: Tan Oral

İçme suyu ihtiyacınız için pet şişe kullanıyorsanız, fark etmişsinizdir. Özellikle 1,5 litrelik petten bir bardağa su koymak istediğinizde, şişeyi kavrayan parmaklarınız yüzeyde sabit kalamıyor, şıkırtılı bir buruşma çıkararak içine gömülüyor ve daha önce tek elle tutup kullanabildiğiniz şişenin kontrolünü kaybettiğiniz için, su siz istemeden fışkırıyor ya da dökülüyor.

Yani -markaları pek fark etmiyor- su pet şişeleri artık naylon poşetten biraz hallice. Üretimdeki terkip, formül değişmiş. Muhtemelen ancak dik durmalarına yetecek kadar bir hammadde içeriyorlar.

Eh, füze gibi tırmanan enflasyondan herkes kendi meşrebine göre mağdur tabii. Pet şişe kullanan su şirketleri maliyet artışından böyle korunuyor. Tıpkı bisküvi çikolata başta olmak üzere, birçok paket içindeki miktarların azalışı gibi. Ya da rafa diziliş biçiminden alıştığınız gibi bir kalıp zannederken, aslında yarım kalıp bile olmadığını elinize alınca fark ettiğiniz peynir paketlerini üreten şirketler gibi.

Önlemler işe yarıyor olmalı ki, çoğu şirket kâr açıkladı. Neticede şirketler enflasyondan kendilerini korumanın yolunu buluyor bulmasına da vatandaşın, buldozer gibi üzerine üzerine gelen enflasyondan kendisini nasıl koruyacağı sorusunun cevabı, muamma.

Gerçi Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, enflasyonla mücadelenin, "sadece ekonomik anlamda değil sosyal anlamda da son derece kıymetli" olduğunu söylemiş dün ama bu mücadele için sıraladığı "sabır" ve "ısrar"ı vatandaştan mı yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan mı talep ettiği pek açık değil.

Yapısal reform hikâyesi

2001 krizinin ardından kapısı çalınan IMF, kredi karşılığı sunduğu reçeteye bir de yapısal reformları eklemişti. Hatta Türkiye ve Türkiye Masası temsilcileri, üçer dörder aylık periyotlarla ülkeyi ziyaret eden heyetler bununla da yetinmeyip yapısal reformların kalıcılığından söz ederdi. Krizden çıkış programı sonuç vermeye başladığında iktidar değişti ve ülkeyi AKP yönetmeye başladı. Gelin görün ki 2008'den bu yana kredi ilişkisi içinde olunmayan IMF'nin diliyle ve 21 yıl sonra bugün hâlâ yapısal reformların gereğinden söz ediliyor.

Yapısal reform, mucidi uluslarüstü kuruluşların neoliberal iktisatçıları olsa bile öyle iddialı o kadar kalıcılık vaat eden bir tanımlama ki, bu iddiadaki bir değişimin politik bir tercihle hazırlanıp kapsamlı bir program ve kararlılıkla bir kez icra edilmesi beklenir. Tabii öyle olmadı.

Bugün ise sanki aradan 21 yıl geçmemiş, ekonomideki bozulma ve yoksullaşmanın sorumlusu iktidar partisi değilmiş gibi, yapısal reform müjdesi veriliyor.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz, 2. Yarıyıl Ekonomi ve İstişare Toplantısı adı verilen toplantı ardından, yaptıkları görüşmelerde birçok öneri aldıklarını belirterek, eylül ayı içinde Orta Vadeli Program kapsamında yapısal reformları, toplumla paylaşacaklarını duyurdu dün. Yılmaz'ın aktardığı bunun kadar dikkat çeken bir diğer başlık da şuydu: "Siyasi istikrar olmadan ekonomide istikrar olmuyor, öngörülebilirliğin artırması toplantıda önemli maddelerden biriydi."

Belli ki ani karar değişikliklerinin, yatırım süreçlerinde olumsuz rol oynadığı söylenmiş Yılmaz'a.

Başa dönecek olursak, yoksulluğu derinleştirip yaşamayı iyice güçleştirirken, tüketim maddelerinin ambalaj kalitesini, miktarını da düşüren enflasyonun tek hanelere inmesi, Yılmaz'ın anlattıklarına bakılırsa pek de kolay olmayacak. Niye mi? Tek haneli enflasyon için 2026 yılı Orta Vadeli Programı'nın adres göstermiş Cumhurbaşkanı yardımcısı.

Pet şişeleri bundan sonra iki elimizle tutsak da bardağa su koyamayabiliriz anlayacağınız.

Çiğdem Toker / T24


                                                           

5 Ağustos 2023 Cumartesi

İki ziyaret: Türkiye’de Wang Yi ve Çin’de Kissinger - ERHAN NALÇACI/soL

 


Türkiye’de yeni bir liberalizm türü sermaye sınıfına sürekli olarak Çin’in temsil ettiği dünyayı gösteriyor.

Geçen ay içinde bu köşede ele almaya fırsat bulamadığımız iki önemli ziyaret oldu. 

Bunlardan biri geçen hafta Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin Türkiye’yi ziyareti, ikincisi ise eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in resmi olmayan bir ziyaret için Çin’e gitmesiydi.

Wang Yi şu anda Çin’in uluslararası ilişkilerinde en üst düzey isim, ancak son dönemde muhtemelen NATO’ya yapılan yatırım nedeniyle sermaye medyasında beklenen ilgiyi görmedi.

