11 Aralık 2023 Pazartesi

Büyük iddia ve uyum (V) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet


“Geçiş”

Türkiye ekonomisi dünya kapitalizminin “zayıf halka” modeli oldu. Sermaye sınıfı dışa karşı pasif, içeride topluma karşı katı ve aktif.  Bu yapı Türkiye’yi 21. yüzyıla taşıyacak toplum için siyasal enerji üretmiyor.

“Geçiş”

Cumhuriyetin yüzüncü yılındayız. Karşıdevrim sürecinin içindeyiz. 2000’in dönemecinde ülkeye giydirilen modelin ekonomik ve jeopolitik boyutları üzerinde durmuştum. Şimdi bunları tamamlayan siyasal boyuta kısaca bakalım.

2010

1990’lar sürekli enflasyon ve çaresiz hükümetlerle geçti ve kapitalizme “tam giriş” için bir zemin tasfiyesi yapmış oldu. Bir siyasetçi kuşağı tükendi. 2002’den sonrası bambaşka bir dönem için uvertürdü. Dünya sermayesinin terziliğindeki yeni, “ortakyaşam” modeli o uvertürden sonra yerine 2010’da tam oturacaktır. Ekonomi ve jeopolitikten sonra siyaset topluluğunu da içine alacaktır.

2010 ile model adı konulmayan, farklı bir kavram getirdi ve onun çizgisine yerleşti: “Bir sonraki iktidar diye bir şey yoktur!” Siyaset bu kavramın feneriyle aranan dönüşümle harmanlandı. Önce iki ana damarda tasfiye yapılacaktı: Yargı ve ordu. Şekillendirilen yargıyla büyük ordu tasfiyesi yürütüldü, sürdürüldü. Sonuç alındı. Eski ve yeni katmanlarıyla artık daha fazla vakit geçirmek istemeyen ve kabına sığamayan sermaye “mutlak güce geçiş”le uçmak istiyordu. Ayrıntıya girmeyelim. Rejim “yetmez, ama evet”in referandumu ile açılan yoldan büyük adımlarla ilerledi. 2010’un senaryosu, ülkeyi Ortadoğu’ya doğruca çeken BOP 2.0 “oldubitti”leri de içinde, “mutlak güce geçiş”e pek elverişli zemine oturdu. Anayasa uzmanları zeminin nasıl kullanıldığını anlatmışlardır, anlatırlar. İlk menzile 2017’de varıldı.

‘UZUN BIÇAKLAR’

“Ortakyaşam” bir amalgamdı. Ekonomi ile siyasette kaynaşan çıkarlarla büyüyordu. Çıkarlar büyüdükçe, hele denizaşırı coğrafyaları ortak ettikçe “daha çok güç” yaratması gerekiyordu. Bu 2010’da başlatılan büyük tasfiye ile bir ölçüde yapılıyordu. Ancak, kısa sürede şu gerçek ortaya çıktı: Sadece “mutlak güç” ile beslenerek var olan “amalgam”ların bir kaçınılmaz özelliği vardır. Zorluk halinde kenetlenir ortak savunmaya geçerler. Başarı halinde ise ganimetin tamamı üzerinde bir iç hesaplaşma başlar. Siyaset biliminde yerleşmiş bir deyişle, “uzun bıçaklar”la hesaplaşma!

2010’un başarısından az sonra, 2013’ün sonlarında iç hesaplaşmanın tarafları karşılıklı düğmeye bastılar. Hangi taraf “mutlak güce geçiş”in sahibi olacak? Denizaşırı taraf kaybetti. Sonra bir hamle daha yaptı: 2016 Temmuz’unda bir “operet darbesi”. O da olmadı. Şu ortaya çıktı: Cumhuriyetin yapılarını tasfiye ederek kendini var etmeye çalışan karşıdevrim (“ortayaşam”ın militan damarı) kendi içinde çelişki taşımaktadır. Büyük adım atarsa çelişki de büyümektedir.

‘MECLİS DEMOKRASİSİ’NDE SON

2010’da başlayan “geçiş”, ordu ve yargıyı operasyonlarla tasfiye etti. Siyaset topluluğu ise uyumla “geçiş”e oturdu. 2014 seçiminde önde gelen iki aday da BOP 2.0’ın uygun adaylarıydı. Siyasette tam uyumun aynasıydı. “Ortakyaşam”ın düzenleye geldiği siyaset gündemine aykırılık söz konusu olmadı. 

Şu var: Siyaset topluluğu 2010’dan sonra “Meclis demokrasisi”ne yerleşmişti. Dışına çıkmıyordu. “Ortakyaşam” ise siyasal kanadıyla Meclis’in hem içinde hem dışındaydı. Ve hamleler hep o kanattan geliyordu. Sermaye “geçiş”in aktif olacak siyasetçilerini arıyordu. İşçi sınıfı çoktan siyaset dışında bırakılmıştı. Cumhuriyetçi orta sınıf da bu siyaset zemininde temsil edilmiyordu. Ancak, sermayeye çoktan sağlanmış bu “konfor” onun güncellenmiş arzularını karşılamaya yeterli değildi. “Meclis demokrasisi” 2000’lerde “serbest birikim”e alışan sermayeye artık hafif geliyordu. “Meclis demokrasisi”nin topluma ne vermekte olduğu ise ayrı konu!

“Meclis demokrasisi”, biliyoruz, tükenerek 2017’de son buldu. Geriye bir “Bakiye Meclis” kaldı. Yasamayı 2018’den sonra gitgide yürütme şekillendirmeye başladı. Yargı ise doğruca siyasal karar sahipleri alanına alındı. 1961 Anayasası ile egemenlikten sorumlu “ikinci kat” olan kuvvetler ayrılığı çoktan tarih oldu.

‘SIFIR’DAN SONRA NE GELİR?

“Geçiş”in ikinci aşaması 2018’de başlıyor. Artık ciddi birsoru ile yüz yüzeyiz: Cumhuriyet yapılarında 2010’dan sonraki tasfiye ve “Bakiye Meclis”e geçiş “ortakyaşam”a gerçek bir güç kazandırmış mıdır? Artık ana soru budur: Erişilen noktada bambaşka, kendini “şarj” edebilecek, “kendine sürekli rejim” kurabilecek bir güç oluşumu ile mi karşı karşıyayız? Yoksa çelişkiler içinde bir konjonktüre mi giriliyor?

2018, Türkiye’nin bir “sıfır yılı”na giriş başlangıcı oldu. Bir ad takılmasına karşın tanımı, işlevleri berrakça tanımlanamayan, hele hesap verme ve denetlenme çizgileri belirsiz kalan bir “manzume” Cumhuriyetin sınanmış, işlekliğe sahip yapılarının yerini alıyor. Unutmayalım, Türkiye 2000’lerle ekonomisini kapitalizmin “emerging” modeline vermiştir. Nüfusu son 20 yılda 20 milyon artmış, ama dünya hasılası içinde payı hep yüzde 1’in altında kalmıştır. Orada duruyor. Kapitalizmin dünya ekonomisi içinde bir “zayıf halka”sı olmuştur. Bunları biliyoruz.

Gelinen noktada mesele açıktır: Bu ekonominin üretim kapasitesi sermayenin yeni yeni çıkarlarla donatmak istediği “rejimi”ni garantiye alacak bir siyasal güç üretmekte yetersizdir. Aradaki boşluk zamanla büyüyor. “Sıfır yılı” (2018-2023) bunu berraklaştırdı. Bir karşıdevrim rejimine geçiş böylece “reel” olarak tıkanıyor. Üretim gücü ile siyasal güç arasında oluşan boşluk sadece daha çok zora başvurarak kapatılmaya çalışılıyor, yani perdeleniyor. “Zor”un arkasında görünen “güç”, Türkiye’nin birikimine ve boyutlarına sahip bir ülkede süreklilik kazanması şart olan bir “yumuşak güç” değildir. Olacağa da benzemiyor. 

MACUN

Modelin “geçiş”le oluşan siyasal malzemesi macun kıvamındadır. Hep sürekli ayar istiyor ve daha çok isteyecektir. Macunun bir kıvamından ötekine geçiliyor. Kurumları ve kuralları oluşturamayan bir “manzume” bir sistem halini alamaz. Macunluğu azalmaz. Zaman ilerledikçe çürüme kaçınılmaz olur.

Gelinen noktada siyaset topluluğu gitgide zayıf düşüyor. Siyasetçi, topluluk içinde varlığını sürdürebilmek, erimemek için içgüdüsüyle “ittifak” arıyor. Bu arayışın dışında bir “siyaset yapma tarzı”, pratiği kalmamış görünüyor. Çelişki düşündürücüdür: 2010’la gözünü açan siyasetçi kuşağı “geçiş”e olabildiğince uyum sağlayarak siyasette var olacağına inanmıştı. Şimdi, modelin bu kuşağı tükenme noktasına yaklaştırdığını izliyoruz. Ekonomi ise daha sonraya, bir büyük iş olarak kalıyor.

Hep bizi düşünen üstat, 423 yıl öncesinden dikkatimizi çekmek için Marcellus’u konuşturmuş. Yapıtın sonunu beklememiş, ortalarına gelirken (Perde I, Sahne IV-Platform) “Bu Danimarka ülkesinde çürümüş bir şey var!” dedirtmiş. Düşünerek okuyalım, okuyarak düşünelim.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

10 Aralık 2023 Pazar

Sayıştay'dan Düden Şelalesi raporu: Denetim ve gözetim yapılmadı, kâr yerine zarar edildi - Yusuf Yavuz / soL

 Düdenbaşı Şelalesi, 2022 yılında 1 milyonun üzerinde ziyaretçiyi ağırladı. Ancak gişe, turnike ve kamera sistemindeki arızalar yüzünden ziyaretçi sayısı kazanca değil, zarara dönüştü.

