16 Ağustos 2023 Çarşamba

Cumhuriyet Köşe - 16 Ağustos 2023 -

 


Parmağımdaki nasır (Barış Pehlivan-Cumhuriyet)

“Hiç canını sıkma kardeşim, yine baştan yazarız.”

27 yaşındaydım ve terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyordum. Koğuşlarımızın açıldığı cezaevi maltasında Barış Terkoğlu’nu gördüm. Avukat görüşünden dönüyordu.

Haftalar önce tutuklanmasaydık ilk kitabımızı yayınevine teslim etmiş olacaktık. İzin vermediler. 14 Şubat 2011 sabahı evimize gelen onlarca polis hem bizi hem tüm bilgisayarlarımızı ele geçirdi. Gardiyanların hızlıca koğuşa sokmaya çalıştığı Barış’a “Kitap da gitti, yazık oldu onca emeğe” diye bağırdım. Yanıtı, bu yazının ilk cümlesi oldu. Sahi, yazar mıydık? İyi de nasıl? Birbirimizi bile göremiyorduk ki...

Bir gün avukatımla o küçücük görüş odasında konuşuyorduk. Barış’ın bana yazdığı bir mektubu verdi, gizlice okumaya başladım. “Yazalım” diyordu. Dönemin Taraf gazetesi WikiLeaks belgelerini sansürleyerek yayımlıyor, Fethullahçıları zora sokacak bölümleri saklıyordu. Madem öyle, asıl şimdi yazmalı, bizi içeri atanlara kalemimizle meydan okumalıydık.

Gizli yazışmalarımız günlerce sürdü. Konuları paylaştık, iş bölümünü yaptık. Dışarıdaki dostlarımız belgeleri Türkçeye çeviriyor, onlarca sayfayı parça parça içeri sokuyorduk. Gece olduğunda da hücremizdeki o plastik masaya oturuyor, boş beyaz kâğıtlara elimizle yazmaya başlıyorduk. El yazılı sayfalar yine gizlice dışarıya çıkarılıyor, eşlerimiz tarafından bilgisayara geçiriliyordu. Kimse duyup engellemesin diye sakladığımız bu süreç aylar sürdü.

Bir gün Çağlayan Adliyesi’nde duruşmamız vardı. Ne güzel bir gündü, sanık sandalyesinde de olsak sevdiklerimizi görüyorduk. Sonra, Kırmızı Kedi Yayınevi’nin sahibi Haluk Hepkon’la göz göze geldik. Haluk ağabey onlarca jandarmanın arasından bir kâğıt uzattı bize. Kimse anlamadı ama kitap sözleşmesiydi.

Duruşmaya ara verildi. Adliyenin eksi 7. katındaki nezarethanedeydik. Orada imzaladık sözleşmeyi, mahkeme salonuna çıkarılınca geri teslim ettik. Artık heyecanla ilk kitabımızın çıkmasını bekliyorduk...

Ve o gün geldi. Koğuşta yerimde duramıyor ve kitaba dair gazetelerde çıkan haberleri tekrar tekrar okuyordum. Başarmıştık. Gazetecilikten tutuklanmış, tutuklu olsak da gazetecilik yapmıştık. Dünyada örneği var mıdır bilmiyorum ama biz Barış’la birbirimizi görmeden cezaevinde ortak kitap yazmıştık. Önsözünü de bir başka koğuşta abide gibi dik duran Doğan Yurdakul ağabey kaleme almıştı.

“Sızıntı/WikiLeaks’te Ünlü Türkler” kitabının çıkış öyküsü böyleydi. Bu topraklardaki adaletsizliklerin nasıl planlandığını gizli Amerikan belgeleriyle ortaya koyduk. İktidarın devlete yerleştirdiği terör örgütünün büyükelçilere verdiği kirli brifingleri duyurduk. Evet, kimine göre teröristtik ama aylarca en çok okunan bir kitabın yazarlarıydık da...

19 ay tutuklu kaldık. Gün geldi, devlet “Pardon” dedi, beraat ettik. Bizi yargılayan hâkimler kaçtı, bizi mahkeme önüne atan savcılar kaçtı, bizi takip eden polisler kaçtı. Bilirkişi diye önümüze attıkları şakirtler bile kaçtı. Biz ise iman tahtamıza memleket ve hürriyet yazdık.

Şimdi 40 yaşındayım. Barış’ın da benim de parmaklarımızda bir nasır halen duruyor. Bu satırları yazarken ona bakıyorum. Bundan 12 yıl önce ellerimizle yazdığımız kitabın nasırı, “Yine yazarız” diye bana sesleniyor.

Ve şimdi yine yeni bir mücadelenin içine giriyorum. Can güvenliğimin olmayacağını bilecek deneyimdeyim. Lakin kimsenin kuşkusu olmasın, yine yazacağım.

Ne güzel demiş Ahmet Telli“Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...”

Karşıdevrimin yolunu açanların yandaşı sözde cumhuriyetçiler (Zülal Kalkandelen-Cumhuriyet)

Yıllardır tekrarlanan bir görüş var. Diyorlar ki “Gericiliğin azmasının nedeni yaşanan ekonomik bunalımı gizleme çabası...”

Ben bu yoruma katılmıyorum. Ekonomik bunalımın çok ağır olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Neoliberal politikaların toplumun yoksul kesimlerini, işçi sınıfını ezerken gericilikle el ele ilerlediği de bir gerçek ama gericiliğin Türkiye’de yalnızca ekonomik durumu gizlemek için köpürtüldüğünü düşünmüyorum.

Çünkü “laikliğe karşı fiillerin odak noktası haline dönüştüğü” Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 10’u tarafından tespit edilen AKP’nin yönettiği bir ülkede gericiliğin yükselişinin tek ve birincil nedeni bu olamaz. Ekonomi iyi gitseydi de gericilik yükselecekti.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin ideologlarından Samuel Huntington’ın “ılımlı İslam”ı pazarlarken “Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur” diye yazdığını unutmadım. Böyle bir role soyunma hevesi içinde olduğu anlaşılan iktidarın laikliği hedef haline getirmesinin arkasında çok daha büyük projeler olduğunun da farkındayım.

Üstelik 21 yılda yaşadıklarımızı düşününce laiklik karşıtı çıkışların planlı bir şekilde tırmandırıldığını görüyorum.

Ne var ki ülkedeki dincileşmeye gereken şekilde karşılık vermeyen birtakım sözde Cumhuriyetçiler var... Seçim öncesinde olduğu gibi bu konular onların gündemine bir türlü girmiyor.

‘LAİKÇİ YOBAZLAR’ DİYEN ERBAŞ BU CESARETİ NEREDEN ALIYOR?

İnsan merak ediyor...

Siyasal İslamın ülkeyi ne hale getirdiğini görmüyorlar mı ki “gericilik yalnızca bahane” diyorlar?

Açıkça hilafet çağrıları yapılıp yasalara şeriatçı uygulamalar enjekte edildiğini görmüyorlar mı?

Kadınlara, LGBTİ’lere ve yaşam tarzına yönelik saldırılardaki artışın farkında değiller mi?

Parklarda el ele oturan sevgililere saldırıldığını duymadılar mı?

Eğitimdeki dincileşmenin hangi boyutlara vardığına, tarikat ve cemaatlerin toplumun hücrelerine nüfuz ettirildiğine tanık olmuyorlar mı?

Çalışma saatlerini cuma namazına göre düzenleyen genelgenin 2016’da Ahmet Davutoğlu’nun imzasıyla yayımlandığını, geçmişteki Danıştay ve Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın bu genelgeye yapılan itirazların reddedildiğini, CHP’nin de bu genelgeyi olumladığını bilmiyorlar mı?

Ders saatlerinin de cuma namazına göre düzenlenmesini isteyen cuma hutbesine karşı çıkanlara “laikçi yobazlar” diyen Diyanet İşleri başkanının bu cesareti nereden aldığını sormuyorlar mı?

Erbaş’ın o cesareti nereden aldığını bir daha söyleyeyim: Son 21 yılda adım adım “Karşıdevrim Tarikatı”nı kuran iktidardan ve onun karşısında gerektiği gibi durup laik Cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmayan muhalefetten!

Bunlar olurken susan sözde Cumhuriyetçiler de karşıdevrimin yolunu açan sahte muhalefetin yandaşıdır.

Gözlemevi’nden Facebook kullanıcılarına dolandırıcılık yapıldığı iddiası: 2 milyon Türk kullanıcı mağdur (Rengin Temoçin-Cumhuriyet)

Gözlemevi İnternet ve Toplum Araştırmaları Merkezi, sosyal medya üzerinden yapılan dolandırıcılık faaliyetlerine ilişkin hazırladıkları analizi paylaştı.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, “Yatırım fırsatı”, başlığıyla sunulan ve gerçeklik algısını artırmak için Boru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ) ve Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) logolarının da kullanıldığı paylaşımlar hakkında, “Dolandırıcılık girişimidir” açıklaması yapmıştı. 