Daha önce bahsettiğimiz BRICS’in Ağustos zirvesi için hazırlanan Wang Yi Afrika ülkelerini ziyaret ettikten sonra Türkiye’ye geçti, Fidan ve Erdoğan ile görüştü.

Çin Dışişleri Bakanı’nın gündeminde başlıca Kuşak ve Yol (Yeni İpek Yolu) açılımı vardı. Çin’in bir hegemonya projesi ve Çin’i Avrupa ve Afrika’ya kara ve deniz yollarından bağlayacak büyük bir dünya ticareti rotası olan Kuşak ve Yol için Kuzey, Orta ve Güney hatları tanımlanıyor. Kuzey yolu Ukrayna Savaşı nedeniyle kullanılamaz olunca Türkiye’den geçen Orta Hat önemli hale geldi. 

Türkiye sermayesi bir yandan yılan hikâyesine dönen AB standartlarına uyum meselesi ile uğraşırken bir yandan da Çin’in Kuşak ve Yol’una uyum için çoktan somut adımlar attı. Anadolu’da doğudan batıya hızlı demiryolu hattı aslında Kuşak ve Yol’un standartlarında inşa ediliyor, gümrük meseleleri yine uyumlaştırılıyor.

Türkiye sermayesinin, güncel haliyle AKP yönetiminin Çin’den iki acil beklentisi var. Birincisi, Çin’den gelecek doğrudan yatırımlar, ikincisi ise dış borç krizindeki Türkiye’ye sağlanabilecek mali destek.

Kuşak ve Yol geçtiği her yere Çin sermayesini taşıyor, etrafında serbest bölgeler, limanlar, sanayi ve ticaret alanları yaratıyor. Dolayısı ile Türkiye sermayesi buraya yönelirse zaten Çin sermayesi akacaktır bir süre sonra. Ziyaret sonrası bu konuda somut bir başlık ilan edilmedi, ama süreci izlemek gerekiyor.

Uygun koşullarla kredi almaya gelince, Çin’in hegemonyasındaki BRICS büyük mali olanaklara sahip. Ağustos zirvesini belki ileride tarihçiler bir milat olarak tanımlayabilirler, burada yeni bir uluslararası rezerv para oluşturma, yeni bir IMF yaratma gibi başlıklar ele alınacak.

BRICS’ten uygun koşullarda bir kredi için ön anlaşma yapıldı mı, bu da netleşmedi. Türkiye sermayesinin siyasi yönelimi, pazarlık masalarının kimlerle kurulduğu, Türkiye’nin NATO angajmanı, bütün bunlar süreci belirleyecek gibi gözüküyor.

Gelelim Kissinger’ın ziyaretine.

1923 doğumlu Kissinger 100 yaşını geçmiş haliyle hiçbir resmi görevi olmadan Çin’i ziyaret etti ve en üst düzeyde karşılandı. Hem Dışişleri Başkanı Wang Yi, hem Devlet Başkanı Şi tarafından ağırlandı.

Temmuz ayında Henry Kissinger kendi inisiyatifi ile gerçekleştirdiğini söylediği Çin gezisinde Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile görülüyor.

Şunu bir yere kaydedelim, Kissinger 100 yaşına kadar yüzden fazla kere Çin’i ziyaret etmiş, sivil hava yollarında pilot olmadığına göre, Çin ve ABD arasında tahminlerin ötesinde bir diplomatik misyon ile hareket etmiş. Pekin’de Kissinger’ı ağırlayan Şi, “Ne eski dostlarımızı ne de Çin-ABD ilişkilerinin ve iki halk arasındaki dostluğun geliştirilmesine yaptığınız tarihi katkıları asla unutmayız" dedi.

Son aylarda Çin’e önemli devlet görevlilerini yollayan ABD ise ziyareti soğuk karşılamış gibi gözüktü. Beyaz Saray “Sivil bir vatandaşın, Çin Savunma Bakanı ile görüşebilmesi ve ABD'nin sahip olmadığı iletişime sahip olması talihsizlik”  diye açıklama yaptı.

Eğer Kissinger ölmeden önce bir ortalıkta dolanayım demediyse, devletli bir misyonla gitmiş olması çok daha olası gözüküyor. ABD bütün çabasına karşın Çin ile bir savaşa hazır hale gelemiyor, Hindistan’ı ikna edemiyor, ABD donanmasının güç kaybettiği söyleniyor, Japonya, Güney Kore ve Avustralya böylesine bir savaşa çok hazırlıklı gözükmüyorlar vb. ABD karşı tarafın ağzını aramak istemiş, zaman kazanmak için böyle bir yol tarif etmiş olabilir.

Peki, Kissinger’ın Çin’deki bu ayrıcalığı ve “eski dostluğu” nereden geliyor?

Çin bir tarafa ABD emperyalizmi için geçen yüzyılın sınıf mücadelelerinde Kissinger çok özel bir yere sahipti. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki gerilim ve ayrışmadan sonra Kissinger Çin’deki burjuvaziye açılan dar deliği çok iyi fark etti ve 1971’de buraya sızdı. Bu 100’den fazla ziyaret böyle okunmalı. 

Gençler hatırlamayabilirler, 1971’de daha Çin Halk Cumhuriyeti dev gövdesiyle Birleşmiş Milletlerde bile temsil edilmiyordu.

Kissinger mekik diplomasisiyle o sırada Japonya’da bulunan ABD Ping Pong (masa tenisi) takımının Çin’e davet edilmesini sağladı. Arkası geldi. 1972’de ABD Başkanı Nixon bir haftalık bir Çin ziyareti gerçekleştirdi.

