7 Eylül 2023 Perşembe

Aliyev-Erdoğan ailelerinin SOCAR kardeşliğinin perde arkası: İki dövlet tek sermaye + Sıra dışı Sinan Oğan portresi: SOCAR’ın Türkçü mutemedi (sol-Özel)

 

Aliyev-Erdoğan ailelerinin SOCAR kardeşliğinin perde arkası: İki dövlet tek sermaye (Eyüp Demir-soL/Özel)

SOCAR bir yanıyla Azerbaycan’da sosyalizmin çözülüşüyle ortaya çıkan yeni monarşinin bir ürünü ama öbür yandan da Türkiye’deki yeni monarşinin en büyük destekçisi.

Türkiye’nin en büyük endüstriyel holdingi olarak petrokimya, rafinaj, doğal gaz ticaret, iletim ve dağıtım sektörlerinde faaliyet gösteriyoruz. Kümelenme modeli çerçevesinde kaynaktan son kullanıcıya kadar uzanan değer zincirimizle üretim gücümüzü sürdürülebilir bir geleceğe aktarıyoruz.” Azeri petrol şirketi SOCAR’ın Türkiye bölümü kendini böyle tanıtıyor. 

Şirketin Türkiye’ye girişi, 2008’de Petkim’i alması ile birlikte. Petkim'in yüzde 51'i SOCAR’ın mülkiyetinde. Azerbaycan’dan Türkiye ve Avrupa’ya doğalgaz akışını sağlayan TANAP’ın da önemli ortaklarından birisi olan şirket, aynı zamanda Bursa ve Kayseri’deki gaz dağıtım şirketlerinin de çoğunluk hisselerine sahip. Bu illerdeki şirketler aracılığıyla 1,5 milyonu aşkın aboneyi elinde bulunduruyor. Bundan başka STAR Rafineri, SOCAR Terminal, Petkim RES, Enervis, SOCAR Enerji Ticaret, Millenicom, SOCAR Ticaret ve SOCAR Depolama gibi her biri kendi alanında öncü şirketlerin kontrolü ellerinde. SOCAR ülkede 20 milyar dolarlık bir sermayeye hükmediyor. 

SOCAR, İngilizce “State Oil Company of Azerbaijan Republic”in kısaltması. Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi Türkçesiyle. Azerbaycan'ın iki rafinerisini ve tüm petrol ve gaz boru hatlarını işleten şirket, aynı zamanda uluslararası konsorsiyumların ülkede gerçekleştirdiği petrol ve doğalgaz projelerine de nezaret ediyor. Azeri petrolünün tartışmasız patronu özetle. 100 binden fazla işçi çalıştırıyor, 14 milyon tondan fazla petrol üretiyor. Müthiş bir mali güce hükmediyor.

Bir eli Türkiye’nin içinde olan şirketin diğer eli İsrail’in üzerinde. Bu tuhaf SOCAR ağı İsrail’in Azerbaycan üzerindeki etkisinin bir yansıması. İsrail hem Türkiye’de hem Azerbaycan’da çok etkili. İsrail Azerbaycan’ın en önemli silah tedarikçisi. Azeri subayları İsrail’de eğitiliyor. Azeri ordusu İHA ve SİHA’larla, uzun menzilli etkili füzelerle donatılıyor. İsrail cep telefonu operatörleri ülkede etkin. Kimya, ilaç, tarım ve medya sektöründe çok büyük yatırımları var. Buna karşılık İsrail’in tükettiği petrolün yüzde 40’ını SOCAR karşılıyor. Azeri petrolü Bakü-Ceyhan boru hattıyla Ceyhan’a geliyor, buradan tankerlerle İsrail’e taşınıyor. Bu yolla iki ülkeyi kontrolünde tutan İsrail İran’ı da kuşatmış oluyor. İsrail Azerbaycan’ın İran sınırına yakın bir bölgede bir hava üssü kurdu. Bu nedenle Bakü'ye iki defa nota veren İran'ın tepkisi dikkate bile alınmadı. İlişkileri İran’la savaşı göze alacak kadar sıkı fıkı.

SOCAR siyaseti de dizayn ediyor

SOCAR’ın operasyonlarının merkezi Azerbaycan olmakla birlikte, şirket başta Türkiye olmak üzere, Ukrayna, Romanya, Gürcistan, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, İngiltere, Sinagapur, Rusya ve İsviçre’de de faaliyet yürütüyor. Bu operasyonların başlıcaları petrol ve doğalgaz arama, petrol ve doğalgaz çıkarma, ham petrol işleme, petrokimya ve enerji taşımacılığı olarak özetlenebilir. Şirketin özellikle de Azerbaycan sınırları içerisindeki petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinden, Total, BP, Chevron ve Lukoil gibi uluslararası petrol tekelleri ile ortaklıkları bulunuyor. 

Bu kadar çok paranız varsa iktidarla yakın ilişkiler de kaçınılmaz oluyor haliyle. SOCAR’ın AKP ile ilişkileri, iki ülkenin egemen güçleri arasında bir alışveriş biçiminde ortaya çıkıyor. Oraya doğru yöneldikçe her şey bulanıklaşıyor, görünmez hale geliyor. Öyle ki SOCAR-AKP ilişkisinin merkezinde Erdoğan’ın yönettiği akçeli ilişkilerin etkisine dikkat çeken pek çok haber ortaya çıktı. Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen çeşitli şirketler aracılığıyla 2013 yılına kadar SOCAR Gaz Ticaret’te pay sahibiydi. İddialara göre İlgen bu işleri Erdoğan’ın vekili olarak yürütüyordu. MAN adası belgelerine göre Ziya Ülgen ve Erdoğan’ın kardeşi Mustafa Erdoğan MAN adası üstünden kurdukları BMZ Group adlı denizcilik firmasına ait tankerleri SOCAR’a satmıştı. Neden, nasıl anlaşılamadı.

Buna paralel başka ilişkiler de var. Korgeneral Bahtiyar Ersay, 2022’de Azerbaycan Savunma Bakanı Zakir Hasanov’un danışmanı oldu. Korgeneral Ersay bu yeni görevini üstlendiği sırada TSK’nın bir generaliydi. TSK üniformasını çıkardı, Azeri üniformasını giydi, işine devam etti. Korgeneral Bahtiyar Ersay Azeri-Ermeni savaşında da Azeri kuvvetlerini bizzat yönetmiş, koordine etmişti. Danışmanlık görevi bir anlamda bu pozisyonu meşrulaştırmak anlamına geliyordu. 

SOCAR üzerinden yürütülen açık siyasi müdahalelerden biri de Sinan Oğan’ın Cumhur İttifakına desteği. İddialara göre Oğan’ın kimi desteklemesi gerektiğini kulağına Azerbaycan’dan fısıldamışlardı. İBB Meclisi İYİ Parti Grup Başkan Vekili İbrahim Özkan, durumu şöyle ifade ediyordu; “Sinan Oğan’dan fazla beklentiniz olmasın. Aliyev ne derse onu yapar.” Sadece bir ima değil bu, Oğan Aliyev’in Türkiye temsilcisi rolündeydi.

Bu ilişki ağı yargıya müdahaleye bile vardırıldı. Yalıkavak Marina ve "mallarına çökülmesiyle" gündeme gelen Mübariz Mansimov, Azerbaycan devlet petrol şirketi SOCAR ile davalık olmuş, Albayrak'ın bu davanın SOCAR lehine sonuçlanması için hakimlere baskı uygulandığı iddia edilmişti.

Galatasaray petrol buldu

Tabii imaj bu tür olaylarla yara alınca biraz para harcayıp düzeltmek şart oluyor. Sponsorluk bu imaj düzeltme işinin teknik adı. Galatasaray Spor Kulübü ve Azerbaycan’ın enerji devi SOCAR arasında 2023-2024 sezonundan başlamak üzere tüm branşları kapsayan üç yıllık Sponsorluk Reklam ve Tanıtım Hakları sözleşmesi imzalandı. Yapılan anlaşmaya göre Galatasaray Spor Kulübü enerji sponsoru olan SOCAR, sarı kırmızılı takımın UEFA organizasyonu altında oynayacağı tüm Avrupa maçlarında giyeceği formanın göğüs kısmında da yer alacak. SOCAR Turkey Enerji AŞ bunun karşılığında kulübe 15 milyon avro ödeyecek. Böylece her şey tertemiz olacak!

soL yazarı Orhan Gökdemir'in “SOCAR’ın sakar kraliçesinin aşırı acıklı hikayesi” başlıklı yazısına, yayımlandıktan 3 yılı aşkın süre sonra erişim engeli getirilmesinin nedeni bu. SOCAR’ın üzerindeki petrol kirinden kurtulmaya ihtiyacı var.

İsrailliler rahatsız

Yakın zamanda Birleşik Krallık merkezli petrol devi BP ve Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi'nin (SOCAR) Doğu Akdeniz'de doğalgaz arama ruhsatı almak için İsrail'e ortak teklif götürdü. Zaten SOCAR, İsrail’in Akdeniz’deki YAM-3 yataklarında petrol ve gaz arama faaliyetlerini sürdürüyordu. Bu son teklif Kafkaslarda ortaya çıkan yeni oyuncunun, İngiltere’nin, ataklarından biri. 

