14 Kasım 2023 Salı

Dereler neden belediyelerin rant alanına dönüyor? - Yusuf Yavuz / soL


Boğaçayı’nın ışıltılı gerdanlığından, başkan danışmanlarının ışıltılı hayatlarına Antalya’dan bir dere hikâyesi…

“Ruhlar için ölüm su olmaktır. Suyun ölümü toprak olmaktır. Su topraktan meydana gelir, ruh da sudan…”*

Boğaçayı’nda AKP’li Türel’in çılgın projesinin ikinci ayağını yapmak için kolları sıvayan CHP’li Muhittin Böcek’in başkanı olduğu Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin dereleri rant için tahrip eden projelere milyonlar harcarken sorumlu olduğu taşkın yönetim planı kapsamındaki 73 önleyici tedbirden yalnızca 5 tanesini uyguladığı ortaya çıktı. Sayıştay’ın Taşkın raporunda yer verilen bilgilere göre Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin hayata geçirdiği toplam 5 tedbir yapısal olmayan uygulamalardan oluşuyor. Antalya Büyükşehir Belediyesi, Boğaçayı’ndan ilk etabı hayata geçirilen projede olduğu gibi "ıslah" görünümü altında imar ve emlak rantına yönelik rekreasyon projelerini hayata geçirerek hem doğal ekosistemleri yok ederek çevre sorunlarına yol açıyor hem de milyonlarca liralık kamu zararına yol açıyor.

İnişli çıkışlı ve hareketli bir topografyaya sahip olan Türkiye’de irili ufaklı 6 bin civarında dere var. Bunların büyük kısmı yaz aylarında akışı olmayan dereler. Büyük akarsu havzalarının toplardamarları olan dereler ve bu derelerin yarattığı vadiler aynı zamanda biyolojik çeşitliliğin devamlılığının sigortası niteliğinde.

Dereler, ihaleler, müteahhitler

Ancak Türkiye’de son 15-20 yılda adeta büyük bir dere katliamı yaşandı. Karadeniz’den Toroslar’a, Ege’den Doğu Anadolu’ya ülkenin dört bir yanında yüzlerce HES projesinin yanında DSİ eliyle yürütülen "dere ıslahı" çalışmaları dereleri ıslah etmekten çok doğal akarsu ekosistemlerini bir tür betondan kanallara dönüştürdü.

Bununla ilgili onlarca çarpıcı örnek sıralanabilir. DSİ’nin bir tür "ihale kalemi" olarak gördüğü ve daha çok müteahhit zengin etmeye yarayan dere ıslahlarının birçok yerde sel ve taşkınları önlemek yerine bilakis dar bir koridora hapsedilen suyun akışını daha da hızlandırdığı için çoğu yerde sellerin etkisini daha da artırıyor. Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşanan seller buna örnek verilebilir.

Çılgın projelerin betona boğduğu dereler

Dere ekosistemleri doğru kullanıldığında, sağlıklı ve ekolojik bütünlüğü korunarak planlandığında Türkiye coğrafyasının önemli bir avantajı. Ne yazık ki ıslah projeleri dışında dere ve nehir ekosistemlerine yönelik en önemli tehditlerden biri de yerel yönetimlerin “çılgın projeleri” olmaya başladı. Antalya-Konyaaltı’ndaki Boğaçayı’nın Kanal İstanbul’dan esinlenerek çılgın projeye konu edilmesi bunun çarpıcı örneklerinden biri. Dönemin AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’in 2016’da başlattığı, 2018 sonunda tamamlanan Boğaçayı Projesi’nin ilk etabı ile Konyaaltı sahilinden başlayarak dere yatağından yaklaşık 750 metre içeriye doğru zeminin kazılmasıyla Boğaçayı’nın denize döküldüğü bölge dev bir kanala dönüştürülmüştü. Aynı yıl bir başka kanal projesi de Tokat’ta tamamlandı. AKP’li Tokat Belediye Başkanı Eyup Eroğlu’nun Tokat kent merkezinde, Yeşilırmak’ın zeminini ve çevresini yalıtarak oluşturduğu Kanal Tokat projesi ile Yeşilırmak üzerinde Osmanlı kayıklarının yüzdürüldüğü bir kanala dönüştürüldü.

Doğanın ışığını yok eden 'Antalya'nın pırlanta gerdanlığı'

Antalya’da ise dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Türel’in “Antalya’nın pırlanta gerdanlığı” olarak tanımladığı Boğaçayı projesindeki ışıltı daha çok milyonlarca lira harcanarak oluşturulan peyzaj ve ışıklandırmalardan kaynaklanıyor olsa da Boğaçayı’nın doğal ışığı sönmüştü. Onlarca kuş türüne ve su canlısına ev sahipliği yapan sazlıklar, ılgınlar, söğütler ve kızılağaçlar kazınmış, yaklaşık 2,5 metre kazılan dere yatağının altı üstüne getirilmişti.

Türel: Konyaaltı'nda emlak fiyatları yüzde 300-400 artacak

AKP’li eski Başkan Menderes Türel’in Boğaçayı projesini tanıtırken kullandığı ifadeler, aslında bu tür çılgın projelerin emlak rantı için nasıl kullanıldığını açıkça ortaya koyuyordu. Türel, projenin henüz uygulamaya geçmediği günlerde, 15 Nisan 2015’te, Konyaaltı ilçesindeki mahalle muhtarlarıyla bir araya geldiği kahvaltılı toplantıda, Boğaçayı projesinin Kanal İstanbul’dan sonra Türkiye’nin ikinci çılgın projesi olduğunu savunarak “Boğaçayı Projesi Antalya’ya ekonomik zenginlik katacaktır. İstihdamın önünü açacak. Binlerce kişi ekmek yiyecek. Konyaaltı’nda emlak fiyatları yüzde 300-400 artacak” ifadelerini kullanmıştı.

Bir yanı çeltik tarlaları, bir yanı yasemin-narenciye bahçeleri

Boğaçayı’nın doğu ve batı sahilleri yakın geçmişe kadar Antalya’nın tarımsal üretiminin kalbinin attığı verimli tarım alanlarından oluşuyordu. Boğaçayı’nın batısındaki Hurma bölgesinde çeltik, doğu kesiminde ise pamuk, narenciye, susam, yer fıstığı ve yasemin üretimi yaygındı. Boğaçayı’nın kolları olan Göksu, Karaman, Doyran ve Çandır çaylarının sularından yararlanan yerli halk, her türlü sebzeyi de bu verimli topraklarda yetiştiriyordu.

Başkan Böcek'in Boğaçayı kıyısında pamuk topladığı zamanlar

Bugün Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı, 2019 öncesinde ise Konyaaltı Belediye Başkanı olan Muhittin Böcek’in de gençlik yıllarında Boğaçayı’nın kıyısındaki pamuk tarlalarında pamuk topladığı günler halen yerel halkın hafızasında. Özetlemek gerekirse, Boğaçayı ve kolları, Antalya halkının geçmişinde izi olan, ekmeğinde aşında katkısı olan akarsular. Ancak Boğaçayı ve kollarının sellerle, taşkınlarla anıldığı zamanlar da az değil. 1950’lerden sonra kayıtlara geçen çok sayıda taşkına sahne olan Boğaçayı’nda Aralık 2003’de yaşanan büyük taşkın sırasında sahildeki köprü yıkılmıştı.

İklim krizine karşı dirençli kentler yaratmak

Boğaçayı havzası hidrojeolojik özelliklerinden dolayı aynı zamanda kentin içme suyunun bir kısmını da karşılayan yeraltı sularını da barındırıyor. Boğaçayı havzasının içme suyu rezervi olarak da korunması bu bakımdan da oldukça önemli. Ancak yerel yönetimlerin gündeminde korumadan çok imar ve emlak rantı beklentilerine karşılık vermek ya da doğrudan bu türden bir beklenti yaratmak daha fazla yer tutuyor. Oysa Büyükşehir Belediyeleri sorumluluk sahası içindeki dere ve nehir yataklarında taşkın ve sellerin önlenmesi için ıslah çalışmalarını yapmakla yükümlü kamu kurumları arasında yer alıyor. İklim krizinin yarattığı aşırı yağışlar ve buna bağlı sellerin giderek artması, aşırı iklim olaylarına karşı güvenli ve dirençli kentler yaratmak konusunu da tüm dünyanın gündemine soktu. Dirençli kentler yaratmak artık bir lüks değil, zorunluluk. Çünkü bu konuda önleyici tedbirler almak ve kentleri buna göre planlamanın maliyeti, insan eliyle yaşanan felaketlerin faturasından çok daha düşük.

