19 Ağustos 2023 Cumartesi

Neoliberalizme karşı neoneoliberalizm + Laiklik sınıfsaldır + Filistin’e Suudi elçi hamlesi (Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet)

 


Neoliberalizme karşı neoneoliberalizm

4 Mayıs 2023’te bu köşede “Sullivan’ın itirafı: Neoliberalizm yenildi” başlığıyla incelemiştik: ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, 27 Nisan’da Brookings Enstitüsü’nde yaptığı “Amerikan Ekonomik Liderliğinin Yenilenmesi”  başlıklı konuşmasıyla, bir ay sonra Bidenomics diye isimlendirilecek yeni ekonomi-politikalara işaret etmişti.

Sullivan’ın konuşmasından bu yana neoliberalizm üzerinden yoğun tartışmalar var. ABD düşünce kurumlarında ve medyasında ağırlıkla Bidenomics’in Reaganomics’e karşıtlığı işleniyor. Hatta Biden’ın 6 Temmuz’da “ülkeyi onlarca yıldır başarısızlığa uğratan ‘trickle-down’ ekonomisinden kurtulma” hedefini ilan etmesi, kimi iktisatçılarca  “neoliberalizmden kopuş” olarak bile yorumlanıyor. Zira Reaganomics’in trickle-down uygulamasının iddiası, özetle “zenginlere vergi indirimi vb. yollarla ekonomiyi canlandırarak toplumun her tabakasına fayda sağlamak” böylece ABD’nin küresel hâkimiyetini sürdürmekti.

AMERİKAN KAPİTALİZMİNİ KURTARMA ÇABASI
Peki Bidenomics hangi uygulamasıyla Reaganomics’ten ayrılıyor ki? Başkanlığı boyunca 4 trilyon doları pandemi vb. gerekçelerle ilaç tekellerine, mali sermayeye ve diğer egemen sınıf kesimlerine dağıtan Biden değil mi? Biden döneminde ABD’nin en zenginleri daha da zengin olmadı mı? En zengin yüzde 1’in serveti, bu dönemde yüzde 50’nin servetini geçmedi mi?Dolayısıyla Bidenomics de Reaganomics gibi, aslında en zenginleri gözeten bir ekonomi-politik programdır ve işleyişi bakımından ikisi de neoliberaldir. Fark, Amerikan kapitalizmini kurtarabilmek için Biden yönetiminin neoliberalizmde bir restorasyona yönelmiş olmasıdır. Bu nedenle Reaganomics’e neoliberalizm diyorsak, Bidenomics’e de neoneoliberalizm demek uygun düşer.

Bu restorasyon, en zenginlerin bile kabullendiği gibi, Amerikan kapitalizmini kurtarmak için şarttır. En zengin 205 milyarderin Davos’a çağrı yaparak “Bizi vergilendirin” demesi, çöken bir sistem altında kalmama, sistemi ayakta tutabilme çağrısıydı.

BİDENOMİCS’İN ÇIKMAZI
Nasıl ki neoliberalizm, kapitalizmin 1973 krizine bulduğu çareyse, Biden’ın neoneoliberalizmi de kapitalizmin 2008’de girdiği ve bir türlü çıkamadığı krizden çıkabilme arayışıdır.
Kuşkusuz Biden, küresel şartlar bakımından Reagan’a göre daha şanssız; zira bu kez çok kutuplu bir dünyada ABD hegemonyasının zayıfladığı, dedolarizasyon arayışlarının yükseldiği, ikili ticarette yerel para birimlerini kullanma eğiliminin arttığı, “küresel güney”in BRICS etrafında kümelendiği bir süreçteyiz.
Washington o nedenle NATO’yu küreselleştirme yöntemli bir strateji izliyor. ABD’nin Asya-Pasifik’te Çin’e karşı bir Asya-NATO’su kurma çabası bile son tahlilde Amerikan kapitalizmini kurtarabilmek için çünkü...

ŞİMŞEK-ERKAN RASYONALİTESİ DEDİKLERİ
Sullivan’ların tespit ettiği gibi neoliberalizmin yenildiği bir realite tabii ki... Asıl vahimi ise “rasyonalite” diyerek Türk ekonomisini Şimşek-Erkan ikilisiyle neoliberalizme tamamen bağlama çabasıdır.
Oysa tersine neoliberalizmin yenilgisi üzerinden, piyasanın tam serbestliğinin yanlışlığından planlamacılığa ve pandemide kamulaştırma ihtiyacının görülmesine kadar, pek çok şey tartışılıyor.

Aslında tartışılan, Türkiye’nin deneyimlediği karma ekonomi özetle...
Erdoğan iktidarı ise 22 yıldır neoliberalizm içinde dönüp duruyor; “nas ekonomisi” de özü itibarıyla neoliberalizmdi, şimdi doğurduğu sapmayı düzeltmek için Reaganomics’e sarılmaları da...

İşte muhalefetin asıl tartışması gereken budur.

                                                          /././

Laiklik sınıfsaldır

Cuma hutbesine “ders ve iş saatlerinin namaza göre ayarlanmasını” ekleyen Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, anayasanın laiklik ilkesini anımsatarak tepki gösterenleri “laikçi yobaz” ilan etti. 

Laiklik karşıtlarının kullanmaya başladığı “laikçi” kavramı; budanan, içi boşaltılan, anlamı sulandırılan ve en sonunda “altılı masa muhalefetinin” elinde “tarikatlara özgürlük” bağlamında “özgürlükçü laiklik”e dönüştürülen laikliğin 75 yıllık tersine evriminin geldiği yer ne yazık ki... 

Bu dönüşümde laikliğin sınıfsallığını görmeyen ve kavramı dünya işlerini kenara atarak din ve devlet işlerinin ayrılmasına daraltan laiklerin de payı var elbette.

LAİKLİK: KÖYLÜ, TOPRAK REFORMU, ENSTİTÜLER

Laiklik alabildiğine sınıfsaldır ve “Laiklik artı halkçılık eşittir gelişmiş demokrasidir”.

Batı’da kilise otoritesine karşı mücadele ve egemenliği göklerden yere indirme işi olarak laiklik sınıfsaldı. Türkiye’de feodal (din-tarım) toplumdan devrimle uluslaşarak sanayi toplumuna geçiş mücadelesinde laiklik sınıfsaldı. 

Somutlarsak: Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir” çizgisi, toprak reformu çabası ve Köy Enstitüleri laiklikti, halkçılıktı ve sınıf savaşıydı. Sınıf savaşı olduğu için de feodal kalıntılar/toprak ağaları toprak reformuna karşı çıktı ve CHP’den ayrılıp DP’yi kurdu. Sınıf savaşı olduğu için feodal kalıntılar/toprak ağaları Köy Enstitülerine karşı çıktı ve buraları dinsizlikle suçlayarak kapanmaya zorladı. 

Emperyalist ABD de 1946’dan itibaren bu sınıflarla işbirliği yaparak önlerini açtı ve geldiğimiz yer Erbaş’ın laikleri “laikçi yobaz” diye suçlamasıdır artık.

