Paramount Otel’den Nuruosmaniye’ye…(Timur Soykan-Birgün)
Yani ABD parasını almaya bakıyor. Zaten Kingston kardeşleri 18 yıl, Lev Aslan Dermen’e de 40 yıl hapisle cezalandırdı. Yani oralarda adalet sistemi işledi.
Türkiye’de ise SBK skandallarının, büyük çökme faaliyetlerinin üzeri örtüldü. Failleri cezalandırmak için harekete geçmeyen yargı sadece şüphelileri kurtarmak için çalıştı. Üstelik aynı isimlerle hiç değişmeden aynı tezgah devam ediyor. Belki de SBK, ABD’de kendini kurtaracak parayı böyle biriktiriyor.
Baştan anlatalım. Aynı tas aynı hamam tezgahın devam ettiğini göreceksiniz.
SBK, Kingston Kardeşler ve Lev Aslan Dermen’in kara parasıyla büyük işler çevirmişti. Hatta devlet kurumlarından onlarca onay alarak Kingston kardeşlerle Mega Varlık Yönetim A.Ş.’yi kurmuştu. Banka kurmak için bile harekete geçmişlerdi.
Batık şirketleri ucuza kapatıp vurgunlar için para saçıyor, kara parayı temize çekiyorlardı.
Tezgahı o kadar büyüttüler ki; Türkiye’deki en büyük sigorta şirketlerinden Unico’yu bile ele geçirdiler.
Spine Tower madencileri ölümüne çalıştıran şirket tarafından inşa edildi. SBK buradan katlar alırken yanında tanıdık isimler vardı.2014 yılında Soma’da 301 madenciyi para hırsıyla ölüme sürükleyen Alp Gürkan’ın şirketi İstanbul Maslak’ta 56 katlı gökdelen Spine Tower’ı inşa etmişti. 2019’da şirket zora düşünce gökdelenin 2 katını Sezgin Baran Korkmaz, 2 katını Unico Sigorta, bir katını ise Uğur Berke Kayıkçı almıştı. Yani bir kat Şaban Kayıkçı’nın ailesinin olmuştu.
2017 yılında Bodrum’daki 463 odalı Kervansaray Otel, hedeflerindeydi. Mega Varlık Yönetim A.Ş., batık durumdaki oteli önce kiralamıştı. Daha sonra otel yönetimine borç verdi. Borçlar ödenmeyince SBK ve ABD’yi dolandıran ortağı Jacop Ortell Kingston’ın şirketi Mega Varlık Yönetim A.Ş. otele haciz koydurdu. Türkiye’nin büyük turizm tesislerinden Kervansaray Oteli yarı fiyatına, 47 milyon TL’ye aldılar. 463 odalı dev turizm tesisini 2019’da Şaban Kayıkçı’ya sattılar.
Kervansaray Otel’in hemen yanındaki koyda ultra lüks Paramount Otel vardı.
Sedat Peker’in ifşaları sonrası ultra lüks Paramount Otel’e de çöküldüğü iddia edilmişti. Paramount Otel’in süitlerinde eski başbakan Binali Yıldırım, üst düzey bürokratlar, hakimler, emniyet müdürleri, kendine ‘gazeteci’ diyen yandaşların bedava kaldığı ortaya çıkmıştı. Mafya babalarının da sık sık konuk olduğu otel bir kara para çamaşırhanesiydi. SBK sahibi olduğu Unico Sigorta üzerine oteli almıştı. 2021’de otel kime kiralanmıştı dersiniz?
Yanılmadınız…
Şaban Kayıkçı. Otelin adı Duja Premium yapılmıştı.
Ama skandal patlayınca bu kira sözleşmesi sona erdirilmişti.
Skandallar ortalığa saçıldı. Burada anlattıklarımız sadece küçük bir kısmıydı. ABD’de yargı işledi. Türkiye’de ABD’nin talebiyle açılan kara para davasında suçlamalar katakullilerle düşürüldü. Hatta SBK’nin mal varlığındaki tedbirler, dönemin İstanbul Başsavcıvekili Hasan Yılmaz’ın talebi ve olmayan MASAK raporuyla kaldırıldı. Kara parayla edinilmiş mallar, devletin gözleri önünde yurt dışına satıldı. İçişleri Bakanlığı’na çağrılan ve Süleyman Soylu ile görüşen SBK, ertesi gün yurt dışına çıkıp kayıplara karıştı. Veyis Ateş hakkındaki davaları çözmek için SBK’dan 10 milyon euro istedi. Yıllar geçti, Türkiye’de tezgah değişmedi.
2023 yılında yine hedefte çok değerli bir bina ve çevresinde aynı isimler var.
Bu kez bina; İstanbul Kapalıçarşı’nın yanı başındaki Nuruosmaniye’de. Yaklaşık 50 milyon dolar değerinde. Turistik Nuruosmaniye Caddesi üzerindeki bu binada Babıali zamanı Milliyet Gazetesi vardı. ABD’de yaşayan iş insanı Yalçın Ayaslı, binayı satın aldıktan sonra düzenlemiş ve Armaggan isimli bir mağaza açmıştı. En üst katta açtığı gurme Osmanlı mutfağına sahip Nar Lokantası bir dönemin popüler mekanı olmuştu.
Yalçın Ayaslı, Borajet’in sahibiydi. Ve bu şirket 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra Sezgin Baran Korkmaz’ın hedefindeydi. Yalçın Ayaslı’nın iddiasına göre; Sezgin Baran Korkmaz, Borajet ve kendisi hakkında FETÖ iddialarıyla haberler yayınlattı, Borajet’i bu sayede bedelsiz almak istiyordu. Bu süreçte Borajet’in sözleşmeleri iptal edildi ve batık duruma geldi. Yalçın Ayaslı, Borajet’in hisselerini SBK’nin sahibi olduğu Bugaraj A.Ş.’ye sıfır bedelle devretti.
Sözleşme gereği Borajet’in banka borçları hariç tüm borçlarını SBK’nin şirketi üstlenecekti. Ancak Borajet’in uluslararası bir bankaya kredi borcu vardı. Bu borcun ödenmemesi ihtimaline karşılık Yalçın Ayaslı’nın İstanbul’da Kapalıçarşı’ya komşu, Nuruosmaniye’deki 5 katlı binası ipotek edildi. Yani ileride doğması muhtemel borçlara karşılık verilmiş bir teminat ipoteğiydi.
Paramount Otel gibi nice mülkten sonra şimdi 50 milyon dolar değer biçilen bu bina ‘çökme’ iddialarıyla dava konusu.
Yalçın Ayaslı’nın avukatı Mustafa Ateş, ipotek edilen Nuruosmaniye’deki binanın hukuka aykırı bir şekilde usulsüz olarak satıldığını öne sürdü ve dava açtı.
En basit haliyle özetlersek…
Avukat Mustafa Ateş, sözleşmeye göre; Yalçın Ayaslı’nın sahibi olduğu binanın ancak Borajet tarafından bankaya olan borcun ödenmesinden sonra satışının istenebileceğini ve satılabileceğini iddia ediyor. Bu borcun ödendiğine dair hiçbir belge yok. Ancak SBK’ye ait şirket bankaya olan borcu ödemeden Yalçın Ayaslı hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi için 107.422.200 TL alacakları bulunduğu iddiası ile ilamsız icra takibi başlattı. Mustafa Ateş’in iddiasına göre; Yalçın Ayaslı’nın o dönemdeki avukatları ilamsız icra takibine itiraz ederek takibi durdurabilecek iken takibe itiraz etmediler. Takip bu sebeple 7 günlük yasal itiraz süresi sonunda kesinleşti. SBK’ait Bugaraj şirketi takibin kesinleşmesinden sonra alacağını Armada Varlık Yönetim A.Ş.’ye temlik etti yani devretti. Armada Varlık Yönetim A.Ş. alacağı devraldıktan sonra Yalçın Ayaslı’ya ait binanın ihale yoluyla satışını istedi ve temlik aldığı alacağına karşılık 100.000.000 TL’ye satın aldı. Bu nedenle bina 27 Temmuz 2020’de Armada Varlık Yönetim A.Ş.’e adına tescil edildi. Kısa süre sonra çok garip bir gelişme yaşandı. Armada Varlık Yönetim A.Ş., binanın adına tescil edilmesinden 5 ay sonra, Ocak 2021’de binayı ipotek düzenleme ve icra takibi sırasında Yalçın Ayaslı’nın avukatı olan Burhan Asaf Şafak’a devretti.
Mustafa Ateş, binanın ipotek edilmesi ve icra takibi sürecinde Yalçın Ayaslı’nın avukatı olan Burhan Asaf Şafak’ın binayı bu durumu bildiği halde devralmasının hukuka aykırı olduğunu iddia ediyor.
Avukat Mustafa Ateş, bunu tespit ettikten sonra Nuruosmaniye’deki binayla ilgili olarak Armada Varlık A.Ş ve Yalçın Ayaslı’nın eski avukatı Burhan Asaf Şafak’a karşı menfi tespit ile tapu iptal ve tescil davası açtı. Burhan Asaf Şafak adına tapu kaydının yolsuz tescil nedeniyle iptalini istedi ve binanın yeniden Yalçın Ayaslı adına tescil edilmesini talep etti. Dosyada davalı taraf olarak Armada Varlık Yönetim A.Ş. ve Burhan Asaf Şafak yer alıyor. Mustafa Ateş’in talebi üzerine İstanbul 19. Asliye Hukuk Mahkemesi 28 Nisan 2022’de binanın tapusuna ‘davalıdır’ şerhi konulmasına hükmetti.
