Kazdağı'ndaki madenci şirketlerden muhtarlara rüşvet: Sıra gecesiyle madene ikna(Özer AKDEMİR-EVRENSEL)
7 Aralık 2023 Perşembe
KISA KISA GÜNDEM - 7 ARALIK 2023 -
6 Aralık 2023 Çarşamba
KISA KISA BİRGÜN GÜNDEM - 6 ARALIK 2023 -
Okuduğunu anlamayan bir nesil yarattılar: MEB utançla övündü(Mustafa Kömüş)AKP’nin ‘dindar nesil’ projesiyle eğitimi getirdiği nokta PISA testinin sonuçlarında ortaya çıktı. Hiçbir alanda OECD ortalama yakalanamadı. ‘Okuduğunu anlama’ tam 10 puan geriledi. MEB ise bu sonuçlarla övünürken öğrencilerin yüzde 44’ü yaşamından memnun olmadığını söyledi.(https://www.birgun.net/haber/akpli-belediyeden-suleyman-soylu-adina-kultur-merkezi-488678)
AKP’li belediyeden Süleyman Soylu adına Kültür Merkezi(Birgün)
Kamu kaynağı “İhvan” kitabına!(Mustafa Bildircin)
(LİSTEDE YOK YOK) Derince Millet Kıraathanesine alınacak kitaplar için hazırlanan listede yer alan bazı isimler ve kitapları şöyle sıralandı: • Emine Şenlikoğlu: Bir Adımlık Koşu, İslam’da Erkek, Müslüman Kadın Avrupa'da, Ruhumun Penceresi, Mahkum Duygular, • Yusuf el-Karadavi: Öncelikler Fıkhı, • İhsan Şenocak: Nahve Rayeti’l İslam, • Fahrettin Altun: Modernleşme Kuramı, Terörün Kökenleri ve Terörle Mücadele Stratejisi, 15 Temmuz'da Medya, • Recep Tayyip Erdoğan: Daha Adil Bir Dünya Mümkün (https://www.birgun.net/haber/kamu-kaynagi-ihvan-kitabina-488652)
Polise kumpas kuran kaçakçı istedi, mahkeme isminin haberden çıkarılmasına karar verdi(Birgün)Polise kumpas kurmakla gündeme gelen kaçakçı, mahkemeye BirGün'ün haberine erişim getirilmesini istedi. Başvuruyu kısmen kabul eden mahkeme, kaçakçının isminin haberden çıkarılmasına karar verdi.(https://www.birgun.net/haber/polise-kumpas-kuran-kacakci-istedi-mahkeme-isminin-haberden-cikarilmasina-karar-verdi-488606)
İktidarın depremzedelere verdiği sözler havada kaldı: Afet bölgesindeki konutlar nerede?(Oğulcan Aydın)Deprem bölgesindeki yurttaşların sorunları ilk günkü gibi duruyor. Afetzedeler, iktidarın verdiği konut sözünün yerine getirilmediğini söylüyor. Oda temsilcileri, iktidarın, “deprem” ve “kentsel dönüşüm” bahanesiyle yeni rant projesinin hazırlığını yaptığına dikkat çekiyor.(https://www.birgun.net/haber/iktidarin-depremzedelere-verdigi-sozler-havada-kaldi-afet-bolgesindeki-konutlar-nerede-488673)
Hem daireleri teslim etmedi hem de hakaret etti(Birgün)Binlerce kişinin parasını verdiği konutları teslim etmeyen Fİ Yapı'nın sahibi Fikret İnan, mağdurlarına hakaret etti. İnan, "Attığınız iftirayı yargı yolu ile ispatlamaz iseniz annenizin uygunsuz yerlerde çalıştığı tescillenmiş olacaktır" dedi.(https://www.birgun.net/haber/hem-daireleri-teslim-etmedi-hem-de-hakaret-etti-488586)
Türk Kadın Devrimi ve Kadınların Siyasal Hakları - Sinan Meydan / Cumhuriyet
5 Aralık 1934’te Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. Böylece Türk kadını tüm siyasal haklarına sahip oldu. Bu sayede “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen Cumhuriyet, milletin yarıdan fazlasını oluşturan kadınların da egemenliğini tanımış oldu. Böylece Türkiye’de kadınlar da erkeklerle eşit yurttaş oldu. Kadınsız cumhuriyet, kadınsız demokrasi olmaz; kadınlara siyasal hakların tanınmasıyla Türkiye’de Cumhuriyet kendini tamamlarken demokrasiye de zemin hazırlandı. Sanayileşmemiş, aydınlanmamış, yüzyıllarca dinsel monarşiyle yönetilmiş, kadının dışlandığı erkek egemen bir din-tarım toplumunda, Cumhuriyetin ilanından 10 yıl kadar sonra, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi büyük bir devrimdi.
Cumhuriyet öncesi kadın hakları
Osmanlı’da Tanzimat’tan beri kadın hakları konusunda bazı reformalar yapılmak istenmiş, bu kapsamda kız çocuklarının eğitim-öğrenimi zorunlu hale getirilmiş, kızlar için bazı okullar açılmış, II. Meşrutiyet’in özgürlük ortamında kadın hakları gündeme gelmiş, kadın dergileri çıkmaya, kadın cemiyetleri kurulmaya başlanmış, Nezihe Muhittin gibi öncü kadınların liderliğinde bir kadın hareketi ortaya çıkmıştı. I. Dünya Savaşı sırasında Türk kadınları çalışmaya başlamış, 1917’de kadınlara bazı haklar tanıyan bir “Aile Kanunnamesi” bile hazırlanmıştı.
Ancak birkaç büyük ilde karşılık bulan bu öncü çabalara rağmen, Atatürk, 1923’te Cumhuriyeti ilan ederken Türkiye’de kadın her bakımdan ikinci sınıftı. Kadın hâlâ kafes ardındaydı. Tramvaylarda, vapurlarda kadın erkek ayrı yerlerde oturmak zorundaydı. Evde, okulda, işte, mahkemede, sokakta kadın erkek eşit değildi. Çok eşlilik devam ediyordu. Kız çocukları hâlâ okula gönderilmiyordu. Cumhuriyet kurulurken tüm Türkiye’de ortaokullara sadece 543 kız öğrenci, liselere ise sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. 1927 nüfus sayımına göre Türkiye’de erkek nüfus sayısı 6 milyon 563 bin 879, kadın nüfus sayısı 7 milyon 084 bin 391’di. Nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan kadınların okuma yazma oranı birçok ilde yüzde 0 (sıfır) ile yüzde 3 arasındaydı. Kısacası Türkiye’de Cumhuriyet kurulurken Türk kadını en temel medeni haklara sahip olmadığı gibi hiçbir siyasi hakka da sahip değildi.
Ayrıca kadınlara yönelik “bağnaz baskı” da devam ediyordu. Örneğin 1921’de TBMM’de kadınlara peçe zorunluluğu tartışılmış ve süslü giyinme yasağı getirilmek istenmişti. Evlenecek çiftlerin doktor muayenesi söz konusu olduğunda da bazı milletvekilleri kadınların erkek doktora muayene edilmesinin doğru olmadığını savunmuştu. 1921 Maarif Kongresi’nde kadınların erkeklerle aynı salonda bulunmaları tartışma yaratmıştı. Nisan 1923’te kadınların nüfus sayımında sayılması önerisi bile Meclis’te tepkiyle karşılanmış, 1924 Anayasası hazırlanırken kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi önerisi Meclis’te reddedilmişti.
Gerçek şu ki Türk kadını, tüm medeni ve siyasal haklarını Atatürk sayesinde Cumhuriyetle elde etti. Atatürk, yıllarca sabır ve kararlılıkla yakın arkadaşları başta olmak üzere tüm Meclis’i, tüm ulusu buna hazırladı.
