Ortadoğu barut fıçısı. Emperyalist müdahaleciliğin, güç savaşlarının, etnik, mezhepsel, dinsel kapışmaların “av sahası”na dönüştürülen Ortadoğu’da yine, yeniden savaş çanları çalıyor. Gerilim hiç olmadığı kadar yüksek. İsrail’in Gazze’deki katliamına eş zamanlı olarak Lübnan ve Suriye’ye düzenlediği saldırılar, ABD’nin Irak’ta Haşdi Şabi’yi vurması ve İran’daki kanlı saldırılar gözleri bir kez daha bölgeye çevirdi. Bir nevi ABD ve İsrail ile İran arasında yaşanması beklenen “büyük kapışma”nın öncü sarsıntıları yaşanıyor. Şimdilik doğrudan bir çatışmayı göze alamayan İsrail ve ABD ile İran arasında farklı cephelerde yaşanan hesaplaşmaların pek çok boyutu var. ABD’den Rusya’ya, Çin’den İran’a, İsrail’den Türkiye ve Körfez Arap ülkelerine onlarca aktörün olduğu Ortadoğu sahasında hesaplar, çıkarlar, oyunlar ve planlar iç içe girmiş durumda.
NE OLUYOR?
Hamas’ın 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu sonrası Gazze’yi üç aydır aralıksız vuran İsrail’in son bir hafta içindeki saldırıları dikkat çekici.
25 Aralık: İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun Suriye’deki komutanlarından Razi Musevi, İsrail’in Şam’a düzenlediği füzeli saldırıda öldürüldü. Suriye’de "askeri danışman" olarak görev yapan Musevi, 2020’de Irak'ta, ABD’nin saldırısında öldürülen İranlı general Kasım Süleymani’ye yakın isimlerindendi. Zeynebiye bölgesi İran’ın “kutsal” addettiği bölgelerden ve İranlı milislerin kontrolünde.
2 Ocak: İsrail, Beyrut’ta “Hizbullah’ın kalesi” olarak bilinen Dahiye’de Hamas karargâhını vurdu. İnsansız hava aracı (İHA) ile yapılan saldırıda Hamas'ın iki numaralı ismi Salih El Aruri ile birlikte 6 kişi yaşamını yitirdi. Hamas'ın askeri kanadı Kassam Tugayları'nın kurucularından olan Aruri, aynı zamanda Hamas’ın İran’a yakın isimlerindendi.
3 Ocak: İran’ın Ortadoğu’daki sembol isimlerinden olan Kudus Gücü komutanı Kasım Süleymani'nin ölüm yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törene yapılan saldırıda 70’ten fazla kişi yaşamını yitirdi. Tahran, ulusal yas ilan ederken, intikam yeminleri edildi.
4 Ocak: Irak'ın başkenti Bağdat'a düzenlenen İHA saldırısında Haşdi Şabi komutanları öldürüldü. Nuceba Hareketi komutanlarından "Ebu Takva es-Saidi"in de öldürüldüğü saldırının ABD tarafından düzenlendiği bildirildi. Nuceba Hareketi, Irak ve Suriye’de ABD kuvvetlerine drone ile saldıran “Irak'ta İslami Direniş” isimli Şii grupların başını çekiyor.
NEDEN OLUYOR?
Dünyanın enerji havzası Ortadoğu yeni bir bölüşüm ve nüfuz mücadelesinin sahnesi. ABD’den Rusya ve Çin’e, İran’dan Suudi Arabistan ve Türkiye’ye küresel/bölgesel aktörler arasındaki kıyasıya bir hegemonya mücadelesi var. Bir süredir ABD merkezli yeni dizayn projeleriyle karşı karşıya olan bölgede her aktörün kendi hesapları var. ABD emperyalizminin “Arap Baharı” sonrası Abraham Anlaşmaları ile giriştiği yeni Ortadoğu projesi 7 Ekim Hamas saldırıları ile iflas etti. İran ve Filistin’in yok sayıldığı ABD menşeli proje çökerken “Ortadoğu’da haritaları değiştireceğiz” diyen Netanyahu hükümetinin üç aydır süren saldırıları taşları yerinden oynattı. “Normalleşme” rafa kalkarken alevler tüm bölgeyi yutmak üzere.
İsrail, ortaya çıkan “boşluk”tan yararlanarak bir taraftan İran’ın artan etkisini sınırlandırmak diğer yandan da topraklarını ve hükümranlığını genişletme peşinde. Varlık savaşı veren Filistin/Gazze ise direnmeyi sürdürüyor.
