10 Eylül 2023 Pazar

Bilge Olgaç: Erkek egemen sinemada ‘kadınlığını unutan, unutturan kadın’ (I+II+III) - Mesut Kara / Evrensel


(I)

Değerli yönetmen abim Çetin İnanç anlatmıştı; Amerika’da yaşayan oğlu Çeko Murat’ı ziyarete gittiğinde Los Angeles’de, Beverly Hills’de dolaşırken yollar tutulur, eskortlar eşliğinde bir Limuzin geçer. Oğlundan geçenin kim olduğunu öğrenmesini ister. Oğlu sorup geldiğinde gülmeye başlar. “Baba sen de yönetmensin, bu geçen de yönetmenmiş” der. Limuzinle geçen yönetmen Spielberg’dir.

Bize dönelim; bir sinemacının onlarca film çekmiş bir yönetmenin ya da onlarca filmde oynamış bir oyuncunun bırakalım eskortlu Limuzinle bir yerden bir yere gitmesini, oturacak bir eve sahip olması bile çok zor. Amerika’da ya da Batı’da iş yapmış bir             film sonrası bile malikanede, yalıda, villada yaşama olanağı bulabilirken, bizim sinemacılarımız sosyal haklardan yoksun setlerde, yolda kazalar geçirerek ya da ölerek var olmaya çalışıyorlar.

Sinemamızda en çok film yöneten, 37 filmle, aşılabilmesi zor bir rekora imza atan senarist, yönetmen kadın sinemacımız Bilge Olgaç da ne yazık ki oturduğu Taksim'deki ‘sobalı evinde’ çıkan yangın sonucu hayatını kaybetti. Ölümü kayıtlara “kaza” olarak geçti fakat 37 sinema filmi ve televizyon dizileri de yöneten bir kadın sinemacının sobalı bir evde yaşamını sürdürmek zorunda olması, yangının soba kaynaklı olduğu ve en acısı yanarak öldüğü gerçeği ne sektörün kendini sorgulamasına ne de düzgün bir telif hakları yasası çıkarmadığı gibi bu yönetmenlerin filmlerine yasaklar getirerek yaşam koşullarını kısıtlayan, güçleştiren bu ülkeyi yönetenlerin utanmalarına, sinemacılardan özür dilemelerine neden olabildi.

SİNEMAYA UZANAN YOLCULUK

Bilge Olgaç’ın yaşam öyküsü 10 Ocak 1940 tarihinde Kırklareli’nin Vize ilçesinde altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak başlar. Maddi imkansızlıklarla dolu bir çocukluğun ardından Nişantaşı Kız Enstitüsü’nde eğitim görmeye başlayan Bilge Olgaç annesi babası ayrılınca evli olan büyük ablasının yanına yerleşir. Çok kitap okuyan bir gençti ve daha o yaşlarda sınıf farkını, sınıf çatışmasını, zenginlerle yoksullar arasındaki dengesiz uçurumun farkına varır. Yaşadığı koşullar nedeniyle evliliği bir çıkış, kurtuluş yolu olarak görür. 1956'da daha 16 yaşındayken Enstitü’nün son sınıfında okulu bırakıp sinemada prodüksiyon amirliği yapan Vecdi Bender ile evlenir; bir oğlu olur.

Bir yandan öyküler yazıyordur. Yazdığı “Kısmetin En Güzeli” adlı öyküyü eşi Vecdi Bender’in Memduh Ün’e okutması sonrası Bilge Olgaç’ın sinema serüveni de başlar. Memduh Ün öyküyü film yapmak ister ve Bilge Olgaç’ın da yönetmen yardımcılığı yapmasını önerir. Böylece 1962 yılında “Kısmetin En Güzeli” filminde Memduh Ün’ün asistanı olarak ilk kez sinemada, kamera arkasında yer alır. Öykü ve film bir kenar mahallede yaşanan kötürüm bir kızla, bir ressam aşkının, mahalleliyle ilişkilerinin öyküsünü anlatır.

Başrollerinde Fatma Girik ve Fikret Hakan’ın yer aldığı, öyküyü Bülent Oran’ın senaryolaştırdığı filmde Semih Sezerli, Uğur Kıvılcım, Abdurrahman Palay, Ulvi Uraz, Ali Şen, Muammer Gözalan, Necdet Tosun, Mine Soley, Mümtaz Ener, Meral Kurtuluş, Diler Saraç, Nezihe Güler de yer alır.

Daha ilk yer aldığı filmde Memduh Ün gibi bir ustayla ve önemli bir oyuncu kadrosuyla çalışmak iyi bir başlangıç olur Bilge Olgaç için, üstelik kendi yazdığı bir öykünün sinemaya uyarlanmasıdır bu. Osman F. Seden, Hasan Kazankaya, Kemal İnci ve Halit Refiğ’le de (senaryo yazımı ve reji ekibinde) çalışan Bilge Olgaç 1965 yılında yönetmen olarak ilk filmi “Üçünüzü De Mıhlarım”ı çeker. Yapımcılığını Yılmaz Güney’in yakın çevresinden olan Hasan Kazankaya’nın üstlendiği, baş rollerinde Yılmaz Güney ve Pervin Par’n oynadığı filmin senaristi Yücel Uçanoğlu’dur. Filmin diğer oyuncuları arasında Hayati Hamzaoğlu, Tuncel Kurtiz, Aliye Rona, Sevinç Pekin, Atilla Yurdesin, Aysel Gilda, Erol Kesler, Saadet Uçanoğlu da yer alır.

KADINLIĞINI UNUTARAK VAR OLMAK

Aynı yıl “Babasız Yaşayamam”, “Sokaklar Yanıyor”, “Krallar Kralı” filmlerini de yöneten Bilge Olgaç “Türk sinemasının dördüncü kadın yönetmeni” olarak geçer sinema tarihine. Aynı zamanda bugüne dek sinemamızın en çok film çeken kadın yönetmeni olur. Filmlerinde toplumsal sorunlara yer veren Bilge Olgaç'ın sinema serüvenini ele alırken iki döneme ayırmak gerekir. Erkek egemen sinema sektöründe daha çok “erkek filmleri” yapmak zorunda kaldığı, “kadın olduğunu unutturmaya çalıştığı” ilk döneminde, çoğunlukla erkeklere hitap eden vurdulu kırdılı filmler yapmıştır.

Bu dönemini şöyle anlatır Bilge Olgaç: “Benim başladığım yıllarda gerçekten her şey son derece zordu. Sinema gibi erkeklerin tekelindeki bir sanat dalına atılmıştım ve ilk filmim vurdulu kırdılı bir erkek olayıydı. Ben sadece set içi ve çevre ilişkilerinde zorlandım. Örneğin kadın olmamdan dolayı çok çabuk yorulacağımı düşünüyorlardı. Dağ̆ bayır dolaşıyorduk, beni akıllarınca korumaya aldılar ancak hepsi yoruldu ben yorulmadım. Ben kadın olduğumu unutmaya, onlara da unutturmaya çalıştım. Benim yanımda dövüştüler, küfürleştiler. Bu gerçekten çok önemliydi ve sonunda beni kendilerinden biri olarak gördüler.”

İkinci döneminde toplumsal sorunları ele alan, kadınların toplumda yaşadığı sorunları, toplumdaki kadını işleyen filmler yapar. Bu filmlerde bilinçsiz, eğitimsiz kadınları ve yaşanan sorunların tüm suçunu kadınlara yükleyen erkekleri anlatır. Bu dönem filmlerinde kadınları ya koşulların ya da sistemin, “feodal düzenin” kurbanları olarak ele aldığını görürüz. Bazı filmlerinde (Yarın Cumartesi) bilinçli, eğitime önem veren, farkındalık yaratmaya çalışan kadın karakterlere de yer verir.

Kaynakça;
- Sinemanın "Dişil" Yüzü: Türkiye'de Kadın Yönetmenler, Semire Ruken Öztürk, Om Yayınevi, 2004
- Bilge Olgaç Biyografi, Burcu Dabak Özdemir, Humanities Institute
- https://www.sinematurk.com/kisi/1172-bilge-olgac

(II)

Akademisyen Semire Ruken Öztürk “Sinemanın ‘Dişil’ Yüzü Türkiye’de Kadın Yönetmenler” kitabında Agah Özgüç’ün “Türk Filmleri Sözlüğü” kitaplarından yararlanarak sinemamızda kadın yönetmenlerin filmlerinin sayısını, 2002 yılına kadar çekilen toplam film sayısına oranlarını ve yıllar içindeki dağılımlarını verir. Buna göre 1914-2002 yılları arasında çekilen 3 bin 35 filmden sadece 96 filmi kadınlar yönetmiştir; kadın yönetmen sayısı ise 23’tür.