Bu ataklar ortaya yeni sorunlar çıkarıyor. Libya İç Savaşı'nda Trablus ile Türkiye arasında, Türkiye'nin deniz sınırlarının Anadolu'dan Derna ve Tobruk kıyılarına kadar uzanmasına izin veren Aralık 2019 anlaşmasının ardından, İsrail bu anlaşmaya karşı olduğunu duyurdu ve İsrail'in resmi pozisyonuna göre anlaşma "yasa dışı' ilan edildi.  Bunun ardından Türk donanması Kıbrıs adası civarında Rum hükümetinin rızasıyla faaliyet gösteren bir İsrail araştırma gemisini bölgeden çıkmaya zorladı. Bu eylem, İsrail'de Türkiye'nin "tüm Akdeniz genişliğinde bir deniz sınırı oluşturmayı" amaçladığı ve İsrail'in Akdeniz üzerinden uluslararası sulara erişimini kesmeyi amaçladığı iddialarını doğurdu. 2020'de Mossad Direktörü Yossi Cohen, Türkiye'yi bölge barışı için yeni bir tehdit olarak nitelendirdi ve Türkiye'nin Azerbaycan ve Katar gibi müttefiklerine dikkat çekti. İsrail ise ABD aracılığı ile Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerini normalleştirme kararı aldı. Ankara ise her iki Arap ülkesini açıkça Filistinlilere karşı İsrail'i desteklemekle suçladı. Buna karşılık, Türkiye iki Hamas liderine ev sahipliği yaptı ve bu hareket İsrail ve ABD'den tepki aldı.

2020'de Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ ihtilafı sırasında İsrail, Türkiye ve İsrail'in müttefiki olan Azerbaycan'ı açıkça destekledi. Ancak, Türkiye'nin İsrail'i Kafkasya'daki istikrarsızlıktan sorumlu tutmasının ardından İsrail Savunma Bakanı Benny Gantz, Türkiye'yi bölgede savaşı alevlendirmekle suçladı. İsrail de Azerbaycan'a verdiği desteği misilleme olarak askıya aldı. Korgeneral Bahtiyar Ersay’ın, 2022’de Azerbaycan Savunma Bakanı Zakir Hasanov’a danışman atanması bu krize denk düşüyor. 

İki dövlet tek sermaye

Sermayenin doğası bu, akışkan, girdiği kabın şeklini alıyor, görünmez oluyor. Oysa SOCAR Türkiye’nin ezilenlerinin yeni sorunu olmaya aday. Petrokimya, rafineri, gaz ve ham petrol taşımacılığı ve liman işletmeciliğindeki pozisyonu, SOCAR’ı Türkiye’de stratejik faaliyet yürüten şirketlerden birisi konumuna sokuyor. Şirket bu alandaki yatırımlarıyla yetinmek yerine, elini daha da güçlendirecek bir dizi enerji yatırımına hazırlanıyor. Yani şirket Türkiye’de enerji alanında tekel pozisyonu hedefleyen bir yaklaşımla yoluna devam ediyor.

Şimdiki tahribatını şöyle özetleyebiliriz; SOCAR bir yanıyla Azerbaycan’da sosyalizmin çözülüşüyle ortaya çıkan yeni monarşinin bir ürünü ama öbür yandan da Türkiye’deki yeni monarşinin en büyük destekçisi. 

Şu meşhur Karabağ savaşına gelince; Azerbaycan hükümeti savaş başlamadan hemen önce, Dağlık Karabağ ve çevresindeki altın madenleri ve diğer doğal kaynak alanlarının paylaşımı için maden şirketleri ve Birleşik Krallık gibi ülkelerin büyükelçilikleriyle gizli toplantılar düzenledi. Savaştan önce bu sahaları Ermeni hükümetiyle anlaşan İsviçreli ve Fransız şirketler işletiyordu. Savaş sona erdiğinde bu sahalar Aliyev’in aile üyelerinin de hissedarları arasında bulunduğu İngiliz, Amerikan ve Türk şirketleri tarafından işletilmeye başlandı. Yoksul Azeriler ve Ermenilerin kanı işte bunun için akıtıldı.

Eyüp Demir-soL/Özel

                                                                     /././

Sıra dışı Sinan Oğan portresi: SOCAR’ın Türkçü mutemedi (Orhan Gökdemir-soL/Özel)(22/05/2023)

Oğan’ı bilenler onun Erdoğan’ın izinden gideceğini biliyordu. Bu Türkçülük kardeşliği değil petrol kardeşliğiydi. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Tanrı SOCAR’ı korusun!

Sinan Oğan 1969’da Azerbaycanlı bir ailenin çocuğu olarak Iğdır'da dünyaya geldi. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme bölümü mezunu olduktan sonra aynı üniversitede “Azerbaycan'da Ekonomik ve Mali Sektörün Yapısal Analizi” başlıklı tezi ile yüksek lisans çalışmasını tamamladı. Yani Azerbaycan’a bağlılığı sanılanın ötesindeydi. Bu tutkusu onu MHP’ye taşıdı. 2011 Türkiye genel seçimlerinde MHP'den Iğdır milletvekili seçildi. Birkaç yıl sonra partisinden ihraç edildi. Dava açtı, kazandı, geri döndü. İki yıl sonra tekrar ihraç edildi, MHP kapısı artık tamamen kapanmıştı. 

Eğitimi kadar uluslararası faaliyetleri de Azerbaycan etrafında dolaşıyor. Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Üniversitesi’nde doktora çalışmasını tamamladı. Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde araştırma görevlisi, Azerbaycan Devlet Ekonomi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi ve dekan yardımcısı olarak görev yaptı. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bir süre önce Ebulfez Elçibey ile görüştü. Kim adına ve neden, bilinmiyor. Azerbaycan'ın Sovyetler Birliği’nden kopması sonrasında bir süre Elçibey'in cumhurbaşkanlığı ofisinde çalıştı. 1992-2000 yılları arasında MİT’e bağlı olarak çalışan TİKA’nın (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) Azerbaycan temsilcisi oldu. Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Rusya-Ukrayna Araştırmaları Masası başkanlığı yaptı. Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezini (TÜRKSAM) kurdu. TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu'nda Avrasya'ya Bakış isimli dış politika içerikli bir haftalık programın yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendi. Metzamor Nükleer Santrali'nin kapatılmasına yönelik faaliyetleri koordine eden bir “sivil girişim” kurdu ve koordinatörlüğünü yaptı. Santral, Ermenistan’ın Türkiye sınırı yakınlarında. 

Payız is coming, Erdoğan’a gülücük

Bu kıyıda köşede kalmış adam son seçimde Cumhurbaşkanı adayı olunca birdenbire ünlendi. Ata İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayıydı. İlk muhalefeti muhalefete oldu. Muhalefetin “Baharlar gelecek” kampanyasına göndermeyle “Payız is coming” dedi. ‘Payız’, Azerbaycan Türkçesinde ‘sonbahar’ anlamına geliyordu. Oğan, muhalefet kazanırsa bahar değil sonbahar geleceği kanısındaydı. 

Bu yarı Azerice yarı İngilizce gönderme rastlantı değildi. Oğan’ın kimi desteklemesi gerektiğini kulağına Azerbaycan’dan fısıldamışlardı. İBB Meclisi İYİ Parti Grup Başkan Vekili İbrahim Özkan, durumu şöyle ifade etti; “Sinan Oğan’dan fazla beklentiniz olmasın. Aliyev ne derse onu yapar.” Sadece bir ima değil bu, Oğan Aliyev’in Türkiye temsilcisi rolündeydi.  
Bu çalışmalarından dolayı Aliyev tarafından zaman zaman ödüllendirildi. Mesela 2011 yılında bir törenle kendisine Azerbaycan’da daha çok sanatçılara verilen “Terakki (İlerleme) Madalyası” verildi. Bu madalya 2006 yılında Azerbaycan Devlet Şirketi SOCAR Yönetim Kurulu Üyelerinden Süleyman Gasimov’a da verilmişti. Gasimov, 2011 yılında “Şöhret” (Şeref) Madalyası da aldı. Ülküdaşlarının deyişiyle Sinan Oğan Rusya üzerinden Azerbaycan’a ya da Azerbaycan üzerinden Rusya’ya bağlı.

Tanrı SOCAR’ı korusun (!)

Azerbaycan-Türkiye ilişkisi söz konusu olur da SOCAR olmaz mı? SOCAR, Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi’nin İngilizce yazılışının baş harflerinden oluşuyor. Şirketin kökenleri esas olarak, Sovyet Azerbaycan’ında kurulan devlet şirketi Azerneft’e dayanıyor. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile beraber, şirket sadece ismini değil, misyonunu ve organizasyonunu da baştan aşağı değiştiriyor.

SOCAR’ın operasyonlarının merkezi Azerbaycan olmakla birlikte, şirket başta Türkiye olmak üzere, Ukrayna, Romanya, Gürcistan, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, İngiltere, Singapur, Rusya ve İsviçre’de de faaliyet yürütüyor. Bu operasyonların başlıcaları petrol ve doğalgaz arama, petrol ve doğalgaz çıkarma, ham petrol işleme, petrokimya ve enerji taşımacılığı olarak özetlenebilir.

Şirketin özellikle de Azerbaycan sınırları içerisindeki petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinden, Total, BP, Chevron ve Lukoil gibi uluslararası petrol tekelleri ile ortaklıkları bulunuyor. SOCAR’ın dünya çapında 100 bine yakın işçisi bulunuyor. 
SOCAR’ın ülkemizdeki faaliyetleri, SOCAR Türkiye şirketi üzerinden yürütülüyor. Bu şirketin hali hazırda birçok alanda yatırımları bulunuyor. Bu yatırımlar arasında Türkiye’nin tek petrokimya tesisi, ülkemizin ham petrol işleme kapasitesinin yaklaşık yüzde 25’ini elinde bulunduran bir rafineri ve Ege Bölgesi’nin en büyük entegre liman işletmesi bulunuyor. Azerbaycan’dan Türkiye ve Avrupa’ya doğalgaz akışını sağlayan TANAP’ın da önemli ortaklarından birisi olan şirket, aynı zamanda Bursa ve Kayseri’deki gaz dağıtım şirketlerinin de çoğunluk hisselerine sahip. Bu illerdeki şirketler aracılığıyla 1,5 milyonu aşkın aboneyi elinde bulunduruyor. Şirket bunların dışında, sigortadan fibere, depolamadan akaryakıt dağıtıma ve rüzgâr enerji santrallerine kadar bir dizi alanda faaliyet yürütüyor. SOCAR’ın tüm bu yatırımları 20 milyar doları aşıyor. Türkiye’de şirket bünyesinde 5 binin üzerinde emekçi çalışıyor.

