13 Kasım 2023 Pazartesi

Siyasetle içli dışlı gazeteciler - Faruk Bildirici-Medya Ombudsmanı / T24

 "Gazetecilerin, siyasetçiler ile yakın ilişki kurup, siyasetçi gibi davranmaları, bağımsızlıklarını ortadan kaldırır; verilere nesnel yaklaşmalarını ve yalın gerçeği topluma aktarmalarını engeller. Hem gazeteci hem partili olunmaz; olunursa da ondan yarar gelmez"

Barış Yarkadaş, CHP kurultay sonucuna yönelik tahmini yanlış çıkan çok sayıda gazeteciden biriydi. Yarkadaş’ı öbürlerinden ayıran, TV100’deki canlı yayında “Özgür Özel kazanırsa mesleği bırakırım” gibi hayli iddialı sözler sarfetmiş olmasıydı.

Elbette her gazeteci hata yapabilir. Önemli olan, özeleştiri yapmak, hatanın nedenlerini ortaya çıkarmak ve bir daha yinelenmemesini sağlamak. Yarkadaş, hatasını kabul ederek “aktif gazeteciliği bıraktığı”nı açıkladı. Fakat yanlışın nedenleri üzerinde durmadı, özeleştiri yapmadı.

Gördüğüm kadarıyla yanlışının kökeninde eski bir CHP milletvekili olarak, politikadan kopmamış olması yatıyor. Gazeteciliğe döndükten sonra parti içi kulislerin içinde olmaya devam ediyordu. Son genel seçimde de milletvekili adaylığı için CHP’ye başvurmuştu. Öyle olunca tahmin, beklenti, istek ile analiz ve gözlemin birbirine karışması doğal.

İmambakır Üküş de pek tanınmayan bir haber sitesinin sahibi ve yazarı. O vesileyle gazeteci olarak görünüyor ama CHP ile içli dışlı bir ilişki içinde. Dahası Kılıçdaroğlu’na yakın bir isim. Yoksa bir gazeteci, ikinci tur öncesinde çekilmeyi düşünen CHP Genel Başkanı’nın kararına “Hayır, hayır, izin vermiyorum çekilmenize” diye bağırarak itiraz edebilir mi?

Üküş bağırabiliyor; çünkü kurultay salonunda gazeteci değil, siyasetçi kimliği ile hareket ediyor. Öyle bir gücü var demek ki. Fakat bu ölçüsüz davranışlar gazeteciliğe zarar verdi. Gazetecilerin tarafsızlığı ve siyasetçilerle ilişkisi hakkında olumsuz algı yarattı.

CHP kurultayı sonrasında Barış Yarkadaş ve İmambakır Üküş’ün tavırları gündeme geldi ama temas-mesafe kuralına uymayan başka gazetecilerin de olduğu biliniyor. Ayrıca AKP saflarında da aktif politikacı gibi davranan epeyce gazeteci var.

Televizyonlarda partili gibi yorum yapan, hatta AKP yöneticilerinden daha ileri giden onlarca gazeteci var. Bu gazetecilerden Hulki Cevizoğlu, Mehmet Şahin ve Şebnem Bursalı milletvekili oldu; Hasan Basri Yalçın da AKP Genel Başkan Yardımcılığı’na getirildi. Bursalı ve Yalçın, doğru bir tavırla Sabah’taki, Mehmet Şahin de Türkiye gazetesindeki yazılarına son verdiler.

Fakat milletvekili seçilen Ayşe Böhürler, Yeni Şafak’taki yazılarına hâlâ devam ediyor. Eski Milletvekili Mehmet Metiner de Yeni Şafak’ta yazmaya devam etse de bir AKP’li olarak konuşuyor, değerlendiriyor, yazıyor. AKP İstanbul İl Örgütü’nde yöneticilik yapan, son seçimlerde milletvekili adayı olan Star sitesi yazarı Halime Kökçe’nin de partili kimliği önde.

Yeni Akit yazarı ve Anadolu Yayıncılar Derneği Başkanı Sinan Burhan da partili yazarlardan. AKP’den Belediye Meclis üyesi iken genel seçimlerde partisinden milletvekili olmak için o görevinden istifa etti ama aday gösterilmedi.

Sinan Burhan, sık sık bakan ve parti yöneticilerini dernek merkezinde Ankara Temsilcileri ile buluşturuyor. Onun düzenlediği bu toplantılar, gazetecilere katkı ve toplumu bilgilendirmeden çok AKP’nin aktivitesi halinde. Zira Sinan Burhan da gazeteciden çok bir AKP’li.

Gazetecilerin, siyasetçiler ile yakın ilişki kurup, siyasetçi gibi davranmaları, bağımsızlıklarını ortadan kaldırır; verilere nesnel yaklaşmalarını ve yalın gerçeği topluma aktarmalarını engeller. Zira partinin çıkarlarının, kamu çıkarının önüne geçmesi riskiyle yüz yüze kalır partili gazeteciler. Hem gazeteci hem partili olunmaz; olunursa da ondan yarar gelmez.

“Mescid-i Aksa biblosu” dedikleri şekerlikti!

İktidar medyası, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın Ankara ziyaretini ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile görüşmesini, ele alınan konular ile sonuçları yerine “subliminal mesajlar” ve “vücut dili” üzerinden okumayı yeğledi.

Fidan ile Blinken’ın arasına “Ay yıldız içinde Mescid-i Aksa figürü yer alan bir biblo konulduğunu” önce sosyal medyada Misvak Caps gibi hesaplar keşfetti! Bu keşfin üzerine Yeni Şafak, A Haber, Takvim gibi haber siteleri hemen atladı; Fidan’ın o biblo ile Blinken’a “Kudüs, Ay Yıldız'ın koruması altında olacak” mesajı verdiğini yazdılar. Basılı gazeteler Akşam “Kudüslü mesaj”, Yeni Akit “Siyoniste hak ettiği karşılama” ve Takvim ise “Blinken’a Mescid-i Aksa mesajı” başlıklarıyla ilk sayfaya taşıdı biblodan okunan mesajı.

Fakat Dışişleri Bakanlığı’ndan gazetecilere iletilen bilgi notunda Fidan’ın masasına Blinken ile görüşmeye özel bir biblo konulmadığı, ay yıldızlı bir şekerlik ile kalemlikteki dolmakalemin daha önceki görüşmelerde de orada durduğu vurgulandı. Kanıt olarak da Fidan’ın, İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ile 1 Kasım’daki görüşmesinde çekilen ikili fotoğrafı anımsatıldı. Gerçekten ay yıldızlı şekerlik ve kalemlik o fotoğrafta da yer alıyordu.

Nitekim Teyit.org da aynı sonuca vardı. Fidan-Blinken fotoğrafında “Mescid-i Aksa figürlü biblo” sanılan görüntü, kamera açısı nedeniyle ay yıldızlı şekerlik ile kalemliğin bütün gibi görünmesinden kaynaklanan bir yanılsamaydı!

Bu kadar da değil. Aynı medya kuruluşları, Blinken’ı, Esenboğa Havalimanında Bakan Fidan’ın değil, Ankara Vali Yardımcısı Namık Kemal Nazlı’nın karşılamasını da konuk bakana “mesaj” olarak nitelemişti. Ama konuk bakanlar hep böyle karşılanıyor; Dışişleri Bakanı mevkidaşlarını karşılamak üzere havalimanına kadar gitmiyor. Bu da yanlış.

Doğru olan sadece, Fidan’ın geri çekilerek Blinken’ın sarılıp öpme çabasını boşa çıkararak tokalaşmasıydı. O da Hande Fırat’a göre, Blinken’ın arabasında telefonla konuşup, bakanlığın kapısında karşılayan Fidan’ı bekletmesi “nezaketsizliği”ne verilen özel bir yanıttı.

Kaldı ki, Blinken, bu gazetelerin yazdığı gibi ne “soğuk rüzgarlar” hissetmiş, ne de o mesajları algılamıştı! Ülkesine dönerken gazetecilere “Az önce Türkiye'de Dışişleri Bakanı Fidan'la çok güzel, uzun ve verimli bir sohbet gerçekleştirdik” dedi. Pek öyle “şoka uğramış” bir havası da yoktu konuşurken.

Velhasıl, ay yıldızlı şekerlikten ve vali yardımcısının karşılamasından hayali mesajlar üreten gazeteciler çok yaratıcı. Sıfır veriden hareketle Blinken’a müthiş bir protesto çıkarıp, Hakan Fidan’a “kahramanlık” atfedebiliyorlar! Yazdıklarının tümden palavra olduğu ortaya çıktıktan sonra düzeltme yayımlamayacak kadar da vurdum duymazlar…

Erdoğan’ı üzme suçu!

Hedef gösterme Yeni Şafak’ın yeni alışkanlığı. İmam Hatip mezunlarıyla ilgili espri yapan sanatçı Gülşen’i, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Feshane’deki sergisini, “Cinsiyet hoşnutsuzluğu” hakkında bilimsel makale yazan 11 hekimi de hedef göstermişti bu gazete

Yeni Şafak, şimdi de Hatay Milletvekili Can Atalay’ın serbest bırakılması kararı veren Anayasa Mahkemesi’nin dokuz üyesini hedef gösterdi. Hem de “FETÖ ve PKK’ya kapı açtılar” gibi absürt bir suçlamayla tümünün fotoğraflarını da yayımlayarak…

Elbette mesele AYM üyelerinin FETÖ ya da PKK ile ilgisi olup olmaması değil, Yeni Şafak gerçeklerle ilgilenmiyor! Bu üyelerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “üzen kararlar” vermiş olmaları yetiyor Yeni Şafak’a. Sonuçlarının ne kadar ağır olabileceğini de umursamıyorlar.

Yeni Şafak’ın bu yayını, Vakit’in (Yeni Akit’in eski adı) 2006 yılında “İşte o üyeler” manşetiyle üç Danıştay üyesini hedef göstermesini anımsattı. O manşetin ardından meydana gelen saldırıda 2. Daire Başkanı M. Yücel Özbilgin öldürülmüştü. Saldırıya zemin hazırlayan Vakit yöneticileri, 111 bin lira para cezasıyla kurtuldular; aynı yayınları yıllardır sürdürüyorlar.

Kuşkusuz iktidar koruması altında olan Yeni Şafak yöneticileri de yargılanmayacak. Gazeteci Alican Uludağ’ı sosyal medyada hedef gösteren ve pervasız bir dille hakaretler yağdıran MHP Genel Başkan Yardımcısı İzzet Ulvi Yönter de bir suçlamayla karşılaşmayacak.

