15 Ağustos 2023 Salı

Yeni göç anlaşmaları yolda: İngiltere, Türkiye’deki milliyetçilerle ortak çalışıyor - Çağdaş Gökbel / soL

 Mültecileri her türlü barbarca yöntemle ülkeden çıkaracaklarını söyleyen, Suriye işgaline gözlerini sıkı sıkıya yuman ve ülke aşkıyla yanıp tutuşan milliyetçiler, Torylerin en büyük koalisyon ortağı.

       Cruise gemisi konforunda olduğu iddia edilen ve mültecilerin yaşayacakları ‘Bibby Stockholm’ gemisi.

İngiltere’nin, Türkiye ile özel bir göç anlaşması hazırlamak istediğini senelerdir söylüyoruz. Türkiye medyasının bunu umursadığı yok. Gelen göçü, milliyetçi hezeyanlarla ve büyük bir nefret sosuyla vermek hoşlarına gidiyor. Paranın izini takip etmek istiyorsak, kitlelerin ayak izlerine bakmak zorundayız. Medya denilen bu dev kolezyumda, değerli olan en son şey insan yaşamı. Anlaşma imzalandı ve yazmak istediğim şeyleri ertelemek gibi bir zorunluluk hissettim. Sonra bir anda medyanın bu pespayeliği aklıma geldi ve hadi oradan deyip esas yazmak istediğim şeylere tekrar odaklandım.

‘The Banshees of Inisherin: Bir filmden daha fazlası’ başlıklı eleştiri yazımı hatırlayanlar bilecektir. Tarih ve coğrafya hatırlatması yaparak, bu filmin devlet ideolojisinin buz gibi bir yansıması olduğunu uzun uzadıya açıklamaya gayret etmiştim. Çeşitli tepkilerle karşılaştım. Bu tepkilerin içinde en çok dikkatimi çeken, Peki, bu filmin karşısına hangi filmi koyuyorsun? sorusuydu. Kültür endüstrisinin zavallı bireyleri, filmin karşısına bir türlü tarihi kaynakları, kitapları ya da romanları koyamıyor. Eleştiriyorsun madem, daha iyisini öner biraderdiyor. Kültür eleştirisine odaklanan ve benim de keyifle takip ettiğim internet mecralarında maalesef bu filmle ilgili en ufak bir eleştiri yayınlanmadığından ya da yayınlamaya cesaret edilemediğinden popomuz açıkta, ayazda kalmış gibi görünüyor. Filmin en çok sevilen karakteri, garip bir biçimde cüce eşeğimiz. Tiktok’ta eşek çiftleşmesini milyonlarca insanın izlediği bir ortamda, bu saplantı insanın kafasında biraz daha kabul edilebilir oluyor. Elbette filmin ünlü oyuncularına olan sapıkça ilgiyi es geçemeyiz. 

Bu ‘yüksek kültür’ eleştirisi yapılan internet sitelerimizin insancıkları, devlerle kapışmaya cüret edemiyor gibi. Sapık bir fetişizme boğulduk. Faşizmin kitle zorbalığı olduğunu unutanlara hatırlatılır. Bizlere, ünlü oyuncuları koynumuza almamız ve garip bir orgazm yaşamamız gerekliymiş gibi hissettiriliyor. Romalıları sapıkça sevenlere, bunları atlamamaları hatırlatılır. Bu lanetli yazının sonunda daha iyisi mi bilmem ama görece iyi kabul edebileceğimiz bir film önerisinde bulunacağım.

Üzgünüm, filmin içerisinde görebildiğim kadarıyla ünlü kabul edebileceğimiz kimse yok. Bu yüzden film, obur bir kültür endüstrisi tüketicisine ağır gelebilir. Kitapların gözlerimize ağır geldiği bir çağda, hafifliğin sınırı yok. Esas meselelere gel birader! diyenleri duyar gibiyim. 

Gelelim...

Parlak ekrandaki yazıların aniden titrediğini ve bu yazıyı okurken odanızda kulaklarınızı sağır eden bir gürültü koptuğunu hayal edin. Bu metin aniden kafkaesk bir dönüşümle, karşınıza dev bir radyo olarak dikilmektedir ve bu radyoda şu an ağır İrlandalı aksanıyla bir spiker haberleri okumaktadır. Garip bir biçimde, bu duyduğunuz ağır aksanlı İngilizceyi kelimesi kelimesine anlamaktasınız...

Sevgili Midland FM dinleyicileri, bilinmeyen bir tarihte ve bilinmeyen bir saatte size adamızda ve dünyada yaşanan başlıca gelişmeleri aktaracağım. Şaşırmayacağınıza ve öfkelenmeyeceğinize eminiz. Kitle kültürüyle iyice morfinlendiğinize, yüce İsa’ya inandığımızdan daha fazla inanmaktayız. Şimdi, haberler!

Joe Biden’ın İrlanda gezisinin maliyeti açıklandı. Garda Síochána’dan yapılan açıklamaya göre, güvenlik kameraları dahil olmak üzere bunak Joe’nun gezisi toplamda 31 milyon avroyu geçti.1 İrlanda adasının şimdiye kadar gördüğü en büyük güvenlik operasyonuna toplamda 2 binden fazla Garda üyesi katıldı. Huzur bozmaya yemin etmiş ve hiçbir şeyden memnun olmayan solcular, hastane sıralarını ve evsizliği bahane ederek bu gezinin maliyetini ahlâksızlık olarak nitelendirdi. Bu kirli kampanyaya rağmen İrlanda, gücünü tüm dünyaya İrlandalı ABD başkanı Joe Biden ile gösterdi...

Fırsatlar ülkesi İrlanda’da gurur duyduğumuz ‘ev sahipleri’ bugün de göğsümüzü kabarttı. Demokrasi ve çoğulculuk düşmanı Sinn Fein milletvekili ve sosyal konut sözcüsü  Eoin Ó Broin, mülkünü kadınlara karşı bir silah olarak kullanan ve kira karşılığı cinsel ilişki arayan ev sahiplerine karşı bir yasa tasarısı hazırladıklarını duyurdu.2 Önümüzdeki ay meclise getirilmesi planlanan öneri, muhalefetin demokrasimize karşı giriştiği yeni bir komplo. Ó Broin: “Kiralık seks aramak, iğrenç ve yağmacı bir davranış biçimidir, yasaklanmalı!” diyor. Ev sahiplerinin kira yerine seks talep etmesi medeniyetimiz açısından önemli bir ilerlemedir. Karşılıklı rıza ilişkisi olduğu sürece kimse buna karışmamalı. Biz, demokrasiye ve tüm renklere inanan mülk sahibi radyo spikerleri olarak bu tasarının meclisten geçeceğine ihtimal vermiyoruz! 

Göçmen, mülteci ve barbarlarla mücadele hız kesmeden devam ediyor! Kardeş ülke İngiltere’de demokrasinin ve insan haklarının biricik koruyucusu Rishi Sunak yönetimindeki Tory parti, en büyük müttefikleri Türkiye ile ‘Mükemmeliyet Merkezi’ kurmak için anlaştı.3 Bu anlaşmaya göre İngiltere hükümeti, Türkiye’den gelecek olan göç dalgasına karşı Türkiye’deki içişleri bakanlığı bünyesinde ortak bir operasyon merkezi kuracak. Göçten sorumlu bakan Robert Jenrick, BBC Radyo 4’ün ‘Bugün’ programına yaptığı açıklamada:Ülkelerle yapılan işbirliği, insan kaçakçılığıyla mücadelede çok önemli bir faktör. Barbarların, teknelerle ve motorlarla ülkeye gelmelerinin önüne geçmek istiyorsak bu kritik anlaşmaları yapmak zorundayız dedi. Ayrıca Türkiye, bu kritik anlaşma sayesinde milyonlarca sterlin para kazanacak. Bu paranın miktarı, konunun hassasiyeti nedeniyle açıklanmadı. Paranın bir önemi yok! Türkiye’de fırsatları değerlendiren, akılcı bir yönetim var ve Erdoğan parayı çok seviyor. 