Kapalıçarşı’nın yanı başındaki binanın davası sürerken ilginç bir gelişme daha yaşandı. İddiaya göre; Burhan Asaf Şafak, tapusunda ‘davalıdır’ şerhi bulunan binayı 16 Haziran 2023’te sattı.
Kim satın aldı dersiniz?
Yine yanılmadınız.
Şaban Kayıkçı.
Her zaman olduğu gibi tartışmalı satışlar döndü, dolaştı Şaban Kayıkçı’da sona erdi.
Peki, SBK’nin tezgahlarının en sonunda ve en kârlı anda devreye giren Şaban Kayıkçı’nın sırrı ne?
Diyarbakırlı iş insanı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden beri yanından ayrılmayan danışmanı Mücahit Arslan’a (Gerçek ismi Ali İhsan Arsan) çok yakın bir isim. Mücahit Arslan ona ‘Ağabey’ diye hitap ediyor.
Şaban Kayıkçı’ın hayatı, AKP döneminin bir masalı gibi.
Bugün milyarlarca dolara hükmeden Şaban Kayıkçı, yıllar önce Diyarbakır İl Tarım Müdürlüğü’nde sıradan bir memurdu. Devlete ait Gübretaş, 2008’de çiftçiye ucuz gübre sağlamak için İran’daki Razi Petrokimya’yı satın almaya karar verdi. Bu sırada Şaban Kayıkçı, Asya Gaz şirketini kurdu. Sadece 4 ay sonra kamu bankalarından aldığı 20 milyon euro krediyle Razi Petrokimya’nın satışına yüzde 24 ortak yapıldı. O dönem MHP’li milletvekilleri bu satışta yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla açıklamalarda bulunmuştu. Çiftçinin gübre masrafı azalmadı, aksine her geçen gün katlanarak arttı ama Şaban Kayıkçı büyük servetin sahibi oldu. Bahadır Özgür’ün yazılarından Gübretaş’ın gemilerini Şaban Kaşıkçı’nın nasıl satın aldığını da öğrenmiştik.
Belli ki turizm alanındaki yatırımlarıyla da adından söz ettirmeye devam edecek.
Bu sırada ne skandallar ne de uluslararası kara para davaları Türkiye’deki ‘çöküş dönemini’ değiştirmeyecek.
/././
Bugünlere nasıl geldik? (Barış İnce-Birgün)
Ancak dinci gericiliğin kurumsallaştığı, devlet eliyle topluma yedirildiği, İslamcı radikalliğin en berrak yaşandığı dönem ise AKP dönemidir. Her şey bu kadar açık iken neden ciddi bir karşı koyuş yaşanmadı peki? Bir tarikat-cemaat koalisyonu olan AKP’nin iktidara geldikten sonra “BOP Eşbaşkanıyım” iddiası ile sürdürdüğü politikalara, bir kısım muhalefet tarafından neden demokratikleşme adı altında suskun hatta destekler bir tavır sergilendi?
Buradaki temel sorunun paradigma-algı meselesi olduğunu düşünmeliyiz. “Devletin sahibi” olarak kodlanan cumhuriyetçi elitler-memurlar-askerler-yasa koyucular ve onun dışında kalan kesimler gibi bir bakış sınıfsallıktan kopuk bir paradigma yarattı. Devletin sahibi denen kesimin aslında Atatürk döneminde bile; devrimlere karşı çıkmasına rağmen devrimci görünen, toprak ağalarıyla ilişkili, sermayesini büyüten, karşıdevrime koşmak için hazır bekleyen gruplar olduğu görülmedi. Devletin sahibi denenlerin 100 yılın neredeyse 80 yılında karşıdevrimcilerden oluştuğu düşünülmedi. AKP’nin yasaları eğip bükerek, sözde demokratikleşme/özgürlükçülük adımlarını gerçekleştirdiği şeyin, kendisine karşı olan yasaların takiye yöntemiyle aşındırılması olduğu görülmedi. “Baskıcı yasalar değişiyor” diye coşulan dönemde, baskının esasen kime uygulandığı unutuldu.
Baskıcı yasalar bu ülkede sola karşı belirlenmiş, kırmızı çizgiler solun taleplerine yönelik çizilmiştir. Siyasi İslamcıların bu konuda yaşadığı sıkışmalar, cumhuriyetin kazanımlarının son yasal düzenlemeleriyle sınırlı olup, daha çok diğer kırmızı çizgilere değip değmediğiyle ölçülür. Yani solcular da ister mi, Kürtler de ister mi, Aleviler de talep eder mi korkusu, işin nirengisidir.
2002 yılında iktidara gelen İslamcı kökenli partiye, “güvenelim mi güvenmeyelim mi?” çelişkisindeki liberaller bu haldeyken, modern kesimlerde ise “şeriat ha geldi ha gelecek” ya da “gelmez” noktasında bir “meleklerin cinsiyeti tartışması” yürüdü. Oysa karşıdevrim çok önce başlamış, AKP döneminde ise bunun yasal düzenlemeleri topluma yavaş yavaş yedirilmekteydi. Ordunun kimi çıkışlarının, şeriatçıların sivri yönlerini törpüleyeceği beklentisi ise NATO ordusunun yönelimini görmeyen, 12 Eylül’de berraklaşmış tarikat-cemaat ilişkilerini hissetmeyen, ABD’nin destek verdiği bir iktidara karşı çıkamayacak olduğunu anlamayan bir körlüktü.
Nitekim AKP-FETÖ eliyle uygulanan ABD destekli kimi operasyonlarla, sivri uçlar törpülendi, 2010 referandumuyla yargı sistemi ele geçirildi. Paketin içine atılan kimi zokalar (12 Eylülcüler yargılanacak, bir daha darbe olmayacak, ölen devrimciler için Erdoğan tarafından dökülen gözyaşları), iktidar trenine binmek için istasyonda bekleyenlere iyi birer bahaneydi. “Ya, bu işin içinde başka iş var, İslamcı rejim inşa edilecek” diyenler ise ânında darbeci ilan edildi. “Önceki daha mı iyiydi” gibi “kuş da kanatlı sinek de kanatlı, demek sinek bir kuştur” mantığında argümanlar üretildi. Bu argümanlar TRT’de, büyük kanallarda, sözde eski solcular tarafından dile getirildi. 12 Eylül’de yıllarca işkence görüp idamla yargılananlara bile, TV kanallarında darbeci denildi.
AKP bu sistem inşasını aynı zamanda toplum içerisinde rıza üreterek yaptı. Bankacılık krizi sonrası sıcak para girişiyle ralli yapan ekonomiyi, yardımlarla birleştirip, “muhafazakârlar iyi yönetiyor” algısını oturttu. Aynı dönemde kamuda içki yasakları, tarikatlara, cinci hocalara yönelik yasal yaptırımların fiilen son bulması, “alnı secdeye değen memur iyidir” söylemiyle kadrolaşma, toplumda zımni onay gördü. “Ya ne oluyoruz” diyenler de radikal cumhuriyetçi, taş kafa, beton kafa muamelesi gördü. Sık kullanılan “laikçi teyze” söylemi, bu duyarlılıkla dalga geçilmesinin ve arkasında arkaik, saplantılı bir düşünce olduğunun kanıksanmasının önünü açtı. “Çark dönüyordu,” kimse çomak sokmamalıydı. O günlerde sermaye için işler iyi gidiyordu, orta sınıf kredilerle coşuyor ve geleceğe dair umutlanıyor, istikrar söylemi ise gözleri boyuyordu. İslamcı söylemin Arap Baharı ile birleşip “zengin ve büyük ülke” (Neo-Osmanlı) hayalini kışkırtması aynı döneme rastlar. Bu Osmanlı öncekinden bir nebze daha demokratik olabilirdi! Nasıl mı? “Müslüman tebaa” Kürtlerle de “devletin istediği kadar” barışarak…
Evet, o günlerde başörtü yasaklarının kalkması ile özgürlükçü bir hava yaratılıyor, AB’ye giriş ve çözüm süreci müjdeleriyle liberaller coşturuluyordu. Ama aynı dönemde tarikat-cemaat yapılanmalarına dair her türlü eleştiri ve müdahale kumpas davaları ile sonuçlanıyordu. Bir yandan “özgürlükçü” hava eserken diğer yanda da basına yönelik sansür, içki yasakları, Atatürk’e hakaret gibi radikal hamleler sürdü. Bir yanda askerî vesayet bitiyor alkışları, öte yanda “şeriat bugün mü gelecek, yarın mı” söylemleri. Oysa “şeriat” diye kastedilen şey, memlekette elini kolunu sallayarak geziyordu zaten.
