Geçtiğimiz hafta İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Tunç Soyer’e “Vahdettin soruşturması” açıldığını öğrendik. Kısa bir süre sonra da yandaş bir yazarın bir televizyon programında “Vahdettin’e hain diyenler yargılanacak!” dediğini duyduk. Bu arada Diyarbakır’da açılan bir bulvara “Şeyh Sait Bulvarı” adının verildiği öğrendik. Birçok Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı gibi ben de sosyal medya hesaplarımdan bu duruma tepki gösterdim. Yıllardır söylediğim gibi AKP iktidarı, “Yeni Türkiye” dediği yapıya yeni bir tarih yazmak istiyor. Bu süreçte “Eski Türkiye” dedikleri Atatürk Türkiye’sinin tarihsel kahramanları “hain”, hainleri ise “kahraman” ilan edilmek isteniyor. İktidarın ve muhalefetin Cumhuriyet karşıtı gerici ve bölücü paydaşları da bunu destekliyor. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında Vahdettin’i ve Şeyh Sait’i yüceltmek, onurlandırmak, Türkiye’de caddeye, sokağa, çeşitli kurumlara bunların adlarını vermek doğrudan doğruya Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine karşı bir harekettir. Hele hele Atatürk’ün de “hain” dediği Vahdettin’e “hain” diyeni yargılamaya kalmak Atatürk’ü yargılamaya cüret etmektir.
Peki, Kurtuluş Savaşı’nda yapıp ettikleriyle düşmanın işini kolaylaştıran ve savaştan sonra “Burada hayatımı tehlikede görüyorum” diyerek bir İngiliz gemisine binip ülkeden kaçan Halife Vahdettin ve Cumhuriyeti daha doğarken boğmak amacıyla silahlı bir isyan başlatan Şeyh Sait “vatana ihanet” etmediler mi?
Vahdettin’in ihaneti
Mondros Mütarekesi sonrasında Padişah Vahdettin’in, düşmana karşı direnişle ülkeyi kurtarmak gibi bir planı yoktu. Onun planı tahtını, tacını, sarayını, yani kendini kurtarmaktı. Onun kendini kurtarma planı ise İngiliz merhametine sığınmaktı. Bunun için İngilizlerin bir dediğini iki etmeyecek, hatta İngilizleri bile şaşırtan tekliflerde bulunacaktı. Öyle ki 30 Mart 1919’da Türkiye’nin yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakmayı bile teklif edecekti.
Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), 9. Ordu müfettişi olarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkıp da -Saray hükümetinin kendisine verdiği görevin tam tersine- milli direnişi körükleyince -İngilizlerin isteği ile- İstanbul’a geri çağrıldı. Geri dönmeyince, Padişah Vahdettin, 8 Temmuz 1919 gecesi Atatürk’ü 9. Ordu Müfettişliği görevinden aldı. Bunun üzerinde Atatürk de askerlikten istifa ederek sine-i millete döndü.
Saray, İngilizlere yaranıp kendini kurtarma politikası gereği Milli Harekete karşı var gücüyle saldırıya geçti. 5 Nisan 1920’de kurulan 4. Damat Ferit Hükümeti -Prof. Dr. Sina Akşin’in deyişiyle- Milli Mücadele’ye karşı bir iç savaş başlattı.
Sarayın (Vahdettin’in) Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah, 11 Nisan 1920’de, -padişahın onayıyla- “Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” fetvasını yayımladı.
Sarayın (Vahdettin’in) Sadrazamı Damat Ferit, 11 Nisan 1920’de, -padişahın onayıyla- Milli Hareketi, “fitne” ve “fesat”, Kuvayı Milliyecileri de “isyancılar” diye adlandıran bir hükümet bildirisi yayımladı.
Padişah Vahdettin de 11 Nisan 1920’de yayınladığı bir hattı hümayunla Milli Hareketin ülkeye zarar verdiğini anlattı. Milli Mücadele karşıtı şeyhülislam fetvası, hükümet beyannamesi ve padişah hattı hümayunu, üçü bir araya getirilerek gazetelerde yayımlandı. Ayrıca basılıp İngiliz uçaklarıyla Anadolu’ya atıldı.
Saray hükümeti (Damat Ferit), 8 Nisan 1920’de -padişahın onayıyla- Anzavur’a “paşalık” verip onu Anadolu’da Kuvayı Milliyecilerin üzerine saldırttı. Anzavur kuvvetleri, 23 Mayıs 1920’de Adapazarı’nda Milli Kuvvetlere yenilip dağıldı. Anzavur İsyanı bastırıldı. Adapazarı kurtarıldı.