SOCAR’ın Türkiye’deki faaliyetleri, 2008 yılında Petkim’in çoğunluk hisselerine sahip olmasıyla başlıyor. Türkiye’nin tek petrokimya tesisi olan Petkim, bu tarihten önce devlete aitti. Özelleştirme AKP iktidarının genel bir politikası olmakla birlikte, bu petrokimya devinin Azerbaycanlı şirkete devri siyasi bir karar olarak hayata geçmişti. 

SOCAR’ın AKP ile ilişkileri, Türkiye ve Azerbaycan’daki zengin sınıfların ortaklığının bir parçası ve uzantısı olarak okunmalı. Bu bağlamda, ilişkilere başlangıçtan itibaren stratejik bir değer atfedilmiştir. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi, 2018’de SOCAR’ın Aliağa’daki yatırımlarının özel endüstri bölgesi kapsamına alınması. 2018’de alınan kararla, bu olanak ilk kez SOCAR’a tanındı. Peki özel endüstri bölgesi sıfatını taşımak, SOCAR’a ne gibi faydalar sağlıyor? Bu sayede bazı altyapı işleri Sanayi Bakanlığı sorumluluğuna devrediliyor, projesine göre kamulaştırma masrafları bakanlığa devredilebiliyor. Çeşitli başlıklardaki harçlardan muaf tutulurken en önemlisi ÇED onay süresi normalden daha hızlı işletiliyor. Bu sayılanlar özel endüstri bölgesi tanımının başlıca getirileri olmakla birlikte, bu bölgelerin başka faydaları da bulunuyor. 

SOCAR-AKP ilişkisinde, siyasi ve stratejik ilişkiler dışında Erdoğan’ın merkezinde durduğu akçeli ilişkilerin de olduğu öne sürülüyor. Geçmişte birden fazla örnekte, bu ilişkinin de basına yansıdığını görmüştük. Bunlardan birisi, Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen (meşhur, darbe girişimini haber veren) üzerinden kurulan ilişki. Ziya Ülgen, çeşitli şirketler aracılığıyla 2013 yılına kadar SOCAR Gaz Ticaret’te pay sahibiydi. Bu durum sıkça Erdoğan’ın vekili olarak bu ilişkiyi yürüttüğü şeklinde yorumlandı. Diğeri ise, 2017 yılında, yine Ziya Ülgen ve Erdoğan’ın kardeşi Mustafa Erdoğan üzerinden gündeme gelen olaydı. Bu olayda, ikilinin MAN adası üstünden kurdukları BMZ Group adlı denizcilik firmasına ait tankerler SOCAR’a satılmıştı.

Tepeden kurulan bu ilişkilerin yanında, AKP-SOCAR ilişkisi yerel siyasetçilere ve şirket yöneticilerine uzanacak kadar doğallaşmış durumda. 2021 yılında, Cumhur İttifakı’nın İzmirli yöneticilerinin rutin ziyaretlerinin başında yerel SOCAR yönetiminin gelmesi buna verilecek örneklerden birisi olarak görülebilir. 

Oğan SOCAR’ın korumasında

Yeşil Iğdır Gazetesi’nin bir haberine bakalım: “16.06.2012 tarihinde Iğdır Milletvekili Dr. Sinan Oğan, Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan İş Forumu dolayısıyla Kars’a gelen üç ülkenin Ekonomi Bakanları ile Kars Havaalanı’nda mini bir zirve toplantısı gerçekleştirdi. Nahçivan’a geçişlerde Türk nakliyecilerinin ve işadamlarının yaşadığı sorunları dile getiren Oğan, Ekonomi Bakanı M. Zafer Çağlayan, Azerbaycan Ekonomik Kalkınma Bakanı Şahin Mustafayev, Nahcivan Ekonomi Bakanı Famil Seyidov ve Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) Rövnag Abdullayev ile bir araya geldi. Azerbaycan ve Nahçivan Ekonomi Bakanları görüşmede kapıdaki sorunların çözülmesi için çalışacaklarını ifade ettiler. Abdullayev’i de Iğdır’a yatırıma davet eden MHP Iğdır Milletvekili Oğan, Iğdır’a yatırım konusunu Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile de görüştüğünü ve kendisinin de desteklerini talep ettiklerini ifade etti.”

Soru şu; Oğan’ın üç ekonomi bakanı ve SOCAR başkanını hangi sıfatla Kars Havaalanı’nda karşıladı. Bunlarla hangi sıfatla “mini bir zirve” yaptı? Oğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin mi, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin mi milletvekili? 

Kadir Yıldız, 10.06.2015 tarihinde Ortadoğu Gazetesi’nde “Sinan Oğan'ın Iğdır Güzellemesi” başlıklı yazısında şu soruları sordu: “Milletvekili olduğun süreçte Azerbaycan’ın SOCAR şirketiyle gizliden gizliye nasıl bir bağlantı içerisine girdin? Azerbaycan’ın petrol şirketi ile bir milletvekilinin arasında nasıl bir manevi bağ var? Petrol üzerinden kardeşlik türküleri mi söyleyecektin? SOCAR’ın finanse ettiği AZADER’in toplantısına hangi kimlikle ve ne adına yer aldın? Azerbaycan Diaspora Bakanı Nazım İbrahimov’dan ne talebinde bulundun? Ne karşılığında para aldın? Karşılığında ne vaat ettin?

Moskova’da Valdai Forum toplantıları

Oğan’ın Moskova yılları da ilginç. Moskova’da, 2009’da “Türk İç Politika Faktörlerinin Türkiye’nin Rusya Politikasının Oluşumuna Etkileri” başlıklı teziyle, Moskova Uluslararası İlişkiler Üniversitesi’nin (MGIMO) Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden doktora derecesini aldı. Ardından Rusya'nın düşünce kuruluşu "Valdai Forumu"nda (The Valdai International Discussion Club) görev aldı. Valdai Forumu resmi olarak Kremlin himayesinde ve Putin başkanlığında, 2004’ten beri her yıl toplanıyor. KGB ile de ilişkili olduğu iddia ediliyor. Oğan, bu toplantılara 2 defa katıldı ve resmi toplantı sonrasında da Rus Dışişleri Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Başkanı Putin ile de özel görüşmeler yaptı. Valdai International Discussion Club’ın 31 Ağustos-7 Eylül 2010 tarihleri arasında St. Petersburg-Moskova-Soçi’de gerçekleştirilen ve dünyanın alanında en tanınmış 40 ve Rusya'dan 60 uzmanının katıldığı toplantıda Türkiye’yi TÜRKSAM Başkanı Oğan temsil etti. Forum sonrası Oğan sırasıyla; St. Petersburg Valisi Valentina Matviyenko, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Vladimir Putin ile görüştü. Rusya Başbakan Yardımcısı Igor Shuvalov ile de görüştü ve 6 Eylül 2010’da Soçi’de Putin’in de bulunduğu akşam yemeğine katıldı. Burada Putin'e Türkiye-Rusya-Azerbaycan enerji politikaları hakkında çanak sorular sordu, “Putin Avrasyacılığı” çizgisinde bir "politik" duruş sergiledi.

Bütün bunların ima ettiği şu; Ümit Özdağ CIA ajanı, Devlet Bahçeli MİT ajanı, onun payına da FSB düştü!
Oğan, Erdoğan’a desteğini açıklayınca Meral Akşener'in danışmanı Murat İde, Oğan için "iş takipçisi" dedi, bir petrol şirketini işaret etti. Adını vermediği o şirket SOCAR’dı…

Bu şaibeli kişilik ilk turda yüzde beş küsur oy alınca birdenbire CHP’lilerin de sevgilisi ve umudu oldu. Oysa bilenler onun Tayyip Erdoğan’ın izinden gideceğini biliyordu. Bu Türkçülük kardeşliği değil petrol kardeşliğiydi. SOCAR kardeşliği iki devletten de bir milletten de büyüktür. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Tanrı SOCAR’ı korusun!

Orhan Gökdemir-soL/Özel


Emperyalizmin bunalımı + En tehlikeli aşırı solcu! + Türkiye’yi mülteci istilasıyla sıkıştırmaya mı çalışıyorlar? (İbrahim Varlı-BİRGÜN)

 


Emperyalizmin bunalımı

Emperyalizmin genel bunalımı derinleştikçe, yeni savaş-çatışma cepheleri açılmaya devam ediliyor. Emperyalist bunalımın yeni savaşlarla aşılması şaşırtıcı değil, sistemin doğası bu.

Emperyalist merkezlerin tüm güçleriyle hegemonyalarını perçinleştirmeye, yeni nüfuz alanları oluşturmaya çalıştığı reel-politik denklemde, yaşanan gelişmeleri tesadüflerle açıklamak, rastlantısal olarak değerlendirmek mümkün değil.

Tam da bundan dolayı son dönemlerde ne Batı Afrika’da, ne Ortadoğu’da, ne de Kafkasya’da yaşananlar birbirinden bağımsız ele alınamaz. Büyük güçler arasında şiddetlenen hegemonya, güç kavgasında patlak veren krizlerin, gerilimlerin, çatışmaların hepsi birbiriyle ilintili.