Antalya Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden ANSET tarafından işletilen Düdenbaşı Park ve Rekreasyon Alanında Sayıştay’ın yaptığı denetimlerde park alanına girişi sağlayan turnikelerin arızalı olduğu, girişi gösteren kameranın ise çalışmadığı belirlendi. Gişede bulunan kameranın görüş alanı dışında kalan yan pencereden para alışverişi yapıldığı bulgusuna yer verilen Sayıştay raporunda, 2022 yılı Nisan ayından önceki kamera kayıtlarının tamamen silindiği belirtilerek “Turnike ve kamera sistemlerinde yer alan arızaların resmi yazıyla ilgili birimlere ve yüklenicilere bildirilmediği, gişede çalışan personelin, şirket kararı veya yazılı bir emir olmadan bazı yabancı turistlerden döviz ile ödeme kabul ettikleri, döviz ile kabul edilen ödemelerde kurun, olduğundan daha düşük hesaplanarak kayıt dışı gelir elde edildiği, tur firmaları ile gelen kafilelerden bazılarının gişeye ücret ödemeden ve turnike sistemini kullanmadan mesire alanına toplu halde giriş yaptıkları, mesire alanında bulunan ticari işletmelerin işveren ve çalışanlarından otopark giriş ücreti alınmadığı tespit edilmiştir” ifadelerine yer verildi.

Pencereden para alışverişi Sayıştay raporunda

Antalya Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden ANSET’te 2022 faaliyetleri hakkında Sayıştay denetçileri tarafından yapılan denetimlerin ardından hazırlanan raporda, şirket tarafından işletilen Düdenbaşı Rekreasyon Alanı girişinde yer alan turnikelerin arızalı olduğu, girişi gösteren kameranın çalışmadığı ve gişede bulunan kameranın görüş alanı dışında kalan yan pencereden para alışverişi yapıldığı bulgularına yer verildi.

Turnikeler bozuk, kameralar çalışmıyor

Antalya’nın önemli rekreasyon alanlarından biri olan Düdenbaşı, 2022 yılında 1 milyonun üzerinde ziyaretçiyi ağırlamıştı. Ancak Sayıştay denetçilerinin yerinde yaptığı incelemelerde, Düdenbaşı Şelalesi ve park alanındaki ziyaretçi ilgisinin kazançtan çok zarara yol açtığını ortaya koydu. Sayıştay’ın ANSET’le ilgili raporunda, “Mesire alanının giriş/çıkış turnike sisteminde yer alan; 1 adet engelli turnikesinin kolunun kırık olduğu, 4 adet turnikenin karekod okuyucu kablolarının kopuk olduğu, 1 adet turnikenin limit sensörünün kırık olduğu ve 1 adet turnikenin de I/O kartının karekod kablosunun kopması nedeniyle arızalı olduğu, Mesire alanının giriş/çıkışında ve gişesinde bulunan kamera tesisatının görüş alanının, söz konusu yerleri tamamen gösterecek şekilde ayarlanmadığı, giriş/çıkışı gösterebilecek açıda olan kameranın ise uzun süredir çalışmadığı, Turnike ve kamera sistemindeki arızalar nedeniyle mesire alanına yapılan araç ve yaya giriş/çıkışların sağlıklı bir şekilde takip edilemediği” tespitine yer verildi.

Antalya Düden Şelalesi kentin önemli rekreasyon alanlarından biri (Fotoğraf: Orhan Özgülbaş, Kültür Portalı)

Turistlerden yazılı emir olmadan döviz ile ödeme alınmış

Gişede bulunan kameranın görüş alanı dışında kalan yan pencereden para alışverişi yapıldığı kaydedilen Sayıştay raporunda, “2022 yılı Nisan ayından önceki kamera kayıtlarının tamamen silindiği, Turnike ve kamera sistemlerinde yer alan arızaların resmi yazıyla ilgili birimlere ve yüklenicilere bildirilmediği, Gişede çalışan personelin, şirket kararı veya yazılı bir emir olmadan bazı yabancı turistlerden döviz ile ödeme kabul ettikleri, döviz ile kabul edilen ödemelerde kurun, olduğundan daha düşük hesaplanarak kayıt dışı gelir elde edildiği, Tur firmaları ile gelen kafilelerden bazılarının gişeye ücret ödemeden ve turnike sistemini kullanmadan mesire alanına toplu halde giriş yaptıkları, Mesire alanında bulunan ticari işletmelerin işveren ve çalışanlarından otopark giriş ücreti alınmadığı tespit edilmiştir” denildi.

Denetim ve gözetim yapılmadı, belediye zarara uğradı

İlgili mevzuata göre bir ticari işletme olan Düdenbaşı Park ve Rekreasyon Alanı C Tipi Mesire Alanı İşletmesi’nin gelir sağlama amacı bulunduğu vurgulanan Sayıştay denetim raporunda, “Ayrıca söz konusu ticari işletmenin taciri konumunda olan, Anset Özel Sağlık ve Eğitim Kültür İnşaat Ticaret Limited Şirketi’nin de ticaretine ait bütün faaliyetlerinde basiretli bir iş adamı gibi hareket etme yükümlüğü bulunmaktadır. Ancak yukarıda belirtilen denetim tespitleri dikkate alındığında, Şirket organlarınca gerekli denetim ve gözetimin zamanında yapılmaması nedeniyle Şirketin gelir kaybına uğradığı açıktır” ifadelerine yer verildi.

ANSET’in Düdenbaşı işletmesinde 2022 yılında 6.370.648,87 TL gişe geliri, 321.136,47 TL de otopark geliri olmak üzere toplamda 6.691.785,34 TL gelir elde ettiği kaydedilen Sayıştay raporunda, “Net karının 520.099,06 TL olduğu göz önüne alındığında, yukarıda bahsi geçen aksaklıkların Düdenbaşı işletmesinde ve dolayısıyla Şirket gelir kalemlerinde meydana getireceği kayıp çok büyük bir tutarlarda olacaktır. Sonuç olarak, Şirketin 6102 sayılı Kanun’un 18’inci maddesinde belirtilen basiretli iş adamı gibi hareket etme yükümlülüğü çerçevesinde faaliyetlerine devam etmesi ve gelir kaybına uğramaması için gerekli tedbirleri alması uygun olacaktır” görüşüne yer verildi.

                                  Düden Şelalesi kentin en çok ziyaretçi çeken bölgelerinden biri

Turnikelerde sorun ihale sürecinde başladı

Sayıştay’ın Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne ilişkin denetim raporunda da, Düden Şelalesi için yaptırılan turnikelerin ihalesinin, işin tamamlanmasında bir ay sonra yapıldığı tespitine yer verilmişti. Söz konusu işe ait ihalenin 6 Mayıs 2021’de gerçekleştirilerek 27 Mayıs 2021’de firmaya yer teslimi yapıldığı kaydedilen Sayıştay raporunda, yüklenici firmanın ise yer tesliminden yaklaşık 1,5 ay önce 6 Nisan 2021 tarihinde işin tamamlandığını belediyeye yazılı olarak bildirdiği bulgusuna yer veriliyor. Düdenbaşı işletmesinde turnike sisteminde yaşanan sorunlar 2021 yılında da gündeme gelmiş, ANSET’te yapılan denetimlerde Sayıştay benzer bulgulara yer vermişti.

ANSET’ten derneklere kanun yararına 50 bin liralık nakit yardımı

ANSET’in Belediye Kanunu’na aykırı şekilde bazı dernek ve benzeri kuruluşlara 50 bin lira nakdi yardımda bulunduğu tespitine de yer verilen Sayıştay raporunda, “ANSET Ltd. Şti.’nin sermayesinin yüzde ellisinden fazlası Antalya Büyükşehir Belediyesine ait olup, Şirket Sayıştay denetimine tabi bulunmaktadır. Yapılan incelemede, mezkûr mevzuat hükümlerine aykırı olarak ANSET Ltd. Şti. tarafından dernek niteliğinde bulunan platform veya topluluklara 2022 yılı içeresinde toplam 50.000,00 TL nakdi yardımda bulunulduğu tespit edilmiştir. Dernek, vakıf, birlik, kurum, kuruluş, sandık ve benzeri sosyal örgütlere nakdi yardımda bulunulması 5393 sayılı Belediye Kanunu’na aykırılık teşkil etmektedir” ifadelerine yer verildi.

Yusuf Yavuz / soL

Çürüme, kargaşa ve dönüşüm: 'Osmanlı'da Ahlak Buhranı' üzerine bir söyleşi - ALİ ADIGÜZEL / soL-Söyleşi

 Tarihçi Çiğdem Oğuz ile Osmanlı'nın son yıllarındaki toplumsal krizlere mercek tutan kitabı ''Osmanlı'da Ahlak Buhranı'' üzerine konuştuk.

Çürüme, kargaşa ve dönüşüm... Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında siyasi ve ekonomik alandaki krizlere paralel toplumun ahlak buhranına da çare aranıyordu.

Tarihçi Dr. Çiğdem Oğuz, ''Osmanlı'da Ahlak Buhranı'' adlı kitabında bu tarihsel olguya geç dönem Osmanlı siyasi düşünce tarihinden günümüz Türkiyesi’ne derinlikli bir bakış sunuyor.

Kitap, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın meşruiyeti açısından kritik önem taşıyan ''genel ahlak'' meselesine ilişkin tartışmaları aktarıyor. Beklenmedik şekilde uzayan savaş sırasında Osmanlı'nın iç cephesinde yaşanan toplumsal dönüşüme odaklanıyor.

Geçen yüzyılın başında yaşanan krizlerin nedenlerini, çözümlerini ve bugünkü Türkiye'ye bıraktığı mirası, kitabının Türkçeye kazandırılması vesilesiyle Çiğdem Oğuz'la konuştuk.

Ahlakın katı bir tanımını yapmaktan da kaçınıyorum ve bunu konuyu bir tarihsel bağlama oturtma çabalıyorum diyorsunuz. ''Çalışma ahlak ile etik arasındaki Hegelci ayrımı aşan geniş bir ahlak anlayışını takip etmektedir'' derken neyi kastediyorsunuz? 

Evet, aslında bunu söylerken amacım felsefi bir tartışmaya girmediğimi vurgulamaktı. Çünkü pekâlâ sağlam bir felsefi tartışma yapılabilir ahlak meselesi üzerinden. Ama tarihsel bağlama yerleştirme çabası sayesinde ‘ahlak buhranı’ tartışmasını anlayabiliyoruz. Diğer türlü genel geçer bir ahlak ya da ahlaksızlık tartışması sunmuş olurduk. Ancak bağlama oturmuş bir ahlak buhranı tartışmasında milliyetçilerin, İslamcıların ve başka aktörlerin ‘ahlak’ ve ‘ahlaksızlıktan’ ne kastettiklerini görmüş oluyoruz. 

Hegelci ayrımdan kastım ise Hegel’in ahlak felsefesinde savunduğu ‘etik yaşam’ (Sittlichkeit) yani nesnel ahlak ve eleştirdiği öznel ahlak (Moralität) arasındaki ayrım. 