YOKSULLARA SÖMÜRÜYÜ KABULLENDİRME GÖREVİ

Laikliğin sınıfsal olduğunun en önemli göstergeleri din adamlarının fetvalarıdır.  Örneğin Cübbeli Ahmet Hoca, 11 Aralık 2018’de “fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceğini” söylüyor. TÜSİAD, beşli çeteler, İslami sermaye grupları bir araya gelip propaganda kaseti hazırlasalar bu kadarını yapamazlar! Üstelik Cübbeli Ahmet Hoca propagandayı o kadar ince işliyor ki “Zenginlerin çoğu dinsiz imansız” diyerek kendisini dinleyen fakirlerden onlara imrenmemesini istiyor. Kısacası “Fakirsin fakir kal, ödülün cennet” diyor.

Nitekim “Cübbeli”nin kaydının başlığı da şu: “Fakirler, zenginlerden beş yüz sene evvel cennete girecekken nasıl zengin olmak istenir?”  

Sadece Cübbeli değil, onlarca, yüzlerce din adamı, hemen her gün cemaatlerine bu türden mesajlar veriyor. Böylece yoksul halk kitleleri, “zenginlerden önce cennete girecekleri” hayaliyle, dünyadaki sömürü düzenini kabulleniyor.  

İşte bu sınıfsal ilişkinin örtüsünün kaldırılmaması için laikliğe karşılar.  Egemen sınıfı oluşturan kesimlerin ittifak halinde halkı uyutmak için nasıl işbirliği yaptığının görülmemesi için laikliğe karşılar.

MUSTAFA FAZIL PAŞA’DAN ATATÜRK’E 

Bu topraklarda 150 yıldır süren demokratik devrim mücadelesi aynı zamanda bir laiklik mücadelesidir.

O nedenle Mustafa Fazıl Paşa, daha I. Meşrutiyet öncesinde, 1866’da Paris’ten Abdülaziz’e yazdığı ünlü mektubunda şöyle demiştir: “Padişahım, (…) din ve mezhep ruhta hüküm sürer; bize öte dünyanın nimetlerini vaat eder. Fakat milletin haklarını sınırlayan ve belli eden din ve mezhep değildir. Unutmamak gerekir ki din ezeli gerçekler arasında durup kalmazsa, yani dünya işlerine karışırsa hepimizi öldürür ve kendi de ölür.”

O nedenle büyük devrimci Atatürk, CHP’nin 1931 programında laikliği şu şekilde tanımlamıştır: “Din anlayışı vicdani olduğundan, fırka din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.”

Özetle laikliğin üzerinden atlayarak ne sınıf mücadelesi ne demokrasi mücadelesi ne de Aydınlanma mücadelesi olur.

                                                        /././

Filistin’e Suudi elçi hamlesi

Suudi Arabistan’ın Filistin’e elçi ataması çok önemli bir gelişmedir. Riyad’ın görevlendirdiği Nayif bin Bender es Sudeyri, “tam yetkili olağanüstü büyükelçi ve mukim (oturan/yerleşik) olmayan Kudüs başkonsolosu”  olarak görev yapacak (AA, 13.8.2023).Es Sudeyri, önceki gün Amman’daki Filistin Büyükelçiliği’nde, Filistin Devlet Başkanı Diplomasi Müsteşarı Mecdi el Halidi’ye güven mektubunu teslim etti.

İSRAİL RAHATSIZ

İsrail, Suudi Arabistan’ın kararından rahatsız. İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen, “Kudüs’te Filistinliler için şu veya bu şekilde fiili olarak bir diplomatik temsilcilik açılmasına izin vermeyeceğiz” dedi (AA, 13.8.2023).

Desin, yine de Suudi Arabistan’ın “mukim olmayan” elçi atayarak önemli bir kapı araladığını söyleyebiliriz.

Nitekim öyle olduğu için de Cohen bunu Riyad’ın taktik hamlesi olarak sunmaya çalışıyor. Kararı, Riyad ile Tel Aviv arasındaki normalleşme görüşmeleri nedeniyle, Suudilerin Filistinlilere “Sizi unutmadık” mesajı olarak değerlendiriyor. Öyle bile olsa Suudilerin kararı yine de önemlidir.

RİYAD’IN İSRAİL’LE NORMALLEŞME ŞARTI

Doğru, ABD şu anda Riyad ile Tel Aviv arasında normalleşme anlaşması sağlamaya çalışıyor. Hatta Wall Street Journal, bu konuda bir ilerleme olduğunu da yazdı. Habere göre normalleşme karşılığında ABD Suudilere güvenlik garantisi verilecek, Suudilerin sivil nükleer kapasite geliştirmesine yardım edilecek ve İsrail de Filistin konusunda taviz verecek.

Wall Street Journal’ın haberi ne kadar doğru bilmiyoruz ama bildiğimiz iki konu var:

1) ABD, Suudi Arabistan’ın Çin’le yakınlaşmasından çok rahatsız ve bunu frenlemek için elinden gelen her şeyi yapıyor, yapacak; bunlara İsrail’i bazı tavizlere zorlamak da dahil.

2) Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan, İsrail’le normalleşmenin önşartının bağımsız Filistin devletinin kabulü olduğunu belirtmişti.

ÇİN FAKTÖRÜ

Kudüs’e elçi kararının hangi şartlarda alınabildiğini anlamak için hem Suudi Arabistan hem de Filistin cephesinde son dönemde neler yaşandığını anımsamalıyız:

1) Çin, Suudi Arabistan’la başta enerji olmak üzere, ticarette Yuan kullanılması dahil çok önemli anlaşmalar yapıyor. Çin diğer yandan mart ayında Suudi Arabistan ile İran arasında arabuluculuk yaparak bu iki ülkenin normalleşmesini sağladı. Devamında İran-Körfez normalleşmesi geldi. Önümüzdeki süreçte de Çin-Körfez zirvesi planlanıyor. Konuyu incelediğim makalelerimde, Çin’in arabuluculuğundaki Suudi-İran barışının Yemen, Lübnan ve Filistin sorunlarına iyileştirici etki yapacağını belirtmiştim.

2) Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, iki ay önce Pekin’i ziyaret etti ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile tarihi bir görüşme yaptı. İki lider, stratejik ortaklık ilan ettiler. Çin’in Ortadoğu’da izlediği barışçı rolü öven Abbas, Şi’den Filistin-İsrail meselesinde de arabuluculuk yapmasını istedi. Şi de adil çözüm için üç maddelik bir öneri yaptı. (İsrail Başbakanı Netanyahu da yakında Çin’e gidiyor.)

ÇOK KUTUPLULUK

Evet, yeni bir dünya kuruluyor, çok kutupluluk inşa oluyor ve bu tablo hemen her ülkeye geniş bir manevra alanı yaratıyor. Suudi Arabistan’ın bundan en çok yararlanan ülkelerin başında geldiğini belirtelim; çok taraflılık ile çok kazanç elde ediyor...

Kısacası, Afrika’da ve Ortadoğu’da son dönemde yaşananlar, “Çok kutuplu dünya ne işe yarar” sorusunun açık yanıtlarıdır. Tam da bu süreçte, Ankara ise “yine AB tam üyeliği” hedefiyle Atlantik planlarına dahil oluyor!

Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet





Polonya yakın tarihte neden gerici bir rol oynadı? - Erhan Nalçacı / soL

 

Sermaye sınıfı gericiliğiyle her gün daha çok deşifre olurken Polonya’da taze bir işçi sınıfı doğuyor, kendisini bir felakete sürükleyecek olanları tanıyor.