Analiz ise şöyle: “Facebook üzerinden Türkiye’deki kullanıcılara reklam kampanyaları düzenleyen dolandırıcılar, Bakan Varank ve Selçuk Bayraktar gibi devletle ilişkili isimlerin fotoğrafını kullanıyor. BOTAŞ hisselerinin Türk vatandaşlarına sunulacağı iddia ediliyor. Güven uyandırmak için de Berat Albayrak, Kaan Yıldırım’ın da foroğrafını kullanıyorlar. En çok BAYKAR Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar’ın foroğrafıyla sahte içerik üretiliyor.” 

Gözlemevi İnternet ve Toplum Araştırmaları Merkezi’nin kurucusu Handan Uslu şunları söyledi: “Facebook’un sorumluluğundaki bu olayda, 24’ten fazla hesaptan 2 milyon Türk kullanıcısı mağdur edilmiş. Facebook’un ise bu faaliyetlerden 100 bin TL’den fazla gelir elde ettiğini gördük.” 

Üniversitelerin kadro alımı için verdiği ‘adrese teslim ilanlar’ engellenemiyor: ‘Kuklacı doçent’ arandı (Cengiz Karagöz-Cumhuriyet)

Muş Alparslan Üniversitesi’nde “Matematik ve Fen Bilimleri Eğitimi” bölümüne alınacak doçentin “Fen eğitiminde drama ve kukla alanında çalışmalar yapmış olması” istendi.

Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK), Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği’nde “adrese teslim atama” yapılmaması için madde eklenmesine karşın üniversitelerin kadro alımındaki “adrese teslim ilanlar” engellenemiyor. Bunun son örneği Muş Alparslan Üniversitesi’nde yaşandı. Üniversitenin matematik ve fen bilimleri eğitimi bölümü için alınacak “doçent” için “Fen eğitiminde drama ve kukla alanında çalışmalar yapmak” koşulu arandı. YÖK-Tez’in internet sitesinden incelendiğinde ise bu alanda tez yazan yalnızca bir kişinin olduğu görüldü.

Öte yandan geçen günlerde yayımlanan Bitlis Eren Üniversitesi’nde açılan doktor öğretim üyesi ilanında, “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi alanında doktora yapmış olmak ve misyonerlik ve mülteciler konularında çalışmaları bulunmak” koşulu arandı. Ayrıca Anadolu Üniversitesi’nde açılan doktor öğretim üyesi ilanında ise “İktisat alanında doktora mezunu olmak ve mutluluk ekonomisi konularında çalışmalar yapmış olmak” detaylı olarak belirtildi. Söz konusu başvuru şartları eğitimciler tarafından “adrese teslim ilan” olarak yorumlandı.

‘RAPOR NİTELİĞİNDE’

Konuya ilişkin Cumhuriyet’e konuşan Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay, bu tür uygulamaların eğitimi niteliksiz bir hale getirdiğini savundu. Özbay, “Bilimin, sorgulamanın, özgür düşüncenin yuvası olması gereken akademinin ne hale geldiğini gösteren en iyi örneklerden biri ise açılan kadro ilanları. Çoğu zaman kişiye özel tanımlar, bölümle ilgisi olmayan kriterler, gerici çevrelere yaranma ve onların isteklerini yerine getirme çabalarıyla dolu olan kadro ilanları, nasıl bir akademi yaratılmaya çalışıldığının adeta raporunu veriyor” diye konuştu.

‘BU BİR HAK GASPIDIR’

Eğitim-İş Genel Başkanı Özbay, bu tür kadro ilanlarının bir hak gaspı olduğunu ifade ederek şunları söyledi:

“Üniversitelerin gerçekten ihtiyaç duyduğu bölümlerde, bilimsel olarak faaliyet gösterebilecek onca akademisyen kadro bulabilmek için kapı aşındırırken üniversite kadrolarını böyle doldurmak, hem eğitim emekçilerine hem de o üniversitelere çağdaş bir eğitim almak için giden öğrencilere haksızlıktır.”

Yüzlerce ağaç kurutuldu (Cemil Ciğerim-Cumhuriyet)

Samsun Veteriner Kontrol Enstitüsü Müdürlüğü’nün bahçesinde bulunan yüze yakın ağaç kurutuldu, zemin ise toprakla dolduruldu.

Çam ağaçlarının kurutularak ve yok edilerek düz bir alanın açılması, bölgede inşaat yapılacağı iddialarını gündeme getirdi. 

‘ART NİYET ARANMALI’

Samsun Çevre Platformu (SAMÇEP) Sözcüsü Mehmet Özdağ duruma tepki göstererek “Her şeyden önce ‘Enstitü’ gibi araştırma yapan ve kendi alanında öğretime destek veren bir kamu kurumunun sorumluluğunda olan çam ağaçlarının göz göre göre yok edilmesinin hiçbir makul gerekçesi olmaz, kabul edilemez. Burada art niyet aranmalıdır. Kent içerisinde var olan 40-50 yıllık ağaçlar birer birer yok ediliyor. Her ağaç cinayetinden sonra aslında biz de eksiliyoruz” dedi. Kentin her ağaç kıyımından sonra daha da yaşanmaz hale geldiğini ifade eden Özdağ “Çünkü kent içinde ağacın olmadığı her alan bir ısı adasına dönüşerek sıcakların etkisini artırıyor. Yağış olduğunda ise yağışların toprak tarafından emilmeden doğrudan akışa geçmesine neden oluyor. Konuyu takip edeceğiz. Orman İşletme Müdürlüğü’ne başvuruda bulunup araştırılmasını isteyeceğiz” diye konuştu.

Hatay’da işgal ve direniş (Sinan Meydan-Cumhuriyet)

Sosyal medyaya düşen bir videoda Diyanet’in kadrolu bir imamı şöyle diyor: “Hatay’ın çoğunluğu Arap’tı... Hatay, 1938’e kadar Fransız işgalindeydi... Türkiye’de ezan yasağı 1932’de geldi. Fransızlar ezanı Hatay’ın Müslüman köylerinde, camilerinde yasaklamadılar. 1938’de Hatay Türkiye topraklarına katıldığında ilk yapılan iş ezanın yasaklanması oldu. Yani Fransız kâfirinin yapmadığı zulmü bu topraklarda yaptılar!

Evet! Vergilerimizle maaş alan bir imam, cemaatin gözünün içine bakarak yalan söylüyor. Hiç utanmadan, “Türkiye’de 1932’de ezanlar yasaklandı! 1938’de Hatay Türkiye topraklarına katıldığında ilk yapılan iş ezanın yasaklanması oldu!” diyor. Oysa Cumhuriyet, hiçbir zaman ezanları yasaklamadı. Camiler hep açıktı. Devlet, 1924’te Diyanet’i kurdu, Elmalılı Hamdi Yazır’a Kuran tefsiri yaptırdı, Kuran kursları açtı. Dini bayramlar özgürce kutlandı. 1932’de ezan Türkçe okunmaya başlandı. İbadete çağrı anlamına gelen ezanın Arapça dışında başka bir dilde okunamayacağı biçiminde bir dinsel hüküm mü var? Yok! Buna rağmen bu imam, ezanların Türkçe okunmasını, “Ezanlar yasaklandı!” diye çarpıtıyor. Çünkü Arapçayı kutsuyor. Çünkü din dilinin Türkçe olamayacağını düşünüyor. Çünkü “ezan” ve “din” üzerinden Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i yıpratmak istiyor.

Diyanet’in kadrolu İmamı asıl büyük yalanları Hatay konusunda söylüyor: 

Hatay’ın çoğunluğu Arap’tı…” diyerek tarihi çarpıtıyor. “Fransızlar ezanı Hatay’ın Müslüman köylerinde, camilerinde yasaklamadılar” diyerek Fransızların Hatay’da hoşgörülü, dine, kültüre saygılı, adil bir yönetim sergilediklerini ima ederek açıkça Fransız işgalini /mandasını övüyor. 

HATAY’DA FRANSIZ İŞGALİ 

30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Osmanlı, I.Dünya Savaşı’ndan çekildi. 9/10/14 Kasım 1918’de İngiltere ve Fransa, Mondros’a aykırı biçimde Antakya ve İskenderun’u işgal ettiler. İngilizler, İskenderun’u Fransızlara terk etti. 28 Kasım 1918’de Fransa Yüksek Komiserliği “İskenderun Sancağı”nı kurdu. Yerli halk, Fransız yönetimine karşı direniş kararı aldı. Fransız işgaline karşı ilk silahlı direniş 19 Aralık 1918’de Dörtyol’da gerçekleşti. Fransızlar, Dörtyol’u, Erzin’i işgal ettiler. Kuzuculu’da bazı Türkleri katlettiler. Bundan sonra Antakya, Altınözü, Reyhanlı ve Yayladağı çevresinde kurulan direniş örgütleri Fransız işgaline karşı direnmeye başladı. Kara Hasan Müfrezesi bölgedeki ilk direniş örgütlenmesinde büyük rol oynadı. 