Farklı ideolojik kökenlere sahip birçok başka Osmanlı Türk entelektüeli, 20'nci yüzyıla girerken sürekli ''ahlak buhranı'' meselesinden bahsetmişti, onlara göre bu buhran Birinci Dünya Savaşı yıllarında doruk noktasına ulaşmıştı. Peki, bu ne anlama geliyordu ve bu sorun nasıl ortaya çıkmıştı? Ya da şöyle söyleyim, bir imparatorluğun dağılmasına yol açan savaşın ortasında ahlakın tartışılmasını nasıl anlamlandırabiliriz?

Bu soru çalışmanın çıkış noktası. Elbette koca bir imparatorluğun dağıldığı savaş derken o dönemi yaşayanlar çöküşün geldiğini bilmiyorlardı; hatta savaşın bu kadar uzun süreceğini kimse tahmin etmemişti. Ama savaş o zamana kadar bahsedilen ve gerekliği hissedilen birçok reformu (özellikle sosyal alanda) acil ele alınması gereken alanlar olarak öne çıkarttı. Bunda, Osmanlı’nın tecrübe ettiği siyasi ve diplomatik kayıpların rolü büyük; çünkü her ne kadar siyasi reform gerçekleşmişse de (1908 Jön Türk Devrimi) asıl beklenen ilerlemenin ve uluslararası prestijin sağlanamadığı kaygısı bakiydi. Burada dönemin ruhuna uygun bir şekilde esas ‘devrimci’ olan o zamana kadar sosyal alanı adeta tabularla örmüş olan ‘ahlak’ın bizzat bir reform aracı haline dönüşmesidir. Yani adeta bir Truva atı gibi o zamana kadar dokunulmamış alanlara (kadın erkek ilişkileri gibi) nüfuz edecek devrimci bir söylem ahlak anlayışının eleştirisi ve yenilenmesiyle başladı.  

Ben kitapta dört ana başlıkta tartıştım ahlak buhranını: 1. Entelektüel alanda ahlak buhranı; 2. Genel ahlak, fuhuş, ve ahlakın kültürel algısı 3. Söylem ve gündelik gerçekler arasında ahlak (yaşam tarzı ve gündelik hayatta toplumsal eşitsizlikler) 4. Ahlak buhranı ve aile, aileyi hedef alan yasama faaliyetinin ahlak buhranı arka planında değerlendirilmesi. İlk bölümde tam da bu soruyu sordum: Savaşın ortasında ahlak mı tartışılır? Ama baktığımızda ahlak buhranı müstakil bir sorun olmaktan ziyade, birçok toplumsal soruna aynı anda işaret eden, bir tür şemsiye kavram görevini görüyordu. Ahlak buhranı tartışmasının kapsamı hem savaşa dair savaş zenginlerinin ortaya çıkması gibi daha “gündelik” meseleleri içerebiliyor, hem de Osmanlı’nın asırlık “geri kalış” hikayesi gibi büyük bir meselesinin özüne dair bir söz söyleyebiliyordu. O dönemde siyasi ve entelektüel alanda İslamcılık ve milliyetçilik tartışmalarında milliyetçilerin seküler ahlak kurgusuyla ortaya çıkmaları ve bu bağlamda oldukça devrimci düşünceler ortaya atmaları ortalığı karıştırıyor. Elbette Ziya Gökalp ve çevresinden bahsediyorum; o ‘yeni ahlak’ diyor bazen de ‘millî ahlak’ şeklinde adlandırıyor. Savaş döneminde çok eşlilik, İslam ve milliyetçilik, tesettür, Türkçe Kuran konularında bu iki grup arasında büyük tartışmalar çıkmıştı. Birçok fikir ayrılığına rağmen, iki grubun da üzerinde uzlaştıkları konular da yok değildi: Tanzimat döneminin Batı taklitçiliğinin yadsınması ve Bolşevikliğin ve materyalizmin eleştirisi bu konuların en başında geliyordu. Bütün mesele, materyalizmden ve Avrupa’yı taklit etmekten kaçınarak yeni bir toplumun nasıl tahayyül edileceğiydi. Müslüman olmadan ahlaklı olunabilir mi? Batının ahlakı Osmanlı toplumuna uygun mudur? Ahlak sadece kişiyi mi ilgilendirir yoksa kamusal bir anlamı da var mıdır? Ahlakın devletin bekâsıyla ilişkisi nedir? Osmanlı Müslüman ailelerinin ‘mutsuzluğu’nun kaynağı yerleşik ahlak anlayışı mıdır? Ahlakımızın kaynağı nedir? Ahlaki değerlerle ve Müslüman kadınının toplumdaki yeri arasındaki ilişki nedir? Bu sorulara verilen cevaplar çeşitli olsa da neredeyse bütün taraflar toplumdaki ahlaki çöküşe bir çözüm bulunması gerektiği konusunda birleşiyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında müslüman toplumun genel ahlakı korumak için dönemin tek başına iktidarı olan İttihat ve Terakki Fırkası buna dair tasarrufta bulunmamıştı. Hatta 1920’deki içki yasağı ve 1930’daki fuhuş yasağı dâhil, genel ahlakın korunmasında medet umulan cezai tedbirleri icra edecek olan, şaşırtıcı bir biçimde, savaş döneminin İttihat ve Terakki hükümeti değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ankara hükümeti olmuştur. Bunu neye bağlıyorsun?

Elbette değişen imparatorluk ve ulus devlet yönetim anlayışının bunda bir payı var. Ama dünyadaki genel trendlerle de alakalı; bizim iki savaş arası şeklinde tabir ettiğimiz Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı tarihe kadarki dönem (1918-1939) en muhafazakâr dönemlerden biri olmuştur. Hukuk da bu dönemde (faşist devletler hukukunu düşünün) olabildiğince bireysel alana müdahale edecek şekilde kurgulanmıştır. Öncesinde hâkim olan anlayış liberal bir yaklaşımdı; yani hukuk detaylandırıldıkça suç da artar öngörüsü hâkimdi. Bu yüzden mahkemelerin takdir yetkisinin altı çiziliyordu.  

Seferberlikte 3 milyon erkeğin askere alınmasıyla maddi zorlukla boğuşan Osmanlı kırsalındaki aile kutsalının katı, geleneksel olan norm ve değerlerinden uzaklaşıp nasıl yeni bir ahlaka ulaştığını da tartışıyorsun.

Bunu kırsaldaki cinsel şiddet ve geleneksel aile korumasından uzak kalan kadınlar üzerinden tartıştım. Bu tür şiddet vakaları yüzden eskinin ya da geleneğin savunusu değil ‘yeni ahlakın’ yerleştirilmesi hatta hukuk yoluyla ‘dayatılması’ bir toplumsal reform aracı olarak görülmüştü. 

Ahlak üzerine yapılan tartışmada aile ve kadın meselelerinin adeta merkezde olduğunu gözlemlemek mümkündür. Erkeklerin askere çağrılmasıyla birlikte kentlerde yaşayan kadınların tamamen gelirden yoksun kalması ve kendi hayatını sürdürecek bir çalışma yaşamlarının olmaması en büyük sorunlardan biri olarak dönemin entelektüellerinin önünde duruyordu. Kadının sefaleti büyük boyutlara ulaşmıştı; en gelenekçi yazarlar bile kadınların durumunu “bedbaht” ve “şayân-ı merhamet” olarak ifade ediyorlardı.  Bu durumu savaş sonrası edebiyatında da gözlemlemek mümkündür, fuhuşun yaygınlaşması, dağılan aileler, aile otoritesini tanımayan gençler edebiyatın yegâne temalarındandır. Kırsal kesimde ise erkeklerin çoğunun askere alınması gerçeği toplumsal hayatı derinden etkilemişti. Bütün iş yükü kadınların omzuna yıkılmıştı.  Buna bir de asker kaçakları ve onların yarattığı kaos eşlik ediyordu; erkeklerin de yokluğundan istifade ederek kız kaçırma, tecavüz gibi suçlarda büyük bir artış meydana gelmişti. Öyle ki 1915 yılında bir kararla asker ailelerine tecavüz davaları artık divan-ı harplerde görülmeye başlanacaktı. Ben bu yüzden ahlak buhranı meselesinin hukukun aileye müdahalesinde büyük bir gerekçe olduğunu iddia ediyorum. 

26 Nisan 1916’da Harbiye Nezareti bir kanun tasarısı hazırlamış, normal koşullar altında Osmanlı Ceza Kanunu’nun 201. maddesi gereği kocalar ya da velilerin şikayetiyle açılabilecek zina yargılamasında, eşlerin silah altında ya da esarette olmaları durumunda kadına açılacak zina davası için eşin şikayetinin yerine geçebilecek şekilde mahallin en büyük kumandanı veya askerlik şubesi başkanlığına yetki vermeyi öngörmüştü. Böylelikle, askeriye doğrudan zina yapan kadına karşı mahkemede bir taraf haline gelecek, kadın adeta eylemi için askeriyeye hesap vermek zorunda kalacaktı. Bu yasa tasarısı Şura-yı Devlet’ten döndü.

1917 Aile Kararnamesi’nde ise kararnamenin en önemli noktalarını, kadına boşanma hakkının tanınması, evlenmeye yaş sınırı ve kayıt mecburiyetinin getirmesi, çok eşlilik için kadının rıza şartının getirilmesi, zorla evlendirilmenin yasaklanması, gayrimüslimler için ayrı hükümlerin getirilmesi ve gayrimüslimlerin cemaat hukuku yerine bu hükümlere tabi tutulmaları oluşturuyordu. Bu kararın açıklamalı metninde en hâkim tema ‘milleti canlandırmak’ temasıdır. Kararname evlilik yaşını erkeklerde 18 kadınlarda 17 olarak belirliyor ve bu yaşa gelmemişlerin de evlenmek için hâkime müracaatını zorunlu kılıyordu. Buna rağmen şöyle bir madde daha ekliyordu: 12 yaşından küçük erkek çocukları ile 9 yaşından küçük kız çocukları hiçbir koşulda evlendirilemez. 18 yaş sınırı günümüzde bilimsel ölçütlerle kabul edilse de, İslam hukukunda ise bizim bildiğimiz manada ergenlik yani gençlik dönemi yoktur. Yani çocukluk ve yetişkinlik arasında bir ara dönem tarif edilmez. 1917 yılında ilk defa bu ara dönem yasal olarak tanınmış oluyor, zaten yasanın gerekçesinde de erkek çocuklar sokakta oyun oynarken kız çocukların “biçare” bir halde daha vücudu bile gelişmeden anne oldukları, ömrü boyunca bundan dolayı perişanlık çektikleri vurgulanıyor. Ve Osmanlı toplumundaki Müslüman nüfusun geri kalmışlığının en büyük sebeplerinden biri olarak bu durum gösteriliyor.  Aynı zamanda zorla evlendirmeyi yasaklayarak taşrada kız kaçırarak zorla evlenme uygulamasına son vermeyi amaçlıyor. Bu anlamda “toplumun değerleri” değil zamanın gereklerini ön plana koyan kararnamede açıkça bu değerlerin özellikle Müslüman unsuru gerilettiği ve çöküşe götürdüğü vurgulanmıştır.