Saray Hükümeti, 18 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’ye karşı, doğrudan doğruya Padişah Vahdettin’e bağlı paralı ordu Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) kurdu. Padişahın paralı ordusu Kuvayı İnzibatiye, 14 Haziran 1920’de İzmit’te Kuvayı Milliye’ye saldırdı. Yenildi. Askerlerin bazıları İstanbul’a döndü, bazıları Kuvayı Milliye saflarına geçti.
Saray hükümeti, 28 Nisan 1920’de Milli Mücadele’yi etkisiz hale getirmek için “Anadolu Fevkalade Müfettişi Umumiliği”ni kurdu.
İstanbul’da kurulan saray mahkemesi Divanı Harbi Örfi, 11 Mayıs 1920’de Atatürk ve bazı arkadaşlarının, 24 Mayıs 1920’de Fevzi Paşa’nın, 6 Haziran 1920’de İsmet Paşa ve bazı Kuvayı Milliyecilerin, 14 Temmuz 1920’de Refet (Bele) ve 63 subayın gıyaben idamlarına karar verdi. Bütün bu idam kararlarını Padişah Vahdettin onayladı.
10 Ağustos 1920’de Saray hükümeti, -padişahın da kabulüyle- Türkiye’yi paramparça eden Sevr Antlaşması’nı imzaladı. TBMM, bu antlaşmayı imzalayanları “vatan haini” ilan etti.
Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar vatanını savunan Türk milletiyle birlikte değil, işgalci İngilizlere birlikte hareket ettiler. Sarayın kışkırtmaları sonunda Anadolu’da Milli Mücadele’ye karşı çok sayıda padişahçı, hilafetçi iç isyan çıktı. Mustafa Kemal, dış düşmanla savaşmadan önce sarayın çıkardığı iç savaşı bastırmak zorunda kaldı. Saray hükümeti; Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Kurtuluş Savaşı’nda vatana, millete ve hatta Osmanlı’ya ihanet ettiler. Bu ihanetlerinin hesabını veremeyecekleri için de İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtılar.
Atatürk Vahdettin’e ‘hain’ diyor
Atatürk, açıkça Vahdettin’in “hain” olduğunu belirtmişti.
Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı devam ederken 25 Eylül 1920’de TBMM, gizli oturumunda Vahdettin için şunları söylemişti:
“Bugün bu makamı işgal eden zat, bu millet ve memleket için hain bir adamdır. (Alkışlar). Müsaade buyurunuz beyim ‘hain’ bir adamdır. (Alkışlar, bravo, sedaları)” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.1, s. 135-136)
Atatürk, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında okuduğu Nutuk’ta da Vahdettin’i çok ağır sözlerle eleştirmişti. Nutuk’taki şu sözler Atatürk’e ait:
“Millet ve ordu, padişahın ve halifenin ihanetinden haberdar olmadığı gibi o makama ve o makamda bulunana karşı da asırların köleleştirdiği dini ve ananevi rabıtalarla bağlı...”
Vahdettin’in İngilizlere sığınıp ülkeden kaçması üzerine Atatürk, Vahdettin’i şu ağır ifadelerle eleştirmişti:
“Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir mahlukun bir dakika dahi olsa bu milletin başında bulunduğunu düşünmek ne hazindir.”
“Şayanı teşekkürdür ki, bu alçak, mevrus saltanat makamından millet tarafından ıskat olunduktan sonra denaetini (alçaklığını) tamamlamış bulunuyor...”
“Aciz, adi, his ve idrakten mahrum bir mahluk, kabul eden herhangi bir ecnebinin himayesine girebilir. Fakat böyle bir mahlukun bütün İslamların halifesi sıfatını taşıdığını söylemek elbette doğru değildir.” (Atatürk, Nutuk/Söylev, TTK Yayını, Ankara, 1989, s. 14, 924-925)
Şeyh Sait isyanı
1925’te genç Cumhuriyete karşı Doğu bölgelerinde Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Nakşibendi Şeyh Sait, isyana katılan dava arkadaşı Seyit Abdülkadir’in İngilizlerle yaptığı görüşmelerden ve hazırlıklardan sonra, 13 Şubat 1925’te Diyarbakır’ın Eğil bucağı Piran (Dicle) köyünde genç Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı bir ayaklanma başlattı.
Şeyh Sait, halkı “din adına” Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı isyana çağırdı. Bu amaçla halka dinsel içerikli bildiriler dağıtıldı. “Halife sizi bekliyor!”, “Halifesiz Müslüman olmaz!”, “Halife memleketten çıkarılamaz!”, “Şiarımız dindir!”, “Hükümet dinsizdir!”, “Şeriat isteriz!”, “Kadınlar çıplaktır!”, “Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!” şeklindeki bildirilerin ve bölgede yeterli askeri güç bulunmamasının etkisiyle isyan çabuk büyüdü.