2008 yılında, şeriat denen şeyin bir anda gelmeyeceğine dair Melih Pekdemir BirGün gazetesinde şöyle yazıyordu: “Toplumda son haftalarda tırmanan gerilim artık şu soruyu sorduruyor: Hakikaten şeriat gelecek mi? ‘Şeriat’ denilen şey, her neyse, ‘Selamünaleyküm ben geldim’ diyerek gelmeyecek, burası belli. …Laiklik tanımını değiştirmeleri yanı sıra, eğitim, adalet, sağlık hizmetleri vb. toplumsal hayatın en önemli unsurlarını İslami esaslara göre düzenleyince, zaten ‘şeriatı getirdik’ demelerine de gerek yok ki… Ya da şeriatın ‘gelmesine’ de gerek yok ki… Bu düzenlemelerin gelmesi zaten yeterli…”
Evet, adım adım, alıştıra alıştıra topluma nüfuz eden bu dinî uygulamalar, 2012 yılında başarılardan başı dönmüş Erdoğan iktidarının gaza basmasıyla tepki çekmeye başladı. Her şeyin hâkimi olduğunu düşündüğü anda; açık havada içki yasakları, Taksim’e Topçu Kışlası, Alevi yurttaşların itirazlarına rağmen Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Atatürk ve İnönü için iki ayyaş söylemi sürdükçe bir sosyal patlamanın da fitilini ateşledi. 2013 yılında bu gidişata tepki gösterenler, Gezi direnişinde buluştu. Direniş, aynı zamanda sinsice yürüyen iktidar içindeki AKP-FETÖ ortaklığını da çatlattı.
2013 sonrası Erdoğan’ın toplumun geniş kesimlerine bir daha ulaşamayacağı, dayanması gereken bir sosyoloji olduğu idraki, onu hem devleti yeniden organize etmeye hem de toplumu kamplaştırmaya itti. Masada kimi çelişkilerle bulunan HDP’nin başkanlık olarak kodlanan bu yeni sürece açıktan destek olmaması, Suriye’deki ittifak gerilimleri, çözüm sürecini bitirdi. “Demokratikleşiyorduk, böyle olmasa mı” diyen liberaller hemen trenden şutlandı. “Yanlış yaptık” demek yerine “ama darbelerle hesaplaştık, darbe işi bitti fena mı oldu” diyen bu kesim, ikinci şoku da 15 Temmuz’da yaşadı.
Erdoğan, devleti tamamen Saray’a bağlı bir şekilde yeniden inşa ederken, dinselleşmeyi bir kesimin tepkisini göze alarak sürdürdü. Çünkü ekonomide deniz bitiyordu ve kendisine fanatikçe bağlı bir sosyoloji olmadan iktidarda kalması olanaksız görünüyordu. Bu sosyolojinin taleplerini 2 ayda bir gündeme getirerek toplumda tartışma yaratıyor, sonrasında da “ben sizin liderinizim” mesajı veriyordu. Pek çok kritik mesele; kürtaj, Ayasofya, “zina”, cinsel yönelimler, İstanbul Sözleşmesi, namaz saatleri, resmî tatiller, karma eğitim vb. gündeme geldikçe muhafazakâr hassasiyetler kaşınıyor ve ötekiler dinsiz, ahlaksız, dış mihrak vb. olarak kodlanıyordu. Tarikat ve cemaatler ekonomik olarak ne istedilerse alıyor, meczup talepleri gündemi meşgul ediyordu. Aslında tüm ülke bir dinin, bir mezhebinin kurallarını tartışıyordu.
Melih Pekdemir’in dediği gibi şeriat selamünaleyküm diye gelmedi. “Günaydın” diye zaten gelmezdi! Sanırım “Essalamü Aleyna ve âlâ ibadillahissalihin” diye de gelmedi çünkü Ali Erbaş, bu iddiayı yalanladı en azından. Nasıl mı geldi? Dinî kurallar adım adım, içimize kadar işledi. Böylece modern bir ülke olmak için toplumun yeni bir devrime ve devrimcilere ihtiyacı belirdi. /././
Londra tefecileri İstanbul’da (Hayri Kozanoğlu-Birgün)
Öncelikle, bu toplantı da gösterdi ki, yeni ekonomi kadrosunun bütünlüklü bir programı olmadığı gibi, böyle bir programı uygulamak için yetkisi de yok. Seçim arifesinde döviz rezervleri tükenen ekonomide, bir ödemeler dengesi krizini engellemek için, görev almışlar. Aslında gerek Hazine ve Maliye Bakanı, gerekse de Merkez Bankası Başkanı finans kapitalin bu "seçkin” temsilcilerince yakından tanınan figürler. Yabancı basında Şimşek, “Merryl Lynch tahvil satıcısı” (Merryl Lynch bond trader), Erkan ise Wall Street bankacısı (Wall Street banker) şeklinde kodlanıyor. Ancak bu sıfatlarının kılı kırk yaran bu fonları cezbetmeye yeteceği çok şüpheli. Çünkü, madem kademeli faiz artışı yapacaksınız, şimdilik bekleyip görelim, o zaman teşrif edelim diyebilirler. Nitekim 28 Mayıs seçimi sonrası yabancıların iç borç portföyü 800 milyon dolarda, toplamın yüzde 0.8’inde çakılı kalmış durumda. Borsaya ise 1.8 milyar dolarlık sınırlı bir giriş gerçekleşti.
“Sıcak para” tabir edilen bu vur kaççı fonlar, giriş yapmak için göreceli güçlü rezervler ve kurda istikrar talep ederler. Son haftanın verileri, 28 Temmuz itibarıyla net rezervlerin 2.8 milyar dolar azaldığına, kur sıçramasın diye döviz talebini karşılamak için MB’nin zorlandığına işaret ediyor. Ödemeler dengesi verilerinden de iyi haberler gelmiyor.
DIŞ TİCARET KÖTÜ GİDİYOR
2023 Temmuz ihracatı yüzde 8.4 artışla 20.1 milyar dolar, ithalat ise 32.5 milyar dolar oldu. Böylelikle 12.4 milyar dolar dış ticaret açığı verildi. Haziran ayının bayrama denk geldiğini, o nedenle temmuz rakamlarının biraz şiştiğini söyleyelim. Yılın ilk 7 ayının seyrine göz attığımızda ise, daha vahim bir tablo ortaya çıkıyor. İhracat yüzde 0.6 daralarak 143.4 milyar dolar olurken, ithalat 217.1 milyar dolarla yüzde 5.1 artmış. Dış ticaret açığı ise 73.6 milyar dolara çıkmış. Üstelik bu açık fiyatların enerjide yüzde 20.7, enerji dışı emtiada yüzde 4.8 düştüğü bir küresel konjonktürde gerçekleşmiş.
Dikkat çekici bir nokta da, temmuzda ithalatın hammadde-ara mallarında yüzde 3.9 azalırken, tüketim mallarında yüzde 99.7 artarak 4.7 milyar dolara ulaşması.
MB Enflasyon Raporu’na göre, 2023’ün ilk 6 ayında altın ithalatı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 220.8 sıçramayla 16.6 milyar dolara ulaşmış. Tüketim malları ise yüzde 62.3’lük bir artışla 24.5 milyar dolara dayanmış. Döviz kurunu baskılama gayreti ithalatı kamçılamış, bir finansal yatırım aracı olarak altını cazip kılmış… Ülkenin döviz rezervlerinin yok yere yakılmasına yol açmış. Cari açığı kapatmak için, turizm gelirlerinden büyük destek bekleniyor. Kültür ve Turizm Bakanı Nuri Ersoy’un açıklamalarına göre, 2023’ün ilk 6 ayında ziyaretçi sayısı yüzde 17.5 artışla 22 milyon 945 bin kişi, turizm geliri ise yüzde 27 artışla 21.7 milyar dolar oldu. Bu ziyaretçi başına harcamanın yüzde 10 civarı yükseldiği gösteriyor. Yıl sonunda turizm gelirleri 50 milyar doları aşsa dahi bu cari açığı kapatmaya yetmeyecek. Zaten BDDK’nın kredi kartıyla yurtdışı turizm harcamalarında taksitlendirmeyi kaldırması da, ekonomi yönetiminin cari açık tedirginliğini gösteriyor.
ENFLASYON DÖRTNALA
Sade yurttaşlarımız haklı olarak, “ben geçim derdindeyim, bana ne ödemeler dengesinden, döviz rezervlerinden” diyebilirler. Öyleyse projektörleri hepimizi yakından ilgilendiren enflasyon verilerine çevirelim. Bilindiği gibi TUİK Temmuz 2023 aylık tüketici enflasyonunu yüzde 9.49 olarak açıkladı. Böylelikle yıllık enflasyon yüzde 47.83’e çıktı. MB 2023 sonu enflasyon tahminini yüzde 58’e çıkartmıştı. Enflasyon Raporu’nun 57’nci sayfasındaki Enflasyon Tahminleri grafiği’ne göre 2024’ün ilkbaharında enflasyon yüzde 70’e dayanacak. Bir merkez bankasının 9-10 ay içerisinde enflasyonun yüzde 20 sıçramasını öngörmesi, bunu kuzu kuzu seyredeceğini beyan etmesi başlı başına bir sorun kabul edilmeli.
İstanbul Ticaret Odası 2023 Temmuz’a ilişkin Ücretliler Geçinme İndeksi yüzde 63.7’lik bir yıllık artışı ifade ediyor. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne bağlı İstanbul Planlama Ajansı Yaşam Maliyeti Raporu da, İstanbul için yüzde 73.74’lük bir enflasyon oranı hesaplıyor. TUİK’le bu iki kurumun hesaplamaları arasındaki yüzde 15-25’lik fark (her ne kadar araştırmalar sadece İstanbul’u kapsasa da) bir inandırıcılık zafiyetine işaret ediyor.