1970’lerde Kissinger o zaman Çin Halk Cumhuriyeti Başbakanı olan Çu Enlay ile samimi bir yemekte.

Çin’e birden emperyalist dünyada kapılar açıldı. Birleşmiş Milletlerde Tayvan’daki Çin Cumhuriyeti ötelendi ve kapının önüne kondu, kıta Çin’i içeri alındı.

Çin Halk Cumhuriyeti düşmanımın düşmanı mantığıyla Sovyetler Birliği’nin kuşatmasına katılıyor, ABD ile işbirliği yapıyordu. Adeta Sovyetler Birliği’nin desteğinde burjuva devrimini gerçekleştiren ve 1970’li yıllarda Sovyetler Birliği’ne sırtını dönerek ABD müttefiki haline gelen ülkelere katılıyordu.

Unutmayalım, 1970’lerin başında daha yeni Vietnam, Kamboçya ve Laos’ta halkı vahşice katletmiş, Şili’de Pinochet darbesini, Türkiye’de 12 Mart Muhtırasını örgütlemiş halkların katili olan bir ABD’den bahsediyoruz. 

Bu pragmatizmle çok geçmeden 1970’lerin sonunda Çin’de kapitalizme açılan reformlar gerçekleşecek ve tarihin cilvesi olarak 30 yıl sonra Çin güçlü bir rakip olarak ABD’nin karşısına dikilecekti.

Şimdi tekrar Türkiye’ye ve Wang Yi’nin ziyaretine dönebiliriz.

Türkiye’nin NATO denilen haydut çetesi ile davranmasının halkımıza büyük bir felaket getireceğini ısrarla söylüyoruz. Ancak Çin ve BRICS’e bir ekonomik bağlanma gerçekleşirse bunun bir süre sonra siyasi bağımlılığa dönüşeceğinden de eminiz. Türkiye’de yeni bir liberalizm türü sermaye sınıfına sürekli olarak Çin’in temsil ettiği dünyayı gösteriyor.

Türkiye’de ancak emekçi sınıflar için siyaset yapanlar bağımsız bir Türkiye hayali kurabiliyorlar.

ERHAN NALÇACI/soL

Marketteki hayalet - Orhan Gökdemir / soL

 Vaziyet komedi filmi kıvamında olsa bile, şükür, inanç dimdik ayakta. Tarikat şeyleri kazanmaya ve kazandırmaya devam ediyor.

Gerici tarihçi Kadir Mısıroğlu, cinci Ayhan Altınbaş ve Erenköy tarikatı şeyi Osman Nuri Topbaş'ın peygamberin ruhunu davet edip sohbet ettikleri bir “ruh çağırma seansı”nın ses kaydı yayınlandı birkaç gün önce. Ses kaydından anlaşıldığı kadarıyla, peygamberin ruhu odada bulunan bir kadının bedenine giriyor ve hazır huzura gelmişken sorulara cevap veriyor.(https://www.youtube.com/watch?v=Ra53rk9wupw) 

Sahne çarpıcı; içine ruh kaçan kadın derin derin nefes alıyor, korkmuş, ağlamaklı. Fesli Kadir işkilleniyor, “niye öyle yapıyor” diyor. İçine peygamberin ruhu kaçmış, ne yapsın garip. Kadir’in aklına soru da gelmiyor fakat, son çare “hizmetlerimizden memnun mu” diye top çeviriyor. Ne desin, kalkmış gelmiş ta öteki dünyadan, memnunum diyecek mecbur. Eksik gedik? “İlme yönelmesi lazım. Dini anlatmalı” diyor kadın bedenindeki ruh. Yani Fesli Kadir’in “ilminin” olmadığı öte dünyada bile sır değil. 

Erenköy Cemaati şeyi Osman Nuri Topbaş’ın da dili tutulmuş. Ne desin ne sorsun koca peygambere şimdi? Üstüne ruh da politika işlerine girmez mi? “Erdoğan yanlış yapıyor, hak yiyor” diyor, iki senelik ömrü kaldı diye ekliyor ki facia. Tarikat şeyi Osman Nuri Topbaş açıklama yaptı kaydın dolaşıma sokulmasından sonra. Kayıt montaj, dublaj dedi. Peygamber ruhunun dublajı olur mu? Montaja-dublaja inanmayan bir müridi bambaşka bir yorum getirdi olaya haliyle; “Topbaş hocanın mana aleminde Efendimizle görüştüğünü söylediğimizde burun kıvıran ve alay edenlerin yüzüne Allah delilini çarptı. Allah dostlarıyla alay eden olursa artık kendi bileceği iş” dedi. Görüşmenin kaseti vardı elde, daha ne olsun!

Peki, İslam’da ruh çağırma var mı? Yok. Fes giymek, tarikata şey olmak, ilim için yeterli değil demek ki. Her şartta ilme yönelmek lazım ruhun da dediği gibi. 

Ruhlar aleminden gerçek dünyaya kesin dönüş yapalım. Fethullahçılar epey tepindi bu ruh çağırma seansının üzerinde. Kayıtlarını onların sızdırmış olması da büyük ihtimal. Belli ki aralarında ruhani ve ticari bir hesaplaşma var.