Atatürk’ün kadın devrimi
İsmet İnönü’nün deyişiyle Atatürk’ün “en ileri iki devriminden biri harf devrimi, diğeri kadın devrimi”dir. (Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, s. 47)
Atatürk, her fırsatta kadınerkek eşitliğine, kadınların hak ve özgürlüklerine vurgu yapmış, erkek egemen toplumu kadın hakları konusunda bilinçlendirmeye çalışmıştı. Örneğin 31 Ocak 1923’te İzmir’de şöyle demişti:
“ ...Bir toplum, cinsinden yalnız birinin zamanın gereklerini kazanmasıyla yetinirse o toplum yarıdan fazla eksiklik içinde kalır. Bir millet gelişmek ve medenileşmek isterse özellikle bu noktayı temel olarak kabul etmek mecburiyetindedir. Bizim toplumumuzun başarısızlığının nedeni, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır... Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün gereklerinden biri de kadınlarımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız da ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğrenim derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”
Atatürk, kadın devrimi konusunda da “aşama aşama” ilerledi.
1924 tarihli “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile kadın ve erkeğin eşit eğitim öğrenim imkânlarından yararlanması sağlandı. Kız çocuklarının okutulması için gerekli altyapı hazırlandı, aralarında kız enstitülerinin de olduğu yeni okullar açıldı.
1925 tarihli “Şapka Kanunu” ile gerçekleştirilen “Kılık Kıyafet Devrimi” kadınlara giyim koşum konusunda yasal bir zorunluluk getirmemekle birlikte belediyeler, çağdaş kılık kıyafet konusunda tavsiye kararları aldı. Türk kadını yüzyıllar sonra Cumhuriyet sayesinde özgür biçimde giyinebildi, çağdaş yaşama katılabildi.
1926 tarihli “Medeni Kanun” ile kadınlar evde, okulda, mahkemede, işte en temel medeni haklara kavuştu. Çok kadınla evlilik kaldırıldı, evlilik akdi için resmi nikâh şartı getirildi, evlenmede kadın ve erkek için yaş sınırı belirlendi ve çocuk yaşta evlenmeler yasaklandı. Ayrıca evlenmede ve boşanmada tek taraflılık ve keyfilik kaldırılarak kadının ve çocuğun hakları güvenceye alındı. Miras hukukunda kadın ve erkek eşitliği sağlandı.
Kadınlara seçme ve seçilme hakkı
“Türk Kadınlar Birliği”nin, 1927 seçimlerinin hemen öncesinde tüzüğüne kadınların siyasi haklar kazanmasını sağlamaya yönelik bir madde eklemesi kadınların seçme ve seçilme hakkı konusunun yeniden gündeme gelmesini sağladı. Birlik başkanı Nezihe Muhittin Hanım, kadınların siyasi haklarını kazanmaları için kampanya başlattı.
Atatürk, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verebilmek için toplumu buna hazırlamak gerektiğini biliyor ve bunun için çalışıyordu. 1930 yılında Afet İnan imzasıyla yayımlanan ve ortaokullarda okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında “kadının siyasi yetersizliğine mantıki bir sebep yoktur” diye yazdı. Ülkede demokrasinin kurulabilmesi için kadınların siyasal haklara sahip olması gerektiğini belirtti. Atatürk bu arada yakın çevresindeki bazı isimlerin, kadınların siyasal hakları için çalışmalarını istedi. 1930’da Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan “İntihap” (Seçim) ve Necip Ali Küçüka da “Kadın Hukuku” adlı kitaplar yazdılar. 1930 yılında Atatürk, manevi kızı Afet İnan’ın kadınların seçme ve seçilme hakkı konusunda konferanslar vermesini istedi. Afet İnan’ın Türk Ocağı’nda verdiği kadınların siyasal hakları konulu konferans, özellikle TBMM’de Belediye Kanunu’nun görüşüldüğü 3 Nisan 1930’a denk getirildi.
Cumhuriyet Meclisi;
3 Nisan 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanıdı.
26 Ekim 1933’te kadınlara köy ihtiyar heyeti ve muhtar seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanıdı.
5 Aralık 1934’te de kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanıdı. Kadınlar bu haklarını ilk kez 8 Şubat 1935’teki milletvekili seçimlerinde kullandılar.
Başbakan İsmet İnönü, Meclis’te kadınlara seçme ve seçilme hakkının verildiği kanunun gerekçesini açıklarken “Türk Devrimi denilince bunun kadının kurtuluş devrimi olduğu beraber söylenecektir” dedi. (TBMM Zabıt Ceridesi, 5 Aralık 1934)
Atatürk de Türk kadınının milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde etmiş olmasından duyduğu memnuniyeti şöyle ifade edecekti:
“Belediye seçimlerine katılarak siyasi yaşamda kendini deneyen Türk kadını, şimdi genel seçimlere katılırken hakların en önemlisini kullanmaktadır. Pek çok uygar ülkede kadınlara tanınmayan bu hak, bugün Türk kadınının elinde bulunmaktadır. O, bu hakkı yetki ve ehliyetle kullanacaktır.”
(Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 118)
Türkiye’de 1935 seçimlerinde 17 kadın milletvekili seçildi. İlk ara seçimde bir kadın milletvekili daha seçilince 1935’te TBMM’ye 18 kadın milletvekili girmiş oldu.
Atatürk Türkiye’sinin kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı verdiği 1934’te dünyada birçok ülkede kadınların siyasal hakları yoktu. Siyasal haklara sahip olan kadınlar da bu uğurda çok uzun ve yıpratıcı mücadeleler vermişti.
Türkiye’den önce kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme hakkı veren bazı ülkeler: ABD (1868/1920), Yeni Zelanda (1893/1919), Avustralya (1902), Finlandiya (1906), Norveç (1907/1913), Danimarka ve İzlanda (1915), Kanada, (1917/1920), Almanya, Rusya Federasyonu (1918), İrlanda (1918/1928), İngiltere, (1918/1928), Lüksemburg, Hollanda (1919), Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, İsveç (1921), Güney Afrika -sadece beyazlar- (1930), Şili, İspanya, Portekiz (1932).
Türkiye’den sonra kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren bazı ülkeler: Bulgaristan, Fransa (1944), İtalya (1945), Japonya (1945/1947), Arjantin (1947), Belçika, İsrail (1948), Çin (1949), Yunanistan (1952), İran (1963), İsviçre (1971). (Sibel Duroğlu, Türkiye’de İlk Kadın Milletvekilleri, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Anabilim Dalı (Yayınlanmamış) Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007 s. 49-50, 179-181)
1935’te TBMM’ye giren 18 kadın milletvekilinin tüm milletvekillerine oranı yüzde 4.5’ti. Bu oran yakın zamanlara kadar Türkiye tarihindeki en yüksek orandır. Fransa, Belçika, İtalya, İsviçre gibi bazı Batılı ülkelerin kadınları henüz seçme ve seçilme hakkına bile sahip değilken Türkiye, Meclis’te kadınların temsil oranı bakımından dünyada Finlandiya’dan sonra 2. ülkeydi. 1935’te yüzde 4.5 ile Meclis’te kadın temsil oranı bakımından dünyada 2. sırada olan Türkiye, 2008 yılı itibarıyla 127. sıraya gerileyecekti. (Duroğlu, s. 123, 125, 130)
Kadınların sevinci
Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi üzerine Kadın Birliği, 7 Aralık 1934’te İstanbul’da bir miting yaptı. Miting için gelen kadınlar arasında şehir meclisi üyelerinden Nakiye (Elgün), Vali Muhiddin Üstündağ’ın eşi, Kadınlar Birliği Reisi Latife Bekir ve umumi kâtibi Aliye Esat dikkat çekiyordu. Kadın Birliği’nin İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda yaptığı miting İstiklal Marşı’nın çalınmasıyla başladı.