ABD’nin ve NATO’nun Ukrayna’da sürdürdüğü vekalet savaşında Polonya özel bir rol oynuyor. Polonya sermaye sınıfının özelliklerini tartışacağız ama aşağıdaki haritadan Polonya’nın Ukrayna-Rusya savaşına müdahil olması için çok uygun olan konumuna bir kez bakalım.

Polonya hem Ukrayna’nın hem Belarus’un hem de Kaliningrad’ın dolayısı ile Rusya’nın komşusu. Polonya bu süreçte ABD üssü haline geldi, 5500 ABD askeri tam donanımlı iki garnizonla Polonya’ya yerleşti. Ayrıca NATO askerleri de var.

Rusya’nın müttefiki olan Belarus ile olan sınır sürekli kışkırtıcı haberler ile gündeme geliyor. Geçen sene göçmen krizi söz konusu olmuştu, şimdi Wagner’in tebdil kıyafet Polonya’ya gireceğini iddia ediyorlar. 

Bir de Polonya’nın sürekli gerilim altında tuttuğu Kaliningrad’ın Rusya ile tek karasal bağlantısı olarak kalan Suwalki koridoru Polonya ile Litvanya arasında yer alıyor.

Polonya sermaye sınıfı bu tehlikeli uluslararası ortamda yayılmacı hırslarını gizleyemiyor. Ukrayna’da bir hegemonya alanı, Kaliningrad’ın kendisi ve belki Belarus’un bir kısmı ilgi alanına giriyor.

Ukrayna-Rusya savaşı sürerken Polonya’nın siyasi coğrafyadaki yeri izleniyor. Polonya; Ukrayna ve Belarus’un komşusu olduğu kadar Kaliningrad üzerinden Rusya’nın da sınır komşusu olarak beliriyor. Savaşı kışkırtacak birçok olayın odağında kaldığına şaşırmamak gerekiyor. Haritada ayrıca Rusya’nın Kaliningrad’a ulaşacak tek karayolu olan Suwalki koridorunun Polonya ile ilişkisi görülüyor.

Polonya sermaye sınıfının bu kışkırtıcı ve yayılmacı konumu, ABD emperyalizmine bu kadar yaslanmış olması nasıl açıklanabilir?

Bu soruya yanıt vermek için tarihe dönmek zorundayız. 

Hiçbir halk mutlak olarak gerici değildir, süreci sınıfsal temellerine dayanarak takip etmek gerekir.

Polonya topraklarını buzul çağında buzullar törpülemiş dümdüz bir coğrafya yaratmıştır. Bu geniş engebesiz toprakları savunmak zor ama işgalcisi çoktur. Polonya’nın bağımsız olduğu dönemler tarihte sınırlı kalmıştır. Uzun süre Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun yönetiminde bulunmuş, burada yaşayan Slavlar katolikleştirilmiştir. Daha sonra İsveç Krallığı’nın taciziyle karşılaşmış, 1772’de Polonya toprakları Prusya, Rusya ve Avusturya İmparatorlukları arasında paylaşılmıştı.

Polonya’nın bir burjuva devrimi sorunu belirdi. Hem bağımsızlığını kazanacak, hem bir cumhuriyet haline gelecekti. 1848 Devrimi Avrupa’da patladığında dünyanın en devrimci burjuvazilerinden biri Polonya’da bulunuyordu. Chopin (1810-1849)’i bu devrimci burjuvazinin bir temsilcisi olarak anmak zihnimizi uyaracaktır.

1848’de Lviv’de kurulan Polonya Parlamentosu Avusturya ordusu tarafından ezildi, 1848’in devrimcileri sürgüne gitmek zorunda kaldılar, daha sonra örneğin Amerikan bağımsızlık savaşında önemli askeri roller oynadılar.

Polonya’da feodalizmin kapitalizme dönüşmesi, modern burjuvazinin ve işçi sınıfının ortaya çıkışı Andrzej Wajda’nın Vaatler Ülkesi filminde etkileyici biçimde anlatılır. 

Andrzej Wajda’nın 1975 yılında tamamladığı Vaatler Ülkesi filminden bir görüntü.  1800’lerin sonu, 1900’lerin başında eski feodal beyler burjuvaziye dönüşürken arka planda solda tekstil işçileri görülüyor.

1900’lerin başında Polonya hala Almanya ve Rusya’nın elinde bölünmüş olarak bulunur. Bağımsızlığını Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi ile kazanacaktır. Ancak Polonya sermaye sınıfının bağımsızlığını kazanmasına neden olan Sovyetler Birliği’ne düşmanlığı daha da yükselir. Tarihsel Rus düşmanlığının yanı sıra Polonya sermaye sınıfının işçi sınıfına karşı duyduğu korku ve kin belirleyici olur. Ayrıca o dönemde bağımsızlığını kazanarak iktidara geç gelen her sermaye sınıfı hem işçi sınıfının siyasi basıncı hem de paylaşılmış dünyada girişilen rekabet nedeniyle faşizme meyletmektedir.

1924’de Alman devrimine destek olmak üzere Kızıl Ordu Polonya’dan geçmeye niyetlenince Polonyalı faşistlerce yönetilen Polonya ordusuna yenilir. Sosyalist devrimin Avrupa’ya yayılışının engellenmesinde Polonya burjuvazisi kritik bir rol oynamış olur.

Almanya’da faşizmin yükseldiği ve yeni bir paylaşım savaşının boruları ötmeye başladığında Polonya sermayesi Sovyetler Birliği’ne karşı yayılmayı düşleyecektir. Ancak 1939’da ummadıkları şekilde Almanya tarafından işgale uğrarlar. Faşist iktidar Polonya’dan kaçınca Alman faşizmi lehine doğan iktidar boşluğuna karşı Sovyetler doğu kısmına yerleşecektir. 

İkinci Dünya Savaşı Almanya’nın yenilgisi ile sonlandığında muzaffer Kızıl Ordu Polonya’ya girer. Bir süre sonra sosyalizmin inşası başlar ama arka planda güçlü bir işçi sınıfı örgütlülüğü yerine tarihsel bir Rus düşmanlığı ve gerici sınıfsal tabakalar vardır. Katolik Kilisesi güçlüdür, tarımda kolektivizasyon başarılamaz ve burjuva düşüncesinin üreyeceği bir vasat korunur.

Emperyalizm ise çok sinsidir, 1978’de Papa Polonya’dan seçilir. 1979’da Papa’nın Polonya’yı ziyareti karşı-devrimci bir gövde gösterisine dönüşür. Lech Walesa önderliğindeki muhalefete karşı sosyalist iktidar çaresiz kalır. 1989-90 aralığında sosyalist iktidar çözülür ve Polonya’da sermaye sınıfı tekrar bütün gericiliği ile iktidara gelir.

2004’te Avrupa Birliği’ne giren Polonya hızla büyür, bugün Avrupa’nın 5. büyük ekonomisi durumunda. Emperyalist hegemonya krizinde biraz palazlanan birçok ülkenin sermaye sınıfı gibi emperyalist piramitte yerini değiştirmeye ve yayılmaya çalışıyor. Ancak bu doğuya doğru olabilecek yayılmayı tarihi nedenler ve siyasi coğrafyanın özellikleri nedeniyle ABD emperyalizmine yaslanarak başarmak istiyorlar. Muadilleri gibi Polonya sermayesi de otoriter, muhafazakâr, dinci, anti-komünist, milliyetçi ve şoven bir karakter gösteriyor. 