Hatırlatalım; Ruh çağırma seansının kahramanı Osman Nuri Topbaş’ın şey olduğu Erenköy Cemaati Nakşibendiliğin Halidiye kolunun bir kolu. İçinde daha çok esnaf ve iş adamları var. Bir tür patron cemaati anlayacağınız. Cumhuriyetin tekke ve tarikatları kapatmasından sonra ortaya çıkmış bir kol bu. “Erenköy Cemaati” ismini, Menemen gerici ayaklanmasının müsebbiplerinden şey Esad Erbili’den alıyor. Şey Esad Erbili, ayaklanmaya katıldıkları iddiasıyla, 1931 yılında oğluyla birlikte Menemen’e götürülmüş ve idamla yargılanmış. Yaşı ileri olduğu gerekçesiyle idam kararı ertelenmiş. Sonra Erenköy’deki evinde inzivaya çekilmiş, Erenköy’ün olaya dahil olması bundan ibaret. Bir de tarikat şeylerinden biri Erenköy tren istasyonu yakınındaki Zihni Paşa Camii’nde yapıyormuş propaganda faaliyetlerini. Tarikat şeylerinin tamamı devlet memurudur, malumunuz. İstanbul-Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdai Camii ve Vakfı yeni üsleri. Devlet hem cami veriyor hem besliyor bunları. Tarikat düzeninin meşhur sırrıdır.


 
Bir de hepimizin hayatında yeri olan BİM marketler zinciri var hikâyede. Bu ucuzcu market de Erenköy kolunun kontrolünde. Hatırlayacaksınız, Erdoğan ve Bahçeli bir ara fahiş zamların bu marketten kaynaklandığını iddia etmişti. BİM’in “siyo”su ve tarikatın şeylerinden biri olan Galip Aykaç, iktidar zirvesinden gelen bu sinyali fırsat bilip marketine saldıran havuz medyasına, “bre ahlaksızlar, sizlere bundan sonra sizin tonunuzda cevap vereceğim bilesiniz” diyerek tepki göstermişti. Ancak Aykaç önce MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın “salyalarını akıtmış ahlaksız, edepsiz hortumcu” sözlerine maruz kaldı, sonra MHP vurucu tim komutanı Kürşad Yılmaz tarafından tehdit edildi. Öylesine korktu ve sindi ki bu tehditlerden, Gıda Perakendecileri Derneği Başkanlığı’ndan bile istifa etmek zorunda kaldı.

Devlet Bahçeli o tarihte zincir marketlerin “FETÖ” ile irtibatının araştırılmasını istemişti gerçi ama 17-25 Aralık’ta Topbaş ailesi de Fethullahçıların hedefindeydi. Belli ki BİM krizinin arkasında damat Berat ve medya patronu olan kardeşi Serhat’ın parmağı vardı. Bu ruh çağırma seansı kaydı ile bir taşla birkaç kuşu tepelemek istemişti Fethullahçılar, hem Erenköy’e hem Kısıklı’ya çakmışlardı çaktırmadan.

                                                             ***

Fethullahçılar, birkaç gün önce, başka bir tarikat atağı vesilesiyle de girdi gündemimize. Başında Belçika’dan ithal bir bakan bulunan Aile Bakanlığı, koruması altındaki çocukları Suffa Vakfı’na ait Mutlu Yuva Derneği’ne teslim etmişti. soL bu haltı haber yapınca Bakanlık açıklama yaptı, “sivil toplum örgütleri ile protokol yapıyoruz”, uygulama normal dedi. Belli ki Bakanlık tarikatları sivil toplum örgütü olarak tanımlıyordu.   

Aile Bakanlığının çocukları teslim ettiği Suffa Vakfı Nurcu Mehmet Kırkıncı Cemaati’nin vakfı. Tıpkı Fethullah Gülen gibi, Mehmet Kırkıncı da 12 Eylül darbesinin ardından darbeye ve darbecilere övgüler düzmüş, akıl hocalığına soyunmuştu. Kırkıncılar, 12 Eylül 2010 referandumunda da militan “evetçiler” arasındaydı. İki kafadar şeyin cunta sevgisi Nurcuların bölünmesine neden oldu haliyle. 

Nakşibendi-Halidi artığı Nurcular, başlangıçta Said Nursi’nin risalelerini yaymak isteyen irili ufaklı cemaatler topluluğuydu. Topluluk, önce, risalelerin Latin harfleri ile matbaalarda çoğaltılmasını savunan “okuyucular” ile metinleri Arap abecesi ile ve elle çoğaltarak dağıtma taraftarı “yazıcılar” olarak bölündü. Sonra o kollardan başka kollar türedi. Mehmet Kurtoğlu, Yeni Asya Grubu, Mehmet Kırkıncı, İhlas Grubu, Nesil Grubu ve Fethullahçılar bu bölünmenin ürünü oldu. İkisi de Erzurumlu olan Fethullah Gülen ve Mehmet Kırkıncı medrese arkadaşıydı. Fethullah Gülen Nurculukla Mehmet Kırkıncı aracılığıyla tanışmıştı. Haliyle Kırkıncı’yı hocası olarak kabul ediyordu. 

Fethullah Gülen fırsatını bulur bulmaz Komünizmle Mücadele işine de girdi, aynı adlı derneğin Erzurum Şubesinin kurucuları arasında yer aldı. Dolmabahçe’de 6. Filo’yu kıble kabul edip namaz kılmaya vardırdı mücadele işini. O sayede devlet içinde yer edindi, meşruiyet kazandı. Hocası Mehmet Kırkıncı bu tip gösteriler yapma konusunda çekingendi, Fethullahçılar onları pasiflikle suçluyorlardı. Devir değişti, darbeye kalkışan Fethullahçılar başarısız olunca tası tarağı toplayıp ülkeyi ve devleti terk etmek zorunda kaldı. Şimdi onlardan boşalan yerleri doldurmaya çalışan tarikat kolları arasında Kırkıncılar da var. Aile Bakanlığından çocuk kapma vakası da bu yer doldurma çabasıyla ilgili. 