Konuşmacılardan şehir meclisi üyesi Nakiye Hanım, “Bugün bütün dünyaya karşı Türk evladını tertemiz ortaya çıkaran, Türk kadınına bütün haklarını veren ulu önderimiz Atatürk’e şükranlarımızı bildirir telgraflar çekeceğim, müsaade verir misiniz?” demiş ve bu sırada büyük bir alkış sesiyle yankılanan meydanda bandonun da katılımıyla 10. Yıl Marşı okunmuştur.
Atatürk’ün Türk kadınına verdiği haklar dünya kadınlarının da dikkatini çekti. 12. Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi, 18-24 Nisan 1935’te İstanbul’da toplandı. O kongreye katılan Romanya temsilcisi A. Cantacuzene şöyle demişti: “Dünyada yeni bir dönem başlatan Atatürk, Türk kadınına verdiği haklarla anayı hak ettiği yüksekliğe eriştirdi. Batı’ya verdiği bu dersin unutulması mümkün değildir.”
Sinan Meydan / Cumhuriyet
Not: Geçen hafta, Cumhuriyetimizin 100. yılı etkinlikleri kapsamında Kanada Toronto’daki Ankara Kitaplığı’nın davetlisi olarak Toronto’da Atatürk’ü ve Cumhuriyeti anlattım. Türkiye’den binlerce km uzakta Kanada’da Atatürk’ü ve Cumhuriyeti anlatmamı sağlayan Ankara Kitaplığı’na teşekkür ediyorum.
2024: Yüksek enflasyon, yüksek faiz, yüksek işsizlik yılı + Arjantin, Hollanda, Türkiye: Kriz, delilik, umut (Fatih Yaşlı-soL)
2024: Yüksek enflasyon, yüksek faiz, yüksek işsizlik yılı
Burayı gören, emekçi sınıfların buradan yükselecek öfke ve hoşnutsuzluğu politize edebilen bir sol siyaset, topluma yeniden sokağı hatırlatabilir, statükoyu sarsabilir, taşları yerinden oynatabilir.
Düşmanın en tehlikeli olanı kendisini objektif, tarafsız, nesnel, bilimsel diye sunandır. Bunların ekonomist olanları size mütemadiyen ve uzun uzun ekonomi biliminin rasyonel kurallarından, kaynakların kıtlığına mukabil ihtiyaçların sınırsızlığından, ekonominin müdahale edilmediği sürece kendiliğinden dengeye geleceğinden, piyasanın gizli elinden, piyasa ekonomisinin faydalarından, insanın özü itibariyle bencil olduğundan, faizlerin artırılması zorunluluğundan, ücretlerdeki artışın enflasyona yol açacağından, acı ilacı içme mecburiyetinden, enflasyonla mücadele etmek için hepimizin fedakârlık yapması, kemer sıkması gerekliliğinden söz ederler. Kendilerinin söyledikleri bilimseldir, buna itiraz edenler ise dünyaya ideolojinin gözlüğüyle bakmaktadır. Kendileri rasyoneldir, karşısındakiler ise popülizm yapmaktadır. Kendileri gerçekçidir, onun gibi düşünmeyenler ise romantik hayalperestlerdir…
Bunlar her asgari ücret artışı dönemi geldiğinde “asgari ücrete zam yapmayın” diyemedikleri için “maaş zamları enflasyonu artıracak, enflasyon da maaşları eritecek” diye feveran ederler, enflasyonun faturasını bizzat enflasyonun yoksullaştırdığı emekçi halkın üzerine yükledikleri gibi bir de enflasyonla mücadele için ondan fedakârlık beklerler. Enflasyondan kurtulmak için acı ilacı içmemiz, kemerlerimizi sıkmamız, sabretmemiz gerekmektedir. Çünkü enflasyonla mücadele zorlu bir süreçtir, hemen sonuç almak mümkün değildir, sonuç alındığında ise bu hepimiz için iyi olacaktır.
Muhalifliği kendinden menkul olan ve aslında sömürü düzeninin en işe yarar aparatı işlevini gören, kitlelerin düzene yönelik rızasını yeniden üreten, onları “ekonomi biliminin rasyonel kuralları” karşısında hizaya dizen, alık muhalifleri kafalayarak onlara hangi sınıfa mensup olduklarını unutturan bu tür figürlerin en popülerlerinden biri, geçtiğimiz günlerde enflasyonu kansere, faiz artışlarını da kemoterapiye benzeterek “kendimiz ettik, kendimiz bulduk, şimdi buna katlanacağız” diyor ve Mehmet Şimşek programına en başından beri verdiği desteği devam ettiriyordu.
Peki oradaki “biz” kimdi, neden kendimiz etmiş ve kendimiz bulmuştuk, ne yapmıştık mesela? Enflasyondaki artışa yol açan politikalar da enflasyonla mücadele programı da eninde sonunda hepimizi aynı şekilde etkilemiyorsa, yaşanan bölüşüm kriziyle birlikte zenginler daha da zenginleşip yoksullar daha da yoksullaştıysa ve acı ilaç şimdi bir kez daha halka içiriliyorsa, neden “biz”den bahsediyorduk?
Enflasyonun düşüklüğü, yüksekliği, enflasyonla mücadele yöntemleri, rasyonel denilen tercihler, bilimsel denilen uygulamalar, bunların hepsi eninde sonunda sınıfsaldır; çünkü ekonomi eninde sonunda üretilen zenginliğin nasıl bölüşüleceğine ilişkindir. Sermayenin temel içgüdüsü ise hep daha fazla kâr elde etmek, yani üretilen zenginliğin daha büyük kısmını ele geçirmektir. Kapitalist devlet de bunun için vardır; devlet sermayenin uzun vadeli çıkarlarını garanti altına alır, izlediği politikaları buna göre belirler.
Dolayısıyla “biz” bir palavradan ibarettir; emekçilerin, yani çoğunluğun ürettiği zenginliğe küçük bir azınlığın el koyduğu, azınlığın çoğunluğu sömürdüğü, enflasyonun da verginin de asıl yükünü emekçilerin sırtlandığı, sermaye sınıfına ise her türlü imtiyaz ve istisnanın tanındığı bir düzende “biz” olmaz, olamaz.
Velhasıl, zenginliği bölüşürken adil olmayanların ve “biz”den söz etmeyenlerin, iş faturayı ödemeye gelince “biz” demeye başlamaları en hafif tabirle sahtekârlıktır, üçkâğıtçılıktır.
4 Aralık Pazartesi günü TÜİK resmi enflasyonun yüzde 61.9’a ulaştığını açıkladı; yani fiyatlar genel düzeyinin geçen yıla kıyasla yüzde 62’ye yakın arttığını söyledi. Kuşkusuz herkes bu resmi enflasyonun ötesinde gerçek enflasyonun ne olduğunu biliyor, özellikle gıda enflasyonundaki durumu bütün yakıcılığıyla yaşayarak görüyor; dahası gelir düştükçe enflasyon da daha sert hissediliyor. Yani enflasyonun hayatlarımız üzerindeki etkisi dahi sınıfsal, zenginin enflasyonu ile yoksulun enflasyonu aynı değil.
Enflasyonun bu seviyelere gelmesi ise hiç de yukarıda sözünü ettiğimiz holding profesörlerinin iddia ettiği gibi iktidarın beceriksizliğinin, iş bilmezliğinin sonucu değil. Bilakis, enflasyon daha önce defalarca söylediğimiz üzere bile isteye fırlatıldı. Faizlerin aşağı çekilip kurun yukarı hareketlendirilmesinin nedeni hem patronlara ucuz kredi sağlamak hem de emek maliyetlerini döviz bazında aşağı çekmekti, buna yüksek enflasyonun eşlik etmesi ise kaçınılmazdı. Yani enflasyon, çarkların döndürülmesi ve yoksuldan zengine bir servet transferi gerçekleştirilmesinin doğal bedeli olarak görüldü. Bunun sonunda da ortaya bir “bölüşüm şoku” çıktı, işsizlik belli bir seviyede tutulabildi ama halk çok hızlı bir şekilde yoksullaştı, gelir dağılımı alt üst oldu.