Ukrayna’da kuşatılan Rusya, Batı’ya Afrika’da karşılık verirken, ABD/Batı ise Moskova’nın arka bahçesine sızarak Kafkasya ve Orta Asya’dan yanıt veriyor. Son dönemlerde iki sıcak bölgede yaşananlar bu durumu teyit eder durumda.

KERKÜK-DEYRİZOR HATTI

Irak ve Suriye’de eş zamanlı patlak veren gerilimler, yukarıda bahsedilenler ışığında okunmalı. Irak’ın kuzeyindeki Kerkük ile Fırat’ın güney doğusundaki Deyrizor, aynı eko-sistemin, coğrafi bütünlüğün parçaları. Petrol-enerji zengini her iki çok etnikli kent uzunca süredir farklı jeo politik hesaplaşmaların merkezleri konumunda.

Her iki kentte de Kürtler ile Araplar karşı karşıya. Kerkük’te ağırlıklı olarak Şii Araplar, Deyrizor’da Sünni Araplar ile Kürt yapıların yaşadığı gerilimin bir süredir bölgeye askeri-politik yığınağını artıran Washington yönetiminin hamleleri sonrası gelmesi dikkat çekici.

2000’lerin başında Irak’a, 2010’lardan itibaren ise Suriye’nin doğusuna yerleşen ABD, her iki ülkede de uzun erimli bir takım tasarruflar peşinde. Sınırın hem doğu hem de batı yakasında mevcut pozisyonunu kalıcılaştırmak istiyor.

Kürtler ile Araplar arasındaki fay hattı üzerinde yer alan Kerkük ve Deyrizor, petrol ve doğal gaz kaynakları nedeniyle hem bölgesel hem de küresel aktörlerin vazgeçmek istemeyeceği bölgeler. Bölgede konuşlu ABD, Deyrizor'da SDG ile Arap aşiretleri barıştırmaya çalışırken, Rusya ve Şam'ın bu durumu Washington aleyhine kullanma girişimleri söz konusu. Deyrizor'un Fırat'ın barısında kalan kısmı Şam-Moskova'nın kontrolünde. Rusya, ABD'nin etkisini kırmak, kendi nüfuz alanını artırmak için Şam ile ortak hareket halinde.

KAFKASYA CEPHESİ

Rusya’nın Suriye ve Batı Afrika’daki hamlelerine ABD, Kafkasya’dan karşılık vermeye başladı. Gürcistan üzerinden Kafkasya’ya girmeye çalışan ABD, Ermenistan’ı da yanına çekme arayışında. Karabağ Savaşı ve Laçin Koridoru nedeniyle Erivan ile Moskova arasında yaşanan çatlağı derinleştirmek isteyen Washington istediğini almak üzere.

ABD, Ermenistan ile Kafkasya'da ortak askerî tatbikat düzenleyecek.

"Eagle Partner 2023" tatbikatının Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan'ın Rusya'ya yönelik suçlayıcı konuşmasının ardından gelmesi dikkat çekti. Hafta sonu İtalya'nın La Repubblica gazetesine konuşan Paşinyan, "Ermenistan'ın güvenlik mimarisi, silah ve mühimmat tedariki dahil olmak üzere yüzde 99,999 oranında Rusya'ya bağlıydı" demiş ve bunun bir hata olduğunu vurgulamıştı.

Rusya'nın Ukrayna savaşı nedeniyle istese bile Ermenistan'ın güvenlik ihtiyaçlarını karşılayamayacağını söyleyen Paşinyan

Batı’ya yanaşmak için Ukrayna savaşını fırsat bildi. Ülkedeki Batı’lı muhalefetin ayaklanmasıyla işbaşına gelen Nikol Paşinyan, Moskova'yı öfkelendirirken Ermenistan, Rusya önderliğindeki Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü’nün tatbikatlarına da katılmadı.

Batı ile yakınlaşmak isteyen Paşinyan'a uyarı yapan Kremlin, “Ermenistan, Rusya'yı sıkıştırmak üzere Batı'nın bir aracı haline gelmemeli" dedi. Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov da “Rusya bölgenin ayrılmaz bir parçası. Önemli rol oynuyor ve bunu yapmaya devam edecek” demişti.

Amerika Birleşik Devletleri ile olan bağlarına ve bölgedeki diğer ülkelerle daha yakın ilişkiler kurma çabalarına açık bir gönderme yapan Paşinyan, açıkça yönelimini belirlerken Ermenistan-ABD yakınlaşması, Erivan-Moskova arasındaki bu kriz dolu döneme denk geldi. ABD ve AB, Rusya Ukrayna batağındayken Güney Kafkasya’da etkinliğini artırmaya çabalıyor.

BATI AFRİKA’DA KAPIŞMA

Ukrayna Savaşı’nın sarsıntılarının en yalın biçimde yaşandığı bir diğer coğrafya ise Batı Afrika. Ukrayna’da köşeye sıkışan Rusya’nın Batı Afrika’da Fransız/Batı hegemonyasına karşı elde ettiği kazanımlar dikkat çekici. Son iki yılda peş peşe yaşanan darbeler Rusya’nın artan etkisiyle paralel gelişiyor. Gine, Mali, Burkina Faso, Nijer, Çat ve Gabon’da Fransa’nın ve haliyle Batı/ABD karşıtı askeri darbeler, genel eğilimi Moskova’ya bükerken, bu ülkelerde işbaşına gelen askerlerin Rusya ile ilişkileri yoruma mahal bırakmayacak türden. İlhan Uzgel hoca dün gazetemizde Afrika’da şimdilik kazananın Rusya olduğunu, mevcut güç ilişkileri çerçevesinde detaylıca analiz etmişti. 

EN UZUN YÜZYIL

Bahsi geçen tüm cephelerde de her şey olup bitmiş değil. Ucu açık, müdahalelere, dış etkenlere bağlı bir süreç işlemeye devam ediyor. Rusya ile ABD'nin öncülük ettiği Batı ittifakı arasındaki hesaplaşmalar sadece bu cephelerde değil, dünyanın pek yerinde farklı şekillerde yaşanmaya devam edcek. Emperyalist kapışmalar yeni bir dönemin kapılarını aralarken anti-emperyalist mücadeleyi inşa etmek, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele etmek kaçınılmaz.

                                                                 /././

En tehlikeli aşırı solcu! 

Almanya’da yakın zamanda ibretlik bir dava görüldü. Davanın kahramanı üniversite öğrencisi antifaşist solcu Lina E. Suçu neo-Nazilere yönelik saldırılar gerçekleştirmek. Dresden’deki Saksonya Eyalet Mahkemesi’nde yüksek güvenlik önlemleri altında görülen davada Lina E., beş yıl üç ay hapse mahkum edildi.

Antifa Doğu Davası (Antifa-Ost-Verfahren) olarak adlandırılan davanın 31 Mayıs’taki 97’nci duruşmasında tutuksuz yargılanan Lennart A., Jannis R. ve Jonathat M.’ye ise 2,5 ila 3 yıl 3 ay arasında değişen cezalar verildi. Kasım 2020’den bu yana tutuklu yargılanan sosyal pedagoji öğrencisi Lina E.’nin grubun lideri olduğu ileri sürüldü.

ANTİFAŞİST OLMAK ZORUNLULUK

Federal Savcılık tarafından hazırlanan iddianamede gençlerin, “Neonazilere karşı terör saldırıları düzenleme amacıyla örgüt kurduğu ve planlar yaptığı ileri” iddia edildi.

Söz konusu antifaşist grubun 2018-2020 yılları arasında Leipzig, Wunzen ve Eisenach’ta aşırı sağcılara yönelik yaralama eylemleri gerçekleştirdiği, bankaları bombaladığı iddialar arasındaydı. Yargılamayı “siyasi bir dava” olarak eleştiren savunma avukatlarının beraat talepleri tabii ki kabul edilmedi.

Hâlâ daha tartışılan karar açıklandığında ülke çapında protesto edildi. Başta Leipzig olmak üzere Berlin, Bremen, Köln ve Almanya’nın diğer birçok kentinde yüzlerce kişi "Hepimiz antifaşistiz. Antifaşist olmak suç değil bir zorunluluktur" sloganları ile gösteriler yapmıştı.

EGEMENLERİN KORKUSU

BirGün Çeviri’de Jacobin’den Katharina Hunfeld imzalı “Almanya Yargısı Tarafsız Mı?” yazıda dava süreciyle ilgili çarpıcı detaylar yer alıyordu. Alman sağının, egemenlerin topluma korku salmak için “aşırı solcuların yükselişi” diyerek davayı nasıl kullandıkları anlatılıyordu.

Oysaki ülkede “aşırı sol”un aksine yükselen bir aşırı sağ, neo-faşist hareket vardı. Öyle ki sık sık neo-Nazilere yönelik kapsamlı operasyonlar gerçekleştiriliyor. İstihbaratın, polisin, bakanlıkların raporlarında aşırı-sağcı akımların tehlikesine dikkat çekiliyor. Ancak nafile. 

Neo-Nazilerle içli dışlı olmaktan imtina etmeyen Alman derin devletinin, egemenlerin sol korkusu tarihsel. Lina E. üzerinden verilen mesajlarla bir kez daha topluma korku pompalandı. Yargı, medya, siyaset üçgeninde “aşırı sol” şeytanlaştırılmaya çalışıldı.