                                                                 ***

Tarikatları, daha dar anlamında Nurcuları devlet nezdinde meşrulaştırma başarısını “sosyolog” Şerif Mardin’e borçluyuz. Bakanlık da tarikatlara “sivil toplum örgütleri” derken bir anlamda ona atıf yapmış oluyor. Mardin, “Bediüzzaman Sait Nursi Olayı”, “Türk Modernleşmesi”, “Türkiye, İslam ve Sekülerleşme”, “Türkiye’de Din ve Siyaset" gibi kitaplarıyla Said-i Nursi ve o vesileyle Fethullah Gülen’e övgüler dizdi. Abdülhamit’in deli diye tımarhaneye kapattırdığı Said-i Nursi’yi entelektüel bir kahramana dönüştürdü. Ona göre Nurculuk da bir tarikat değil İslami sivil toplum kuruluşuydu. Bugün görüyoruz, cumhuriyet düşmanlığının en utanmaz ideoloğudur.

Ama o sivil toplum kuruluşu, 2016’da, silahlı bir kalkışmaya imza attı. Bildiğimiz silahlı-askeri bir örgütlenme çıktı sivil toplumculuğun içinden. Şerif Mardin imzalı ne varsa çöpe dönüştü böylece. Çıkarıp geride bıraktıklarını temizleme görevimiz var. Süpürüyoruz. 

                                                             ***

Nurcu, Fethullahçı, Kırkıncı, cinci, BİM’ci… Bunlar kafanızı karıştırmasın. Türkiye’de bir “tarikatlar” sorunu değil, bir tarikat sorunu var. O tarikat Nakşibendiliktir. Nakşi Tarikatı Osmanlı Sultanlarının kucağında büyüdü. Süleymaniye çıkışlı Nakşi-Halidi kolunun çıkışında da Osmanlı parmağı var, ebesi Topkapı Sarayındadır. 31 Mart gerici ayaklanmasından Menemen Kalkışmasına kadar bütün gerici isyanlarda Nakşi-Halidi kolunu teşhis etmemiz işte bu doğuş ile ilgili. Osmanlıda kazandılar ve Cumhuriyette kaybettiler, kaybettirene derin bir kinleri var, özeti budur. 

Tarikattan sivil toplum olur mu? Kaynağını dinden alan herhangi bir toplumsal hiyerarşi laik cumhuriyet için imkansızdır, yasaktır. Bir bölümü babadan oğula geçen “manevi liderlik” iddiası ise saçma olmanın ötesinde, normal bir hukuk düzeninde suçtur. Tarikatlara ve tarikat şeylerine cumhuriyette yer yok. Bu durumda denklem basit: ya ülkeyi kapatacağız ya bu irili ufaklı tarikatları. 

                                                              ***

Dönelim ruhlar alemine… Madem çağırdın peygamber ruhunu, erinmedi çıktı geldi o da, bir iki ayet daha istesene kem küm edeceğine. “İslam aleminin” ve insanlığın hali ortada, bir el daha atsa olmaz mı? 

Olmayacağını onlar da biliyor tabii. Kadın kılığı da yanlış anlamalara bir önlem. Gerçek olsa şahitliği bile mümkün değildir.

Vaziyet komedi filmi kıvamında olsa bile, şükür, inanç dimdik ayakta. Tarikat şeyleri kazanmaya ve kazandırmaya devam ediyor. Arada hır gür olmasa ortam tarikatlar için bildiğin cennet. “Kahrolası laiklik, keşke Yunan galip gelse” sözlerindeki keramet budur. 

Bize gelince, ruh muh fayda etmedi, kriz derinleşiyor, bari BİM’e gidelim! 

Orhan Gökdemir / soL

4 Ağustos 2023 Cuma

Yüzyılın maçı: Joe Louis – Max Schmeling - Serdal Bahçe / soL

 'Bazıları tarihsel olarak öyle anlarda, öyle kesişim noktalarında ortaya çıkarlar ki artık basit spor olayları olmaktan çıkar; mevziler ve gerilimler üzerinden sürüdürlülen tarihsel çatışmalara döner'


Bokstan pek hoşlanmam. İnsanların spor kisvesi altında neden birbirlerine zarar verdiklerini de pek anlamam. Ancak dünya ağır siklet boks şampiyonluğu müsabakaları tüm bu nefretten muaftır benim için. Nedeni nedir bilemem. Bir önemli faktör her türlü zevk ve beğenimizin kökenlerinin kurulduğu çocukluğumdan gelir. Hayal meyal hatırlıyorum; 7 ya da 8 yaşlarındayım. Muhammed Ali kaybetmişti ağır siklet şampiyonluğunu. Muhammed Ali tüm dünya gibi Türkiye’de de fenomenal bir sevgiye sahipti. Sonradan müslüman olması kuşkusuz bu topraklarda ona yönelik fazladan bir bir kredi sağlıyordu. Ayrıca (ben sonradan öğrendim) silah altına alınma emrine rağmen Vietnam Savaşı’na gitmeme kararı o dönemde ona yönelik sempatiyi oldukça arttırmıştı. Bunun bedelini boks hayatında uzun bir kesintiyle ödemişti.