Ama RSF’den Erol Önderoğlu’nun anımsattığı gibi, bugüne dek onlarca meslektaşımız “terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek” gibi her durumda kullanılmaya müsait suçlamaya maruz kaldı. Dönemin ruhu bu. Vicdanlarını tatile gönderen Saray’ın kalemşorlarına her şey serbest, Erdoğan’ın bir zamanlar söylediği gibi “İster asarlar ister keserler”…

Akit’in kara propagandası

Sabah, sosyal medyada “Annesi kızının başörtüsüne saldırdı” başlığıyla bir görüntü paylaşıldı. “Bir düğünde gelinin annesi, kızının başörtüsü taktığını görünce çılgına dönüp herkesin içinde başını açmaya çalıştı” denilerek, bu olayın Türkiye’de meydana geldiği izlenimi veriliyordu.

Sabah’ın YouTube hesabında ise bu olayın Kazakistan’da olduğu belirtiliyordu. Nitekim görüntüyü inceleyen Malumatfuruş da görüntünün Türkiye değil Kazakistan’da çekildiğini doğruladı ama olayın nedenini netleştiremedi.

Buna rağmen Malumatfuruş’un bu çalışmasından günler sonra aynı görüntüler Yeni Akit’in internet sitesinde “Laikçi özgürlüğe bakın! Anneden başörtülü geline çirkin saldırı” diye haber yapıldı. Hâlâ da yayında. Üstelik “görüntünün hangi ülkede çekildiğinin bilinmediği”ni yazarak olayın Türkiye’de yaşandığı algısını yaratıyorlar. Bu gazetecilik değil, bile isteye saptırma…

Tek cümleyle:

  • NTV, Akşam, Hürriyet, Milliyet, Posta, Sabah, Sözcü, İnternet Haber, Haber 7, TV100 ve çok sayıda haber sitesi, Tuzlaspor Başkanına soruşturma haberlerinde, iddiaları Murat Ağırel’in Cumhuriyet’teki yazısında gündeme getirdiğinden söz etmedi; Ağırel’i kaynak göstermedi.
  • Cumhuriyet, Milli Kütüphane’nin kuruluşunun anlatıldığı “Cumhuriyet ışığı ve ulusal bir kütüphane” başlıklı yazıda, Milli Kütüphane’nin Ankara Bahçelievler’deki binası yerine Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki “Millet Kütüphanesi”nin fotoğrafı kullanıldı.
  • Türkiye’nin “Uçak biletinde indirim oyunu” haberinde Reklam Kurulu’nun iki firmaya ceza verdiği aktarıldı ama Enuygun ve Obilet firmalarının isimleri gizlendi.
  • Sabah, bir e ticaret firmasının habere benzetilen reklamını gazetecilik ilkelerine aykırı olarak muhabir Metin Can’a yazdırdı ve reklam sayfasını imzalı olarak yayımladı.
  • Hürriyet, bir e-ticaret firmasının tanıtım bültenini “Bu bir reklamdır” uyarısı koymadan haber gibi düzenleyerek tam sayfa yayımladı.
  • Kurultay haberlerinde Özgür Özel’in anahtar listesini delerek CHP PM’ye girenlerin sayısı 9 olarak yazıldı ama bağımsız aday olan Deniz Yavuzyılmaz ile birlikte bu sayı 10’u buluyordu.
  • Karar, “Aydın’da sel sularına kapılan üç kişi hayatını kaybetti” başlığı attı ama “sel suları” olmaz; sel zaten “su taşkını” anlamına geliyor.
  • Sözcü’nün “Hamburg Havalimanı’nda Türk baba kızını rehin aldı” haberinde “Türk baba”nın adı hiç yoktu.
  • Akşam, Ş. Urfa Haliliye Belediyesi’nin tanıtım metnini uyarı koymadan haber gibi yayımladı.
  • Karar, “Picasso’nun ilham perisine 140 milyar dolar” başlığı attı ama tablo milyar değil, 139 milyon dolara satılmıştı.
  • Ankara B. Belediyesi ile “Halk otobüsü” işletmecileri arasında 65 yaş üzerindekilerin ücretsiz ulaşımında kriz çıktığını yayımlayan iktidar medyası, krizin çözüldüğünü haber yapmadı.
  • Karar, belgeselci Burak Doğansoysal’ın “Ne şanslı insanlar var. Asya’da karşılaşmama rağmen bu kadar yakından çekemedim” diye paylaştığı kertenkele görüntüsünü onun evindeki tuvaletten çıkmış gibi “Tuvaletinden öyle bir hayvan çıktı ki” diye haber yaptı.
  • NTV ve Milliyet, kuzey ışıklarının Türkiye’den de görülmesini bilimsel yaklaşımla açıklamak yerine “Deprem habercisi mi?” diye endişeleri tetikleyici haberler yayımladı.
         Faruk Bildirici-Medya Ombudsmanı / T24

12 Kasım 2023 Pazar

BİRGÜN KÖŞEBAŞI - (Ekonomiden toplumsal yaşama süzülenler + Kamuculuk rüzgârları her yerde)


Ekonomiden toplumsal yaşama süzülenler (Oğuz Oyan-BİRGÜN)

Her yıl bu zamanlar ortalığı Orta Vadeli Program (OVP), Merkezî Yönetim Bütçesi, Bütçe Gerekçesi, Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı gibi metinler doldurur. Bu yıl bir de 12. Beş yıllık Kalkınma Plan bunlara eklenmiştir. 5018 sayılı yasaya göre bunlar arasında bir hiyerarşi vardır. AKP devrinde bunlara uyulmaması âdetten olmuştur; ama konumuz iktidarın ciddiyetsizlikleri değildir.

Ekonomiyle ilgili belge sağanağının olduğu böyle günlerde, bunların içerdiği verileri halkın anlayacağı bir biçime sokarak haberleştirmek ekonomi gazeteciliğinin işidir. Ancak bazen bu kanal yeterince çalışmayabiliyor. Belgelerde sunulan verileri hiç sorgulamadan aktarmak bu yetersizliğin tezahür biçimlerinden biridir. Örneğin, 2024 Yılı Bütçe Gerekçesi (s. 471 vd) verilerine dayanarak, özelleştirme gelirlerinin 1986-2023 arasında yani 37 yılda 144,2 milyar TL’yi bulduğu, bunun yaklaşık 140 milyar TL’lik bölümünün AKP dönemini ilgilendirdiği biçiminde bir haber yaparsanız, belgeye (kısmen) sadık kalmış ama gerçekleri tahrif etmiş (yani bilerek yanlış aktarmış) olursunuz. Niçin peki? Çünkü okurun pek çoğu 144 milyar TL’yi bugünkü dolar kuru olan 28 TL’ye bölecek ve karşılığında 5 milyar 150 milyon dolar bulacaktır!

Oysa yüksek enflasyon yaşanan bir ekonomide cari TL değerlerin 37 yıl boyunca sabit kalmış gibi toplanamayacağı hususu bir ekonomi muhabirinin ilk dersi olmalıydı. "Kısmen sadık" dememizin nedeni de şu: İlgili belge yıllara göre özelleştirme tablolarını artık TL olarak vermekle büyük bir çarpıtmaya yol açmaktadır ama toplam özelleştirmenin dolar karşılığı olarak 70,9 milyar doları da ayrıca vermektedir. Demek ki ekonomi muhabiri en azından 144 milyar TL yanına bu değeri de yazıp küçük bir açıklama yapmalıydı. Bu hatalı haberleştirmenin Türkiye’nin en güvenilir günlüğü sayılan bir gazetede yapılması ayrıca sıkıntı vericidir. Demek ki ekonomi gazeteciliği için de bir ombudsmana ihtiyaç duyulmaktadır (Bu arada, daha ileri araştırma yapabilecek bir ekonomi muhabiri, daha önce bir çok makalemde gösterdiğim gibi, Ulaştırma Bakanlığı ve TMSF üzerinden ayrıca 12 milyar doları aşkın bir ek özelleştirme yapıldığı bilgisine de ulaşabilmeliydi).

2024 YILI NE VADEDİYOR?

Önümüzdeki plan/programların kapsadığı tüm yıllara bakmak yararsız sayılmazsa da, asıl kritik dönemeç 2024 yılındadır. O halde dikkatimizi oraya verelim. "Vaat etmek" olumlu çağrışım yaratabilir; o nedenle hemen baştan düzeltelim, 2024 yılı emekçi kitleler bakımından hiçbir olumluluk öngörmemektedir. Bunu belgelerden birkaç örnekle açalım: OVP’nin (2024-2026) 21. sayfasında iki temel tedbirden bahsedilir: Enflasyon hedeflemesi ve gelirler politikası. Bu gizemli gibi görünen "teknik" kavramların tercümesi şudur: Faizler enflasyonun üzerine çıkarılacak, gelir artışları enflasyonun altında tutulacaktır. Başka deyişle, enflasyonun temel nedeni talep artışıdır (çünkü Erdoğan-Nebati-Kavcıoğlu politikalarına toz kondurulamamaktadır; ama kondurulsa da durum değişmezdi); öyleyse talep yani gelirler kısılmalıdır. Çifte kıskaç uygulanmalıdır: Ücretler, tarımsal gelirler enflasyona ezdirilmelidir (gerçi bunun aksini söyleyeceklerdir), bunların satın alma güçleri iyice kısılmalıdır. Faizlerin hızlı artırılması yoluyla da halkın borçlanarak gelir aşınmasını telafi etmesi yani talep seviyesini koruması engellenmelidir. Daha önemli talep unsuru olarak sermaye gelirlerinin baskılanmasının lafı bile olmayacaktır. Sistemin adı kapitalizmdir yani kapital/sermaye hâkim düzendir. Sermayenin hizmetindeki siyaset sınıfı da esasen sermayedarlaşma sürecinin ileri noktalarına varmıştır.

Peki, bu politikaların somut belirtilerini bu plan-program belgelerinde görebiliyor muyuz? Hem de çok açık biçimde, adeta müstehcenlik seviyesinde! Sanayi ve Toplum dergisinin Ekim 2023 sayısındaki makalemizde de sunulan yazıdaki tabloya bakmak yeterli olur. Bu tablo ne anlatıyor? Özel tüketim harcamalarının 2022’den 2023’e doğru çok güçlü daraltılmasının yeterli görülmeyip, 2024’te çok daha şiddetli bir şokun öngörüldüğünü söylüyor. Kamu tüketiminde de 2024 ve devamında ciddi bir azalış öngörülmesinin tüm ekonomiyi etkileyecek sonuçları olacaktır.