İngiltere’nin göçmenlerin refahı ve insanca konaklaması için inşa ettirdiği ‘Bibby Stockholm’ gemisi haftalarca süren ertelemelerin ardından bugün hizmet vermeye başladı. Sığınma talebinde bulunan 15 kişi artık bu konforlu gemide konaklıyor. Ayrıca geminin ekonomiye katkısı tartışılmaz. Geminin demirlediği limanı kontrol eden Langham ailesi, günde 4 bin sterlin, yılda ise 1 milyon 5 yüz bin sterlin para kazanacak. Bu mucizeyi muhalefet insan hakları söylemleriyle gölgeliyor. Muhalefetin insan hakları eleştirilerine cevap veren Tory Parti yetkilileri, geminin adeta bir cruise gemisi ayarında olduğunu ve sosyalistlerin bu gemide bir günlük tatile can atacaklarını söyledi. Burası Midland FM, haberleri dinlediniz. Demokrasinin ve özgürlüğün sesinden ayrılmayın!

Artık bir radyodan, cefakâr bir yazıya geçiş yapabiliriz. Yukarıda vermediğim bilgilere şunu da ekleyeyim. İngiltere’de devlet gözetiminde bulunan 403 mülteci çocuk kayıp. Türkiye ile insan kaçakçılığıyla mücadele için anlaşma yaptığını iddia eden Tory hükümeti, kendi gözetimindeki çocukları koruyamıyor. Bu çocuklardan biri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Çocuğumuzun akıbetini umursayan bir hükümet ya da bu çocuk için bir şeyler yapan milliyetçiler var mı? Yok! Çocukların başına seks köleliği, organ kaçakçılığı ve aklınıza gelebilecek tüm kötülükler gelmiş olabilir. ‘Channel 4 News’ spikeri Ciaran Jenkins, çocukların başına gelebilecek bu korkunç ihtimalleri televizyonda tek tek sıraladı: Çocuğun cinsel istismarı, insan kaçakçılığı, modern kölelik, kriminalleştirme, radikalleştirme...

Toryler, Türkiye’de bir operasyon merkezi kurmuş durumdalar. Bu merkezlerin yıllar önce devrimcilere karşı kurulduğunu biliyoruz. Şimdi, savaşlarla yıktıkları, kıtlığa terk ettikleri insanları avlamak için kuruyorlar. Kapitalizmde insan avı bitmez. Kapitalizmin esas amacı insan avlamaktır. İnsan avlamadan, para kazanılmaz! Kemal Kılıçdaroğlu, bu gelişmeye twitter üzerinden çok sert yanıt verdi. Pandoranın kutusunu tam olarak burada açmamız gerekiyor. Tory kaynaklarından edindiğim bilgilere göre, olası bir Erdoğan hezimetinde bu tür bir anlaşmanın muhalefet ile de mümkün olacağı söyleniyor. Lafı dolandırmadan direkt yazalım, Türkiye’deki tüm milliyetçi gruplar, söylediklerinin aksine ülkenin bir ‘Meksika Duvarı’ olması için çalışıyor. Tüm o lümpence geri gönderme safsatasına kananlar için önemli bir veri olarak kabul edilmeli bu. Yani bugün yapılan itirazlar, zevahiri kurtarmaktan başka bir şey değil. Ayrıca Erdoğan koalisyonundaki milliyetçi ‘çoğunluğa’ özellikle dikkat çekiyorlar. Mültecileri her türlü barbarca yöntemle ülkeden çıkaracaklarını söyleyen, Suriye işgaline gözlerini sıkı sıkıya yuman ve ülke aşkıyla yanıp tutuşan milliyetçiler, Torylerin en büyük koalisyon ortağı. Sınırları belirsiz hale gelmiş bir ülkeye milyonlarca insanın gelmesi gerçekten garip mi? Neo-Osmanlıcı ideolojiye kafa tutmaktan aciz milliyetçilerin yaptıkları tek şey, Neo-Osmanlıcı düzene meşriyet katmak. Bunu daha iyi kavrayabilmek için, Orhan Gökdemir’in dipnotlara bıraktığım iki önemli yazısını mutlaka okuyun.4

Milliyetçilerin sahne önünde ne halt ettiklerinin bir önemi yok. MHP’nin pozisyonu, İYİ Parti’nin pozisyonu hep aynı kutup yıldızına bakıyor. Çeşitli kollara bölünmüş gibi görünen milliyetçiler, aslında yoksul emekçi kitlelerini yükledikleri nefretle oyalamaya devam ediyor. Tüm bu gerçekler, medya aracılığıyla köşe bucak Türkiye işçi sınıfının gözlerinden ve kulaklarından kaçırılıyor. Tekrar etmekte yarar var, kendi mültecilerini gemi hapishanesine kapatan Toryler, Türkiye’deki milliyetçi ortaklarının ülkelerine gelen insanlara ne tür bir zorbalıkla karşılık vereceğini zerre umursamıyor. İnsanı çöp olarak gören sömürgeciler, onun sadece nasıl bertaraf edileceğiyle ilgileniyor. Gelelim son ilginç ayrıntıya. Milliyetçilerin cahil mi, yoksa gerçekten bilinçli mi olduklarını kestirmek zor. Milliyetçi gazetelerde attığım kısacık bir turda, köşe yazarlarının Tory partiye yakın medya kuruluşlarıyla aynı terminolojiyi kullandıklarını fark ediyorum. Bu garip bir tesadüf olamaz. Türkiye’nin vatan aşkıyla yanıp tutuşan milliyetçi yazarları, Romalı devlet adamı, büyük eski başbakan Boris Johnson’un ‘kavimler göçü’ retoriğini kullanıyor. Bugünkü göçü, Roma medeniyetini yok ettiği iddia edilen olayla ilişkilendiriyorlar. Tanrı, hepsine şifa versin. Roma’nın gerçekten kavimler göçüyle yıkılıp yıkılmadığı hâlâ keskin bir tartışma konusu. Roma, yarattığı eşitsizliklerle ve imparatorluk denen zorba yönetimle zaten kendi içine doğru çökmüş gibi görünüyor. Bu başka bir tartışmanın konusu. Bu hikâyenin en matrak yönü, Türk milliyetçilerinin bu retoriği define bulmuşçasına sahiplenme zavallılığı. Roma ve Avrupa propagandasının sefil paryaları bunlar. Bu yüksek milliyetçiler, Roma’nın medeniyetin yegane temsilcisi olduğunu ve atalarının yani Hunların barbar bir kan içici olduklarını kabul ediyorlar. Demek ki bu milliyetçilerin ataları Romalı ve kendilerini Hunların (barbarların) karşısında konumlandırıyorlar. Bu basit bir komedi filmi senaryosu değil. Türkiye milliyetçiliğinin derin riyakârlığı! NATO ve İngiltere sevdası hep baskın geliyor. Irmağına, yeşiline, insanına falan aşık değiller. Sterlinine ve doların yeşiline meftunlar! Yazı çok uzadı ve milliyetçilere daha fazla yer açmak istemiyorum. Şimdi, gelelim önermek istediğim filme...