İleri sürdüğün bir görüş var. Birinci Dünya Savaşı, sadece imparatorluğun topraklarının dağılmasına değil, yanı sıra imparatorluğun Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulacağı sosyokültürel dönüşüme de yol açmıştır diyorsun. Bunu derken ne demek istiyorsun?

Büyük bir kırılma yaşanıyor savaş yıllarında, bunun altını çizen tek tarihçi ben değilim elbette. Ama özellikle ahlak ve sosyokültürel alanda savaş adeta bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor ve bütün ideolojiler test ediliyor. Örneğin, Panislamizm’i ele aldığımızda Arap İsyanı İslamcılık ekseninde büyük bir ideolojik yıkıma yol açıyor. Gerçekten radikal bir değişim olmadan gerçek bir ulusal egemenliğin kurulamayacağı anlayışı (ki bunu sadece ideolojik bir tartışma olarak okumayalım; ölüm kalım meselesidir) sadece elit kesime değil savaşı tecrübe eden toplumun diğer katmanlarına kadar yerleşiyor. Bunu kurmanın yolu ise toplumsal değişimden geçiyor. 

Günümüze gelirsek, Haziran Direnişi sonrasında ''ahlaki kutuplaşma'' kavramını kullanıyorsun. Bu ne anlama geliyor? Kitapta dikkatimi çeken iki örnek vardı. Bir tarafta alkol yasaklamalarına karşı ''Şerefine Tayyip'' diyenler diğer tarafta ise ''çalıyorlar ama çalışıyor'' ile özetleyebildiğimiz bir taraf. Dediğin kutuplaşma buna denk geliyor sanırım?

Kitabın sonuna günümüz ahlak kutuplaşmalarını hatta ‘ahlak savaşlarını’ tartışan bir kısım ekledim. Çok ilginç bir şekilde 100 yıl öncesine benzer şekilde bir ahlaki kutuplaşma yaşıyoruz. Hatta ahlak buhranı tartışmalarımız bile var. Dediğim kutuplaşma eski kutuplaşmaya benziyor. Dini ahlak ve toplumsal ahlak, dahası kadın meselesinin ahlak tartışmasında işgal ettiği alan gerçekten şaşırtıcı bir biçimde benzer.

Ahlak meselesinin günümüzden 100 yıl önce çok benzer başlıklarla ve argümanlarla tartışılması birçoğumuz için çok şaşırtıcı görünebilir ama bu tartışma bizim toplumumuz için çok temel bir tartışma ve 200 yıl önce ‘Batı’nın ahlakını değil teknolojisini (bilimini) alacağız’ ile başladı. Önceden tam bir ideolojik tartışma idi, şimdiki başlığı ise ‘hayat tarzı’ tartışması. Ahlak tartışmasındaki süreklilik bağlamında altını çizmek istediğim bir şey daha var. Araştırmam sırasında gördüm ki bütün bir geç dönem Osmanlı ahlak külliyatı 12 Eylül döneminde Türk-İslam sentezi projesi bağlamında Kültür Bakanlığı yayınevi tarafından Latin alfabesine aktarılıp, sadeleştirilmiş. Bu çeviriler ve derlemeler okullara, üniversitelere gönderilip, gazeteler tarafından ücretsiz dağıtılmış. Belirtmek gerekir, çoğu bağlamından koparılmış eserlerdir, çünkü aynı potada geçmişin iki kavgalı ideolojisini, yani Türkçülüğü ve İslamcılığı eritmek amaçlanır ve her ikisine birden sahip çıkılır. Said Halim Paşa, Mehmed Akif Ersoy, Babanzade Ahmed Naim, Ziya Gökalp bu eserlerin yazarları arasındadır. 12 Eylül zihniyeti komünizm ve materyalizmle mücadele yöntemi olarak ahlakçı argümanları yeniden dolaşıma sokmuştur. Bunu yaparken de o dönemin siyasi tartışmalarını çıkarıp sadece genel geçer ahlak argümanlarını öne çıkarmıştır. Çalışmanın bir katkısının da bu siyasi tartışmanın görünürlük kazanması olacağını umuyorum.

ALİ ADIGÜZEL / soL-Söyleşi

Çiğdem Oğuz kimdir?

Çiğdem Oğuz lisansını ODTÜ Tarih Bölümü’nde, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi'nde, doktorasını ise çift diploma programıyla Leiden ve Boğaziçi üniversitelerinde tamamlamıştır. Bolonya Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Oğuz’un çalışmaları geç Osmanlı dönemi devlet-toplum ilişkisi, savaş ve cephe gerisi, Osmanlı'da savaş ve vatandaşlık kavramının dönüşümü ve toplumsal cinsiyet konularına odaklanmaktadır.



Üfürükbilimin Sonu II–Martin Wolf’un kutsal cehaleti (Son)- Serdal Bahçe/soL

 

''Kapitalizmi aklamaya çalışıyorlar, suçu başka şeylere atmaya çalışıyorlar ama kapitalizmi bilmiyorlar. Reform istiyorlar ama neyin reforma tabi tutulacağını bilmiyorlar.''

Wolf ve cehaletiyle devam edelim. Türdeşleri arasında düşünsel ve yöntemsel olarak en arka sıralarda olan Wolf’u ve aslında okuması bir kabir azabı olan kitabını neden seçtik; biraz anlatalım. Burjuvazinin en kaypak en fırsatçı ideolojisi olarak liberalizm, burjuvazinin diğer sığ söylemlerine nazaran erken uyarı görevini ifa etme anlamında daha gelişkindir. Bu gelişkinlik bir tür refleksif içgüdüden kaynaklanır (buradaki refleksif içgüdü Keynes’in kapitalist yatırımcıya atfettiği hayvani içgüdüye çok benzer), gelişkinlik tam da kuramsal ve tarihsel gerilikten kaynaklanır. Kısacası cehalet bu tür bir içgüdü yaratır. 

Buna bir örnek vereyim daha iyi açıklamak için. Nesli tükenen rafine burjuva politikacılarından biridir Winston Churchill, tam bir refleksif içgüdü erbabıdır. Anılarını ciltlerce yazdı, okuduğunuzda göreceksiniz; kuramsal ve tarihsel olarak yazdıklarının bir değeri yoktur. Ancak erken uyarı görevi gören içgüdüsel tespitleri oldukça yerindedir. Sanki İngiliz emperyalist burjuvazisinin uzun vadeli çıkarları için gelmekte olan tehlikeyi erkenden gören bir radar gibiydi. 1919 ile 1923 arasında İngiliz hariciyesine ve istihbaratına Rusya’da Bolşevik Devrim’in bastırılması için çokça baskı yapmıştır, ancak savaştan yeni çıkmış yaralı İngiliz emperyalizminin kapsamlı ve nefes aldırmayacak bir müdahaleye mecali yoktu. Koyu bir anti-Bolşevik olan Churchill 1933’den sonra şaşırtıcı bir biçimde İngiltere ile SSCB ittifakını savunan bir hatta savrulmuştu, ve İngiliz hükümetinin Nazileri yatıştırma politikasını lanetlemişti sürekli. 

Neden? 

Çünkü bahsi geçen türden bir içgüdüye sahip olarak Nazi saldırganlığının sadece Doğu Avrupa ile sınırlı kalmayacağını erken bir dönemde hissetmişti. Bahsettiğimiz içgüdü tam olarak böyle bir şeydir işte. Hemen ekleyelim, bu türden bir içgüdü düşünsel derinliğe değil ama dşünsel cehalete işaret eder. 

Wolf’a geri dönelim. Wolf ikinci bölümde özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde demokratik kapitalizmi krize iten etmenleri ele almaktadır. Yine aynı belirmeyle başlar tiradına. Demokratik kapitalizmin sırrı ekonomik alan ile siyasi alan arasındaki hassas dengenin korunmasına bağlıymış. Eğer birinde bozulma var ise diğerini de araftan cehenneme doğru sürüklermiş. Bunu engelleyecek en önemli etmen ise orta sınıf imiş. Bu “orta sınıf” kavramını hiç ama hiç sevmediğimi daha önce belirtmiştim. Wolf türünden liberaller için orta sınıf aslında gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı. Böylece işçi sınıfına ortada bir yer vererek en aşağıda olmadığını da ima etmiş oluyorlar. Peki en aşağıda kim var? Kapitalist bir toplumsal yapıyı asansörle çıkılıp inilebilecek çok katlı bir bina gibi algılamak akıl kırıcı bir yanılsamadır. Ortada isen bu iyi bir şey çünkü en altta değilsin ve en üste yakınsın; ne güzel değil mi? Alıklıktır efendim, ciddiye almayın. 

Wolf orta sınıfların artık kendilerini güvende hissetmediklerini ve statü kaybı ve ekonomik güvenlik endişeleri yaşadıklarını vurguluyor. İşte bu kaygılardır ki onları popülist anti-demokratik mecralara sürüklüyor. Peki onları bu duruma iten ne? Wolf, 2008-12 küresel kriziyle COVID salgınını sorumlu görüyor; iyi giden işi berbat eden bunlar. İyi mi gidiyordu sahiden? 2008’den önce bile gelişmiş kapitalist ülkelerde tüm bölüşüm göstergeleri çalışanlar aleyhine işlemiyor muydu? Liberal başka bir refleks birden ortaya çıkıyor Wolf’un canhıraş suçlamalarında; sistemin iyi işlediğini ama yol kazalarının söz konusu olduğunu iddia etmek geleneksel bir apolojiye dönüşmüştür Wolf gibileri için. Fukuyama’dan Acemoğlu’na kadar hepsi aynı teraneyi işler dururlar yıllardır; sistem iyi ama kaderi kötü işte. Wolf burada esas kaybedenin (ve popülist anti-demokratizme asıl meyledenin) beyaz, erkek ve az eğitimli işgücü olduğunu teşhis ediyor. Bu kesim hem kadınlardan hem göçmenlerden gelen tehdidi en çok hisseden kesimmiş efendim. Geldik mi yine kadın ve göçmene? Bu sözde liberaller ön kapıda güya kadınlar ve göçmenler için eşit anayasal statü ve haklar ilkesinden taviz vermez gibi görünürler; ancak arka kapıdan her türlü ayrımcılığı içeri alırlar. Demek ki suçlu hadlerini bilmeyen ve giderek erkeklerin işlerine göz diken kadınlar ve göçmenlermiş. Peki ya sermaye? 