Ancak bu politika sürdürülebilir değildi; çünkü sonuç sadece enflasyon olmadı, Merkez Bankası’nın rezervleri de bu süreçte hızla eridi, döviz yokluğu ve ödemeler krizi kapıya dayandı. İşte o noktada geri adım geldi, Erdoğan nası falan unuttu ve Mehmet Şimşek’le Gaye Erkan’ı göreve çağırdı. Nasa değil ama neoliberalizme iman etmiş bu ikilinin elindeki reçetenin ne olduğu ise belliydi: Enflasyonla mücadele için talebin kısılması gerekiyordu, bu da acı ilacın halka içirilmesi, halkın kemerlerini bir kez daha sıkması anlamına geliyordu.
Bu nedenle faizler hızla yükseltildi, vergiler hızla artırıldı, enflasyon geçici olduğu düşünülen bir süreliğine körüklendi ve tüm bunların toplamı olarak halkın reel alım gücü bir kez daha azaldı. Yani çarkların dönmesi adına enflasyon serbest bırakıldığında da olası bir döviz krizine karşı enflasyonla mücadele kararı alındığında da kaybedenler hep emeğiyle geçinenler, emekçiler oldu.
Bugün gelinen noktada, enflasyonla mücadele adı altında halkın yoksullaştırılmasına yönelik bu politikaların daha da derinleştirileceği anlaşılıyor. Enflasyonun yüksek seyrinin önümüzdeki yıl da devam edeceği ortadayken Erdoğan’ın asgari ücrete artık senede bir kez zam yapılacağını söylemesi tam olarak bununla ilgili. Enflasyondaki hızlı artış nedeniyle senede iki kez yapılmaya başlanan zam artık bir kez yapılacak ve böylece zaten açlık sınırındaki asgari ücret 2025 yılının Ocak ayına kadar çoktan eriyip gitmiş olacak.
Bu ise bir yandan sermayenin “hedef enflasyona göre ücret” hayalinin önünü açacak, öte yandan da bu vesileyle memur ve emekli maaşlarının yılda sadece bir kez artması gündeme gelecek. Dahası ülkedeki çalışan nüfusun önemlice bir bölümü asgari ücret seviyesinde çalıştığı için özel sektördeki zam artışları da buna uygun bir seyir izleyecek.
Velhasıl, 2024 yoksulluğun katmerlendiği bir yıl olacak ama sadece bu değil. İzlenen faiz artışı ve parasal sıkılaştırma politikalarının neticesi olarak çarklar yavaşlayacak ve bu da beraberinde hızlı işten çıkarmaları ve işsizlikteki artışı getirecek. Bunun sinyalleri daha şimdiden gelmeye başladı bile; hem büyüme oranları hem sanayi ve ihracat endeksleri gidişatın nereye doğru olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Yani Türkiye ekonomisi yüksek faizi, yüksek enflasyonu ve yüksek işsizliği bir arada yaşayacak, sömürü de yoksulluk da sefalet de katmerlenecek.
Tüm bunları niye anlatıyorum peki? Ah vah etmek, enseyi karartmak, öldük, bittik, mahvolduk demek için değil elbette.
2024 AKP’nin üzerinde yükseldiği ana kolonların, yani düşük faizin, düşük enflasyonun, düşük işsizliğin bir bütün halinde çatırdamaya başladığı, buradaki çatırdamanın bütün toplumu sarstığı bir yıl olacak. Evet ülkede emek örgütsüz, evet sendikalar güçsüz, bir kısmı da satılmış ama bu kolonların çatladığı bir toplumun ilanihaye suskun kalma, ses çıkarmama ihtimali bir hayli zayıf.
Burayı gören, emekçi sınıfların buradan yükselecek öfke ve hoşnutsuzluğu politize edebilen bir sol siyaset, topluma yeniden sokağı hatırlatabilir, statükoyu sarsabilir, taşları yerinden oynatabilir. Türkiye’de siyaset sınıfın yokluğunu, sınıfın eksikliğini yaşıyor, başımıza ne geliyorsa da bu yüzden geliyor. Sınıfın bir kere sahneye çıkması durumunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmek için ise kâhin olmak gerekmiyor.
/././
Arjantin, Hollanda, Türkiye: Kriz, delilik, umut
Eğer dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfı siyaset sahnesine çıkmaz ve duruma müdahale etmezse bu gidişat durdurulamayacaktır.
Geçen hafta Arjantin ve Hollanda’da iki “deli” seçimlerden zaferle çıktı. Arjantin’de Havier Milei ve Hollanda’da Geert Wilders, insanlığın binlerce yıllık birikimine ve insan aklına hakaret anlamında birer “deli”dirler. Delilerin hem piyasacı hem ırkçı olması ise elbette ki tesadüf değildir; kapitalizmin krizi döner dolaşır insanlığın başına yeni belalar sarar, “deli”leri iş başına getirir.
Arjantin uzunca bir süredir enflasyonla boğuşuyor, halk giderek yoksullaşıyor, sadece ekonomik değil politik de bir kriz yaşanıyor ve bu çoklu kriz konjonktürünü düzenin yaşadığı hegemonya krizi taçlandırıyordu. Enflasyon ve yoksulluk eğer devrimci bir alternatif ortaya çıkmazsa toplumu çürütür, düzene yönelik öfke devrimciler tarafından politize edilmezse faşizm tarafından politize edilir, meşruiyet krizini sol çözemezse sağ çözer. Milei tam olarak bunu yaptı, halkın öfkesini aldı sosyal yardımları kesme, kamuya ait bütün varlıkları özelleştirme, organ ticaretini serbest bırakma, merkez bankasını kapatma gibi “delice” vaatlerle birleştirerek iktidar oldu. Kriz, bizzat sermaye düzeninin uzun vadeli aklını tedirgin edecek derecede sermayeci bir “deli”nin Arjantin’in başına geçmesiyle sonuçlandı.
Hollanda ise bütün bir Avrupa gibi hala daha 2008 krizinin sancılarını yaşamaya devam ediyor ve bu kriz kendisini göçmen ve yabancı düşmanlığında somutlaştırıyor. Bugün Batı dünyasında sağ popülizmin ya da neo-faşizmin siyasal ve toplumsal güçlenme zeminini göç meselesi ve göçmenler oluşturuyor. Kapitalizm dünya ölçeğinde gelir dağılımını alt üst ettikçe ve yoksul ülkeler daha da yoksullaştıkça “yeryüzünün lanetlileri” geçmişin kavimler göçü misali Batı’ya akın ediyor. Bu göç dalgası bizzat Batılı emekçi sınıfların yoksulluğuyla birleşince ortaya bugün yaşanan kriz çıkıyor. Komünist, sosyalist, devrimci hareketlerin yokluğunda, Batı solu yüzünü bütünüyle kimlik siyasetine dönmüşken ve sınıf siyasetini unutmuşken, sağ popülizm ve neo-faşizm ortaya çıkan boşluğu dolduruyor. Faşizm bir kez daha halkın düzene yönelik öfkesini manipüle ediyor, başka bir yere yönlendiriyor ve düzen açısından tehlike arz etmeyeceği varsayılan bir düzleme yerleştiriyor.
Arjantin ve Hollanda’da son örneklerini gördüğümüz şekilde dünya ölçeğinde yaşanan krizin dünya ölçeğinde bir deliliğe doğru evrilmesinin nedeni solun yokluğudur. Küresel kapitalizm, yoksulluk, enflasyon, iklim, göç, temsil, meşruiyet gibi sayısız başlıkta ortaya çıkan çoklu bir kriz konjonktürünü yaşarken, solun ve işçi sınıfının siyaset sahnesindeki yokluğu dünyayı bir delilik haline sürüklüyor. Troçki Nazizm’in iktidara gelişiyle ilgili olarak “komünist parti devrimci umudu örgütlüyorsa, faşizm de karşı-devrimci umutsuzluğu örgütler” minvalinde bir şey söylemişti. Bugün dünyada komünist hareketin yokluğunda faşizm toplumların umutsuzluğunu ve öfkesini örgütlüyor, solun yokluğu dünyanın karşı-devrimci deliliğinin temelini oluşturuyor.