Gelgelelim, TUİK’in kendi bulguları bile ülkede ne kadar derin bir geçim sıkıntısı yaşandığını kanıtlıyor. Yüzde 25 zam alan emeklilerden (elbet emeklilerin önemli bir kısmına bu kadarlık bir ücret artışı dahi nasip olmadığını biliyorum) başlayalım. Daha ilk ayda %9.49 enflasyon yaşanmış, sonraki 5 ayda fiyat artışlarının yüzde 14.2’yi bulması bile emeklilerin satın alma güçlerinin daha da zayıflamasını getirecek.
Temmuz ayında fiyatı en az artan harcama grupları yüzde 2.67 ile eğitim, yüzde 3.19 ile giyim ve ayakkabı, yüzde 6.03 ile konut. Her üç kalemde de mevsimsel zamlar yapıldığını, özellikle okulların açıldığı eylül ayında fiyat ayarlamalarına gidildiğini göz önüne alırsak, sonbaharla birlikte enflasyonun yeni bir sıçrama göstereceğini söyleyebiliriz.
Seçim öncesi fiyatı sıfırlanan doğalgaz 2023 sonuna kadar MB’nin yüzde 2.38 hesapladığı bu avansı geri alacak. Yüzde 35 civarında sıçrayan döviz sepet kuru da geçirgenlik etkisiyle enflasyona basınç yapacak. Yine Enflasyon Raporu’na göre en son ÖTV-KDV artışları tüketici enflasyonunu aylara yayılarak yüzde 5.51 artıracak.
Dar gelirli yurttaşlarımız haklı olarak açıklanan enflasyon rakamlarının yüz yüze kaldıkları enflasyonu yansıtmadığından yakınıyorlar. Çünkü TUİK’e göre onlar gelirlerinin yüzde 35’ini gıdaya, yüzde 29.3’ünü konut ve kiraya ayırıyorlardı. Şimdi bu oranların daha da yükseldiğini, bütçelerin giderek beslenme ve barınmaya sıkıştığını tahmin etmek güç değil. Temmuz da işlenmemiş gıda fiyatları yüzde 9.51 artışla yılda yüzde 79,71 yükselmiş. Taze meyve-sebzede ise bu artış aylık yüzde 17.65’i, yıllık yüzde 76.53’ü bulmuş. AKP devrinde, yazın pazar fiyatları ucuzlar beklentisi de tarihe karışmış.
Yoksulların en temel gıdası ekmek bile 1 ayda yüzde 14.40 fırlamış. Özellikle olgun yaştaki yurttaşlarımızı daha yakından ilgilendiren ilaç fiyatları da Temmuz’da yüzde 30.5 zamlandı. Kira artışları da aylık yüzde 7.67’yi, yıllık yüzde 81.69’u gördü.
EKONOMİK DURGUNLUK KAPIDA
Ekonomi yönetiminin bazı soyut söylemler dışında net bir enflasyonu düşürme planı yok. Tek umut bağladıkları çözüm, bireylerin borçlanmalarını zorlaştırmak, kredi kartı harcamalarını kısıtlamak. Bu bir yandan, ancak göreceli ucuz kredilerle iki yakasını bir araya getirebilen ailelerin yaşam standardını daha da düşürecek. Bir yandan da mal ve hizmet talebini aşağı çekerek büyümeyi baltalayacak, işsizliği tırmandıracak. Yedek işgücü ordusunun çoğalmasıyla, bir işi bulunan emekçilerin de pazarlık gücünü azaltacak. Büyük olasılıkla, daha önce de dile getirdiğimiz durgunluk içinde enflasyon (stagflasyon) senaryosu devreye girecek.
/././
The Walt Disney Company’nin 2019’da kurduğu dijital yayın platformu Disney Plus, geçen yılın haziran ayında birçok ünlü isimle anlaşarak Türkiye pazarına sansasyonel bir giriş yaptı. Platform başarıyı, çok izlenen ve takip edilen oyuncuları bünyesine katarak yakalayacağını düşündü. Ancak büyük bütçelerle çekilen yerli diziler beklenen etkiyi yaratamadı. Yapımlar izleyicide karşılık bulamadığı gibi sığ senaryoları, mantık hataları ve yetersiz oyunculuk performansları gibi nedenlerle eleştirmenlerden de kırık notlar aldı. Sadece şöhrete yatırım yapıp ötesini düşünmeme taktiği duvara tosladı. Türkiye gibi bu konularda yüksek standardı olmayan bir ülkede bile formül tutmadı.
Disney’in problemi sadece Türkiye pazarıyla ilgili değil, şirket genel bir krizin içinde. Çünkü içerikleri beğenilmiyor ve zarar ediyor. Disney, 2022 Ekim-Aralık döneminde 1.1 milyar dolar, Ocak-Mart 2023'te ise 659 milyon dolar zarar açıkladı. Şirket, bugüne kadar çok iyi kârlar elde ettiği film yapımcılığında da irtifa kaybetti. ABD basınında çıkan haberlere göre Disney, son 8 filminden 900 milyon dolar zarara uğradı. 2005’te Disney’in CEO’su olan ve 2021’de bu görevden ayrılan Bob Iger, şirketi toparlaması için 2022’nin sonunda yeniden CEO’luk koltuğuna oturdu.
Disney, Bob Iger’in yerli yapımlardan ziyade küresel işlere önem verecekleri yönündeki açıklamasına paralel olarak strateji değişikliğine gitti. Kısa süre önce alınan kararla, bazı ülkelerde çoğunluğu yerli olan içerikler Disney Plus’ın kütüphanesinden silindi. Türkiye’de Şahan Gökbakar’ın ‘Recep İvedik’, Gülse Birsel’in ‘Yılbaşı Gecesi’, Ata Demirer’in ‘Bursa Bülbülü’ filmlerinin yanı sıra ‘Ben Gri’ ve ‘Dünyayla Benim Aramda’ gibi diziler de platformdan kaldırıldı. Platform, küresel çapta (çoğunluğu Hindistan’da) son üç ayda yaklaşık 12 milyon aboneyle vedalaştı.
***
Atatürk dizisine kadarki süreç kabaca bu şekilde. Bundan önceki kararları şirketin iç meselesi olarak görülürken Atatürk dizisine yönelik tasarruf, doğal olarak bir anda gündemi belirledi. Disney Plus, Cumhuriyet’in 100’üncü yılında, 29 Ekim 2023’te tüm dünyada eşzamanlı olarak gösterime gireceğini duyurduğu Atatürk dizisini yayınlamaktan vazgeçti. Gelen tepkiler üzerine dizinin ilk önce FOX TV’de iki bölüm şeklinde yayınlanacağı, sonra sinemalarda gösterime gireceği açıklandı.
Şirketin son hamlesiyle yeni bir fiyaskoya imza attığına şüphe yok. Bu hem saygısızlık hem de daha önceden yayınlanacağı duyurulan yapımlar için platforma yıllık abone olan kullanıcılara ticari bir kazık. Şirket bu açıdan boykot da dahil sert eleştirileri hak ediyor. Fakat konu, Türkiye siyasetine evlere şenlik bir şekilde ve pek çok tartışma başlığı gibi bağlamından koparılarak yansıdı.
Disney’in Atatürk dizisiyle ilgili kararını, Ermeni lobisinin baskılarıyla aldığı iddia edildi. Amerika Ermeni Ulusal Komitesi Başkanı’nın Disney’in kararına övgüde bulunması da iddiaları besledi. Zaten dünya genelinde birbirine karşıtmış gibi görünen milliyetçilikler aslında birbirini büyütür. TBMM Dijital Mecralar Komisyonu Başkanı Hüseyin Yayman konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Biz meclis açıldığında Disney Plus Türkiye yetkililerini çağırıp iptal gerekçelerini komisyonumuza açıklamalarını isteyeceğiz” dedi. Yayman, Disney Plus’a lisans iptali dahil, bant daraltma ve reklam yasağına kadar her türlü karşılığın verilebileceğini söyledi. RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin de fırsatı kaçırmadı, platformla ilgili inceleme başlatacaklarını duyurdu. “Türkiye Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk en önemli toplumsal değerimizdir” diyen Şahin, Ermeni lobisi iddialarının da “titizlikle araştırıldığını” kaydetti.
Tabii ülkenin popüler simaları da bu dalganın üzerinde sörf yapmayı ihmal etmedi. Yıllardır AKP iktidarının Cumhuriyet’in ilerici kazanımlarına, demokrasiye, yaşam tarzına yönelik saldırılarına sessiz kalan nice ünlü, arkalarına iktidarın onayını aldıktan sonra ne yaman Atatürkçü olduklarını klavye başında göstermek için birbiriyle yarıştı. Çünkü hedef kolay ve vurması çok konforluydu: Ermeni lobisi.