RAF’TAN LİNA E.’YE

Hunfeld’in de dikkat çektiği üzere “1970’li yıllardan 90’lı yıllara kadar faaliyet yürüten Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) davalarından bu yana ilk defa solcu bir siyasi yapılanma mahkeme önüne çıkarılmıştı onların gözünde. Bild gazetesi Lina E.’yi ‘Almanya’nın en tehlikeli aşırı solcusu’ diye haberleştirecekti.”

Yazılanlar, yargılamalar, hedef göstermeler hepsi sistematikti. Antikomünist histeri devredeydi. Bolca köpürtüldü. Onlarca kişiyi öldüren, katliamlar yapan aşırı sağcıların yargılandığı davalar -NSU ve Hanau Katliamı- böyle sansasyon yaratmak için kullanılmadı.

Raporlar aşırı sağcı yükselişi gösterse de iç istihbarat ajansı konumundaki Alman Federal Anayasa Koruma Teşkilatı yükselen “aşırı solculuğa” dair uyarılar yapıyor. Neo-Nazi NSU davası, Alman istihbaratı ve aşırı sağcılar arasında köklü bağları ortaya sermişti.

Buna rağmen ajans, yıllık faaliyet raporunda da radikalleşme endişelerini tekrar ediyor ve “faşizm karşıtlığı” adı altında “aşırılıkçı ideolojiler”e insan çekildiğini öne sürüyor.

Federal İçişleri Bakanı Nancy Faeser de geçenlerde bir kez daha “sol şiddet” olaylarındaki artışa karşı uyarıda bulundu.

SOLU HEDEF AL, SAĞA YOL VER

Alman müesses nizamı ve egemenleri bir avuç solcu üniversiteli gencin üzerine çullanırken ülkede neo-faşistler iktidara yürüyor. Aşırı sağcı, yabancı düşmanı AfD partisi anketlere göre ana muhalefete yükselmiş durumda. Dün yayımlanan ankete göre Lina E. ve arkadaşlarının yargılandığı Saksonya Eyaleti’nde AfD oy oranını yüzde 35’e çıkarmış durumda. 2019 eyalet seçiminde AfD yüzde 27,5 oranında oy almıştı. Başta Doğu Almanya olmak üzere tüm eyaletlerde yükselişteler.

Jagoda Marinic, Stern dergisinde kaleme aldığı yazıda “Devlet aşırı solculara karşı aşırı sağcılardan daha mı sert?” diye yazdıktan sonra şöyle diyecekti: “İstatistikler şiddetin büyük ölçüde sağdan geldiğini açıkça gösteriyor. Soldan gelen şiddetin ise artmakta olduğu söyleniyor. Sol şiddet, aşırı sağcılara karşı çıkan vatandaşların eylemlerini de kapsıyor. Solun suçlarının büyük kısmı neo-Nazi yürüyüşlerinin engellenmesine kadar uzanıyor. Yani aşırı sağcılara karşı sokakta oturuyorsanız, siz de aşırı solcusunuz demektir.”

Alman devletinin neden solcuların üzerine bu kadar sert gittiği bilinmiyor değil. “Son Jenerasyon” eylemlerinde olduğu gibi dipten gelen bir dalga var ve sistem bunu kendisine tehdit olarak algılıyor. Sivil itaatsizlik büyümeden bastırılmak isteniyor.

Aşırı sağ yükselirken solun, anti-faşistlerin hedef alınması yaşanılanlardan, tarihten ders çıkarılmadığını gösteriyor.

                                                               /././

Türkiye’yi mülteci istilasıyla sıkıştırmaya mı çalışıyorlar? 

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan 22 Ağustos’ta Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Türkiye’yi, mülteci akınlarıyla köşeye sıkıştırma senaryolarını boşa çıkarıyoruz. Kaçak olarak ülkede bulunan ve suça bulaşanları süratle sınır dışı ediyoruz.”

Türkiye’nin sığınmacılar/göçmenler üzerinden köşeye sıkıştırılmak istendiğine, mülteci akınının “emperyalist bir proje” olduğuna dair “tezler” bir süredir çeşitli kesimler tarafından sıklıkla dillendiriliyor. Demografinin değiştirilmek istendiği, siyasi mühendislik çalışmasıyla ülkenin kodlarıyla oynandığı yönündeki inanış her geçen gün daha fazla alıcı buluyor.

Ulusalcısı, sağcısı, milliyetçisi, muhafazakârı fark etmiyor, “çok sesli koro” müthiş bir ahenk içerisinde aynı nakaratı tekrarlıyor. 

MÜLTECİ AKINI “BİR PROJE” Mİ?

Yakın dönemden çarpıcı bir iki örnek verelim. 18 Temmuz’da Nakliyat-İş “ABD-AB emperyalistlerinin çıkarları için yapılan göçmen, mülteci istilasına hayır” demek için Amerika’nın İstanbul’daki elçiliği önünde eylem yaptı. Türkiye’deki bu durumun emperyalist bir proje olduğunu ileri süren sendikanın Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, ABD-AB emperyalistlerinin BOP Projesi kapsamında finanse ederek göçmen-mülteci adı altında insanları Türkiye’ye getirerek ülkenin demografik yapısını değiştirmeyi hedeflemekte olduklarını söyledi.

Afganistan'dan Türkiye'ye olan göç dalgasına dikkat çeken gazeteci Fatih Altaylı ise YouTube kanalındaki 25 Ağustos tarihli yayınında, "Afganistan'dan Türkiye'ye sivil giyimli ordu sokuluyor. Bu beni korkutuyor" ifadelerini kullandı.

Benzer şekilde AB ve ABD'nin planının Türkiye'yi göç deposu yapmak istediğini ileri süren emekli Tuğgeneral Nejat Eslen de, “Günümüzde sığınmacılar güçlü devletlerin hedef ülkelerin demografik yapısını değiştirerek o ülkeleri şekillendirmek amacı ile kullandıkları stratejik bir araca dönüşmüştür” diyecekti. (24 Ağustos 2021, Cumhuriyet)

Geçmiş zamandan bir örnek verelim. Yeniçağ’da 2016'da çıkan “ABD’den Türkiye’de ‘Göç’ ve ‘İskan’ oyunu” haberinde şöyle denilecekti: “Dünyada bozgunculuğun ve emperyalizmin bayraktarlığını yapan ABD'nin, Türkiye’nin birçok açıdan en az bozulmuş illerini barındıran İç Anadolu bölgesine yönelik Suriyeli mültecileri yerleştirmek gibi tuhaf bir proje için bir süredir çalışmalar yürüttüğü ortaya çıktı.”

Örnekleri çoğaltmak, hemen her gün benzer senaryoları çeşitli ağızlardan duymak mümkün. Hızını alamayanlar tarihten örnekler sunarak, efsanevi Roma İmparatorluğu'nun da göçlerle yıkıldığını belirtiyor. 

SARAY’IN GÖÇ MANEVRASI

Şimdi bizzat Saray'ın en tepesinden de benzer açıklamalar gelmeye başladı. İktidar cenahının bu koroya katılmış olması, göçmen meselesini saptırarak dikkatleri dağıtmaya çalışması, yeni bir oyunla karşı karşıya olduğumuza delalet!

Göç politikasında manevra hazırlığında olduğu anlaşılan iktidar, yaklaşan yeni bir seçim arifesinde toplumda oluşan/oluşturulan rahatsızlığı sağaltma arayışında. Bununla da sınırlı değil niyetleri elbet. Göçmenler üzerinden yükselen milliyetçi-şoven dalga iktidarın dümenine eklemlenmek isteniyor.

Seçim öncesinde sokaklarda başlatılan “mülteci avı”, göçmenlerin sınır dışı edileceğine dair söylemler kazanılan seçimle birlikte bir süre durdurulmuştu. Son günlerde yeniden benzer atraksiyonlarla büyük kentlerde şovlar eşliğinde kontroller yapılıyor, Saray’ın en tepesinden çeşitli mesajlar veriliyor.

Emperyalizmin piyonluğunu yapan bir ülkenin, emperyalist odaklar tarafından kuşatılmak istendiğine dair tezlerin alıcısı bir hayli fazla.

‘EMPERYAL GÖÇ PROJESİ’ BİR AKP ESERİ

Siyasal İslamcı iktidar çeşitli manevralarla dikkatleri dağıtmaya, yeni bir algı yaratmaya çalışsa da gerçekler farklı.

Komşu bir ülkeye rejim ihraç etme hevesi uğruna memleketi “tampon ülke”ye çeviren bizzat yeni Osmanlıcı iktidarın kendisi. ABD emperyalizmi ile birlikte Suriye’de yaratılan kaosun baş aktörlerinden olan AKP iktidarı, Erdoğan’ın açıklamalarının aksine, sığınmacıları “emperyal bir proje” olarak kullanma planını kendisi devreye sokmuştu.

Neo Osmanlıcı iktidar daha Suriye’de çatışmalar başlamadan kamplar inşa etmiş, oluşturulacak göç akını üzerinden Suriye’ye müdahale etmenin hesaplarını yapmıştı. Daha çatışmalar şiddetlenmeden "açık kapı politikası" ile Suriyelilerin göçü teşvik edilmiş, bizzat kafilelere eşlik edilmişti.

Kaosu derinleştirip insani dram üzerinden uluslararası toplumu ve bölgesel güçleri harekete geçirme stratejisi sonucu milyonlarca sığınmacının ülkeye gelmesine vesile olunmuştu. Bir süre sonra hesaplar tutmamış, ABD-Körfez Arap ülkeleri yan çizmiş ve Türkiye ağır sorunlarla bir başına kaldı.

Sorunların altında kalınca da bu sefer de AB ile Geri Kabul Anlaşması yapılarak ülke resmen “göçmen deposu”na dönüştürüldü. Şimdi de neden olunan ağır fatura başkalarına yüklenmeye çalışılıyor.