Taşkın yönetim planından büyükşehir belediyeleri de sorumlu

Türkiye de bu kapsamda önleyici tedbirler almak amacıyla 20 Kasım 2007 tarihinde ‘Taşkın Risklerinin Değerlendirilmesi ve Yönetimi Direktifi’ni yürürlüğe koydu. AB Çevre Faslı’nın alt başlıklarından biri olarak uygulamaya konulan, Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yürütülen Taşkın Direktifi kapsamında 2016 yılında bir de ‘Taşkın Yönetim Planlarının Hazırlanması, Uygulanması ve İzlenmesi Hakkında Yönetmelik’ yürürlüğe konuldu ve ülke genelindeki 25 su havzasının taşkın yönetim planlarının hazırlanması için DSİ ve Su Yönetimi Genel Müdürlüğü gibi ilgili bakanlığa bağlı kuruluşların yanında 30 ilin büyükşehir belediyesine de görev ve sorumluluk verildi. Buna göre 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nda büyükşehir belediyelerinin görevleri arasında derelerin ıslahını yapmak da yer alıyor.

Antalya su havzasında plan var tedbir yok

Antalya Havzası’nın Taşkın Yönetim Planı, Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından özel bir firmaya yaptırılarak 2016 yılında tamamlandı. “Tamamlandı” ifadesi, aslında planın tamamlandığına işaret ediyor, planın gerekliliğini yerine getirecek fiziki uygulamalar, yapım işleri ve öngörülen tedbirler konusunda ortada çok da iyimser bir tablo yok. Antalya Taşkın Yönetim Planı’nda yer verilen senaryoya göre Boğaçayı ile Çandır Çayı’nın kesiştiği bölgedeki yaklaşık 35 hektarlık tarım alanı taşkın riski altında görülüyor. Taşkın riski öngörülen kesim, Boğaçayı projesinin ikinci ve üçüncü etabının uygulanması düşünülen bölgede yer alıyor.

Dere yatakları rant uğruna tahrip ediliyor

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin önceliği Boğaçayı gibi kent içinden denize dökülen derelerle ilgili taşkın riskini önleyecek tedbirler almak olması gerekirken, DSİ’nin de araçlarını kullanarak ‘ıslah’ görünümü altında imar ve emlak rantını önceleyen rekreasyon projelerini hayata geçirmek oluyor. AKP’li eski Başkan Türel’in Boğaçayı projesi için açık açık emlak rantına vurgu yapan açıklaması, bu söylemin bir iddia değil, realite olduğunu ortaya koyuyor. Antalya Büyükşehir Belediyesi dere yataklarını imar rantı için tahrip etmekle kalmıyor, aynı zamanda yasal görev ve sorumluluğu olan Taşkın Yönetim Planları’nın uygulanmasına yönelik tedbirleri de uygulamayarak bu alandaki sorumluluğunu, kenti de riske atarak yerine getirmekten kaçınıyor.

Sayıştay'ın taşkın raporu: '73 tedbirden sadece 5 tanesi uygulandı’

Sayıştay’ın Türkiye’deki Taşkın Yönetim Planları’nın nasıl yürütüldüğüne ilişkin ilgili kamu kurumlarında yaptığı denetimler kapsamında Antalya Büyükşehir Belediyesi de mercek altına alındı. Sayıştay Başkanlığı’nın Ocak 2022’de yayımladığı ‘Taşkın Risk Yönetimi Denetim Raporu’nda yer verilen bulgulara göre Antalya Büyükşehir Belediyesi sorumlu olduğu Antalya Taşkın Yönetim Planı kapsamında yer alan 73 tedbirin toplamda yalnızca 5 tanesini uyguladığı belirlendi. Rapora göre Büyükşehir Belediyesi’nin, uygulama dönemi 2017-2022 olan 73 tedbirin 3 adedini, uygulama dönemi sürekli olan toplam 73 tedbirin ise yalnızca iki adedini hayata geçirdi. Sayıştay raporunda, tamamlanan bu 5 tedbirin havzada taşkın riskini azaltmaya yönelik yapısal önlem gerektiren kronik sorunların çözümüne yönelik olmayıp, afet ve acil durum müdahale kapasitesinin artırılması, bilgilendirme/farkındalık çalışmaları, veri toplama gibi başlıklarda yer alan yapısal olmayan önlemler olduğunun da altı çiziliyor.

Antalya taşkın riski yüksek iller arasında

Antalya ülkede taşkın riskinin yüksek olduğu illerden biri. Ülke genelindeki 25 su havzası arasında taşkın yönetim planı ilk hazırlanan havzalardan biri de yine Antalya Havzası. Ancak planın hazırlanması, Sayıştay raporunda da altı çizildiği gibi önleyici tedbirlerin bütünüyle alındığı anlamına gelmiyor. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin yasal olarak görevi ve sorumluluğu bulunan taşkın yönetimi konusunda gerekli adımlar bir an önce atmalıdır. Doğal dokuyu yok ederek ve milyonlarca lira kamu kaynağı harcayarak uygulamaya konulan Boğaçayı projesi gibi imar ve emlak rantına yönelik rekreasyon projeleri yerine, büyükşehir belediyesi sınırları içerisindeki akarsuların çevresinde taşkın yönetim planı kapsamında alınması gereken tedbirleri hayata geçirmelidir.

Kamu parasıyla hem ekolojik hem ekonomik felaket

Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, kendi ağzından açıkladığı rakamlara göre 2018’de tamamlanan Boğaçayı projesinin ilk etabı 131 milyon TL’ye mal oldu. Bugünün rakamlarıyla bu tutar yaklaşık 600 milyon TL. Yine Başkan Böcek’in açıklamasıyla yarattığı çevre sorunları nedeniyle Boğaçayı projesinin temizliği için belediye bütçesinden her yıl 10 milyon TL’nin üzerinde bir harcama yapılıyor.

CHP’li Böcek yönetimi Boğaçayı'nda ikinci etabı Meclis'e getirdi

Boğaçayı’nda her türlü itirazlara karşın inatla hayata geçirilen rant projesinin yarattığı çevre sorunlarının yanında Büyükşehir Belediyesi için de bir prestij kaybı ve ekonomik kambura dönüşmesi belediye yönetimine geri adım attırmadı. İlk etabının yarattığı bunca soruna karşın Boğaçayı projesinin ikinci etabının Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Kasım ayı meclis toplantısının gündemine alınması kent kamuoyunda tartışma yarattı. 13 Kasım’da yapılan Meclis oturumunda Boğaçayı projesinin 2. Etabının da olduğu teklifler ilgili komisyonlara havale edildi. Büyük olasılıkla Boğaçayı projesinin 2. Etabı 22 Kasım’da toplanması planlanan Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin devam meclisinde görüşülecek.

Antalya'da emlak rantı siyaset üstü seyir izliyor

Geçmişte hem Konyaaltı Sahil Projesi hem de Boğaçayı projesinin belediye bütçesine yarattığı mali yükten şikâyet eden CHP’li Muhittin Böcek’in yerel seçimlere kısa süre kala Boğaçayı’na ikinci darbeyi indirecek projeyi gündeme getirmesi, Antalya’daki imar ve emlak rantının siyaset üstü bir seyir izlediğini gösteriyor. Boğaçayı konusunda dikkat çeken bir başka nokta da daha önce İnşaat Mühendisleri Odası’nın Antalya Şube Başkanı olan ve AKP’li Türel’in Boğaçayı projesine karşı yaptığı açıklama ve uyarılarla gündeme gelen Cem Oğuz’un bugün CHP’li Muhittin Böcek’in Danışmanı olarak geçtiğimiz Eylül Ayında Dünya Bankası heyetine Boğaçayı’nın 2. Etap proje alanını gezdiren isimlerin arasında yer alması.