Öte yandan sermaye sınıfı gericiliğiyle her gün daha çok deşifre olurken Polonya’da taze bir işçi sınıfı doğuyor, kendisini bir felakete sürükleyecek olanları tanıyor.

İzleyip görelim gelişmeleri.

Erhan Nalçacı / soL 

Püsküllü Taner’in acayip hikayesi - Orhan Gökdemir / soL

 

Mustafa Kemal’e, laikliğe ve cumhuriyete düşman olan halka düşman olur. Liberal veya islamcı fark etmez, Püsküllü Kadir sendromudur bu.

Yazar ile söyleşi yapan liberal haber portalı söyleşiye “Apartheid Cumhuriyeti” başlığını uygun görmüş. Söyleşiye konu olan eser ise “Yüzyıllık Apartheid” başlığını taşıyor. Kitap cumhuriyetin 100. yılı tartışmalarına bir katkıymış, iddia bu yönde. Anlayacağınız gibi “Apartheid”le suçlanan cumhuriyet, şimdi göçük, Türkiye Cumhuriyeti. 

Haliyle bir tür ölüye sövme ayini bu. Söyleşinin her yanından mevtaya duyulan nefret fışkırıyor. Yazar, AKP’nin resmi tarihçisi Püsküllü Kadir’in “keşke Yunan galip gelseydi” demesi gibi, “keşke Kurtuluş Savaşı başarılı olmasaydı” diyor. 1918-1923 süreci Kurtuluş-Bağımsızlık Savaşı süreci olarak değil “Apartheid rejiminin” inşa süreci olarak okunmalıymış çünkü. Şöyle devam ediyor; “Türk Apartheid’ı, Osmanlı Millet Sistemi, sömürgecilik zihniyeti ve etnik Türk temelli uluslaşma anlayışının üzerine bir hukuk sistemi ve politik pratik olarak inşa edildi ve hâlâ da böyledir. Artık bu yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve 'Apartheid’a Son' demek zorundayız.” Nefret, yok etme önerisine dönüşüyor haliyle. “Yüzleşmek” ve “son vermek” kelimelerinin arkasına yığılan laf kalabalığını kaldırırsak özeti bu; Cumhuriyet yıkılmalıdır! 

Ancak cumhuriyet zaten yıkıldı, sövecek veya nefret edilecek bir şey kalmadı ortalıkta. Yerine Neo Osmanlıcı-İslamcı bir Tayyiban rejimi kuruldu. Ama bu liberal öfkeyi dindirmeye yetmiyor. Cesedi mezarından çıkarıp tokatlamak istiyor yazar. Öfkeden gözünü kan bürümüş, gerçeğe dönüp bakmıyor, bütün tarihi baştan sona yanlış okumakta ısrar ediyor. 

Gerisi basit; Sünni-Türkler “Apartheid cumhuriyetinin” ayrıcalıklı beyazları, Aleviler, Hıristiyan ve Yahudiler ise alt sınıf zenciler. Bundan kurtulmak için cumhuriyeti yıktık diyelim, ne yapacağız? Eğer demokratik bir gelecek istiyorsak, “yeni kuruculara” ihtiyacımız var. Kim bu yeni kurucular? Rejimin, eşitlikçi temelde değiştirilmesi için uğraş veren Midyatlı Malak Barşom, Şeyh Said, Çerkes Ethem, İhsan Nuri, Seyid Rıza ve yakın tarihimizden Hrant Dink’le Tahir Elçi. Bu bir Taner Akçam teorisidir.

Yalnız, tabii, bu kurmaca zencilerin de Püsküllü tarihinde zenci sayılması için cumhuriyete ve laikliğe düşman olmaları şartı var. Aksi durumda derhal zencilikten Kemalist darbeciliğe terfi ettiriliyorlar. Şaka değil bu. Püsküllü Taner 2015’te Fethullahçıların finanse ettiği cumhuriyet düşmanı Taraf gazetesinde yazardı. Yeşiller Partisi için MHP raporu hazırlamasını istediler. Derhal işe koyuldu, yazdı, verdi. Püsküllü’nün MHP raporunda Alevilerin ve CHP’nin “darbeci” olduğu iddia ediliyordu. “Ne şeriat ne darbe” sloganlarının atıldığı Cumhuriyet mitingleriyle “darbe çağrıları” yapılmıştı, Ergenekon Davası kanıtıydı. 

Püsküllü Taner’in kardeşi Alper Akçam bunun üzerine bir yazı kaleme aldı, “Tüm Alevilerden ve CHP’li dostlardan Akçam ailesi adına özür diliyorum” dedi. Alper Akçam’a göre, kardeşi emperyalizmi temize çıkaran tezler ileri sürüyordu, “Taner Akçam, yakın zamanda epeyce büyük çarklar çizerek emperyalizmin ‘siyasal İslam’ politikalarının uygulayıcısı cemaat ve AKP tezlerinin yandan çarklı savunucusu durumuna geldi” diye devam etti. Gerisi şöyle; “Herkes artık iyice bilmelidir ki, Taner Akçam, yıllardır Şarkiyatçı Batı politikalarının bakış açısıyla ülkesine ve dünyaya bakıyor… Taner Akçam, yıllardır sap yiyip saman çıkarıyor! Hiç şaşırmamak gerek, hangi ülkenin kimliğini taşıyor olurlarsa olsunlar, Şarkiyatçılara göre hem Doğu’da yaşıyor hem din istismarına karşıysan, günlük yaşamın dinsel inançlar dışında da yaşanabileceğine ilişkin düşünceler taşıyorsan, ‘darbeci’sindir. Onlara göre, Şark demek İslam demektir!”

Çok açıklı bir hikâye bu. Taner-Alper Akcam kardeşlerin anne babaları Kılavuz Köy Enstitüsü mezunuydu. Oğullarından biri şimdi halkın dişiyle tırnağıyla kazıyarak var ettiği bu enstitüyü “faşist bir müessese” olarak damgalıyordu. Mezunları da tartışmasız darbecilerdi. Soykırımdan apartheide evrilen siyasi çizgide işte böyle bir nefret ve öfke var. 

                                                                 ***

Bu yazının başlığına ilham veren kitap ise “Torosyan’ın Acayip Hikayesi” başlığını taşıyor. Konusu, 1.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda topçu yüzbaşısı olarak görev yaptığını söyleyen Sarkis Torosyan’ın hatıralarıdır. Hatıranın yazarı bir Osmanlı subayı olarak savaşta yer aldığını, soykırıma tanık olduğunu, saf değiştirerek Osmanlıya karşı savaşmaya koyulduğun anlatmaktadır. Anı kitabı 2012’de İletişim Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı, aralarında Püsküllü Taner’in de olduğu bir dizi liberal yazar tarafından soykırıma yeni ve kuvvetli bir delil sayıldı. Hatta içlerinden bazıları iddiasını resmi tarihin, Torosyan’ın ordudaki varlığını gizlemek üzere, yeniden düzenlendiği noktasına vardırdı. Y. Hakan Erdem “Torosyan’ın Acayip Hikayesi” adlı kitabını kaleme almasının nedeni bu sorgusuz ön kabül. Osmanlı ordusunda subay olduğunu iddia eden Torosyan’ın ne 6. Topçu Alayı’nda ne de 3. Topçu Alayı’nda kaydı yoktur. İddialarının tersine orduda hiç bulunmamıştır, asker değil bir badanacıdır. 1915’de Çanakkale Boğazı’ndaki Ertuğrul tabyasına komutan olarak atandığını, hatta ilk düşman zırhlısını Ertuğrul’dan atılan mermilerle batırdığını iddia etmesine karşılık savaşın en harlı zamanında, 1916’da, Amerika’da kardeşinin yanındadır. Ancak ne gam, lazım olan belge bulunmuştur işte. 