Benim duyumunu aldığım ilk ağır siklet boks müsabakası 15 Şubat 1978’de gerçekleşen Muhammed Ali - Leon Spinks mücadelesiydi. Leon Spinks, ki rahtmelli pek büyük bir boksördü, ünü ve gücü büyük Ali’yi bu maçta hakem kararıyla yenmişti. O yılın Eylül ayında yapılan rövanş maçında ise bu defa kazanan Ali olmuştu (hakem kurulundaki oylarla), pek sevinmiştik. Televizyon yoktu, büyüklerimiz radyodan haber almışlardı.

Ağır siklet boks, tarihi boyunca mafyanın, bahis şebekelerinin ve güçlü para babalarının etkin ve yönelndirici olduğu bir alan oldu. Ancak tüm bu dejenerasyona ve yozlaşmaya rağmen, benim gibi boksa uzak kimseler için bile bir çekiciliği oldu. Nedeni basitti galiba, orası bir zirveydi, paranının ve örgütlü suçun kuşatması altında olsa bile sihirli bir gladayatör arenasıydı her zaman. İçimizden sökün eden ve atalarımızdan bakiye barbarlığın ve kan isteğinin bir dışavurumuydu kimilerine göre. Başkalarına göre ise şiddetin vandal estetiğinin yarattığı bir arzunun nesnesiydi; neyse boşverin. Neticede bokstan nefret edenler için bile çekiciliği var.

Spor ile siyaset, spora siyaset karışmaz diyen safların tüm beklentilerinin aksine, oldukça koyun koyuna bir ilişki sergilerler. Antik Yunan’da olimpiyatlar kent devletleri arasındaki çekişmenin teşhir alanıydı. Roma’da zengin senatörlerin, konsüllerin ve imparatorların yoksul halk kitlelerininin gazını alma yöntemi ise oyunlardı. Üstelik oldukça görsel bir propaganda aracıydı oyunlar. Kapitalizmin ve ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte toplumsal hayatın pek çok gerilminin ve çelişkisinin (sınfısal, ulusal, ırksal, bölgesel…) arz-ı endam ettiği alanlardı spor alanları. Bu nedenle spor ve siyaset tarih boyunca içiçedir.

Bu nedenle bazı spor olayları boyutlarını, sınırlarını ve hatta onlara yüklenen basit anlamları aşan anlamlara sahiptirler. Bazıları tarihsel olarak öyle anlarda, öyle kesişim noktalarında ortaya çıkarlar ki artık basit spor olayları olmaktan çıkar; mevziler ve gerilimler üzerinden sürüdürlülen tarihsel çatışmalara dönerler. İşte 19 Haziran 1936 ve 22 Haziran 1938 tarihlerindeki Joe Louis-Max Schmeling dünya ağırsiklet boks şampiyonluğu maçları bu türden spor olaylarına en iyi örneklerdir. Bu iki maç yapıldıkları tarihler itibarıyle kendi anlamlarının ötesinde anlamlara sahip oldular; tarihsel olarak birikmiş gerilmlerin ve siyasi çatışmaların dışvurulduğu, ifade edildikleri araçlara dönüştüler. Boks sadece boks olmaktan çıktı; ırklar arası bir mücadeleye dönüştü. Aşağı görülen bir ırkın Nazi ırk üstünlüğü davasına karşı mücadelesine dönüştü. Olayın iki kahramanı, hem Louis hem de Schmeling yıllar sonra bu durumdan çok rahatsız olduklarını ifade ettiler ama olay onların kontrolünden çıkmıştı azizim.

Joseph Louis Barrow (Joe Louis) 1914’de Alabama’da 8 çocuklu bir ailenin 7. çocuğu olarak dünyaya geldi. İçine doğduğu dünya katı bir ırksal hiyerarşiye dayanan bir yapının üstünde yükselmekteydi. Siyahlar sözde özgürdü ancak bu dünyanın paryalarıydılar ve siyasi ve ekonomik hayata katılımları kısıtlanmıştı. Lincoln onları özgür bırakmıştı ancak özgürleştirememişti (burjuvazinin siyasi ufku bu kadardı işte). ABD’nin tüm güney eyaletlerinde olduğu gibi, ikide bir Klu Klux Klan’ın tedhişçi saldırılarına maruz kalıyorlardı ve bu saldırılara aslında kendileri de Klan üyesi olan yerel otoriteler seslerini çıkarmıyorlardı. Louis’in aliesi pek fukrayadı, diğer siyah aileler gibi. Bir nesil öncesi ataları köleydi. Yaşam pek zor, ikbal kapıları kapalıydı Louis için. Okuma yazmayı zor öğrendi ve konuşma güçlüğü çekiyordu. Onun neslinden her siyahi gibi zincirleri kırmanın tek yolu spordu galiba. O da boksa başladı ve pek mahir olduğunıu gösterdi hemen.

Hızlı ilerledi. Çok yetenekliyidi; bu yetenekler ona “kahverengi bombacı” (neden “kahverengi? Hemen aklımıza siyahi şarkıcıları takdim edererken “çikolata renkli” diyen sunucu geliyor değil mi?) ünvanını kazandırdı. Bokstan pek anlamam ancak daha sonraki pek çok büyük boksörün teknik ve taktik olarak Joe Louis’den çok yararlandığını biliyorum. Louis 1935 yılında ünvanın eşiğine geldi. Bu yıl ve bir sonraki yıl yapacağı maçlar onun  kariyerindeki en sansayonel maçlardan oalcaktı. Bu maçlardan biri, Primo Carnera ile yaptığı maç yine tarihsel anlamının ötesine taşan bir maçtı. Pirmo Carnera daha önce dünya ağır siklet boks şamyionluğu şerefine nail olmuş bir İtalyan boksördü. Faşist Mussolini onu pek önemsiyor ve pek seviyordu (bu şerefe nail olan ilk İtalyandı). Louis ve Carnera maçı tam da Faşist İtalya’nın Etiyopya’ya saldırdığı döneme denk geldi. Louis’in bir bahtsızlığı olacaktı bu, maçları siyasi çekişmeye dönüşecekti. Nitekim Carnera ile maçı Faşist İtalya ile mazlum bir Afrika ulusunun savaşı gibi algılandı. Carenra’yı 6. raundun sonunda nakavt etti. Kazanan Etiyopya oldu. Faşits İtalya’yı dize getiren Joe Louis artık Schmeling’e, kimilerine göre ise Nazi Almanya ile maça hazırdı.