1990’dan sonra günümüze dek kadın yönetmenlerin sayısının çoğaldığı görülür.(1)

Bilge Olgaç Türkiye’nin en uzun soluklu ve en çok film yöneten kadın yönetmeni olarak geçer sinema tarihine; çoğunun senaryosunu da yazdığı toplam 37 filmi vardır. Erkek egemenliğindeki Yeşilçam’da önce kendini kabul ettirmek, özgür çalışma ortamı yaratmak için çabalar, sonra da yaptığı filmlerle, üretim koşullarının erkek egemen yapısını değiştirir. İlk döneminde filmlerinde erkek hikayeleri varken sonrasında kadın odaklı hikayelere ve toplumsal sorunlara yönelir; sinemada cinsiyetçi kalıpların aşılmasını sağlayan yönetmenlerden biri olur.

“İlk başlarda setlerdeki sert imajının sebebi, sektöre yeni adım atmış ve bu işi yapan sayılı kadından birisi olarak kuşkulu bakışlara karşı kendisini korumaktı. ‘Bir kadın ne yapabilir ki?’ temalı bakışları kırıp kendisini ispatladığında, büründüğü sert tavırlı rolden vazgeçmiş ve neşeli ılımlı gerçek haline kavuşmuştur. Bilge Olgaç’ın hikayesi aslında bir vazgeçiş bir varoluş hikayesidir.”(2)

Bilge Olgaç, yazar olmasının verdiği ustalıkla filmlerinin büyük bir kısmının senaryosunu da kendi yazar. İyi gözlemcidir, insanların yaşamlarına yakından bakar. “Kendisini seyirciyle özdeşleştirmek zorunda olduğuna inanır. Seyirciyi hangi yönde ne denli değiştirebileceğini, kendisini seyirciyle özdeşleştirerek bulduğunu savunur.”

Zengine karşı fakirin yanında bir duruş sergiler yazdığı öykülerde, yaptığı filmlerde. Yaşanan toplumsal koşullarda kadınların hem zengin hem de yoksul erkekler için cinsel nesne konumunda olduğunu yansıtır filmleriyle. Ezilen ve çıkış yolu bulamayan kadınlar için Olgaç’ın filmleriyle vermeye çalıştığı mesaj ve öneri kadınlar için tek çıkar yolun bilinçsiz toplumun eğitilmesi olduğu yönündedir.

Ustalık dönemi olarak değerlendirilen 1984-94 yılları arasındaki dönemde Olgaç, “Söylem olarak da konu olarak da kendisini geliştirmiş, hemcinslerinin problemlerine odaklı çalışmaya başlamıştır.” Sadece kadının sorunlarına, çilesine, ezilmişliğine değil aynı zamanda toplumsal sorunlara da yöneltir kamerasını. Olgaç kadın sorunlarının yanı sıra “asıl ilgisini çeken konular; düzenin değişmesi, devrimciler üzerindeki baskılar, ekonomik eşitsizlik ve toplumsal sömürüdür.” (Mevlüde Kuşaklıoğ)

“Bilge Olgaç sete herkesten erken gelirdi. Hem disiplinli hem de çok enerjikti. Yerinde duramazdı; yalnızca mizansenle değil, dekordan kostüme her şeyle ilgilenir, detaylara dikkat ederdi. Kağıt üstünde kurduğu dünyanın canlandığını görmek ona büyük bir coşku veriyordu. Tekniğe hakimdi, kamerayı ve objektifleri iyi tanırdı. Bu özelliğinden dolayı teknik ekibin ona çok saygı duyduğunu gördüm. Görüntü yönetmeninin ‘Keşke tüm yönetmenler senin gibi ne istediğini bilse’ dediğini bizzat duydum.”(3)


Bu cümleler Bilge Olgaç’ın asistanlığını da yapmış olan ve Hocası Bilge Olgaç’ı anlattığı “Bilge ve Öğrencisi” adıyla bir belgesel de yapan Yönetmen Belmin Söylemez’in “Bilge Olgaç’ın asistanı olmak” başlıklı yazısından.

Ağalık düzeni ve feodalite Bilge Olgaç filmlerinin odağındaki temel eleştirel alan olarak öne çıkar. Erkeğin kadını ezdiği, kadının yok sayıldığı, kadına şiddetin ön plana çıktığı konuları ve kadın dayanışmasının gerekliliğini ele alır.

“Gerçekten de sinema da kadın olmak, erkek olmaktan daha zordu. Bugün olmasa bile dün, mesleki eğitimleri bir kenara, genel eğitimleri ‘çıraklık’ geleneğine dayalı Yeşilçam’da, toplumun değer yargılarını kırmak, erkek egemenliğindeki bu sektörde yönetmen olarak var olabilmek, kadınlığın rafa kalkmasıyla olasıydı ki, Bilge’nin otoritesi biraz da buradan geliyordu.”(4)

1984 yılında çektiği “Kaşık Düşmanı” filmi 21. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi 3. Film” seçilir. Bilge Olgaç’a da “En İyi Senaryo” dalında ödül verilir. “Kaşık Düşmanı” filmi Fransa- Créteil’deki Kadın Filmleri Festivali’nin (1985), “Büyük Ödülü”nü de kazandırır Bilge Olgaç’a fakat siyasi nedenlerden dolayı yurt dışına çıkma yasağı olduğu için ödülü almaya gidemez.

Seks filmleri furyası döneminde sinemaya on yıl ara veren Olgaç; bu dönemde televizyon için reklam filmleri yönetir. Daha fazla okuma araştırma fırsatı bulduğunu, bunların da sosyal, ekonomik, psikolojik, siyasi ve cinsiyetçi yaklaşımlarının öne çıktığı filmlerinin oluşumuna olanak sağladığını söyler.

Bilge Olgaç’ın seks furyası sonrası sinemaya dönüşü, kadın-insan duyarlılığının, toplumsal duyarlılıkla birlikte ele aldığı filmler döneminin de başlangıcı olur. Toplumsal sorunlara ve kadın sorunlarına doğru duyarlı filmler üretir bu döneminde, yoksul ya da emeğiyle çalışan kadınların sorunlarını anlatır.

37 film yönetmesine, onlarca senaryo yazmasına karşın bir ev sahibi olamayan Bilge Olgaç kirada oturur yıllarca.

“Onca filme, sinemadaki onca mücadelesine karşın bir ev sahibi olamamanın sıkıntısını, filmlerindeki mekanlara özen göstererek dağıtmaya çalışan Bilge’nin sonunda, kiralık da olsa bir evi olur ama, evin kendisine mezar olacağından habersizdir. Yeşilçam’ın arka sokaklarında bulduğu evini özlemle dayayıp döşer, arkadaşlarını ağırlamaya başlar ki, bir yangın sonsuza dek ‘evsizlik’ kaygısından kurtarıverir Bilge’yi.”(4)

(1) Sinemanın “Dişil” Yüzü: Türkiye’de Kadın Yönetmenler, Semire Ruken Öztürk, Om Yayınevi, 2004
(2) Bilge Olgaç Sineması, Mevlüde Kuşaklıoğ, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2014
(3) Belmin Söylemez, Cumhuriyet, 10.04.2018
(4) Bilge Olgaç: Bir Dosta Selam, Ayşe Durukan 06 Mart 2004, bianet.org

(III)

Bilge Olgaç 1965 yılında çektiği ilk filmi “Üçünüzü de Mıhlarım”la başladığı sinema yolculuğunda ölümünden sonra vizyona giren son filmi “Bir Yanımız Bahar Bahçe”nin çekimlerinin sürdürdüğü fakat evinde sobadan kaynaklı çıkan yangında dumandan boğularak hayatını kaybettiği 1994 yılına kadar film çekmeyi sürdürür. Öyküler, senaryolar yazar, filmler yönetir; sanatla başkaldırır hayata, manifestosunu ürettikleriyle haykırır.

Bilge Olgaç ilk kadın yönetmenimiz değildir fakat yönetmenliği, sinemayı meslek edinen, geçimini bu işten sağlayan, yaşamını sadece sinemayla kurup sürdüren, kısa yaşamına bir kadın yönetmen tarafından aşılması zor bir rekor olarak 37 film sığdıran ilk kadın olarak yazdırır adını sinema tarihine.

Vurdulu kırdılı avantür filmler çektiği ilk döneminde, 1970 yılında Kerim Korcan’ın eserinden senaryolaştırarak çektiği hapishane filmi “Linç”le adından söz ettirmeye, tanınmaya başlar. Demir Karahan, Fatma Karanfil, Baki Tamer, Danyal Topatan, Hasan Ceylan, Atıf Kaptan, Süheyl Eğriboz, Ali Şen’in rol aldığı Linç ile 2. Adana Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’ne layık görülür.

1974 yılında senaryosunu da yazdığı başrollerinde Türkan Şoray ve Mehmet Keskinoğlu’nun yer aldığı feodal düzeni eleştirdiği “Açlık”, 1975’te “Bir Gün Mutlaka” filmlerini çeker, “Toplumsal koşullar değişirse erkeklerin de değişeceğini” savunan Bilge Olgaç, o yıllarda “döneminin tek kadın yönetmeni” olarak anılmaya başlar.