Mustafa Kemal (Atatürk), Türk toprağı Hatay’ı da Misakı Milli içinde görüyordu. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusu bölgedeki yerel kuvvetleri örgütleyip her bakımdan destekledi. Bölgedeki direnişi örgütlemek için Atatürk subaylar görevlendirdi. Yarbay Özdemir Bey bölgedeki teşkilatlanmanın başına geçirildi. Tayfur Mursaloğlu (Sökmen) bölgeye komutan olarak atandı.

Fransızlar, 23 Temmuz 1920’de Kuseyr Harekâtı’nı gerçekleştirdi. Hatay köylerinde Fransız zulmünün en şiddetli olduğu yer Kuseyr’di. Fransızlar, istediklerini vermeyen köyleri yakacaklarını ve ellerindeki Türk esirleri idam edeceklerini bildirdiler. İsteklerini yerine getirmeyen Büyükburç ve Karasu köylerini yaktılar. Türklerin başarısız Belen Baskını’ndan sonra Fransızlar, Belen Gediği’nden Hassa’ya kadar 30’a yakın Türk köyünü baştan başa yaktılar. Milli direnişin öncülerinden yakalayabildiklerini hapsettiler. Halk, bu Fransız zulmü karşısında dağlara sığındı. Fransızlar, Samanlı Köyü’nde de köy halkını meydana toplayıp birçok masum insanı katletti. Bakarkaya Muharebeleri sırasında Fransızlar çekilirken önlerine gelen Türk köylerini de yaktılar. Halk dağlara kaçtığı için fazla kayıp verilmedi. Fransız zulmünden en çok etkilenen yerlerden biri de Hassa’ydı. Fransız işgal kuvvetleriyle birlikte Hassa’ya gelen Ermeniler, Fransız koruması altında buradaki Türklere şiddetli baskılar yaptılar. (Mehmet Mursaloğlu, Hatay’a ve Atatürk’e Adanan Bir Hayat, Tayfur Sökmen Hatay Devlet Reisi, İstanbul, 2017, s. 63-119)

Fransız işgali altındaki Hatay hiçbir zaman özgür olmamıştır. Antakya, İskenderun ve civarında Türkler, Fransız işgaline karşı direnişe geçmiş, 1918-1921 yılları arasında Fransızlarla Türkler arasında bölgede çok sayıda çatışma yaşanmıştır. Fransızlar, Türk direnişçileri öldürmüş, Türk köylerini yakmış, halk Fransız zulmünden korunmak için dağlara kaçmıştır.  

Bu nedenledir ki, 13 Temmuz 1919’da İskenderun Sancağı’na gelen bir ABD heyetine, bölge halkı, Türk idaresinden başka idare istemediğini bildirmiştir. 

ANKARA ANTLAŞMASI VE SONRASINDA HATAY   

Fransa ile TBMM hükümeti arasında 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması imzalandı. Ankara Antlaşması’na göre Fransa, Güney Anadolu’da işgal ettiği yerleri boşaltıp TBMM’ye bırakarak TBMM’yi tanıdı. Böylece Türkiye-Suriye sınırı çizildi. Ancak Hatay, sınırlarımız dışında Fransa mandası altında kaldı. Fakat TBMM, Hatay’a özel bir yönetim biçimi verdirmek için antlaşmanın 7. maddesini özellikle şöyle düzenletti: 

İskenderun bölgesi için özel bir yönetim rejimi kurulacaktır. Bu bölgenin Türk soyundan gelen halkı, kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacaktır. Türk dili orada resmi bir niteliğe sahip olacaktır.

Bu antlaşmaya ek olarak Fransız Delegesi H. Franklin Bouillon’un, Türk Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal’e (Tengirşek) verdiği imzalı mektuplara göre Türk uyruklular ve Türk bayrağı taşıyan gemiler ticaret için İskenderun Limanı’ndan serbestçe yararlanabileceklerdi. Hatay’da Türk çoğunluğun bulunduğu yerlere genelde Türk soyundan memurlar atanacaktı. 

Böylece Atatürk, Ankara Antlaşması ile Hatay’da Türk kültürünün, Türk dilinin, Türklerin haklarının korunmasını güvenceye aldırmış oldu. 1921 Ankara Antlaşması’nda belirlenen Türkiye-Suriye sınırı 1923 Lozan Antlaşması’nda aynen kabul edildi. 

15 Mart 1923’te Adana’ya giden Atatürk, kendisini karşılayan Hataylılara, “40 asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz. Günü gelecek siz de kurtulacaksınız” dedi.

1926’da Fransa, Ankara Antlaşması’na uygun olarak Hatay’da Özerk İskenderun Sancağı’nı kurdu. Ankara Antlaşması’na uygun olarak Hatay’daki Türk okullarında az çok Türkçe eğitim-öğretim yapılabildi. Atatürk’ün Türkiye’de yaptığı devrimlerden bazıları Hatay’da uygulamaya koyuldu. Ancak Fransa, zaman içinde Hatay Türklerine çeşitli baskılar yapmaya başladı. 

HATAY’DA FRANSIZ BASKISI

9 Eylül 1936’da Fransa ile Suriye arasında imzalanan bir antlaşmaya göre Fransa, Suriye’ye bağımsızlık veriyordu. Ancak Fransa, İskenderun Sancağı’nı (Hatay’ı) da Suriye’ye bırakıyordu. Bunun üzerine hemen harekete geçen Türkiye, 9 Ekim 1936’da Fransa’ya bir nota verdi. Türkiye, Suriye’ye verilen bağımsızlığın Hatay’a da verilmesini istedi. Türkiye, “bağımsız Hatay” için de hem Fransa ile görüşmeler yapacak hem de konuyu Milletler Cemiyeti’ne taşıyacaktı. 

1936 yılı sonunda gazeteler, “Hatay’da vaziyet gerginleşti. Türklerin mahkemesi görülmedi. Hatay’da baskı ve zulümler. Türklerin hakları devamlı çiğneniyor. Türklerin arazileri de yavaş yavaş ellerinden çıkmaya başladı” diye manşetler attı. Hatay Türkleri, bağımsızlık için protesto gösterileri yaptı. 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Belen’deki Türk abidesine çelenk koyan Türkler tutuklanıp mahkemeye sevk edildiler. Fransızlar, Hatay’da Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayan Türk Kız Lisesi’ni ve Yeni Gün gazetesini de kapattı. 

Fransa, 1936 yılı sonunda (14-15 Kasım 1936’da) yapılacak Suriye genel seçimlerine Hatay halkının da katılmasını istedi. Ancak Hatay Türkleri, Hatay’ın Suriye’ye bağlanmasını kabul etmeyerek Suriye seçimlerini boykot etti. Fransa, Hatay Türklerini zorla seçimlere sokmaya çalıştı. Fransa, seçimi boykot eden Türk ileri gelenlerini hapsetti ve sürgün etti. Ayrıca seçimlerde oy kullanmayanların üç yıl hapisle cezalandırılacağını duyurdu. Gazetelere yansıyan haberlere göre “Köylere gönderilen silahlı jandarmalar, halkın elini kolunu bağlayarak ve dayak atarak seçim sandıklarının başına getiriyorlar. Zulümden kaçmak isteyenleri Fransız jandarmalar öldürüyorlar... Fransızlar Antakya minarelerine makineli tüfekler yerleştiriyor.” Fransızlar 1 Aralık 1936’da Hatay’da sıkıyönetim ilan etti. 2-3 Aralık 1936’da gazeteler, “Sancak’ta korkunç facialar cereyan ediyor. Seçimden kaçan halk süngü ve dipçik darbeleri altında karakollara sürüklendi. 50 Türk ölü ve yararlı var... Lübnan’da da Müslümanlara ateş edildi, 70 kişi yaralandı” diye yazıyordu.

Türkiye, Hatay sorununu 26 Eylül 1936’da Milletler Cemiyeti’ne taşıdı. Konu 14-15 Aralık 1936’da Milletler Cemiyeti’nde görüşüldü. Milletler Cemiyeti, Ocak 1937’de Hatay’a üç kişilik bir gözlemci heyeti gönderdi. Bu sırada Fransa, Hatay’da Türklere baskıyı artırdı. 1937 yılı başlarında Türkiye’de Hatay’ın bağımsızlığı için mitingler yapıldı. 

Fransa, Atatürk’ün Türkiye’de yaptığı devrimlerin Hatay’da uygulanmasını istemiyor, sürekli güçlük çıkarıyordu. Türk gazeteleri, Fransızların Hatay’da “fesi ve takkeyi himaye ettiğini, şapka giyen Türk münevverlerini düşman bildiklerini” yazıyordu. 