Şimdi böyle bir durumda, M. Şimşek’in ücret artışlarında "refah payı" uygulamasına son verileceğini söyleyen demeci yadırgatıcı olabiliyor mu? 2024 yılı asgari ücret artışından –seçim konjonktürüne rağmen– halen çok umutlu olunabilir mi? Emekli aylıklarında, bırakın reel artışları, enflasyonun aşındırmasının düzeltileceğine güvenilebilir mi?

Önemli bir mesele de şu: İktidarın yerel seçimleri dağılmış görünün muhalefet karşısında artık daha kolay bir hedef olarak gördüğü; ekonomi ve siyaset alanlarında kendi "göz boyama" ve "gerçekleri çarpıtma" yeteneğine fazlasıyla güvendiği için, geçen seçimlerden daha olumsuz bir ekonomik tabloda seçimleri karşılamaktan artık o kadar da çekinmediği saptaması yapılabilir.

TARIMSAL DESTEKLERİ SÜREKLİ GERİLETME BAŞARISI

Bunun bir yansımasını da tarımsal desteklerin sürekli olarak geriletilmesinden iktidarın artık hiç çekinmemesinde görebiliriz. Tabii şu imkânı her zaman kullanarak: Yılın bütününe ait desteklerin büyük bölümünü seçim öncesindeki aylarda dağıtarak çiftçide desteklerin artmış olduğu algısını yaratmak! Peki, çiftçi buna her defasında kanıyor mu? Kırsal oylar öyle söylüyor!

Tarımsal desteklerin GSYH’nin yüzde 1’inden (veya binde 10’undan) az olamayacağı hükmü Tarım Kanunu’nda duruyor olsun; hatta bu Kanun 2006’da bizzat AKP tarafından çıkarılmış olsun; Anayasa tanımayan bir iktidarın yasalara uyması beklenebilir mi? Nitekim 2006 sonrasındaki uygulamada söz konusu oran binde 6’dan başlayıp son yıllarda binde 2’lere kadar geriletilmiş durumda: Bu oran 2020’de binde 4,4 düzeyindeyken, 2021’de binde 3,3, 2022’de ise binde 2,7’ye geriliyor!

2023 yılı henüz bitmedi, ama öngörülen 63 milyar TL desteğin beklenen milli gelire oranı binde 2,5 düzeyini işaret ediyor. 2024 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’na göre (s. 144 ve 152), 2024 yılında tarımsal desteklerin 91,5 milyar TL olması öngörülmekte. Bu tutar, 2023’e göre yüzde 44,5’lik bir artış anlamına gelmektedir ki muhtemelen enflasyonun da gerisinde kalacaktır. Oysa 2024’te bütçe giderlerinin yüzde 69 artması öngörülmektedir; demek ki, bütçe içinde tarımsal desteğin payı daha da geriletilmiş olacaktır. Nitekim bu pay 2024’te sadece binde 2,2 olacaktır!

Tarımsal destekleri kıyaslamamız gereken asıl büyüklük ise tarımsal katma değerdir. Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı yüzde 50’nin altına pek düşmez. AKP Türkiye’sinde ise bu oran son yıllarda yüzde 6 civarında olup, 2002’den yüzde 4,1’e kadar gerilemiştir. Peki, olması gereken nedir? Tarımsal katma değerin en az üçte birinin tarıma destek olarak dönmesidir ki bu da mevcut desteğin 8 ile çarpılmasını gerektirir. Demek ki, 2024 için 91,5 milyar TL destek yerine 730 milyar TL düzeyinde bir tarımsal desteği uyguluyor olmamız gerekirdi. İşte ancak o zaman gıda enflasyonu ile mücadele araçlarına da sahip olmaya başlanmış olabilirdi.

                                                                   /././

Kamuculuk rüzgârları her yerde (Hayri Kozanoğlu-BİRGÜN)

Toplumsal muhalefetin hedefi teknik ayrıntılara takılmadan, tüm stratejik kamu kuruluşlarını yeniden kamuya kazandırma perspektifini geniş halk kesimlerine mal etmek olmalıdır. Elbette geçmişteki bürokratik, tepeden inmeci yönetim anlayışı yerini demokratik, katılımcı bir tasarıma bırakmalıdır.

Kamuculuk deyince öncelikle, ulusal, yerel, kooperatif gibi farklı kolektif mülkiyet biçimleri altında; demokratik toplumun o kurumda çalışanlar, yöre halkı, konunun uzmanları ve üretilen mal veya hizmetlerin kullanıcıları gibi farklı bileşenleri tarafından karar süreçlerine katıldığı bir yaklaşımı anlıyoruz. Diğer bir ifadeyle kamu çıkarının, toplumsal yarar fikrinin kâr hırsı ve rekabetin önüne geçtiği bir anlayıştan söz ediyoruz.

Bu yönüyle kamuculuk-özelleştirme tartışması özünde sosyalizm ile kapitalizm arasında, emekten yana olmak ile sermayenin çıkarlarını savunmak noktasında bir ayrım noktasıdır. İnsan doğasının paylaşmaya, dayanışmaya, kolektif değerlere, emeğinin hakkı ile yetinmeye mi yatkın olduğu; yoksa kâr dürtüsüne, bireysel çıkara, rekabete mi daha fazla eğilim taşıdığı üzerine yürütülen tarihsel, ideolojik tartışmanın yansımasıdır. Ne var ki, her koyunun bacağından asılacağı zihniyetinin yaygınlaştığı, cumhurbaşkanlarının; “benim memurum işini bilir” sözleriyle bürokratik ahlakı ayaklar altına aldığı, başkalarının sırtına basarak yükselme hırsının doğal karşılandığı bir kültürel ortamda kamuculuk anlayışının gelişip, güçlenmesi zorlaşır.

Ancak özelleştirmenin, kapitalist küreselleşmenin, finansallaşmanın tüm dünyada cazibesini yitirdiği bir konjonktürde kamuculuk için önemli bir potansiyel belirdiğini de söyleyebiliriz. Artık ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı Jack Sullivan bile,40 yıldır dış politikaya egemen olan neoliberal küresel ekonomik düzenin yanlış varsayımlarının sorgulanması gereğine işaret ediyor. Piyasaların sermayeyi üretken ve etkin bir şekilde tahsis ettiğinden yola çıkmanın, vergi indirimlerinin şampiyonluğuna soyunmanın, kuralsızlaştırma ve özelleştirmeyi körü körüne savunmanın, dış ticaretin liberalleşmesini bir amaç gibi sunmanın yanlışlığına dikkat çekiyor. Elbette Joe Biden’ın sanayi politikasından söz etmesi, Altyapı Yatırımı ve İstihdam Yasasının, Enflasyonu Azaltma Yasasının, Bilim Yasasının getirdiği kamu yatırımlarına hız verme, kamunun araştırma-geliştirme faaliyetlerinde daha fazla söz sahibi olması perspektifi veya Çin’de tek parti yönetiminde devlet mülkiyetinin yaygınlaşması, Şi Cinping’in gelir ve servet adaletsizliklerini törpüleyecek Ortak Refah politikalarını uygulaması kamuculuk kapsamında ele alınamaz. Ancak tüm bu gelişmeler kamuculara piyasacılar karşısında güç kazandıran, piyasa toplumu kurgusunun ideolojik hegemonyasını sarsmak adına cesaret veren bir nitelik taşıyor.

KAMUCULUĞUN KISA TARİHİ

Hatırlanırsa 2. Dünya Savaşı sonrası İngiliz İşçi Partisi programı sadece topraklar ve doğal kaynaklar değil, üretici faaliyetler ve servetin de halka ait olduğundan yola çıkıyordu. Tüm petrol, elektrik, demir-çelik sanayi ve demiryolu havayolu bütün taşımacılığın kamuya ait olduğunun altını çiziyor, Ulusal Sağlık Hizmeti, İngiliz Merkez Bankası’nın ulusallaştırılmasını, kamusal ve yatırımı planlayacak bir Ulusal Yatırım Bankası kurulmasını öngörüyordu.

Sağcı çevreler tarafından sürekli kamu mülkiyetinin Sovyetik bir yönetim tarzına özenti anlamına geldiği propagandası yapılıyor, bir savunma psikolojisi içerisinde basın, ifade, inanç özgürlüğüne sahip çıkıldığını, bireysel özgürlüklerin korunması konusunda duyarlılık taşındığını tekrarlama gereksinimi duyuluyordu. 1995’te tartışmalı bir oylamadan sonra Tony Blair döneminde kitlesel kamulaştırma vaadinde bulunan Dördüncü Madde kaldırıldı. Yeni Labor denilen Üçüncü Yol çizgisinin, piyasacı-özelleştirmeci politikaların yolu açıldı. ABD’de Bill Clinton’un başkanlığında da benzer bir rota izlendi.

Aynı şekilde Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD de 1959 Bad Godesberg Programı ile işçi sınıfının partisi olmaktan vazgeçti. Hedeflerini yurttaşlara sosyal güvenlik sağlamakla sınırladı. Marksizmi reddetti, proletaryanın değişimin öncüsü olduğu fikrini terk etti, sosyal piyasa ekonomisini benimsedi.

1980’lerde Şili’de Chicago Çocukları laboratuvarında geliştirilen formüllerle, ABD’de Reagan, Birleşik Krallık’ta Thatcher öncülüğünde tüm dünyada özelleştirme, finansallaşma, dış ticaret ve sermaye akışlarında liberalleşme yaşanmasının, kapitalist küreselleşmenin egemen olmasının ardından kamuculuk yolunda en önemli dönüm noktasının, 2017’de Jeremy Corbyn’in İngiliz İşçi Partisi başkanlığına gelmesi sonrası yayımlanan Alternatif Mülkiyet Biçimleri raporu olduğu söylenebilir.

Adeta “yeniden kamuculuk” anlamına gelen bu hamle, Thatcher döneminde 1984 yılında British Telecom’un satışını izleyen dönemde sırasıyla gaz, elektrik, su ve demiryollarının elden çıkarılması sonrası bir anlamda rüzgârın tersine dönmesi gibi sembolik bir anlam taşıyordu.

Söz konusu raporda özel mülkiyet sahipliğinin uzun vadeli yatırımlara engel oluşturduğu, üretkenlik kayıpları yarattığı, demokratik tartışmaları baltaladığı, ülkenin bazı bölgelerini ekonomik açıdan ihmal ettiği vurgulanıyor. Bunun artan gelir ve servet adaletsizliğinin, finansal güvencesizliğin başlıca nedeni olduğu ifade ediliyor.