“Bir Gün Mutlaka”nın senaryosu Yılmaz Güney’e aitti.

HAYATI SEÇTİĞİ GİBİ YAŞAR

Bilge Olgaç sinemayla ilişkisini şöyle anlatır: “Sinema benim yaşam biçimim. Fakat ülkemizde kendiniz için yaşam biçimi haline gelmiş bir sanatı, sakat, yarım yaşamak zorundasınız. Tek gözünüz kör ya da kolunuz kesik gibi. Sinema soluk alışım, ama ben bile burnumu tıkıyorum. Fakat yine de tüm bu söylediklerim ya da yaşadıklarım yüzünden yaşam biçimimi değiştirmeyi düşünemem. Kısaca rağmen sinema”

Seks filmleri furyası döneminde sinemadan uzaklaşır, reklam filmleri çeker. 9 yıllık aradan sonra 1984 yılında gerçekten yaşanmış bir trajediden yola çıkarak çektiği “Kaşık Düşmanı” ile sinemaya döner. Film aynı yıl Antalya Film Festivalinde en iyi 3. film ve en iyi senaryo ödüllerini alır. Ayrıca Fransa’da Creteil’de 7. Kadın Filmleri Festivalinde yarışarak Büyük Ödül’e layık görülür fakat Bilge Olgaç ödüllerini almak için festivale gidemez çünkü siyasi nedenlerle yasaklı olduğundan kendisine pasaport verilmez.

“Ürün belirler çevrenin düşüncelerini” diyen Bilge Olgaç 1980’li yıllarda “Gülüşan”, “Üç Halka Yirmibeş”, “İpekçe”, “Kurşun Adres Sormaz” gibi iddialı, ilgi gören filmler yapar. “Filmografisindeki çeşitliliğe rağmen toplumsal gerçeklere eğilen bir yönetmen olarak tanınır.” Büyük kentin dışında kasaba ve köylerdeki yaşamın sorunlarına da yer verir Bilge Olgaç… “Gülüşan”, “İpekçe”, “Gömlek”, “Kızın Adı Fatma”, “Umut Hep Vardı” gibi kadın odaklı filmler çekerek, bu filmlerinde erkek şiddeti, seks işçiliği gibi konuları işleyen Bilge Olgaç, ele aldığı temalar üzerinden toplumsal düzen eleştirisi yapar.

37 FİLMLİK BİR REKORA İMZA ATAR AMA BİR EV BİLE ALAMAZ

Bilge Olgaç senaryo yazmanın film çekmenin dışında sinema emekçilerinin haklarını korumak için de çaba gösterir. Her boşlukta bir sonraki filmin senaryosu için çalışır. Senaryolarını yazmak için arkadaşı, Oyuncusu Halil Ergün’ün İznik’teki çiftliğine gider genellikle. Hayatı boyunca ekonomik zorluklarla mücadele etmek zorunda kalan Bilge Olgaç, borçlar alarak sürdürmeye çalışır yaşamını. Otuz yedi sinema filmi, birçok reklam filmi, bir televizyon dizisi çekmiş olmasına karşın altmış dört yıllık ömründe ev sahibi olamaz.

Bilge Olgaç’a göre iyi bir yönetmen olmanın kriterleri şöyledir: “Olaylara iyi bir gözlemci olabilmeli. Diyalektik bakıp yorumlayabilmeli. Sürekli okuyup araştırmalı, sağlıklı olmalı. Gözlediği olayı hangi amaçla hangi topluma anlatacağını çok iyi bilmeli. Film çekerken aynı zamanda seyirci olabilmeli. Çağdaş olmalı. İnsanı çok iyi tanımalı. Ayrıca olaya sanat açısından bakmalı, para açısından değil…” Çektiği 37 filmin 32’sinin senaryosunu kendi yazar. Bu başarının gözlem yapmasından, hayata ve insanların yaşamlarına yakından bakmasından geldiğini söyleyebiliriz.

Bilge Olgaç, 2 Mart 1994’de henüz 54 yaşındayken Taksim’deki evinde çıkan yangın sonucu aramızdan ayrılır.

ARDINDAN

Oyuncu, yapımcı, televizyona birçok iş yapan Ayşe Durukan bianet.org’da yayımlanan 06 Mart 2004 tarihli, “Bilge Olgaç: Bir Dosta Selam” başlıklı yazısında 2 Mart 1994 gecesini şöyle anlatır: “2 Mart 1994...Gümüşsuyu’daki Set Otelde bazı sanatçılar ve gazetecilerle birlikte Galatasaray’ın Monaco maçını izliyoruz. Maçın sonuna gelinmiş ve Galatasaray 3-0 yenikti ki, bomba gibi bir haber düştü salona: Bilge Olgaç yanarak öldü.  (…) O bizim Bilge’mizdi ama, ailesinden kimseleri tanımıyorduk. Sinemanın emektarları, çalıştığı oyuncular arandı. Güzin Özipek’in kardeşi Erdem Özipek’e ulaşıldı sonunda. Derken bir araba bulundu, Bilge’nin kız kardeşinin evine gönderildi. Halil Ergün’e haber ulaştığında itfaiyeciler evden henüz çıkmamıştı. Yangını söndürmek için sıkılan suyun göle dönüştürdüğü, kesif bir is kokusunun sardığı evden Halil’le birlikte Bilge’ye ait birkaç parça yazı, senaryo ve resmi kurtarmaya çalışırken, göz yaşlarımız sular seller gibi akıyordu. Bilge, koyu bir Beşiktaşlıydı ve futbol düşkünüydü. Galatasaray’ın maçını izlerken sigarayla uyuyakalmış, yorgana düşen sigara, içten içe yanarak önce dumana ardından da aleve dönüşmüştü. Söylendiğine göre Bilge, dumandan boğulmuştu.”

Mesut Kara / Evrensel

- Sinemanın "Dişil" Yüzü: Türkiye’de Kadın Yönetmenler, Semire Ruken Öztürk, Om Yayınevi, 2004- Bilge Olgaç Sineması, Mevlüde Kuşaklıoğ, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2014
- Belmin Söylemez, Cumhuriyet, 10.04.2018
- Bilge Olgaç: Bir Dosta Selam, Ayşe Durukan;https://m.bianet.org/bianet/kultur/30659-bilge-olgac-bir-dosta-selam

Tanrı’nın ölümü ya da...+ Toplumun milli ve manevi değerleri (I+II) - Özdemir İnce / Cumhuriyet

 


Tanrı’nın ölümü ya da...

Alexandre Dianine-Havard’ın René Descartes, Jean-Jacques Rousseau, Friedrich Nietzsche, Blaise Pascal, Søren Kierkegaard, Fyodor Dostoyevski ve Vladimir Solovyov’u ele alarak dünyasal bunalımı incelediği “7 prophètes”1 (“Yedi Yalvaç”) adlı kitabının Friedrich Nietzsche kesiminde durup Tanrı’nın Ölümü bölümünden (s.81) bir alıntı yapacağız.

Tanrı’nın ölümü

[Tanrı’nın ölümü, Nietzsche felsefesinin merkezinde duran bir kavramıdır. “Tanrı öldü!” Alman filozofun en ünlü sözüdür. İlk olarak Le Gai Savoir(Şen Bilim) (1882) adlı kitabında görüldü. Yazar, güpegündüz fener yakan bir delinin pazar yerinde, “Tanrı’yı arıyorum! Tanrı’yı arıyorum!” diye bağıra bağıra dolaştığını anlatır. Kalabalık alay eder ama delinin bakışı kalabalığı delip geçer ve “Tanrı nereye gitti?... Onu öldürdük, siz ve ben! Hepimiz onun katiliyiz!” diye haykırır.

Nietzsche, Tanrı’nın insanların hayal gücünün bir ürünü olduğunu kanıtlamaya çalışmaz. “Tanrı öldü” bir teşhistir. Avrupa uygarlığı Tanrı’yı öldürdü. 1890 dolaylarında delilik döneminde şöyle yazmıştı: “Anne, İsa’yı ben öldürmedim, çoktan ölmüştü.”

Nietzsche’ye göre, “Tanrı öldü”, bir “şen bilim”dir çünkü haberdir, verilen bir bilgi olduğu için, insanın kendisinin Tanrı olmasına izin veren bir bilim olduğu için, neşeli bir bilgidir.

Fyodor Dostoyevski’nin, Şen Bilim’den on yıl önce (1871), Ecinniler adlı romanında Kirillov, “Tanrı yoksa o zaman ben Tanrı’yım” demişti. Dostoyevski için “Tanrı’nın ölümü” dramatik bir olgudur, Nietzsche için bütün bir yaşam programıdır.

Nietzsche, zamanının büyük adamlarını yakından gözlemler ve onlardaki dinginliğe çarpılır. Bu nedenle, Tanrı’yı reddetmekle aynı zamanda Tanrı fikrinden kaynaklanan her şeyi de reddetmeleri gerektiğini anlamamaktadırlar! Hıristiyanlık üzerine inşa edilmiş olan her şey yok edilmelidir! Avrupa’nın bütün değerlerini, şu ya da bu şekilde Tanrı kavramıyla bağlantılı olan her şeyi gözden geçirmeliyiz.

