11 Eylül’ler, 12 Eylül’ler: İlki ve İkincisi-Fatih Yaşlı / soL
İki 11 Eylül, iki 12 Eylül… Dünyada ve bizde küçük bir azınlığın toplumun geri kalan çoğunluğunun ürettiği zenginliğe el koymaya devam etmeleri için tanıklık ettiğimiz hadiselerden birkaçı yalnızca…11 Eylül’lerden ilki tam elli yıl öncesine, 1973 yılına tekabül eder. Yer Şili’dir ve Che’nin “aynı sonuçlara farklı yollarla ulaşmaya çalışan Salvador Allende’ye” diyerek kitabını imzaladığı sosyalist lider Allende’nin iş başına gelmesinin üzerinden birkaç yıl geçmiştir.
Şili ordusu -elbette ki ABD’nin desteğiyle- bir darbe yaparak Allende’yi devirir ve on yedi yıllık Pinochet iktidarı başlar. Şüphesiz ki Latin Amerika’daki ABD destekli ne ilk ne de son darbedir bu ama Şili’yi diğerlerinden ayıran çok önemli, çok tarihsel bir fark mevcuttur: Şili, başını Hayek, Friedman, Mises gibi isimlerin çektiği neoliberal iktisat politikalarının ilk kez uygulandığı bir laboratuvar olarak kullanılır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Mont Pelerin Cemiyeti’nin etrafında toplanan bir grup iktisatçı ve entelektüelin formüle ettiği neoliberalizm, hem sosyalizme hem de kapitalist batı ekonomilerindeki sosyal devlet uygulamalarına, geliri yeniden bölüştüren politikalara ve planlı ekonomiye karşı bir tepki olarak ortaya çıkar. Neoliberallere göre, sağlıklı işleyen bir ekonominin temel koşulu serbest piyasanın tesisi ve ona yönelik tüm müdahalelerin asgari seviyeye indirilmesidir.
Darbeden sonra, Friedman’ın Chicago Üniversitesi’nden öğrencisi olan iktisatçılar cuntanın davetiyle Şili’ye giderler ve dünyadaki ilk neoliberal deney burada başlar. Bir yandan emek hareketi ve sol bastırılırken öte yandan da ülkenin kamusal varlıkları hızla özelleştirilir, finans sermayesine büyük bir hareket alanı açılır, halkın reel alım gücü aşağıya çekilir ve gelir dağılımı alt üst edilir. Liberallerin övünerek sözünü ettiği “piyasanın görünmez eli” ancak askerin demir yumruğu sayesinde tesis edilebilmiştir yani.
***
11 Eylül’lerden ikincisi 2001 yılındadır ve yer bu sefer Amerika Birleşik Devletleri’dir. Şili darbesinin üzerinden yirmi beş yıl, Sovyetler Birliği’nin dağılıp sosyalizmin çözülmesinin ve Soğuk Savaş’ın bitişinin üzerinden ise yaklaşık on yıl geçmiştir ve kapitalist dünya hala bir zafer sarhoşluğu içerisindedir.
Kapitalizmin ideologları bu on yıl boyunca daha da cüretli bir şekilde modernitenin, ideolojilerin, işçi sınıfının ve elbette ki tarihin sonunu ilan etmişlerdir. Kapitalizmin mutlak zaferine, aşılamazlığına, sosyalizmin yenilgisine, ideolojiler ve sınıflar arası mücadelenin bitişine dair analizler havada uçuşmakta, yüzlerce, binlerce sayfalık makaleler, kitaplar tedavüle sokulmaktadır.
Kapitalist iyimserlik, küreselleşmenin bütün dünya halklarının refahını artıracağını, düşmanlıkların bittiğini, savaşların sonunun geldiğini vaaz ede dursun, 11 Eylül günü küresel kapitalizmin simgesi Dünya Ticaret Merkezi Kuleleri’ne düzenlenen saldırı bütün bir illüzyonu çökertecek ve on yıllık bir “reklam arası”ndan sonra kapitalizm tekrar özüne dönecektir.
Afganistan ve Irak işgalleri, Büyük Ortadoğu Projesi, neo-conların yükselişi, NATO’nun yeniden yapılandırılması, Rusya ve Çin’İn adım adım yeni düşman kategorisine yerleştirilmesi kapitalizmin yeni bir saldırganlık evresine geçişinin ilk işaretleridir ve günümüz uluslararası siyasetine damgasını vuran olgu bu emperyalist saldırganlıktır.