2017 Seçim Bildirgesi’nde de enerji, su, posta ve demiryollarının kamulaştırılacağı vaadinde bulunuldu. Ve partinin seçimlerde oyları kayda değer biçimde arttı. İşçi Partisi 2019 seçimlerini başka nedenlerle kaybetse de Britanya kamuoyunda kamuculuğa destek sürüyor. 2022 Ağustosunda yapılan bir ankete göre, halkın%69’u suda, %65’i otobüste, %67’si demiryolu taşımacılığında, %66’sı enerjide, %68’i postada, %78’i Ulusal Sağlık Sistemi’nde kamu mülkiyetinden yana tavır koyuyor.

Alternatif Mülkiyet Biçimleri Raporu’na göre, otomasyon, dijitalleşme hem bir fırsat hem de tehdittir. Bir yanda maddi refah ve daha fazla boş zaman fırsatı sunarken, öte yandan da artan ekonomik eşitsizlik ve kitlesel işsizlik riski taşıyor. Yeni kolektif ve demokratik mülkiyet modellerinin otomasyonun ekonomik faydalarının geniş kitlelerce paylaşılmasına olanak tanıma potansiyeli bulunuyor.

Uygun ekonomi politikalarıyla asgari ücret artırılarak otomasyon teşvik edilir, gelirler yukarı çekilir. Eğitim sistemi yaratıcılığı sıçratmaya odaklanır. Kısa çalışma haftası üretkenlik artışlarının meyvelerinin adil paylaşımının yolunu açar. Yurttaşlık geliri ödenmesi emek piyasalarında elde edilen gelire eklenerek satın alma gücünü artırır. Özetle, otomasyonun ülke halkı için özgürleştirici potansiyeli açığa çıkartılır.

Ayrıca İtalyan asıllı Londra Üniversitesi öğretim üyesi Maria Mazzucato girişimci devlet temasını işleyerek son yıllarda ana akım mecralarda kamuculuk fikrinin güçlenmesine katkı sağlayan diğer bir isim. ABD’de de Temsilciler Meclisi’nin genç ve solcu üyesi Alexandria Ocasio Cortes, Yeni Yeşil Anlaşma metninde sadece ekolojik konulara el atmadı. Eğitim, sağlık, konut, toplu ulaşımın kamusal ve kâr amacından uzak düşünülmesi gereğine dikkat çekti.

Kamuculuk ile ilgili önemli fikri üretim merkezlerinden birisi de, Amsterdam’da faaliyet gösteren Transnational Institute (TNI) isimli araştırma kuruluşu. Yaklaşık 20 yıldır kamu mülkiyeti üzerine çalışmalar yürütüyor. Özellikle içme suyunun ticarileşmesine karşı sendikalarla, sivil toplum örgütleri, yerel yönetimler ve ilerici akademisyenlerle birlikte “tekrar belediyeleşme” [(re) municipalization] sloganıyla suyun kamulaştırılması ve yerel yönetimlerin bünyesine kazandırılmasına yönelik kampanyalar düzenledi.

TNI’ın 2019 Aralık’ta Amsterdam’da düzenlediği “Gelecek Kamudur” temalı konferansta 58 ülkede ulusal, bölgesel ve yerel yönetimler düzeyinde özelleştirme uygulamasından geri dönülen (de-privatized) 1.408 vakaya yer verildi. Bu sürecin maliyetleri düşürme, çalışanların koşullarını düzeltme, hizmet kalitesini yükseltme ve daha fazla şeffaflık ve hesap verilebilirlik sağlama anlamında olumlu ampirik sonuçlar verdiği açıklandı. Verilen örnekler arasında özellikle Londra ve Paris içme suyunun kamucu bir yönetim modeline kavuşturulması dikkat çekici.

MODERNLEŞME SÜRECİNDE KİT'LER

Bizde de Kamu İktisadi Teşekkülleri Cumhuriyet’in ilk döneminde hem ilk sanayileşme adımları atılmasında hem de 29 Dünya Ekonomik Krizi’nin olumsuz etkilerinin görece kolay atlatılmasında önemli bir işlev üstlendiler. Ayrıca Aydınlanma’nın, modernleşmenin topluma yayılmasında okullarıyla, sanat ve kültür faaliyetleriyle, spor kulüpleriyle, kamu kamplarıyla büyük katkıda bulundular.

Özelleştirme rüzgârlarıyla, “devlet sucuk yapar mı?, Ayakkabı imal eder mi?” demagojileriyle Sümerbank, Et ve Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu gibi dar gelirli yurttaşların temel ihtiyaç ürünlerini sağlayan; böylelikle bir yandan yoksullara ucuz ve kaliteli giysi, ayakkabı ve gıda sunarken, bir yandan da bulundukları sektörde fiyatları düzenleme işlevi üstlenerek enflasyona karşı barikat oluşturan kurumlar bir bir elden çıkarıldılar. Aynı şekilde kamu bütçesine kayda değer bir vergi geliri aktaran Tekel yok edildi. AKP döneminde de Türk Telekom, Erdemir, TÜPRAŞ ve PETKİM başta gelmek üzere birçok stratejik kamu işletmesi özelleştirildi.

Toplumsal muhalefetin hedefi teknik ayrıntılara takılmadan, tüm bu kuruluşları yeniden kamuya kazandırma perspektifini geniş halk kesimlerine mal etmek olmalıdır. Elbette geçmişteki bürokratik, tepeden inmeci yönetim anlayışı yerini demokratik, katılımcı bir tasarıma bırakmalıdır. Başta çalışanlar, hizmeti kullananlar, çevre örgütleri, yöre halkı yurttaş inisiyatifleri ekonomik kararlarda söz, yetki, karar sahibi kılınmalıdır. Demokratik katılım çalışanların doğrudan iş deneyimleri ve diğer bileşenlerin bilgilerinden yararlanıldığı için kamu işletmelerinin etkinliğini artıracaktır. Aynı zamanda ekonomik demokrasi kültürünün yaygınlaşması işçilerin ve diğer toplum üyelerinin aktif katılımını teşvik ettiği için, politik demokrasiye de katkıda bulunacaktır.

Özetle, kamulaştırma liberallerin öne sürdüğü gibi devletin yurttaş üzerinde baskı kurması, bürokrasi ya da kararların yukarıdan aşağıya topluma dayatılması anlamına gelmez. Tam aksine devletin demokratikleşmesinin, kamu görevlerine bilgi, deneyim, çaba temelinde liyakatli kadrolar atanmasının, kamu işletmelerinde mal ve hizmet üretiminin toplumsal ihtiyaçlar temelinde planlanmasının ilk ve en önemli adımını oluşturur.

(BİRGÜN)

Yabancı sermaye gelse ne gelmese ne? + Yurt sorununun temelinde ne var? (Ozan Gündoğdu-BİRGÜN)

 

Yabancı sermaye gelse ne gelmese ne?

6 Şubat Depremleri’nin ardından 9 ay geçti. Türkiye, deprem gündemini bir sonraki depreme kadar geride bıraktı. Sonraki depremin Marmara’da yaşancağı, etkisinin 6 Şubat’tan büyük olacağı bilim insanlarınca söyleniyor. Fakat, Türkiye’nin kısa vadeli endişe verici sorunlarını bir kenara bırakıp, deprem gibi uzun vadeli sorunları düşünecek fırsatı yok.

Türkiye Yargıtay’ın AYM’yi tanımaması üzerine patlak veren “Anayasal Krizi” konuşuyor. Meseleye ekonomik çerçeveden yaklaşan kimi kesimler, hukukun tasfiye edilmesinin bir sonucu olarak yabancı sermayenin yurda gelmeyeceğini söylüyorlar. Bu iddia manipülatif olsa da haklılık payı var. Hukukun tasfiye edilmesi halinde, yurtdışından gelen paranın biçimi ve getiri talebi değişiyor ama para istenirse yine de geliyor. Fark şu; sıcak para daha fazla faiz talep ediyor, doğrudan yatırımlar da uzun vadeli değil, inşaat, madencilik gibi vur-kaç yapmak için geliyor. Hem cari açık veren, hem de hukuku tasfiye eden bir ülke suç ekonomisini büyütüyor, o ülkenin sermayedarları da mafya kılıklı erkeklerden oluşuyor. Üstelik, hukukun tasfiyesi yeni değil, son 5 yıldır, süreç sertleşerek ilerledi ve bugüne gelindi.

ŞEHİR HASTANELERİNE 27,5 MİLYON AVRO

Bu durumun geniş halk kesimleri üzerindeki ekonomik etkisi Hazine üzerinden yaşanıyor. Zira, kamu harcamalarının keyfi hale gelmesi, Hazine Nakit Dengesi’ni doğrudan etkiliyor. “Küçük” bir örnek Şehir Hastaneleri’ne ilişkin… Önceki gün Plan Bütçe Komisyonu’nda Sağlık Bakanlığı bütçesi konuşulurken, Bakan Fahrettin Koca, Şehir Hastaneleri için bu zamana dek ödenen kira bedelinin 27,5 milyar avro olduğunu açıkladı. Bugünkü kur ile TL karşılığı 838 milyar TL. Bu paranın alternatif maliyeti, 400 yataklı 630 adet hastane ya da 21 bin adet 12 derslikli okul. Ama iktidar, her ile 8 hastane yapılabilecek parayla bir elin parmaklarını geçmeyecek müteahhite 20 hastane için Hazine’den kira ödemesi yapmayı tercih etti.

FAİZE REKOR PAY

Fahrettin Koca’nın bu veriyi açıklamasından 2 gün önce, 7 Kasım 2023’te, Hazine ve Maliye Bakanlığı, 11 milyar TL’lik bir iç borçlanma ihalesi açtı. Borcun ortalama yıllık faizi yüzde 42,18. Bu faiz oranı, AKP’li yıllar boyunca, devletin borçlanırken ödemeyi taahhüt ettiği en yüksek faiz. İhalenin sonunda 10 milyar 987 milyon TL’lik borç toplandı. Bu borç, 1 sene sonra 15 milyar 621 milyon TL olacak. Sadece bu borcun faizi için 1 yıl içinde 5 milyar TL faiz tahakkuk edecek. Peki Merkezi Yönetimin toplam borcu ne kadar? Eylül sonu itibariyle 6 trilyon 69 milyar 597 milyon TL. Düşük faiz döneminde kimse Hazine’ye TL cinsinden borç vermediği için borcun yüzde 64’ü yani 3,9 trilyon liraya karşılık gelen kısmı döviz cinsinden. Borç portföyünüzün yüzde 64’ü döviz cinsinden olunca, kurun artması halinde bu borçların TL karşılıkları da artıyor. Böylece kamunun borçları içinde döviz cinsinden borçların payı büyüyor. Bugün yüzde 64 olan döviz cinsinden borçların oranı 5 yıl önce, Eylül 2018’de yüzde 48, 10 yıl önce Eylül 2013’te yüzde 29’du. Erdoğan’ın düşük faiz istemesi sonucu, TL cinsinden borçların yarısı ya değişken faizli ya da TÜFE’ye endeksli. Çünkü kimse enflasyonist ortamda sabit faizli borçlanma ihalelerine girmiyordu. Sonuç, enflasyon artıkça TL cinsinden borçlar şişiyor. Bugün 6 trilyon lira olan kamu borcu, geçen yılın aynı döneminde 3,6 trilyon liraydı.