Öyle ya Wolf’un pek eleştirdiği tüm öznelerin arkasında bu zavallı beyaz işçi sınıfından önce sermaye var ama. Trump başkan olmadan önce ABD’nin en büyük oligarklarından bir idi, Cumhuriyetçi Parti’nin en büyük bağışçıları ABD menşeli küresel şirketler, Boris Johnson’ı başbakan yapan İngiliz emperyalist sermayesi. Çin’i bir tür küresel fabrikaya çeviren de yine içinde bolca Amerikan ve İngiliz rengi olan küresel sermaye. Keza Rusya’daki oligarşik kapitalizmi yaratan da yine küresel sermaye. Wolf bunları bilmiyor mu? Bilmez olur mu? 

Hassas dengenin bozulmasındaki ve beyaz fakat eğitimli olmayan işçi sınıfını sağ- (ve sol-, bunu da Wolf ekliyor) popülizme iten en temel unsur gelir dağılımındaki muazzam bozulma imiş. Ayrıca özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde diğer bir sorun da tersine sanayileşme (“deindustrialization”) imiş. Bu ülkelerde sanayinin hem istihdamdaki hem de katma değer içindeki payı düşüyormuş (bunun hemen arakasından başka bir sinfobik Çin suçlaması gelecek, hazırlıklı olun). Wolf ve türdeşlerinin bayağı iktisadi bakış açısı olaylara anlam vermeyi imkansız kılıyor. Bir yerde diyor ki tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde emek verimliliği düşüyormuş. Emek verimliliğinin artmaması veya düşmesi ise bölüşümü bir sıfır toplam oyuna çevirmekteymiş. Kısacası emek verimliği artmaz iken birileri kaybeder birileri ise kazanırmış. Külliyen yalan; kapitalizmin tarihi boyunca emek verimliliği artarken işçi sınıfının kütlesel kazanım yaşadığı tek dönem Keynesyen refah dönemidir, sistemin geri kalan tarihinde işçi sınıfı ekseriyetle emek verimliliği artış gösterirken bile kaybetmiştir. Sıradan liberalin savunduğu sistemin tarihi konusundaki cehaletini bir kere daha not edelim. 

Emek verimliliği düşerken hizmet sektörünün ağırlığı artıyormuş (ki hizmet sektörü genel olarak emek verimliliğinin çok da yükselemeyeceği, kendi başına yenilik yaratmaya çok da meyilli olmayan bir sektör olarak kabul edilir). Böylece özellikle gelişmiş ekonomilerde yavaşlama eğilimi baş gösterirmiş. Buna bir de gelir dağılımındaki bozulmayı eklenince ense iyice kararmış. Wolf gerçekten kapitalizmin yapısal ve birikimsel dinamiklerinden haberdar mı? Bu anlattıklarını Marksistler çok uzun zaman önce haber vermişlerdi. Wolf için şaşırtıcı olan bizim için değil, olması gereken zaten bu idi söz konusu kapitalizm ise. 

Ayrıca yüksek finansallaşma borçlanma sarmalına dikkat çekmekte. Başka pek çok şeyle birlikte ekonomik bozulmanın, ve dolayısıyla demokratik aşınmanın tetikleyicilerinden birsiymiş. Gerçekten anlamak mümkün değil, daha 2004’de küreselleşmeye övgüler diziyordu, şimdi küreselleşmenin en asli boyutlarından bir olan finansallaşmayı bir tür hastalık olarak görüyor. Doğru bir hastalıktır, ancak Wolf’un ima ettiği gibi kendi başına, kendine has bir alanı olan, sistemin kendisinden bağımsız bir hastalık değildir. 

Tam da bu noktada finansallaşma denilen olgu ile ilgili birkaç değinmede bulunalım. Ne yazık ki muhalif bazı iktisatçıların da dahil olduğu bir grup araştırmacı finansallaşmayı kendi başına bağımsız bir süreç gibi algılamaktadır. Dahası bu cenaha göre finansallaşma reel üretimi kötü etkilemekte ve pek çok dengeyi de altüst etmektedir. Bu hastalığın ortaya çıkışının temel nedeni ise finansal serbestleştirme ve kontrolsüzleştirmedir. Kısacası kapitalist üretimin kendisinden değil de politika düzeyinden ve tercihlerden kaynaklanan bir hastalıktır. Çok büyük bir yanılgı olduğu ortadadır. Finansallaşma sermayenin genelleşmiş krizine verilen zorunlu bir cevaptır, kısacası kesilip atıldığında sistemin rahatlamasını beklemek büyük bir gaflettir. Sermaye krize girdiğinde akışkanlaşır kaçınılmaz olarak, dolayısıyla para formunda kalmak için yüksek bir istek ve iştah duyar (ilginç, bu cenahın yıllardır çözemediği gizemi Marx, Kapital III’de kısa bir paragrafta açıklamıştır oysa). Bu akışkan durumda ise yapısal olarak para sermaye dışındaki sermaye formlarını değersizleştirici, aşındırıcı bir işlev yüklenir. Kapitalizmin genelleşmiş krizinin aşılabilmesi için sermaye unsurlarının hızla değersizleşmesi ve oyunun yeninden kurulması gerekliliği bir kuraldır. Eskiden küresel topyekûn savaşlar bu işlevi yerine getirirdi, şimdi finansallaşma bu işlevi yüklenmiş durumdadır. Neticede finansallaşmanın kendisi bir kriz değildir, finansallaşma kapitalizmin krizinin semptomudur. 

Wolf ilginç bir şekilde modern kapitalizmdeki pek çok ekonomik sorunu teşhis etmiş ve bunların ekonomik alan ile demokratik alan arasındaki hassas dengeyi bozduğunu belirtmiştir. Sonuçları tespit etmiştir, ama doğrusu bu çok da takdir edilecek bir adım değildir. Çünkü göstergeler artık bu sorunları ayan beyan göstermektedir, görememek için kör olmak gerekir herhalde. Ancak bu sorunların kökenleri ile ilgili temel unsurları tespit edememiştir; ki bir burjuva iktisatçısının bunu yapabilmesini zaten beklemiyoruz. Ona göre hatalı politikalar, düzensizleştirmeler, COVİD ve hatta ayın çekim gücü bile suçludur; ancak tüm bu sorunların kaynağı olan sistemin çürüme dinamikleri sanık sandalyesine bile gelememiştir. Wolf’un Dunning-Kruger sendromu bu türden bir tespite izin vermemektedir. O temel sorunun gerçek kapitalizmin onun ve diğerlerinin idealize ettikleri kapitalizmden sapması olduğunu düşünmektedir; tıpkı diğerleri gibi. Sorun şu ki onların kafalarında idealize ettikleri kapitalizm olanaksızdır. Onlar sürtünmesiz bir düzlemde bir kere ilk itkiyi alan topun sonsuza kadar sorunsuz bir şekilde gideceğini beklemekteler, ancak top çoktan çukura düşmüştür. 

Wolf politikacıları, beklentilerini rasyonel bir şekilde ayarlayamayan orta sınıfı ve hatta şirketleri suçluyor ancak genel olarak sermayeye ve onun sistemine hiç sıra gelmiyor. Örneğin şirketleri üretkenlik, verimlilik gibi reel performans kriterleri yerine hisse değerini önemsemekle suçluyor. Başka ne olmasını beliyordu acaba? Bunu biri ya da ikisi yapsaydı bunun sıra dışı, dönemin baskın rasyonalitesine aykırı bir davranış olduğu iddiasını kabul edebilirdik. Ancak tüm gelişkin şirketler aynı şeyi yapıyorsa bu artık suç değildir, bir eğilimdir. Peki bu eğilim nereden kaynaklanıyor? Bu soru Wolf’u aşmaktadır. Bildiği, ezberlediği iktisat bunu cevaplamaya yetmez. Şirketlerin hepsi vergi sisteminde delikler açıklar arıyorlarmış, vergi cennetlerine sermaye kaçırıyorlarmış; neden aramasınlar ve neden kaçırmasınlar? Sermayenin mantığı vardır, ahlakı yoktur. Wolf’un buna şaşırmasına da biz şaşırıyoruz. 

Ekonomik musibetlerden siyasal melanetlere geçiyor Wolf. İlk durak popülizm belası. Tam da bu noktada popülizm kavramıyla ilgili bir sıkıntıyı dile getireyim. Bir kere daha vurgulayalım; bir kavram pek çok şeyi anlatıyorsa hiçbir şeyi anlatmıyordur. Popülizmin yaygın kullanımı sanki böyle bir kavrammış imajı çizmektedir. Okey istekasındaki joker gibi, her boşluğu dolduruyor. Yeni liberal popülizm, sol popülizm, sağ popülizm, otoriter popülizm, bürokratik popülizm; kısacası bildiğimiz anlamda siyasal mevzilenme göstergeleri artık kendi başlarına sanki bir şey ifade etmiyorlar da popülizm kavramına sıfat oluyorlar şimdilerde.