NE OLACAK?
İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları amansız bir katliamına dönüşürken Tel Aviv-Washington ittifakının Lübnan, İran, Irak ve Suriye’ye yönelik saldırıları Ortadoğu’da Türkiye’nin de aralarında olduğu çok aktörlü krizi derinleştiriyor. Gazze’yi işgal ederek yeni bir statü peşinde koşan Tel Aviv’in savaşı bölgeselleştirme girişimim şimdilik ameline ulaşmaktan uzak. Gerek ABD gerekse de diğer Batılı müttefikleri şimdilik yeni bir bölgesel savaşı kaldırabilecek güçte değil.
Batı’yı İran’a karşı fiili bir savaşa sürüklemekte başarılı olamayan İsrail’in kendine hasım olarak gördüğü ülkeleri çökertme, istikrarsızlaştırma stratejisi kesintisiz sürecek. Suriye ve Lübnan’a yönelik saldırıları son bulmayacak. Özellikle Suriye’yi havadan vurmayı sürdürecek. Netanyahu yönetiminin Gazze’deki savaşı süresiz olarak sürdürmesi eşyanın tabiatına aykırı. Gazze Savaşı sonrası bölgenin eskisi gibi olmayacağı sır değil.
Alman Süddeutsche gazetesinden Peter Münch yaşananları şöyle özetliyor: “Ortadoğu’daki çatışmalar her zamankinden daha öngörülemez. Lübnan'da Hamas liderine düzenlenen saldırının ardından tüm taraflar tepki verdi. İsrail için tehlike arttı. Bu yaşananlar planlanmamış sonuçlar doğurabilir.”
SİYASAL İSLAMCILARIN TUTMAYAN OYUNU
Ortadoğu cangılında kendisine yer açmak isteyen siyasal İslamcı Saray rejiminin hesapları tutmadı. Mayıs seçimleri öncesi başlayan manevra dış politika dümenindeki değişikliğe rağmen iktidara istediği alanı açmadı. MİT’ten Dışişleri Bakanlığı koltuğuna atanan Hakan Fidan’ın girişimleri sonuç vermezken Ortadoğu’daki yeni denklemde Türkiye “normalleşme” adımlarına rağmen bir başına kaldı.
HAMAS’IN HAMİLİĞİ, MOSSAD OPERASYONU
İşler yolunda gitmezken AKP iktidarının 7 Ekim sonrası Hamas’ın hamiliğine soyunması Ankara ile Tel Aviv arasında yeni bir gerilim nedeni oldu. İsrail’in Türkiye’dekiler dahil “Hamas liderlerini vuracaklarına” dair tehditlerine Ankara’nın, “öngörülemez sonuçlar doğurur” resti krizi başka bir boyuta taşıdı. Gerilim sürerken Mossad’a yönelik 8 ilde gerçekleştirilen operasyon krize tuz biber oldu.
Gazze üzerinden iç siyaset de kurgulanmaya çalışılırken bu kez de “devletin derinlikleri”nde, “cumhur ittifakı” içerisinde bir “rahatsızlık” oluştu.
İRAN’I, DOLAYISIYLA ABD’Yİ İŞİN İÇİNE ÇEKME İSTİYOR
Moskova Devlet Üniversitesi’nden Doç. Dr. İkbal Dürre son yaşananları, 7 Ekim sonrası gidişatın tabiatına aykırı olmadığını belirterek bunları yerel, bölgesel ve küresel olarak ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğini söyledi. “İşin arka planında yatan küresel rekabeti, emperyal paylaşım boyutunu görmezden gelemeyiz” diyen Dürre, şöyle devam etti: “İsrail İran’ı, dolayısıyla da ABD’yi işin içine çekme istiyor. İran ise son ana kadar vekalet savaşını sürdürme çabasında. ABD de benzer şekilde olayların büyümeden devam etmesinden yana. Ancak İsrail’in baskısı, seçim arifesindeki iç siyasette Demokratlar için önemli. İsrail, Ukrayna’dan farklı olarak ABD için sadece bir dış politika olgusu değil, iç siyasetin önemli bir parçası. Öte yandan 2024’te seçime gidecek Türkiye, İran ve Rusya için de iç siyasette önem arz ediyor.”