Kamu harcamaları hukuki denetimini kaybedince, harcamalar politikleşmiş sermaye kesimlerine gelir transferine dönüşüyor. Sonuç; Hazine bu yükü daha fazla kaldıramıyor. 2024 yılında kamu borçlarının anaparasından daha fazla faiz ödenecek.

Bu zamana dek, kamudaki borç yükünü, geniş halk kesimleri doğrudan hissetmiyordu. Fakat son zamanlarda yaşanan 2 olay, kamuda artık musluktan su akmadığını gösteriyor.

İlk örnek, emekliye 5 bin TL’lik ödemenin 29 Ekim’de yapılamaması oldu. Hazine 7 Kasım’da 11 milyar TL borçlandı ve 5 bin TL’lik ödemeler 11, 12, 13 Kasım’da ödenmeye başladı.

DEPREMZEDEYE EŞYA YARDIMI YOK

İkinci örnek ise çok daha trajik. 6 Şubat Depremleri’nin ardından, ağır hasarlı binalara girilmesi yasaklanmış, eşyalarını evlerinden alamayan insanlara da 100 bin TL’ye kadar eşya yardımı yapılacağı söylenmişti. Fakat iktidar, bu sözünü tutmuyor ya da tutamıyor. Zira evlerine girmesi yasaklanan insanlar, eşya yardımı başvurusu yapmalarına rağmen ödemelerini alamıyorlar.
Depremzedelere önce AFAD’a başvurmaları söylendi. Başvurular yapılmasına rağmen aylarca ses seda çıkmadı. Ardından ikametgahta bulunan Defterdarlıkların eşya yardımı yapacağı söylendi. Depremzedeler Defterdarlıkların yolunu tuttu ama oradan da aylarca sonuç çıkmadı.

Sorunlarını CİMER’e yazan depremzedeler, 8 Kasım’da aldıkları cevap karşısında şaşkına döndüler. Zira CİMER, “Konutları deprem afeti nedeniyle yıkık, acil yıkılacak, ağır hasarlı, orta hasarlı ve az hasarlı olarak tespit edilen afetzede başına, 10.000 TL ve 15.000 TL kira ve vefat destek ödemesi yapılmaktadır.” diyor ama depremin ilk günlerinde insanlar evlerine girmesin diye söylenen “Eşya yardımından” bahsetmiyor. Devlet, depremzedeye verdiği sözü böylece unutuyor. Böyle bir felaketin ardından, malını mülkünü kaybeden afetzedelere 10.000 TL ödeyip, yoluna bakıyor.

Hukuk olmazsa, yabancı sermaye gelir mi, gelmez mi? Bu soru günümüz Türkiyesi’nde anlamsızlaştı. Hazine kaynakları yarın yokmuş gibi tüketilmeye devam edilirse, depremzedeye eşya yardımı yerine Şehir Hastanelerinin birkaç müteahhidine 27,5 milyar avro ödemek tercih edilirse, “yabancı sermaye gelse ne, gelmese ne” diye sormak daha anlamlı. Bu şartlarda gelecek yabancı sermaye de varsın gelmesin.

                                                                /././

Yurt sorununun temelinde ne var? 

Aydın’daki devlet yurdunda arıza yapan asansör nedeniyle hayatını kaybeden Zeren Ertaş’ın ölümü öğrenci yurtları gerçeğini gündeme taşıdı. Türkiye’nin dört bir yanından öğrenci yurtlarına ilişkin şikayetler geliyor. Trabzon Doğu Karadeniz KYK Yurdu’nda odaları fare bastığı için öğrenciler geceyi mescitte geçiriyorlar. Diyarbakır Selahattin Eyyubi KYK Yurdu’nda asansörler aylardır bozuk. Rize Ayder KYK Yurdu’nda Zeren’in ölümünün ardından 1 hafta sonra asansör halatı koptu, çok şükür kayıp olmadı. Iğdır Suveren Aybüke Öğretmen KYK Yurdu’nda bir öğrenciyi akrep soktu. Yemeklerde çıkan, böcekler, tırtıllar ise vakayi adiyeden sayılıyor. Bırakın teknolojik imkanları, kütüphaneyi, sabunu olmayan yurtlar var. Peki ne oldu da, bu mesele bu boyutuyla gündemimize girdi?

İKAME MALLAR TEORİSİ

İktisat eğitimine giriş aşamasında ele alınan ilk konulardan biri ikame mallara ilişkindir. Tereyağ ve margarin, kırmızı ve beyaz et, birbirinin ikamesi mallara örnek gösterilebilir. Bu malların fiyat hareketleri de birbiriyle paraleldir. Örneğin, kırmızı et fiyatlarında sert bir artış yaşanırsa, bu gelişme beyaz ete talebi artıracak ve devamında beyaz etin de fiyatı artacaktır. O halde öğrenci yurtlarının ikamesi nedir? Evet, konutlar…

Konut kira fiyatları artarsa, bu durum hayatın olağan akışı gereği, kiralık ev arayan öğrencilerin bir kısmını öğrenci yurtlarına yönlendirecektir. Öyle de oluyor ve özel yurt fiyatları son iki yılda, ikame mallar teorisini tasdik edercesine kiralarla birlikte artıyor. 2022’de de, 2023’te de özel öğrenci yurtları yüzde 100’ün üzerinde zamlanıyor. Böylece 2 yıl öncesinin 4 katına dayanan fiyatlarla karşılaşıyoruz. Sonuç; özel öğrenci yurtları en ücra taşrada dahi dönemlik 40 bin lirayı geçiyor. Büyük kentlerde ise 100 bin lirayı buluyor. Yurdun standartlarına göre bu tutar 400 bin liraya kadar dayanıyor.

ÜNİVERSİTELER 81 İLE DAĞILDI

Gençlik ve Spor Bakanları burnundan kıl aldırmıyor ve hep yurt kapasitesinin nasıl arttığından bahsediyorlar. Fakat sayılar gerçek olsa bile, halk gerçeği sayılarla çelişiyor. 2002/2003 Eğitim Dönemi’nde 68 Devlet, 25 Vakıf olmak üzere toplam 93 üniversite vardı. 2022/2023 Eğitim Dönemi’ne gelindiğinde bu sayı devlet üniversiteleri için 129’a, vakıf üniversiteleri için 79’a çıktı. Hiç üniversitesi olmayan yerlere açılan üniversiteler, taşrada yeni bir barınma sorununu tetikledi. Öğrencilere ev kiralamak istemeyen ya da kiralasa dahi yüksek kira bedeli isteyen bir anlayış Anadolu’da hakim hale geldi. Yeni açılan üniversitelere akın eden öğrenciler, Anadolu kasabalarının müşteri potansiyelini oluşturacaktı. Haliyle üniversiteye alışmış bir kentten farklı olarak bu kentlerde öğrenci yurduna dönük talep çok daha fazlaydı. Bu nedenle, yurt kapasitesinin öğrenci sayısıyla birlikte artması büyük bir anlam ifade etmiyor.. Örneğin Rize’deki Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nin 2022’deki yatak kapasitesi 7 bin 86. Ama öğrenci sayısı 17 bin 653. Rize’nin il merkezinin nüfusu 150 bin. Açıkta kalan öğrenci sayısı kent nüfusunun neredeyse yüzde 10’u. Yurtların tamamı dolsa dahi 10 bin öğrenci için barınma krizi yaşanıyor. Bu öğrencilerin bir kısmının zaten Rizeli olduğunu, aileleriyle yaşadığını düşünsek bile, yine de binlerce öğrenci konaklayacak yer arıyor. Bu krizi devlet yurtları aşamıyor. Rizeliler de öğrenciye ev vermek istemiyor. Böylece ya özel yurtların fiyatı artıyor ya da TÜGVA gibi, TÜRGEV gibi iktidara yakın derneklerin veya cemaatlerin yurtları talep görüyor. Bunun onlarca ilde her yıl yaşandığını düşünmek gerekir.

YURT KAPASİTESİ ÖĞRENCİLERLE ARTIYOR

Bu koşullar altında, hem kiraların, hem de özel öğrenci yurtlarının fiyatlarındaki fahiş artış, doğal olarak devlet yurtlarına dönük ilgiyi artırıyor. Fakat bu yeni durumdan üreyen talebi karşılayacak yeni yurt yatırımı var mı? Verilere takla attırarak söylersek, evet yurtların yatak kapasitesi artıyor. Son 20 yıla bakınca, öğrenci sayısındaki artışa paralel biçimde yurt kapasitesinin de artırıldığı görülüyor. Verilere bakalım;

2002 yılında KYK’nin yurt kapasitesi 182 bin yataktan oluşuyordu. Fakat o yıl, açıköğretim hariç, birinci ve ikinci öğretimde okuyan, önlisans, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin toplam sayısı 1 milyon 223 bin’di. Yani her 100 öğrenciden 15’i devlet yurtlarında konaklama imkanına sahipti. Aradan geçen 20 yılda, yurt kapasitesi 4,5 kat arttı ve KYK’nin yatak sayısı 850 bine yükseldi. Fakat aynı dönemde öğrenci sayısı da arttı. 2002’de 1 milyon 233 bin olan örgün öğretimdeki üniversiteli sayısı 2022’de 4 milyon 24 bine yükseldi. Bu haliyle 2002’de biraz daha iyi durumdayız, zira bugün devlet yurtları her 100 öğrenciden 21’ini misafir edebilecek durumda. Fakat yine de geride kalan 79 öğrenci için yurt yok. Üstelik sadece bu verilere bakarak doğru sonuç çıkarmak da mümkün değil.