Türkiye elbette ki bu küresel tablonun dışında değil, Türkiye’nin karşı-devriminin de farklı şekillerde tezahür eden delilik halinin de gerisinde Türkiye’nin sermaye düzeninin krizi bulunuyor. Bu düzenin sembol ismi Rahmi Koç geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda Türkiye’de 5.5 milyon devlet memuru olduğunu, oysa devletin 2 milyon kişiyle de çalışabileceğini söylüyordu. Koç’un sözleri, Türkiye sermaye sınıfının 12 Eylül’den beri aynı yerde durduğunu gösteriyor.
Çünkü önce 24 Ocak Kararları, ardından da 12 Eylül’le birlikte Türkiye neoliberal talana açıldı ve özelleştirme ideolojisi toplumun geniş kesimlerine benimsetildi. Devlete ait iktisadi kurumların verimsiz çalıştığı, buraların birer arpalık haline getirildiği, memurların aslında çalışmayıp havadan para kazandığı, her şeyin özelleştirilmesi gerektiği gibi iddialarla kamuculuğun zemini ideolojik düzlemde aşındırıldı. Yani sermaye sadece fabrikaları, sahilleri, madenleri gasp etmedi, insanımızın aklını da gasp etti ve aklın gaspı kamusal olanın gaspının, kamusal mülkiyetin özel mülkiyet tarafından çalınmasının zeminini hazırladı.
Oysa örneğin Koç’un ve liberal ahmaklığın “sorun” olarak gördüğü kamu çalışanı sayısını gelişmiş kapitalist ülkelerle kıyasladığımızda bambaşka bir sonuca varıyoruz. DİSK-AR’ın raporuna göre Türkiye’de toplam istihdam içerisinde kamunun payı yüzde 13.4 iken bu oran liberalizmin kalesi ABD’de bile yüzde 15 seviyesinde. OECD ülkelerine baktığımızda ise bu oranın ortalama 18.4 olduğunu görüyoruz. Yani Türkiye’de kamu çalışanı sayısı piyasacı aklın iddiasının aksine fazla falan değil.
Buradan devam edelim, Türkiye’de devletin küçültülmesi söyleminin en büyük dayanaklarından biri olan devletin ekonomi içerisindeki payının yüksek olduğu iddiası da bir palavradan ibaret. Çünkü yine DİSK-AR’ın raporundan öğreniyoruz ki kamu harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Harcamalar (GSYH) içerisindeki payı bizde yüzde 35.8 iken, bu oran İngiltere'de yüzde 46.5; Fransa'da yüzde 58.1; Almanya'da yüzde 49.7 ve İtalya'da yüzde 56.7'dir. Yani bu dört gelişmiş kapitalist ülkede de devlet, bizimkinden “büyük”tür ve dolayısıyla liberal ahmaklığın Türkiye’de devletin çok büyük olduğu ve küçültülmesi gerektiği yönündeki iddiası sermaye düzeni adına uydurulmuş bir masaldan ibarettir.
Kamu harcamalarının Batılı ülkelere kıyasla düşük olduğu açık bir şekilde ortadayken, buna bir de sosyal harcamalara ayrılan payın yetersizliği eklenmelidir. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde sosyal harcamaların GSYH içerisindeki payı yüzde 20’nin üzerindeyken Türkiye’de bu oran 2020’deki 17.6 seviyesinden bugün yüzde 14.5 seviyesine gerilemiştir. Dolayısıyla Türkiye’de milyonlarca kişinin yoksulluğunun yönetimi adına bir sadaka devleti inşa edilmiştir ama ortada sosyal devlet yoktur.
İşte bu durum, yani Türkiye ekonomisinin 24 Ocak sonrası içerisine düştüğü neoliberal talan, devletin küçültülmesi ve özelleştirme ideolojisi, sermayenin karşı-devrimi derinleştirmesine, Türkiye’nin İslamcı kadrolara teslim edilmesine ve Cumhuriyet’in çökertilmesine neden olmuştur. Sermaye düzeni kendi krizini öteleyebilmek adına dinci gericiliğe muhtaçtır. Ucuz Türk Lirası, ucuz emek ve güvencesiz çalışma üzerine kurulu ihracata dayalı birikim rejimi, emeğin kontrolü ve yoksulluğun yönetimi görevini siyasal İslam’a vermiştir ve o da 21 yıldır bu görevi başarıyla ifa etmekte, karşı-devrimi kalıcı hale getirmeye çalışmaktadır.
Öte yandan karşı-devrim kendi krizini bir türlü çözememektedir. Toplumun en az yarısı dinci gericiliğin toplumsal mühendislik projesinin karşısındadır ve bu da meşruiyet krizini derinleştirmektedir. Önce çarkların dönmesi adına sonra da enflasyonla mücadele adına geniş halk kesimleri yoksullaştırılmış ve ortaya korkunç bir bölüşüm krizi çıkmıştır. AYM, Yargıtay, yüzde 50+1 ve yeni anayasa tartışmalarında görüldüğü üzere rejim kendi krizini yaşamaktadır. Sığınmacı/göçmen meselesi partiler üzeri bir karakter kazanarak yaygınlaşmış ve yükselen milliyetçilikle birlikte patlamaya hazır bir bomba haline gelmiştir. Yasadışı bahis, kara para, şike, rüşvet, internet fenomenleri, futbolcuların kaptırdıkları paralar, uyuşturucu… Tüm bunlardan ortaya saçılan irin, yaşanan büyük yoksullukla birleştiğinde toplumda bir yandan çürümeye bir yandan da büyük bir öfkeye yol açmaktadır. Yani Türkiye’de düzen de rejim de derinleşmesi son derece muhtemel ve çoklu bir krizin içerisindedir.
Bu çoklu kriz kuşkusuz kendi “deli”lerini de yaratacaktır ama Türkiye’nin farkı, zaten işbaşındaki iktidarın dereceleri farklı olmakla birlikte dünyadaki sağ popülist akımların erken örneklerinden birini oluşturmasıdır. Dolayısıyla iktidardaki İslami popülizm halen daha düzene yönelik öfkeyi soğurabilmekte, etkisizleştirebilmektedir. Buna rağmen alttan alta Avrupa’daki sağ popülist, neo-faşist akımların benzeri bir akım gücünü ve etkisini artırmakta, özellikle genç kuşaklar arasında büyük ilgi görmektedir. Şimdilik seküler milliyetçilik olarak adlandırdığımız bu akım eğer kendi gerçek “deli”sini, yani kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir figürü bulabilirse, yakın gelecekte Türkiye siyasetinin en etkili öznelerinden biri haline gelecektir.
Velhasıl, Türkiye de tıpkı tüm dünyada olduğu gibi düzenin çoklu kriziyle karşı karşıyadır ve Türkiye de yaşanan küresel delilik halinin ve insanlığın karanlık bir çağa doğru doludizgin gidişinin parçasıdır; solun yokluğu, dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de deliliğinin esas nedenidir. Eğer dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfı siyaset sahnesine çıkmaz ve duruma müdahale etmezse bu gidişat durdurulamayacaktır. Devrim umudun, karşı-devrim ise umutsuzluğun örgütlenmesidir. Bize düşen bu gidişatı durdurmak adına umudu örgütlemektir.