Muhalefet ise yine konuyu doğru yerden tutamadı. İktidarın Atatürk savunusunun getirdiği meşruiyet kalkanını kullanarak sansür düzenini derinleştirmeye çalıştığını kavrayamadı. Verilen tepkiler, iktidar kanadından gelen açıklamalarla örtüştü ve politik bir çatallaşma yaratmaktan uzak kaldı. Disney’e yönelik karşı kampanyanın yeni bir sansür dalgasına basamak olacağına dair bu kadar güçlü emareler varken, muhalefet yine sözde “milli duruş” adına iktidarla aynı tondan konuştu. Üstelik son yıllarda bu süreçlerden hep AKP’nin kazançlı çıktığı bilinmesine rağmen…
***
Bugün Disney’e karşı mangalda kül bırakmayan iktidara sormak lazım; devletin kanalında Ertuğrul Gazi’den Abdülhamid’e, Osman Gazi’den Barbaros Hayreddin’e, Yunus Emre’den Melikşah’a dizisi yapılmayan tarihsel figür kalmadı. Madem bu kadar çok önemsiyordunuz da neden kısacak bir süreci anlatan “Ya İstiklal Ya Ölüm” dışında kapsamlı bir Atatürk dizisi çekmediniz? Bu bir talep değil, çelişkiyi göstermesi açısından bir örnek. Cevabı da apaçık ortada. Atatürk’ü ulusal kahraman olarak görmüyorlar. Tarihsel gerçekleri çarpıtarak kendi kafalarındaki Atatürk’ü anlatan bir dizi/film yapmaya ise cesaret edemiyorlar.
Türkiye yine akıl almaz bir süreç yaşıyor. Varoluş nedeni Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlığı olan siyasal İslam, şimdi de bir stüdyonun Atatürk dizisiyle ilgili kararı üzerinden siyasete yön veriyor. 21 yıllık iktidarında başta Atatürk’e, mücadele arkadaşlarına ve Cumhuriyet’in temel değerlerine demediğini bırakmayan, her hamlesiyle çağdaşlaşmanın altını oyan AKP iktidarı, Atatürk’ün anısına çok değer veriyormuş gibi bir anda yeri göğü inletiyor. Ülkenin ideolojisiz muhalefeti de kendi söylem ve perspektifiyle vermesi gereken tepkiyi, iktidarın kurduğu konsept üzerinden vermeye çalışıyor; kurnazca örgütlenen bu sürecin potansiyel sonuçlarını düşünemiyor.
Sadece Disney örneği bile tarihsel ömrünü tamamlamış, ülkeyi verdiği kararlarla bataklığa saplamış bir siyasi geleneğin nasıl hâlâ iktidarda kalabildiğini açıklamaya yetiyor.
/././
Finans sermayesine Çorum mührü (Ozan Gündoğdu-Birgün)
Kamuoyu, Ahlatcı adını son 5 yılda duymaya başlasa da, şirketin kökleri 39 yıl öncesine dayanıyor. Çorum Eğridere’de küçük bir kuyumcu dükkânı olarak kurulan Ahlatcı Kuyumculuk 2018 yılına gelindiğinde Türkiye’nin en çok ihracat yapan firmaları arasında 2’nci sıraya yükseldi. Aslında şirketin kaderi de o yıl değişecekti.
MADURO’NUN YARDIMCISINDAN ZİYARET
Tarih 9 Temmuz 2018… Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro Türkiye’de… Ziyaretin nedeni, Erdoğan’ın 24 Haziran’daki seçim zaferi. Ertesi gün kabine açıklanacak. Gözler Ankara’da…
Maduro’nun Türkiye ziyaretinin hemen ardından, 3 Aralık 2018’de Erdoğan da Venezuela’ya gider. Venezuela ziyaretinde, heyetindeki isimlerden biri de Ahmet Ahlatcı’dır. Burada Erdoğan tarafından Maduro’ya tanıtılan Ahmet Ahlatcı, Türkiye’ye döndükten sonra hazırlıklara başlar. Venezule altınları Çorum’da işlenecektir. Erdoğan’ın Venezuela ziyaretinden 1,5 ay sonra, Ocak 2019’da Maduro’nun Ekonomiden Sorumlu Yardımcısı Tareck Zaidan El Aissami Meddah Türkiye’ye gelir. Fakat uçağı Ankara ya da İstanbul’a değil, Amasya Merzifon Havalimanı’na iner. Kısa bir otomobil yolculuğunun ardından Meddah’ın adresi Ahlatcı Kuyumculuk’un Çorum Organize Sanayi Bölgesi’ndeki altın rafinerisidir. Nitekim Ahmet Ahlatcı da Meddah’ı Merzifon Havalimanı’nda Çorum Valisi ile birlikte karşılar, rafineriye kadar beraber yolculuk edilir.
O yıl, Venezuela Türkiye’ye, “rafineride işlenip geri satın alınmak üzere” 900 milyon dolar değerinde altın satmıştı. Önceki yıla göre Venezuela ile altın ticareti 9’a katlanmıştı. Altınların çoğu, Ahlatcı’nın rafinerisinde işlenip, Venezuela’ya geri gönderiliyordu. Böylece şirket olağanüstü hızda büyümeye başladı. Ekonomist Dergisi’nin “Türkiye’nin en zengin ilk 100 kişisi” listesine ilk kez 2018’de 94’üncü sıradan girmişti Ahmet Ahlatçı. Çorumlu ünlü iş insanı Ahlatçı, listede 2019’da 87’nciliğe, 2020’de 85’inciliğe, 2021’de 80’inciliğe, 2022’de ise 74’üncülüğe yükseldi. Fakat bu sıralamalar Ahlatçı’nın Türkiye’nin altın ticaretindeki önemini anlatmaya yetmiyor. Bu yılki Fortune 500 Listesi’ne göre Ahlatcı Kuyumculuk, 147,7 milyar TL’lik net satış ile listenin 9’uncu sırasında. Ancak grubun listedeki tek şirketi Ahlatcı Kuyumculuk değil. Aynı zamanda Ahlatcı Metal Rafineri de 72,7 milyar TL’lik satış ile aynı listenin 13’üncü sırasında yer aldı.
Türkiye son 5 yılda Dünya’daki altın ticaretinin merkez üssü konumuna gelirken, başrolü de Ahlatcı Kuyumculuk üstleniyordu. Son 5 yılda, sürekli artan, Türkiye’nin cari açığının 5’te birini oluşturan altın ithalatında şampiyon Ahlatcı, altınları rafinerisinde işleyip hem iç pazara hem de yurtdışına satıyor. Bu süre içinde Ahlatcı, Türkiye’nin altın ticaretinde tekel konumuna yükseliyor. Türkiye’deki altın piyasasını belirleyen de Ahlatcı Kuyumculuk oluyor. O kadar ki, Merkez Bankası’nın Kapalı Çarşı’da farklılaşan döviz kuruna Ahlatçı Döviz aracılılığıyla müdahale ettiği de iddia ediliyor. Bu iddia teyide muhtaç ama altın ticaretini resmi veriler onaylıyor.
TÜİK verilerine göre Türkiye, 2021’de 56 ton altın ithal etmişti. 2022’de bu sayı 5’e katlanarak 265 tona yükseldi. Bunca işlenmemiş altın, çoğu Ahlatcı Rafineri’de işlendikten sonra kime satılıyordu? Burada devreye Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) girecekti. TCMB, 2022 yılında 148 ton net altın satın alarak Dünya’da en çok altın satın alan Merkez Bankası oldu.
BU ZENGİNLİĞE BANKA GEREKİR
Venezuela, Türkiye ve TCMB arasındaki altın üçgeninde, Ahlatcı Rafineri kilit önemdeydi. Çorum’daki altın rafinerisi Türkiye’nin toplam ihracatının yüzde 3’ünü karşılamaya başlamıştı. Bloomberg Milyarderler Endeksi’ne göre Ahmet Ahlatcı’nın net serveti 5 milyar doların üzerine çıkmış durumda. Bu veriye göre, Türkiye’nin en zengin kişisi konumunda Ahmet Ahlatcı. Böyle bir zenginleşmede sonraki durak banka sahipliğidir. Çünkü bu sayede servetinizi korur ve para yaratabilirsiniz. Para yaratmak… Bankacılık sektörünün alameti farikası, yoktan para yaratma yeteneğidir. Finans sermayesinin kalbi bu nedenle bankalardır. Yine bu nedenle, bankacılık sektörü, tam rekabet kurallarına kapalıdır. Yani sektöre giriş ve çıkış serbest değildir, devlet gözetiminde yapılır. Her parası olan banka sahibi olamaz. Özellikle 2001 krizinden sonra yapılan düzenlemelerle BDDK bu konudaki yetkili kurumdur. Örneğin, TMSF elindeki bir bankayı satabilir ama bu satışın gerçekleşmesi BDDK onayına tabiidir.
TÜRKBANK’IN ENTERESAN İHALESİ
İşte böyle bir bankaydı Türk Ticaret Bankası. 110 yıllık geçmişi olan, TMSF’ye devredildiği 1994’te Türkiye’nin en büyük bankalarından olan Türkbank, bu zamana dek defalarca kez satıldı fakat satış onaylanmadı. O kadar ki, 1998’deki satma girişimi Mesut Yılmaz’ın da başını yakmıştı. Türkbank ihalesine girmek isteyen iş insanları Alaattin Çakıcı tarafından tehdit edilmiş, satışın Korkmaz Yiğit’e yapılması için Çakıcı devreye girmişti. Olay tarihimize Türkbank Skandalı olarak geçmiş, bu skandal nedeniyle hükümet düşmüş, Mesut Yılmaz da Yüce Divan’a gönderilmişti. Anayasa Mahkemesi de Yılmaz’ı 2006 yılında suçlu bulmuştu.