27 Ocak 1937’de Milletler Cemiyeti temsilcisi Sandler, hazırladığı “Sandler Raporu”nda Hatay’ın “entite distincte” yani “ayrı varlık” olmasını önerdi. Milletler Cemiyeti Konseyi, Sandler Raporu doğrultusunda bir anayasa taslağı hazırlattı. Bu taslak, 29 Mayıs 1937’de kabul edildi. Böylece Hatay hukuki olarak “ayrı varlık” statüsü kazandı. Anayasaya göre Bağımsız Sancak (Hatay) Devleti kurulacaktı. Hatay Devleti bir cumhuriyet olacak ve 40 üyeli bir meclis tarafından yönetilecekti. 

Milletler Cemiyeti kararına göre Hatay’da seçimler 28 Mart ve 15 Nisan 1938’de yapılacaktı. Ancak Fransız temsilcilerin yanlı tutumları Hatay’da çeşitli olaylara neden oldu. Bunun üzerine Türkiye seçim yönergesine itiraz etti. Milletler Cemiyeti 19 Mart 1938’de Türk tezini kabul etti, seçim yönergesini ona göre yeniden düzenledi. Böylece Hataylılar istedikleri cemaat listesine yazılabilecekti. 

Seçim sürecinde Hatay Türklerine yine çeşitli baskılar yapıldı. Türklerin köyleri Suriyeli Araplar tarafından basıldı. Fransızlar nüfus kayıtlarını değiştirmeye çalıştı. Gazeteler, “Halep’ten kamyonlarla Hatay’a gönderilen Suriyeli delikanlılara nüfus kâğıtları verildi” diye yazıyordu. Birçok yerde Türk listelerine yazılmak isteyenlere izin verilmedi. Kurun gazetesi, “Türk mahallelerine bomba atıldı. Kadınlar da boğazlanmaya başlandı” manşetiyle çıktı. Baskılarla Hatay’da Türkler azınlıkta bırakılmaya çalışıldı. İşte tam da o günlerde Atatürk, çok hasta olmasına rağmen 19 Mayıs 1938’de kalktı Adana ve Mersin’de orduları teftiş etti. Fransa’ya ve Suriye’ye gözdağı verdi.

6 Haziran 1938’de Fransa, Hatay’da yönetimi Türklere bırakmak zorunda kaldı. Abdurrahman Melek vali olarak göreve başladı. 3 Temmuz 1938’de Türk-Fransız Antlaşması imzalandı. 4 Temmuz 1938’de Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki ilk Türk birliği Hatay’a girdi. Yeni bir seçim komisyonu kuruldu ve 22 Temmuz 1938’de çalışmaya başladı. 

Ağustos 1938’de Hatay Meclisi için seçimler yapıldı. Toplam 56 bin 613 kişiden oluşan ikinci seçmenlerin 35 bin 847’si Türk seçmenlerden oluşuyordu. Seçimler sonunda 40 milletvekilinden oluşan Hatay Meclisi’ne 22 Türk milletvekili seçildi. Hükümet üyelerinin tamamı da Türklerden oluştu. 2 Eylül 1938’deki ilk meclis toplantısında Abdülgani Türkmen Meclis Başkanlığına, Tayfur Sökmen de devlet başkanlığına seçildi. Başbakanlığa Abdurrahman Melek atandı. Atatürk, “Sancak” adını da Hatay’a çevirdi. Türk bayrağına benzer ay yıldızlı Hatay bayrağı kabul edildi. 

23 Haziran 1939’da Türkiye ile Fransa arasında imzalanan bir antlaşma ile Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması kabul edildi. Hatay Meclisi, 29 Haziran 1939’da oybirliği ile Türkiye’ye bağlanmaya karar verdi. 7 Temmuz 1939’da Hatay, Türkiye’nin 63. vilayeti oldu. 7 Temmuz 1939’da son Fransız birlikleri de Hatay’dan ayrıldı, kışladan Fransız bayrağı indirilerek Türk bayrağı çekildi. 

15 Mart 1923’te “40 asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz” diyen Atatürk, 31 Aralık 1936’da Başbakan İnönü’ye gönderdiği bir notta da “Hatay dediğimiz topraklar bütün kapsamlı anlamıyla Türk topraklarıdır…” demişti. Atatürk, Hatay’da Türk varlığının korunması halinde Hatay’ın anavatana katılacağından emindi. Bu nedenle 1921 Ankara Antlaşması ile Hatay’da Türk kültürünün korunmasını güvenceye aldırmıştı. 

Hatay’da Fransız işgalini öven o imamın iddiasının aksine 1918’de Hatay’ı işgal eden Fransızlar, Hatay’da Türklere büyük baskılar yapmıştır. Hatay, Türk çoğunluğuna dayalı demografisini koruduğu için 1938’de kurtarılmış, 1939’da vatan toprağı yapılabilmiştir.

(derleyen: mstfkrc)



soL KÖŞE -16 Ağustos 2023 -

Afetler için kurulan yeniden imar fonu kayıp (Kadir Sev-soL) 

Sessizliği ve eylemsizliği, Fonun kurgusunda yapılan yanlışlara yoramayız. Beklenen kaynak bulunamamış olabilir. Belki de bulunan kaynak, bilmemizin istenmediği alanlarda kullanılıyordur. 

Afet bölgesi ilan edilen alanlarda; imar, altyapı ve üstyapı çalışmaları için gerekli kaynağın sağlanması, yönetilmesi, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına aktarılması amacıyla 15.3.2023 günlü 7411 sayılı Yasayla kurulan, Afet Yeniden İmar Fonuna ulaşılamıyor.

Elektronik ortamda sitesi yok. Yasada “Hazine ve Maliye Bakanlığına bağlı olarak kurulmuştur” yazıyor ama Bakanlık internet sitesinde adı geçmiyor. Arama motorları da işe yaramıyor.

Yasada; “Fon kaynakları ve aktarımlarına ilişkin mali veriler en geç üçer aylık dönemler itibarıyla kamuoyuyla paylaşılır” yazıyor. Kuruluşundan bu yana 5 ay geçti; yayımlanmadı.

Yasallığı bir yana, var olup olmadığı bile kuşkulu. Yasa, örgüt yapısının ve görevlerinin Fonun çıkaracağı yönetmelikle belirlenmesini öngörüyor. Yönetmelik çıkarılmadı.

Çıkarılsaydı da yasal sayılamazdı. İdareye tanınan yetkilerin ilke, ölçüt ve sınırları yasalarla net olarak çizilmelidir. 7411 sayılı Yasada yetkiler belirlenmemiştir. İdareye, “yönetmelik çıkar, kendini biçimlendir” denilmektedir. Kurulmuş bir örgütü olmadığı için Yönetmeliğin hangi süreçlerden geçirilerek çıkarılacağı belirsizdir. Yönetmelik çıkarma yetkisinin Yönetim Kurulunda olduğu düşünülebilir. Ancak bu görüşün geçerliği olamaz. Çünkü Yasada yönetim kuruluna böyle bir görev verilmemiştir. 

Kısacası, Afet Yeniden İmar Fonu Yasasıyla, örgüt yapısı belirsiz, kurulma amacı doğrultusunda faaliyetinin olup olmadığını bilemediğimiz, yasalara uygunluğu kuşkulu, bir yapı kuruldu.

Yasayı çıkarmak için çok acele etmişlerdi. Kahramanmaraş merkezli depremlerin Ülke ekonomisine en az yüz milyar ABD doları yük getireceği hesapları yapılıyordu. Bir an önce imar çalışmalarına girişmek istiyorlardı. AKP’li 106 milletvekili 6 Mart 2023 günü, Meclis Başkanlığına yasa teklifi verdi. Komisyon ve Genel Kurulda sıkıştırılmış gündemle görüştürüldü; 15 Mart günü kabul edildi. 21.3.2023 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Sonrasını bilmiyoruz. 

Deprem bölgesinde sorunlar dağ gibi. Giderek boyutlanıyor üstelik. En basit, en kolay sorunlar bile çözüm bekliyor. Dahası, Ülkenin her yerinde her gün depremler oluyor. Yeni faylar oluşuyor.  Büyük depremler bekleniyor. 

Yeni depremler, yeni afetler demek. Böylesine bir ortamda Afet Yeniden İmar Fonu’nun sessizliğini bozmayışını hayra yoramayız.

Fon,  sermaye piyasalarından büyük tutarlarda borç bulabilmek amacıyla kurulmuştu. Finans kuruluşları, yasalarında öngörülen kısıtlardan bağışık tutuluyor. Bağış ve yardımların bütünü vergi matrahından düşülebiliyor. Dahası, kaynağın harcanmasında da yandaşların kolayca beslenebileceği ortam hazırlanmıştı.1

Sessizliği ve eylemsizliği, Fonun kurgusunda yapılan yanlışlara yoramayız. Beklenen kaynak bulunamamış olabilir. Belki de bulunan kaynak, bilmemizin istenmediği alanlarda kullanılıyordur. 