(Fatih Yaşlı-soL)
Kara paranın izini sürmek - Mustafa Durmuş / T24
Günlerdir medyada, "Fatih Terim Fonu" olarak adlandırılan onlarca milyon dolarlık dolandırıcılık ve bazı internet fenomenlerinin mal varlıklarıyla ilgili yazılı haberler ve TV programları yapılıyor. Hatta bazı TV programlarında araştırmacı gazeteciler, saatlerce, bir detektif gibi paranın izini nasıl sürdüklerini anlatıyorlar. Elbette böyle programların ratingi de oldukça yüksek oluyor.
Bu tür dolandırıcılık, yolsuzluk ve kara para aklama haberlerini ve programlarını yapmak, halkı bilgilendirmek anlamında, elbette önemli ama diğer yandan iş magazinleştirildiğinden, bir bakıma asıl büyük vurgunların, talanın, emek ve doğa sömürüsünün ve kara paranın kaynaklarının konuşulmasını da önlüyor. Toplumun önüne meşhur futbolcular ve internet fenomenlerinin karıştıkları bu tür olaylar konulduğunda dikkatler dağılıyor.
Açlık sınırının altında yaşamaya çalışan milyonlarca insan
Böylece, ülkedeki modern kölelik koşullarında, açlık sınırının altında bir asgari ücretle yaşamak zorunda bırakılan on milyona yakın işçinin uğradığı emek sömürüsü ve asgari ücret dahi alamayan emeklilerin sefaleti, buna karşılık bir yılda birkaç kat artan sermayedar kârları, birden fazla maaş alan iktidar bürokratları ve talan edilen doğanın üzerinden yaratılan ve iktidara yakın çevrelerce üleşilen büyük rantlar unutturuluyor.
Alt yapı projeleri, şehir hastaneleri, uyuşturucu ticareti ve Kuzey Irak petrolü
Ayrıca gerçek maliyetlerinin çok üzerinde fiyatlarla hayata geçirilen hava limanları, şehir hastaneleri, büyük köprüler, HES'ler gibi yap işlet devret ve kamu özel işbirliği projelerinin faturasının halka ödettirilirken, iktidara yakın sermaye gruplarının nasıl bu işlerden devasa servetler edindiği de unutturuluyor.
Keza, limanlarımızda yakalanan adrese teslim on milyonlarca dolarlık uyuşturucuyu Türkiye'nin 1,4 milyar dolar tazminat ödemeye mahkûm edilmesine neden olan ve B. Albayrak'ın ortağı olduğu bir şirketin adının da karıştığı Kuzey Irak petrolünün yasal olmayan bir biçimde son 10 yıldır Türkiye'ye taşındığı (1) ve tüm bunların kara paranın asıl kaynaklarını oluşturduğu ve bu paraların bir kısmının ülke içinde değişik şekillerde sisteme sokulurken, bir kısmının da "vergi cennetleri"nde tutularak "varlık afları"yla ülkeye getirildiği, böylece aklandığı gerçeğini de konuşamıyoruz.
Merkez Bankası'nın yok olan 128 milyar dolarlık rezervi
Üzerinden çok uzun yıllar geçmedi. Merkez Bankası'nın yok olan 128 milyar dolarlık döviz rezervlerini hatırlayalım. Bunun aslında yok olmadığı ve önemli bir kısmının arka kapıdan kamu bankaları aracılığıyla düşük kurdan bazı sermaye çevrelerine satıldığı ileri sürülmüştü.
Ayrıca iktidara yakın ve çoğunluğu siyasal İslamcı ve milliyetçi dernek ve vakıflara kamu bütçesinden milyarlarca liralık transfer yapıldığı da ortaya çıkmıştı. Keza devasa bir varlığı bünyesinde bulunduran, ancak Sayıştay tarafından dahi denetlenemeyen T. Varlık Fonu hala yürürlükte.
"Aile ve Gençlik Fonu": Yeraltı kaynakları da hedefte
Son günlerde bunlara bir yenisi daha eklendi zira "Aile ve Gençlik Fonu" kuruldu ve bu fona çok sayıda vergi muafiyeti ve istisnası tanındı. Keza Fon'a gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerince yapılan nakdî bağış ve yardımların tamamının gelir veya kurumlar vergisi matrahından indirilebilmesi olanağı sağlandı.
Ancak Fon'un en önemli gelirinin (özetle) Türk Petrol Kanunu kapsamında tahsil edilen devlet hissesinin ve Maden Kanunu kapsamında tahsil edilen devlet hakkının yüzde 20'sinden oluşması (2) ve bu fonun ne tür projelere ve kurumlara destek vereceğinin açıkça belirtilmemiş olması, iktidar blokunun artık kıyılar, ormanlar gibi yerüstü kaynaklarıyla yetinmeyerek, yeraltı kaynaklarına da göz diktiğinin ve bu Fon'u neo-liberal siyasal İslamcı rejimi toplumsallaştırmanın bir aracı olarak kullanacağının bir belirtisi olarak da görülmeli.
Çürüme 1980'lerde başladı
Muhtemelen gelinen nokta itibarıyla, ülkede hiçbir zaman "yoksuldan, emekçiden alınıp, zengine, sermayedara verme" biçimindeki bir zengin-sermayedar seviciliği bu boyutlara erişmedi. Belli ki "benim memurum işini bilir" diyen eski CB Turgut Özal'ın 1980'li yıllarda ettiği meşhur "ben insanın zenginini severim" sözü artık bütünüyle ete kemiğe bürünmüş durumda.
Özetle, özellikle de 1980'li askeri diktatörlük ve Özallı yıllardan bu yana, başlayan ve kamusal olan her şeyin giderek yok edilmesi, özelleştirilmesi ve bu yapılırken de insani, bireysel ve toplumsal etik değerlerin çürütülmesi 1990'ların ortalarında Başbakan Tansu Çillerli yıllarda devam etti ve son olarak AKP'li 21 yılda zirveye çıktı.
Bu süreçte hem fiziki ve fiziki olmayan müştereklerimiz hem de para, maliye, kur politikaları, sosyal politikalar, Merkez Bankası, kamu bankaları başta olmak üzere sosyal ve ekonomik hayatımızı etkileyen tüm politikalar ve kurumlar iktidarı ellerinde tutanların ve çevresindeki sermaye gruplarının lehine kullanıldı. Ülkede adeta bir "rant ekonomisi", bir "rantiye devlet" ve "ahbap-çavuş-akraba kapitalizmi" yaratıldı. Bir mafya liderinin ifşaatları ise, ülkedeki devlet-mafya-sermaye üçgeninin ve burada ortaya çıkan yolsuzlukların ne kadar yaygın ve derin olduğunu gösterdi.
"İlk Günah"
Son 21 yıla odaklanalım ve bazı uygulamaları hatırlayalım. 2003 yılında, yani AKP iktidarının daha ilk yılında "nereden buldun" uygulamasına son verildi. Oysa bu uygulama tıpkı 1996 yılında kaldırılan "ortalama kâr haddi ve asgari hasılat esası" ya da 2001 yılında kaldırılan "hayat standardı" uygulaması gibi vergi kaçıranları yakalamaya dönük bir vergi güvenlik ve oto kontrol düzenlemesiydi. Vergi kaçıranlara "bu serveti nasıl yaptın" sorusunun sorulmasını sağlıyordu. Bu uygulamaya son verilmesi adeta "İlk Günah" gibiydi.
Yurt dışından döviz cinsinden kredi getirilmesi
İkinci olarak, Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki 32 Sayılı Kararda 2008 ve 2009 yıllarında yapılan değişikliklerle sermaye hareketlerinin önündeki tüm engeller kaldırıldı. Böylece Türkiye'de yerleşik ve yurt dışında yerleşik kişilerin bankalar vasıtasıyla döviz transfer etmeleri serbest hale getirildi. Kısaca Türkiye'de yerleşik kişilerin (döviz gelirleri olmasa da) yurt dışında yerleşik kişilerden döviz kredisi temin etmelerinin önü açıldı. Oysa yurt dışından bireysel döviz kredisi kullanmanın kara para aklamanın yollarından biri olduğu pek ala biliniyordu.