Işıltılı gerdanlıktan danışmanların ışıltılı hayatlarına

Dünya Bankası ile İller Bankası’nın ortaklaşa hazırladığı ‘Yeşil ve Geleceğin Kentleri Projesi’ kapsamında Konya ile birlikte pilot il seçilen Antalya’yı ziyaret eden ilgili heyeti Boğaçayı 2. Etap proje alanında gezdiren isimlerden biri de Antalya Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanı Lokman Atasoy’du. Çevre Mühendisi olan Lokman Atasoy da tıpkı Oğuz gibi Antalya’daki bir başka meslek odası olan Çevre Mühendisleri Odası’nın Başkanlığını yürütüyordu. CHP’li Muhittin Böcek’in göreve gelmesinin ardından her iki oda başkanı da danışmanlık koltuğuna oturtuldu. Başkan Böcek’in meslek odalarından gelen bu iki danışmanının geçtiğimiz günlerde lüks bir otomobilin içinde poz vererek “Bu ışıltılı hayatları biz seçmedik” notuyla sosyal medyada paylaşmaları kentte ve Büyükşehir Belediye Meclisi’nde tartışmalara neden olmuştu. Türel’in "gerdanlık" olarak tanımladığı ışıltılı Boğaçayı projesine itirazlar üreterek yeni dönemde başkan danışmanlığını kapan oda başkanları, yeni dönemde bizzat kendileri ışıltılı hayatların ortasına düştüklerini sosyal medyadan paylaşmaktan geri durmuyorlardı.

‘Yönetişim’ kavramı nasıl 'suç ortaklığına' dönüşüyor

Meslek odalarının başkanlarının danışman yapılması yeni bir uygulama değildi. Daha önce de Mimarlar Odası’nın Antalya Şube Başkanı Osman Aydın da AKP’li Menderes Türel’in danışmanlığını yapmıştı. Ancak meslek odası başkanlarının "muhalif" bir çizgide kentle ilgili görüş ve önerilerini, eleştirilerini dile getirdiği, kent hakkı, doğa ve çevre hakkı kapsamında görev yaptığı dönemlerin ardından belediye başkanlarına danışman yapılmaları, en azından Antalya örneğinde yaşananlara bakılınca sorunlu bir ilişki olarak görünüyor. Meslek odaları ya da STK’ların siyasete giden yolun sıçrama tahtası olarak görülmesi, kentlere yarardan çok zarar getiriyor. Birçok uygulamada yerel yönetimler için sıklıkla kullanılan "yönetişim" kavramı kente karşı işlenen suçlarda adeta "suç ortaklığına" dönüşüyor. Özellikle son 3-4 yılda olağanüstü göç alan ve ulaşımdan alt yapıya, trafikten kirliliğe birçok sorunla boğuşan Antalya’nın daha fazla kent suçunu kaldırabilecek kapasitesi kalmadı. Bu nedenle önümüzdeki yerel seçimlerde hem kenti yönetmeye soyunanların, hem de adayları seçecek olan kent halkının bu tabloyu iyi analiz ederek adım atması son derece önemli.

 Yusuf Yavuz / soL 


13 Kasım 2023 Pazartesi

7 kere yıkıldı, 7 kere küllerinden yeniden doğdu: Hatay - Meral Candan / duvaR

 

            Antakya'da kafe ve dükkanların yeraldığı, Saray caddesi şimdilerde enkaz halinde

Daha önce depremlerle 7 kere yıkılan Hatay, 8’inci kez ayağa kalkabilecek mi? Akademisyen Tezer, Hatay’ın yeniden onarım sürecinde daha önce yapılan hataların yapılma lüksü olmadığını söyledi.

6 Şubat depremlerinden 10 şehir etkilendi. Ancak yıkımların büyük kısmı Maraş, Malatya, Adıyaman ve Hatay’da yaşandı. Özellikle Hatay, bu şehirler içinde yıkımın en fazla hissedildiği şehir oldu zira şehrin neredeyse yarısı ya enkaza döndü ya da hasar aldı.

Türkiye’nin en güneyinde Suriye sınırında yer alan şehrin tarihi depremlerle birlikte anılıyor. Şimdiye kadar kayıtlara geçmiş 30 depremin yaşandığı Hatay’da, bunlardan yedisi şehrin tamamen yıkılmasına neden olmuş. Dolayısıyla 6 Şubat depremleri ile Hatay’ın 8. kere yıkıldığı ifade ediliyor. Bundan önce 7 kere yıkılan ve her seferinde yeniden kurulan Hatay’ın ‘küllerinden doğmayı bilen’ şehir olduğu söylemi oldukça yaygın. Ancak tarihindeki deprem gerçeğine rağmen Hatay neden 7 kez yıkıldı? Hatay 8. kere nasıl kurulacak? Daha önce çokça yapılan hataların tekrarlanmaması için ne gerekli?

Bu soruların cevaplarını ve daha fazlasını MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden Dr. Tuğçe Tezer ile konuştuk. Doktora tezini Antakya üzerine yazan Tezer, depremler öncesi Antakya’yı bolca ziyaret etmiş ve Antakyalılar ile hemhal olmuş bir isim aynı zamanda. Depremler sonrası Antakya ile bağını hiç koparmayan Tezer, şehrin kültürü, doğası, tarihi ile birlikte yeniden ayağa kalkması için çalışmalar yürütüyor.

‘BU DEPREMDEN ÖNCE YAŞANMIŞ OLAN DEPREMLERDEKİ YIKIMI TAHAYYÜL ETMEK KOLAY OLMUYORDU’

6 Şubat depremlerinde büyük zarar gören Hatay, daha önce pek çok kez depremle yıkılan ve yeniden kurulan bir şehir. Hatay’ın deprem tarihi bilinmesine rağmen her seferinde yıkım yaşaması bize ne anlatıyor? Nelerden ders çıkarmıyoruz?

Tarihi boyunca çok kez yıkılmış bir şehir Hatay. Belli ki, yerleşmeyi burada kurmaya, burada yerleşmeye dair bir ısrar var. 1872 yılındaki depremle ilgili şöyle yazılmış: “Eski Antakya’da bulunan 149 konut hariç bütün konutlar yıkıldı.” Tabii ki bugün de tarihteki Antakya depremleriyle kıyaslanan çok büyük bir yıkım yaşadık ancak belki bu depremden önceki depremlerdeki yıkımı tahayyül etmek çok kolay olmuyordu.

Ben Antakya dışında da genel olarak yerleşmelerin tarihi üzerine çalışıyorum ve yerleşme tarihinde bazı özellikler çok ortaklaşıyor. Mesela bir suyun kenarında ya da ovaya yerleşme eğilimi olduğunu görüyoruz. Antakya’nın yerleştiği konum bu özellikleri karşılıyor ama teknik olarak bakarsanız zemin özellikleri açısından hiç sağlam olmayan, hatta büyük bir kısmı zemin mukavemeti açısından ‘zayıf’ ve ‘en zayıf’ nitelikte olan bir alandan bahsediyoruz. Daha önceki depremlerde de büyük can kayıpları var ama o dönemlerdeki teknoloji ve teknik bilgi nedeniyle buradaki fay hatlarının ve zemin yapısının bilinmemesi söz konusu. Burada yeniden kurulma ısrarının nedeni, ‘Antakyalı’ olmakla, Antakya aidiyetiyle alakalı biraz da… Kültürle, inançla, sosyal doku çeşitliğiyle yoğun şekilde ilişkili bir bütünsel durum var orada. Kafanızı çevirdiğinizde Ortodoks Kilisesi’ne selam verip oradan devam etmek, Affan Kahvesi’ne uğrayıp bir kahve içmek, sonra Uzun Çarşı’ya girip Köprübaşı’ndan çıkmak gibi bolca ritüeli olan, gündelik bir hayat var.