Tanrı’nın ölümü şu anlama gelir: İnsanın ve dünyanın (Tanrı’nın yaratıkları) “yeniden okunması” kesinlikle bir zorunluluktur.]

                                                            ***

Şimdi sazı ele almak sırası bende: Hıristiyanların Tanrı’sı ölmedi, Hıristiyanlık ve Hıristiyanlar tarafından öldürüldü. Dostoyevski’nin Ecinniler adlı roman kahramanlarından Kirillov, “Tanrı yoksa o zaman ben Tanrı’yım” der ama aynı Dostoyevski romanın bir başka yerinde “Stavrogin inandığı zaman inandığına, inanmadığı zaman da inanmadığına inanmazdı” der. 1800’ler inancın yerine bilimin, Tanrı’nın yerine bilimi kullanan insanın geçtiği bir yüzyıldır. Laiklik ve demokrasi “yer”le “gök”ü kesinlikle birbirinden ayırmıştır. Göksel iktidar artık yeryüzü iktidarına egemen değildir. Friedrich Nietzsche ve Dostoyevski bu sancılı ve verimli dönemde yaşamıştır.

İddiaya göre Hıristiyanların Tanrı’sı öldü ya da öldürüldü. Bu mecazi anlamda bir cümle. Çünkü Tanrı kavram olarak asla ölmez. İnsan var oldukça var olacaktır. Ama insanlar eylemleriyle ona ihanet ederler, onu özel çıkar işlerine karıştırırlar. Ancak Avrupa’da, Hıristiyan dünyasında, Rönesans ve Reform sayesinde Allah adına yönetilen krallık ve imparatorlukların yıkılıp yerlerine demokratik ve laik devlet rejimlerinin kurulmasıyla birlikte düz anlamıyla ölümden kurtuldu.

Peki Müslümanların Tanrı’sına ne oldu? Allah rahmet eylesin! Allah adına yönetimlerin devam ettiği yerlerde Tanrı hâlâ öldürülmekte. Açlık, sefalet, adaletsizlik kader; bunların sorumlusu da “kader müdürü” hükümettir. Faizlerin düşük, enflasyonun yüksek olmasında iktidarın suçu(!) yoktur. Suçlu “nas”tır. İslamcıların nassa sığındığı her yerde, yoksulluk İslamcılığı besler, İslamcılık da yoksulluğu yaygınlaştırır. Bu nedenle İslamı İslamcılardan kurtarmak gerekir. R.T. Erdoğan, dinin nassını, ekonomi dersinde enflasyon konusunda sınava soktu ve kutsal nas sınavda sıfır aldı. Tanrı ölmediyse bile ağır yara almadı mı?

Türkiye’de AKP Tanrı adına yönetmeyi, din adına yönetime dönüştürdü. Din, partiyle özdeşleşti. Böylece AKP kutsallaşıp yeryüzünde işlediği bütün suç ve günahlarından kurtuldu. O bunları yaparken yandaşları R.T. Erdoğan’ı “ikinci peygamber” yapıp kendinden geçti. AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan R.T. Erdoğan’ın “Allah’ın bütün vasıflarına haiz olduğunu” muştulayarak Müslümanların Allah’ını sırtından vurdu. Derken merken, 2023 seçimlerinden sonra ülkede İmamokrasi resmen kuruldu. Ben bunun böyle olacağını, 2000’den sonra yazdığım yazıların toplandığı İmam Hatip Saltanatı ve İmamokrasi (Tekin Yayınları, 2015) adlı kitabımda anlatmıştım.

1 Edition Boleine, 2022

2 Die fröhliche Wissenschaft, la gaya scienza

                                                                             /././

Toplumun milli ve manevi değerleri (I)

“Toplumun milli ve manevi değerleri” ne demek? Cümle yapısına göre topluma ait değerler tekil de olabilir çoğul da olabilir. Düşünce ve sanat yapıtlarını, konuşma ve yazılarını değerlendirirken cellat baltası gibi kullanılan bu cümlenin, değerli bir anlamı varsa bulmak için onu otopsi masasına yatırmak zorundayız. Ancak şunu da söyleyeyim ki bilimsel değerlerin yok sayıldığı ülkemizde tanımı yapan kişi ve kurumun bulunduğu yere göre onlarca tanımı vardır bu değerlerin. “Toplum”un tanımında belki uzlaşmak mümkündür ama “milli” ve özellikle de “manevi” sıfatlarının tanımında uzlaşmak hemen hemen mümkün değildir.

Toplum ne demek? Toplum ya da cemiyet bir arada yaşayan canlıların oluşturduğu topluluktur. Sosyolojide toplum, onu oluşturan canlıların basit bir toplamından çok, farklı biçimler ve özellikleriyle özgün olan ve nesnel yasalar gereğince insanların maddi üretim içindeki gündelik hayat faaliyetleriyle ve sınıfsal savaşımıyla değiştirilen ve gelişen ilişkilerden oluşan sisteme denir. Bir tür örgütlenmedir.

Toplumların sahip oldukları davranış kalıpları vardır. Bu davranış kalıpları; eylemlerin veya dil ve kültür gibi kalıpların kabul edilmesi veya edilmemesiyle oluşur. Bu davranış kalıpları toplumsal norm olarak bilinir. Toplumun sahip olduğu normlar zamanla değişebilir. (Vikipedi)

Milli ve milli değer ne demek? Bu iki kavramın tanımında anlaşmamız epeyce (yani oldukça) güç. Milliyetçi ile toplumcu tanımlar örtüşmez. Milliyetçi görüş epeyce ırkçılığı içerir. Orta malı bir tanım için Vikipedi’ye bakalım: “Milletle ilgili, millete özgü, ulusal.”

Benim derlediğim evrensel tanım ise şöyle:

1. Bir millete ilişkin; uluslararası değil, bir ulusa ait olan: İstiklal Marşı, milli takım...

2. Bölgesel değil, ülkenin tamamıyla ilgili olan, ülkenin tamamını temsil eden: milli irade, ulusal marş.

3. Ulusun çıkarlarıyla özdeşleşen şey.

Milli değer (TDK anlamı): Bir ulusun kendine özgü saydığı ve sahip olmakla övündüğü toplumsal ve kültürel öğeler.

Sonuç: Ulusal marş ve ulusal spor takımları dışında “milli” sıfatı ile “milli değerler” bağlamında bir ortak anlaşmaya ve ulusal bir karara varmamız olanaksız. Çünkü bu kavramlar, büyük ölçüde bireyin, sınıfın, topluluk ve kitlenin bulunduğu yere ve siyasal tercihlere göre değişir.

Manevi ne demek?: Görülmeyen, duyularla sezilebilen, ruhani, tinsel, maddi karşıtı.

Manevi değer ne demek?: Manevi değerler her insanın korumak ve saygı göstermek zorunda olduğu değerlerin başında gelir. Bu değerleri ihmal etmek ve korumamak ise toplum olarak geriye gidilmesine neden olur. (Vikipedi)

Milli ve manevi değerler: Bir milleti millet yapan temel değerlerin başında milli ve manevi değerler gelmektedir. Vatan, bayrak, kültür, dil, marş vb. gibi unsurlar milli değerlerimizi; din ise manevi değerlerimizi ifade etmektedir. Bir toplumu ayakta tutan ve onu geleceğe taşıyan değerler vardır. (Vikipedi)

Milli değerler (eodev.com) tanımı: Örf ve adetler, bayrağımız, vatanımız, ülke sınırlarımız, geçmişimiz, geleceğimiz, tarihimiz, dilimiz, inancımız, dinimiz, ülkemize çeşitli branşlardan katkıda bulunan kişiler; milli sporcularımız, siyasetçilerimiz, yazarlarımız, sanatçılarımız vs. Milli bayramlarımız 23 Nisan,19 Mayıs, 29 Ekim, 30 Ağustos gibi. Dini bayramlarımız Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı gibi.

Manevi değerler (eodev.com) tanımı: Sevgi, saygı, adalet, ahlak, din, hürriyet, hoşgörü, barış, vicdan sayılabilir.

Cumhuriyet değerleri de var, bunlar unutuluyor!

Cumhuriyetçi değerlerin aktarımı olan anayasamızın değiştirilemez maddeleri, laiklik, vatandaşlık, bağlılık kültürü ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele.

***

Bu yazı “Eniştem beni niye öptü?” yazısı değil, 15.07.2023 günü TELE1’de Forum Hafta Sonu programında yaptığım konuşmada söylediklerim için RTÜK’ün programı üç kez durdurması yazısı. Meğer, “toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı” konuşma yapmışım.