Wolf iki tür kapitalizmin, demokratik kapitalizmi tehdit ettiğini belirtiyor: demagojik otoriter kapitalizm ve bürokratik otoriter kapitalizm. Her ikisinin de gelişmiş liberal demokrasilere yönelik tehdit içerdiğini eklemeyi de unutmuyor; birincisi içeriden tehdit, ikincisi ise dışarıdan tehdit ediyor. Birincisi Türkiye’yi, Macaristan’ı Rusya’yı, Polonya’yı, Hindistan’ı ve Bolsonaro’nun Brezilya’sını kapsarken ikincisi Çin ve Vietnam gibi tek parti diktatörlüklerini kasıyor. Wolf sonra hem bunların hem de gelişmiş kapitalist ülkelerde Trump, Johnson, Le Pen türünden popülist liderlerin demokrasiye nasıl zarar verdiklerini anlatıyor uzun uzun. Biz mi anlamıyoruz, Wolf mu bizim gördüğümüzden farklı bir şey görüyor? Bu örneklerde verilen liderler ve siyasi hareketlerin büyük bir bölümü seçimle işbaşına geldiler. Dolayısıyla oyunun kuralına uydular. Peki sorun ne? Sahi aslan yeleli sincap bakışlı Trump’ı, boş boş bakan “liberal” Biden’dan farklı kılan ne?  Orban ile Merkel nerede farklılaştı? Her ikisi de kapitalizme iman etmiş sağcılar; nereleri farklı? Demokratik kapitalizmdeki aşınma kötü niyetli politikacıların toplumun sorunlarını sömürmesinden değil, kapitalist sermaye birikiminin yarattığı toplumsal hasardan kaynaklanıyor. Wolf’un kabul edemeyeceği gerçek bu işte. Sürekli kıvırıyor ve kıvırdıkça üfürüyor; tıpkı diğerleri gibi. 

Son bölümde hem ekonomik alan hem de demokratik alana yönelik restorasyon önerilerini sıralıyor. Bu önerilerin her biri aslında sorunun kökenini anlamadığını gösteriyor. Sorunun gerçek kökeni ile ilgili mutlak, ezici bir cehalet içinde çünkü.  O kadar korkak ki (her liberal gibi) önerilerinin bir reform niteliği taşıdığını, katiyen bir devrim gibi algılanmaması gerektiğini vurguluyor; hem de birkaç kere. Kapitalizmden gayrısı yok diyerek ütopizm yıkıcıdır diyor. Öyleyse elimizdekini iyileştirmeye bakmalıymışız. Önerilerin detayına girmeyeceğim çünkü bütünüyle saçma sapan şeyler. Örneğin Roosevelt döneminin “Yeni anlaşma”sından hareketle yeni “Yeni Anlaşma” talep ediyor. Daha bir sürü şey talep ediyor; ancak modern kapitalizmin onun istediklerini verebilecek kapasitesi yok. Wolf anlamıyor; kapitalizmin sorunları siyasal tercihlerden kaynaklanmıyor, sorunları sistemik, yani derinlerden geliyor. Artık kapitalizmi reforma tabi tutmak mümkün değil. Dolayısıyla Wolf olmayacak duaya amin diyor. 

Wolf bir örnek aslında, onun gibi çok var. Hem medyatikler hem de etkili. Üstelik geniş kitlelere hitap ediyorlar. Daha da önemlisi sermaye ile düşünce dünyasının kesişim noktasında yer tutuyorlar ve en azından belirli bir kesim sermayenin sözcülüğünü yapıyorlar. Ancak ne yazık ki cahiller ve cehaletlerini bilmiyorlar. Kapitalizmi aklamaya çalışıyorlar, suçu başka şeylere atmaya çalışıyorlar ama kapitalizmi bilmiyorlar. Reform istiyorlar ama neyin reforma tabi tutulacağını bilmiyorlar. Demokrasi istiyorlar ama siyasal alanı bilmiyorlar. Kısacası yüzlerine limon suyu sürülünce her türlü kötülükten ve melanetten arındıklarını sanıyorlar. Bilmiyorlar, üfürüyorlar.

Serdal Bahçe/soL

Ücret rejimi: İşçiler fedaya, sermaye sefaya - Oğuz Oyan / BİRGÜN

 

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun üçlü bileşiminde esasen iktidar+sermaye ağırlığı bulunmaktadır. Bu Komisyona bir de işçi kesimi adına sadece Türk-İş’in katılmakta oluşu da ayrı bir handikaptır. Türk-İş Başkanının asgari ücret pazarlığını önce bir bekâr işçinin asgari geçim düzeyinden başlatacaklarını söyleyip ardından açlık sınırının üzerinden başlatacaklarını söylemesi bile Komisyonda bırakalım üçlü tarafı ikili taraf bile bulunmadığını göstermektedir.

Kapitalist sistem, adı üstünde, sermayenin sistemi. Her ne kadar doğrudan üretici kesimler yani işçiler, çiftçiler, vb sayıca çok üstünse de sistemin yönetici sınıfı olan sermaye bir azınlık tahakkümünü kurmak durumunda. İşte sistemin hâkim ideolojisi bu tahakkümü perdelemek için, başta sermayenin medyası olmak üzere, tüm ideolojik aygıtlarını seferber eder. Çünkü sömürünün rızaya dayanması, sistemin işletim maliyetlerini düşürür ve devrimci kalkışmalar gibi yol kazalarını önler. Çünkü devletin yargı-kolluk gibi sosyal zorlama aygıtlarının maliyeti yüksektir ve sisteme olan inancı zayıflatmak gibi olumsuz dışsallıkları bulunur. Rıza üretmenin en düşük maliyetli olanı ise, eğer toplumsal koşullar uygunsa yani emekçilerin laikliği benimseyip içselleştirmeleri engellenebilmişse, din eksenli olanıdır. 

Bu durum, Türkiye’nin son 75 yıllık tarihinin özeti gibidir. Ama din ideolojisinin sömürü ilişkilerinin temel bileşenlerinden biri haline getirilmesi 12 Eylül’le başlatılıp AKP iktidarı döneminde pekiştirilmiştir. Tam da neoliberal birikim rejiminin 2001 kriziyle artık iyice tıkandığının ortaya çıktığı bir uğrakta, merkez “sol” ve sağ siyasetlerin sistemi yönetmekte aciz kaldığı bir süreçte, din takviyeli ve dıştan destekli bir dinci-neoliberal siyaset iktidara taşınmış ve “sistemi kurtarmıştır”. 

Bununla birlikte, sistemin tutkalının sadece din/tarikatlar ve öbür dünya için vaat edilen bir farazi mutlak eşitlikler cenneti (ki kadınlar için o bile yoktur!) üzerinden kurgulanması mümkün olamamaktadır. Türkiye toplumunun ve çalışan sınıflarının gelişkinlik düzeyi de böylesine bir ucuzluğa imkân vermemektedir. Şanlıurfa müftüsünün, patronlardan daha fazla cami cemaatini oluşturan direnişçi Özat Tekstil işçilerini cami avlusundan kovabilmesi aslında bir sıkışmışlığın ifadesidir. Sermaye düzeninin sürdürülmesine yönelik dinsel baskılama yetmemektedir. Siyasi /idari/yargısal baskılar sürekli işbaşındadır. Türkiye’de artık ne anayasal gösteri hakkı ne grev hakkı serbesttir. Rejimin başı rolündeki CB de hem iç hem dış sermayeye grevsiz/sendikasız bir ücret rejiminin garantisini her fırsatta verebilmektedir.  

GENELLEŞMİŞ BİR SÖMÜRÜ DÜZENEĞİ: ASGARİ ÜCRET  

Sistemin ana dinamiklerinin sermaye lehine çalıştığının perdelenmesi giderek zorlaşıyor. İktidar da oyunu açıktan oynamaya mecbur kalıyor. CB Erdoğan, asgari ücretin formülünü “işçilerimizin onayını alacak, işverenlerimizi yormayacak, istihdama zarar vermeyecek” bir seviye olarak tanımlarken işte tam olarak bunu yapıyor. “İşçilerimiz” derken yandaş Türk-İş yönetimini kastediliyor; “istihdam” derken işsizlik tehditleri savurulmuş oluyor; işverenin üzülmemesi ise asıl kaygıyı oluşturuyor. Sermayenin (kâr) ve işçinin (ücret ve istihdam) çıkarlarının kesiştiği ortak noktanın sistemin devamına bağlı olduğu, yani “aynı gemideyiz” hikâyesinin bıkıp usanmadan tekrarlandığı bir nakarat dünyasıdır bu. 

Peki, sömürü olayının bu denli açık-seçik hale gelmeye başlamasının nedeni sırf iktidarın kendine aşırı güveni mi? Yoksa mevcut toplumsal bunalım koşullarında siyasi iktidarın emekçi ile sermayedar arasında devlet adına tarafsız hakem rolünü oynamakta artık iyice güçlük çekmesinden mi? Yoksa sistemin sömürüye dayalı doğasının artık gizlenemeyecek duruma gelmesinden mi? Ya da ikna düzenekleri gibi ince ayarların fazla işe yaramadığının anlaşılmasının ve tüm haşmetiyle kurulan bir sopalı rejim evresinin dayattığı yeni bölüşüm ilişkilerinin özelliklerinden mi? 

Bu koşullarda birincil bölüşüm ilişkilerinde dahi devlete yüklenen rol büyümektedir; asgari ücretin iyice yaygınlaştığı, ücretleri aşağı doğru eşitleştirici bir rol üstlendiği, sistemdeki toplu sözleşme düzenini iyice nominalleştirildiği yeni bir evredir bu. İçinde bulunduğumuz tarihi an itibariyle ise, IMF tarzında ve iç sermaye ile uluslararası finans çevrelerinin onayında yürütülen “dezenflasyonist” programın “gelirler yönetimi” politikasının asli bir aracına dönüştürülmek istenmektedir.  

Bu nedenle de “yılda bir kez ayarlama” dayatması sürdürülmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, bunun zaten yönetmelik gereği olduğu palavrasına sarılmaktadır. Oysa bu yönetmelik 4857 sayılı İş Kanunu’nun 39. maddesine göre düzenlenmiştir ve orada da “en geç iki yılda bir belirlenir” denilmektedir. Yani daha önce uygulandığı gibi, isterseniz yılda iki-üç kez belirlemenize engel yoktur. Yılın ilk yarısında TÜFE’nin yüzde 70’lerde gezineceği bizzat TCMB tarafından açıklandığına göre, DİSK’in de savunduğu gibi, aslında yüksek enflasyonist ortamda yılda dört kez asgari ücret ayarlaması farzdır. Bunun bir dolaylı nedeni de şudur: Kamunun işçi ve memurlarla yaptığı toplu sözleşmelerde ücretlerin altı ayda bir zam alıp (bunların da çok düşük tespit edilmesi bir yana) enflasyon farkı kadar da bir düzeltmeye konu yapılması esasa bağlanmışken, daha çok özel sektördeki bölüşüm ilişkilerini ilgilendiren asgari ücretin yılın başında belirlenip 11 ay boyunca sert bir aşınmaya uğratılması anayasal eşitlik ilkesine bile aykırıdır. Esasen özel-kamu toplamı olarak asgari ücretlilerin ağırlığı, asgari ücretin hemen altında ve üstündekilerle birlikte yüzde 55’i aşmaktadır ama sadece özel sektör alındığında, artı eksi yüzde 20 asgari ücret civarındakilerin oranı yüzde 70,4’ü bulmaktadır. Yani asgari ücret, işverene bütçeden ve İSF’den yapılan desteklere rağmen, esas olarak bir özel sermaye ücretidir. 