Türkiye 6 Şubat Depremleri ile sarsılmışken, kamuoyu seçimleri gözlerken, 28 Şubat’ta Türkbank yine ihaleye çıkarıldı. Özelleştirme İdaresi’nin şartnamesine göre ihaleye katılmak isteyen şirketler 38 milyon TL bedeli gözden çıkarmalıydı. Şartnameyi satın almak için de 50 bin TL ödenmeliydi. Yani alıcı olmayan ihaleye girmemeliydi. Şartnameyi 13 şirket satın aldı. İhaleye de 7 şirket katıldı. Yani bu 7 şirket 38 milyon lirayı gösterilen hesaplara yatırmış, 50 bin lira tutarındaki şartnameyi de satın almıştı. Sırf ihale tecrübesi yaşamak için bu kadar para vermezsiniz, değil mi? Ama ihaleye katılan şirketler teklif dahi vermediler. İhale 22 Mart’ta başladı. İhale komisyonu daha baştan Ahlatcı Holding, Can Holding, Paribu ve Makara Kripto Para firmalarının ihaleye katılamayacağını bildirdi. Firmalara bu el çektirmenin nedeni söylenmedi. Böylece geriye kaldı 3 şirket; Çelikler İnşaat, Akın Tekstil ve Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin 2022’de kurduğu İhracatı Geliştirme AŞ, kısa adıyla İGE.
Komisyon ihaleyi 450 milyon lirayla başlattı. İlk teklifi 455 milyon lirayla İGE verdi. Gözler Çelikler İnşaat’a ve Akın Tekstil’e çevrildi. Fakat önce 4 şirketin el çektirildiği ihaleye devam eden iki şirket de teklif vermedi. Böylece Türkbank, ilk ve tek teklifin sahibi İGE’ye 455 milyon liraya satılmış oldu. 7 şirketin 4’üne el çektirilmiş, diğer ikisi de teklif vermemişti. 14 Mayıs Seçimi’ne 12 gün kala 2 Mayıs’ta BDDK’dan onay geldi. Türkbank artık İGE’nindi.
TÜRKBANK’A NİYET ADABANK’A KISMET
Ahlatçı Holding Türkbank’ı istiyordu ama belli ki, Türkbank’ın adresi İGE’ydi. Ahlatçı da diretmedi. Oyunu kurallarına göre oynayarak zenginleşen Ahlatçı, tıpkı Türkbank gibi yıllardır satılan ama satışın BDDK tarafından onaylanmadığı bir diğer banka Adabank’a gözünü dikti. Uzanlara dönük operasyonla 2003’te TMSF’ye devredilen Adabank bu zamana kadar 13 kez satılmış, satışları BDDK onaylamamıştı. Hatta TMSF satışın gerçekleştiğini duyurdu ama BDDK yine onaylamadı. Buna benzer biçimde Adabank toplam 13 kez BDDK yüzünden satılamadı. 14’üncü ihale de 19 Nisan’da açıldı. Resmi Gazete’deki ilana göre Adabank için 210 milyon TL’lik muhammen bedel belirlendi. O günkü dolar kuruyla muhammen bedelin karşılığı 10,8 milyon dolardı. Adabank’a daha önceki ihalelerde Remzi Gür 56 milyon dolar, Sinpaş 57 milyon dolar vermişti. En son 2019’daki ihalede de bankaya 60 milyon dolar ödemeyi kabul eden Na-Fi Dış Ticaret AŞ’ye satışına da BDDK onay vermedi. Bu zamana kadar yapılan ihalelerde 30 milyon doların altında para teklif edilmemişti. Yani 10,8 milyon dolarlık muhammen bedel önceki tekliflere göre son derece ucuzdu. İhale iki seçim arasında, Türkiye’de bankacılık sektörü deyim yerindeyse kılını kıpırdatmıyorken, 24 Mayıs 2023’te yapılacaktı. Normal şartlar altında bu kadar ucuza satışa çıkarılan bir banka için çok sayıda teklif alınması gerekirdi. Fakat ihaleye tek bir şirket girdi; Ahlatcı Holding…
210 milyon liralık muhammen bedelle satışa çıkarılan Adabank’ı, tek başına girdiği ihalede 215 milyon liraya Ahlatcı Holding aldı.
Türkbank ihalesinden izaha muhtaç biçimde 22 Mart’ta el çektirilen Ahlatcı, Adabank ihalesine tek başına girdi ve 4 yıl önce bankaya teklif edilen bedelden yüzde 82 daha ucuza Adabank’ı satın aldı. Banka sahipliğine izin almak, bu düzenin en merkezine, para yaratma gücüne haiz hale gelmek, ciddi bir ayrıcalıktır. Bizde bu ayrıcalığa sahip sermeye grupları TÜSİAD bünyesinde örgütlüdür. Koç, Sabancı, Şahenk ve Özyeğin bizdeki banka partonlarıdır. Şimdi bu lige Çorum’dan bir isim Ahmet Ahlatcı da girmiş oldu. Uzanlar’ın son lokması Ahlatcı’ya düştü. Bankacılık bereketli bir sofradır. Afiyet olsun.
/././
Beyaz Kitap’tan Strateji Belgesine: Alman militarizminin geri dönüşü (İbrahim Varlı-Birgün)
ABD, Çin ve Japonya’nın ardından dünyanın en büyük dördüncü ekonomisine sahip Almanya, 14 Haziran’da tarihinin ilk "Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi”ni yayımladı. Almanya’nın savunma ve güvenlik politikalarının ana hatları daha önce “Beyaz Kitap-Weissbuch”ta belirleniyordu. Kitap son olarak 2016’da güncellenmişti. Beyaz Kitap’ın yerini alan ve ilk kez böylesi kapsamlı Amerikanvari bir belge yayımlanması, Alman finans kapitalinin iştahını gösteriyor.
Sıcak uluslararası gündemin arasında kaynayan ve Alman egemenlerinin emperyal yönelimlerini açığa vuran belge, daha önce iki dünya savaşına neden olan ülkenin yeniden uluslararası siyasetin merkezine doğru yol almak istediğinin açık göstergesi.
76 sayfalık strateji belgesi ülkenin gerek Avrupa’nın lokomotif gücü olması, gerekse de dünya ekonomisinde sahip olduğu ağırlık açısından önemli. Belge, ABD ve NATO’nun küresel yönelimlerine entegre şekilde hazırlanmış izlenimini veriyor. Bir nevi ABD ve NATO güvenlik stratejileri kopyalanmış gibi. Avrupa savunmasının mihenk taşı olarak nitelendirilen Alman ordusunun güçlendirileceği ve ABD’nin istemleri doğrultusunda gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sinin NATO’ya aktarılacağı vurgulanıyor.
BİR DÖNÜM NOKTASI
Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller Partisi ve Almanya Liberal Partisi (FDP) koalisyon hükümetinin hazırladığı ve büyük bir şovla açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesi, ülkenin dünya siyasetindeki öncü rolüne açıkça vurgu yaparken Alman dış politikasında köklü bir zihniyet değişikliğine gidileceğini gösteriyor.
Sosyal demokrat Başbakan Olaf Scholz, belgenin sunumunda yaptığı konuşmada, 2. Dünya Savaşı sonrasında ilk kez bir güvenlik stratejisi belirlenmesini "alışılmadık ve çok önemli bir karar" olarak niteledi. Temel fikrin Almanya’nın güvenliğine yönelik tüm iç ve dış tehditlerin dikkate alınması olduğunu söyledi.
Scholz, “Ülkemizin tarihinde ilk kez Federal Almanya Cumhuriyeti için ulusal güvenlik stratejisi hazırladık. Eskiden sadece savunma politikasıyla sınırlı olan bu çalışma, artık çok daha kapsamlı ve sistematik, birçok departmanı ve ticareti içeren genel bir yaklaşımı takip edecek” dedi.
Militarist ve Atlantikçi duruşuyla bilinen Yeşiller Partili Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock belgeyi şu sözlerle duyuracaktı: “21. yüzyılda güvenlik, ordu ve diplomasiden daha fazlasıdır. 21. yüzyılda güvenlik, eczanelerde temel ilaçları almak, günlük temiz içme suyu temin etmek ve doğalgaz depolarının dolu olması anlamına da gelmektedir."
BAŞ DÜŞMAN RUSYA
“Almanya İçin Güçlü, Esnek, Sürdürülebilir Entegre Güvenlik" başlıklı belge birçok tehdit başlığı ve yapılacaklar sıralanıyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını önemli bir dönüm noktası olarak nitelendirilirken proaktif bir dış siyaset izleneceği açıkça vurgulanıyor.
Şaşırtıcı olmayacak şekilde Rusya, açık bir şekilde en büyük tehdit olarak tanımlanıyor. Metinde defalarca atıf yapılan Rusya bir numaralı düşman olarak kodlanırken Alman egemenlerinin iyiden iyiye ABD’nin dümenine takılacağı kayıt altına alınmış oldu.