Yasada ya da yazılı bir belgede verilen cezaya dayanak olacak, “milli ve manevi değerler”in ne olduğuna dair bir tanımlı belge yok. Zaten, herkesin oydaşlaşacağı, kimsenin itiraz edemeyeceği bir tanım olmadığını bu yazıda kanıtlamaya çalıştım. RTÜK 6112 sayılı yasanın 8’inci maddesinin uygun bir fıkrasının uygun bir bendini ceza vermek için maymuncuk olarak kullanmakta

                                                  /././

Toplumun milli ve manevi değerleri (II)

5 Eylül 2023 günü yayımladığım birinci yazıyı, şimdi okuyacağınız yazıya giriş olarak yazdım. Çünkü Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), ben ve emekli Amiral Türker Ertürk’ün katılımcı olarak konuştuğu, 15.07.2023 günü TELE1’in Hafta Sonu programına üç kez durdurma ve para cezası verdi. Cezanın dayandırıldığı yasa 6112 sayılı kanunun 8’inci maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde yer alan “Toplumun milli ve manevi değerlerine ... aykırı olamaz” ilkesinin ihlali. 

RTÜK’ün TELE1’i cezalandıran karar metnine göre, yaptığım konuşmanın  “toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı” saydığı bölümü şöyle:  “Amiralin de dediği gibi bu ayaklanmayı asker bastırdı. Asker bastırmasaydı... Milli iradenin zaferiymiş. Hayır efendim milli iradenin yok edilmesidir ve tek adam rejiminin efendim yelken açmasıdır okyanusta.

Yahu İslamda başörtüsü diye bir şey yok. 31. ayetin ben bütün dillerdeki karşılığını yazdım. Başlardaki örtü binlerce yıldır Arapların başında olan şey ya. İndir diyor. Göğsü açık çünkü Arap kadınların o sırada göğüslerini falan örtecek bir örtüleri yok. İndir de diyor o görünmesin. Vaziyet bundan ibaret. Bunu şey için söylüyorum, CHP için söylüyorum, diğer muhalefet partileri için söylüyorum. Biraz okusunlar, donanım sağlasınlar ve karşılarına bilgi ile çıkıp ve tarumar etsinler bu zırvalıkları. Bunlar zırva ya Türkiye 2023’te yaşıyor... 4 yaşındaki kızcağızları, çocukcağızları alıp efendim elif üstünde bilmem ne diye zart zurt şeyler, aklı sıra, aklı sıra gelecekteki seçmenlerini devşiriyor o yaşta. Anlatabiliyor muyum bazı sıfatlar kullanmak istiyorum ve o sıfatları kullanmama özgürlüğümü de ilan ediyorum. O sıfatları kullanmayacağım.

Bu kadar budalalık olmaz yahu! Dünyadan haberdar değiller, neler oluyor dünyada, neler oluyor? Peki kadınlar edepsiz diyelim. Erkekler p... mi? (Bu sırada ekranda mayolu, bikinili Arap prensesler ve mayolu erkekler gösterilmekte. Ö. İnce) Peki kadınlar edepsiz. O erkekler, Müslüman erkekler o rezalete nasıl tahammül ediyor? Yani mesele bu, mesele bu kardeşim ülkeye yalan söylüyorlar.” 

Bu sözlerimde, Arap kadın ve erkekleri kınama, ayıplama gibi bir niyet yok. Hedefim, bu görünümdeki kadınlara fahişe, erkeklere de pezevenk muamelesi yapan bizim İslamcılara bir eleştirel soru. Ayrıca bir meslek adı olan “pezevenk” ne zaman müstehcen oldu da “p...” şeklinde yazılıyor? 

İktidar ve medyasının, Fethullah ayaklanmasının halk tarafından ezildiği iddiası gerçeğe aykırıdır: Darbe girişimini Silahlı Kuvvetler bastırmıştır. Gerçek budur! Gerçekle ilgisi olmayan bir yorumdan “milli irade örneği” çıkarmak mümkün değildir. Bu sözlerimin neresi toplumun milli ve manevi değerlerine aykırı? Durum böyleyken RTÜK dayanak bulup göz boyamak için dört sayfalık ilgili ilgisiz referans kaynağı listelemiş. 

RTÜK, anladığım kadarıyla, halkın dini duygu ve inancına aykırı, rencide edici konuşmakla suçluyor beni. Oysa, TELE1’de yaptığım konuşma Cumhuriyet gazetesinde 4 Temmuz 2023 günü yayımlanan “Ürdün prensi evlendi” başlıklı yazımın görüntü (Başları açık, bikinili, dekolte giyimli Müslüman Arap prenseslerin görüntüleri) destekli tekrarıdır. Bu iki yayının da ortak amacı kökten İslamcı çevrelerin düşünceye saygısız zorbalığını ve sıradan bir örtü olan “türban”ı kutsallaştıranların yalanlarını kanıtlamak ve böylece laik ve demokratik Cumhuriyetimizi savunmaktır. Arap ve Müslüman prensesler ve kadınlar istedikleri gibi giyinirler. Saygı duymak gerekir. 

Ama bu kadınların giyinişleri ülkemizdeki kökten İslamcı Cumhuriyet düşmanlarının başta türban olmak üzere kadın giyimiyle iddialarının dinsel dayanağı olmayan bir yalan olduğunu kanıtlamaktadır. Konuşmamda bunu anlatmak istedim. 

Yukarıdaki cümleleri başta TELE1 olmak üzere yıllardır televizyonlarda söylemekteyim. Bu sözleri 2000 yılından bu yana Hürriyet, Aydınlık ve  Cumhuriyet gazetelerinde yazdım ve bu yazılar bazı kitaplarımda (Demokrasisiz Demokrasi, Din İman Masa Kasa, Başyücelik Devleti, Ortak Akılsızlık Halleri vb.) da yer aldı. 

Ancak RTÜK tarafından cezalandırılan sözlerim için cumhuriyet savcıları dava açmadı, yargıçlar mahkûm etmedi. Çünkü RTÜK’ün başörtüsü, benim “türban” dediğim “örtü”nün Kuran’da ve hadislerde yeri yoktur. Evrensel siyasal İslam zorbalığının simgesidir. 

İslamdan önce Arabistan çöllerinde her türlü inançtan (Putatapar, Musevi, Hıristiyan vb.), her türlü kökenden (Arap, İsrailli, Filistinli,) erkek, kadın, yaşlı, çocuk bütün insanlar güneşe ve kum fırtınalarına karşı başlarında “hımar” adlı bir örtü taşımaktaydılar. Bu bez parçası kutsal değildi. Nur Suresi 31. ayet, “Başınızdaki hımarın ucunu göğsünüze indirin de memeleriniz örtülsün, görünmesin!” demektedir. Çünkü kadınların başında zaten çöl iklimi yüzünden insanlık kadar eski hımar var. Yani efendim, şimdi “türban”a dönüşen “hımar” kutsal değildir. 

4 yaşındaki kızcağızlar”ın Kuran kurslarında işkence görmesine gelince: Yanlışlığını kanıtlamak için ne anayasaya ne de yasalara gideceğim. Ancak pedagoji dersinden sınıfta kalır. Bu uygulamanın HÜDA PAR’ın programında yer aldığını söyleyeceğim. HÜDA PAR’ın sapkın hayalleri toplumumuzun milli ve manevi değerleri(!) payesi ile taçlandırılamaz. 

Özdemir İnce / Cumhuriyet


‘alkol genelgesi’ - DOSYA(HÜDA PAR işareti aldı: ‘Ruhsatlı işletmelerde alkollü içki satışı yasaklansın’+İstanbul’da açık alanda alkol yasağı resmen başladı: Parkta alkol tüketmek isteyenlere ceza kesildi+Aydın'ın Karina Sahili’nde alkol satışı ve servisi yasaklandı)

 

HÜDA PAR işareti aldı: ‘Ruhsatlı işletmelerde alkollü içki satışı yasaklansın’(Cumhuriyet)

İstanbul Valiliği’nin ‘alkol genelgesi’nin tüm ülkeye yayılmasını istediklerini söyleyen HÜDA PAR Sözcüsü Yunus Emiroğlu bununla da yetinmedi. Emiroğlu ‘umuma açık alanlarda ruhsatlı işletmelerin de alkollü içki satışının yasaklanması’ gerektiğini savundu.

İstanbul Valiliği tarafından 17 Ağustos 2023’te yayımlanan “Alkol Satışı ve Alkollü İçeceklerin Tüketimi” başlıklı genelge ile “alkol satışı ve tüketilmesi ruhsatı bulunan işletmeler dışında” kalan halka açık deniz ve sahil kenarlarında, plaj, park, piknik ve mesire alanlarında alkollü içki tüketimine yasak getirildi. Genelgenin gerekçesi olarak da ‘olaylara karışanların genellikle alkollü’ olması gösterildi. 

Valiliğin tepki çeken bu kararına Cumhur İttifakı ortağı ve Hizbullah’a yakınlığı ile bilinen HÜDA PAR’dan destek geldi. 