Maximilian Adolph Otto Siegfried Schmeling (Max Schmeling) 1905’de Brandenburg’da Polonya sınırna yakın Klein Lucknow‘da doğdu. Babası da boksa pek meraklıydı, erken yaşlarda o dönemlerde bir efsane olan Jack Dempsey’den çok etkilendi (hatta bir keresinde onunla bir maç yaptığına dair bir rivayet bile vardır). Önce amatör bir kariyer yaptı, sonra profesyonel oldu. İşin merkezi diye kalktı ABD’ye gitti. Ancak başlarda farkedilmedi. Giderek yükseldi ve 12 Haziran 1930’da çok vahşi ve saldırgan bir boksör olarak bilinen Jack Sharkey’nin karşısına çıktı. Sharkey daha çok vuran boksör gibiydi. Hatta sonunda Schmeling’i devrdi ancak faul yaptığına karar verdi hakem. Böylece Max Schmeling ağır siklet boks şampyonluğu tarihinde ünvanı faul ile kazanan ilk boksör oldu. Ünvanı iki yıl elinde tuttu. Ünvana ulaşan ilk ve tek Alman  boksör oldu. 1932’de yine Sharkey ile unvan maçına çıktı, ancak bu defa hakem kararıyla kazanan Sharkey oldu.  Yine de üst seviye bir rakip olma statüsünü korudu.

Louis yükselişte idi. Scmeling ünvanı kaybetmişti ancak hala üst seviyelerde önemli bir rakipti. Yolları kesişmek üzereydi, hem de dünyada gerilimler artraken ve Naziler dünyayı bir kaosa sürüklerken. Beylik bir lafla kader ağlarını örüyordu, güneyli fukara bir siyahi ile Doğu Alman beyaz boksör boksu da aşan büyük bir oyunda yerlerini almak üzreydiler.

Nitekim biri  inişte gibi görünen diğeri ise sanki ünvana yürüyen iki boksör 19 Haziran 1936’da Bornx’taki ünlü Yankee Stadyumunda karşı karşıya geldiler. Bu bir unvan maçı değildi, çünkü unvan halihazırda 1937’de Joe Louis’e yenilerek ünvanı kaybedecek olan James Braddock’a aitti. Kısacası aslında çok da abartılmayabilirdi. Ancak işte o tarihsel anda bu maç kendi başına sahip olduğu anlamdan daha başka bir anlama sahip oldu. Bir tarafta Nazilerin aşağıladığı siyahlardan gelen bir boksör diğer tarafta ise safkan Alman bir boksör vardı. Boks boks olmaktan çıkmak üzereydi. Maçtan önce ABD’nin güney eyaletlerinde yapılan bir yoklama güneyli beyazların da büyük bir bölümünün Schmeling’in yanında olduklarını gösteriyordu. Maçın siyahlar içinde anlamı pek tabi ki büyüktü, kendilerini aşağı gibi gören bir ideolojiye meydan okuma şansıydı.

Dönemin en büyük spor olaylarından biriydi ilk maç, milyonlarca kişi radyodan naklen dinledi maçı (malum bir radyo devrimi yaşanıyordu, özellikle Naziler propaganda amacıyla radyoyu pek etkin kullanıyorlardı). Schmeling disiplinli bir Alman olarak rakibinin zaaflarını çalışmıştı maçtan önce ve bir açık yaklamıştı galiba. Dördüncü raundda Louis’i ilk defa devirdi ancak Louis kalktı. Baştan sonra Schmeling’in teknik üstünlüğüyle geçti maç. 12. raundda ise Louis bir kere daha yerdeydi ve bu defa kalkamadı. Bu boks hayatındaki ilk nakavtla yenilgisiydi.

Maç sonrasında ABDli siyahi cemiyet pek üzgündü oysa Nazi Almanya’sında sevinç çığlıkları atılıyordu. Hitler Schmeling’in karısını arayarak tebrik etti ve kocasının en büyük Alman boksör olduğuğunu belirtti. Ancak bu hikaye burada bitmeyecekti.

Bitmeyecekti çünkü Joe Louis kaldığı yerden devam etti. 1937’de Louis James K. Braddock’u  yenerek dünya ağır siklet boks şampiyonluğunu resmen aldı ancak Schmeling’i yenemeden kendisini öyle hissedemeyeceğini belirtti. Almanlar ise ABD ile gerilim arttıkça bu maçı daha çok ister oldular; Louis hem ABDliydi hem de siyahiydi. ABDli siyahi toplum da istiyordu çünkü bu önemli bir rövanş olacaktı. Louis onlar için zincirleri kıran bir şövalyeydi. Hem Nazi ırkçılığına hem de ABD’deki ırksal ayrımcılığa karşı bir zafer olacaktı. ABD yönetimi de istiyordu çünkü Almanya ile gerilim artıyordu, Hitler anschluss ile Avusturya’yı yutmuştu ve gözünü Çekoslovakya’ya dikmişti. Nazilerin burnunun sürtülmesi gerekiyordu. Schmeling de istiyordu çünkü bu defa karşısına çıkacak Louis dünya şampiyonuydu ve eğer onu yenerse kendisi yeniden dünya ağır siklet şampiyonu olacaktı. Kısacası herkes farklı nedenlerle isityordu. Joe Louis dünya ağır siklet boks şampiyonluğunu elde eden ikinci siyahtı.