Kara para trafiğinin rotası "vergi cennetleri"
Üçüncü olarak, büyük çaptaki yolsuzluklar, kara para ve rüşvet üçgenindeki operasyon mekânlarının başında "vergi cennetleri" geliyor. Diğer taraftan dünyada bir süredir vergi cennetleri uygulamasına karşı önlemler alınırken, bizde siyasal iktidar, Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 2006 yılından bu yana yürürlükte olan 30/7 maddesine rağmen, hala bu cennetlerin listesini yayınlamadığı için Türkiye ile vergi cennetleri arasındaki para trafiği sürüyor. Bu ve benzeri nedenlerle ülke hala "Gri Liste" de tutuluyor.
Vergi cennetlerinde Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşı süper zenginlerin tuttukları paranın miktarı ise dudak uçurtuyor. Yurt dışı kaynaklı bilimsel bir araştırmaya göre, T.C. vatandaşı bireylerin ve Türkiye'de yerleşik şirketlerin yurt dışında tuttukları servetlerin tutarı (o yıl itibarıyla) ülke milli gelirinin beşte biri büyüklüğüne erişmiş durumda (150-170 milyar dolar). (3)
Arka plandaki neo-liberalizm
Bu, toplamda 40 yılı aşan sürecin asıl belirleyicisi kuşkusuz, devlet, siyaset, ekonomi, toplum ve birey üzerindeki etkileriyle neo-liberalizmdir. Çünkü neo- liberalizm sadece toplumun çoğunluğunun güvencesizliğini değil, aynı zamanda sosyal devletin işlevlerinin özelleştirilmesi ve metalaştırılması gibi neo liberalizmin temel araçları, "yolsuzluk" ve "suç" gibi ikiz sorunların ortaya çıkması için gerekli toplumsal koşulları da yarattı. Özel teşebbüsün de-regülasyonu (bütünüyle serbestleştirilmesi) ve devlet işlevlerinin özelleştirilmesi siyasal iktidar ile kapitalist sınıf arasındaki mevcut bağı daha da güçlendirdi.
Örneğin, devlet ihalelerinin özel teşebbüse verilmesi ve devlet düzenlemelerinin azaltılması, rüşvet, komisyon ve diğer transfer ödemelerinin yaygınlaşması için muazzam yollar açtı. Eş zamanlı olarak, artan yaşam güvencesizliği ve sosyal refahın içinin boşaltılması, uyuşturucu ticareti de dâhil olmak üzere birçok suçun hacmini artırdı. (4)
Resmin büyüğünde ne var?
Bu yazımızda kara para aklanması başta olmak üzere "mali suçlar" olarak da tanımlanan, bireysel ve toplumsal etik değerlerin çürümesinin yanı sıra, çok büyük toplumsal zarara yol açan faaliyetlerin, hangi kanallardan gerçekleştiğini ya da hangi iktisadi göstergelerle bu tür olayların izlenebileceğini göstermeye çalışacağız.
Bunun için de asıl olarak şu göstergelere bakacağız: Finansal Gizlilik Endeksi, Net Hata ve Noksan Kalemi, Ülkeden yurt dışına illegal fon çıkışları ve ülkeye illegal fon girişleri, Varlık afları ve Uluslararası Yolsuzluk Endeksi.
1. Finansal Gizlilik Endeksinde Türkiye
Vergi Adalet Ağı tarafından hazırlanan Finansal Gizlilik Endeksi (5), "zengin bireylerin mali durumlarını gizlemelerine yardımcı olan, böylece de hukukun üstünlüğü kuralına aykırı davranarak suç işleyen otoritelerin sıralamasını yapan bir endeks" olarak tanımlanıyor.
Yani bu endeks, ülkesine ait finansal bilgileri kamuoyu ile paylaşmayan (gizli tutan) dünyanın en büyük finansal gizlilik sunucusu ülkelerini ya da otoritelerini teşhir eden bir endeks. Bu teşhir önemli zira finansal ya da mali durum gizliliği vergi kaçırmayı kolaylaştırıyor, kara para aklamayı mümkün kılıyor ve insan haklarına da zarar veriyor.
Endekste en yüksek sıralarda yer alan ülkeler, ev sahipliği yaptıkları operasyonlarda daha ketum, diğer ulusal makamlarla bilgi paylaşımında daha az ilgili ve uluslararası kara para aklama yasalarına daha az uyumlular. Açıklık eksikliği ve etkin bilgi alışverişinde bulunma konusundaki isteksizliği nedeniyle böyle bir "gizlilik" ülkesi, yasadışı para akışlarını yönlendirmek ve suç ve yolsuzluk faaliyetlerini gizlemek için çok daha cazip bir ülke olarak değerlendiriliyor. (6)
Türkiye (2022 yılında) sıralanan toplam 141 ülke arasında 59'uncu sırada bulunuyor. Gizlilik puanı 100 üzerinden 61 (FSI değeri 200). Ancak endekste "Diğer Servet Sahipliği" başlıklı bir gösterge var ki bu alanda Türkiye'de tam bir gizlilik söz konusu (100/100). Bu, gayrimenkul varlıkların, serbest limanlar veya antrepolar gibi benzer sitelerin yasal sahiplik bilgilerinin ve/veya intifa hakkına ait bilgilerin çevrimiçi olarak yayınlanmaması ile ilgili bir durum. Yani bu tür bir bilgiye erişebilmek imkânsız.
2. İllegal fon giriş ve çıkışları
İkinci gösterge dış ticaret yoluyla ülkeden yurt dışına illegal fon çıkışları (ve girişleri) ile ilgili bir gösterge.
IMF, Dünya Bankası ve BM gibi kuruluşlarca da tanınan, dünya çapında kabul görmüş Global Financial Integrity (GFI) adlı bir kuruluş yıllardır 134 azgelişmiş ekonominin 36 gelişkin ekonomi ve tüm dünya ile yaptığı ticaret sırasındaki fatura usulsüzlükleriyle ya da sahtekârlıklarıyla nasıl bir illegal fon akışının oluştuğunu raporluyor. Başka bir deyişle kuruluş dış ticaret sırasındaki faturaların değerleri arasındaki farklılıklardan hareketle ne kadar illegal para ya da servetin kaçırıldığını ortaya koymaya çalışıyor.
GFI'nın 2021 yılında yayımladığı son rapor (7) Türkiye'den kaynaklanan illegal sermaye çıkışlarının (ve girişlerinin) ne denli büyük olduğunu verilerle ortaya koyuyor. Böylece rapor bir yandan dolaylı bir biçimde ülkedeki yolsuzlukların yaygınlığına dikkat çekerken, oluşan bu fonların sistemin varlığını sürdürebilmesi için nasıl işlevsel olarak kullanıldığını da bize anlatıyor.
Türkiye yurt dışına en fazla illegal fon çıkartan 9'uncu ülke
Rapora göre, azgelişmiş ekonomilerin 36 gelişkin ekonomi ile yaptıkları dış ticarette ortaya çıkan değer farklılıkları açısından en yüksek değer farkına, dolayısıyla da en yüksek illegal fon akımlarına sahip ülkeler sıralamasında Türkiye (2018 yılında) 6'ıncı sırada (29,9 milyar dolar) ve 10 yıllık dönemde (2009-2018) 8'nci sırada (ortalama 25,4 milyar dolar) yer alıyor. Bu ticaret tüm dünyayı kapsadığında ise 2018 yılında değer farkı 50,7 milyar dolar ve 10 yıllık dönemde 44,2 milyar dolar oluyor. Böylece Türkiye 10 yılın ortalaması olarak 9'uncu sırada yer alıyor.