Alman egemenleri arasında Rusya’ya karşı, Ukrayna Savaşı öncesine kadar büyük bir ayrışma söz konusuydu. Atlantikçi kanat ABD’nin dümeninde hareket ederek Rusya’nın üzerine daha fazla gidilmesini isterken, bir diğer kanat da Rusya’ya Amerika’nın gözünden bakılamayacağını söylüyordu. Ancak Ukrayna Savaşı buradaki dengeleri de bozarak Atlantikçi kanadın eline büyük kozlar vermiş oldu. Yeşiller’in Amerikancılığı ilk kez bu derece teşhir olurken, ABD-Rusya-Çin arasında Almanya ve Avrupa’nın üçüncü bir güç olması gerektiğini söyleyenlerin sesi iyice kısıldı.
ÇİN HEM ORTAK HEM HASIM
Tarihi strateji belgesinde Çin ise hem ortak hem kendisiyle yarışılan aktör hem de sistemik rakip olarak tanımlanıyor. Çin’in, Almanya’nın ve Batı’nın değer ve çıkarlarına aykırı hareket eden, ekonomik gücünü uluslararası ve bölgesel meselelerde baskı unsuru olarak kullanan bir güç olarak nitelendirilmesi ABD ve NATO belgelerinden alınmış resmen.
Belgenin açıklandığı tarihin hemen öncesinde ve sonrasında Çin’e yapılan seferler, sistematik rakibin ortak olarak önemini gösteriyor.
TARİHSEL EMELLER
Almanya’nın geçmişteki yayılmacı, militarist politikalarının ne tür bir yıkıma yol açtığı ortada. Küresel paylaşım savaşında saflar keskinleşirken Amerikan, İngiliz, Rus sermayesinin yarışına katılan Almanlar rekabeti daha da kızıştıracak. Yücel Özdemir’in dikkat çektiği gibi “Emperyalistler arasındaki çıkar çatışmasının sertleşmesi ve safların giderek belirginleşmesi, Almanya’ya ‘tarihsel yüklerinden’ kurtulmayı dayatıyor.”
Bu kapsamda Rusya’nın düşman ilan edilmesi tarihsel bir eşik oldu. Bir sonraki hamlede ise “partner, rekabet edilen ve sistematik rakip” olarak tanımlanan Çin’e yönelik politika netleştirilecek.
Tabii Alman egemenlerinin tüm bu yönelimleri SPD, Yeşiller ve FDP’nin ortak olduğu koalisyon döneminde yapması da dikkate değer. “Yeşil bakan” Annalena Baerbock’un "Ulusal Güvenlik Stratejimiz NATO’nun stratejik konseptinde ve AB’nin Stratejik Pusulası’nda yer almakta” sözleri tartışmaya mahal bırakmıyor. Zira NATO’nun pusulasında da Rusya düşman, Çin hasım olarak nitelendiriliyor.
Özetle güç merkezleri arasındaki nüfuz, etkinlik ve paylaşım savaşı şiddetlenerek artarken Alman egemenleri bu çatışmada paylarına düşeni almak istiyor. Bunu da ülke ve Alman halkının çıkarı olarak sunuyorlar.
/././
Yaşamaya değen (Kaan Sezyum-Birgün)
Bir süredir İstanbul’da yaşamak giderek daha da korkutucu bir hal aldı benim için nedense. Yaşlandığımdan mı, bıktığımdan mı, artık saçmalıklara tahammülüm kalmadığından mı, giderek daha da fakirleştiğimden mi yoksa neden tam bilemiyorum her an bir şeyler olacakmış gibi hissediyorum. İşin ilginç tarafı oluyor da. Yani gece 11-12 gibi kimsenin olmadığı bir sokakta yürürken kafanıza çöp poşeti de düşebiliyor. Ya da otobüsten inerken mutlaka sağdan bir motokurye size çarpabiliyor. Her gün bu ve buna benzer olayları gözleye gözleye gözlemeye döndüm. Mesela trafik polislerini izliyorum. Şu ana kadar 30 saniye içinde kural ihlali yapmayan herhangi bir araç görmedim. Mutlaka bir şey oluyor, kırmızı ışıkta geçiliyor, U dönüşü olmayan yerden dönülüyor… Zaten kural, kanun, yasa filan bunlar hep zor durumda olanlara çalışıyor. Mesela çakarlı araç olayı yasak mı değil mi, yıllardır ülkede çözülemeyen basit bir denetimsizlik örneği…
***
İstanbul’da bazı geceler “Şimdi deprem olsa ne yaparım?” diye uyanıyorum. Deprem çantam var, ev de sağlam da, hadi hiçbir şey olmadı benim ev ayakta. Çevremdeki onca bina, onca konut ne yapacak? Hadi sıyrıksız depremden çıktık. İstanbul’a yardım ne zaman gelebilir, şehirden nasıl uzaklaşılabilir? Malum havalimanına beton döktük, diğer havalimanı hava ters olduğunda çalışmama riski taşıyor. Zaten şehir şehir değil, dev bir serpme betondan kahvaltı. Yerken dişleriniz kırılıyor, ağzınızın içi kum doluyor. Nereye gideceksiniz, nasıl yıkıntıların arasından çıkacaksınız büyük bir muamma. 17 Ağustos Depremi’nden sonra gelen Japon arama kurtarma ekibine şoförlük ve çevirmenlik yapmıştım (Japoncam yok ama İngilizce ve Fransızca bir de Türkçe var), o yıllarda gördüğüm manzaradan sonra zaten uzun bir süre kendimize gelememiştik. Ardından 6 Şubat’taki depremden sonra yaşananları ve hâlâ da sürünmekte olan vatandaşları görünce, İstanbul depremini düşünmeden edemiyorum. Göz göre göre öleceğiz ve kimse de sorumlu olmayacak. Çünkü ülkede her şeye karar veren ama hiçbir şeyden sorumlu olmayan bir üst akıl hakim uzun süredir. Tamam güç sahipleri kayırılsın da arkadaş bu kadar da kayırılmasın. Eğer doğru yerlerde yakınlarınız varsa neredeyse istediğiniz her şeyin içinden geçebiliyorsunuz, bunu her gün görmek ve buna karşı bir şey yapamamak da zamanla ızdırap verici bir ruh haline sebep oluyor. Kimsenin hiçbir şeyden umudu kalmamış, gündelik yaşam zaten ızdırap gibi olmuş. Bırakın dışarıda yemek yemeyi, evde bile bir kap yemek yapmak, karpuzla beyaz peynir yemek bile lüks haline gelmiş… Zeytinin ve zeytinyağının vatanı olan ülkelerden birinde yaşayıp da zeytinyağına uzaktan bakmak çok üzücü ve gurur kırıcı. Hiçbirimizde artık gurur da kalmadı zaten. “Kötü günler geride kaldı, şimdi daha kötü günler bizi bekliyor” ruh halinden hiçbir şekilde çıkmanın yolu yordam yok. En ufak bir umut ışığı bile yok.
***
Bütün bunlar olurken, ülke içinden günden güne çürürken, paramız pul olmaya devam ederken, sağ olsun muhalefet de kendi derdinde. Kimsenin düşünmediği bir halk, toprakları talan edilen bir vatan, ormanları ısrarla yok edilen bir doğa… Sadece holdingler ve başka holdinglerin rahat yaşadığı, güç sahibi olanın istediği suçu güven içinde işleyebileceği, belli yerlere yakınlıklarından dolayı çalışmadan huzur hakkı alanların huzur içinde varolduğu bir sirke dönüştük.
***
Bunca yıl toplanan deprem vergilerinin de çöken yollara harcandığı muhteşem bir varoluş içinde; 10 bin, 20 bin, 30 bin, 40 bin ya da 50 bin vatandaşın ölümüne “Hay Allah yaaa” ya da “Kader işte” diye bakılabilen bir gerçeklikte hiçbirimizin hayatları değerli değil. Acı ama gerçek, hepimizin başkalarının gözünde kirli bir mendil kadar bile değeri yok. Kesilen ağaçlar kadar fidan dikmek de ormanı geri getirmez. Böceğiyle, kuşuyla, suyuyla hayvanıyla, insanıyla hiçbir değerimiz yok, olmayacak da.
/././
Ekonomiden siyasete (Oğuz Oyan-Birgün)
Şu anki durumda, yeni ekonomi yönetimi enflasyona karşı politikalara öncelik verecek durumda bile değil. Enflasyonun artış eğiliminde olduğu ve olacağı bir konjonktürde bunun beyhude bir çaba olduğu görülüyor olmalı.
Seçimlerin bu biçimde sonuçlanmasından sonra –beklenebileceği gibi– iki süreç çalışıyor. Birincisi, iktidar partisi artık sürdürülemeyecek bir sınıra getirdiği Eylül 2021 sonrasının iktisat politikalarından öngörüldüğü gibi çark ederek kadrolarını anaakım iktisada göre yenileme sürecine girmiş bulunuyor. Bu "çark" olgusunun 2018 sonrasındaki uygulamalardan toptan ve kalıcı bir çıkış biçimini alması Mart 2024 seçimlerini bekleyecek. Bize göre marttan sonra "tam tornistan" olasılığı yüksektir, çünkü mevcut rejim bundan böyle ekonomik (dış kaynaklara aşırı muhtaçlık düzeyinin yükselmesi) ve siyasi nedenlerle (Batı emperyalizminin dümen suyundan fazla uzaklaşabilmenin kısıtlanması) manevra alanlarını daraltmış gözükmektedir.