YURT SAYISI DEĞİL YATAK SAYISI ARTIYOR

2021 yılından itibaren, pandemi nedeniyle evlerine gönderilen öğrencilerin okullarına geri çağırılması, bu sürecin ciddiyetle planlanmaması, kiralık konut talebinin patlamasına neden oldu. Aynı dönemde faizlerin düşük tutulması, gayrimenkul fiyatlarını şişirdi. Kiralar böylece büyük bir krize dönüştü. Tüm bunlar olurken, üniversite öğrencilerinin barınabilmesi için yeterli yatırım da yapılmadı. Peki artan talebin yarattığı sorun nasıl çözüldü?

Yeni yurt yaparak değil, yurt kapasitesini artırarak… Son 5 yılda yurt sayısında neredeyse artış yok ama yatak kapasitesi artıyor. 2017’deki yurt sayısı 790, 2022’deki yurt sayısı 800. Neredeyse aynı ama yatak kapasitesi artıyor. Yurtlarda 2 kişilik odalara birer ranza atılıyor, böylece kapasite 2 katına çıkarılmış oluyor. Sayılarla da böyle oynanıyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde 3 katlı ranzalar bile var. Kapasitenin bu kadar zorlandığı bir ortamda, kalitenin düşmesi kaçınılmaz değil mi? 300 kişiye yemek yapma kabiliyetine sahip bir tesiste 600 kişilik yemek çıkabilir mi? Asansörler bozulmaz mı? Sabun bitmez mi? Hijyen standardı korunabilir mi?

Plansızlığın acısını öğrenciler yaşıyor.

(Ozan Gündoğdu-BİRGÜN)

Sevgi Cemşit’ti, Cemşit Ahmet Mekin’di, Ahmet Mekin perdede devleşen bir aktördü(I+II+III+IV)-Mesut Kara/Evrensel

 


(I) 

Sinemamızın beyazperdede ve seyircinin gönlünde devleşen, “baba” aktörleri vardır; unutulmaz Oyuncu Ahmet Mekin de onlardan biridir. Tüm engellemelere, yok sayma, yok etme çabalarına karşın dimdik ayakta durarak, kendini geliştirip, yenileyip dönüştürerek bir anlamda kendi kendini yaratan sevilen, başarılı bir aktör olmayı başararak bu günlere gelir Ahmet Mekin.

En çok “Selvi boylum al yazmalım filminin Cemşit’i olarak anımsansa da varlığıyla, sıcak oyunculuğuyla yer aldığı 170 civarında sinema filminde, televizyon dizilerinde canlandırdığı farklı karakterlerle de hep anımsanan, iz bırakmış, unutulmayacak bir aktör olarak büyük kentten, İstanbul’dan uzakta Erdek’in Ocaklar köyünde sürdürüyor yaşamını.

Güzel bir çocukluk yaşadığını söyleyen fakat ilk gençliğinde ilgi duyduğu, başarılı olduğu spor yaşamını yaşadığı talihsizlikler nedeniyle sürdüremeyen Ahmet Mekin’in yaşam öyküsü 6 Ağustos 1932’de Ahmet Kurtdereli olarak İstanbul Bakırköy’de başlar. Babası çok kitap okuyan, çocuklarına da okuma alışkanlığı kazandıran “sol tandanslı”, sosyalist bir devlet memurudur.

Ahmet Mekin de çocuk yaşlarda kitap okumaya başlayarak, Rus edebiyatının bütün klasiklerini okur. Babasının önerisi ve yönlendirmesiyle klasik felsefeyi, dönemin filozoflarını da okur.

Arkadaşlarının uzun boyundan dolayı “Filiz Ahmet” dediği Ahmet Mekin güreş sporu yaparken tam usta olduğu sırada kaburga kemiklerini kırıp, bırakmak zorunda kalır. Sonra kayakla ilgilenir, belini incitince, onu da bırakır. Bakırköyspor’da oynarken büyük bir futbol takımına transfer olacaktır fakat deneneceği gün ayağından sakatlanır ve böylece spor yaşantısı biter. Bir süre Bakırköy Halkevinde amatör tiyatro oyunculuğu yapar, “İttihat ve Terakki” oyununda oynar.

Ahmet Mekin’in de doğup büyüdüğü Bakırköy tiyatro, sinema, müzik alanında Adana gibi “sanatçı yetiştirme” merkezlerinden biridir. Sanat alanında çok sayıda Adanalı ve Bakırköylü sanatçı vardır. Tiyatro, sinema ve müzik alanında da Bakırköy’de yetişmiş alanlarına damga vurmuş unutulmaz sanatçılar tanıdık. Ahmet Mekin de bunlardan biridir. Sinemaya Bülent Oran’ı, Göksel Arsoy’u ve daha birçok oyuncuyu kazandıran Oyuncu-Yönetmen Sırrı Gültekin de Oyuncu Kenan Pars da Bakırköylüdür.

İş hayatına manifaturacılıkla başlayan Ahmet Mekin zaman zaman Kenan Pars’ın yanına uğruyor, arkadaşlık yapıyordur. Kenan Pars’ın sinemacı arkadaşları da gelip gidiyordur oraya. ’50’lerin başında iflas ettiği günlerde gittiği Kenan Pars’ın yanında otururken biri Kenan Pars’a bir mektup getirir. Mektup daha önce kendisini orada gören sinemacı biri yönetmen, diğeri kameraman olan Enver ve Selahattin Burçkin kardeşlerden geliyordur. Mektupta Kenan Bey’e yazılmış Ahmet Mekin’den söz edilerek “Gördüğümüz o arkadaşının çok iyi bir fiziği var, onu filmde oynamaya razı et” notunun yanında bir de beş yüz lira para vardır avans olarak.

“Bir defalık kabul ederim, sonra devam etmem nasılsa” diye düşünerek parayı da alır, kabul eder filmde oynamayı. O güne dek sinema oyunculuğu aklının ucundan geçmemiş, yerli filmleri beğenmiyor, izlemiyor olsa da Kenan Pars’ı kıramayıp “bir defalık” diye teklifi kabul etmesi 1957’de başlayıp günümüze dek süren 66 yıllık sinema yolculuğunun ilk adımı olur.

Böylece 1957 yılında Selahattin Burçkin’in yönettiği, görüntü yönetmenliğini Enver Burçkin’in yaptığı başrollerinde Belgin Doruk ve Yılmaz Duru’nun oynadığı ilk filmi olan “Mahşere Kadar”la kamera karşısına geçer Ahmet Mekin. Kenan Pars’ın da yer aldığı filmin oyuncu kadrosunda Atıf Avcı, Vedat Karaokçu, Kadir Savun, Leman Akçatepe, Sıtkı Akçatepe, Muammer Gözalan da vardır.

Aynı yıl bir sabah annesi iki kişinin onu sorduğunu ve dışarıda beklediğini söyler. Gelenler “Biz Halk Film’den geliyoruz sizi Fuat (Rutkay) Bey’le görüştürmek istiyoruz” derler. Ahmet Mekin kararlı bir biçimde “Ben sinema yapmayacağım, bir kere yaptım, bir daha yapmayacağım” der. Adamlar gider fakat kısa bir süre sonra Yönetmen Sırrı Gültekin gelir. Amacı Ahmet Mekin’i senaryosunu yazdığı, Halk Film adına yöneteceği “Kara Günlerim / Yaşayan Ölüler” filminde oynaması ve Fuat Bey’le görüşmesi için ikna etmektir; ikna da eder. Fuat Bey’le görüşmeye giderler. Ahmet Mekin o günü şöyle anlatır: “Velhasıl Fuat Bey’le görüşmeye gittik, çok da güzel karşıladı. Sonra beni arabayla Yakacık’a kaçırdılar. Baya kaçırdılar yani, ben gelmem dedim ama nafile. Gittik, orada ikinci filmi çektik. Ordan da 1000 lira aldım. O film biter bitmez bir film daha çektik, ondan da 1000 lira aldım.”

İkinci film Sırrı Gültekin’in yazıp yönettiği ve Ahmet Mekin’in başrol oynadığı 1957 yapımı “Kara Günlerim / Yaşayan Ölüler” olur böylece.

Ahmet Mekin’in filmdeki rol arkadaşları Göksel Arsoy, Gönül Bayhan, Atıf Kaptan, Birsen Kaplangı, Kadir Savun ve Gül Gülgün’dür. Aynı yıl Nişan Hançer’in yönettiği “Yosmanın Kızı”nda da oynayan Ahmet Mekin 1958 yılında 7 filmde oynar; “Bir Yudum Su”, “Bu Vatan Bizimdir”, “Karanlık Günler”, “Kır Çiçeği” “Zeynep, Ana Hasreti / Dertli Ana”, “Dikenli Yol” ve “Sevmek Günah mı”

Her filmde rolleri biraz daha büyüyerek ikinci adamlıktan başrole, jönlüğe doğru yol alır Ahmet Mekin. Kemal Film’le üç yıllık sözleşme yapar ve bir filmlerinde oynar fakat bu sözleşme uzun süre sinema yolculuğunun olumlu yönde gelişmesine engel olur. Çektikleri bir filmde yapımcı Kemal Film’le anlaşmazlığa düşer ve 1961 yılına kadar filmlerde oynatmazlar Ahmet Mekin’i.

(II)  

Yazıya geçen hafta kaldığımız yerden devam etmeden önce kısa bir not düşmek isterim: 1999 yılında Parantez Yayınları’ndan çıkan ikinci kitabım “Yeşilçam’da Unutulmayan Yüzler”de bire bir, yüz yüze görüşüp söyleşiler yaptığım yaşam öykülerini, sinema serüvenlerini kendi anlatımlarıyla aktardığım ’50’li, ’60’lı yılların yıldızlarından, başrol oyuncularından ulaşabildiklerime yer vermiştim.

O günlerde ulaşmak, görüşmek, söyleşi yapıp yazmak istediğim isimlerin başında Ahmet Mekin de vardı. Fakat hayranlık derecesinde sevdiğim, benim gözümde gönlümde efsaneleşmiş bir yeri olan, sinemamızın önemli aktörlerinden Ahmet Mekin’e ulaşamamıştım. Bir süredir “Yeşilçam’ın Yakamozları” adıyla hazırlamaya çalıştığım yeni kitap dosyamda Ahmet Mekin mutlaka olmalı düşüncesiyle geçen hafta okumakta olduğunuz bu yazıya başladım ve yayımlanan ilk bölümden haberdar etmek, yazıya ulaşabilmesini sağlamak için de kendisiyle görüştüm. İlk kez yaşıyor olmasam da bir efsaneyle konuşmak heyecan vericiydi. Ahmet Mekin’se son derece mütevazı, etkileyici ses tonuyla çok sıcak ve kibardı. Sağlığının iyi olduğunu kendinden duymak da mutluluk vericiydi. Bu notu düştükten sonra yazımızı kaldığımız yerden sürdürelim…

Mendil ıslattıran ağlak melodramların temellerinin atıldığı ön-Yeşilçam döneminin evrilmeye Yeşilçam sürecinin başladığı ’50’li yıllarda 1956 yılında çekilen “Mahşere Kadar” filmiyle başlar sinema oyunculuğuna Ahmet Mekin.