Siyaset, Ülkeyi yönetenlerden hesap sormak demektir. Öyleyse soralım…

  • 1.Afet Fonu hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşmak isteyenler, Sol haber portalında yayımlanmış iki yazıma bakabilir. İnşaat Sektörüne Yeni Kaynak: Afet Yeniden İmar Fonu (soL haber 8.3.2023) Afet Gerekçesiyle Kurulan Fon Ve Ötesi… ( soL haber 22.3.2023)
Bozcaada'da 'ayakbastı parası' muamması (YALÇIN CUĞ-SOL)

CHP'li Bozcaada Belediyesi'nin adaya gelen yurttaşlardan para talep ettiği ve ceza kesmekle tehdit ettiği iddia edildi. Belediye iddiayı yalanladı ancak detay vermedi.

CHP'li Bozcaada Belediyesi'nin elektrik ve su faturası borcu nedeniyle, adayı ziyaret eden yurttaşlardan 50 TL talep ettiği ve söz konusu ödemenin yapılmaması durumunda belediyeye bağlı zabıta ekipleri tarafından 468 lira bedelinde ceza kesileceğine yönelik tehditte bulunduğu iddia edildi.

soL'un ulaştığı Bozcaada Belediyesi yetkilisi, söz konusu iddiayı yalanlarken,  iddiaya ve paylaşılan faturaya ilişkin herhangi bir açıklamada bulunmadı.

Elektrik borcu nedeniyle taşınmazlar satışa çıkartıldı

Adanın elektrik ihtiyacını karşılayan Uludağ Elektrik Dağıtım A.Ş. (UEDAŞ),  yaklaşık 5 milyon TL değerindeki alacağı için mahkemeye başvurmuş ve mahkeme, Bozcaada Belediyesi'ne ait taşınmazlara ipotek koyulmasına yönelik karar almıştı.

Bozcaada Belediye Meclisi'nin temmuz ayı toplantısında, UEDAŞ'a olan borçlar nedeniyle belediyeye ait 6 taşınmazın satılması teklif edildi. Teklif, CHP'li bir meclis üyesi hariç tüm üyeler tarafından onaylanarak kararlaştırıldı.

'Fatura borçları için 50 TL istendi' iddiası

Belediye meclisinin elektrik faturası borcunu kapatmak üzere belediye  taşınmazlarını satma kararının ardından, belediye görevlilerinin adayı ziyaret eden yurttaşlardan feribotla dönüş sırasında 50 TL talep ettiği iddia edildi. Söz konusu ödemenin, belediyenin elektrik ve su faturası borçlarına karşılık olarak istendiği öne sürüldü.

Ödeme yapılmaması durumundaysa belediye görevlisinin "İtiraz edip ödemezseniz, elli metre ilerde ki zabıtaya haber veriyoruz size 468 lira ceza kesiyor" dediği iddia edildi.

Konuya ilişkin sosyal medya üzerinden paylaşılan bir görselde Bozcaada Belediye Başkanlığı'na ait fiş paylaşıldı. Belediye fişindeki harcama kısmında yer alan "otomobil" başlıklı harcama tutarının 50 TL olduğu görüldü.

Belediye iddiayı yalanladı, herhangi bir açıklama yapmadı

soL, konuya ilişkin Bozcaada Belediyesi'ne ulaştı. Bozcaada Belediyesi Yazı İşleri'nden yetkili, iddiayı yalanladı.

Yetkili, iddiaya dair yalnızca "Kesinlikle yalan" ifadesini kullandı. Yetkili başka herhangi bir açıklamada bulunmazken, iddiaya konu olan söz konusu faturayla ilgili olarak herhangi bir yorum yapmaktan kaçındı.

Oppenheimer: Antikomünist bir trajedi (Fatih Yaşlı-soL)

O da Mccarthyci 'cadı avından kaçamayacak, bir komünist olarak Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi’ne ve Sovyetler Birliği’ne nükleer sırları sızdırdığı iddia edilecekti.

Nazım Hikmet 1953 yılında yazdığı “Davet” adlı şiirinde ABD’nin Sovyetler’e yönelik nükleer silaha dayalı stratejisinin işe yaramayacağını şöyle anlatıyordu: 

Buyurun” deniyor size,
“buyurun, oturun,” deniyor size,
“konuşup anlaşalım Mister.”
Siz ter ter tepiniyorsunuz.
“Bizde atom bombası var,” diyorsunuz.
“Ondan bizde de var,” deniyor size.
“Ama,” diyorsunuz, “bizde hidrojenlisi de var.”
“Ondan da var bizde,” deniyor size.
“Ama,” diyorsunuz, “bizde,” diyorsunuz…
Boşuna nefes tüketiyorsunuz.
“Sizde, orda, ne varsa,” deniyor size,
“burda bizde de var ondan.

Nazım hem politik hem şair de kimliğiyle “nükleer hakikati”nin farkındaydı. ABD istediği kadar silah teknolojisini geliştirsin Sovyetler kısa süre içerisinde onu yakalıyor ve aynı silahı üretmeyi başarıyordu. Bu da hem ABD’nin nükleer üzerinden üstünlük geliştirme stratejisini boşa düşürüyor hem de silahlanma yarışını gereksiz ve saçma kılıyordu. Yapılması gereken şey oturup konuşmak ve bir silahsızlanma süreci başlatmaktı ama ABD buna yanaşmıyordu; çünkü iktidar artık antikomünist askeri-endüstriyel kompleksin elindeydi ve silah üretimi Amerikan kapitalizmi için sermaye birikiminin en önemli unsurlarından biri haline gelmişti. 

Şu günlerde sinemalarda hayat hikâyesini izlediğimiz “atom bombasının mucidi” Robert Oppenheimer’ın bir kahramandan bir vatan haine dönüştüğü ve komünistlikle damgalandığı süreçteki kritik evrelerden biri tam da Nazım’ın şiirinde de adı geçen hidrojen bombası meselesiydi ve aslında Oppenheimer o tarihlerde komünizmden çoktan uzaklaşmışsa da ister atom ister hidrojen bombası olsun nükleer silahların bir işe yaramayacağı ve insanlığı bir felakete sürüklediği konusunda Nazım’la hemfikirdi. 

Komünizme karşı icat edilen silah: Nükleer bomba 

ABD bir “süper bomba” yapma planını Sovyetler 1949 yılında atom bombası yapmayı başardığında hayata geçirmeye karar verdi. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’de patlatılan iki bomba yüz binlerce kişiyi öldürmüş ve ABD’nin kendisini dünyaya yeni hegemon güç olarak sunmasının nişanesi olarak kullanılmıştı. Öte yandan ABD yönetici sınıfı uzun yıllar boyunca Sovyetler’in atom bombası yapamayacağına kendisini inandırmıştı. Hatta ABD keşif uçakları bombanın yarattığı radyoaktif serpintiyi tespit edip bildirdiklerinde Beyaz Saray’dakiler ve Başkan Truman günlerce bunun mümkün olmadığını düşünmüştü. 

ABD’li yöneticilerin Sovyetler’in gerçekten de atom bombası yaptığını anladıklarında verdikleri tepki bir anlaşma ya da uzlaşma sürecini başlatmak değil, Sovyetler karşısında ne olursa olsun mutlak bir nükleer üstünlük kurmaya girişmek oldu. Sahiden de izleyen bir yıl içerisinde ABD’nin nükleer silah stoku dörde katlandı. On yılın sonunda ABD’nin elindeki nükleer başlık sayısı 300’den 18 bine çıkacak ve elli yıl boyunca ABD 5.5 trilyon dolar harcayarak 70 binden fazla nükleer silah üretecekti. 

ABD’nin hidrojen bombası yapımına giriştiği günlerde Oppenheimer “Bu silahın kullanılması sayısız insanın hayatını yok edecek. Bu sadece askeri veya yarı askeri amaçlarla maddi binaları imha için kullanılacak bir silah değildir. Bu nedenle kullanımı atom bombasından bile çok daha fazla sivil nüfusu yok etme amacı taşır” diye yazıyordu. Buna göre Hiroşima’daki bomba 15 bin ton TNT’lik bir patlayıcı etkisine sahipken hidrojen bombası 100 milyon ton kuvvetinde bir patlamaya yol açabilirdi. Oppenheimer ABD’nin bu tür bir bomba peşinde koşmak yerine dünyanın nükleer silahlardan arındırılması ve nükleer teknolojisinin barışçıl amaçlarla kullanması için uluslararası bir çalışma yürütmesi gerektiğini savunuyordu. 