HÜDA PAR Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Yunus Emiroğlu söz konusu genelge ile ilgili olarak Vali Davut Gül’ü tebrik etti. Emiroğlu, ülkenin her yerinde bu kararın uygulanması gerektiğini söyleyerek, sadece bununla da yetinmedi:  “İstanbul Valisi Sayın Davut Gül’ü bu cesur kararı için tebrik ediyoruz. Bütün Türkiye’de bu kararın uygulanması ve bunun genelge ile değil kanun ile düzenlenmesi gerekir. Ayrıca umuma açık bu alanlarda ruhsatlı işletmelerin de alkollü içki satışının yasaklanması, suç ve suçlu ile mücadele anlamında bir zorunluluktur. Çünkü kamu düzenini bozan, şiddet ve cinayet vakalarına yol açan, ailelerin dağılmasına neden olan ve toplumu ifsat eden en büyük felaket alkollü içki tüketimidir. Bütün istatistikler bu tespiti destekler mahiyettedir. Öte yandan İstanbul Barosunun bu kararın iptaline yönelik İdare Mahkemesi’ne açtığı davayı esefle karşılıyoruz. Bu iptal davası, toplumun huzuruna karşı açılmış bir davadır.”

                                                       /././

İstanbul’da açık alanda alkol yasağı resmen başladı: Parkta alkol tüketmek isteyenlere ceza kesildi (Yeniçağ)
İstanbul’da kamuya açık alanlarda alkol yasağı resmen başladı. Kadıköy’de parkta alkollü içki tüketmek isteyen vatandaşlara ceza kesildi.Geçtiğimiz günlerde İstanbul Valiliği, halka açık deniz ve sahil kenarlarında, plaj, park, piknik ve mesire alanlarında içki içmeyi yasaklama kararı almıştı.

Yasağa gerekçe olarak, "çevrenin rahatsız edilmemesi, olumsuz görüntülerin oluşmasına mahal vermemek" gösterilmişti. İstanbul Valisi Davut Gül'ün imzasıyla yayımlanan açıklamada, ‘halka açık alanlarda içki tüketenlere 617 lira para cezası uygulanacağı, içki kullanan kişinin sarhoş olması halinde, kişinin sarhoşluğu geçene kadar 'kontrol altında' tutulacağı’ belirtilmişti. Söz konusu haberlerin ardından oluşan tepkiler üzerine valilikten konuya ilişkin açıklama gelmiş ve içki tüketimine ilişkin yeni bir uygulama kararı olmadığı öne sürülerek, kaymakamlık ve belediyelere ‘hatırlatma’ yapıldığı kaydedilmişti. İstanbul Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Emin Gökçegözoğlu da yaptığı açıklamada, cezai yaptırımın yalnızca "çevreye rahatsızlık verenler için uygulanacağını"  söylerken, "kendi halinde içki tüketen vatandaşlara" yönelik bir yasak kararı olmadığını söylemişti.

ALKOL YASAĞI RESMEN BAŞLADI

İstanbul’da kamuya açık alanlarda alkol yasağı dün itibariyle resmen başladı.  Serbest Düşünce Derneği üyelerine Kadıköy’deki Moda-2 Parkı’nda alkol tüketmek istedikleri için ceza kesildi.Serbest Düşünce Derneği’nin sosyal medya hesabından polis tutanağı da paylaşılarak yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı: Bu akşam (09.09.2023) saat 18:00'da, İstanbul Valiliğinin 18.08.2023 tarihli "alkol yasağı" olarak medyada geniş yer bulan ve hukuka açıkça aykırı genelgesine karşı özgürlüklerimizle birlikte haklarımızı korumak için planlanan "İçeceğini Al Gel" etkinliğimiz kapsamında toplandığımız Kadıköy Moda Sahilinde alkol tüketilmesi, kolluk kuvvetlerince engellenmiş ve derneğimizin 3 kurucu üyesine 5326 sayılı Kanunun "emre aykırı davranış" başlıklı 32. maddesi uyarınca idari işlem uygulanmıştır. Yönetim Kurulu Başkanımıza ve diğer kurucu üyelerimize uygulanan kanunsuz emir dayatması ve neticesinde uygulanan idari işlem kabul edilemezdir.  Anayasaya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve Kanuna aykırı olan bu idari işlemle birlikte söz konusu Valilik genelgesine karşı her türlü yasal haklarımızı kullanacağımızı saygılarımızla bildiririz. Serbest Düşünce Derneği”

iv.jpg

iv2.jpg

Aydın'ın Karina Sahili’nde alkol satışı ve servisi yasaklandı (Cumhuriyet)

Aydın’ın Söke ilçesine yaklaşık 35 kilometre uzaklıkta bulunan Dilek Yarımadası Milli Parkı sınırları içerisinde yer alan Karina Sahili’nde alkol satışı ve servisi yasaklandı.
Aydın'da Dilek Yarımadası Milli Parkı’nın güneyinde Doğanbey Mahallesi sınırları içinde kalan Karina Koyu Plajı’nda alkol satışının yasaklandığını belirten tebliği bölgede bulunan işletmelere Tarım ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından yapıldı.

KAPALI ALANDA SERBEST AÇIK ALANDA YASAK

Edinilen bilgiye göre, alkol satış yasağı kararı Dilek Yarımadası Milli Parkı’na ait Karina Koyu Plajı’nı kapsıyor. Karina Koyu’ndaki restoranların, kapalı alanlarında içki satışı yapabileceği ancak milli parka ait plaj kısmına konulan masalarda içki servisi yapamayacağı öğrenildi.


50 yıl sonra: Almanya’daki 'Türk Grevi' ve genç lideri Baha Targün - OSMAN ÇUTSAY / soL-Söyleşi

 Ünlü “Türk Grevi”ni ve o kendiliğinden iş bırakma eyleminin başını çeken Baha Targün’ü, kendisiyle bir dönem Federal Almanya’da birlikte çalışmış gazeteci-yazar Ali Rıza Özkan ile konuştuk. 

Bundan 50 yıl kadar önce bu zamanlarda Federal Almanya’da ortam bir de “Türk Grevi” ile iyice gerilmişti. Başbakan Willy Brandt zor durumdaydı ve bir yıla varmadan da bir komplo sonucu görevinden ayrılacaktı. Tam da böyle bir gerginliklikte, Türkiye’den gelen binlerce işçi, kendilerine yoğun ayrımcılık yapıldığı ve haklarının yenildiği, ikinci hatta üçüncü sınıf insan muamelesi gördükleri iddiasıyla 1973 yılının ağustos sonlarında bir hafta Köln’deki Ford fabrikalarında üretim bantlarını durdurmuştu. Almanya ve özellikle de sosyal demokrat ağırlıklı iktidar, tetik üstünde bir hafta geçirmişti. 
Ama unutturuldu. 

Gerçekten de, böyle bir toplumsal gerilim çerçevesinde, gerek Bonn hükümetinin gerekse kapitalist dünyadaki en büyük sektör sendikası IG Metall’in arkadan hançerlemesiyle 30 Ağustos 1973’te polis şiddetiyle bitirilen bu “isyan” gibi, binlerce işçiye bu “yasalara aykırı grevde” öncülük etmeyi başaran İstanbullu bir gencin yaşamı da yeterince işlenmiş değildir. Eylem sırasındaki bir fotoğrafı dönemin rakipsiz haber dergisi Der Spiegel’e kapak olan ve Alman gazetelerinde ilk sayfalarda kendisine geniş yer verilen Baha Targün, 70’lerde “feleğin çemberinden geçmiş” bir devrimci genç adamdı. 1980’e doğru Türkiye’ye geçtiğini ve sonrasında ömrünün ikinci bölümünde Türkiye’de yaşamış ve  kendini tamamen unuturmayı başarmıştı. Neden bu yolu seçtiği hâlâ tam olarak bilinmiyor. Kendini tarihten kazımıştı adeta ve bu tür örneklere pek sık rastladığımız söylenemez. 

                                                 Spiegel'in kapağında Baha Targün

Yıllarca dağcılık sporu yapan Targün’ün, bir tırmanışı sırasında kaza geçirerek 17 Temmuz 2020’de yaşamını yitirdiği bildirilmişti. 

                                            Baha Targün ileri yaşlarında dağcılık sporu yaparken

Ünlü “Türk Grevi”ni ve o kendiliğinden iş bırakma eyleminin başını çeken Baha Targün’ü, kendisiyle bir dönem Federal Almanya’da birlikte çalışmış gazeteci-yazar Ali Rıza Özkan ile konuştuk. 

Federal Almanya 1970’lerin başında, 10 yıllık bir kitlesel emek göçü sonrasında 1 milyon civarında Türkiye kökenli bir nüfusa sahipti. Ana hatlarıyla hareketli ve haksızlığa karşı duyarlı, laik, modern bir emek gücüydü bu nüfus ağırlıklı olarak. Almancası henüz eksikti. 1973’lerdeki en önemli bir denetim dışı grev (“kendiliğinden iş bırakma eylemi”), Köln’deki Ford fabrikasında yaşandı. Ağustos 1973’teki bu “Türk grevi” ülkeyi bayağı sarsmıştı ve şaşkınlık büyüktü. Ancak bu önemli başkaldırıya, bu sınıfsal tepkiye ne Türkiye’deki tarih yazımı ve sol hareketler ne de buradaki Alman ve Türk-Kürt “sivil toplum kuruluşları” itibar etti. Pek bakmadılar, pek fazla araştırmadılar, diyelim. Sizce neden?