                  Antakya Ortodoks Kilisesi de deprem sonrası yıkılan tarihi binalar arasında yer alıyor.

‘HERHANGİ BİR ŞEHİR PLANCISI, KURUTULAN GÖLÜN İÇİNE HAVALİMANI YAPILMASININ YANLIŞ OLDUĞUNU BİLİR’

Deprem öncesinde de şehrin çok fazla problemi vardı. ‘Deprem oldu ve bir anda her şey yıkıldı’ şeklinde bir yaklaşım, hem çok gerçekçi değil hem de haksızlık. Şehrin bu ölçüde yıkılabilmiş olmasının sebeplerinin çoğu, depremden önceki yıllarda oluşturuldu. Burada bir doğa olayı olan depremi bir doğal afete dönüştüren her şey insan eliyle yapıldı. O nedenle, gerçeklikten ve bilimsel bakıştan bizi uzaklaştıran salt kaderci bakışı reddediyorum.

Şimdi geldiğimiz durumda, artık 1872 yılında değiliz. 2023 yılında, günümüzün modern teknolojisiyle fay hattının nereden geçtiğini, zemin özelliklerinin nasıl olduğunu, mikrobölgeleme analizleriyle parsel ölçeğinde zemin dayanıklılığını, hangi teknolojiyle dayanıklı yapılar inşa edebileceğimizi bildiğimiz bir dönemdeyiz. Dolayısıyla şimdiki sorumluluğumuzun büyüklüğü, aslında buradan kaynaklanıyor. Eğer biz Antakya'nın depremselliğini, 100-150 yıllık periyotlarda gerçekleşen 7 üstü büyüklüğündeki depremler olarak kabul ediyorsak, bundan sonraki depremlerin bir doğa olayı olmaktan çıkıp bir doğal afete dönüşmesinin önüne geçmenin şu anda bir tarihsel zorunluluk olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü biliyoruz ki, şimdiye kadar pek çok meslek odası bu durumu defalarca ilgili kurumlara rapor etti, kamuoyuna duyurdu.

Amik Gölü’nün kurutulup havalimanı yapılması var, tarım arazilerinin, zeytinliklerin imara açılması var… Dolayısıyla depremde ilk zarar gören yerlerden biri havalimanı yolu, ikincisi de havalimanının pisti oldu. Uzman olmaya gerek yok, herhangi bir şehir plancısı kurutulan gölün içine havalimanı yapılmasının yanlış olduğunu bilir. Bununla ilgili bir örnek vereyim; depremlerden önce bir ekim ayında içinde olduğumuz uçak havalimanına yaklaşırken, her yerin su altında olduğuna dair bir fotoğraf çekmiştim. Bu, oradaki herkes tarafından bilinen bir durum. Bizim sorunumuz bilgi eksikliğinden kaynaklanmıyor yani…

                                   Depremle yıkılan Rönesans Rezidans bin kişinin ölümüne neden oldu. 

‘RÖNESANS REZİDANS İÇİN İZİN VERİLEN 2.8 EMSALLE NEREDEYSE ZORLU CENTER’I YAPABİLİRSİNİZ’

1999 Marmara Depremi sonrası uygulanan deprem yönetmeliği, dünyadakiler arasında en iyilerden biri olarak gösteriliyor. Ancak yine de her deprem sonrası büyük yıkım yaşanıyor. Teoride değil uygulamada mı sorun yaşıyoruz?

Deprem yönetmeliğinin gayet iyi olduğu uzmanlarca söyleniyor ama yönetmelikte belirtilen ivme aralığı, burada depremin yarattığı ivmeye göre düşük seviyede. O yönetmeliğe göre yapılanların çoğu bu depremde fay hattına yakınlığına göre ya hasar gördü ya da yıkıldı. Çünkü deprem Hatay’da, jeoloji mühendislerinin açıklamalarına göre, zemin yapısı ve ivme gibi değişkenler nedeniyle 7-8 büyüklüğünden çok daha yüksek hissedildi.

Bu yönetmeliğe göre yapıldığı söylenen ve yaklaşık bin kişinin hayatını kaybettiği Rönesans Rezidans’ı hatırlatmak isterim. Oranın geçmişte zeytinlik olduğu biliniyordu. Hatay’ın pek çok yerinde sıvılaşma yaşandı. Bu sebeple bazı binalar zemin ve giriş katları üstüne oturdu. Dolayısıyla çok kere yıkılmış ve yeniden kurulmuş bu şehirle ilgili bilinenler bir sonraki kuşağa nasıl aktarılamamış?

Çok güzel bir soru. Maalesef tek bir yanıtı yok. Çünkü buradaki sorun, afet öncesi tedbirlerin alınması için gerekli bilgilerin sorumlular tarafından bilinmemesinden kaynaklanmıyor. Rönesans Rezidans’ın yapımı 2013 yılında tamamlandı. Biraz geriye gidelim…

Hatay, 2012 yılında büyükşehir statüsü kazandı. 2014 yılında Hatay Büyükşehir Belediyesi kurularak faaliyete başladı. Bundan önce Antakya, Hatay’ın merkez ilçesiydi, çevresinde de köyler ve beldeler vardı. Büyükşehir kurulunca beldeler ilçelere, köyler de mahallelere dönüştü. Büyükşehir Belediyesi öncesi dönemde, bütün belde belediyeleri kendileri için uygulama imar planları yapmıştı. 1/1000 ölçekli planlar beldeler için belde belediyeleri, köyler için de İl Özel İdaresi tarafından yapıldı. Ekinci Belediyesi, belde belediyesi olduğu dönemde, 2010 yılında bir revizyon imar planı yaptı. Ekinci Belediyesi’nin yaptığı bu plana göre, Rönesans Rezidans’ın yapıldığı parsel ve çevresi zeytinlik olduğu halde, 2.8 emsal verildi. Çıkılacak kat için üst sınır da (hmax) konulmadı. 2.8 emsal değeriyle neredeyse Zorlu Center’ı yapabilirsiniz, öyle düşünün. Rezidansın etrafındaki zeytinliklerin emsalleri ise bu dönemde 0.4-0.5 aralığında…

Rönesans Rezidans’ın müteahhidi kim diye baktığımızda, kendisinin 2011 yılında yapılan Hatay Deprem Çalıştayı’ndaki konuşmacılardan biri, hatta o dönemin Mimarlar Odası Hatay Şube Başkanı olduğunu görüyoruz. Sizce burada bilgi sorunu var mı? Rönesans Rezidans’ın neden yıkıldığına bakmak, maalesef bize çok önemli bir bilgi daha veriyor. Evet, zemin çok zayıf, yapılaşmaya uygun değil. Ancak çok ileri teknoloji ile düşük yoğunluklu ve dayanıklı bir yapılaşma mümkün olabilirdi. Burada, Antakya’da diğer pek çok yapının yıkımına sebep olan başka ihmaller olduğu, mühendislik hataları da yapıldığı söyleniyor. Yapı denetim dediğimiz bir süreç var. Bir yapının ruhsat alma sürecinin her aşamasında denetim görmesi anlamına geliyor. Bunların bu süreçte layıkıyla yapılmadığını söylemek herhalde sürpriz olmaz.

‘BÜTÜN BİLGİYE VE UYARILARA RAĞMEN ŞEHRİN DAHA DAYANIKLI HALE GELMESİ İÇİN ADIM ATILMADI’

‘Neden bu kadar büyük yıkım oldu’ sorusunun cevabının bir kısmı bunlar. Hatırlarsanız 2018 yılında ‘İmar Affı’nın o dönemki versiyonu olan ‘İmar Barışı’ çıktı. Bildiğim kadarıyla sadece Hatay’dan 90 binin üzerinde başvuru oldu. İmar Barışı ya da İmar Affı genel olarak, mühendislik hizmeti almamış ya da bir nedenle ruhsatsız hale gelmiş yapıların herhangi bir sağlamlaştırma yapılmadan ruhsatlı hâle gelmesi anlamına geliyor…

Daha önceye gidelim, 2006 yılına… 2006’da Hatay için çok önemli deprem, diri fay hattı, zemin mukavemeti gibi haritalar yapılıyor. 2011 yılında Hatay Deprem Çalıştayı yapılıyor. 2018’de ‘İmar Barışı’, 2021’de İRAP (İl Afet Risk Azaltma Planı) raporu ve Jeoloji Mühendisleri Odası’nın hazırladığı ‘Fay Üzerinde Yaşayan Kentlerimiz: Hatay’ raporu yayınlanıyor. Maalesef İRAP raporundaki ikinci senaryo neredeyse birebir yaşanıyor. Tüm bunlara rağmen Hatay’ın, Antakya’nın daha dayanıklı hale getirilmesi için 2023 yılına gelene kadar hiçbir adım atılmamış olması, en başta yetki ve sorumluluk sahibi kurumlar olmak üzere herkesin şapkasını önüne alıp düşünmesi gereken bir konu.