EMPERYALİSTLERLE TUTULAN İŞLERİN FATURASI

Göçmen/sığınmacı sorunu sadece Türkiye’nin değil dünyanın da en can alıcı sorunlarından. Ve bu sorunun kaynağı da kapitalist-emperyalist sistemin toplumları, ülkeleri yıkıma sürüklemesidir. Emperyalist güç merkezleriyle iş tutan Saray rejiminin yayılmacı politikaları nedeniyle Türkiye de bu sorunu en ağır yaşayan ülkelerin önde gelenlerinden. Pakistan'ın Afganistan trajedisini Türkiye de Suriye'de yaşıyor.

Kontrolsüz bir göçmen akışı her yerde büyük bir problem. Ekonomik, sosyal, kültürel, politik pek çok sorun söz konusu. Ciddi bir güvenlik sorununun oluştuğu, toplumsal krizlere neden olduğu ortada.

Yanlış politikalar, günü kurtarmaya yönelik adımlar nedeniyle ilerleyen dönemlerde “göçmen/sığınmacı sorunu”nun yansımaları daha ağır şekilde karşımıza çıkacak. Ve bu da hemen her ülkede olduğu gibi sağcılar, muhafazakârlar, milliyetçiler için üzerinde tepinecekleri bir zemin oluşturacak. İşsizliğin, yoksulluğun, sefaletin faturası her seferinde sığınmacılara/göçmenlere çıkarılmaya çalışılacak. 

Pusuda bekleyen, göçmen meselesi üzerinden kariyer yapmaya hevesli sağcı-aşırı sağcı, milliyetçi güruhlar, sorunu kaşımayı sürdürecek. 

SORUNU YARATANLAR, SORUNU ÇÖZEMEZ

Siyasal İslamcı iktidar da faili olduğu sorunu politik bir kazanca dönüştürmenin hesabı içerisinde. "Türkiye’yi, mülteci akınlarıyla köşeye sıkıştırma senaryolarını boşa çıkarıyoruz" söylemlerinin arkasında da bu sinsi planlar yatıyor. Vurgulamakta yarar var; Türkiye’nin göç sorununun sorumlusu ABD, AB ve Batı emperyalizmiyle birlikte Ortadoğu seferine çıkan siyasal İslamcı AKP iktidarıdır. Bu gerçeğin saptırılmasına, unutulmasına izin verilmemeli. 

Sığınmacı sorununun çözümü, emperyalist yıkım projelerinin mağduru insanları hedefe koyarak değil, bu yıkıma neden olan yerli-küresel aktörlerin, otoriter rejimlerin, emperyalist odakların yıkım politikalarına karşı mücadele etmekten geçiyor. 

İbrahim Varlı-BİRGÜN



Timur Soykan: AKP Hakkari İl Başkanı, 11 yaşındaki kıza cinsel istismarda bulunanların avukatıydı + 11 yaşındaki çocuk istismara maruz bırakıldı, yaşamına son verdi: 7 yıldır süren adalet mücadelesi (BİRGÜN)

 


Timur Soykan: AKP Hakkari İl Başkanı, 11 yaşındaki kıza cinsel istismarda bulunanların avukatıydı (06/09/2023)

BirGün yazarı ve Halk TV yorumcusu Timur Soykan, Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde 11 yaşındaki bir kıza 3 kişinin cinsel istismarda bulunduğu olayı yeniden gündeme taşıdı. Sanıkların 8 ay sonra tahliye edildiğini hatırlatan Soykan, sanıkların avukatının ise AKP Hakkari İl Başkanı Zeydin Kaya olduğunu söyledi.

BirGün yazarı Timur Soykan, Halk TV'de yayınlanan 'Kayda Geçsin' programında Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Oğlaklı köyünde 2016 yılında yaşanan cinsel istismar olayını yeniden gündeme taşıdı. Nihat Yılmaz, Veysi Yılmaz ve Zahir Yılmaz ismindeki üç kişi, 11 yaşındaki Esra’ya cinsel istismarda bulunmuş, sanıklar 8 ay sonra tahliye edilirken Esra intihar etmişti. Soykan, sanıkların avukatının AKP Hakkari İl Başkanı Zeydin Kaya olduğunu söyledi.

Soykan’ın anlattıklarına göre Nihat Yılmaz, Veysi Yılmaz ve Zahir Yılmaz'ın cinsel istismarda bulunduğu Esra, yaralı şekilde akrabaları tarafından bulundu. Soykan, "İddiaya göre bu kişiler Esra'ya bu kötülüğü yapan tecavüzü kayda aldıklarını ve birini söylerse yayınlayacaklarını ve onu öldüreceklerini söylüyor" dedi.

Esra’nın yaşadıklarını kaldırıldığı hastanede kendisiyle ilgilenen hemşireye anlattığını aktaran Soykan, yaşanan adli süreci şöyle anlattı:

"Bu 3 kişi hakkında soruşturma başlatılıyor ve tutuklanıyorlar. HTS kayıtlarında da Esra ile bu şahısların iletişim kurulduğu ortaya çıkıyor. Baz sinyali de var. Adli Tıp kontrolünde tecavüz de tespit ediliyor. Ancak raporda, erkek DNA'sı olduğu ama kadın DNA'sı ile karıştığı için kimliğin belirsiz olduğu yazıyor. Raporda meni de bulunmasına rağmen bu belirsizlik nedeniyle bu tutuklular tahliye ediliyor."

SANIKLARIN AVUKATI AKP İL BAŞKANI

Timur Soykan, cinsel istismar şüphelisi 3 kişinin avukatının AKP Hakkari İl Başkanı Zeydii Kaya olduğunu belirterek "Böyle rastlantı olur mu?" diye sordu.

ESRA İNTİHAR ETTİ

Gazete Duvar'dan Evrim Deniz'in yaklaşık 2 ay önce gündeme taşıdığı habere göre köy meclisi, Esra'nın ailesine şikâyetlerini geri almaları için baskı yaptı. 17 Temmuz’da Yüksekova Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan duruşma öncesi Hakkari Çocuk Hakları Merkezi Başkanı Nükeyf Onursal, köy muhtarının başı çektiği, köy meclisi ve köylülerin, yıllardır aileyi tehdit ettiğini, buna rağmen ailenin adalet arayışına devam ettiğini belirterek duruşmaya katılım çağrısında bulunmuştu.

ESRA'NIN ANNESİ BEYİN KANAMASI NEDENİYLE HAYATINI KAYBETTİ

Nükeyf Onursal, Esra'nın ölümün ardından bile köy meclisinin baskısının devam ettiğini, Esra'nın annesinin de yaşananlar sonucunda beyin kanaması nedeniyle hayatını kaybettiğini anlatmıştı. 

(https://www.youtube.com/watch?v=l_4dEePwgjE)

                                                               /././

11 yaşındaki çocuk istismara maruz bırakıldı, yaşamına son verdi: 7 yıldır süren adalet mücadelesi (13/07/2023)

Hakkari’de 7 yıl önce istismara maruz bırakılan ve sanıkların tahliyesi sonrası yaşamına son veren çocuk için adalet mücadelesi sürüyor. İstismarın üstünün köylüler tarafından örtülmeye çalışıldığını belirten Avukat Onursal, köy halkının çocuk ve ailesine baskı yaptığını ve böylece sanıkları ‘suçsuz’ göstermeye çalıştıklarını söyledi.

Hakkari'de 7 yıl önce istismara maruz bırakılan ve sanıkların tahliyesi sonrası yaşamına son veren 11 yaşındaki Esra Yücel, için adalet mücadelesi veriliyor.

7 yıldır devam eden ve çocuğa yönelik nitelikli cinsel istismarla suçlanan sanıkların yargılandığı dava, 17 Temmuz’da Yüksekova Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek. 

Duruşmaya katılım çağrısında bulunan Avukat Nükeyf Onursal, istismarın köylüler tarafından nasıl örtülmeye çalışıldığını anlattı.

Gazete Duvar'dan Evrim Deniz'in haberine göre; Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Oğlaklı köyünde yaşayan 11 yaşındaki Esra Yücel, 2016 yılında çöp atmak için dışarı çıktığında Veysi, Zahir ve Nihat Yılmaz adlı kuzenler tarafından istismara maruz bırakıldı. İstismar anını kamerayla görüntüleyen failler, Esra Yücel’i olayı kimseye anlatmaması için ölümle ve görüntüleri yaymakla tehdit etti.

Daha sonra failler tarafından uçurumdan atılan Esra Yücel, bir sonraki gün köylüler tarafından bulunarak hastaneye kaldırıldı. Kaldırıldığı hastanede alınan ilk ifadesinde istismarı anlatan çocuk, yaklaşık bir ay sonra verdiği savcılık ifadesinde sanıkların isimlerini de beyan etti.

Çocuğun ifadesi doğrultusunda üç zanlı, ‘çocuğun nitelikli cinsel istismarı ve cebir, tehdit veya hile kullanarak kişiyi hürriyetinden yoksun kılma’ suçlamasıyla tutuklanarak cezaevine gönderildi. 8 aylık tutukluluklarının ardından DNA testleri, HTS ve PTS kayıtlarına ve çocuğun beyanlarına rağmen, ‘somut delil yok’ gerekçesiyle sanıklar hakkında tahliye kararı verildi.

Sanıkların serbest bırakılmasının ardından Esra Yücel, 2017’nin şubat ayında yaşamına son verdi.

7 yıldır devam eden ve çocuğa yönelik nitelikli cinsel istismarla suçlanan sanıkların yargılandığı dava, 17 Temmuz’da Yüksekova Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Hakkari Çocuk Hakları Merkezi Başkanı Nükeyf Onursal, köy muhtarının başı çektiği, köy meclisi ve köylülerin, yıllardır aileyi tehdit ettiğini, buna rağmen ailenin adalet arayışına devam ettiğini belirterek duruşmaya katılım çağrısında bulundu.