***
12 Eylül’lerden ilkinin tarihi 1980, yer ise Türkiye’dir. Şili darbesinin üzerinden on yıl geçmiştir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batı dünyasında muhafazakârlık ve liberalizm yeni versiyonlarıyla birlikte yükselmekte, “yeni sağ” Reagan ve Thatcher aracılığıyla iktidarını ilan etmeye hazırlanmaktadır.
70’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye sermaye sınıfı Türkiye kapitalizminin yaşadığı krize bir çare aramaktadır. Krizin gerisinde ise işçi sınıfının örgütlülüğü ve yükselen sınıf mücadelesi vardır. İşçi sınıfı mücadeleyi büyüttükçe, örgütlü bir şekilde hareket ederek alım gücünün düşürülmesine izin vermedikçe ve grevde geçen iş günü sayısı arttıkça sermayenin kâr oranları düşmektedir. Bulunan çare ise ülke ekonomisinin klasik bir IMF reçetesinin ötesine geçecek ölçüde radikal bir yapısal dönüşüm yaşayarak liberalize edilmesidir.
Peki 11 Eylül 1980 Türkiye’sinde bu mümkün müdür? Sorunun yanıtı açık bir şekilde “hayır”dır; çünkü işçi sınıfının bu kadar örgütlü, solun bu kadar güçlü olduğu bir ülkede halkı hızlı bir şekilde yoksullaştırmak anlamına gelen neoliberal programın uygulanması mümkün değildir. Yapılacak grevler, eylemler, mitingler bir yana, en kötü ihtimalle, bunu deneyecek bir iktidar yapılacak ilk seçimi kaybedecektir.
12 Eylül darbesi tam da bunun için yapılır. Şili darbesinden altı yıl sonra bu sefer Türkiye’de piyasanın görünmez elinin hâkimiyeti askerin demir yumruğu ile tesis edilecek, Türkiye ekonomisi neoliberal talana patronların “bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diye karşıladığı bir askeri darbe aracılığıyla açılacaktır.
Bu sürece bir yandan emek hareketi ve sola yönelik çok büyük bir kıyım operasyonunun diğer yandan ise İslamcılığının önünün açılmasının eşlik etmesi şaşırtıcı değildir. Darbeciler Türkiye’nin bir daha 12 Eylül öncesine dönmemesi gerektiğini bilmektedirler ve bunun için toplumu “sapkın ideolojiler”den korumak gerekmektedir. Bu ise solun siyasal ve toplumsal bir güç olmaktan çıkarılmasını, örgütsüz bir işçi sınıfını ve dinin bir “afyon” olarak kullanılmasını zorunlu kılmaktadır.
***
12 Eylül’lerden ikincisinin tarihi 12 Eylül 2010’dur ve yer yine Türkiye’dir. AKP-Cemaat koalisyonu hükümet olmaktan devlet olmaya ve rejimi değiştirmeye yönelik politikalarında el yükseltmiş, yargıyı bütünüyle ele geçirmeye karar vermiş ve ülkeyi bir 12 Eylül günü referanduma götürmüştür.
Referandumun ideolojik altyapısı “12 Eylül’le hesaplaşma” yalanı üzerine kurulmuş, “darbecileri yargılamak” adı altında yargının kontrolü sağlanmış ve rejim inşasında bir seviye daha geçilmiştir. Tüm bu sürece damgasını vuran şey ise İslamcılarla liberallerin Fethullahçı çetenin öncülüğünde “vesayetle mücadele” adı altında bir araya gelmesi ve Türkiye tarihinin en gerici cephelerinden birini, “yetmez ama evet” cephesini kurmuş olmalarıdır.
***
Bugün hem dünya hem Türkiye, birtakım tartışmalar ve revizyonlar söz konusu olsa da hala Şili darbesiyle açılan neoliberal dönemin içerisinde yaşıyor; piyasanın emek ve doğa üzerindeki sınırsız tahakkümü insanlığı hızla bir felakete doğru sürüklüyor.
Aynı şekilde 11 Eylül saldırılarıyla başlayan dönem önce yeni bir Soğuk Savaş’a doğru evrildi, şimdi ise emperyalizm Ukrayna ve Tayvan gibi coğrafyalarda nükleer silahların kullanımını da kapsayacak şekilde yeni savaşların altyapısını hazırlıyor. Böylece gezegene yönelik ekolojik kriz tehdidine bir de nükleer savaş tehdidi ekleniyor.