           Antakya'nın en eski mekanlarından olan Affan Kahvesi de depremler nedeniyle ağır hasar aldı. 

Hatay’ın tarih boyunca yıkılıp yeniden kurulması ‘küllerinden doğmayı bilen şehir’ şeklinde gurur anlatısına da dönüşüyor. Her seferinde yıkılan bir şehir için bu gurur anlatısını nasıl okumalıyız?

Bu soru, beni pek düşünmemeye çalıştığım bir konuyla yüzleşmek zorunda bırakan sorulardan biri oldu. O nedenle öncelikle teşekkür etmek isterim. Ben neden ‘Antakya küllerinden doğmayı bilen şehir’ cümlesini olumlu bir yerden karşılıyorum, buradan cevaplayayım. Bundan önce Antakya’nın defalarca yıkıldığını ve aynı yerde kurulduğunu biliyoruz. Buradaki insanların 1872 yılındaki depremden sonra kurduğu Antakya, benim aklımda hala ayakta olan Antakya. O dönemlere göre kentleşme açısından çok bozulduğu, özellikle belli bir yaşın üstündeki yerel halk tarafından söylendiği halde, Antakya benim güzelliğine inanamadığım bir yerdi. Fiziksel mekânın ötesinde sosyal dokusuyla Antakya benim için ‘hiç kimsenin yabancı hissetmediği bir huzur ve güven ortamı, kendiliğinden bir içerilme hâli’ demek. Burada ‘küllerinden doğmak’ dediğinizde, kendi adıma ‘ne olduğunda Antakya iyileşti’ diyebileceğim diye soruyorum. Burada Antakyalı nüfusun, yerel halkın birbirini kollayan, gözeten ve dışarıdan geleni de güvenle içeren hâlini tekrar görebildiğimizde, Antakya benim için iyileşmiş olacak. Örneğin; Affan Kahvesi’ni Kurtuluş Caddesi’ndeki yerinde bulmak, Affan Kahvesi’nin girişindeki masada 5 Şubat’ta kahvesini içen yaşlı amcayı yine aynı masada, yerinde bulmak… Önünden geçerken kahvenin beni içeri davet eden imajını yeniden görmek… O olduğu zaman ‘Hatay iyileşmiş’ diyebilirim kendi adıma.

Ancak şu konuda size katılıyorum; defalarca küllerinden doğmak bir yıkım tarihini ve bu yıkıma sebep olan koşulları da içeriyor.

6 Şubat depremlerini 1800’lü yıllardaki depremlerden ayıran en temel özellik, şu an sahip olduğumuz bilgi ve teknolojiyle daha önceki bilgisizlikten ya da sorumsuzluktan kaynaklanan hataları tekrar yapma hakkımızın olmaması…

‘BUNDAN SONRAKİ NORMALİN ESKİ NORMAL OLMAMASI GEREKİYOR’

Hatay’da enkaz kaldırma çalışmaları devam ediyor. Temel ihtiyaçlar bağlamında pek çok sorun hala çözülememiş durumda. Bir yandan da ‘Hatay’ın yeniden inşası’ konuşuluyor. Ancak daha önce çıkarılmayan pek çok dersin bu yeniden inşa sürecinde çıkarılacağını düşünebilir miyiz?

Ben ‘yeniden inşa’ demekten imtina ediyorum. Yeniden inşa, tümüyle yok olmuş bir şeyin sıfırdan kurulması anlamına geliyor. Ben Antakya için şubattan beri bu ifadeyi hiç kullanmadım, kullanmayı düşünmüyorum. Ben buna ‘onarım ve rehabilitasyon’ ya da ‘iyileşme süreci’ demeyi tercih ediyorum. Çünkü burada gerçekleşmesi gerektiğine inandığım şey; bildiğimiz, sevdiğimiz, hatırladığımız Antakya’dan bahsetmemizi sağlayacak koşulların sağlanması…

Ancak düşünün ki, şehrin ve doğanın nefes alma yerleri olan vadiler, sahiller, doğal alanlar moloz dökme sahası hâline getirildi. Tarım alanlarının üzerine beton dökülüp geçici barınma alanları konuluyor. Bu alanların, bir süre sonra haritalarda tarımsal niteliğini kaybetmiş alanlar olarak işaretleyeceğimiz alanlar olacağını ne yazık ki bugünden bakarak görebiliyoruz. Burada bin tane pratik sorun var; eğitim, sağlık, barınma, hijyen, temiz su, güvenlik gibi… Buradaki insanların hayatının ‘normal’e dönebilmesi için belli bir tempoda, belli zaman ve hedefler konularak hareket edilmesi gerekir. Bundan sonraki normalin, eski normal olmaması gerekiyor. Hiçbir şeyden ders çıkarmadığımız, bilimsel ve teknik olarak bildiklerimizi pratiğe döndüremediğimiz, rant meselesinin kentsel mekânda temel belirleyici olmadığı, her şeyin mülkiyet üzerinden tanımlanmadığı… Dolayısıyla ‘yaşam hakkı’nın belirleyici olduğu afet dirençli kenti hedefleyen sosyal ve mekânsal bir ele alıştan bahsetmek zorundayız.

Yeniden ‘onarım ve rehabilitasyon’ süreci nasıl olmalı? Sizce depremlerin üzerinden geçen 9 ayda buna dair adımlar söz konusu mu?

Burada, ‘yeniden inşa’ meselesine dair hangi adımlar atılıyor, hangi faaliyetler var, size biraz onlardan bahsedeyim.

Deprem oldu ve hemen OHAL ilan edildi. Mart ayında deprem bölgesi illeri için farklı mimarlar ‘master plan’ yapmak üzere görevlendirildi. Master plan ise Türkiye Planlama Mevzuatı’na göre planlama hiyerarşisi içinde olmayan bir plan türü. Hatay’da bu planların yapılması için DB Mimarlık görevlendirildi.

Master plan çalışmalarının Hatay, Antakya ve diğer ilçeler için devam ettiği süreçte, bir taraftan şöyle şeyler yaşandı; askı süreleri depremden önce başlamış ve OHAL ilanıyla kesintiye uğrayan imar planlarının askı süreleri, üç aylık OHAL süresi bittiğinde kaldığı yerden devam etti. Sanki burada 7 büyüklüğünün üzerinde en az üç, 5 büyüklüğünün üzerinde en az iki deprem yaşanmamış, hala her gün artçı depremler sürmüyormuşçasına, planların askı süreçleri devam etti. Meslek odalarından bu konuda çok sayıda itiraz yapıldı, ‘burada deprem oldu, bu çalışmaları buna göre revize etmeniz gerekiyor’ dediler. Bildiğim kadarıyla İskenderun’daki bir plan haricinde bütün itirazlar reddedildi ve belediye meclisleri askıya çıkarılmış olan bu planları oy birliğiyle onayladı. Bir yandan, dediğim gibi master plan çalışmaları devam ediyor. Öte yandan 5 Nisan’da ‘eski Antakya’ dediğimiz kentsel sit alanı ve kuzeyindeki arkeolojik sit alanının bir kısmını içeren alan, ‘riskli alan’ ilan edildi. 307 hektarlık bir alan. Böylece buradaki imar planı yetkisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na geçti. Sonra burada Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ÇŞİDB bir protokol yapıldı ve buradaki imar planı yetkisi tekrar Kültür ve Turizm Bakanlığı’na verildi. Bu süreci takiben bir koruma amaçlı bir imar planı süreci başladı. DB Mimarlık, Türkiye Tasarım Vakfı ve Kentsel Yenileme Merkezi (KEYM) bir araya geldiği koruma amaçlı bir planı süreci hala devam ediyor, plan henüz askıya çıkmadı.