The Quiet Girl (Sessiz Kız) yoksul, İrlandalı bir ailenin çocuğunu geçici olarak koruyucu bir aileye bırakmasını konu ediniyor. Filmin senaristi ve yazarı Colm Bairéad. Filme dair fazla ayrıntı vermek istemiyorum. İrlanda’nın gerçek yüzünü görmek için, sadece kısa bir kesit olabilir bu film. Bir ülkeyi gerçekten tanımak istiyorsanız, kitaplara ya da o ülkeyle ilgili kalem oynatan insanlara yüzünüzü dönmek zorundasınız. Bir süredir görüyorum, soL Haber’de ‘Oppenheimer’ filmi hakkında çeşitli eleştiriler yayınlanıyor. Bu ne cüret! Kitlelerin karşısında durmak ne haddinize! Bu solcular hiçbir şeyi beğenmeyen elitistler işte. Bu ironi gibi görünen ifade gerçek bir acımasızlığı ve zorbalığı içinde taşıyor. ‘Sessiz Kız’ filmini izlediğinizde, ifade etmeye çalıştığım şeyi belki anlarsınız. İrlanda, yoksul çocukların bin çeşit acılar çektiği özel bir coğrafya. Elbette sadece çocukların değil, yetişkin insanların da acı çektiği, adanın her köşesinden çıkan insan çığlıklarının kulaklarınızı tırmaladığı bir ülke. Galway’e gittiğinizde sadece denizi ve barları gören bir zavallı iseniz, o çığlıkları duyamazsınız. 

Anne ve çocuk evlerinde bakımsızlıktan ölen ve toplu mezarlara gömülen çocukların tarihe bıraktıkları çığlığı duymak zorundasınız! Bugün, sonsuz bir zenginliğin içinde olduğumuz söyleniyor. Yakın geçmişte ise, yoksul aileler çocuklarını mevsimlik olarak koruyucu ailelere verip, tüm maddi yükü sırtından ancak öyle atabiliyordu. Bu önerdiğim filmde bir güzel şey de İrlandaca (Gaeilge) dilini duyuyor oluşumuz. Napolyon'la ilgili bir film çekiyorlar, başrolüne ünlü bir oyuncu koyuyorlar ve herkes “müthiş bir film bizi bekliyor!” diye haykırıyor. Daha fragmanı gördükleri anda kitleler histeri krizine giriyor ve yaygarayı koparıyor. Fragmanda duydukları İngilizceyi dert edinen yok. Fransa tarihine odaklanan bir filmin, orijinal dilinin İngilizce olmasını elbette dert etmeliyiz. Bu şımarıkça kültürel üstünlük taslama yarışının, hepimizi düşünsel olarak gerilettiğini artık fark etmeliyiz. Tamamen İrlanda adasına odaklanan bir filmde İrlandacayı duymak çok ama çok önemli. Sessiz Kız filmini önermişken Önce Kadınlar ve Çocuklar Derneği’ne bir yer açmak gerekiyor. Vahşi kapitalizmin, barbarca saldırılarıyla sarsılan toplumlarımızın ilk kurbanları ‘çocuklar ve kadınlar’. Catherine Clinch’in son sahnede yaptığı o koşu, tüm sınıfsal eşitsizliklerimizin yüreğimizden fışkırmasıdır. Gerçekçiliği bir kenara atan edebiyatın ve edebiyatın bir veçhesi olan sinemanın son çığlığıdır bu! İrlanda ya da Türkiye’de bu çığlığı duyan herkesin ihtiyaç duyduğu bir mücadele ‘Önce Kadınlar ve Çocuklar Derneği’. Bu mücadeleyi büyütmek ve genişletmek zorundayız.

Çağdaş Gökbel / soL

14 Ağustos 2023 Pazartesi

Osman Hamdi’yi sevmeye devam edebilir miyiz? - EMRE CANER / soL-Kültür

 Tarihsel bir figürün hakkını teslim etmeden, yanlışlarını, zaaflarını sıralamak hakkaniyetten oldukça uzak bir yaklaşımdır. Dahası Osman Hamdi ya kahraman ya da hain olmak zorunda değildir!

soL’dan not: Emre Caner, “Kaplumbağa Terbiyecisi - Osman Hamdi Bey’in Romanı” isimli biyografik romanın yazarı. Yalnızca Türk resminin değil, aydınlanma tarihimizin önemli isimlerinden Osman Hamdi Bey, bir asırdan uzun zamandır sayısız incelemenin konusu oldu. Bu incelemelerden biri, geçtiğimiz ay yayımlanan, Yaşar Yılmaz imzalı “Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü” başlıklı kitap. soL, söz konusu çalışmayla ilgili, yazarı Yaşar Yılmaz’la bir söyleşi yapmıştı. Caner’in alttaki yazısı, Yılmaz’ın kitabındaki tartışmaya yanıt niteliğinde.

Sayın Yaşar Yılmaz’ın kaleme aldığı Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü isimli kitap oldukça iddialı bir “putları yıkma” çabası. En baştan söyleyeyim: Kitabın niyeti, kahraman olarak bilinen Osman Hamdi’yi büsbütün itibarsızlaştırmak… Yaşar Yılmaz’ın Osman Hamdi’si “vatan haini,” “işbirlikçi”, “emperyalistlerin piyonu”, “yurt sevgisinden yoksun” bir kişilik. Hatta kitapta paragöz, kumarbaz, kadın düşkünü, Fransızların damadı gibi göndermeler bile mevcut. Evet, Nâzım’ın meşhur yazısından beri putları yıkmak oldukça havalı bir uğraştır. Ama her işin olduğu gibi putları yıkmanın da bir adabı vardır! 

Yaşar Yılmaz’ın anlattığı Osman Hamdi, aldığı rüşvetler (yüksek bedellere satılan tabloları) karşılığında arkeolojik yağmaya göz yuman bir karakter. Bu hususa döneceğim. Ama önce Yaşar Yılmaz’ın Osman Hamdi’ye bakışını ele veren küçük bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Yılmaz, Osman Hamdi’nin yaptığı işler bağlamında yetkin olmadığını belirtmek için ona “lise mezunu” etiketi yapıştırıyor. 1842 doğumlu biri için böylesi bir tanımlamayı oldukça garipsediğimi söylemeliyim. 

Osmanlı’da lise dengi idadilerin ne kadar geç bir tarihte yaygınlaştığı herkesin malumu. Buna rağmen Osman Hamdi, Mektebi Maarifi Adliye’yi bitirdikten sonra babası tarafından eğitim için 18 yaşında Paris’e yollanmış bir genç. Paris’te önce üniversite hazırlık eğitimi veren meşhur bir okulu (Barbet Enstitüsü) bitiriyor, ardından da bakalorya sınavlarını geçip Hukuk Fakültesi’nin kayıtlı öğrencisi oluyor. Ama gönlü resim sanatında olduğu için hukuk derslerinden çok Güzel Sanatlar Okulu’na devam ediyor... Evet, Osman Hamdi bavulunda bir üniversite diplomasıyla Paris’ten İstanbul’a dönemiyor ve teknik olarak lise mezunu kalıyor ama yine de yaşadığı dönem itibarıyla tahsilinin ve 8 yıllık Paris deneyiminin onu hayli donanımlı biri haline getirdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Kaldı ki Tanzimat dönemi Osmanlı aydınları, yaşadıkları ülkenin örgün eğitimde oldukça geri bir konumda olması nedeniyle otodidakt yönlerini geliştirmek zorunda kalmışlardı. Örneğin o dönemin en dikkate değer aydınları olan Şinasi ve Namık Kemal neredeyse hiç eğitim görmemişler, genç yaşta memuriyet yaşantılarına başlamışlardı.   