1957 yılında tanıştığı kendisi gibi oyuncu olan Şükran Sabuncu’yla evlenen Ahmet Mekin’in, Zeynep ve Kezban adında iki kızı vardır.

İkinci filminde rolü büyümüş ve aldığı para iki katına çıkmıştır fakat Kemal filmle imzaladığı üç yıllık sözleşme sinema yolculuğunun kesintiye uğramasına neden olur. Anlaşmazlığa düşmeleri ve yaşadıkları tartışma nedeniyle Kemal Film 1961 yılına kadar filmlerinde oynatmaz Ahmet Mekin’i. Boykot öncesi Kemal film adına iki filmde oynamıştır; bu filmler O. Nuri Ergün’ün yönettiği “İzmir Ateşler İçinde” (1959) ve Osman F. Seden’in yönettiği “Aşktan da Üstün”dür. (1960)

Sabırlıdır Ahmet Mekin, umudunu da yitirmez. 1962 yılında yeni başlıyormuşçasına büyük bir azimle işine sarılır ve arka arkaya filmlerde oynamaya başlar yeniden. 1961 yılında 5, ’62’de 3, 1964 yılında 12 filmde oynar.

Belleğimizde, kalbimizde ayrı bir yeri olan Ahmet Mekin “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmine gelen süreçte önemli filmlerde, önemli rollerde yer alır. Bu filmlerden bazıları:

Atıf Yılmaz’ın “Beş Kardeştiler” (1962), Tarık Dursun K.’nin, “Kelebekler Çift Uçar” (1964), Orhan Aksoy’un “Vurun Kahpeye” (1964), Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları” (1964) ve “Bir Türk’e Gönül Verdim” (1969), Zafer Davutoğlu’nun “Bataklı Damın Kızı Aysel” (1969), Lütfi Ö. Akad’ın “Yaralı Kurt” (1972) ve “Düğün” (1973), Melih Gülgen’in “Cemil” (1975) ve “Cemil Dönüyor” (1977) …

SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM İLE EFSANELEŞİR

Ahmet Mekin başrollerini Türkan Şoray ve Kadir İnanır’la paylaştığı, Atıf Yılmaz’ın unutulmaz filmi “Selvi Boylum Al Yazmalım”da (1977) can verdiği Cemşit rolüyle film ve rol arkadaşlarıyla sinemamızın efsaneleri arasında yerini alır ve unutulmazlardan biri olur.

“Beni sinemaya adeta zorla soktular, işsizlik beni Türkiye’nin en önemli jönlerinden biri yaptı, hayatımı sinemayla kazandım” diyen, 1957’den günümüze dek 180 civarında sinema filminde 20 televizyon dizisinde oynayan Ahmet Mekin, son yıllarda önemli televizyon dizilerinde etkileyici güçlü oyunculuğuyla fark yaratarak sürdürüyor oyunculuğunu.

1975 yılına kadar “jön” oynayıp sonrasında kendi isteği ve tercihiyle, karakter oyunculuğuna, yan rol oyunculuğuna geçen Ahmet Mekin başarılı güçlü oyunculuğunun karşılığını seyircinin beğeni ve sevgisiyle, kazandığı ödüllerle alır. 1961’de İzmir Fuar Festivali’nde “En Başarılı Erkek Oyuncu” Ödülü’nü alan Ahmet Mekin, 2011 yılında “Görünmeyen” adlı filmdeki oyunculuğuyla da 30. İstanbul Film Festivalinde “En İyi Erkek Oyuncu” Ödülü’nü kazanır. 

TİYATRO SAHNESİNDE

Film setleri dışında sahne deneyimi de olan Ahmet Mekin 1969’da Güngör Dilmen’in yazdığı “İttihat ve Terakki” oyununda oynar. Engin Cezzar’ın sahneye koyduğu, Engin Cezzar ve Dormen Tiyatrosu sanatçılarının ortaklaşa hazırladıkları oyunun 1969’un 29 Mart’ında Dünya Sinemasında gösterilmeye başlanacağının duyurulduğu haberlerde “Gazetelerde oyuncu listeleri paylaşılıyor, Abdülhamit’i Ege Ernat, Sultan Reşat’ı Turgut Boralı, Talat Paşa’yı Erol Keskin, Enver Paşa’yı Engin Cezzar, Cemal Paşa’yı Ahmet Mekin, Alman Sefiri Wangenheim’ı Cahit Irgat, Lawrence’ı Zafer Önen, Derviş Vahdeti’yi Mehmet Akan, Yakup Cemil’i Metin Serezli ve Mustafa Necip’i Arif Erkin canlandıracağı duyuruluyordu.” (28.01.2017 Serdar Korucu/ CNN Türk)

1972 yılında Dostlar Tiyatrosunda “Abdülcanbaz”da Turhan Selçuk’un ünlü çizgi roman kahramanını canlandırır Ahmet Mekin.

Genco Erkal’ın sahneye koydu “Abdülcanbaz” Genco Erkal, Mehmet Akan, Macit Koper ve Engin Ardıç tarafından sahneye uyarlanır. Sahne tasarımı Turhan Selçuk, koreografi Mehmet Akan, müzikler Arif Erkin’e aittir. Abdülcanbaz rolünde Ahmet Mekin’i, Gözlüklü Sami’ rolünde de Genco Erkal’ı izler seyirci. Oyunun kadrosunda Zihni Küçümen, Ulvi Alacakaptan, Cevza Şipal, Sedef Bediz, Yavuzer Çetinkaya, Macit Koper, Gökhan Mete, Deniz Çakır, Süleyman Tınaz ve Erdoğan Tuncel de vardır.

(III) 

Sinemada da tiyatroda da rolünde takılıp kalmak dölünden çıkamamak gibi yaşamına da yansıyan durumlar olabiliyor. Yaşamında da sahne ya da perdede de hep aynı/benzer karakter olarak var oluyor sonrasında; örneği çok. Bu konuda Ahmet Mekin şunları söyler: “Tesiri devam eden roller olmadı. Rolün tesirinde kalırsan olmaz, o zaman Kadirizm gibi bir şey çıkar ortaya her yerde kabadayı olursun ya da aptalı oynuyorsan aptal olursun.

Yeşilçam döneminde de sonrasında da televizyon dizilerinde de tarzı olmayan rolleri istemez, kabul etmez, oynamaz Ahmet Mekin; kimin yaptığı, nasıl yaptığı da önemlidir. Bu nedenle “Kurtlar Vadisi Vatan” için gelen yaşlı dede rolünü kabul etmez. Her şey para, şöhret, çok izlenme değildir onun için.

Toplumsal muhalefetin yükseldiği ’70’li yıllarda halk hareketleri, devrimcilerin mücadelesi de çoğalmıştır. O günlerde gelir “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminde efsane Cemşit rolü. Ertesi gün sette Atıf Yılmaz senaryoyu okuyup okumadığını sorar, okumamıştır. Bir söyleşisinde nedenini şöyle açıklar Ahmet Mekin; “Aklım İstanbul’daki devrimci gençlerdeydi.”

Çok eski yıllarda Ses dergisinin eski sayılarını karıştırırken “Ahmet Mekin Atatürk’ü oynamak istiyor” haberine rastlamıştım fakat bu hayalini gerçekleştiremez. O yıllarında gerçekten de Atatürk’ün bir dönemine, orta yaş yıllarındaki haline çok benziyordur. Sonraki yıllarda gelen Atatürk’ü oynaması tekliflerini de kendi kabul etmez, nedeni de senaryoları kötü bulmasıdır.

İstemeden girdiği sinemayı, Yeşilçam’ı sonradan çok sever Ahmet Mekin, önemser, verilen emeğe, setlerdeki dayanışmaya, özverili çalışmaya saygı duyar. “Biz yarı amatör, yarı profesyoneldik, amatör ruhla çalışıyor yaptığımız işe karşılık profesyonel olarak para kazanıyorduk, çoğu işi kendimiz yapar, kostümlerimize kadar birçok şeyi kendimiz getirirdik” dediği Yeşilçam’ı çok sevmiştir.

Atıf Yılmaz’ın yönettiği, 1962 yapımı, senaryosunu Sadık Şendil, Kemal Tahir ve İlhan Engin’in yazdığı “Beş Kardeştiler” filminde birlikte çalıştıkları, iyi dost oldukları Ruhi Su’dan söz ederken duygusallaşır, öfkelenir. Filmin müziklerini Yalçın Tura ve Ruhi Su yapmıştır. “Ruhi Bey gibi bir adamı yurt dışına göndermediler. Göndermeyen insanlarda nasıl bir akıl nasıl bir vicdan var. Aklım duruyor. Bir insanın sağlığıyla ilgiliyse ona her şey yapılmalı. Adam Türkiye’yi dünyaya tanıtmış bir adam, benim için büyük adam, büyük müzikçi. Bu adamı yurt dışına göndermiyorsunuz. Niye göndermiyorsunuz, tedavi olacak, komünist propagandası mı yapacak orada yatakta, konuşamayan adam. Bu kadar akıl dışı, saçma, vicdansızca bir şey bu. Çıldırıyorum böyle şeyler oldukça.”*

Toplumsal sorunlara duyarlı, politik bir duruşu olan, sinema dahil meselelere politik bakan Ahmet Mekin, ülkenin gidişatından, durumdan rahatsız ve huzursuzdur. Artık gazete okumadığını, haber izlemediğini, sadece kitap okuduğunu söyler.

Bir söyleşisinde “Biz sanatçı değiliz, biz oyuncu takımıyız. Sanat içerisinde bölümlerden biriyiz. Yani ben sanatçı değilim, oyuncuyum. Kameraman, ışıkçı… Yönetmen biraz daha sanata, sanatçıya yakındır eğer hikayeyi de kendi yazıyorsa. Bizler başkalarının fikrinden çıkan senaryoda onlar ne yazdıysa onu söyleyen oyuncuyuz. Bunu iyi yapmak ya da yapamamak. İyi yaparsan yeteneklisin, iyi oyuncu oluyorsun, yapamazsan olmuyorsun.”**

1968 yılında İngiltere’den bir film yapım şirketinden iyi bir teklif alır Ahmet Mekin fakat hem istenen şartları yerine getiremeyeceğini düşündüğünden hem de evli olduğu için ailesinden ayrılıp sonu belirsiz bir maceraya girmek istemediğinden kabul etmez.