İlki, Jack Johnson 1908’de Kanadalı Tommy Burns’ü yenerek ünvanı aldığında ABD’de ırk temalı olaylar ve isyanlar çıkmıştı. Onu devirmek için sahneye yenilmeden emekli olan eski şampiyon James Jeffries çıktı ve çıkarken amacının bir beyazın bir siyahtan üsütün olduğunu göstermek olduğunu ilan etti. Johnson onu nakavt etti. Bu Johnson etrafındaki aurayı büyüttü. Ancak Johnson ABDli siyah toplumu bile rahatsız eden bir şey yaptı, bir beyaz kadınla evlendi ve bu Johnson’un imajını zedeledi.

28 Haziran 1938’deki maç yine Yankee Stadyumun’da yapıldı. 70 bin izleyici vardı ve bu defa radyodan naklen dineleyenelrin sayısı daha da fazlaydı ilk maça göre. Yüzyıl’ın Maçı yakıştırması daha o zamandan yapılmıştı (gerçi öncesinde ve sonrasında başka maçlar için de yapılacaktı). Louis daha hazırlıklıydı ve ve daha gençti. Schmeling 33 yaşındaydı ve boks kariyerinin yazılı olmayan ilkelerine göre yaşlıydı. Ancak daha teknikti ve rakbini yine daha iyi incelemişti. Maç mı; şok edciydi. Pek çabuk bitti. Louis ilk iki dakika içinde Schmeling’i iki defa devridi. Peşpeşe indirdiği kroşeler ile onu iyice sersemletmişti. Schmelling pek çaresizidi. Karşılaşma başlayalı 2 dakika 4 saniye olmuştu ki Louis Schmeling’i üçüncü defa devirdi. Bu defa Schmeling kalkamadı. Çok çabuk nakavt oldu. Töton kanı Afrika öfkesi karşısında duramadı. Üstün ırk, aşağı olduğunu düşndüğü ırk karşısında kanvası defalarca öptü.

Maç bittiğinde siyah toplumu ve Louis pek mutlu idi. Anlatılan doğru ise New York’da siyahların takıldıkları eğlence mekanları sabaha kadar açık kaldılar ve olayı kutladılar. Schmeling ise pek kötü idi, onu köşeye sıkıştıran ve peş peşe kroşe indiren Louis anlaşılan hem burnunu hem de sol taraftaki kaburglarını kırmıştı. Bir hafadan fazla hastanede yattı. Louis ziyarete geldiğinde kabul etmedi; kızgındı. Aslında Schmeling’in boks hayatı da şampiyonluk umutları gibi bitmişti.

Sonrasında mı? Dünya hızla savaşa sürüklendi. Çatışma boks ringinin iplerinin ötesine taşındı. İşler ne Schmeling ne de Louis için iyi gitmedi aslında. Artık sahnedeki oyunun akörü değillerdi ve kaderleri daha büyük güçlerin yazacağı birer sayfaya dönüştü.

Schmeling, şahsı üzerinden proganda yapan Nazilerden olmamıştı hiç, Nazi Partisi’ne tüm baskılara rağmen üye olmadı. Dahası ABD’deki menajeri Yahudi idi ve yine tüm baskılara rağmen onu kovmadı. Bu tavrından dolayı zorla askere alındı ve bir hava indirme birliğine verilerek paraşütçü yapıldı. Girit’e düzenlenen bir operasyonda ayağından ciddi şekilde yaralandı ve terhis edildi. Savaş sonrasında ise artık spor hayatı bitmişti ve hayatını kazanmak için çeşitli yolları denedi. Sonuçta Federal Almanya pazarına girmeye çalışan Coca Cola’nın reklam yüzü oldu ve pek zengin oldu.

Louis savaş başladığında ünvanı elinde tutuyordu. Savaş başlayınca askere yazıldı ancak siyahlar orduda cephe görevi alamıyorlardı, destek hizmetlerine veriliyordu. Patates soyup çamaşır yıkıyorlardı çoğunlukla. Louis ünü sayesinde ordunun reklam yüzü haline getirildi.


Irkçı Nazilere karşı savaşan ABD ordusundaki ırk ayrımıcılığı çok kesifti. Savastan sonra, önce emekliliğini ilan etti ancak sonra geri döndü. 1951’de yenilgisiz Rocky Marciano unvan maçında onu hayatında ikinci defa nakavt etti. Boks hayatı bitti. Kazandığı parayı ise riskli yatırımlarda çar çur etti ve dolandırıldı. Ömrünün son demlerinde pek fakirdi. Fakir ailenin dünya şampiyonluğunu alan oğlu bir kere daha fakirlikle test edildi. Öldüğünde ailesinin cenaze törenini düzenleyecek parası bile yoktu. Seremoni için parayı savaştan sonra dost olduğu Schmeling verdi. Büyük boksör 1981 yılında beş parasız göçtü gitti. Schmeling 2005 yılında onu takip etti.

Serdal Bahçe / soL