‘ÇOCUĞUN BEYANI VE DELİLLERE RAĞMEN SANIKLAR SERBEST BIRAKILDI’

11 yaşındaki çocuğun istismardan sonra tehdit edildiğini ve korktuğunu dile getiren Onursal, süreci şöyle aktardı:

“Esra’nın intiharı bu sürecin en başından itibaren uygulanmayan adalet ile doğrudan ilişkili. Şöyle ki, mağdur çocuğun olay tarihinde hastaneye sevk edilmesiyle alınan ifadesinde, sanıkların istismarı, videoya çekmeleri ve bunu yaymakla tehdit etmeleri sebebiyle duyduğu korkuyla isim belirtmiyor. Bu süreçte tutuksuz yargılanan sanıkların çocuğa yönelik tehditleri devam ediyor ve olay tarihinden bir ay sonraki beyanında sanıkların ismini de söylüyor. Böylece tutuklama gerçekleşiyor. Fakat 8 ay süren tutukluluk sonrası Şemdinli Sulh Ceza Hakimliğince uzmanlık raporu gerekçe gösterilerek serbest bırakılıyorlar. Uzmanlık raporunda geçen ibare ise ‘meni varlığı tespit edilmesine rağmen, kadın DNA’sının erkek DNA’sını baskılaması, erkek DNA profilinin elde edilememesi’ şeklinde. En önemlisi, çocuğun beyanı ve HTS kayıtları ile birlikte bu rapora dayanılarak tutukluluğun devamına karar verilmesinin önünde hiçbir engel yok. Fakat diğer deliller göz ardı edilerek bu raporda sanıkların lehine bir ibare geçmemesine rağmen, tüm bilimsel veriler subjektif biçimde yorumlanarak değerlendiriliyor. Çocuğun üstün yararının gözetilmesi gerektiği böylesi ciddi bir durumda, Şemdinli Sulh Ceza Hakimliği, çocuğun intiharına zemin hazırlayan bu akıl almaz kararı 23.02.2017 tarihinde alıyor.”

‘ALINAN KARARLAR ESRA’YI İNTİHARA SÜRÜKLEDİ’

Onursal, çocuğun sanıkların bırakılmasından 11 gün sonra yaşamına son verdiğine dikkat çekerek köy halkının çocuk ve ailesine baskı yaptığını ve böylece sanıkları ‘suçsuz’ göstermeye çalıştıklarını söyledi.

Esra’nın intihara sürükleniş sürecini anlatan Onursal, şunları söyledi:

“Sanıklar serbest bırakıldıktan sonra köy meclisi sanıklar hakkında karar alıyor ve serbest bırakılmalarını gerekçe göstererek suçsuz olduklarını ileri sürüyor. Köy meclisi, mahkemede Esra’nın yemin ederek sanıklar hakkında verdiği beyanın, 11 yaşında olduğu için geçerli olmadığına karar veriyor. Köy meclisi, ayrıca sanıkların aksi yöndeki yeminine yetişkin oldukları için itibar edilebileceğini, üstelik sanıkların tutuklu kaldıkları 8 aylık süreçten, Esra’nın ve ailesinin sorumlu olduğunu, bu nedenle tazminat ödemeleri gerektiğini karara bağlıyor.”

Köy meclisinin aldığı bu kararların Esra’yı etkilediğini dile getiren Onursal şöyle devam etti:
“Bu kararlar ile Esra’ya yönelik ciddi bir psikolojik baskı uygulanıyor. Esra, bu iki karar sonrasında sesini duyuramamakla birlikte faillerle yüzleştirilmeye zorlanıyor ve bunun neticesinde intihara sürükleniyor. Esra’nın intiharından sonra yaklaşık bir yıl içinde köyde sık sık sanıklarla yüz yüze gelen annenin sağlık durumu da kötüye gidiyor. Karşılaşma anında sanıklardan birini sarsarak ‘bu yaptıklarınızı IŞİD yapıyor, siz de onlardansınız’ gibi ifadelerle bağırıyor. Bir saat sonra fenalaşarak beyin kanaması geçirip hayatını kaybediyor.”

‘AVUKATLARIN DAVADAN ÇEKİLMESİ İSTENDİ’

Yaşanan bu olaylardan sonra köy meclisinin, davacı olmakta ısrarcı olan aileye yönelik tehditlerde bulunduğunu belirten Onursal, köy meclisinin aileyi davadan çekilmeye zorladıklarını belirtti. Esra’nın yaşamına son vermesinin ardından köylülerin, ailenin evine giderek psikolojik baskı uyguladığını da anlattı.

Aileyi yalnızlaştırılmaya yönelik tüm bu durumların, köy muhtarı Abdullah Şavlı öncülüğünde yapıldığını belirtti.

Ailenin 7 yıldır sistematik olarak köy muhtarı ve meclisi tarafından tehdit edildiğini aktaran Onursal, davanın mayıs ayında gerçekleşen 8’inci duruşmasına gelemeyen Esra’nın abisinin, duruşma öncesi tehdit edildiğini dile getirdi.

Ailenin yıllardır tehdit edilmesine rağmen 7 yıldır hak aramaya devam ettiğini anlatan Onursal, “Dosyanın, istinaf aşamasından sonraki 9’uncu celsesi, 17 Temmuz Pazartesi günü Yüksekova Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek. Hem sanıkların tutuklanmaları yönünde bir kamuoyu oluşturabilmek hem de aileye yönelik tehdit ve baskıyı bertaraf edebilmek açısından meslektaşlarımızın katılımının oldukça etkili olacağını düşünüyoruz” dedi.

(BİRGÜN)

Sermaye ve milliyetçilik el ele: 6-7 Eylül nasıl tezgahlandı? - soL / Arşiv

 

1955'te İstanbul ve İzmir'de gayrimüslimlere yönelik uygulanan sistematik yağma, geleneksel sermayenin kökenini oluştururken, birçok yurttaşımızı anayurdunu terk etmek zorunda bıraktı.

Türkiye tarihinin karanlık sayfalarından birisi olan 6-7 Eylül, "karanlık" olmakla birlikte yıllardır nasıl tezgahlandığı ve kimlerin kullanıldığı bilinen bir provokasyon. Bugün ise, liberallerin ve gericilerin Demokrat Parti'yi aklamak için türlü vesilelerle gündeme aldıkları bir başlık...

6 Eylül 1955'de saat 13:00’da devlet radyosundan duyurulan, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalı saldırıya uğradığı haberi, dönemin istihbarat örgütü MAH’ın hizmetinde çalışan İstanbul Ekspres gazetesi tarafından yapılan ikinci baskıda, manşetten verildi. Normalde 20-30 bin civarında tiraj yapan gazetenin ikinci baskısı, o dönemin teknik koşullarında hiç de kolay olmayan bir sayıda, 290 bin adet basılmıştı ve bu gazete Kıbrıs Türktür Cemiyeti tarafından dağıtılmıştı.

Daha sonra, İstanbul'daki yağmaya başlamak üzere, "gezici" olarak kamyonlara ve trenlere doluşturulan kalabalık bir grup insan iki gün öncesinden şehre getirildi. 6 Eylül'de, bu kitleyi Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) ile İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği (İYOTB) yönlendirecekti. Akşam üzeri bu grup, kendilerine daha önce temin edilen sopa, balta ve kazmalarla İstiklal Caddesi'nde yürüyüşe başlayıp daha evvelden Rumlara ait olduğu tespit edilerek duvarları kırmızı haçlarla işaretlenmiş, tabelası yabancı dille yazılmış, Tünel’e kadar uzanan güzergâhta bulunan tüm mekânları yağmaladılar.

Olaylardan sonra tutuklananlar arasında yer alan Demokrat Parti üyesi ve Fenerbahçe'deki saldırgan grubunun önderi Serafim Sağlamel'in elinde, gayrimüslimlerin adres listeleri bulunmuştu.

Önce 'milli galeyan' dediler, sonra 'komünistler yaptı' yalanını yaydılar

Tertibin en ilginç yönlerinden biri ise, olayların hemen ardından basında çıkan haberlerde önce, “halkın duygusal tepkisi”, “milli galeyan” gibi ifadelere yer verilirken kısa bir süre içerisinde “komünistler”in suçlanması oldu. Emniyetteki dosyada adı yer alan elli solcu aydın tutuklandı. Aceleyle hazırlanmış suçlular listesinde çok önceden ölmüş olanlar ve askerliğini yapmakta olanlar da vardı. Aydınlar 5 ay cezaevinde tutulduktan sonra beraat ettiler.

                                     Celal Bayar 6-7 Eylül sonrası İstiklal Caddesi'nde 

Can Dündar'ın 6-7 Eylül olaylarını anlattığı belgeselindeki iddiaya göre, 5 Eylül günü, Fuat Köprülü ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'ın da aralarında bulunduğu birkaç kişi, Adnan Menderes'in evinde toplanırlar. Bu toplantıda, gerginleşen Türk-Yunan ilişkileri hakkında konuşulur ve Türkiye'nin bu taraflaşmada elinde bir "koz" olması gerektiği hususunda anlaşmaya varılır. Bu "koz", 6-7 Eylül tertibi olacaktır. Buna göre, MAH'ın görevlendireceği bir öğrenci Mustafa Kemal'in evinin bahçesine bomba atacak ve İstanbul'da bazı "ufak tefek" olayları başlatacaktı. İstanbul'da çıkartılacak olaylar öncesinde emniyet teşkilatına da gerekli bilgiler bile verilmişti.