Türkiye ise bugün hala 12 Eylül’ün içerisinde yaşıyor. Piyasanın sınırsız egemenliğine siyasal, toplumsal ve kamusal alanın dinselleştirilmesi eşlik ediyor. Örgütlü bir işçi sınıfının ve güçlü bir solun yokluğunda toplumdan yeni kemer sıkma politikalarını tevekkülle karşılaması, isyan etmemesi, sesini çıkarmaması isteniyor. Emeğin sömürüsü ile dinin sömürüsü aynı merkezde üretiliyor, aynı merkezden devreye sokuluyor.
İki 11 Eylül, iki 12 Eylül… Dünyada ve bizde küçük bir azınlığın toplumun geri kalan çoğunluğunun ürettiği zenginliğe el koymaya devam etmeleri için tanıklık ettiğimiz hadiselerden birkaçı yalnızca… Bugün geldiğimiz noktada ise kapitalizm ile insanlık arasında tersinden bir varoluşsal ilişki var: Azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümü devam ettikçe, o çoğunluk en temel insani ihtiyaçlarına dahi ulaşamaz hale gelecek, içinde yaşadığı doğa elinin altından kayıp gidecek; yok o tahakküm kırılırsa çoğunluk hem kendisini hem de dünyayı kurtarma şansını ele geçirecek. Yani insanlık çok da uzak olmayan bir gelecekte sosyalizmle barbarlık arasında kaçınılmaz bir tercih yapmak zorunda kalacak.
/././
12 Eylül'de darbe kime indi, arkasında kimler vardı? (soL-Özel)
Bugün 12 Eylül. Tam 43 yıl önce, Orgeneral Kenan Evren liderliğindeki cunta yönetime el koydu. Peki, 43 yıl önce bu darbe, kim tarafından kime karşı yapılmıştı?12 Eylül 1980’deki darbe, birçok kişi tarafından kabul edildiği gibi bir hazırlık döneminin ardından gerçekleşti. Özellikle 1977’de Taksim’de yüzbinlerce emekçinin katıldığı coşkulu 1 Mayıs kutlamasına The Marmara Oteli’nden sıkılan kurşunlar, 1978 yılının Aralık ayında Kahramanmaraş’ta solculara ve Alevi yurttaşlara dönük olarak devlet-MHP işbirliği ile gerçekleştirilen katliam ve 1980 yılında Çorum’da yine solcu ve Alevi yurttaşlara dönük olarak ve yine devlet-MHP işbirliği ile gerçekleştirilen katliam darbeye ortam yaratmak amacıyla düzenlenmişti. Kahramanmaraş ve Çorum’da gerçekleştirilen katliamlar günlerce sürmüş ancak devlet olaylara ısrarla müdahale etmemişti. Maraş katliamı sonrasında verilen sıkıyönetim kararı, katliamın amacına ulaştığının bir kanıtıydı.
Darbenin ekonomik programı da darbeden önce hazırlanmış ve bir ölçüde uygulanmaya başlanmıştı. Ekonomik krizle geçen dönem ihracata ve ucuz işçiliğe dayalı program, patronların temel taleplerinden olmuş ancak solun ve emekçilerin direnci nedeniyle programın uygulanmasında ciddi sıkıntılar yaşanmıştı. 24 Ocak’ta Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki Milliyetçi Cephe hükümeti döneminde kabul edilen ve DPT müsteşarı Turgut Özal tarafından hazırlanan 24 Ocak kararları da darbenin ekonomik programı olarak 12 Eylül sonrasında, yani solun ve işçi sınıfının direncinin kırılmasının ardından tam anlamıyla uygulanabilmişti.
22 Temmuz 1980 yılında DİSK Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesi, diğer yüzlerce cinayetle birlikte darbe öncesinin mantığına bir örnekti. Darbenin dış bağlantıları ise yine hazırlık dönemi konusunda net fikir verecektir. Afganistan ve İran’da sorun yaşayan ABD ve NATO’nun Türkiye’yi de kaybetmekten korktuğu ve darbeye her türlü desteği verdiği biliniyor. Dönemin ABD Başkanı Carter’a, Ankara’daki Amerikan diplomatik kaynaklarından geçilen “Bizim çocuklar başardı” cümlesi, Kenan Evren ve arkadaşlarından böyle bir darbenin dört gözle beklendiğinin bir kanıtı niteliğindeydi.