Yaşar Yılmaz ise “lise mezunu” Osman Hamdi’nin müze müdürü olmasını bir nepotizm (kayırmacılık) örneği olarak gösterip liyakatsizlik vurgusu yapmaktadır. Ama ne hikmetse Yılmaz kitabında Osman Hamdi’nin müze müdürü olmadan önce yıllar boyunca müze komisyonunda görev aldığına hiç değinmiyor. Ya da Osman Hamdi’den önceki müze müdürlerinin icraatları tartışmalı birer yabancı olduğuna… Osmanlı’da müze ve arkeoloji faaliyetlerini liyakatle yönetecek, bu konuda uzmanlaşmış kadrolar, enstitüler ve akademiler varmış da onlarca yetişmiş kişi hiçe sayılıp Osman Hamdi o mevkiye damdan düşer gibi oturtulmuş iması yaparsak tarihi gerçeklerin uzağına düşmüş oluruz. 

Şimdi gelelim asıl meseleye…  Osman Hamdi arkeolojik yağmaya gerçekten göz yummuş mudur? Yaşar Yılmaz’ın hakkını teslim etmemiz gereken noktadayız. Ortaya koyduğu belgeleri görmezden gelmek mümkün değildir. Bu belgeler ışığında Osman Hamdi’nin yabancı kazı ekiplerine bazı buluntuları alıp götürmeleri için kimi zaman izinler verdiğini kabul etmemiz gerekiyor. Ama Yaşar Yılmaz’ın bu gerçeklikten yola çıkarak vardığı neticelerin tam bir karalama kampanyasına dönüştüğünü de hemen eklemeliyim. 

Osman Hamdi’nin arkeoloji alanında yapmadıkları/yapamadıkları, hiçbir suretle yaptıklarının ağırlığını yok edemez. Ama Yaşar Yılmaz kitabında Osman Hamdi’nin yaptıklarına tek bir satır olsun değinmiyor. Bu nedenle Osman Hamdi’yi Yaşar Yılmaz’dan öğrenmek bir “vatan hainini” yakından tanımak anlamına geliyor. Ve nesnellik işte bu noktada yitip gidiyor. Tarihsel bir figürün hakkını teslim etmeden, yanlışlarını, zaaflarını sıralamak hakkaniyetten oldukça uzak bir yaklaşımdır. Dahası Osman Hamdi ya kahraman ya da hain olmak zorunda değildir!

İçselleştirdiğimiz çağdaş normları, tarihsel olayları değerlendirirken elimizde taşıdığımız bir meşale olarak kullanmamalıyız. Her olaya, her kişiye vuku buldukları tarihsel kesitin dinamikleri içinden bakmalıyız. Yabancılar kazı yapsın, buluntuları inceleyelim, gözümüze kestirdiklerimizi İstanbul’daki müzeye ayıralım, diğerlerini de onlara bırakalım… Anlaşılan dönemin koşulları gereği maliyet fayda dengesi göz önüne alındığında bu yöntemin yer yer müzenin lehine olabileceği düşünülmüş. Kazı ve nakliye masraflarını karşılayacak yeterli bütçenin olmadığı, Osman Hamdi ve birkaç yardımcısı dışında kazı yapabilecek pek kimsenin bulunmadığı bir dönemde, aslan payını kaptırma pahasına zaman zaman böyle bir yola gidilmiş gibi görünüyor. 

Günümüzde bizlerin ulaştığı koruma bilinci düzeyine göre kesinlikle kabul edilemeyecek bu uygulama, 150 sene önce işlevsel bulunmuş. Zaten o günlerde yürürlükte olan tüzük de hukuksal boşluklar barındırıyor, “cinsi ve değeri itibariyle müzede aynısı bulunan eserlerin” kazı ekiplerine bırakılmasına onay veriyordu. 

Yabancı arkeologların Osmanlı sınırları içerisinde kazılar yapmasının tamamen yasaklanması ise Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya karşı bağımlı bir konumda olması nedeniyle imkân dâhilinde bile değildi. 19. yüzyılda arkeolojinin Osman Hamdi’nin de boyunu aşacak bir şekilde uluslararası siyasetin aktif bir konusu olduğu gerçeği de Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü isimli kitapta kendine pek yer bulamıyor… 

Söz konusu kitabın üst başlığı “Zincirli (İslahiye, Gaziantep) eserlerinin götürülüşü,” olsa da Yaşar Yılmaz, Osman Hamdi’nin bu tutumunu genelleştirmek için doğrusu epey uğraşmış. Örneğin İştar Kapısı’nın günümüzde Berlin Müzesi’nde olmasının faturası da tamamen Osman Hamdi’ye kesilmiş. Kazıların 1. Dünya Savaşı sonrasına kadar sürdüğü, nihai anlaşmanın Osmanlı’nın elinden çoktan çıkmış olan Irak’taki müze ile Berlin arasında yapıldığınaysa yine hiç değinmiyor Yaşar Yılmaz. Ortaya attığı rüşvet iması da iddia sahibi tarafından ispatlanmaya muhtaç bir şekilde sayfalar arasında kaybolup gidiyor…

Sonuç olarak Osman Hamdi’den önce sanki dünya çapında bir müzemiz varmış da, içi muhteşem antik eserlerle doluymuş da, hem kamuoyu hem de devlet yöneticileri tarihi eserler konusunda taviz vermez bir koruma bilincine sahipmiş de Hamdi Bey müze müdürü olduktan sonra her şeyi yıkmış, müzenin kapılarını açıp içerisindeki eserleri bir bir emperyalistlere peşkeş çekmiş gibi davranamayız.

Osman Hamdi Bey’den önce… Bu yarım bırakılmış cümle öylesine önemlidir ki kanımca bizi, devrimci şahsiyetler için uygun bir değerlendirme kıstasına ulaştırır. Bu yarım kalmış cümleyi tamamlayıp soruları çoğaltırsak ne demek istediğim daha iyi anlaşılır:

Osman Hamdi’den önce Osmanlı’da müzecilik neydi?    

Osman Hamdi’den önce Osmanlı arkeolojisi neydi?

Osman Hamdi’den önce Osmanlı’da koruma bilinci neye tekabül ediyordu? 

Osman Hamdi, “Avrupa’da hiçbir müzede bizimkisi kadar süratli bir terakki görülmemiştir,” derken haksız mıydı? 1881 yılında göreve geldiğinde müze küçük bir yapı olan Çinili Köşk’te hizmet vermekteydi. Oraya hasbelkader getirilmiş kayda değer birkaç düzine eser, köşkün odalarına gelişi güzel konulmuştu. Osman Hamdi 1910 yılında vefat ettiğindeyse İstanbul’daki eski eserler müzesinin yeni binası, 200 metrelik bir cepheye ve 10.000 metrekarelik teşhir alanına sahip vaziyetteydi. Ayrıca Osman Hamdi başta Sayda Lahitleri ve Lagina kabartmaları olmak üzere birçok eseri kendi elleriyle toprak altından çıkartıp İstanbul’a getirmişti. Başka bir deyişle Avrupa’daki benzerleriyle boy ölçüşebilen müzesini neredeyse yoktan var etmişti. 

Yukarıdaki soruların cevaplarını burada uzun uzun tartışmayacağım. Ama son söz olarak Osman Hamdi’yi, “ondan öncesi ve ondan sonrası” kıyaslamasından her daim alnının akıyla çıkmayı başaran biri olarak görmeye devam edeceğimi söylemeliyim.