Asi Nehri’nin doğusuna eski ya da tarihi Antakya, batısına ise yeni Antakya diyoruz. Yeni Antakya için çok sayıda mimarlık ofisinin dahil olduğu; yine DB Mimarlık, TTV ve KEYM’in organize ettiği bir konut alanları tasarımı süreci var; Köprübaşı’ndan Valigöbeği’ne kadar olan bölgede. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, buradaki tasarım ve uygulama süreçlerini üstlendiğini belirtti ve oradaki mülk sahiplerine olabildiğince aynı yerde, aynı konutu vereceğine dair bir açıklama yaptı. Bu çalışmaya yerelden de farklı mimarlık ofislerinin dahil olduğu bir kolektif grup katıldı.

Ayrıca birkaç hafta önce Ulaştırma Bakanlığı havalimanının aynı yerde yapılacağını açıkladı. Havalimanı ile ilgili neler konuşmuştuk…

Tezer, 2021 yılının ekim ayında Hatay Havalimanı'na inmek üzere alçalan uçaktan bu kareyi çekti. Havalimanının çevresi su altında kalmıştı. 

‘GİDENLERİN HATAY’A DÖNME KOŞULLARI YARATILMALI’

Hatay’da çok bütünsel bir imar yaklaşımı var gibi görünüyor ancak bir yandan da çok parçalı bir yapı söz konusu…

Burada, merkezî ve yerel düzeyde bütün kurumların birlikte çalışmak zorunda olduğu, özel sektörün süreci desteklemek zorunda olduğu ölçekte ve yerel halkın sürecin her aşamasına dâhil edilmesinin bir mecburiyet olduğu bir afetten bahsediyoruz. Ancak depremin başından bu yana süreci 400’e yakın toplantı, görüşme, yazı ve seminerlerle izlemiş biri olarak açık bir şekilde ‘bu aktörler arasında uyumlu bir çalışma süreci söz konusu değil’ diyebilirim.

Planlama dediğimiz şey, güncel durum analizinden beslenmeli. Planlama sürecinde ilk yapmamız gereken şey, ‘burada nasıl bir nüfus yaşıyor, (ortalama 15-20 yıl sonrası için) nasıl bir toplam nüfus tahayyül etmeliyiz’ sorularına cevap vermek. Depremden önce burada yaşayan halk şimdi nerede? Mersin, Adana, Ankara, İzmir, Antalya gibi şehirlere dağılmış durumdalar. Çok azı Hatay’da… Geçici barınma alanlarında yaşayanlar buradaki yerel halkın çok önemli bir parçası evet, ama peki ya gidenler… Onların buraya dönmek için farklı koşullara ihtiyacı var.

Oradaki eski ve yeni arkadaşlarımdan aldığım bazı bilgiler var. Örneğin; Uzun Çarşı’da zanaatkar olan esnafın bir kısmı Kapalı Çarşı’da çalışmaya başladı. Onların geri dönme koşullarını neler belirleyecek? Bunların tamamını gözeten bir planlama süreci olmalı. Fakat şu anda böyle bir şeyden ve bütünsel bir bakıştan bahsedemiyoruz.

‘BEN ANTAKYA’YI BİR KENT GİBİ DEĞİL DE ÇOK YAKIN BİR ARKADAŞIM OLARAK GÖRÜYORUM’

Bu noktada ‘Geri döneceğiz Hatay’ sloganı Hatay’ın geleceğine dair ne söylüyor?

Bence uygun koşulları yarattığımızda imkânı olan herkes geri dönecek. Size bu sloganı ilk gördüğümde ne hissettiğimi ve düşündüğümü anlatmaya çalışacağım, çünkü biraz karışık benim için. Bir taraftan çok heyecanlandım, diğer taraftan da hiç şaşırmadım. Aynı zamanda bu söz, Antakya’nın ve Hatay’ın olası gelecek senaryolarına dair beni umutlandırdı.

Deprem sonrası çok etkinlik oldu biliyorsunuz, bunların birinde konuşmacı olan Murat Güvenç, şöyle bir ifade kullandı: “Bir şeyin değerini kaybettiğinde anlarsın.” Bu söz aklıma takıldı ve üstüne düşünmeye başladım. Bu ifade, pek çok yer için geçerli olabilir ama Hatay ve Antakya için durum başka. Hataylıların, o yerin değerini anlaması için kaybetmesi gerekmedi. Bir örnek vereyim, Hataylı olup Hatay dışında üniversite okuyan pek çok kişi hayatını kurmak üzere Hatay’a geri gelir. Hataylıların bazıları, depremden sonra oldukça zor koşullara rağmen orada yaşamaya devam etti. Evet bir kısmı da farklı illere gitti ve giderken geride bu yazıları bıraktılar. Hatta bir yazıda ‘Gitmedik ki dönelim Hatay’ diyorlardı. Bence bunlar iyiye işaret.

Ben Antakya’yı bir kent gibi değil de çok yakın bir arkadaşım olarak görüyorum. Hep koruyup kollamak istediğim ve beni her seferinde tüm açıklığıyla kucaklayan bir arkadaş… Depremle beraber bu histe hiç de yalnız olmadığım fark ettim. Bu çok güzel bir akrabalığı çağrıştırıyor bana. Bir diğer açıdan, bu duvar yazılarını yazan kişilerin bunu, yani bir an önce geri dönmeyi gerçekten istediğini biliyorum. Bunu nerden biliyorum, çünkü şöyle örnekler görüyorum; yeni doğum yapmış biri bir konteyner bulduğu ilk an, tüm sorunlarına rağmen oraya dönüyor. Bu çok önemli bir irade. ‘Biz buradayız ve burada yapılacak olan her şey, bizim bundan sonraki hayatımızı etkileyecek, biz bu sürecin içindeyiz’ demek.

Biz burada olan ve buraya dönecek insanlar için uygun yaşam koşullarını oluşturmalıyız. Esnek planlama koşullarına mecburuz ve kalıcı mekânsal planlama gerçekleşene kadar burada yaşama iradesi gösteren insanlara sağlıklı, hijyenik ve kentin bütün hizmetlerinden yararlanabilecekleri olanakları yaratmalıyız. Aslında ‘afet planlama’ dediğimiz şey, tam da bunları kapsayan bir şey. Bunların depremden sonra hemen yapılması gerekiyordu, ancak hala birçok açıdan yapabildiğimizi söyleyemeyiz.

Bir yandan da şunu mutlaka konuşmalıyız, deprem nedeniyle ampute olmuş, artık engelli olan çok sayıda insan var. Dolayısıyla ‘engelsiz kent’in bizim için bir tercih değil, zorunluluk olduğunu unutmamalıyız.

Meral Candan / duvaR






CUMHURİYET KÖŞEBAŞI-(Can Atalay’ı kurtaracak masal+Çin’in inisiyatifinde uluslararası konferans+Bu kriz farklı!)

 

Can Atalay’ı kurtaracak masal (Barış Terkoğlu-Cumhuriyet)

Adı tanıdık. Ezop diye biliniyor. Muhtemelen eski Yunan’da bir köleydi. Hayvanların konuştuğu insani masallar anlattı. Ezop’un “Sen anladın onu” dili, despotik rejimlerde sansür delici etki yarattı.

Bugün de Ezop’un masallarını ben miras alayım...

Bazen bana “Barış olmasan kim olmak istersin” diye soruyorlar. Yanıt veriyorum: Abdullah Çetinkaya olmak isterim. Herkes “Kim o?” diyor.