12 Eylül darbesini kim yaptı?
12 Eylül darbesi dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren liderliğinde yapıldı.
Ancak yukarıda da bahsedildiği gibi darbeyi başta emperyalist başkentler ve TÜSİAD olmak üzere bir “ekip” yaptı. 12 Eylül öncesi ve sonrasında yaşananlar, dış politikadan ekonomiye, kültürel politikalardan eğitime kadar tam anlamıyla sağ bir programın söz konusu olduğunu gösteriyor. Ülkeyi 12 Eylül’e taşıyan sağcı liderler Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’in en az Kenan Evren kadar suçlu olduğu, darbenin öncesindeki son üç yıla bakıldığında net olarak görülebilir. 1930’lu yıllardan başlayarak devlet eliyle ve ABD’ye yanaşarak hızla zenginleşen dönemin en büyük patronu Vehbi Koç’un darbenin ardından Kenan Evren’e gönderdiği mektup 12 Eylül’ün sınıfsal içeriği hakkında da net bir fikir veriyor:
“Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz ederek ve kuvvetlendirerek imkanlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinmeli, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.”
12 Eylül darbesi kime karşı yapıldı?
12 Eylül darbesi kuşkusuz “psikopat askerler tarafından sivillere karşı” yapılmadı. Kuşkusuz “sağ-sol kavgasına son verelim” diye de yapılmadı. Darbenin siyasi-ekonomik-ideolojik bir programı vardı. Bu programın uygulanması için solun gücünün ciddi bir biçimde geriletilmesi gerekiyordu. Sol örgütlere ve sendikalara sınırsız operasyonlar, gözaltılar, işkenceler, hapis cezaları ve idamlar ülkeden solun temizlenmesi için yapılmıştı. 12 Eylül öncesinde 45 milyonluk Türkiye’de 4 milyonun üzerinde sendikalı işçi varken, bugün bu sayının 700 bin civarında olması, darbenin bu konuda bir ölçüde başarılı olduğunun kanıtı. Yine darbenin ardından kurulan YÖK, üniversitelerden solcu akademisyenlerin ve öğrencilerin kazınması amacı taşıyordu. Darbe ile beraber sendika konfederasyonlarının tamamı kapatıldı ancak sonrasında gerçekleşenler yine darbenin mantığı hakkında fikir veriyor. Sağcı sendika konfederasyonu Hak-İş, kapatılmasından birkaç ay sonra 1981 yılında açılırken, yine devlet sendika konfederasyonu olarak bilinen Türk-İş, 1982 yılında Genel Kurul toplayacak duruma gelirken, DİSK’e aşağıdakiler yapılıyordu:
- 17 Eylül’de gözaltı süresi doksan güne çıkarıldı. DİSK yöneticileri ve üyeleri uzun süre yargıç önüne çıkarılmadı.
- Milli Güvenlik Konseyi, 18 Eylül’de yayınlanan 8 No’lu kararı ile DİSK’in taşınır ve taşınmaz mal varlıklarına el koyduğunu açıkladı.
- 11 Kasım’da DİSK üyesi sendikaların yönetimine sıkıyönetim komutanlarınca belirlenen kayyımlar atandı.
- 7 Aralık’tan itibaren 2364 sayılı Yasa ile tüm sendika üyelerini kapsayan Yüksek Hakem Kurulu uygulamasına geçildi. 12 Eylül’de gözaltına alınan altmış yedi DİSK yöneticisi tutuklandı.
- Aralarında DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk’ün de bulunduğu 52 DİSK yöneticisi hakkında idam cezası istemiyle dava açılacağı basına açıklandı.
- DİSK üyesi Deri-İş Sendikası Genel Başkanı Kenan Budak, 25 Temmuz’da polis tarafından kurulan bir pusuyla sokak ortasında öldürüldü.
- DİSK Davası 24 Aralık’ta İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde başladı. Yüz altmış dosya birleştirildi, toplam sanık sayısı bin dört yüz yetmiş yedi, hakkında idam istenilenlerin sayısı yetmiş sekize çıkarıldı.
Sayılarla 12 Eylül
DİSK’in başına bunlar gelirken, ülke genelinde de aşağıdakiler yaşanıyordu:
- 650 bin kişi gözaltına alındı.
- 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
- Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
- 7 bin kişi için idam cezası istendi.