EMRE CANER / soL-Kültür 

13 Ağustos 2023 Pazar

KISA KISA GÜNDEM - 13 AĞUSTOS 2023 -

 Yeni Şafak'tan U dönüşü: Faiz tam da haram değil aslında (YALÇIN CUĞ-SOL)

Mehmet Şimşek ziyareti etkisini gösterdi, 'azılı faiz düşmanı' Yeni Şafak, sayfalarında 'ama negatif faiz de kötü' diyerek, faizde artışı savundu.

Yeni Şafak'ın AKP'nin ekonomi politikasına karşı 180 derece değişen tutumunun belgesi niteliğinde olan haberin ardından AKP'nin ekonomi politikasını sıkça eleştiren Yeni Şafak yazarı ve AKP Genel Merkez Sivil Toplum ve Halka İlişkiler Başkan Yardımcısı Mehmet Akif Soysal da 'u dönüşü' gerçekleştirdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-safaktan-u-donusu-faiz-tam-da-haram-degil-aslinda-382304)

Sarımsaklı plajına tel örgülerle işgal: İşletmeler sahile el koydu (İREM YILDIRIM-SOL)

Sarımsaklı plajında işletmeye verilen sahil bölümleri vatandaşlara kapatılmaya başlandı. İşletmeler, kıyılara tel örgüler çekerek halkın olan kıyılara ulaşımı engelliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/sarimsakli-plajina-tel-orgulerle-isgal-isletmeler-sahile-el-koydu-382379)

Ege ve Akdeniz'deki 508 mavi bayraklı plajın sadece yüzde 18'i halka açık (Şeyda Öztürk-Cumhuriyet)

Ege ve Akdeniz’de plajlar işletmecilerin rant kapısına dönüştü. Özel plajlardaki localara giriş ücreti 20 bin TL’ye dayandı. Yurttaş, 508 plajdan sadece 90’ını ücretsiz kullanabiliyor. Oysa yurttaşın kıyıları eşit ve özgürce kullanma hakkı anayasayla güvence altında.

Kıyı Kanunu’nun 6. maddesine göre kıyılar, herkesin eşitlik ve serbestlikle yararlanmasına açık olup buralarda hiçbir yapı yapılamaz. Kıyılarda duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz. Ancak tatil bölgelerinde oteller ve işletmeler deniz kenarlarını işgal etmiş durumda. Kıyıların özelleştirilmesi ve kiralanmasıyla birlikte Ege ve Akdeniz bölgelerinin en güzel plajları kâr kapısına dönüştü. Bu bölgelerdeki bazı plajlara girişlerden direkt para talep edilirken bazılarında ise içerideki işletmede harcama yapılması gerektiği söyleniyor. Kıyı şeridinde yer alan oteller, halka açık olması gereken plajlara şezlong ve şemsiye atarak yurttaşlardan para istiyor. Buna karşı çıkıldığı durumlarda ise mafyatik unsurlar devreye girerek yurttaşlar tehdit ediliyor.(20 BİN TL ISTEYEN DE VAR) Özellikle yerli ve yabancı turistlerin tercih ettiği İzmir ve Muğla’da sadece plaja girmek bile bazı yerlerde asgari ücrete dayanıyor. İzmir’de 300 TL’den başlayan plaj girişlerinde içerideki işletmede para harcanması talep edilirken loca girişleri ise 20 bin TL’ye kadar uzanabiliyor. Muğla’nın en meşhur ilçesi Bodrum’da da fiyatlar ortalama 500 TL’den başlıyor. Plajlara giriş ücretinin 100 TL olduğu yerlerde ise işletmede minimum 500 TL harcanması isteniyor. Yurttaşların daha uygun tatil yapma isteğiyle tercih ettiği Balıkesir’de ise fiyatlar popüler yerlerle yarışıyor. (SADECE 90 TANE KALDI) Ege ve Akdeniz bölgesinde bulunan 508 plaj, Uluslararası Çevre Eğitim Vakfı’nın belirlediği kriterlere göre mavi bayrıklı. Bu plajların ise sadece 90 tanesi yurttaşların ücretsiz olarak kullanabildiği halk plajı olarak yer alıyor. Bu oran hesaplandığında ise yurttaşlar buralardaki mavi bayraklı plajların sadece yüzde 17.71’inden ücretsiz olarak faydalanabiliyor.

En az 13 kentin müdürü ilahiyat mezunu: Bakanlıkta liyakat yok imamlar var (İsmail Arı-Birgün)

Ülke her gün yeni bir istismar skandalıyla çalkalanırken Aile Bakanlığı adeta paralel Diyanet’e dönüştürüldü. Bakanlığı uzmanları değil imamlar, ilahiyat mezunları, AKP’liler, eski mal ve cezaevi müdürleri yönetiyor.

Ülke her geçen gün yeni bir cinsel istismar, saldırı ve şiddet skandalıyla çalkalanıyor. Cinsel istismar ve şiddeti önlemesi, çocukları ve kadınları koruması gereken Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ise âdeta paralel Diyanet’e dönüştü. 

Birçok kentin Aile ve Sosyal Hizmet İl Müdürü ilahiyat fakültesi mezunu. Hatta daha önce imamlık yapanlar dahi il müdürlüğü koltuğunda oturuyor. Geçmişte cezaevi müdürlüğü yapanlar, mal müdürlüğünde memur olanlar, gazetecilik ve turizm bölümlerinden mezun olanlar il müdürü olarak atandı. 

Bakanlık çalışanları ise artık liyakatsizliğin ayyuka çıktığı, kurumda liyakatin neredeyse yok edildiğini belirtiliyor. Kurumda önemli görevlere getirilen ilahiyat mezunları ile Diyanet’in eski yöneticilerinin cemaat ve tarikatlara mensup olduğu ve kadrolaştıkları ifade ediliyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nda görev yapan liyakatsiz yöneticiler nedeniyle koruma altındaki çocuklar ve kadınlara dair her geçen gün yeni skandallar yaşanıyor.  

DİN GÖREVLİSİ BÜROKRATLAR 

En az 13 kentin Aile ve Sosyal Hizmet İl Müdürü ya ilahiyat mezunu ya da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eski yöneticileri.

Bu kentler şöyle: 

Artvin: İl Müdürü Şentürk Ağırbaş, Trabzon İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Ağırbaş, uzun bir süre din görevlisi yani imam olarak çalıştı. Ağırbaş’ın yardımcısı Hamdi Özder de Borçka İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldu ve uzun bir süre imamlık yaptı. 

Isparta: Aile ve Sosyal Hizmet İl Müdürü Yakup Kütük imam hatip lisesi ve Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Kütük, AKP’den Isparta milletvekilliği adaylığı için istifa etmişti. Milletvekili olamayan Kütük koltuğuna geri dönerken seçim sürecinde yaptığı konuşmada "Allah bize karşı, Recep Tayyip Erdoğan'a karşı, AK Parti'ye karşı birleşmiş olanlara karşı da şiddetinizi artırsın diyor” ifadelerini kullanmıştı. 

Karabük: İl Müdürü Abdurrahman Bilgiç, ilahiyat fakültesini bitirdikten sonra Adıyaman Belediyesi'nde çalışmaya başladı. Adıyaman Belediyesi'nde özel kalem müdürlüğü ve basın-yayın halkla ilişkiler müdürlüğü koltuklarında oturdu. 

Çankırı: İmam hatip lisesi ve Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu olan İl Müdürü Hasan Tahsin Yıldırım Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eski çalışanı. 

Antalya: İl Müdürü Abdullah Çalışkan da imam hatip lisesi ve ilahiyat fakültesi mezunu. 

Yozgat: İl Müdürü Abdullah Neşeli, imam hatip lisesini bitirdikten sonra Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 

Antep: Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürü Mustafa Yıldırım da hem imam hatip lisesi hem de ilahiyat fakültesi mezunu olan bürokratlardan. 