Önce, Almanya (ve Avrupa’nın diğer ülkelerine) yönelik işgücü göçünün sosyolojisi ile ilgili sık yapılan bir hatayı düzeltelim. 30 Ekim 1961 tarihinde Almanya ile imzalanan anlaşma ile Türkiye’den kalifiye işgücü alımı başladı. 1955’ten itibaren, sırasıyla İtalya, İspanya, Yugoslavya ve son olarak Yunanistan’dan yapılan alımlar hızla büyüyen Alman ekonomisinde işgücü açığını kapatmaya yetmiyordu, çünkü...

Bu kapsamda, orta ve lise meslek okulu mezunları, uzun yıllar çalıştıkları işkollarında “bonservis” sahibi olanlar, İstanbul’da SSK’nın Tophane’deki binasında Alman uzmanları tarafından sıkı kontrolden geçirildikten sonra, genellikle çalışacakları fabrikalar da belirlenerek, Almanya’ya götürülüyorlardı.

Aslında, İkinci Dünya Savaşı öncesine ait olan “Gastarbeitnehmer” (misafir işalan) kavramı dahi, Almanya’nın işgücü açığını kapatmak için başvurduğu bu yöntemin geçiciliği hakkında kesin kanaat sahibi olduğunu ifade ediyor.

Ancak, sonrasında her iki yönde de dengeleri bozan iki gelişme oldu. Hem Almanya’da işgücü açığı öngörüldüğünden daha hızlı miktarda arttı, hem de Türkiye’den “alınan işgücü”nde kalifiye meslek şartı aramama yoluna gidildi. Örneğin, tam da bu dönemde Almanya’ya gitmek durumunda kalan babam öğretmen olduğu halde inşaat işçiliği ve annem de ebe olduğu halde fabrika işçiliği yaptı.

Dolayısıyla, 1960’ların başında gerçekleşen kalifiye işgücü göçü ile sonlarındaki işgücü göçünü birbirinden ayırmamız gerekir ki, Almanya’daki Türklerin öncüsü veya içinde olduğu işçi/emek hareketlerini doğru analiz edebilelim.

Bu uzun derkenar, aslında, sorunun cevabını da içerisinde barındırıyor. Şöyle ki: TKP ve TİİKP gibi birkaç Türk sosyalist örgütü dışında, sorunun muhatabı olabilecek tüm Türk ve Kürt siyasi örgütlenmeleri 70’li yılların ürünleridir ve Almanya’ya da bu zaman dilimi içerisinde çoğunlukla kalifiye olmayan işgücü göçü kapsamında veya iltica yoluyla yerleşmişlerdir. TKP ve TİİKP ise, Almanya’da Türk işçileri arasında daha 1960’larda örgütlüydüler. Dolayısıyla, Türk işçilerinin sınıf mücadelesinde yer almayan, hatta geldikleri ülkede dahi işçi sınıfı mücadelesinde ya hiç olmayan veya sınırlı ölçülerde yer alan diğer örgütlerin bu konudaki “duyarsızlığı”nı öznel tarihleriyle bağlantılı olarak makul karşılayabiliriz.

'Türk Grevi'nin genç önderi

Önemli bir konu da, Köln’deki Ford fabrikasında patlak veren “Türk grevi”nin kimilerince elebaşısı kimilerince de etkili sözcüsü Baha Targün’ün yaşamı... Bu ilginç genç adam hakkında hiçbir bilgi yoktu on yıllarca. Targün ölümüne kadar, 40 yıla yakın bir süre gözlerden kayboldu. Yer yarılmış da içine girmişti sanki. Siz onu yakından tanıdınız. Ne olmuştu? Kimdi bu genç devrimci ve neler yapmıştı? Bu devrimci Türk gencinin yaşadıkları hakkında bizimle bilgilerinizi ve değerlendirmelerinizi paylaşır mısınız?

Benim Baha Targün ile tanışmam, 1978 yılında Türkiye’de yayınlanmaya başlayan Aydınlık gazetesinin Frankfurt’ta bir büro açması ile başlar. Baha Targün o büronun yetkilisiydi. Ben ise çiçeği burnunda bir gazeteci olarak haberlerimi ona gönderiyordum. Baha Targün Almanya’nın pek çok ilinden gelen haberleri değerlendiriyor, uygun bulduklarını İstanbul’a aktarıyordu.

Baha Targün 1973 Ford Grevi lideri olarak hepimizin büyük saygı duyduğu bir işçi önderiydi. Sosyalist aydın tipolojisi bağlamında, aslında ideal bir karakterdi, diyebiliriz. Hem işçiydi, hem liderdi ve hem de entelektüeldi.

İstanbul’da, Eyüp Lisesi mezunu Baha Targün, aslında Almanya’ya üniversite eğitimi için gelmişti. Ancak, sanıyorum 1 yıl sonra, maddi imkânsızlıklar nedeniyle fabrikada çalışmaya başlamıştı. Bu kısa süre içerisinde öğrendiği Almanca, Türk işçiler arasında kendisine hem istisnaî ayrıcalık yaratmış ve hem de maddi durumunu düzeltmesini sağlamıştı.
Ford fabrikasına girişi ile ilgili çeşitli hikâyeler uydurulsa da, Baha Targün hakkında resmi bir “sınırdışı” kararı olmadığını belirtmeliyim.

Baha Targün’ün yaptığı, öğrenci statüsünde aldığı oturma izninin uzatılmaması üzerine, Türkiye’ye gidip gelerek, (o dönemde vize şartının olmadığını gözden kaçırmayalım) yeni gelmiş gibi oturma izni başvurusu yapmaktan ibarettir. O dönemde, resmi bir iş bulduğuna dair işverenden aldığı bir belge ile “yabancılar polisi”ne başvuran herkesin oturma izni alabildiğini de ekleyelim.

Kimilerinin yazdığı hikâyede Baha Targün 1973 yılında ortadan kayboluyor. Bu da doğru değil. 

Baha Targün, “Ford Grevi” kırılırken hunharca dövüldüğü için aylarca hastanede yatmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, o dönemde TİİKP’nin Yurtdışı Yetkilisi Ömer Özerturgut kendisi ile bağlantı kuruyor. 

Hemen arkasından, Baha Targün’e bir tuzak kuruluyor. Alman güvenlik güçlerinin yakın takibindeki Baha Targün, o dönemde MHP’nin Almanya sorumlusu olarak bilinen Yılmaz Asöcal’ı fidye amaçlı kaçırma eylemi yapmayı planlayan grup üyesi olarak tutuklanıyor.

İddiaya göre, Baha Targün, Türküola müzik şirketinin sahibi de olan Yılmaz Asöcal’ın bürosuna silahlı bir şekilde giderek, o dönemin en popüler türkücülerinden olan Âşık Mahzunî adına para talep ediyor. Belli ki, bu “operasyon” her iki ülkenin güvenlik güçlerinin de bilgisi dahilinde (belki de ortaklığı ile) düzenlenmişti. Hatırladığım kadarıyla, eldeki tek kanıt, Asöcal’ın ifadesiydi. 

Bu olayla ilgili, ilginç olan diğer nokta ise, Âşık Mahzunî’nin hiçbir zaman davaya dahil edilmemesidir. Üstelik, Âşık Mahzunî bu olaydan sonra da yıllarca Yılmaz Asöcal’ın firmasına kasetler/albümler yaptı.

Fidye/şantaj iddiası ile bir süre hapis yatan Baha Targün için, o dönemde Türkiye’de yayınlanan Halkın Sesi gazetesinde de “Baha Targün’e Özgürlük” başlığı ile kampanyalar düzenlendi.

1978 yılında tanıştığımda, Baha Targün hayatın akla gelebilecek her türlü “çemberinden” geçmiş, çok okuyan, ortalamanın çok üzerinde donanımlı bir Marksist ve aydındı.

Yanlış hatırlamıyorsam, 1978 yılının son aylarında Türkiye’ye, İstanbul’a, Aydınlık gazetesinin merkezinde dış haberler müdürü olarak çalışmaya gitmişti. Orada ne kadar süre çalıştığını hatırlamıyorum, ancak bir süre sonra kendisine başka bir hayat kurmaya karar vermiş olmalı ki, 1979 yılının bahar aylarında gazeteden ayrıldığını duydum.

Uzun yıllar sonra, 90’lı yılların sonunda tamamen tesadüfen varlığından haberdar olup görüşsem de, kendi geçmişini silmeye kararlı ciddi bir tepki gösterdiğine tanık oldum. O nedenle de sağlıklı bir bağlantı kurma şansımız olmadı.