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun üçlü bileşiminde esasen iktidar+sermaye ağırlığı bulunmaktadır. Bu Komisyona bir de işçi kesimi adına sadece Türk-İş’in katılmakta oluşu da ayrı bir handikaptır. Türk-İş Başkanının asgari ücret pazarlığını önce bir bekâr işçinin asgari geçim düzeyinden (18.230 TL) başlatacaklarını söyleyip ardından açlık sınırının (14.025 TL) üzerinden başlatacaklarını söylemesi bile Komisyonda bırakalım üçlü tarafı ikili taraf bile bulunmadığını göstermektedir. Türk-İş en azından 2023 enflasyon farkı (yaklaşık yüzde 38) üzerine 2024 yıl sonu TCMB TÜFE beklentisi olan yüzde 36 ekleyerek yola çıksaydı, 21.400 TL’yi kırmızı çizgisi yapardı. Ama bu da sermayeyi üzmek (ve kendi TİS’lerini aşmak) olurdu ki Türk-İş yöneticilerinin kalbi buna dayanamazdı! 

Bu Komisyonun işleyişine de bir söz söylemek gerekir. Son üç yıldır Komisyonun son kararının Erdoğan’a bırakılmış olmasındaki hukuk-dışılık bir yana, asgari ücret civarında ücret alan çoğunluk emekçi kesimin, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı olmaksızın tepeden inme bir ücreti kabullenmek zorunda bırakılması, Türkiye’de çalışma ve bölüşüm ilişkilerinin zorbalığa dayanan yüzünün adeta teşhiri gibidir. 

İKİNCİL BÖLÜŞÜMDE DE DEVLET SERMAYEYİ KAYIRMAKTA 

Üstelik devletçe ikincil bölüşüm ilişkilerinin de emekçinin aleyhine kurgulandığı bir düzende. Nitekim Gelir Vergisi (GV) dilimleri, ücret gelirlerini aşırı vergilemek üzere yeterince genişletilmiyor. Asgari ücretin vergi dışı bırakılması uygulaması bile, asgari ücret kadar bir tutarın vergi matrahından peşinen düşürülmesi üzerinden değil, artan oranlı tarifeye göre hesaplanan GV tutarından asgari ücretin vergisinin düşürülmesi yoluyla yapılıyor. Bu her iki mekanizma da GV yükünü ücretlilere taşıtmanın araçları olarak kullanılıyor. Nitekim GV’nin yüzde 84’ü ücret gelirleri üzerinde kalıyor. Oysa GSYH’nin sadece yüzde 32’sini ücret gelirleri oluşturuyor. Yani ücretliler GSYH payının 2,6 katı kadar GV payına sahip olabiliyor! 

İşte bu nedenlerle “ücrette, asgari ücrette ve vergide adalet” için masa başı müzakereler yetmez. Emekçiler aleyhine dayatmalara ancak meydanlardan yanıt verilebilir.

Oğuz Oyan / BİRGÜN 



Adaletin bir motokurye cinayetiyle sınavı - Ozan Gündoğdu / BİRGÜN


Hassan’ın yurtdışına çıktığı anlaşıldıktan ve Göçer öldükten sonra çıkan yakalama kararı, Erdoğan fanatizmiyle yanıp tutuşan kitlelere “Elimizden geleni yapıyoruz” mazereti sunsa da gören gözler için skandalın boyutu son derece açık.
Tarih 30 Kasım 2023, Perşembe. Saat 13.00 suları. Kuryelik yaparak ailesinin geçimini sağlayan 38 yaşındaki Yunus Emre Göçer, kendisine teslim edilen paketi, bildirilen adrese götürmekle meşgul. Onun için her zamankinden farklı bir gün değil. İstanbul, Bakırköy yolunda, Aksaray istikametindeki Kennedy Caddesi’nde motosikleti ile seyir halinde ilerleyen motokurye Göçer, en sağ şeritte yavaşlıyor ve yolun kenarındaki boşluğa yaklaşıyor. Fakat kendisini 10-15 metre geriden takip eden Mohamed Hassan Sheikh Mohamud (artık her ne olduysa) önündeki motorlu araç yavaşlamasına rağmen frene basmıyor ve 50-60 km hızla Yunus Emre Göçer’in motosikletine çarpıyor. Belli ki, o esnada dikkati yolda değil, zira Mohamed Hassan’ın kullandığı BMW marka otomobil ancak kuryeye arkadan çarptıktan sonra yavaşlıyor ve duruyor. Öncesinde frene dahi basılmıyor. Belki telefonla meşgul olduğu için motosikletin yavaşladığını görmüyor, kim bilir belki de bir husumet nedeniyle bilerek yavaşlamıyor, bu detayları bilmiyoruz. Ama yavaşlamadığını biliyoruz. 

Kurye Yunus Emre Göçer olay yerinde bilincini kaybediyor, kanlar içinde Samatya Devlet Hastanesi’ne kaldırılıyor. Hastanede entübe ediliyor ve yoğun bakıma alınıyor. Hatta o kadar ki, Yunus Emre’nin arkadaşları hastaneye, onun öldüğünü zannederek gidiyorlar. Yaşadığını öğrenince sevinseler de doktorlar çok umutlanmamalarını, hayati tehlikenin çok yüksek olduğunu söyleyince endişeli bekleyişleri sürüyor. Bu esnada Göçer’in bilinci kapalı, konuşamıyor. 

Yunus Emre Göçer, hastanede canıyla cebelleşirken, Mohammed Hassan, olay yerine intikal eden polislerin eskortluğunda, yine siyah BMW’siyle, Aksaray Şehit Vedat Ulusoy Polis Merkezi Amirliği’ne saat 14.00 sularında gidiyor. Burada polislere ifade veriyor. Yunus Emre Göçer’in kullandığı motosikletle bir anda önüne kırdığını, kendisinin frene bastığını, çarpmamak için manevra yaptığını ama yine de kazaya engel olamadığını anlatıyor. Hatta Yunus Emre’nin kask takmadığını da ekliyor. Olayın görgü tanığı olmadığı için sadece bu ifadeye dayanılarak bir tutanak tutuluyor ve savcılığa gönderiliyor. 

Fakat ortada kazanın öznesi olan ölüm döşeğinde bir yaralı da var. Hastanedeki polise Göçer’in ifadesinın alınması söyleniyor. Ama Göçer’in bilinci kapalı. Doktorlar “İfade veremez tutanağı” hazırlayarak Göçer’in bilincinin kapalı olduğunu kayıt altına alıyor. 

Peki kamera kaydı yok mu? O da isteniyor. Aynı gün, yani 30 Kasım’da Fatih İlçe Emniyet Müdürlüğü’nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na yazılan dilekçeyle söz konusu güzergahı gören kameraların 12.30-13.20 arasındaki kayıtları isteniyor. 

Henüz 15.00 saatlerindeyiz. Olaya ilişkin tek ifade, Mohammad Hassan’ın yani şüphelinin kendi ifadesi. Ölüm döşeğindeki yaralının ifadesi bilinci kapalı olduğu için alınamıyor. Kamera kayıtları da İBB’de, o kayıtların gelmesini bekliyoruz. 

Fakat, her ne oluyorsa oluyor, Savcılık, Mohammad Hassan’ın karakoldan salıverilmesi talimatı veriyor. Bu talimatın dayanağı da yine şüphelinin kendi ifadesi. Başka bir ifadeyle, şüpheli Hassan bir kişinin ölümüne neden oluyor ve kendi ifadesine dayanılarak salıveriliyor. Hem de savcılığa bile götürülmeden, karakoldan… Tutuklamayı bırakın, Hassan’a ne bir gözaltı işlemi uygulanıyor, ne de yurtdışına çıkış yasağı gibi bir tedbir kararı alınıyor. Bir motosiklete arkadan çarpan Mohammed Hassan, yaralının entübe ve bilinci kapalı olduğu bilinmesine rağmen yarım saat ifade veriyor, belki bir çay içiyor ve elini kolunu sallaya sallaya karakoldan salıveriliyor. 

                                                              ***

Peki neden? İşte bu soru, Mohammed Hassan’ın Somali Cumhurbaşkanı Hasan Sheikh Mohamud’un oğlu olmasıyla daha enteresan bir boyut kazanıyor. Peki şüphelinin bu kimliği biliniyor mu? Elbette çünkü şüpheli Hassan, kazayı Somali Büyükelçiliği’ne ait bir araçla işliyor. 

Kurye Yunus Emre Göçer, yoğun bakımda entübe halde olmasına rağmen salınan Hassan, olaydan 2 gün sonra, 2 Aralık’ta Türkiye’yi terk ediyor. Kaçak yollardan gittiği düşünülmesin, Hassan hakkında yurtdışına çıkış yasağı da olmadığı için tarifeli uçakla terk ediyor ülkeyi! Savcılığın elinde Hassan’ın yurtdışına çıkış kaydı bile var! 

Hassan’ın yurtdışına kaçmasından 4 gün sonra 6 Aralık’ta kurye Yunus Emre Göçer, hayatını kaybediyor. Böylece taksirle yaralama suçundan başlayan tahkikat, taksirle ölüme sebebiyet verme tahkikatına dönüşüyor. Fakat Göçer’in ölümü sürpriz değil, zaten öleceği doktorlar tarafından da tahmin ediliyor. Buna rağmen bir tedbir kararı alınmıyor. Göçer’in ölümünden 1 gün sonra, 7 Aralık’ta ise bilirkişi raporu dosyaya giriyor. Kamera kayıtları izlenerek yapılan bilirkişi raporu Hassan’ın ifadeleriyle hazırlanan ilk tutanağın yalan olduğunu ortaya koyuyor. Siyah BMW’nin durabileceği mesafe olmasına rağmen yavaşlamadığı, hızını kesmeden motosiklete çarptığı raporda kayda geçiriliyor. Kaza esnasında trafik durumunun veya hava koşullarının kazanın oluşmasına sebebiyet verecek mahiyette olmadığı da vurgulanıyor. 