Aksaray: Daha önce Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev yapan kentin Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürü İsrafil Aktürk, imam hatip lisesinin ardından Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 

Tokat: İlahiyat fakültesi mezunu olan İl Müdürü Mahmut Özdemir, daha önce görevinden Niksar belediye başkan aday adaylığı için istifa etmişti. Aday gösterilmeyen Özdemir tekrar görevine döndü. 

Gümüşhane: İl Müdürü Zekai İnan Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 

Kars: İl Müdürü Doğan Yıldız, imam hatip lisesi ve ilahiyat fakültesi mezunu. 

Elazığ: Kentin Aile ve Sosyal Hizmet İl Müdürü Ali Sait Çeçen daha önce Malatya Pütürge İlçe Müftülüğü’nde çalışıyordu. 

Kırşehir: Uzun bir süre Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev yapan Abdullah Kömürcüoğlu şimdi Kırşehir Aile ve Sosyal Hizmet İl Müdürü. 

PREKANDE VE CEZAEVİ MÜDÜRÜYDÜLER 

Aile Bakanlığı’ndaki liyakatsiz atamalar ve kadrolaşma bunlarla da sınırlı değil. Bakanlığı baştan aşağı saran çürümüşlük birçok kentte göze çapıyor. 

Amasya Aile ve Sosyal Hizmet İl Müdürü İbrahim Baş daha önce Yeşilırmak Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi’nde (YEDAŞ) perakende ve müşteri teknik hizmetler müdürü olarak çalıştı. 

Maliye bölümü mezunu olan Kastamonu İl Müdürü Abdullah Savaş ise daha önce cezaevlerinde müdür yardımcılığı yapıyordu. 

Kocaeli İl Müdürü Kamil Tüylüoğlu da işletme fakültesinden mezun. Balıkesir İl Müdürü Hatice Dost ise Sağlık Yüksek Okulu mezunu. Ağrı İl Müdürü Semra Birdal Ergün ise daha öne yaptığı açıklamalarda 28 Şubat mağduru olduğunu iddia etmişti. İmam hatip lisesi mezunu olan Konya İl Müdürü İbrahim Akyüz de işletme mezunu olan il müdürlerinden. 

“Yönetim ve organizasyon” bölümü mezunu Tunceli Aile ve Sosyal Hizmet İl Müdürü Ali Ekber Yurt memurluğa Hozat Mal Müdürlüğü'nde başladı. 

MAL MÜDÜRLÜĞÜ’NDE GÖREV YAPIYORDU 

Maraş İl Müdürü Mutlu Kaya ise Pazarcık Sağlık Meslek Lisesi ile Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi inşaat, tıbbi laboratuvar ve biyoloji bölümlerinde mezun. Kaya birçok bölümden mezun olsa da eğitim, psikoloji ve sosyal hizmet mezunu olmadığı için liyakatsiz olarak atandığı iddia ediliyor. 

GAZETECİLİK VE HALKLA İLİŞKİLER MEZUNU 

Tekirdağ İl Müdürü Ülkü Uslu İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi gazetecilik ve halkla ilişkiler bölümlerinden mezun. 

Bartın İl Müdürü Hüseyin Özdemir AKP’ye oldukça yakın olduğu bilinen bürokratlardan. Özdemir’in geçmişi de bunu ispatlayan türden. Özdemir, 2014-2015 yılları arasında AKP’li Sultangazi Belediyesi’nde Özel Kalem Müdürü koltuğunda oturdu. Ardından, AKP döneminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışmaya başlayarak 2015-2020 yılları arasında, İBB’de Mahalli İdareler Koordinatörü olarak görev yaptı. 

Al birini, vur ötekine!

Aile ve Soyal Hizmetler Bakanlığı’nın tepe kadrosu da liyakatten uzak isimlerden oluşuyor. Aile ve Soyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “manevi kızı” olarak nitelendiriliyor. Kamuoyunda, “Avrupa’nın ilk türbanlı milletvekili” olarak bilinen Göktaş Belçika’da milletvekilliği de yaptı. Bakan yardımcılarının ise özgeçmişleri şu şekilde: 

• Rıdvan Duran: İktisat mezunu ve uzun bir süre birçok AKP’li belediyede yöneticilik yaptı. 

• Sevim Sayım Madak: THY’nin Barcelona ofisine Pazarlama Müdürü olarak çalıştı. AKP İstanbul İl Başkanlığı’nda yöneticilik yaptı. 

• Zafer Tarıkdaroğlu: AKP’de yöneticilik yaptı ve milletvekili adayı oldu. 

• Leman Yenigün: AKP’de ve gerici vakıflarda yöneticilik yaptı. Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nde de yöneticilik yaptığı biliniyor. 

İl Milli Eğitim önünde oturma eylemi: '42 çocuğun istismarında adlı geçen müdürü kabul etmiyoruz'(soL)

Ensar Vakfı'ndaki istismar olayında hakkında soruşturma açılan Asım Sultanoğlu'nun Şanlıurfa İl Milli Eğitim Müdürü atanmasına karşı müdürlük önünde oturma eylemi başlatıldı.
(https://haber.sol.org.tr/haber/il-milli-egitim-onunde-oturma-eylemi-42-cocugun-istismarinda-adli-gecen-muduru-kabul)

Ücretler eriyor, borçlar katlanıyor: Ortalama kredi kartı borcu 22 bin lira oldu (soL)

Yüksek enflasyon ve zamlar karşısında ay sonunu getirmek gittikçe zorlaşıyor. Kişi başına düşen kredi kartı sayısı 3'e çıktı.

Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin verilerine göre, bir veya birden fazla kredi kartı olan kişi sayısı haziran itibarıyla 35,1 milyon oldu. Bankalararası Kart Merkezi’nin (BKM) aynı döneme ilişkin verilerine göre de Türkiye’deki toplam kredi kartı sayısı 108,3 milyona ulaşırken kişi başına düşen kredi kartı sayısı da 3 oldu. Birgün'ün derlediği verilere göre, sadece haziran ayında 162 bin kişi hayatında ilk defa kredi kartı kullandı.  Kişi başına düşen ortalama bireysel kredi kartı borcu 22 bin 534 liraya çıktı. Bu borç geçen yılın aynı döneminde 8 bin 781 liraydı. Kredi kartı olan kişi sayısı bir yılda yüzde 9 artarken kişi başına düşen kart borcu yüzde 156,7 arttı.  Ayrıca son 12 ayda kart borcu en hızlı büyüyen illerin Hakkâri, Şırnak, Bilecik, Sinop ve Diyarbakır olması da dikkat çekti.(Kart limitleri 50 bin liraya dayandı) Henüz asgari ücrete ve diğer ücretlere ara zammın yapılmadığı haziranda kredi kartı limitleri de yükseldi. Kart limitleri 50 bin lira ve üzerinde yığıldı. Kredi kartı kullananların yüzde 22’sinin limiti 50 bin-100 bin lira bandında olurken yüzde 22,1’inin limiti de 100 bin liranın üzerine çıktı.  Mayıs’ta limiti 10 bin-50 bin lira bandındaki kartların oranı yüzde 33,4’iken Haziran’da 32,1’e geriledi. Bir diğer ifadeyle 35,1 milyon kredi kartından 7,7 milyonun limiti 100 bin liranın üzerine çıktı.