                                                                    ***

Zaten belgeye ihtiyacı yoktur yaşanan dramın. Aşağı yukarı bir yüzyılı aşan bir kapışmanın dramatik sonucudur bunlar. Özetleyelim; 1821’de, önce isyan eden Osmanlı Rumları, sonra 1826 “hayırlı olayı” ile Osmanlı Yahudileri, pozisyonlarını kaybetti. Sonunda Rumlar, Fener Beyleri, kazandı ve bir süre için Osmanlı’nın yönetiminin kendi ellerinde olduğuna inandı. Osmanlı’da Hıristiyanlarla, Yahudi ve Türklerin karşı karşıya gelmesinin arka planıdır bu. 

Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nde Türkiye Araştırmaları Programı’nın direktörü Soner Çağaptay, ABD için yazılmış olan “Türk Kimdir?” adlı çalışmasında, çatışmada Osmanlının Balkanlardaki toprak kaybının etkisine dikkat çekiyor. Birçok Osmanlı Müslüman’ı bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin katline maruz kalmış ya da Anadolu’daki daralan Osmanlı topraklarına sürülmüştür. Artık bütün Osmanlı toprakları bir iç savaş alanıdır. Çağaptay, Justin McCarthy’ye dayanarak 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Osmanlı Müslüman’ının yurtlarından sürüldüğünü, beş buçuk milyonunun da savaş, açlık ya da hastalıktan ölmüş olduğunu ileri sürüyor ki, verilen sayıların toplamı, 1922’de Küçük Asya’nın neredeyse toplam nüfusuna denk düşüyor. Böylece, Anadolu’ya göçen muhacirler için, İslam, kimliklerinin önemli bir parçası olarak ortaya çıktı. Anadolu’da Türkleşmeyi ve Müslümanlaşmayı, demek ki, tehcirden önce bu dış etkiye borçluyuz. Osmanlı Balkanlarda geriledikçe Anadolu’daki muhacirlerin sayısı arttı. Gelenler, Hıristiyanlar lehine olan dengelerin değişmesine yol açtı, düşmanlık her gelenle birlikte arttı. İttihat ve Terakki son dokunuşu yaptı, Anadolu’daki Hıristiyan nüfusu mümkün olan en az sayıya indirdi. Anadolu, artık Türk ve Müslüman’dı.  

Chrıstos Teazıs ise, 1800’lü yıllarda Anadolu’daki nüfus hareketlerinin arka planı hakkında şu bilgileri veriyor: “Türkiye’de kapitalizme girme süreci Tanzimat’la başlamıştır. O dönemde devletin karar mekanizmalarında etkili olan İngilizlere karşı, tarım ve küçük el sanatlarıyla geçinen halk katmanlarında bir tepki oluşmuştu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun öngördüğü reformlarla birlikte Hıristiyanlar Batı Anadolu’daki tarım alanına daha çok ilgi duymaya başladılar. Askerden dönen Türklerin köylerini, köy evlerini tanınmayacak durumda buluyorlardı. Her yerde Türklerin yerini Hıristiyanlar alıyordu.” Demek ki, bir yüzyıl içinde, şimdi Anadolu diye tanımlanan coğrafyada yeni bir denklem kurulmuştu. Sürgünlerin son durağıydı ve gidecek başka yerleri kalmadığından Anadolu yurt olmuştu. Muhacirlerin belleğinde Hıristiyanların zulmü tazeydi; bir yurt kaybettikleri için bir yurt kazanmaya çalışıyorlardı ve düşmanlık budur. Çatışma var ve çatışma iç savaşın uzantısıdır. Kaldı ki bütün vatanlar çatışmaların ürünüdür.

İşin başka bir yönü daha var. Osmanlı imparatorluğu güya Türk’tü ama ekonomik açıdan Türkler eziliyordu. “İşçiler ve istifçiler Hıristiyanlardı; Türklerse askerler ve harcayanlar.” “Bozkurt”un yazarı Harold Armstrong, ezilen “Türkler”in, ekonomik problemlerini refah sahiplerini öldürerek çözmeye giriştiğini not ediyor ki, bu sınıf savaşının ruhuna uygun bir yöntemdir. Demek ki 1800’lü yıllarda başlayan ve bir din savaşı gibi görünen çatışmanın arkasında tanıdık o tarihsel sebep var.

Evet, Osmanlıda egemen güç Hıristiyanlardı ve onların arkasına da Avrupalı emperyalistler dizilmişlerdi. Bir gün, alttakilerin ellerinde ne varsa almaya kalkıştılar, Armstrong’un deyişiyle kıyamet işte o gün koptu. Anadolu’daki o büyük trajediler işte böyle ateşlendi. İç savaşın son hamlesi için artık alan hazırdı. “Bütün bu değişiklikler ve milletlerin ateşli çalışmaları esnasında, Müslümanlar ve Hıristiyanlar en zalim yanlarını gösterdiler. Hangi taraf üstün gelirse diğerini katlediyordu. Bağımsızlık ayaklanması sırasında Yunanlılar Mora’daki Türkleri öldürdüler. 1917’de Türkler Yunanlıları katlettiler. 1919’da Yunanlılar İzmir’e misilleme yaptılar ve 1920’de ve 1921’de, 1922’de Türkler intikamlarını alarak, Osmanlı Rumlarını silip süpürdüler. 1915’te Türkler Ermenileri katlettiler. 1916’da Hıristiyan Ermeni İntikam Ordusu Ruslarla birlikte gelerek, Van’daki bütün Müslümanları öldürdüler; bu sırada saygın müttefiklerimiz olan Ruslar da Revandüz’deki bütün Müslümanları öldürdüler. Bu liste uzatılabilir. Dışarıdan gelen müdahalelerin sonucu bu vahşetin arması olmuştur.” İngiliz görevli Armstrong “Avrupa onları kendi hallerine bırakmış olsaydı durum çok daha iyi olurdu” diye bitiriyor sözlerini.

1923’te Hıristiyanlar kaybettiler ve Müslüman-Yahudi partisi kazandı. Yahudiler pek azdılar ve Müslümanlar ise “etnik” olarak pek bulanıktılar. Yeni devletin “Türkçülüğü” de işte budur. “Sözde” bir Türkçülüktür ve “Ne mutlu Türküm diyene”den ibarettir. Çağaptay, bunu, “Türk dilinden kaynaklanan etnik milliyet ile Anadolu’da yaşıyor olmaktan doğan toprağa bağlı milliyet birbiriyle örtüşmüyordu” diyerek özetlemektedir. Kurucular Müslümanlığa bu nedenle mecbur olmuştur. Bir trajedidir, Yakup Kadri “Yaban”ında tutanağa geçirmiştir.

Bunları şunun için anlattım, olup biten karşısında Batının “ajanları” bile Püsküllü Taner’den daha insaflı veya daha temkinlidir. 