Yerli sermaye ve emperyalizme kıyak

Ülke içinde, 6-7 Eylül olaylarında evleri ve işyerleri yakılıp yıkılan ve Türkiye'yi terketmek zorunda kalan gayrimüslimlerin geride bıraktığı sermayenin, hızla müslüman iş adamlarına verilmesiyle el değiştirmesi, böylelikle de milli burjuvazi yaratma hedefinde bir aşamanın daha geçilmesine tanıklık edildi. 

Öte yandan, Demokrat Parti, İngiltere'nin Kıbrıs'taki Rum direnişinden rahatsızlığını değerlendirerek, hem İngiliz çıkarlarına uygun bir şekilde Rumlara ve Yunanlara karşı düşmanlık yaratmayı başarmış, hem de milli sermaye yaratımında bir virajı daha almış, böylece "bir taşla iki kuş" vurmuştu. 1950'lerin başında bir İngiliz sömürgesi olan Kıbrıs'ın Rum-Ortodoks halkının İngiltere'ye başkaldırması ve Yunanistan ile bütünleşmek istemesi, İngiliz hükümetini rahatsız etmişti. Bu tarihe kadar Kıbrıs gibi bir meselesi olmayan Türkiye de İngiltere'nin "teşvikleriyle" tartışmaya dahil oldu. Sayıları daha az olan Türkleri, Rumlara karşı kullanmaya çalışan İngiltere her iki tarafta da milliyetçiliğin yükselmesini ve bu yolla adanın kendi kontrolünde kalmasını sağlamaya çalışıyordu. İngiltere'nin, 29 Ağustos-7 Eylül arasında Londra'da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin katıldığı bir konferans düzenlemesi konu ile ne kadar yakından ilgilendiğini ortaya koyuyor. Bu görüşmeler başlamadan İngiltere'nin Türk heyetine Yunanistan'a karşı sert bir tavır takınmasını önerdiği biliniyor.

6-7 Eylül olaylarının fitilini, Fatin Rüştü Zorlu'nun Londra'dan yaptığı "orada (İstanbul) bir şeyler yapılması lazım" çağrısı tutuşturdu. Kıbrıs Sorunu'nun sonbaharda yapılacak BM toplantısında gündeme getirilmesinin Kıbrıs'ın kendisinden kopması anlamına geldiğini bilen İngiltere, bu konunun gündeme alınmaması için çabalıyordu. 6-7 Eylül'de yaşananlar, Amerika'nın NATO üyesi olan her iki ülkeyi uyarmasına ve Kıbrıs konusunun BM gündemine taşınmamasına neden oldu.

6-7 Eylül olayları ile ilgili son yıllarda yapılan en büyük tartışma, 2009 yılında verdiği bir röportajda Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Orhan Birgit'in bazı konulara açıklık getirmesi oldu. Birgit, 6-7 Eylül olaylarını tertipleyen örgütlerin başında gelen Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin olayları fitilleyen bildirisini kaleme aldığını söylemiş, tertibin arkasında DP'nin ve istihbarat kurumlarının olduğunu belirtmişti.

Ancak 6-7 Eylül'e dair yandaşlar ve liberaller her seferinde "geleneği" ilan ettikleri Menderes'i savunmak için türlü yalanlara başvurmaya devam ediyor. Gerçek ise apaçık biçimde ortada duruyor: 6-7 Eylül'ü planlayanların takipçileri bugün AKP ile birlikte iktidarını sürdürüyor...

soL/Arşiv

Wagner'in tasfiyesinden sonra yeni paralı asker örgütler gündemde: Kral öldü yaşasın kral - Ogün Eratalay / soL-Özel

 Ayaklanmayla hem gücünü hem de güçsüzlüğünü gösteren Wagner, liderinin "kaza" sonucu ölmesinden sonra unutulmaya yüz tuttu. Putin rejimi şimdilerde yeni paralı asker gruplarını gündeme alıyor.

Putin liderliğindeki Rusya Federasyonu onları önceden kullanmış olsa da dünya kamuoyu Wagner Grup adlı paralı asker ordusunu ilk kez 2014 yılında Kırım'ın ilhakı sırasında tanıdı. Ağır silahlara sahip olan, kendi aralarında emir komuta zincirine uyan ancak üzerlerindeki askeri kamuflajlarda rütbe veya ülke işareti olmayan bu "küçük yeşil adamlar" sayesinde Ukrayna'ya ait olan bölge Rus asıllı yerli halkın da desteğiyle askeri olarak güvenceye alınmış, sonraki süreçte Rusya'ya dahil olmuştu. 

Wagner Grup izleyen dönemde Rusya Federasyonu'nun örtülü veya açık askerî varlığı olan çatışma bölgelerinde (Kuzey ve Orta Afrika, Suriye vb.) sık sık göze çarpar oldu. Bu paralı asker ordusunun dünya gündemine taşınması ise Ukrayna Savaşıyla oldu. Devletten aldığı olağanüstü kaynaklar ve geleneksel ordu birlikleri tarafından desteklenen savaş deneyimi olan grup üyeleri özellikle karmaşık müşterek hava indirme harekâtında, ilerleme kaydedilmeyen taarruzlarda Rus Genelkurmayının önünü açan bir enstrüman oldu. Ancak ordu kademesindeki aksaklıklar, komuta heyetinin yetersizlikleri ve cepheye müdahale eden siyasi aktörlerin etkisiyle Wagner Grubu feda edilebilecek "azap" kuvvetleri olarak görülüp umutsuz cephelere ve imkansız görevlere verilmeye başlandı. Prigojin, yükselen etkisinden rahatsız olanlara yorduğu eleştirilerinin ardından işi askeri isyana vardırınca işin şekli değişti. Putin'de cisimleşen merkezi iktidar 24 saatliğine bile olsa önemli kent merkezlerinde iktidarı kaybetti ve paralı askerlerin başkent üzerine yürümesine karşı önlemler alındı. Sonrasında varılan uzlaşıda Wagner birliklerinin düzenli orduya geçmesi veya Belarus'a kaydırılması konusunda anlaşıldı. Bu anlaşmanın ardından Wagner üst düzey komuta heyeti (Evgeni Prigojin, Dmitri Utkin, Valeri Çekalov) bir uçak "kazası"nda ortadan kalktı ve Wagner defteri kapandı.

Bu gelişmelerin ardından Putin rejiminin bir daha paralı askerlere başvurmayacağı, yaşananlardan ders çıkardığı varsayımı yapılabilir. Ancak son dönemde yaşananlar durumun tam tersi yönde olduğunu gösteriyor. 

Bünyesindeki askerler öldüğü zaman cenazeyi teslim alan anaların savaşı sorgulamadığı, toplumsal hayatta gözükmeyen bir silahlı birlik fikri kapitalistlerin hoşuna gitmiş gözüküyor. Verilen emri sorgulamayan, giriştiği "işi" sorgulamayıp sadece aldığı maaşa ve kazanacağı ganimete bakan bir güruhtan söz ediyoruz. Geleneksel ordu kurallarına bağlı olmayan, resmî olarak varlığı bulanık olduğu için uluslararası savaş esaslarını umursamayan bir savaşçı toplamı. Putin, Wagner'den vazgeçse de paralı askerlikten vazgeçmiyor.

Wagner'in tahtına çıkması muhtemel gruplar arasında şunlar yer alıyor:

• REDUT (Rusçası: Редут) Esas olarak Rus şirketlerini korumak için kurulan şirket 2008 yılından bu yana faaliyet göstermekte. Rus istihbaratı, savunma bakanlığı ve hava kuvvetleri emekli personelinden oluşan şirket Ukrayna Savaşı'nda cephede görev yapıyor. Grup özellikle Suriye İç Savaşı sırasında Gazprom'a ait tesislerin korunması, Gürcistan-Rusya Savaşı sırasında Rusya yanlısı Abhaz güçlerinin eğitilmesi gibi konularda görev almış. Şirketin Wagner örneğinde olduğu gibi hapis yatmakta olan azılı silahlı suçluları da bünyesine kattığı biliniyor. Redut'un lideri olarak Anatoli Karaziy öne çıkıyor.

• FAKEL (Rusçası: факел, meşale anlamında) Gazprom iştiraki olan Gazprom Neft şirketi tarafından 2023 yılında kurulmuştur. Gazprom bünyesinde çalışan güvenlik şirketleri Plamya ve Potok ile işbirliği halindedir. Potok, cephede Redut ile beraber çalışırken Fakel ve Plamya doğrudan Rusya Savunma Bakanlığı'na bağlıdır. Gazprom bünyesindeki geniş işçi havuzundaki özellikle güvenlik alanında çalışanların dahil edildiği silahlı grup cephede savaşan işçilerine istedikleri zaman Gazprom bünyesindeki işlerine dönme garantisi vermektedir. Şirket içinde aşırı sağcı idelojinin özellikle pompalandığı bilinmekte.

 

• PATRIOT (Rusçası: Патриот) Doğrudan Rusya Savunma Bakanlığı ve Rusya Askeri İstihbarat Servisi GRU'ya bağlı çalışan özel güvenlik şirketinde Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu'nun ağırlığı olduğu bilinmektedir. Diğer şirketlerden farklı olarak bu grubun çok deneyimli emekli askerleri bünyesine kattığı ve son teknoloji silah-ekipmanla donattığı görülmektedir. Bu şirketin daha çok üst düzey heyetleri cephelerde koruduğu ve stratejik bölgelerin (örneğin Orta Afrika Cumhuriyetindeki kimi maden sahalarının) korunması şeklinde görevlendirildiği düşünülmektedir.

Ogün Eratalay / soL-Özel