Aslında hemşerim, Urfalı. Urfa’nın yerel haberlerini açıyorum, ondan “işadamı” diye bahsediyor. Özgeçmişinde önce imam hatip sonra inşaat mühendisliğinden mezun olduğu yazsa da 1991 yılında Diyanet’te göreve başladığı anlatılıyor. Geçen yıl emekli olana kadar Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda çalıştığı söyleniyor. Molla Mustafa Çetinkaya’nın oğlu olarak kendisini “şeyh çocuğu” olarak tanıtıyor. Menzil’in sofileriyle yakın görünüyor.

Siyasi görüşü önce AKP’li gibi şekillendi. Hatta Bursa’da AKP’den aday adayı oldu. Ancak değişen siyasi dengelerle siyasete MHP’de devam etti. Yakın olduğu MHP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Özyavuz’un çabalarıyla, 2019 seçimlerinde, Çetinkaya’ya Urfa belediye adaylığı götürüldüğü haberlerde yer aldı. İttifak nedeniyle olmadı.

Sadede geleyim...

Aynı anda hem bürokrat hem işadamı, hem eski vaiz hem MHP’li Abdullah Çetinkaya garip bir şekilde kimi yargı üyelerine çok yakın bir isim. Bana inanmayın, adını arama motoruna yazın, oğlunun düğünü için “Yargı camiası bu düğünde buluştu” haberi çıkıyor. Haberden aynen alıntılayayım:

“Düğün merasimine Şanlıurfa Valisi Salih Ayhan’ın yanı sıra eski HSYK üyesi ve Yargıtay üyesi Ramazan Kaya, Yargıtay üyesi Fuzuli Aydoğdu, Yargıtay üyesi Celal Albay, Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcısı Cuma Çoban, Başsavcı Vekili Mesuthan Özdemir, Sivas Cumhuriyet Başsavcısı Hasan Uğurlu, Kahta Cumhuriyet Başsavcısı Nurullah Şahin, İstanbul, Ankara, İzmir, Manavgat, Ergani, Adana, Mersin, Gaziantep cumhuriyet savcıları, Yargıtay tetkik hâkimleri, Yargıtay cumhuriyet savcıları...”

Adeta adalet zirvesi gibi değil mi!

YARGI ÜYELERİYLE İÇ İÇE

Gelelim neden Çetinkaya’nın yerinde olmak istediğime...

Hayır lüks arabasını kıskandığımdan değil. Şöyle anlatayım, Abdullah Çetinkaya’nın Ankara Balgat Cevizlidere’de bir ofisi var. Hemen gidip bakmayın, öyle tabelası filan yok. Zaten bulup kapıyı çalsanız da randevunuz yoksa, referansla gitmiyorsanız kimse sizi içeri almaz.

Peki içeri kim giriyor diyeceksiniz?

Hemen sosyal medya hesabını açıp bakıyorum. Valiler, milletvekilleri, bakanlık müfettişleri, bürokratları geçiyorum... Çetinkaya, yargının kritik isimlerinin buluşma mekânı olmuş gibi. AYM üyelerinden Adalet Bakanlığı bürokratlarına, Yargıtay mensuplarından başsavcılara, HSK’nin kritik isimlerine kadar onun pek yakını. Öyle ki size listesini yazayım dedim, sosyal medyasındaki sayı yüzlerle ifade olunca vazgeçtim.

Kimi Yargıtay üyeleriyle tatile çıkıyor, birlikte tribünde maç izliyor. Adalet şûrası için Ankara’da toplanan savcı ve hâkimlerin arasında bile o oturuyor. HSK üyelerini makamlarında ziyaret edip yazdığına göre yargı sorunlarını konuşuyor. Hatta bir paylaşımında Çetinkaya’yı hâkimler mahkeme başkanı kürsüsüne oturtmuşlar, yanında üye olarak poz veriyorlar. Doğum günlerinde kimi yüksek yargı mensupları pastalarıyla sürpriz yapıyor. İşte bu yüzden herkes Abdullah Çetinkaya’yı yargı mensubu zannediyor.

Meşhur ofisinin önünde durup izledim. Bir lüks araba gelip öbürü gidiyordu. Bir yargı mensubu inip öbürü biniyordu. Son yedi yılın fotoğraflarını tek tek inceledim. Abdullah Çetinkaya’nın giydiği kıyafetler, bindiği arabalar, gezdiği yerler günden güne güzelleşmişti. Oğlunu TRT’de yönetici yapmış. Petrol istasyonları açarak büyümüş. Yargı mensuplarına verdiği hediyeler de daha hoş olmuştu.

YARGI İŞLERİNİ O ÇÖZER

Çetinkaya’nın Ankara’da konuşulan bir ünü oluşmuş. “Yargıda hele Yargıtay’da bir işiniz varsa Abdullah Çetinkaya çözer” diyorlar. Hayır, dosyanızı götürmeseniz de olur. Zaten okusa da hukukçu olmadığı için anlamaz. Numarasını verseniz o dosyanızı bulur, derdinize derman olur diyorlar.

İşte Abdullah Çetinkaya’nın yerinde bu yüzden olmak isterdim. “Yanlış yaptın Can Atalay, AYM’ye değil bana gelmeliydin” derdim. Sonra AYM’nin yapamadığını yapar, dosyasını şipşak diye çözerdim. Böylece devleti krize sokan yargı çatışması da hiç çıkmamış olurdu. Ülkeye de bir faydam dokunurdu. Allah da yardım eden kullarını sever onun hayatını kolaylaştırır ya, kader beni daha zengin, gönlümü daha bol yapardı. Ben de ülkeye faydalı olan yargı mensubu dostlarıma hediyeler alır, onları tatile götürürdüm.

İşte ne ben Abdullah Çetinkaya’yım ne de Can Atalay bana gelecek biri. O yüzden bir süre daha Ezop masallarıyla avunmaya devam edeceğiz. Şu adalet sarayları da içinde adalet varmış gibi çalışmaya devam edecek.

Çocuklara anlatır geçeriz. Oysa masallar bize hayatın gerçekleri kadar çok şey öğretmez mi...                                   /././

Çin’in inisiyatifinde uluslararası konferans (Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet)

Riyad’da Arap Ligi ile İslam İşbirliği Teşkilatı’nın birlikte toplanarak 31 maddelik ortak bildiri açıklaması, kimi eksiklerine rağmen olumludur, değerlidir.

Dahası “iki devletli çözüm”cülük Kahire’den sonra Riyad’da daha da genişlemiş ve asıl çözüm adresi olan “uluslararası konferans”ın aşamasını oluşturmuştur.

İSRAİL’E AMBARGO EKSİKLİĞİ

Eksiklikle başlayalım. Arap-İslam ülkeleri, 4. madde ile İsrail’e silah ve mühimmat ihracatının derhal durdurulmasını istedi. İsrail’in silah ve mühimmatının yüzde 80’ini ABD, kalan yüzde 20’sini de Almanya, Fransa ve İngiltere sağlıyor.

Haliyle dört Batı ülkesine “silah ambargosu” çağrısı yapan Arap-İslam ülkelerinin kendilerinin hangi ambargoyu uygulayacağı önem kazanıyor. Ancak 31 madde arasında ne yazık ki ambargo yok.

Oysa zirve sırasında 10 maddelik çözüm taslağı açıklayan İran Cumhurbaşkanı Reisi, Arap-İslam ülkelerinin İsrail’le siyasi ve ekonomik ilişkileri kesmesini, enerji alanında ticari ambargo uygulanmasını ve halkların İsrail mallarına boykot çabalarının desteklenmesini önermişti.

‘TEK TEMSİLCİ FKÖ’ MESAJI

Ortak bildirinin 27. maddesi, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Filistin halkının tek meşru temsilcisi olduğunu vurguluyor ve tüm Filistinli grupların FKÖ çatısı altında toplanmasını istiyor.

28. maddede Gazze’nin Doğu Kudüs dahil Batı Şeria’dan ayrılmasını içeren tüm önerilerin reddedildiği belirtiliyor.

Ayrıca 15. maddede ister Gazze ve Batı Şeria içinde ister dışında olsun, her türlü yer değiştirme, yerinden etme ve sürgün kırmızı çizgi ilan ediliyor.