                                                                      ***

Hürriyet ve giderek laik cumhuriyet fikri, ne yazık, bu büyük boğazlaşmanın ortasında filizlendi. Emperyalistler yıkılan Osmanlıdan geriye kalacak bakiyeyi sıfırlamak istiyordu. Laik cumhuriyet o sıfırlama girişimine direnişin getirisidir. Ancak ortaya çıkan şeye hep düşman oldular, içeride işbirlikçiler buldular, saldırdılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin ileriye doğru sıçramasını hiç istemediler. Giderek cumhuriyete cumhuriyet demek suç oldu. Korkunç bir nefret karşısındayız.

Püsküllü Taner’e kalırsa Türkiye bir soykırım veya apartheid cumhuriyeti. Haliyle bütün bir cumhuriyet tarihi silinmeli, yeniden ele alınmalı, kirlerinden temizlenmeli. Bütün düşmanlarının itibarı iade edilmeli. Bir başka ifadeyle “Türkiye kendisiyle yüzleşmeli”…

Hayır, aydınlanmacı geçmişimiz bir anomali değildir. Tarihimizde benzer süreci yaşayan ülkelerden ne daha fazla kan var ne daha fazla nefret. Buradakiler de en fazla oradakiler kadar ırkçı. Dünya savaşı bir Ermeni-Türk savaşı değil, emperyalist paylaşım savaşı. Haliyle 1918-1923 son çözümlemede bir tarihsel-toplumsal ilerlemeye karşılık geliyor. Çok net; 1923, bizim 1789’umuzdur. Biz orada bir Apartheid rejimi değil, Ermeni halkına yapılan zulüm nedeniyle de, çürümüş Osmanlı hanedanını tarihin çöplüğüne atan bir cumhuriyet iradesi görüyoruz.

Cumhuriyet yıkıldı, cesedini mezarından çıkarıp tokatlamak istiyor yazar. Biliyoruz; Mustafa Kemal’e düşman olan laikliğe düşman olur. Mustafa Kemal’e ve laikliğe düşman olan Cumhuriyete düşman olur. Mustafa Kemal’e, laikliğe ve cumhuriyete düşman olan halka düşman olur. Liberal veya islamcı fark etmez, Püsküllü Kadir sendromudur bu.

Orhan Gökdemir / soL

18 Ağustos 2023 Cuma

Bir 'anarko-kapitalist'in korkutan yükselişi - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 

Sadece coğrafik değil, ekonomik olarak da Güney Amerika’nın en büyük ikinci ülkesi Arjantin, kıtadaki ülkelerin tersine dümeni aşırı sağa kırabilir. Ekim ayında yeni başkanın belirleneceği ülkede 13 Ağustos Pazar günkü ön seçimi Trump ve Bolsonaro'nun bu ülkedeki izdüşümü olan aşırı sağcı popülist Javier Milei kazandı.

Oyların yüzde 30,1’ini alarak birinci gelen La Libertad Avanza’nın (Özgürlük Gelişimi) adayı, merkez bankasını feshetmeyi, ABD dolarını ülkenin para birimi yapmayı, “dolarizasyon”u hedefliyor. Yapacakları bu kadarla da sınırlı değil. Azılı bir liberal olan Milei, sağlığı, eğitimi paralı hale getirmek istiyor, vergileri düşürmeyi ve sosyal harcamaları kısmayı öneriyor.


Kamu şirketlerinin kapatılmasından veya özelleştirilmesinden Sağlık, Eğitim ve Çevre bakanlıklarının tasfiye edilmesine kadar pek çok “çılgın” fikre sahip. Kürtaj karşıtı, homofobik, iklim krizini kabul etmiyor, silah-organ ve uyuşturucunun yasallaşmasını savunuyor.

KİRCHNERİZME KARŞI POPÜLİZM

Kendisini "anarko-kapitalist" olarak nitelendiren eski televizyon şovmeni ekonomist Milei, seçim gecesi Buenos Aires'teki kampanya merkezinde yaptığı konuşmada, "Yalnızca Kirchnerizm'e son vermekle kalmadık, aynı zamanda bu ülkeyi batıran aptal ve işe yaramaz asalak siyasi sınıfa da son verecek alternatifi oluşturmayı başardık" dedi.

Sosyal demokratlar son 20 yılın 16'sında iktidarda ve Kirchnerizm olarak tanımlanan bir ideolojiyle Kirchner klanı tarafından kontrol ediliyor/yönetiliyor. Milei de özellikle Kirchnerler üzerinden siyasi kastı hedef alarak oy devşiriyor. Donald Trump benzetmelerinden ve karşılaştırmalarından haz duyan ultra liberal lider, muhafazakâr ekonomistlerin adını köpeklerine verecek ve onlara kürsüden teşekkür edecek kadar nevi şahsına münhasır biri. Milei “katıksız” bir sağcı ve seçilmesi halinde sadece ekonomik olarak değil toplumsal ve siyasal her anlamda derin bir etkiye neden olacak. O ve geçmişin askeri diktatörlüğünü savunan yardımcısı şimdiden ülke siyasetini sarstı.

ULTRA LİBERAL HEZEYAN

Onlarca yıldır ekonomik krizlere göğüs geren Arjantin, derin bir buhranda. 46 milyonluk bir nüfusa, dünyanın en büyük petrol, gaz ve lityum rezervlerinden birine sahip Arjantin pesosunun değeri yok, dolar resmi para birimi konumunda ve yıllık enflasyon yüzde 115'ten fazla.

Nüfusun neredeyse yüzde 40'ı yoksulluk içinde yaşıyor. 10 Arjantinliden 4’ü yoksul (14 yaşın altındaki çocuklarda yoksulluk neredeyse %55'i etkiliyor) ve ülke derin bir borç krizinde. Ülke Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kıskacında. Acı reçetelerden biri bitmeden bir diğeri dayatılıyor.

Ancak Milei, IMF'nin Arjantin'den istediklerinin de ötesine geçen bir kemer sıkma paketi uygulayacağını vaat ediyor.

New York Times’a konuşan Arjantinli siyasi uzman Pablo Touzon’a göre Milei, Trump ve Brezilya'nın eski Başkanı Jair Bolsonaro da dâhil olmak üzere son yıllarda iktidara gelen aşırı sağcı adaylardan daha az kurumsal desteğe sahip olacak. Çünkü, “Bolsonaro orduya güveniyordu. Trump, Cumhuriyetçi Parti'ye sahipti. Milei'nin hiçbir şeyi yok."

Ancak “Küresel Güney”de yaşananlar, artan hoşnutsuzluk, Brezilya ve Amerika örnekleri dikkate alındığında Milei tehlikeli bir patlamaya neden olabilir. "Kuzulara yol göstermeye değil, aslanları uyandırmaya geldim" mesajı veren Javier Milei’nin olası seçimi şimdiden siyaseti ve ekonomik dengeleri sarstı. Çatık kaşları, dağınık saçlarıyla internet çağının kurnaz bir politikacısı olduğunu kanıtlayan Milei, tıpkı Trump ve Bolsonaro gibi sosyal ağları iyi kullanıyor. Milei'ye oy veren “tepkili Arjantinliler”, Trump ve Bolsonaro destekçilerine benzer şekilde, onu, kusurlu bir sistemi tersine çevirecek biri olarak görüyor.