Göçer’in ölümüne sebebiyet veren Hassan, 7 Aralık’ta yayınlanan raporda şu ifadelerle anılıyor: 

“06 CD 4581 plakalı araç sürücüsü Mohamed Hassan Sheikh Mohamud’un 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu ile 2918 sayılı Karayolları Trafik Yönetmeliğinde yer alan kusurlardan Madde 56/1-c, Madde 84/d ve yönetmelik madde 107 kurallarını ihlal ettiğinden bu kazanın meydana gelmesinde ASLİ KUSURLU olduğu…” 

                                                            ***

Peki merhum Yunus Emre Göçer’in bir suçu var mıydı? Rapordaki ifadeler şu şekilde: 

“Sürücünün (Yunus Emre Göçer’in) bu kazanın oluşumunda 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nda belirtilen herhangi bir maddeyi ihlal ve kusurunun bulunmadığı değerlendirilmiştir.” 

Motokurye Göçer, hiçbir suçu olmamasına rağmen hayatını kaybetti. Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu Mohammed Hassan ise asli kusurlu olmasına rağmen salıverildi. 

Peki savcılık, bilirkişi raporunun ardından ne yapıyor? Trajikomik biçimde yakalama kararı çıkarıyor. Evet, Hassan yurdu terk ettikten sonra… 

8 Aralık’ta İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği’ne Yakalama Emri düzenlenmesini talep eden yazıyı gönderiyor. Dahası, 8 Aralık itibariyle savcılık Hassan’ın yurtdışına çıkış kaydının olduğunu da biliyor. Zira Hakimliğe yazılan yazıda şu ifadelere yer veriliyor; 

“Aşağıda açık kimlik bilgisi ve atılı suçu yazılı şüpheliye ulaşılamadığı, şüphelinin yurt dışına çıkış kaydının olduğu anlaşılmakta, şüpheli hakkında 5271 sayılı CMK’nın 98/1. Maddesi uyarınca hakkında YAKALAMA EMRİ düzenlenmesine…” 

Hassan’ın yurtdışına çıktığı anlaşıldıktan ve Göçer öldükten sonra çıkan yakalama kararı, Erdoğan fanatizmiyle yanıp tutuşan kitlelere “Elimizden geleni yapıyoruz” mazereti sunsa da gören gözler için skandalın boyutu son derece açık.


 
Göçer’in katili Hassan şimdi yurtdışında, Göçer ise geride biri otizmli iki çocuk ve bir acılı eş bıraktı. Arkadaşları ve ailesi Göçer’in yasını tutuyor.

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN 

Mahkemede rüşvet itirafı - İsmail Arı / BİRGÜN

 Rüşvet aldığı için tutuklanan bilirkişi Doğan 52 gün sonra serbest kaldı. Mahkemede, “80 bin TL rüşvet verip serbest kaldım. Rüşvet aldınız… İşte rüşvet alan hakim ve savcılar” dedi ve 53 kişilik rüşvet listesi verdi.

Yargıdaki çürümenin dibi yok, skandalların ardı arkası kesilmiyor. BirGün yazarı Timur Soykan'ın Anadolu Adliyesi’ndeki rüşvet çarkı iddialarını ortaya çıkarmasının ardından benzer bir skandalın da Bakırköy Adliyesi’nde yaşandığı açığa çıktı. 

İş insanı Fehmi Öztürk, 2014 yılında Fırat M., ile ortaklık kurdu. 2017 yılında bu ortaklığa son vermek istedi. Ancak ortağı uzlaşmaya yanaşmadı. Ardından 50 milyon dolarlık mal varlığı ile 360 milyon dolar değerindeki kentsel dönüşüm ve AVM projesine “çöküldüğünü” belirten Öztürk yargının kapısını çaldı. Skandallar ise bu aşamada başladı. 

Fehmi Öztürk’ün “Mal varlığıma çöktü” dediği eski ortağı Fırat M., 2018’de Öztürk’ten şikâyetçi oldu. Ardından Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı, “bilirkişilikten yasaklı” olmasına rağmen Mehmet Doğan isimli şahsa bir bilirkişi raporu hazırlaması talimatını verdi. 2003 yılından beri bilirkişi olan Mehmet Doğan, Fırat M., eski milletvekili Cuma İ., ve Süleyman Ö., ile yaptığı görüşmelerin ardından Fehmi Öztürk’ü suçlu gösterecek şekilde sahte bilirkişi raporu hazırladı. Ardından Doğan’ın Fehmi Öztürk’e giderek, “Hazırladığı raporu doğru bir şekilde yazabileceğini ancak bunun bir karşılığı olacağını” belirtip Öztürk’ten 25 bin TL rüşvet istediği öne sürüldü. 

SUÇÜSTÜ YAKALANDI 

Bu görüşmeden sonra Fehmi Öztürk Cumhuriyet Başsavcılığı’na giderek yaşadıklarını anlattı. Fehmi Öztürk polis ekiplerinin takibi ve üzerine yerleştirdiği dinleme cihazıyla Mehmet Doğan ile görüşüp seri numaraları alınan 25 bin TL’yi rüşvet olarak teslim etti. Ardından da bilirkişi Doğan polis ekipleri tarafından suçüstü yakalandı. 

52 GÜNDE SERBEST KALDI 

Doğan, “iştirak halinde kamu görevlisinin resmi belgede sahteciliği suçunu işlediği” gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine gönderildi. Ayrıca Fırat M., Süleyman Ö., de tutuklandı ancak eski milletvekili Cuma İ., dikkat çeken bir şekilde yargılanmadı. Ancak üç şahıs da 2019’da, sadece 52 gün tutuklu kaldıktan sonra tutuksuz yargılama kararı ile cezaevinden tahliye edildi. Mehmet Doğan’ın mahkemedeki itirafları ise adeta şaşkına çevirdi. 

RÜŞVET ALANLARIN LİSTESİ 

Rüşvet alırken suçüstü yakalanan Doğan mahkemeye sunduğu yazılı ifadelerinde, “52 gün cezaevinde kaldım. Tefeciden alıp hâlâ ödeyemediğim 80 bin TL’yi verip tutuksuz yargılama kararı ile salındım. Yani benden rüşvet alanlar beni rüşvet suçu ile yargılıyor… Savcıya Bakırköy 18. Ağır Ceza Mahkemesi heyetiyle paylaştığı 80 bin TL’nin verilmesinden sonra tutuksuz yargılanmam sağlandı. Daha önce sağlık sorunlarımı gerekçe göstererek tutuksuz yargılama taleplerim reddedilmişti” dedi. 

Skandallar bununla da sınırlı kalmadı. Yargılama devam ederken, 23 Mayıs 2022 tarihinde de Doğan, “Rüşvetçi Bakırköy hakim ve savcıları” başlıklı bir liste verdi. Liste ismi yer alan 53 hakim ile savcının rüşvet aldığını ve bazılarının da FETÖ ile bağlantılı olduğunu” belirtti. 

HİÇ ARAŞTIRILMADI 

Ancak tüm bu iddialara ve rüşvet listesine rağmen bir araştırma yapılmadı. Şaşkınlık yaratan bu gelişmelerden bir süre sonra da Bakırköy 18. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı E.K., ve M.D., ile B.A.U., isimli iki hakim üye davadan çekildi. Yeni mahkeme heyeti de aradan geçen yaklaşık beş yıla rağmen davayı sonuçlandırılmadı. 

Dava hala devam ederken BirGün’ün ulaştığı Mehmet Doğan ise sorularımızı yanıtsız bıraktı. 

Doğan, mahkemeye sunduğu belgelerde bazı hakim ve savcıların FETÖ bağlantısı olduğunu da iddia etti. 

 

                                                                *** 

Listedekilerin büyük kısmı Bakırköy’de görev yapıyor 

Doğan’ın “Hakların hiçbir işlem yapılmayan rüşvetçi hakim ve savcıların listesi” ifadeleriyle mahkemeye verdiği listenin büyük bir kısmı Bakırköy Adliyesi’nde görev yapan hakim ve savcılardan oluşuyor. Ayrıca Büyükçekmece Adliyesi’nden iki savcı, Anadolu Adliyesi’nden iki hakim ve bir savcı, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi’nden de üç hakim ve bir savcı da listede yer alıyor. Doğan’ın listesinde bazı hakim ve savcıların isminin yanında da “FETÖ terör örgütü iltisaklılarına yardım ve yataklık yapıyor” şeklinde açıklama da bulunuyor.

İsmail Arı / BİRGÜN

9 Aralık 2023 Cumartesi

KISA KISA soL GÜNDEM - 9 ARALIK 2023 -

 Sürekli yaşanan elektrik kesintileri depremzedelerin soğukta kalmasına neden oluyor(Özkan Öztaş)

Osmaniye'de depremzedelerin kaldığı konteynerlerde yaşanan elektrik kesintileri, depremzedeler soğukta bıraktı. Tek ısınma olanağı elektrikli ısıtıcı olan aileler kış ortasında çaresiz kaldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/surekli-yasanan-elektrik-kesintileri-depremzedelerin-sogukta-kalmasina-neden-oluyor-387580)

Patronlar kulübü TÜSİAD'dan ekonomi yönetimine tam destek: 'Umutlu bir noktadayız'(soL)

Mustafa Kemal'in sevdiği şarkılarla başlayan TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısı, iktidarın ekonomi politikalarına övgülerle son buldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/patronlar-kulubu-tusiaddan-ekonomi-yonetimine-tam-destek-umutlu-bir-noktadayiz-387556)

MHP'li belediye dört aydır emeklilerin tazminatını ödemiyor: 'Sihirli değneğim yok'

MHP’li Adem Murat Yücel'in başkanlığını yaptığı Alanya Belediyesi'nin, emekliye ayrılan belediye personelinin yaklaşık dört aydır tazminatlarını vermediklerini belirtildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/mhpli-belediye-dort-aydir-emeklilerin-tazminatini-odemiyor-sihirli-degnegim-yok-387579)

BM Güvenlik Konseyi'nde Gazze'de ateşkes tasarısına tek veto ABD'den

ABD, BMGK'de Gazze'de insani ateşkes talep edilen karar tasarısını veto eden tek ülke oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/bm-guvenlik-konseyinde-gazzede-ateskes-tasarisina-tek-veto-abdden-387576)