İsyancılar 13 Şubat’ta ilk önce Piran’da bir jandarma teğmenini esir alıp bir eri şehit ettiler. Telgraf hatlarını kestiler. Buradan merkeze, Eğil bucağına geçtiler. Bucak müdürüyle 10 jandarmayı esir aldılar. Daha sonra Genç hapishanesini ve jandarma dairesini bastılar, oradaki jandarmaları da esir aldılar. İsyancılar, 16 Şubat’ta Genç ilinin merkezi Darahini’ye saldırdılar. Burada üç gün üç gece kaldılar. Şehri yağmaladılar. Ziraat Bankası’na el koydular. Buradaki isyanı Ankara’ya bildiren öğretmen Mehmet Zeki’yi önce hapsettiler, sonra öldürdüler. Oradan Diyarbakır yolu üzerindeki Lice’ye hareket ettiler. Bu güzergâh üzerindeki Hani bucağını ele geçirdiler. Lice-Hani, Çapakçur-Palu telgraf hattını kestiler. İsyancılar Çapakçur, Muş, Diyarbakır olmak üzere üç kola ayrıldılar. Çapakçur Hükümet Konağı’na saldırıp orayı ele geçirdiler. İsyancılar, 20 Şubat’ta, üzerlerine gelen Türk ordusuyla çatışmaya başladılar. 21 Şubat’ta Yarbay Cemil komutasındaki bir süvari alayını pusuya düşürüp esir aldılar. Ellerinde yeşil bayrak ve Kuran’larla ilerleyen asilere karşı çıkanlar olduğu gibi yardım edenler de oldu. 2 Mart’ta isyancılar Elazığ’ı ele geçirip yağmaladılar. Diğer taraftan Şeyh Abdullah, Muş cephesini tutarak Varto’yu aldı ve Erzurum’a doğru ilerlemeye başladı. Şeyh Sait ve adamlarının asıl hedefleri Diyarbakır’dı. Martta kendilerine katılan aşiretlerle birlikte Diyarbakır’a saldırdılar. Kuzeyde surlar dışında yapılan savunmayla geri püskürtüldüler.
Güneyde ise içeriden yardım alarak şehre girmeyi başardılar. Fakat General Mürsel Paşa’nın gönderdiği süvari kuvvetleri asileri geri püskürttü. Şeyh Sait kuvvetleri ilk kez 8 Mart’ta yenilerek geri çekildiler. Ordu birlikleri Varto, Elazığ ve Diyarbakır üzerinde temizlik harekâtına başladı. Asiler dört bir yandan kuşatıldı. Nisan başında Silvan, Palu ve Piran asilerden geri alındı. Nisanın ikinci haftasında özellikle Tük Hava Kuvvetleri’nin operasyonlarıyla isyan bastırıldı.
İsyanın elebaşlarından Şeyh Sait ve Seyit Abdülkadir yakalandı.
Diyarbakır İstiklal Mahkemesi, 23 Mayıs 1925’te Seyit Abdülkadir ve beş arkadaşını, 28 Haziran 1925’te de Şeyh Sait ve 46 arkadaşını idamla cezalandırdı.
Cumhuriyeti daha doğarken boğmayı amaçlayan Şeyh Sait İsyanı güçlükle bastırıldı. Cumhuriyet yaşamaya devam etti. Ama Musul kaybedildi. Sonuçta isyan İngilizlere yaradı.
TBMM, Şeyh Sait İsyanı sırasında şehit olan Mehmetçiklerin ve kamu görevlilerinin ailelerine maaş bağladı.
Henüz daha iki yaşındaki Cumhuriyete karşı dini kullanarak silahlı bir isyan başlatan, bazı şehirleri işgal eden, bazı devlet dairelerine el koyan ve Mehmetçiği şehit eden bir silahlı isyanın elebaşı Şeyh Sait vatana ihanet etmiştir. Hiçbir gerekçe bu gerçeği değiştirmez.
***
Kurtuluş Savaşı’nda yapıp ettikleriyle düşmanın işini kolaylaştıran, bu nedenle daha Kurtuluş Savaşı devam ederken TBMM’de “vatan haini” olduğu belirtilen ve savaştan sonra bir İngiliz gemisine binip ülkeden kaçan Halife Vahdettin ve Cumhuriyeti daha doğarken boğmak amacıyla silahlı bir isyan başlatan, şehirleri işgal eden, devlet dairelerine el koyan, Mehmetçiği şehit eden gerici ve bölücü bir isyanın “vatana ihanetten” asılan elebaşı Şeyh Sait’i aklama çabası, Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine yapılmış büyük bir hakarettir.