Bolsonaro’nun benzer siyasi ruha sahip olduklarını söylediği Milei'yi "Pek çok ortak noktamız var" diyerek açıkça desteklemesi dikkate değer.

AŞIRI SAĞ GEDİK!

Sol dalganın estiği Güney Amerika’da yeni bir sağ-aşırı sağ koalisyonun zeminini döşemek için kolları şimdiden sıvamış durumdalar. Ultra liberal iktisatçı Milei, Brezilyalı Jair Bolsonaro, Şilili José Antonio Kast gibi bölgedeki diğer aşırı sağcı liderlere olan sempatisini, bağını gizlemiyor. Latin Amerika dışında, coşkulu tebrikler aldığı İspanyol partisi Vox'la ve Donald Trump’la da “kan bağı” var. Arjantin'de 22 Ekim'de yapılacak ve muhtemelen 19 Kasım'da ikinci tura gidilecek genel seçimler, dünyada aşırı sağın gücünü de sınayacak. ABD, Almanya, Fransa, İtalya, İsveç ve Finlandiya gibi birçok ülkede aşırı sağ, İspanya ve Brezilya’da olduğu gibi yenilgilere uğramasına rağmen son yıllarda nüfuz kazandı.

El Pais gazetesinden Federico Rivas Molina, Milei’yi bir hayal kırıklığı ordusuna çok derinden nüfuz etmiş, baştan başlamak için her şeyi havaya uçurmaya istekli, “akıcı fikirlere” sahip bir karakter olarak tasvir ediyor! Arjantin’de yıllarca süren sosyoekonomik bozulmanın biriktirdiği öfke büyük bir patlamaya yol açmak üzere. Aşırı sağcı Javier Milei bu öfkenin üstüne konmak üzere. Şayet gerçekleşirse Güney Amerika’daki “sol iktidarlar kuşağı”nda önemli bir gedik açılmış olacak. Haliyle bu durum, sadece Arjantin için değil tüm Güney Amerika için öngörülemeyen sonuçları olan bir deprem.

elfinanciero.com’daki yorumda da vurgulandığı üzere Milei'nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olası nihai zaferi, Meksika, Kolombiya, Şili, Bolivya ve Latin Amerika'nın en büyük ekonomisi Brezilya'nın sola kaydığı bölge için büyük bir sorun anlamına gelebilir.Ekimdeki genel seçimlere doğru çetin bir seçim kampanyası başlarken gözler “gümüş ülkesi” Arjantin’de olacak.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Barış Pehlivan, Karındeşen Jack olsaydı… - Timur Soykan / Birgün

 

Barış Pehlivan…

14 Şubat 2011’de FETÖ’cü savcı Zekeriya Öz’ün talimatıyla gözaltına alındığında 27 yaşındaydı. Fetullahçı Çete’nin, devletteki örgütlenmesini yazdığı için diğer gazetecilerle birlikte Oda TV Davası’nda 19 ay tutuklu kaldı.

Bu sırada…

Zekeriya Öz’e zırhlı aracını tahsis eden Başbakan Tayyip Erdoğan, Ergenekon davalarının savcısı olduğunu söylüyordu. Fetullahçıların yargı ve emniyetteki örgütlenmesini anlatan Ahmet Şık’ın İmamın Ordusu kitabına Avrupa Konseyi’ndeki konuşmasında ‘Bomba’ diyordu. Fetullahçılara devlet kurumlarını teslim ederken okyanus ötesine selam gönderiyor, Türkçe Olimpiyatları’nda Fetullah Gülen’e ‘Bitsin bu hasret’ diye sesleniyordu. 

Bu sırada…

Fetullahçı ve AKP’li kalemşörler, Barış Pehlivan’ı hedef gösterip Fetullah Gülen’e methiye düzüyordu. Fetullah Gülen’in heykelini dikmekten bahsediyorlardı. Duruşmalarda ‘Tahliye yok’ kararını mahkeme heyeti açıklamadan 20 dakika önce yayınlayacak kadar pervasızdılar. 

Barış Pehlivan ile Barış Terkoğlu ise onları hapse atanlara inat, parmakları nasır tutarak FETÖ’nün ABD bağlantılarını deşifre eden ‘Sızıntı’ kitabını cezaevinde yazdı. AKP ile Fetullahçı çetenin kol kola kumpaslarla insanları cezaevinde ölüme sürüklediği günlerdi.

BİRİNCİ AF

Üçüncü Yargı Paketi ile örtülü af çıkmıştı. Barış Pehlivan, Silivri Cezaevi’ndeki hücresindeyken katiller, tecavüzcüler, dolandırıcılar tahliye edildi. Gazeteciler, düşünce suçluları, af kapsamı dışındaydı.

Bir duruşmada Barış Pehlivan şöyle diyordu:

“Ben ne kadar tehlikeli adammışım böyle. Kendimi Karındeşen Jack gibi hissediyorum. Hoş o yaşasaydı ve Türkiye’de hapiste olsaydı; büyük ihtimalle özgürlüğüne kavuşmuştu.”

19 ay tutukluluktan sonra Barış Pehlivan duruşmada virüsle bilgisayarlara sahte delillerin yüklendiğini tek tek kanıtlarıyla anlatmış ve şöyle konuşmuştu:

“Sadece mesleğini iyi yapmaya çalışan bir gazeteciyim. Ben haykırıyorum; bu davada gazetecilik yargılanıyor.”

Cezaevinden tahliye olduktan sonra Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu, Fetullahçılar ve AKP’nin el ele inşa ettiği korku imparatorluğunda FETÖ’nün casusluk örgütü olduğunu anlatan ‘Mahrem’ kitabını yazdı. 

Yıllar geçti…

AKP ile FETÖ’nün iktidar ortaklığı kavgayla bitti.

FETÖ’cüler 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulundu, 252 insan hayatını kaybetti. Erdoğan, “Kandırıldık, Allah affetsin” deyip sorumluluklarından sıyrıldı. 2017’de Odatv Davası’nın sahte delillerle açılmış kumpas bir dava olduğuna hükmedildi, tüm sanıklar beraat etti. 

Yine yıllar geçti, adaletsizlik devam etti. 

Barış Pehlivan FETÖ’cü zenginleri, para karşılığı davalardan kurtaranları yazdı. FETÖ Borsası’nda dönen dolapları, paraları, cinayeti anlattı. FETÖ’den boşalan koltuklara oturtulan tarikatçıları deşifre etti. Yolsuzlukları, vurgunları kaleme aldı. Yeniden hedefe kondu.

Aranan gerekçe Mart 2020’de bulundu. Libya’da yaşamını yitiren MİT mensubunun cenazesiyle ilgili haber gerekçe gösterildi. Barış Pehlivan bavuluyla gittiği adliyede tutuklandı. Silivri Cezaevi’ne konulduğu sırada bir infaz koruma memurunun saldırısına uğradı. Başsavcılık saldırıyı yalanlamış ancak daha sonra görüntüleri ortaya çıkmıştı.

Aynı davada Barış Terkoğlu, Murat Ağırel, Hülya Kılınç, Ferhat Çelik, Aydın Keser hapsedildi. MİT mensubunu ifşa etmekle suçlandılar ama bir ifşa yoktu. Olayı Cumhurbaşkanı Erdoğan duyurmuştu, köy muhtarı isimleri ve cenaze bilgilerini paylaşmıştı, TBMM’de milletvekili anlatmıştı, sosyal medyada haber öncesinde yüzlerce paylaşım yapılmıştı. İfşanın ifşası olmazdı ama davanın talimatı yukarıdandı.