Umut bırakmadılar: Akademisyenler yurtdışı yolcusu (Birgün)

Araştırmalar akademisyenlerin de kriz nedeniyle yurtdışına gitmek zorunda kaldığını gösterdi. 12 bin akademisyenin ülke dışına gittiği tahmin ediliyor.(https://www.birgun.net/haber/umut-birakmadilar-akademisyenler-yurtdisi-yolcusu-460417)

Gazeteci Barış Pehlivan: Beni esir olarak cezaevinde tutacaklar (Birgün)

Covid-19 izninin bittiği gerekçesiyle bir kez daha cezaevine girecek olan Gazeteci Barış Pehlivan, yaşadığı süreci anlattı. Pehlivan, "Onlar benim mücadele etmemi istemiyorlar. Benim akıl sağlığımı yitirmemi, bu mesleği bırakmamı istiyorlar. Beni cezaevine koyarak sadece kendinizi tatmin edersiniz" ifadelerini kullandı.

Cezaevine girmeye hazırlanan Gazeteci Pehlivan, “15 Ağustos’ta açık cezaevine girersem bilin ki ben esirim. Bu hukuk değil. Beni esir olarak orda tutacaklar” ifadelerini kullandı.  Bakırköy İnfaz Hâkimliği kararı iptal etmemesi halinde Gazeteci Barış Pehlivan 2 gün sonra 5’inci kez cezaevine girecek. Pehlivan’ın sadece gazetecilik mesleğini icra ettiği için cezaevine girecek olmasına ilişkin tepkiler ise devam ediyor. Twitter üzerinden Pehlivan’a verilen hapis cezasına ilişkin “Asıl Merdan Yanardağ, Barış Pehlivan konuşulmalı”, “Bu ülkede her dönemde, hep muhalif mevcut iktidara muhalif olanların yazıları, sözleri "suç" olmuştur. Fikir özgürlüğü dediğimiz şey, mevcut iktidarı övmeden, güzellemeden, hatalarını, suçlarını, usulsüzlüklerini örtbas etmeden ibarettir” gibi yorumlar yer aldı. (HİÇ HAKSIZ ÇIKMADIM)  15 Ağustos’ta cezaevine girmesi beklenen Barış Pehlivan “B Yüzü” adlı Youtube kanalına açıklamalarda bulundu. “Benim hikâyem” başlıklı videoda 20 yıldır gazetecilik yaptığını hatırlatan Pehlivan, “Büyük ihtimalle 15 Ağustos’ta sadece gazetecilik yaptığım için açık cezaevine teslim olacağım. Hakkımda galiba 150’ye yakın soruşturma açıldı bugüne kadar. 15 Ağustos’ta açık cezaevine girersem bilin ki ben esirim. Beni esir olarak orda tutacaklar. Onlar benim mücadele etmememi istiyorlar. Benim bu mesleği bırakmamı istiyorlar. Ama aksine ben de daha motive olmaya çabalıyorum, kendime bunu da atlayabileceğimi inandırmaya çalışıyorum. Bugüne kadar da hiç haksız çıkmadım” dedi.

İYİ Parti'li vekilden tepki çeken açıklamalar: "Kudurdular", "lan yürü git", "senin vekilin değilim"

Şireci işçilerine verilen desteği "provokatörlük" ile suçlayan İYİ Parti'li Gürban, kendisine tepki gösterenlere "Nasıl kudurdular hemen", "Lan yürü git", "senin vekilin değilim" diye karşılık verdi.(https://www.evrensel.net/haber/496864)

Tamer Karadağlı sınavını geçemediği Devlet Tiyatroları'na müdür olmuş (soL)

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla Devlet Tiyatroları (DT) Genel Müdürü olan oyuncu Tamer Karadağlı'nın DT'de yer alabilmek için yıllar önce sınava girdiği ancak başarılı olamadığı ortaya çıktı.

Birgün gazetesinden Sercan Meriç, eski Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Yücel Erten'in Tamer Karadağlı'yla ilgili görüşlerini aktardı. AyrıcaK 2000 yılından bu yana sadece 2 defa tiyatro sahnesine çıktığını belirtti. Karadağlı'dan önce Genel Müdürlük koltuğunda oturan Mustafa Kurt'un görevden alınma sürecini de aktaran 'tiyatro' kulisi şöyle: ''Kurt’un görevden alınmasına sebep olan süreç, Mersin’deki ‘Tarsus Tiyatro Günleri’ kapsamında perde açan ‘Yıldızlar Altında Yaz Eğlencesi’ oyunu ile başladı. Oyun, AKP’li belediye meclis üyesi Abdurrahman Altınsucu’nun “müstehcenlik” ve “dini değerlere hakaret” edildiği iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulunmasıyla gündeme gelmişti. Oyunda, Aziz Nesin’in Aziznamesi’nde yer alan “Du Bakali N’Olek” öyküsünden de kısa bir bölüm yer alıyordu. Bu bölüm AKP’lileri sinirlendirdi. Onlar da Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Batuhan Mumcu’ya ulaştı. Oyunun DT bünyesinde sahnelendiği yönünde ihbarda bulundu. Söz konusu ihbarın ardından Bakan Yardımcısı Mumcu’nun DT Genel Müdürü Kurt’u aradığı öne sürülüyor. Mumcu’nun söz konusu görüşmede hakarete varan ifadeler kullandığı da iddialar arasında. DT’deki görevine başladığında henüz 5 yaşında olan Mumcu’nun bu tavrı Kurt’u bir hayli üzmüş. Söz konusu görüşmenin ardından ipler tamamen kopmuş. DT koridorlarında AKP’nin kadrolaşma çabasına direnç gösterdiği öne sürülen Kurt’un, uzun süredir bürokratların hedefinde olduğu ve görevden alınacağı konuşuluyordu.  İddialarla ilgili Kurt’u aradım ve mesaj attım, ancak geri dönüş yapmadı. Cevap hakkının saklı olduğunu belirteyim. (...) Söz konusu atama ile ilgili tiyatromuzun duayenlerinin ne düşündüğünü de merak ediyordum. Bu vesileyle Yücel Erten’e ulaştım. Konuyla ilgili en iyi değerlendirmeyi yapabilecek sayılı tiyatro ustalarından birisi Erten’di. Kendisi, 1969’da DT’ye ilk adımını attıktan sonra, kurumda en alttan en üste her kademede emek veren bir isim. Erten, Karadağlı’nın atanması ile ilgili çok çarpıcı bir bilgi paylaştı. Karadağlı, yıllar önce DT’de yer alabilmek için sınava girmiş, ancak bu sınavda başarılı olamamış! Sözün devamını tiyatromuzun yaşayan duayeni Erten’e bırakayım: Yanlış hatırlamıyorsam; bir dönemde Devlet Tiyatroları’na sınavla 120 sanatçı almıştık. Adı geçen kişi, o 120 kişi arasına girememişti. Tiyatro sanatı ile pek de ilgisi olmadığı halde, şimdi zembille tepeden inmesi, anlaşılır gibi değildir. Ama çok önemli de değildir.''

(derleyen: mstfkrc)







Yok sayılan, görmezden gelinen oyuncu; Deniz Erkanat - Mesut Kara / Evrensel

 


Sinemanın uzun boylu, kızıl saçlı, fiziğiyle olduğu kadar duruşuyla da farklı oyuncusu Deniz Erkanat’ın hikayesi, Kadriye Erkanat olarak 28 Ağustos 1948 tarihinde Eskişehir’de başlar. Orta halli bir ailenin tek çocuğudur; yaramaz ve hareketli bir çocukluk yaşıyorken 7 yaşında babasını kaybeder. Çocukluk yıllarında polis olmak istiyordur fakat çocukluğunda izlediği filmlerden, Yeşilçam’ın büyülü öykülerinden birçok sinema düşkünü gibi o da etkilenir. Sinema salonlarında izlediği filmlerde farklı suretlerde perdeye yansıyan oyuncuların yerinde kendini hayal eder. Orta öğrenim yıllarında eğitimin önemli olduğunu fark ettiğinden liseyi bitirdikten sonra daha iyi bir eğitim alabilmek için Almanya’ya gider. Orada tanıştığı bir Alman subayla evlenir. Almanya’da 5, Amerika’da 3 yıl yaşar.