Oppenheimer’ın “komünistliğinin” tekrar hatırlanmasının ve hedef tahtasına yerleştirilmesinin nedeni tam olarak buydu: O, Manhattan Projesi ile atom bombasını icat eden ekibin başındaydı ama bombanın Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılmasının ardından nükleer silahlara karşı açıktan cephe almıştı. O tarihten itibaren de FBI tarafından komünist bağlantılarını açığa çıkarmak için tekrar sıkı bir şekilde takibe alınmış, evi ve telefonları dinlenmiş, çöpleri bile belki işe yarar bir şeyler çıkar diyerek karıştırılmıştı.

Oppenheimer ve diğer bilim insanları Manhattan Projesi’ne Nazilerden önce bir nükleer bomba geliştirmek ve böylece insanlığı faşizmden kurtarmak gibi bir misyonla dâhil olmuşlardı. Oysa Naziler nükleer bombaya ulaşamadan savaşı kaybetmişlerdi. Kaldı ki ABD istihbaratı 1943 civarı Nazilerin nükleer bir bomba geliştirmekten çok uzak olduğunu tespit etmişti. Asla Naziler kadar güçlü olmayan Japonlar ise resmi olarak savaşı kaybetmemişti ama yenileceklerini anlamışlardı, bu yüzden de ABD’yle teslimiyete dair gayri resmi pazarlıklara başlamışlardı. 

Ancak ABD bombayı kullanmakta kararlıydı ve Almanya teslim olduğuna göre elde Japonya kalıyordu. Esas amaç ise şimdilerde iddia edildiği üzere savaşın uzamasını ve ölü sayısının artmasını engellemek değildi. Esas amaç çok net bir şekilde kendi batısında Berlin’e kadar ulaşan Kızıl Ordu’nun doğuda da Japonya’ya girmesinin önüne geçmek ve savaş sonrası kurulacak düzende Sovyetler’e karşı ABD’nin elini güçlendirmekti. 

Projenin gerçekleştirildiği Los Alamos’taki üssün komutanı Korgeneral Groves’un Oppenheimer’ı bombanın Potsdam’da Stalin, Churchill ve Truman’ın bir araya gelmesinden önce denenmesi için sıkıştırmasının nedeni de zaten buydu. Deneme başarılı olduktan sonra Truman Stalin’e bombadan yarım ağızla bahsetmiş, anılarında da bunu “Stalin’e laf arasında elimizde olağanüstü tahrip gücü olan yeni bir silah olduğunu söyledim. Rusya lideri buna özel bir ilgi göstermedi” diye anlatmıştı.

Oppenheimer “bombanın mucidi” olarak bir yandan bilimin ve açığa çıkardığı gücün büyüsündeydi ama bir yandan da büyük bir pişmanlığın içerisindeydi. Hiroşima ve Nagazaki’nin vurulmasının ardından ABD Başkanı Truman’la yaptığı görüşmede ona “Bay Başkan, ellerimde kan görüyorum” demişti. O tarihten itibaren de atom enerjisinin nasıl kontrol altına alınması gerektiğine dair çalışmaların içerisinde yer almış, buna dair girişimlere öncülük etmişti. 

Oppenheimer’a göre büyük güçler nükleer enerjinin barışçıl kullanımı için bir ortak atom enerjisi komisyonu kurmalıydı, farklı ülkelerden bilim insanları düzenli olarak bir araya gelmeli ve keşiflerini birbirleriyle paylaşmalıydı, böylece herhangi bir devletin gizlice nükleer silah üretmesi de engellenebilecekti, tüm bunlar için ise ülkeler egemenliklerden kısmet feragat etmeli, uluslararası bir işbirliği sağlanmalıydı. 

Oppenheimer’ın kısa süre içerisinde gözden düşmesinin ve komünistlikle damgalaması esas nedeni tam olarak bu nükleer karşıtı ve barış yanlısı tutumuydu. ABD’de Soğuk Savaş’ın ve antikomünizmin en hızlı zamanları yaşanıyordu ve o da Mccarthyci “cadı avı”ndan kaçamayacak, bir komünist olarak Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi’ne ve Sovyetler Birliği’ne nükleer sırları sızdırdığı iddia edilecekti. 

Oppenheimer’ın ve insanlığın trajedisi

Peki Oppenheimer sahiden de bir komünist miydi, komünist partiyle ve Sovyetler Birliği’yle bir bağlantısı var mıydı? 

Aslında Oppenheimer uzun yıllar boyunca siyasetten uzak durmuş ve sadece bilimsel çalışmalarına yoğunlaşmıştı ama Hitler’in iktidara gelişiyle birlikte durum değişmişti. Oppenheimer’ın ailesi Yahudi’ydi ve uzun yıllar önce Almanya’dan ABD’ye göç etmişlerdi. Şimdi ise çok sayıda Yahudi bilim insanı Nazilerden kaçıyor ve ABD’ye sığınıyordu. Onlara yardım için oluşturulan fona katkı sunmak onun ilk politik faaliyetlerinden biri oldu. Öte yandan “New Deal”ın damgasını vurduğu 30’lar ABD’sinde hem işçi hareketi yükseliyor hem de komünist parti güçleniyordu. Entelektüeller ve bilim insanları hem ABD’de daha eşitlikçi bir toplum istiyor hem de faşizmi durduracak tek gücün SSCB olduğunu görüyorlar ve komünist fikirleri benimsiyorlardı. 

Oppenheimer, özellikle ABD Komünist Partisi üyesi Jean Tatlock’la tanışıp sevgili olduktan sonra komünizme ve partiye ciddi bir sempati duymaya başladı. Partinin çeşitli örgütlenmelerine ve etkinliklerine katıldı. İspanya iç savaşı esnasında faşistlere karşı cumhuriyetçilere destek kampanyalarına dâhil oldu, bağış ve imza topladı. Sendikal faaliyetlerin içerisinde yer aldı, çalıştığı laboratuvarda bir sendika örgütlemeye bile kalkıştı. Muhtemelen hiçbir zaman doğrudan parti üyesi olmadı ama Manhattan Projesi’ne dâhil olana kadar fikri düzlemde partiyle birlikte hareket etti. Hayatındaki insanların, arkadaşlarının, dostlarının çoğu komünistlerdi ve üstelik bunların çoğu parti üyesi olarak aktif siyasetin içerisindeydiler.

Projeye dâhil olmasıyla birlikte komünizmle teorik ve pratik bağlantısı iyiden iyiye zayıfladı ve proje onu giderek daha fazla bir şekilde Amerikan devletine ve genel olarak iktidara yaklaştırdı. Bombaya dair kafasındaki çelişkiler de hayatını adeta bir trajedi olarak yaşaması da aslında bunun ürünüydü. Bir yandan bombanın yapılması için elinden geleni yaparken ve bunun vatandaş olmaktan kaynaklı bir sorumluluk olduğunu düşünürken bir yandan da kullanılmasını engelleyebileceğini düşünüyor, bunun için çalışıyordu. 

Ancak bu olmadı; çünkü ABD devlet aygıtı ve askeri-endüstriyel kompleks içeride ve dışarıda komünizme karşı mücadeleyi siyasetinin merkezine koymuştu ve bunun için nükleer bombalara ihtiyaç vardı. Tam da bu nedenle o bombaların yapımında en çok emeği geçen kişi, yani Oppenheimer dahi komünistlikle suçlandı, saygınlığı ve itibarı ayaklar altına alınmaya çalışıldı.

Bugün geldiğimiz noktada ABD için sosyalizm ya da Sovyetler Birliği diye bir tehdit yok ama nükleer savaş, ekolojik felaket de eklenmiş bir şekilde büyük bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Komünizmin ve Sovyetler’in olmadığı bir dünya eskisine göre daha güvenli, daha adil, daha eşit bir yer değil. Tam aksine insanlık hızlı bir yıkıma, distopik ve trajik bir geleceğe doğru sürükleniyor. Bu trajik gidişatı durdurabilecek tek şey ise komünizmin küresel ölçekte yeniden sahneye çıkması. Bunun slogan atmak değil hakikatin ta kendisi olduğunun altını ısrarla çizerek söylemek gerekiyor ki eğer insanlık yakın bir gelecekte dünya çapında yeni bir devrimci dönemi açamazsa bizi barbarlığın süreklileşmesinden başka bir şey beklemiyor.

Ordu Büyükşehir Belediyesi 65 milyona 165 araç kiraladı (soL)   

Kamuda Tasarruf Genelgesi'nde kamuya resmi taşıt alımı ve kullanımında tasarrufa gidilmesi önerilirken, kurumlar araç kiralamaya ara vermedi.

Son tasarruf genelgesi, kamuya resmi taşıt alımı ve kullanımında tasarrufa gidilmesi uyarısında bulunurken, kamu kurumları hız kesmeden araç kiralamaya devam ediyor.