Bizi uyutamazsınız; bu zulüm ne unutulur ne de affedilir! (Zülal Kalkandelen)
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı (ABB) Mansur Yavaş, sokak hayvanları konusunda yanlış bir yola girdi. Erdoğan’ın 23 Aralık 2021’de belediyelere verdiği ve bu yıl da yinelediği yasaya aykırı talimatı uygulamayı tercih etti.
Keçiören’de bir çocuğun yaşadığı üzücü olaydan sonra “Hayvanseverler de elini taşın altına koysun, sahiplensinler, popülasyon çok arttı” diyen Yavaş, küpeli de olsa sokak köpeklerinin toplatılması için harekete geçti.
Yıllardır bu konuda birçok yazı yazıp sorunun çözülmesi için neler yapılması gerektiğini anlattım. Ancak yetkililer, hukuka ve akla uygun çözümleri yerine getirmek yerine hayvanları yok etmeyi yeğliyor! Son olarak AKP Afyon Karahisar Milletvekili Ali Özkaya da sosyal medya hesabında, “Şahsi kanaatim odur ki başıboş köpekler ya sahiplendirilir ya da uyutulur” yazdı!
***
Mansur Yavaş, sorumluluğu, sokak hayvanlarına yardım için her türlü çabayı gösteren hayvanseverlere attı ama acaba belediye görevlerini yerine getirdi mi?
ABB yetkililerine sorduğumda bana, son 4.5 yılda toplam 79 bin 717 sokak hayvanına kısırlaştırma işlemi uygulandığını bildirdiler. Kendi kapasiteleri ile bu işi yapmalarının zor olduğunu düşünerek 1 Haziran 2022’de ihale açmışlar; kazanan Celaloğulları İnşaat ile yakalama ve nakili de kapsayan kısırlaştırma projesi için 7 milyon 440 bin TL üzerinden 24 aylığına anlaşmışlar.
Bu kapsamda 13 özel hayvan hastanesiyle anlaşılarak yüzde 45 indirimli kısırlaştırma yapılmış. Ancak firma, Ağustos 2022’de ekonomik kriz yüzünden zarar ettiği gerekçesiyle tek taraflı olarak sözleşmeden çekilince 4 milyon 360 bin TL ödenmiş. Yeni ihale 5 Ocak 2024’te yapılacakmış.
2019-2023 arasında ABB, sokak hayvanları için toplam 121 milyon 243 bin 494 TL’lik alım yapmış. 2020’de ihalesi yapılan 6 bin köpek kapasiteli 94 bin metrekare inşaat alanı olan devasa Karataş barınağı için ise 47 milyon TL’lik ihaleye çıkılmış ve kazanan firma 45 milyon 850 bin TL’lik teklif vermiş. Demek ki 4.5 yılda sokak hayvanları için yapılan alımların yaklaşık 1/3’üne denk kaynak bu inşaata ayrılacak.
Bir yıl önce bu köşede, iktidarın ormanlık arazilerde hayvanlar için dev hapishaneler inşa ettirme planını açıklamıştım. Erdoğan’ın örnek gösterdiği ve bir köpeğin başına kürek vurularak katledildiği Konya’daki hayvan bakımevi gibi bunların birer ölüm kampı olduğunu gösteren sayısız örnek yaşanmışken bu yola girilmesi çözümsüzlük getirecek.
***
“Sadece kısırlaştırma ile sorunun önünü almanın imkânı olmadığını” söyleyen Yavaş, geçen haftaki basın toplantısında “Türkiye’de kendi imkânları dışında kısırlaştırma ihalesi açan belediyeyiz. 13 klinikle anlaştık” diyerek belediyenin bu görevini de özelleştirdiklerini açıklamış oldu...
Oysa o esaret kampı için müteahhide giden para, kısırlaştırma ve aşılatma için ayırmış olsa, popülasyon birkaç yıl içinde dengelenir. İktidar, cins hayvanların üretim ve satışını durdursa; yuvalandırmalar sadece belediye barınaklarından yapılsa, gönüllülerle eşgüdüm sağlanarak besleme faaliyeti yürütülse sorun ortadan kalkar. Avrupa’nın birçok ülkesinde bunlar uygulandı.
Belediyelerin geçici hayvan bakımevleri, hasta ve engelli hayvanların bakımı ile travması ya da saldırganlığa eğilimi olan hayvanların rehabilitasyonu içindir. Adı üzerinde geçicidir. Şu anda yapılmak istenen, yasayı çiğneyerek rant için bunları kalıcı hale getirmek ve “uyutma” adı altında katliama geçit vermektir.
Ama hak savunucularını uyutamazsınız; bu zulüm ne unutulur ne de affedilir!
(Cumhuriyet)