- 517 kişiye idam cezası verildi.
- Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı)
- İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
- 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
- 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı.
- 388 bin kişiye pasaport verilmedi.
- 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı.
- 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
- 30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti.
- 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
- 171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi.
- 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı.
- 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
- 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi.
- 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. - Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
- 31 gazeteci cezaevine girdi.
- 300 gazeteci saldırıya uğradı.
- 3 gazeteci silahla öldürüldü.
- Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
- 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
- 39 ton gazete ve dergi imha edildi.
- Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
- 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
- 14 kişi açlık grevinde öldü.
- 16 kişi “kaçarken” vuruldu.
- 95 kişi “çatışmada” öldü.
- 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi.
- 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi.
12 Eylül onlarla sürdü: Turgut Özal
Darbenin ekonomi programını hazırlayan Turgut Özal, cuntanın TÜSİAD ve ABD ile bağlarını kuran kişi olarak biliniyor. 12 Eylül cuntasının ekonomi bakanı da olan Özal, 1983 yılında başbakan oldu. İhracata dayalı büyüme modeli ile ülkedeki toplam ihracatın üçte ikisi hayali ihracat oldu. Özal döneminde tam 256 tane şirketin hayali ihracat yaptığı kanıtlandı. Olağanüstü hal uygulaması, 1987 yılında Özal döneminde başlatıldı. Özal ayrıca, Özel Tim’in kurulmasını sağlayan isimdi. Özel Tim 1983 yılında Özal’ın başbakanlığı döneminde kuruldu. Özal hükümetinin bir diğer icraatı da bölgeye “istenmeyen gazetecilerin” girişinin önüne geçmek için çıkarılan “sansür ve sürgün kararnameleri” oldu. Özal, 1985 yılında PKK’ye karşı Kürtler arasından geçici köy korucuları oluşturulmasını sağlayan adımları attı. 1. Körfez Savaşı sırasında “Irak Savaşına Amerikalıların yanında girersek bir koyar üç alırız” diyerek siyasi literatüre yeni bir deyim armağan etti. Özal’ın o dönem, ABD’nin yanında savaşa girildiği takdirde, Musul ve Kerkük’ün Türkiye topraklarına katılabileceğini düşündüğü yazıldı. Turgut Özal, yine 1. Körfez Savaşı döneminde, Meclis onayı almadan ABD’ye hava sahasının açılmasının Anayasa’ya aykırı olduğu eleştirilerine, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” dedi. Özal hakkındaki en özlü ifade ise işçilerden geldi: Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı!
12 Eylül onlarla sürdü: Necmettin Erbakan
Darbeye ortam hazırlanmasında Süleyman Demirel ve Alparslan Türkeş ile birlikte “büyük emeği” geçen Necmettin Erbakan’ın önü, konuşma yaparken elinden Kuran’ı düşürmeyen Kenan Evren ile alabildiğine açıldı. Türkeş’in söylediği “Fikirlerimiz iktidarda biz içerdeyiz” sözü, aslında Erbakan’ın durumunu da özetliyordu. Nitekim içeride de çok kısa kaldı. 12 Eylül’de bir süre İzmir Uzunada’da gözaltında tutulan Erbakan, 15 Ekim 1980’de 21 MSP yöneticisiyle birlikte “MSP’yi illegal bir cemiyete dönüştürmek ve laikliğe aykırı davranmak” suçlamasıyla tutuklandı. Ancak 9 ay sonra 24 Temmuz 1981’de serbest bırakıldı. 1987’de tekrar siyasete dönen Erbakan, 19 Temmuz 1983’te kurulan Refah Partisi’ne genel başkan seçildi. 1991 seçimlerinde Konya’dan milletvekili oldu. 1995 yılında da Başbakan oldu.
Çiller, Yılmaz ve nihayet Erdoğan
90’lı yıllarda Başbakanlık yapan Doğru Yol Partisi lideri Tansu Çiller ve ANAP lideri Mesut Yılmaz, Turgut Özal’ın birer kopyası olmaya çalıştılar. Piyasacılık, hayali ihracat, işçi düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, faili meçhuller, dincilik, ABD yalakalığı onların da ezberi oldu. Ancak 2002’den bu yana Başbakan olan Erdoğan ve partisi AKP bu anlatılan 30-35 yıllık dönemin egemen bütün yönlerin mantıki ucu oldu.
(soL-Özel)