Sözcü'den Deniz Ayhan'ın haberine göre, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) 50 milyon 777 bin 750 TL, Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) 14 milyon 391 bin 360 TL, Türkiye Elektrik Dağıtım AŞ (EDAŞ) 16 milyon 645 bin 385, Devlet Demiryolları Taşımacılık A.Ş (TCDD) de 15 milyon 429 bin 553 TL'lik araç kiraladı. Devlet Malzeme Ofisi (DMO) ise iki araca 2 milyon 107 bin 800 TL ödedi.

Kamuda Tasarruf Genelgesi'nin hemen ardından kamu kurumları araç kiralama ihalelerine devam etti, yeni sözleşmeler yapıldı. Bu kapsamda SGK 4 Temmuz 2023'te ihale düzenleyerek, 36 ay süreyle 40 adet araç kiralayacağını duyurdu. İhale süreci, 17 Temmuz'da yayımlanarak, yürürlüğe giren tasarruf genelgesine karşın durdurulmadı ve 1 Ağustos 2023'te bir filo firması ile 50.7 milyon TL'lik sözleşme imzalandı.

Ordu Belediyesi'ne 65 milyona 165 tane araç

SPK da 28 Temmuz 2023'te imzaladığı 14.3 milyon TL'lik sözleşme ile iki yıllığına 30 araç kiraladı. TEDAŞ Genel Müdürlüğü ise 26 Temmuz 2023'te, 16.6 milyon TL'ye bir yıllık süryle araç kiraladı.TCDD de 3 ay süreyle kullanmak üzere 28 Temmuz 2023'te 15 milyon 429 bin 553 TL'lik araç kiraladı. Öte yandan AKP'li Ordu Büyükşehir Belediyesiise 1 Ağustos 2023'te sözleşme imzalayıp, 64 milyon 988 bin TL'ye bir yıllığına 165 araç kiraladı. AKP'li Malatya Yeşilyurt Belediyesi de 31 Temmuz 2023'te sözleşme imzalayarak, 7 milyon 716 bin TL karşılığında araç kiraladı.

Devlet Malzeme Ofisi satın aldı

Devlet Malzeme Ofisi (DMO) ise 5 Temmuz 2023'te ihaleye çıkarak, bir adet Toyota Hilux 24 D-4D 4×2 Adventure A/T metalik galaksi beyaz renk araç satın alacağını duyurdu. Tasarruf genelgesine karşın ihale süreci işledi ve 27 Temmuz'da ihale onaylandı. DMO, araç için 961 bin 400 TL ödedi. DMO, 31 Temmuz 2023'te tekrar ihaleye çıkarak, bir adet Toyota Hilux 24D-4D 4X4 Hi-Cruiser A/T, metalik gri renkli araç aldı. Kurum araç için 1 milyon 146 bin 400 TL ödedi.

Çaya üç ayda üçüncü zam (soL)

Çaykur, çay fiyatlarına yüzde 4,5 zam yaptı. Son üç ayda üçüncü zamla çayın fiyatı haziran başına göre yüzde 63,6 arttı.

Türkşeker’in şeker fiyatlarına zamları sürerken, benzer bir hamle Çaykur’dan geldi. Çaykur, çay fiyatlarına haziran başından bu yana üçüncü kez zam yaptı.

8 Haziran’da kuru çay fiyatlarına yüzde 43 zam yapan Çaykur, ikinci zammını 14 Temmuz’da yüzde 9,5 oranında açıklamıştı.

BloombergHT’den İrfan Donat’ın haberine göre 15 Ağustos itibariyle çaya yüzde 4,5 oranında üçüncü bir zam daha geldi.

Böylece Çaykur’un kuru çay fiyatları 8 Haziran’dan bu yana son üç ayda toplam yüzde 63,6 oranında zamlandı. Yeni fiyat listeleri, toptan satan şirketlere gönderilmeye başladı.

CHP'li belediyenin 29 yıllığına kiraya vermek istediği alan için yurttaşlardan protesto (soL)

CHP'li Marmaris Belediyesi tarafından alınan kararla 29 yıllığına kiraya verilmek istenen Cumhuriyet Meydanı'nda bir araya gelen Marmarisliler kararın geri çekilmesini talep etti.

Muğla'nın Marmaris ilçesine bağlı İçmeler Mahallesi'nde bulunan Cumhuriyet Meydanı, CHP'li Marmaris Belediyesi tarafından alınan karar ile 29 yıllığına kiraya verilmek isteniyor. Belediye meclisinden geçen karar doğrultusunda kiraya verilmek istenen yeşil alana ticari dükkanlar, otopark, çok amaçlı salon ve pazar yeri yapılması planlanıyor.

Kararı protesto etmek için 14 Ağustos akşamı Cumhuriyet Meydanı'nda bir araya gelen yurttaşlar, söz konusu kararın geri çekilmesini talep etti.

Marmaris Ağaçlandırma ve Doğa Koruma Derneği adına konuşan dernek başkanı Ali Demirtaş, "Bu meydanın 29 yıllığına şirketlere kiraya verilmesinin hiçbir kamu yararı yoktur. Karar acilen geri alınmalı, iptal edilmeli, kamunun malı kamuya kalmalıdır" dedi.

Demirtaş, karara dair hukuki süreç başlatıldığını aktardı.

'Birtakım şirketlere peşkeş çekilmeye çalışılıyor'

Demirtaş'ın konuşmasından öne çıkanlar şöyle:

"İçmeler Cumhuriyet Meydanımız ve yeşil alanlar bildiğiniz üzere CHP’li belediye kararı ile seçimlere sayılı günler kala apar topar 29 yıllığına kiralama yoluyla, birtakım şirketlere peşkeş çekilmeye çalışılıyor. Bu yeşil alana ticari dükkanlar, otopark, çok amaçlı salon ve pazar yeri yapılması kararı belediye meclisinden geçmiştir. Mahallemizin toprağına, suyuna, hayvanlarına, yaşam mekânlarına ve çevresine duyarlı vatandaşlar olarak bu prestij projesine itiraz ediyoruz.

Buranın halka ait olarak kalması için tüm hukuki yolları başlattık. Çünkü bu meydanın 29 yıllığına şirketlere kiraya verilmesinin hiçbir kamu yararı yoktur. Buna izin verilmesi, böyle önemli bir turizm merkezi olan İçmeler için tam bir katliamdır.

'Kamunun malı kamuya kalmalıdır'

Bölgemizde ticari faaliyet alanlarına değil meydanlara, yeşil alanlara ihtiyaç vardır. Bu bölgede betonlaşmaya yenik düşmek yerine gelecek kuşaklara bırakabileceğimiz yeşil alanların korunması hatta bu tür alanların çoğaltılması gerektiği halkımız tarafından önem arz etmektedir. Aynı zamanda meydanımız çevrede daha geniş başka bir yapısız alan olmadığı için resmi olarak AFAD’ın belirlediği afet acil toplanma alanıdır. 29 yıllığına kiralama usulü ile ticari dükkanlar, otopark, çok amaçlı salon ve pazar yeri adı altında betonlaşma ve çıkar amaçlı rant projeleri yerine, alanın tamamının daha da yeşil alan haline getirilerek ve bakımının da yapılarak halkın kullanımına açılmasını talep ediyoruz. Marmaris Belediyesi'ni mahalle halkının taleplerine de kulak vermeye davet ediyoruz.

Bir karış ortak yaşam alanımız kalacak mı, nefes alabilecek miyiz? Karar acilen geri alınmalı, iptal edilmeli, kamunun malı kamuya kalmalıdır. Prestij projesi adı altında betonlaştırmak İçmeler yararına bir hizmet değildir. İçmeler yaşayanları olarak bu projenin mevcutta uygun olan başka bir alana yapılmasını istiyoruz.

Cumhuriyet Meydanımızın geleceğe bırakabileceğimiz bir meydan olarak korunmasını talep ediyoruz. Marmaris Belediyesi’nin bu yanlıştan bir an önce döneceğini ve bir açıklama yapacağını umuyoruz. Beton meydan istemiyoruz!"

Referandum yapılacak

Marmaris Belediye Başkanı Mehmet Oktay, karara ilişkin 16-17 Ağustos tarihlerinde referandum yapılacağını açıkladı.

Oktay'ın sosyal medya üzerinden konuya ilişkin yaptığı açıklama şöyle:

"Söz verdiğimiz gibi; açık, şeffaf, halkın yanında olmaya, ortak akılla çözüm bulmaya devam edeceğiz. Yaptığımız tüm çalışmalarda vatandaşlarımızın talepleri önceliğimiz olacak.

İçmeler'de de son kararı halkımız verecek. Bir kez daha 16 - 17 Ağustos'ta yapacağımız referanduma İçmeler sakinlerini davet ediyorum.

Gelin ortak akılla bu kenti geleceğe birlikte taşıyalım."