Solumuzun eylem ve insan tarihi

Açık söylemeli: Türkçe tarih yazımında ve Türkiye dışındaki bu tür isyancıların yaşamına yönelik bilgiler eğer sistemin dışında bir niteliğe sahipse tümüyle kaybediliyor. 12 Eylül 1980 sonrasında da binlerce, hatta on binlerce siyasi mülteci başta Federal Almanya olmak üzere Batı Avrupa’ya kaçtı, ancak bunların da kişisel veya siyasal tarihlerinin adeta silindiğine, en azından kaybedildiğine tanık olduk. (Çocukları bile o silinme/kazınma eyleminde pay sahibi: Türkiye’nin bir anomali olduğu düşünülüyor ve bu, solculuk olarak lanse ediliyor.) Böyle bir boşluktan, böyle bir eksikli süreçten nasıl bir tarih yazımı çıkabilir ki? Yorumlarınız ve ne yapılmalı konusundaki önerileriniz... 

Bu çok olumsuz yoruma katılmıyorum. Hem Avrupa’da ve hem de Türkiye’de sol kendi tarihi ile ilgili pek çok çalışma yapıyor. Buna bireysel tarihler de dahil. Farklı sosyalist akımlardan kişisel tarih içeren en az 10 kitabı bir çırpıda sayabilirim.
Ancak, bunların yeterli olmadığı kanaati üzerine başka bir yorum yapabilirim ki, o da şudur: Dürüst olursak, Türkiye’nin sosyalist hareketleri ne büyük kitlesel eylemler yaratabildiler ve ne de ortaya çıkan büyük kitlesel hareketlerin önderliğini üstlenebildiler. 

90’ların başındaki Zonguldak kömür işçilerinin eylemlerini sosyalistler sadece seyrettiler dersek, abartmış olmayız. Soma kömür madenindeki göçük felaketinde dahi, sosyalistler işçilere dışardan slogan atan, işçileri ajite etmeye çabalayan “karikatür devrimciler” resmi verdiler. 

Dolayısıyla, acı gerçek şudur ki, bazı “sol” isimli örgütlerin şiddeti kahramanlaştıran kimi eylemlerinde yer alan bireyler dışında, sosyalistlerin elinde örneklem özelliği olan bir “tarih” yoktur. 

Yani, Osmanlı Mecelle’sinde dahi genelgeçer bir kaide olan “sui misal emsal olmaz” sözünü destur alarak diyebiliriz ki, sosyalist örgütlerin toplumsal eylemlerde ve emek mücadelesinde deneyimleri sınırlı olduğu için, ortaya çıkan “tarih çalışmaları” da aynı oranda sınırlı kalmaktadır. Ortada “emsal” olmadığını kabul etmek zor, ama ne yazık ki, gerçek budur.

Peki, bu Baha Targün tipi eylemciler artık tümüyle tarih mi oldu? Bugün, büyüyen Almanya’da 3,2 milyondan fazla Türkiye kökenli ve Türkiye ile bir biçimde “iltisaklı” insan yaşıyor. Bunlar Türkçe de biliyorlar. Ancak yeni ve sosyalist bir eylemci tipinin sahneye çıktığını söyleyemiyoruz. Yok. Hele Almanya’da hiç yok. Emek ve sosyalizm dışı, etnik, dinsel, mezhepsel, hatta cinsel, “kültürel renk” çerçevesindeki özgürlük taleplerinin muhalefet ve hatta solculuk olarak pazarlandığını gözlüyoruz. Sınıf ve sosyalizm, tarihe karışmış  “arkaik” kavram sanki... Siz, savaşın yaşandığı (Yugoslavya’nın çökertilmesi, bugünlerde de Ukrayna) ve ekonomik krizin derinleştiği Almanya Avrupası’nda son gelişmeleri, bu tip insanların sahneye çıkıp çıkmayacağı ile ilgili olarak, nasıl değerlendiriyorsunuz? Farklı Baha Targünler sahneye çıkar mı? Neler olabilir?

Baha Targün’ü Türk işçilerinin lideri olarak ortaya çıkaran koşullar, Alman sermayesinin yabancı işçilere köle muamelesi yapması ve Türk işçilerinin de bu köleler arasında en alt kademede yer almaya zorlanması idi.

Unutmayalım ki, o yıllarda Türkler önceleri bir ilden diğerine ancak “Yabancılar Polisi”nden izin alarak gidebiliyordu. Taşınma yasağı vardı. Sonra bu yasak, önce aynı eyalet içerisinde tüm illere ve sonra, 70’li yılların ikinci yarısında tüm Almanya’da dolaşım serbestliğine dönüştü. 

İlk gelen işçiler yurtlarda tutuluyordu. “Eve çıkmak” yasaktı. İlk önce sadece evliler eve çıkabiliyordu ve ancak kendilerine gösterilen evlerde kalabiliyorlardı. Kiralık ev seçme özgürlüğü dahi yoktu.

Şimdi, herkes farklı romantik hikâyeler uydursa da, büyük şehirlerde Türk gettolarının oluşması da tamamen Alman devletinin zorlaması ve iradesi ile gerçekleşmişti. Örneğin, Batı Berlin’de önceleri sadece Kreuzberg’de yaşamaya izin veriliyordu. Çünkü, Doğu Berlin ile uzunca sınır duvarı olan bu ilçe terk edilmişti. Hamburg’ta Altona, Köln’de Deutz ilçelerinin “Türk gettosu”na dönüşmesi Alman devletinin Türkleri oralarda yaşamaya zorlaması sonucu ortaya çıkmıştır.
Şunu da eklemek gerekir ki, İspanya ve İtalya gibi AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) üyesi ülke vatandaşları bu kısıtlamalardan muaftı. Aynı şekilde, Yunanistan ve Yugoslavya vatandaşları için de tedricen kaldırılan bu kısıtlamadan Türkiye vatandaşlarının kurtulması epey zaman alacaktı. 

Alman sermayesinin, kanaatimce, en kârlı olduğu alan ise, çalışanlar arasında ücret ayrımcılığı yapmasıydı. Almanlar sonra İtalyanlar, sonra İspanyollar, sonra Yugoslavlar, sonra Yunanlılar kademeli düşen saat ücretleri ile çalışıyorlar ve en düşük ücreti alan Türkler ise, en alt ücret grubunda yer alıyordu.

60 ve 70’li yılların Avrupa’sının “Kunta-Kinte”leri Türklerdi, dersek, bence hiç abartmış olmayız.

Yabancı işçilerin eşit ücret alması mücadelesi 70’li yılların Almanya’sında sendikal çalışmaların en önemli konularından birisi olmuştur. 

Grev başarısız olmadı

Bugün, Almanya’da yaşayan pek çok insana hayal gibi gelen bu durum, 50 yıl öncesinin Almanya’sının en yalın gerçeğidir. İşte, Baha Targün esasen 19’uncu yüzyıla ait bu insanlık dışı muameleye öfkelenen ve eşitlik isteyen işçilerin sesi oldu, lideri oldu. 

Ford Grevi bence bir yenilgi değildir. Çünkü, Almanya devleti ve sermayesi bu grevden ders çıkarmasını bilmiştir. 

Hızla, hem ücretlerde milletler eşitsizliğini giderecek önlemler alınmış, taşınma yasağını gevşetilmiş, evli yabancıların ev seçmesini kolaylaştırılmış ve oturma ve çalışma izinleri tüm Almanya’da geçerli olacak şekilde yeni düzenlemeler tedricen yapılmıştır. 

Yabancı işçilerin hayatlarını kolaylaştıran bu düzenlemelerin 1973 Ford Grevi ile, bence doğrudan ilişkisi vardır.

Bugün ise, sol emekten, işçi sınıfından kopmuş, Amerikan sosyologları tarafından türetilen “alt toplum grupları” diye saçma bir kavramın esiri olmuş durumdadır. 

“Nerede bir ezilen varsa”, sol orada olmayı veya dayanışmayı kendi varlığının zorunlu davranışı haline getirmiş ama, asıl amacının Karl Marks’ın önermeleri bağlamında “biricik üretici güç” olan işçi sınıfının tüm insanlığı kurtaracak olan iktidarı için mücadele etmek olduğunu unutmuş durumdadır. 

Daha da ileri giderek, iddia edebilirim ki, bugünkü sol “ezilen” kavramını doğru tanımlamaktan dahi acizdir. Küreselci emperyalist ideolojinin belirlediği sözde “ezilen” grupların tutsağı bir sol vardır, ne yazık ki!

İktidar için mücadele etmeyi yadsıyan, görmezden gelen veya yok sayan bir sosyalist örgütlenmenin sınıf dışına çıkması hatta “etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel” vb toplum gruplarının sözcüsü olmayı tercih ederek sınıf karşıtı pozisyonlara savrulması da, bence doğal sonuç olarak kabul edilmelidir.

OSMAN ÇUTSAY / soL-Söyleşi