O yıllarda dönemin popüler sinema-magazin, haber dergisi Ses’e abone olmuştur. “Hep içimde sanatçı olmak vardı. Ben hiçbir zaman bebekle evcilik oynadığımı hatırlamıyorum. Hep güzellik yarışmalarını taklit ederdim oyunlarımda. Kendimi dergide yer alan ünlülerin yerine koyardım, onlar gibi şöhretli bir kadın olmak isterdim. Sanat ruhuma işlemişti” diye anlatır bir söyleşide o yıllarını(1) Ses dergisi sinemaya yeni yüzler kazandırmak için yarışma düzenliyordur. 1971 yılında Ses’in düzenlediği yarışmaya katılır ve Tarık Akan’ın birinci seçildiği yarışmada üçüncü olur. Aytaç Arman da ikinci olmuştur.

23 yaşındadır Deniz Erkanat ve iki çocuğu vardır. Yarışma sonrası 6 film şirketiyle anlaşma yapılır. Film çekimleri için Türkiye’ye gelip dönüyordur. Bu nedenle eşiyle sorunlar yaşar ve ayrılmak zorunda kalır; 5 yıl süren evliliğini sanat için, sinema için bitirmiştir.

Yarışma sonrası başrollerinde Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun’un olduğu 1971yapımı “Hayatım Senindir” adlı filmle kamera karşısına geçer. Melek Film adına Mehmet Dinler’in yönettiği filmin diğer rollerinde Münir Özkul, Aydın Tezel, Mualla Sürer, Muammer Gözalan, Zeki Alpan, Faik Coşkun, Renan Fosforoğlu gibi oyuncular yer alır. Aynı yıl Cüneyt Arkın ve Filiz Akın’ın başrolde olduğu “Küçük Sevgilim” filminde Alev rolüyle yer alır Deniz Erkanat.

Sinema oyunculuğuna başladığı yıllarda çalışma koşullarının da film çekme koşullarının da çok zor olduğunu söyleyen Deniz Erkanat, “Sinemacılar elleri öpülesi insanlardır. Bu eski Yeşilçam emekçileri gerçekten elleri öpülecek insanlardır” diyor. (a.g.y.)

Yaptığı söyleşide Habib Babar’ın “Umduğunuz şöhreti bulabildiniz mi?” sorusunu da şöyle yanıtlıyor Deniz Erkanat: “Hayır…  Çünkü ben tek başıma mücadele verdim. Benim hayatımda yönetmen sevgilim olmadı, benim hayatıma prodüktör girmedi. Benim arkam yoktu… Olamazdı da 2 çocuk annesiydim… Daha zirvede olmak için kendimden ödün veremezdim. Aşık olmadan birsini hayatınıza sokmak büyük bir saçmalıktır. Bedenim her zaman benim için çok kıymetlidir.”

Sinemada kentli zengin kız, aldatan eş gibi ikinci kadın rolleriyle yer edinen Deniz Erkanat filmlerde soyunmaz, çıplaklığı ve bedenini kullanmaz.

Her zaman başrol oyuncularının, yıldız oyuncuların daha çok para kazandığı sinemada Deniz Erkanat çok paralar kazanamasa da kimseye muhtaç olmadan yaşamını sürdürebilmek için kazandığını tutmayı, doğru değerlendirmeyi bilir. Evini, yazlığını, otomobilini alabilmiştir kazandıklarıyla; bir de binmeyi, kullanmayı sevdiği motosikletini almıştır. Birçok Yeşilçam emekçisinin sinemadan koptuktan sonra zor koşullarda yaşamayı sürdürürken; “akarken dolduracaksın, biz tutmasını bilemedik, hep öyle gidecek sandık” diyerek hayıflanmasını duyduk okuduk, dinledik.

Sinemada da işler hep öyle gitmedi gerçekten de. Daha önce yazılarımızda birçok kez anlattığımız gibi krizini çözemeyen, aile seyircisini kaybeden “sektör”, erotik filmler yaparak sokaktaki adamı salonlara çekeceğini, krizi aşabileceğini düşünerek ’70’lerin ortasında birçok oyuncunun sinemadan uzaklaşmasına ve “sektör olamamış sektörün” iyiden iyiye batmasına neden olan erotik komedilere, erotik avantürlere, seks filmlerine yönelir.

Deniz Erkanat da bu furya döneminde sinemadan uzaklaşır. Levent Kırca Tiyatrosunda sürdürür oyunculuğu. Sahneye çıkar, şarkı söyler, sahne şovları yapar, plaklar çıkarır, sahneye yenilikler getirir şovlarıyla. Timur Selçuk ve Onno Tunç’tan dersler almış, bir dans grubu kurmuştur. “Türkiye’de dansçılarla sahneye çıkan sanatçı modasını ben yaydım. Hakan Peker ilk dansçılarımdandı, Seyyal Taner’de benden sonra dansçılarla sahneye çımaya başladı” diye anlatır o günlerini.

OYUNCULUĞUMU GÖSTEREBİLECEĞİM BİR ROL

Gazino dönemi de kapandığında tekrar sinemada ve televizyon dizilerinde yer almaya başlar. Fakat artık ne eski sinema vardır ne de dizi sektöründe Yeşilçam oyuncularına ilgi… Sinema ve televizyon dizilerinde Yeşilçam oyuncularına yer verilmemesine üzülür ve bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirir:

“Set mutluluğumuzdur… Kamera sevdamız. Ancak bu sevdamızdan nedense uzak tutulduk… İstenmeyen insanlar olduk. Biz sinemanın cefasını çektik, onlar ise sefasını sürüyor… Hollywood’da emekçi oyuncuya saygı var. Tüm filmlerde mutlaka yer veriliyor. Ancak bizim yapımcılar bizden kaçıyor. Sanki vebalıyız… Ben, her çekilen sinema filminde veya dizide Yeşilçam emekçilerine yer verilmesi konusunda bir sinema yasasının çıkmasını istiyorum. Biz artık parada pulda değiliz. Zamanında hayatını kurtaran kurtardı. Ama kötü yaşantısı olan mağdur olan da var. Yazık çok yazık…” (a.g.y.)

1977-84 yılları arasında sinemadan, setlerden uzak kalan Deniz Erkanat “Fidan” (1984), Kuşatma (1986) ve “Sessiz Fırtına” (1989) adlı filmlerde yer alır. 1995 yılında Erler Film-Türker İnanoğlu yapımı “Çiçek Taksi”, 1997 yılında “Böyle mi Olacaktı” ve son olarak da “Ece” adlı dizide izleriz Deniz Erkanat’ı.

Sinema, sahne ve dizi hayatı tamamen bittiğinde Bodrum’a yerleşir, rehberlik yapar, yaptığı resim ve takıları satıp sürdürür yaşamını.

1971-1989 arasında 48 filmde, sonrasında 3 dizide yer alan fakat keşfedilemediğini, yok sayılıp görmezden gelindiğini düşünen Deniz Erkanat oyunculuğunu gösterebileceği bir rol beklentisini sürdürüyor.

Mesut Kara / Evrensel


(1) Habib Babar, www.oncevatan.com.tr/sanat-icin-esimden-ayrildim... 21.12.2020