(derleyen: mstfkrc)

                                                                  


15 Ağustos 2023 Salı

KISA KISA GÜNDEM (15 AĞUSTOS 2023)

 

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Barış Pehlivan, 5'inci kez cezaevine girdi. Pehlivan'ın denetimli serbestlik başvurusunun kabul edilmemesi halinde 8 ay cezaevinde kalması bekleniyor. Cezavine girmeden önce avukatı Hüseyin Ersöz'ün bürosunda açıklama yapan Pehlivan, "Türkiye'de sadece gerçekleri yazdığı için, sadece gazetecilik yaptığı için insanlar hapse giriyor. Benimkisi sadece bu büyük kavgada, bu okyanusta bir kum tanesi" ifadelerini kullandı.(https://www.birgun.net/haber/baris-pehlivan-5-inci-kez-cezaevine-girdi-461013)

Para yutan dev ordu (Mustafa Bildircin-Birgün)

Dev bütçesi ve harcamaları nedeniyle tartışılan Diyanet, 36 milyar TL’lik 2023 bütçesiyle de yetinmedi. Başkanlık, toplam 50,4 milyar TL’lik harcama öngördü.
Diyanet İşleri Başkanlığı, 2023 yılının ilk yarısına yönelik mali tablolarını gecikmeli olarak açıkladı. Hemen her yıl dev bütçesi nedeniyle tartışılan ve ekonomik krizi yok sayan harcamalar imza atan başkanlığın, 2023’ün Ocak-Haziran döneminde de rekor harcamaya imza attığı belirlendi. Diyanet’e, 2023 yılı başlangıç ödeneği olarak tahsis edilen 36 milyar 186 milyon 653 bin TL’nin 19 milyar 693 milyon 907 bin TL’si altı ayda tüketildi. Başkanlık, 2023 yılının sonuna kadar 50 milyar 486 milyon 761 bin 900 TL harcayacağını açıkladı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2023 yılının ilk yarısında yaptığı toplam harcama, 2022 yılının aynı dönemine oranla yüzde 99 arttı. Toplam 150 bine dayanan personel sayısıyla dev bir orduyu anımsatan başkanlığın, yalnızca personel giderindeki artış kayıtlara, yüzde 98 olarak geçti. Başkanlık, Türkiye genelindeki 141 bin 740 personeli için 16 milyar 105 milyon 928 bin TL’lik harcamaya imza attı. Başkanlığın mali tablolarında, personel giderinin 2023 yılı sonu itibarıyla yıllık toplam bütçenin de üzerine çıkarak 41 milyar 995 milyon 605 bin TL olarak gerçekleşmesi öngörüldü. Diyanet’in, “Mal ve Hizmet Alım” kaleminden yaptığı harcamalardaki artış da dikkati çekti. Başkanlık, 2022 yılının ilk yarısında 292 milyon 786 bin TL’lik mal ve hizmet alım harcamasını, 2023 yılının ilk yarısında yüzde 77’lik artış ile 520 milyon 459 bin TL’ye ulaştırdı. Diyanet’in, “Mal ve Hizmet Alım” kaleminden yaptığı harcamaların detayları şöyle kaydedildi: •Tüketime Yönelik Mal ve Malzeme Alımları: 344 milyon 46 bin TL,

•Yolluklar; 110 milyon 167 bin TL, •Görev Giderleri: 5 milyon 203 bin TL, •Hizmet Alımları: 48 milyon 789 bin TL, •Temsil ve Tanıtma Giderleri: 427 bin 606 TL

VAKIFLARA PARA AKIYOR: Mali rapora göre Diyanet, Ocak-Haziran 2023 döneminde, “Kar amacı gütmeyen kuruluşlar” adı altında faaliyet gösteren vakıf ve derneklere toplam 137 milyon 656 bin TL aktardı. Vakıf ve derneklere 2023’ün ilk yarısında aktarılan paranın, 2022’nin ilk yarısına oranla yüzde 279 arttığı bildirildi.

Diyanet, İzmir Dini Yüksek İhtisas Merkezi için 2022–2025 döneminde 112 milyon 300 bin TL harcama planlandı.
 
HARCAMAYA DOYMUYORLAR: İzmir’de yapımına başlanan ve 2025 yılında tamamlanması planlanan İzmir Dini Yüksek İhtisas Merkezi için 2022 – 2025 döneminde öngörülen toplam yatırım maliyeti de mali raporda paylaşıldı. Buna göre, toplam 23 bin 122 metrekare alanda inşasına devam edilen merkezin üç yılda toplam 112 milyon 300 bin TL harcama planlandı.

Ali Erbaş 'hutbe' eleştirilerine tepki göstermiş: "Laikçi yobazlar" (Birgün)

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın "İşyerlerimizdeki mesai saatlerini, okullarımızdaki ders programlarını cuma namazının vaktine göre düzenleyelim" hutbesine gelen eleştirilere karşılık, bir WhatsApp grubunda “Laikçi yobazların Diyanet’e ve şahsıma saldırıları sürüyor” tepkisi verdiği ileri sürüldü. Erbaş'ın sözlerine karşılık da bir profesörün anayasayı hatırlatarak tepki gösterdiği belirtildi. (https://www.birgun.net/haber/ali-erbas-hutbe-elestirilerine-tepki-gostermis-laikci-yobazlar-460916)

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral, Halil Konakcı'ya sahip çıktı: 'Muhterem hocaefendi...'(Cumhuriyet)

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığıyla bilinen; son olarak da 'Hatay Arap şehridir' sözleri nedeniyle hakkında soruşturma başlatılan İmam Halil Konakcı'ya sahip çıktı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/cumhurbaskani-basdanismani-oktay-saral-halil-konakciya-sahip-cikti-muhterem-hocaefendi-2108952)

Cengiz İnşaat'ın metro şantiyesinde zam isyanı: İşçiler iş bıraktı(Cumhuriyet)

Halkalı Havalimanı Metro şantiyesinde aralarında üyelerimizin de bulunduğu inşaat işçileri, düşük ücret zammı teklifine karşı iş bıraktı. Birliğini sağlayan işçiler, tüm ücretlere yüzde 75 zam yapılması talebinde bulundu.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/cengiz-insaatin-metro-santiyesinde-zam-isyani-isciler-is-birakti-2109025)

Milyarlar harcandı ama giden yok (İsmail Arı-Birgün)
İktidarın, yandaş Albayrak ailesine teslim ettiği Yassıada’da bir gün geçirdik. 3,8 milyar TL harcanarak betona gömülen adaya neredeyse kimse uğramıyor. Adanın sokakları, meydanları bomboş, dükkanları kapalı.(https://www.birgun.net/haber/milyarlar-harcandi-ama-giden-yok-460889)

Ölümler 20 yılda 13 kat arttı: Emekçiye yaşama şansı vermediler (Birgün)

CHP İzmir Milletvekili ve TBMM Adalet Komisyonu Üyesi Deniz Yücel, AKP iktidarı döneminde yaşanan iş cinayetlerini Meclis gündemine taşıdı. İş cinayetlerinin 2002-2022 yılları arasında 13 kat arttığına vurgu yapan Yücel, Türkiye'nin, Avrupa'da istihdamdaki her 100 bin kişi başına düşen ölüm oranında ilk sırada olduğuna dikkat çekti. Yücel, konuya ilişkin Bakan Işıkhan'ın yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi.(https://www.birgun.net/haber/olumler-20-yilda-13-kat-artti-emekciye-yasama-sansi-vermediler-460977)

İddia: Soylu'nun da kullandığı emniyet programının sorgulama geçmişi siliniyor(Birgün)

Emniyet istihbaratının kullandığı sorgulama programının kimler tarafından kullanıldığı ve kimlerin sorgulandığı hakkındaki geçmiş kayıtlarının silindiği iddia edildi. Eski İçişleri Bakanı Soylu, İstanbul’da buluştuğu bir sosyal medya fenomenine elindeki telefonu gösterip, "Bu devletin çok büyük güçleri var" diyerek fenomenin kimliği üzerinden iki saniye içinde tüm kayıtlarını ortaya dökmüş, görüntüler tartışma yaratmıştı.(https://www.birgun.net/haber/iddia-soylu-nun-da-kullandigi-emniyet-programinin-sorgulama-gecmisi-siliniyor-460949)

İçme suyu projesine sadece 1 TL ödenek! (Birgün)

CHP Karabük Milletvekili Cevdet Akay, Karabük'e bağlı Düzçam ve birçok köyün içme ve sulama suyu tüneli projesine ayrılan ödeneğin 1 TL olduğunu ifade ederek, "Buradan aşağıdaki köylerimize sulama ve içme suyuyla ilgili göletten su aktarımı olacak. Hangi köyler var? Düzçam var, Güneşli, Kadıköy, Saitler, Kaleköy var. Bayağı bir köy var. Dolayısıyla köylümüz ve tarım açısından da çok önem arz ediyor. 1 TL’lik ödenek ile burası nasıl bitecek" dedi. (https://www.birgun.net/haber/icme-suyu-projesine-sadece-1-tl-odenek-461092)