Kısaca ülkeden yılda ortalama en az 25 milyar dolarlık bir illegal fon ya da servet çıkışı gerçekleşiyor. 10 yıllık ortalama olarak, illegal fonların ülkenin 36 gelişkin ekonomi ile olan ticaretindeki payı yüzde 17,8 ve dünya ile olan ticaret içindeki payı ise yüzde 18,6. (8)
3. Net Hata ve Noksan Kalemindeki hızlı artışlar
Genel olarak kayıt dışı para ve kara para hareketlerini dolaylı bir biçimde izleyebilmenin yollarından biri de Ödemeler Dengesi Hesabındaki Net Hata ve Noksan kalemindeki değişikliklere bakmaktır.
Net Hata ve Noksan (NHN) kalemi bir ülkeye nereden geldiği ve nereye gittiği bilinmeyen paraların yazıldığı bir kalem. Bu kalem geçen yılsonu itibarıyla 26 milyar dolardan fazla verdi (cari açığın yarısından fazla). Bu nedenle de bu denli yüksek bir rakamı iyi niyetli hata ya da noksan işlemle açıklayabilmek mümkün değil.
Nitekim bu yönde tespitler IMF'nin son Türkiye raporunda da yer alıyor. Rapora göre (9), NHN kalemi geçen yıl tüm zamanların en yüksek seviyesine çıktı. Girişler Eylül 2022'ye kadar yaklaşık 25 milyar dolara veya GSYH'nin yüzde 2,9'una ulaştı. 2008'den bu yana kümülatif olarak 60 milyar dolara erişti. Bu girişler aynı dönemde dış finansman kısıtlamalarının gevşemesini sağladı ve cari açığın yüzde 65'inden fazlasının finanse edilmesine yardımcı olarak, döviz rezervleri ve lira üzerindeki baskıları hafifletti.
IMF'ye göre, çeşitli faktörler 2022'deki özellikle büyük NHN girişlerini açıklayabilir. Bunlar: "BIS verilerinin kapsamadığı yabancı bankalardan mevduat çekildi. Banka dışı yerleşiklerin ülkelerine geri dönmesinin yanı sıra varlık/vergi afları da dâhil olmak üzere Türk şirketleri ve hane halkları tarafından kayıt dışı yabancı varlıkların daha geniş çapta ülkelerine geri gönderildi. Rus veya komşu ülke vatandaşlarının gayrimenkul alımlarını nakit olarak yapmalarından kaynaklandığı bildirilen, normalden daha yüksek bir fiziki nakit girişi yaşandı. Türk şirketleri ve hane halkları Aralık 2021'deki keskin lira değer kaybı sırasında bankalardan büyük miktarda döviz nakit çekti ve bu da o ay 10 milyar dolar tutarında rekor bir NHN çıkışına neden oldu". (10)
4. 13 yılda 7 kez Varlık Affı çıkarıldı
GFI ve IMF'nin tespitlerini doğrular biçimde ülkede son 13 yılda yedinci kez Varlık Affı çıkarıldı ve 2021 yılında olduğu gibi affın süresi 4196 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararı ile altı ay daha uzatıldı.
Böylece ülke vatandaşlarına ve kurumlarına ait, yurt içinde ya da yurt dışında tutulan ancak Türkiye'de finansal sisteme sokulmamış bulunan (kayıt dışı) para, altın, döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçlarının yılsonuna kadar Türkiye'deki banka veya aracı kuruma bildirilmesi halinde; bu gerçek ve tüzel kişilere, bu serveti "nereden buldun" sorusu sorulmayacağı, bu servetler üzerinden her hangi bir vergi alınmayacağı ve her hangi adli bir soruşturma ya da geriye dönük vergi incelemesi de yapılmayacağı garanti edildi.
Bu afların bir kısım kara paranın aklanmasıyla sonuçlandığı tahmin edebilmek zor değil. Böylece içeride ya da dışarıda tutulan rüşvet, kaçak petrol, uyuşturucu satışı ve silah ticareti gibi faaliyetlerden ve her türlü vergiden kaçırılan büyük kârlardan elde edilen servetler de dâhil olmak üzere, normalde ceza kanunu gereği suç teşkil eden faaliyetlerden elde edilen servetler aklanmış oldu.
5. Yolsuzluktaki artış
Son bir rapor Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün (TI), dünya çapında 180 ülke ve bölgede kamu sektöründe algılanan yolsuzluk düzeylerini ölçen Yolsuzluk Algılama Endeksi. Bunun en sonuncusu 2022 yılının Ocak ayında yayımlandı. (11). Endeks ülkeleri; 0 (çok kirli) ila 100 (çok temiz) arasında puanlandırıyor. Dünya ortalaması 100 puan üzerinden 43 puan. Yani kapitalizmin yolsuzluklar konusundaki karnesi genel olarak kötü.
Türkiye ise 36 gibi oldukça düşük bir puan ile 180 ülke arasında 101'nci sırada yer alıyor. Bu puan Sahra Altı Afrika Bölgesindeki ülkelerin ortalama puanı olan 32 puandan sadece 4 puan yukarıda. Dahası Türkiye, küresel yolsuzluk algısı endeksinde son 10 yıldır ciddi bir düşüş yaşıyor. Öyle ki 10 yılda puanı 14 puan (50'den 36'ya) ve endeksteki yeri Partili Cumhurbaşkanlığı Sisteminin önünü açan 2017'deki anayasa değişikliğinden bu yana 20 puan (81'den 101'nci sıraya) geriledi. Rapor Türkiye'deki bu gerilemeyi yolsuzluk algısının artması ve bunun nedenini de demokrasiden uzaklaşma ve savaşçı politikalara yönelme olarak açıklıyor. Nitekim Türkiye'nin, bir başka endeks olan Dünya Barış Endeksi'nde 167 ülke arasında 145'nci sırada yer alıyor olması bu görüşü destekliyor.
Sonuç olarak
Eğer sivrisineklerle uğraşmaktan vaz geçip bataklığı kurutmak gerekiyorsa, mücadeleyi yolsuzluk, hırsızlık, dolandırıcılık, emek ve doğa sömürüsü ve kara para aklama faaliyetleri için son derece verimli bir zemin olan kapitalizme ve onun koruyucusu despotik rejimlere karşı yürütmek gerekiyor.
Kara paranın, etik değerlerin yok edilmesi ve denetimsizlik kadar, haksız yere kolayca büyük servetler edinmekten, siyasal iktidarların bu tür faaliyetlere verdikleri desteklerden, toplumdaki gelir ve servet eşitsizlikleri uçurumundan, hesap sormayı önleyen otoriterleşmeden ve savaşlardan kaynaklandığı gerçeği unutulmamalı.
Mustafa Durmuş / T24
Dipnotlar:
1) https://www.karar.com/guncel-haberler/birileri-kacak-petrol-satti-cezayi-biz-odeyecegiz (27 Mart 2023).
2) Aile ve Gençlik Fonu Kurulması Hakkında 7474 Sayılı 22.11.2023 Tarihli Kanun, https://www.resmigazete.gov.tr (5 Aralık 2023).
3) Annette Alstadsæter, Niels Johannesen and Gabriel Zucman, "Who Owns the Wealth in Tax Havens?, Macro Evidence and Implications for Global Inequality" (27 December 2017), s. 28.
4) https://thetricontinental.org/newsletterissue/argentina-elections-and-the-rise-of-the-far-right (30 November 2023).
5) Financial Secrecy Index 2022, https://fsi.taxjustice.net (4 Aralık 2023).
6) https://en.wikipedia.org/wiki/Financial_Secrecy_Index (4 Aralık 2023).
7) Global Financial Integrity, Trade-Related Illicit Financial Flows in 134 Developing Countries: 2009-2018 (2021).
8) Agr, s. 41, 43, 54, 65.
9) IMF, Republic of Türkiye 2022 Article IV Consultation—Press release and staff report (January 2023).
10) Agr, s. 35.
11) Transparency International, Corruption Perception Index 2022, transparency.org/cpi (4 Aralık 2023).