İkincisi, seçimlerin kaybeden tarafını oluşturan muhalefet partileri (CHP, İYİP ve YSP) açısından kendi içlerine (ve birbirlerine) dönük bir muhasebe/hesaplaşma sürecinin çalışması beklenmeliydi. Beklenen oluyor; İYİP ve YSP açısından bu daha çok bir iç-muhasebe, özeleştiri, İYİP’ten CHP’ye açıktan eleştiriler ve yeni ittifak modelleri arayışı biçiminde şekillenirken, seçimlerin en iddialısı ve en büyük kaybedeni olan CHP açısından bu bir iç-hesaplaşma sürecine dönüşmüş durumda. Sonbahardaki Kurultayda bir genel başkanlık yarışı yaşanmasa bile, Mart 2024 sonuçları kılıçlar toprağa gömülmeden beklenilecek görünüyor. CHP tabanından/seçmeninden gelen hoşnutsuzluk ve tepkiler geçiştirilebilecek gibi durmuyor.
EKONOMİK TORNİSTAN
Hazine ve Maliye Bakanı ile TCMB’nin Başkanı, üç başkan yardımcısı ve birçok genel müdürü değişti. TCMB faiz politikası değişti, faizlerde artış dönemi başladı. Son iki yılın özeleştirisinden vazgeçtik, sağ siyasetlerde bunun asla yeri yoktur, hiç olmazsa bu politika yalpalamasının bir açıklaması var mı? Son iki yıldır inanılmaz bir enflasyonist tırmanışa, döviz kurlarında sıçramaya ve bu sıçramayı kontrol etmek uğruna TCMB net rezervlerinin eksi 60 milyar doların altına gerilemesine ve KKM üzerinden geniş vergi yükümlüsü kesimlerden büyük tasarruf sahiplerine (şirketler ve varlıklı hanehalkına) gelir transferi yapmaya ve kamu maliyesini büyük bir yük altına sokmaya yol açmış bir siyasetçi/bürokrat heyetinin sorumluluğuna dair söylenecek hiçbir şey mi yok? Bugün bu tahribatın sonuçlarını, yeniden yükselişe geçen bir kur-enflasyon sarmalı üzerinden bir kez daha ödemeye mecbur burakılan kitlelere hiç olmazsa bir açıklama borçları yok mu? AKP siyasetçisinin, başta Saray ekonomistinin, böyle bir açıklamaya tenezzül dahi etmeyeceği biliniyor; çünkü seçim sonuçları ortada, asla hesap sormayan bir seçmen kitlesine sahip. Saray ve şürekâsı, "seçmenimiz hesap sormuyorsa size ne oluyor?" modunda. Sermayenin iktidar medyası da zaten iktidarı/Erdoğan’ı her türlü sorumluluktan azade tutmak üzere görev başında. Şu toz kondurulmayan "liyakatli" yeni ekonomi kadroları da zaten aynı modda, ekonomik sapmaların eleştirisini pek "siyasi" bulmaktalar! Siyasi iktidarda bir değişim olsaydı, en azından son birkaç yılın eleştirel bir muhasebesi yapılabilecekti. Aslında onların da ekonomi bagajında ortodoks neoliberal politikalara dönüşten başka bir şey yoktu; ama en azından ihale cambazlıklarında, KÖİ soygunlarında, imar yolsuzluklarında, her türlü yolsuzluk çarkında gedikler açılabilecek, savurganlıklar bir dereceye kadar sınırlandırılabilecekti. Şimdi bütün bunlar, Şimşek’in göstermelik bir "tasarruf genelgesi"ne indirgenmiş durumda.
Peki, yerel seçimlerden sonra, TCMB’nin "2023-III" altbaşlıklı Enflasyon Raporu’nda sözü edilen "mali disiplin" uygulamaya sokulacak mı? Bunu Babacan-Şimşek ikilisinin pek sevdiği IMF tarzı bir "mali kural" (ücretler, sosyal harcamalar ve yatırımlar başta gelmek üzere kamu harcamalarının sıkıca tayınlanması ve bütçe açıklarının daraltılması) disiplini içine sokabilecek güce sahipler mi? Arkalarına IMF gözetimini almadan bu mümkün mü? Saray iktidarını bu disipline razı edebilecekler mi? Finansal sıkışmanın büyüyen boyutları bu süreci tetikleyebilecek mi?
ŞİMDİKİ ÖNCELİKLER NE?
Şu anki durumda, yeni ekonomi yönetimi enflasyona karşı (dezenflasyonist) politikalara öncelik verecek durumda bile değil. Enflasyonun artış eğiliminde olduğu ve olacağı bir konjonktürde bunun boşa harcanacak bir çaba olduğu görülüyor olmalı. Dolayısıyla, seçimler ve baş suçlu ilan edilen "ücret artışlarına engel olamama hali" bahane edilerek, şimdilik enflasyonla mücadele önceliği yok. Kaldı ki, enflasyona karşı önlem olmaktan ziyade mali ihtiyaçlar nedeniyle yapılan dolaylı vergilerdeki artışların ve yönetilen/yönlendirilen mal ve hizmet fiyatlarındaki zamların, şimdilik enflasyonu kışkırtıcı rolleri daha ön planda. Gerçi orta vadede bunun talep enflasyonunu sınırlandırıcı etkileri olacağı öngörülüyor olmalı. Üstelik bunlar henüz ilk alıştırmalar; seçimlerden sonra daha katmerli artışlar beklenmeli. Şimdilerde hazırlanan ve Eylül başında açıklanacak olan yeni OVP (2024-26) bunun ipuçlarını verebilir.
Peki, şimdiki öncelik ne? Öncelikler arasında başı çeken, akut duruma gelmeye başlayan dış finansman ihtiyacına çare bulabilmek. (Büyüyen iç açıklara CB’ye Torba Yasa ile verilen 1,5 trilyon TL’lik ek borçlanma yetkisinin yeteceği hesaplanıyor). Kısa vadeli dış borç ödemeleri ve cari açıklar toplamı olarak 270 milyar dolar civarında bir dış kaynağın bulunması/çevrilmesi gerekiyor. Dış borçların büyük bölümü yeni borçlarla çevrilecek; ama dış borç faizleri (artı risk primleri) hâlâ çok yüksek. Cari açıkların sınırlandırılması ithalatın ve dış ticaret açığının daraltılmasını gerektiriyor. Bu yönde bir eğilim başladı; ama bu, ihracatı da daraltıyor. Sıcak para girişleri çok isteniyor; bunun için dolar-TL paritesinin bir yerde istikrar kazanması gerekiyor; geçici olarak sağlandı ama bu defa enflasyonun TL’nin değerini aşındırıcı etkilerinin kurlara yansımaması olanaksız. Eğer yılsonu enflasyonu TCMB’nin 27 Temmuz Raporunda kabullendiği yüzde 58 oranı yerine şimdi artık daha gerçekçi gözüken yüzde 70 oranına (bunu epey erkenden dillendirmiştik) ulaşırsa, eylülden itibaren yeni kur artışları kaçınılmaz olacak.
Öte yandan TCMB’nin nominal faiz artışları, büyüyen negatif reel faizler olgusuna bir çözüm getirmiyor. Tam tersine, enflasyon artış hızı TCMB faiz artış hızının üzerinde kaldığı için faiz-enflasyon mesafesi durmadan açılıyor. Yeni ekonomi yönetimi göreve geldiğinde yüzde 8,5 ile yüzde 38,2 olan ilişki, şimdi yüzde 17,5-yüzde 47,8 biçimini aldı. Yıl sonunda ne olur peki? Yüzde 25 faize karşılık yüzde 70’lik TÜFE mi? Kuşkusuz TCMB faiz artışları sadece simgesel bir değere sahip değil; geniş kitleler bakımından, "kredi kartı nakit çekim faizlerini" ve "kredili mevduat hesabı faizlerini" yukarı çekmek, ticari ve taşıt kredilerinin büyümesini sınırlamak bakımından yan etkilere sahip. Seçmeci bir kredi politikasıyla ve parasal sıkıştırmalarla (KKM için yüzde 15 zorunlu karşılık gibi makroekonomik ihtiyati tedbirlerle) ayrıca destekleniyor. Her durumda, kur ve faizlerin bu oturmamış yapısı, spekülatif yabancı sermaye (sıcak para) açısından güven telkin edici görünmüyor. Tam da bu nedenle, kamu varlıklarının "batan geminin malları" fiyatına satışı/tahsisi üzerinden doğrudan sermaye girişleri çekilmek isteniyor. Kapkaççı Körfez-Arap sermayesiyle yapılan bunca üst düzey temasın/ziyaretin asıl amacı bu. Son iki yılın birikimli mali sorunları nedeniyle tam bir haraç-mezat satış dönemindeyiz. Saray ekonomisti bunun hesabını vermekten kurtuldu; tekrar görevlendirdiği dış sermayenin gözdesi Hazine ve Maliye Bakanı da kamu varlıkların satışından ne kadar keyif duyduğunu gizlemiyor.
Dolayısıyla kaygılanmak için çok neden var. Sosyalist sol dışında bunu kendisine sorun yapan ve bir mücadele eksenine tahvil etmeye yönelen başka bir siyasi hareketin olmaması ise hayli üzücü.
(BİRGÜN)