FETÖ döneminin yandaş kalemşörleri yeniden sahnedeydi. Geçmişte Fetullahçıların piyonu olan kalemşörlere iddianameler servis edildi. Cezaevindeki gazeteciler haklarındaki suçlamaları yandaş gazetelerden öğrendi. Casusluk süsü vermek için akıldışı senaryolar yazılmıştı.

Mesela; Sabah Gazetesi’nde ‘Murat Ağırel’in 15 dakikalık sır görüşmesi’ başlığıyla haber yayımlandı. Uluslararası haber ajansıyla yaptığı telefon görüşmesi, casusluk imasıyla sunulmuştu. Oysa Murat Ağırel, bu görüşmede Sputnik RS FM’in canlı yayına bağlanmış ve yeni çıkan kitabı Sarmal’ı anlatmıştı. Halen Youtube’ta kaydı bulunan canlı yayın, iddianamede bile ‘sır görüşme’ olarak nitelendiriliyordu.

Evet, bu kadar saçmaydı.

Ama gazeteciler, koronavirüs salgını döneminde, Silivri Cezaevi’nde arada boş hücreler bırakılarak tecrit altında aylarca hapsedildi.

İKİNCİ AF

Bu kez iktidar, ‘Çakıcı Affı’ olarak bilinen infaz düzenlemesini çıkarmıştı. Soma, Ermenek, Aladağ katliamlarına neden olanlar da bu aftan faydalandı ama TBMM’de gece yarısı yasaya ek madde konularak gazetecilerin hapiste kalması sağlandı.  

Barış Pehlivan, tutuklu yargılandığı davanın duruşmasında bir ifşanın söz konusu olmadığını açık kaynaklardaki delilleriyle, tarih sırasıyla anlattı. İddianamede cenaze törenindeki fotoğrafın gizlice çekildiği iddia ediliyordu, oysa orada kaymakam, siyasi parti temsilcileri, belediye başkanı vardı. Ve fotoğraf görevli bir kişi tarafından aleni şekilde çekilmişti. Üstelik suçlama konusu haberde MİT mensubunun ismi, törenin yapıldığı köy bile yazılmamıştı.

Barış Pehlivan, duruşmada sözlerini şöyle bitirdi:

“Eğer böyle giderse, yarın bir tankın içinde, devlet gömleği giydirilen başka tarikatlara mensup darbeciler görürüz, diye yazmasaydım burada olmazdım. Ama tüm yaşadıklarıma rağmen diyorum ki iyi ki yazdım, iyi ki yazıyorum, iyi ki yazacağım. Hepsi gerçekti. Yalanlayamadılar. Bunun yerine bir bahaneyle hapse attılar.”

Gazeteciler 6.5 ay tutuklu kaldıktan sonra hapis cezaları verilerek tahliye edildi.

15 Şubat 2022’de MİT mensubunu ifşa etmek iddiasıyla açılan dava istinafta onaylanınca Barış Pehlivan ve Murat Ağırel’e yeniden cezaevi yolu göründü. Barış Pehlivan ve Murat Ağırel, Çağlayan Adliyesi’nden yine polis aracıyla Silivri Cezaevi’ne götürüldü. Hapiste ne kadar kalacakları belirsizdi.

İktidar, MİT mensuplarının hayatını kaybettiği saldırının arkasında Libya’daki iç savaşta Hafter’i destekleyen Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) olduğunu defalarca dillendirmişti.

Barış Pehlivan ve Murat Ağırel hapsedilmesinden kısa süre önce AKP iktidarı, BAE Şeyhini görkemli törenle Saray’da karşılamıştı. Erdoğan, BAE’yi ziyaret ederek yeni bir sayfa açıyordu.

Barış Pehlivan üçüncü kez Silivri Cezaevi’ne götürülmeden önce “Sadece gazetecilik yaptığımız için tekrar cezaevine giriyoruz” dedi.

Barış Pehlivan ve Murat Ağırel, akşam saatlerinde pandemi nedeniyle denetimli serbestlikle tahliye edildi. Denetimli serbestlik uygulanırken ‘Hakkınızda dava açılırsa yeniden hapse dönersiniz’ deniliyordu. Bu gazetecilere ‘Yazmayın, haber yapmayın’ demekten farksızdı.

Tabii ki yazmaya devam ettiler. Bu süreçte Barış Pehlivan’a Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazıları nedeniyle 6 dava açıldı ama denetimli serbestlik bozulmadı. Barış Terkoğlu ile yazdıkları ‘SS’ kitabı yayımlandıktan kısa süre sonra 7’nci dava gerekçe yapıldı. 14 Mayıs 2023’teki seçimden üç gün sonra Çağlayan Adliyesi’nden yeniden Silivri Cezaevi’ne gidiyordu. Ancak açık cezaevleri Covid-19 nedeniyle kapalıydı ve mahkûmlar 31 Temmuz 2023’e kadar izinliydi. Birkaç saat sonra serbest bırakıldı.

Barış Pehlivan, Yargıtay Üyesi Ömer Faruk Aydıner’in ismini kodlayarak hakkındaki iddiaları mahkeme dosyalarından yazmıştı. Yargıtay üyesi bu yazı nedeniyle hakaret davası açtı ve Barış Pehlivan’ın denetimli serbestliği 19 Nisan 2023’te sadece bir imzayla yakıldı. Sadece dava açıldığı için, yargılama bile olmadan…

ÜÇÜNCÜ AF

Tabii ki yine TBMM’de bir infaz düzenlemesi hazırlanıyordu. Katillere, cinayete teşebbüs edenlere, tecavüzcülere, uyuşturucu kaçakçılarına, yolsuzluk yapanlara, dolandırıcılara, çetelere yeniden özgürlük yolu açıldı. Siyasiler, gazeteciler, düşünce suçluları kapsam dışında bırakılmıştı. Ama bu kez infaz düzenlemesi, Barış Pehlivan’ı tekrar hapse atmaya yetmiyordu. Cezaevine girmesi için son açılan davada yargılanmış ve koşullu salıverilmiş olması gerekliydi. Denetimli serbestliğinin yakılması gerekçe olamazdı.

Ama bunu yaptılar. Barış Pehlivan, 15 Ağustos 2023 günü bavuluyla Silivri Açık Cezaevi’ne girdi. Son itiraz hakkında kararı Silivri 2 No’lu İnfaz Hâkimliği verecek.

Barış Pehlivan 5’inci kez cezaevine gireceğini duyurduğu yazısında şöyle diyordu:

“Ne bir haram yedim ne cana kıydım. Bu topraklardaki herkesin yüreğine baharın gelmesi için yazdım.”

Barış Pehlivan, Karındeşen Jack olsaydı, çoktan özgür bir hayata kavuşmuştu.

Sadece Barış Pehlivan’a gazetecilik yaptığı için ödetilen bedeli okumadınız. Bu aynı zamanda adaletsizliğe karşı bir adalet direnişiydi. İstibdat döneminde gazeteciliğin, hakikat mücadelesiydi. Ve sadece gerçeğin düşmanları değil toplumun sessizliği hakikati hapsetti…

Timur Soykan / Birgün