CEMŞİT OLABİLMEK

Jön olarak başladığı sinemada iz bırakan rollerde, filmlerde oynamak için kendi isteğiyle karakter oyunculuğuna geçen Ahmet Mekin için emek çok önemli ve değerlidir. Bu geçişin ilk filmlerinden biri de “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmidir. Yücel Çakmaklı’nın Necip Fazıl Kısakürek’in eserinden uyarladığı 1977 yapımı “Bir Adam Yaratmak” filminde başrol oynadıktan sonra aynı yıl Türkan Şoray ve Kadir İnanır’la başrolleri “ikinci adam” /karakter oyuncusu Cemşit olarak paylaşır.

Ahmet Mekin emeği yücelten, sevgi mesajları veren bu efsane filmin bir başka önemli özelliğinin de güçlü kadın imajının mesajını veriyor olduğunu söyler. Filmde Asya’nın bir yaşındaki bebeğini alıp büyük bir aşk yaşadığı adamdan ayrılıp kendi hayatına gitmesi güçlü kadın imajı veriyordur. Çekimleri yaklaşık iki ay süren, Adana, Osmaniye’de çekilen “Selvi Boylum Al Yazmalım” için Ahmet Mekin şunları söyler: “Güzel bir film, iyi bir ekip, çok iyi bir hikaye, ayrıca çok iyi senaryolaştırıldı Ali Özgentürk tarafından, iyi bir yönetmen çekti, iyi bir kamera ekibi, çok iyi bir müzik var Cahit Berkay’ın, müthiş, akılda kalan bir müzik, bütün insanların ortak çalıştıkları bir iş; onların emeğinin sonunda güzel bir iş çıktı ve 45 senedir de oynuyor.” (Görkemli Hatıralar)

* Katıldığı Görkemli Hatıralar programında söylediklerinden.

** Yeşilçam efsanesi: Ahmet Mekin ile samimi bir sohbet, (Cihat’ın Seyir Defteri, Haziran 2022)

Yararlandığım kaynaklar:

-Film ve Dahası

-“3 İnsan 3 Öykü” Belgeseli, Belgeselci (Cengiz Özkarabekir)

(IV)

                                        Selvi Boylum Al Yazmalım filminin final sahnesi

Öncesinde de sevilen, önemli bir hayran kitlesi olan unutulmaz Aktör Ahmet Mekin, uluslararası alanda da tanınmasını sağlayan, ödül aldıran 1977 yapımı “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminde canlandırdığı Cemşit rolüyle efsaneleşir, çok sevilir.

Filmi izleyen birçok insan Asya büyük aşkı İlyas’ı değil de Cemşit’i seçtiğinde Asya’ya, Cemşit’e kızmış, İlyas’a yaşatılana içerlemişti. Oysa İlyas Asya’yı bırakıp gittiğinde yanında, zor anlarında Cemşit vardı; Asya’ya yoldaşlık, küçük Samet’e babalık yapmış, sevgisini vermişti.

Asya Cemşit ve Samet’le seçtiği yeni hayatına yürüyüp giderken arkalarından gözyaşları içinde bakan İlyas’la Asya’ya, Cemşit’e kızanların, içerleyenlerin de gözleri dolmuş, ağlamaklı olmuşlardı. Oysa bazen aşk da yetmez birliktelikler için. Bir başka unutulmaz, başyapıt film olan “Vesikalı Yarim”in Sabiha’sı, sevdalısı Halil’e “Sevmek de yetmiyormuş. Çok eskiden rastlaşacaktık” dememiş miydi?

SEVGİ NEYDİ?

Sevgi emek isteri, gerçek sevgiyi, sevdiği üzülmesin diye sessiz kalışları, sevdiğinin çocuğunu kendi çocuğu gibi bağrına basmayı filmde Cemşit göstermişti bizlere. İlyas Asya’yı aldatmıştır. Asya oğlu Samet’le kimsesiz ve çaresiz kaldığında yanında hep Cemşit’i bulur. Cemşit çaresiz kadın ve oğluna evinin kapılarını açmış, kendi ailesiymiş gibi yakın davranmıştır. Bir gün ansızın İlyas çıkageldiğinde al yazmalısı Asya’nın kendisine dönmesi için çocukları Samet’i alıkoymak ister. Fakat Samet babalığa Cemşit’i seçer. Aşık olduğu adamla kendisine, oğluna emek veren ve sevgisini kendilerine karşılıksız veren Cemşit arasında kalan, Asya da İlyas’ı arkasında bırakıp Cemşit’e gider. Üstelik Samet de ona baba demiştir.

Cemşit rolündeki başarısıyla Sovyetler Birliği’nden ödül verilir Ahmet Mekin’e fakat bir filmin çekimlerinde olduğu için ödülü almaya gidemez. Bir süre sonra bir Sovyet konsolosu ziyaretine gelir. Hem aldığı ödül için kutlamak istediğini, hem de Sovyetler birliğinde Cemşit rolünü oynayan oyuncudan bir mektup getirdiğini söyler. Mektupta, “Bu rolü sinema, tiyatro ve televizyonda oynadım ancak sizin kadar başarılı yorumlayamadım, sizi canı gönülden kutluyorum” yazıyordur. Sinema yaşamımda yaşadığı en özel andır, anıdır bu Ahmet Mekin için.

Filmin çekim sürecinde Cemşit karakterini yorumlama konusunda Yönetmen Atıf Yılmaz’la anlaşmazlığa düşer, çekimlerde tartışmalar, kırgınlıklar yaşarlar. O günleri şöyle anlatır Ahmet Mekin: “Selvi Boylum Al Yazmalım’ı çekerken Atıf’la birbirimizi girdik. 3 ay konuşmadık. Orada da olay şu. Ben onlardan bir hafta sonra gittim Osmaniye’ye, çekimlere. Politikayla çok yakından ilgiliydim o dönem. Gider gitmez de Atıf ‘Hikayeyi okudun mu?’ diye sordu. ‘Okumadım’ dedim ben de. Okumamıştım da gerçekten. ‘Hikayeyi oku’ dedi. ‘Tamam’ dedim. Gece yine geldi ama ben daha çalışmamıştım. Kafam sürekli İstanbul’daki devrimci gençlerde. Atıf da sürekli geliyor ‘Okudun mu?’ diye soruyor. Sonunda hikayenin bir kısasını buldum okudum. Adamın tipi kafama oturdu. Ertesi gün çekime gittik. İlk plan Türkan’la. Şimdi Türkan’la Kadir bir hava tutturmuşlar, bayağı coşkulu. Ben de Türkan’a ayak uydurdum, onun heyecanıyla oynamaya başladım. Sonra Türkan, ‘Harika Atıf Bey, Ahmet Bey havaya girdi.’ deyince orada zank diye beynime vurdu. Bu adam o adam değildi çünkü. Bu adamın iki çocuğu çığ altında kalmış, karısı ölmüş, son derece suskun ve durgun bir adam. Hiç heyecanlı bir yanı olmayan biri yani. İlk provadan sonra dümdüz oynamaya başladım, çok sakin bir şekilde. Plan bitti. Atıf geldi, ‘Ne yaptın ya az önce yaptığın şeyi yapmadın’ dedi. Baskılı bir şekilde, ‘Siz karışmayın ben böyle oynayacağım’ dedim. Aramız da gitgide açılmaya başladı. Çok samimi arkadaşım bir de. Ama tip şimdi o. Düşünsenize bir adam iki çocuğunu ve karısını çığ altında kaybetse nasıl olur? Son derece durgun bir adam olur.”

“Aramızda bir kırgınlık olsa da sonra beni anladı” diye anlatır Ahmet Mekin bu çatışmayı. Hatta çok sonra İstanbul’da bir karşılaşmalarında boynuna sarılıp “Sen haklıymışsın bu adamın böyle olması gerekiyormuş” dediğini de aktarır Ahmet Mekin.

Sinema seyircisinin kalbinde, belleğinde silinmez bir iz bırakan, Cemşit rolüyle de efsaneleşen Ahmet Mekin Yeşilçam’da da efendiliğiyle, kültürüyle, ağabey ve baba tavırlarıyla, duruşuyla çok sevilir; saygı duyulan, sözü dinlenen bir aktör olur.

1596’dan günümüze dek oynadığı onlarca filmde başarılı oyunculuğuyla adını sinema tarihine yazdırıp unutulmaz oyunculardan biri olurken, tiyatro sahnelerinde de varlığını, oyunculuğunu gösterir.

Son yıllarda televizyon dizilerinde seyircisiyle buluşan Ahmet Mekin’in televizyon filmi ve dizi oyunculuğu çok eski yıllara, siyah-beyaz TRT’nin ilk yıllarına uzanır. 1970’lerde başlayan sonrasında artarak süren televizyon filmlerinde, dizilerinde izlediğimiz Ahmet Mekin, fark yaratan güçlü oyunculuğuyla televizyon izleyicisi kuşakların da beğenisini kazanır.

TELEVİZYONDA SÜREN YOLCULUK

1973 yılında Metin Erksan’ın TRT için çektiği televizyon filmi “Geçmiş Zaman Elbiseleri”nde ilk kez televizyon için kamera karşısına geçen Ahmet Mekin sonrasında “Bir Yürek Satıldı”, “Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep”, “Denizin Kanı”, “Küçük Ağa”, “Aliş ile Zeynep”, “Bugünün Saraylısı”, “Kavanozdaki Adam, “Kuruluş / Osmancık” gibi televizyon filmi ve dizilerde yer alır.

1993 yılında oynadığı “Oğlum ve Ben”, 1994 yapımı “Sahte Cennet” ve 1997 yapımı “Mektup” filminden sonra oyunculuğa ara veren Ahmet Mekin Yönetmen Ünal Küpeli’nin ısrarı üzerine 2004 yılında yeniden kamera karşısına geçerek “Aşk Mahkumu” adlı TRT yapımı dizide oynar ve sonrası yeni dizilerle, sinema filmleriyle sürer.

“İstanbul gitti, başka bir şehir geldi” diyen Ahmet Mekin, İstanbul’dan ayrılıp yaşamını orada sakin ve mütevazı bir biçimde sürdürdüğü Erdek’in Ocaklar köyüne yerleşir.

Mesut Kara/Evrensel