Bu maddelerle, Hamas faktörü üzerinden İsrail’e destek veren Batılı ülkelerin elindeki dayanak alınmaya çalışılıyor. Gazze ile Batı Şeria ayrılığının İsrail’e sağladığı avantaj ortadan kaldırılmak isteniyor. Böylece bir süredir “Gazze’yi kim nasıl yönetecek” sorusu üzerinden Batı’nın ürettiği çözüm modelleri reddedilerek “tek Filistin” kararlılığı ilan ediliyor.

KONFERANSIN AĞIRLIK MERKEZİ ÇİN

Arap-İsrail zirvesi ortak bildirisinin 29. maddesinde ise işgalin sona erdirilmesini ve iki devletli çözümün uygulanmasını sağlamak üzere uluslararası barış konferansının toplanması çağırısı yapılıyor. İşte asıl önemli konu budur.

Tamam, ABD ve İsrail, etrafında bir düzine tam destekçiyle yalnızlaşmış durumda. Tamam, Avrupa kamuoyunun ardından Avrupa hükümetleri de sıra sıra İsrail işgaline karşı konumlanmaya başladı. Tamam, ABD ile İsrail arasında çelişkiler artmaya başladı. Tamam, dünyanın büyük çoğunluğu Filistin’i destekliyor. Ancak yine de bu sorunun çözümü için mutlaka ABD çözüme mecbur edilmeli. Bunun yolu ise uluslararası bir konferans, konferansın ağırlık merkezi de Çin’dir. (Çin, çözüm için bir süredir uluslararası konferans çağrısı yapıyor zaten.)

Arap-İslam ülkeleri ancak Çin’in ağırlık koymasıyla ABD’yi çözüme mecbur edebilir; Çin ancak arkasında geniş bir cephe oluştuğunda ABD’yi çözüme mecbur edecek ağırlığı sağlayabilir.

İşte Riyad’daki Arap-İslam ülkeleri konferansı, asıl bu karşılıklı etkiyi sağlayacak sürecin aşaması olması nedeniyle değerlidir.

İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜME YAKLAŞIRKEN

75 yıllık bu sorunun tek çözümü, iki devletli çözümdür. 7 Ekim, iki devletli çözüm destekçiliğinin yükselmesinin önünü açtı ve mevcut statünün artık devam edemeyeceğini ortaya koydu. Yani artık ya iki devlet ya iki devlet!

75 yıllık sorunun çözümüne hemen yarın ulaşmak mümkün değil elbette ama 75 yılda ilk kez çözüme bu kadar yaklaşılmış durumda. İnşa olmakta olan çok kutuplu dünya şartlarının bunda payı büyük. Küresel Güney bu sorunu çözerken uluslararası ilişkileri de yeniden biçimlendirmede yol almış olacak...

                                                           /././

Bu kriz farklı! (Ergin Yıldızoğlu-Cumhuriyet)

Anayasa Mahkemesi’nin kararını, Yargıtay kabul etmedi, hatta Anayasa Mahkemesi’nin kimi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Yandaş basın, bu üyeleri hem FETÖ hem de PKK ile özdeşleştirerek hedef gösterdi. Anayasanın 153. maddesindeki “Anayasa kararları kesindir” ve “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar” ifadelerine karşın cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi’nin sürekli hata yaptığını, sistemin gereken hızda işleyemediğini, bu nedenle yeni bir anayasanın gerektiğini savundu. “Taraf değil hakemiz” iddiası Cumhurbaşkanlığı’nı AYM ve Yargıtay’dan daha yüksek bir yere koydu. Böylece anayasanın tüm yasaların üstündeki özel konumu reddedilmiş oldu. 

Ana muhalefet partisi CHP’nin yeni başkanının, “Erdoğan liderliğinde anayasal rejimin ortadan kaldırılması ve bir kalkışmayla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor” sözleriyle betimlediği derin bir “siyasi kriz” patlak verdi. 

PEKİ SORUN NE?

Can Atalay tutuklu kalması neden bu kadar önemli? Bu “siyasi krize” yol açan gerçek sorun ne? Cumhurbaşkanı ve “iktidar” (Saray), var olan başkanlık sistemi içinde, ne yapmak istiyorlar da yapamıyorlar? Onları nelerin engellediğini düşünüyorlar? Herhalde Can Atalay’ın değil...

Aklıma, ilk önce yerel ve genel seçimler geliyor. Gezi olayından bu yana içine hile-hurda-şaibe karışmamış tek bir genel seçim, bir Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir halkoylaması yaşanamadı. Belli ki bu rejim için, yasama organı ve üyelerini belirleme süreci olağan yoldan aşılamayan çok önemli bir engeldir. İkinci büyük engeli de yürütmenin ve yargının bir anayasaya tabi olma zorunluluğu oluşturuyor. Bu iki alan, parlamenter sistemin (yargının, yasamanın, siyasi partilerin) yaşama alanıdır. Öyleyse talep edilen yeni anayasa bu engelleri, cumhurbaşkanını ve iktidarı “yeni bir zeminde” yetkilendirerek çözmeyi amaçlıyor. Bu “yeni zeminin”, hemen tüm olası özelliklerini “Hitlerin hukukçusu” Carl Schmitt’in Egemen ve Anayasa (hukuk düzeni) ilişkisi üzerine teorilerinde bulabiliyoruz.

TARİHTEN BİR YAPRAK...

Schmitt, Politische Theologie, Die Diktatur başlıklı çalışmalarında, devletin “nihai kararın tekeli” olduğunu söyler; egemenliğin özünü de “karar tekeli” olarak tanımlar. Tüm yasallık sistemi böylece onun, dışında ve üstünde duran bir güç tarafından, bu gücün belirleyeceği koşullara tabi kılınarak göreceleştirilir, böylece adeta keyfileştirilir. Roma’nın düzeni korumakla görevli “vekil diktatörlerinden” farklı olarak “egemen ‘diktatur’”ün işlevi, verili düzeni tamamen yok ederek bir yenisini kurmaktır.

Schmitt’e göre anayasa bir dizi hukuk normu değil, bir siyasi topluluğun biçimini, kimliğini belirleyen bir siyasi karardır. Anayasa, normal hukuk düzeninin askıya alınmasını gerektiren kriz veya acil durum hali kararını verebilen en yüksek otorite anlamına gelen egemenlik ilkesine dayanır. Egemenlik ilkesi anayasaya değil... Egemen, “istisna kararı” verme, bu karar mevcut yasalarla çelişse bile, ortak iyiliğin adına hareket etme gücüne sahip olandır. Schmitt, egemenin herhangi bir rasyonel veya ahlaki kriterle bağlı olmadığını savunur. Schmitt, egemen gücü rasyonel araçlarla sınırlamaya çalışan liberal ve demokratik devlet teorilerini, modern dünyada egemenliğin varlığını, önemini reddeden çoğulcu görüşleri eleştirir. 

Bu noktada, kendi “düşünme modelime” dönersem, ekonomik kriz derinleşir. Jeopolitik ortam hızla ısınırken “süreç olarak faşizm” içinde rejimin, yol tıkanmadan önce, son “istasyona” ulaşması büyük bir önem kazanıyor. Ancak “parlamenter” laik Cumhuriyetten geriye kalan son kırıntıların, yolda yarattığı sürtüşme süreci yavaşlatıyor. Bu da iktidarı ve liderini, Schmitt’in tanımladığı türden bir anayasa-egemenlik ilişkisi arayışına doğru itiyor.

Cumhurbaşkanı ve iktidar, son bir hamleyle, egemenin iradesinin altında, ona tabi bir anayasa ile o “sürtünme” yaratan kalıntı kırıntılardan tamamen kurtulmak istiyorlar. Bu da laik Cumhuriyeti tamamen tasfiye ederek çok partili düzene de fiilen son verme arzusu anlamına geliyor. 

Öyleyse, bu kriz, laik Cumhuriyetin son krizidir. Ondan sonra krizler çok farklı bir zemin üzerinde yaşanacaktır.

(CUMHURİYET)