GAZZE’DE SIKIŞAN İSRAİL, SAVAŞI YAYMA PEŞİNDE
İran uzmanı Arif Keskin ise yaşananları şu şekilde değerlendiriyor: “Musevi’nin, Aruri’nin öldürülmeleri, Haşdi Şabi’nin vurulması, Kirman’daki katliamlar hepsi birbiriyle bağlantılı. Tahran yönetimine göre Gazze’de sıkışan İsrail, bu sıkışmışlığı aşmak için savaşı yayma peşinde. Gazze’deki “meşruiyetini” Batı dünyasına dahi artık anlatmakta zorlanan İsrail, çatışmaların bağlamını değiştirerek yeniden uluslararası bir meşruiyet arayışında. Savaşı İsrail-Filistin meselesinden çıkarıp, İsrail-İran ve İsrail-Hizbullah kavgasına çevirerek, çatışmaları bölgeselleştirmek istiyor.
İran’da iki düşünce var.
Karşılık verilsin: Birinci grup İsrail’e sert karşılık verilmesi taraftarı. Kayhan gazetesinin başını çektiği grup İsrail’e misliyle yanıt verilmesini istiyor. Bu saldırıların İran’ın caydırıcılığına zarar verdiğini, eğer buna yanıt verilmezse İran’ın büyük bir imaj kaybına uğrayacağını ifade ediyorlar. Aynı şekilde Hizbullah’ın da prestij kaybına uğradığı vurgulanıyor.
Tuzağa düşülmesin: Bir diğer kanat ise, İsrail’in Tahran’ı tuzağa çekmek istediğini, Tahran’ın doğrudan çatışmaların içine sürüklenmek istendiğini ve bu nedenle tuzağa düşülmemesi gerektiğini dillendiriyor.
ABD de şimdilik gerilimin tırmanmasından, bir çatışmanın yaşanmasından yana değil. Ukrayna savaşı varken Ortadoğu’da yeni bir bölgesel savaş istemiyor. Bu konuda İsrail ile ABD arasında da anlaşmazlık var. Seçime gidilirken ABD’de yetkililer ucu açık, sonu belirsiz bir savaşı kaldırmak istemiyor.
ABD’DEN İSRAİL’E SAVAŞIN GİDİŞATI İÇİN BASKI
Lübnan’lı uzman Sami Nader ise şöyle diyor: “Son gelişmeler gösteriyor ki savaşta yeni bir aşamaya geçiyoruz. Bir iki hafta öncesinden bu yana istihbarat servislerinin daha fazla işin içinde olduğu, hedefe yönelik operasyonların yapıldığı bir aşama bu. İsrail, Hamas yetkililerini ortadan kaldıracağını söylemişti ve bunu gerçekleştiriyor gibi gözüküyor. Türkiye’de İsrail ajanı suçlamasıyla yapılan tutuklamaları da bundan ayrı düşünemeyiz. İsrail’in en büyük müttefiki ABD, İsrail’e savaşın gidişatını değiştirmesi için baskı yapıyor. Savaşı durdurmasını ya da ateşkesi istemiyor, bunu BMGK’deki kararlarında da gördük. Savaşın bugün bitmesi Hamas’ın zaferi anlamına geleceği için ABD ya da İsrail’in istemediği bir şey bu. Ancak Gazze’deki binlerce can kaybı ABD’nin sırtında büyük bir yük olacak, ABD’yi uluslararası arenada yalnızlaştıracak. Bu yüzden Washington, İsrail’in savaşı hedef odaklı, istihbarat temelli bir doğrultuya yöneltmesini istiyor. Hizbulalh’ın kalesi Beyrut’ta Aruri’nin öldürülmesi ve İran’da yaşanan patlama savaşın bölgeye yayılması potansiyelini taşıyor. ABD, yeni bir savaşı daha istemiyor. Dâhil olacakları bölgesel bir savaşı benzer şekilde İran da istemez. İran kendi iç siyasi ve toplumsal sorunlarıyla uğraşıyor. Lübnan’daki vekili Hizbullah da benzer şekilde, 2006’daki savaştan ders çıkarmış ve savaşın götürülerinin farkında. Ancak kalesinde yaşanan bu suikasta karşı itibarını korumak için bir şekilde cevap verecektir.”
İran’da 84 kişinin ölümüne yol açan bombalı saldırıyı IŞİD üstlendi.SEÇİME GİDEN ABD’NİN HESAPLARI
Ortadoğu’daki herhangi bir krizin küresel ve bölgesel unsurlardan bağımsız ele alınamayacağını son çatışmalar bir kez daha gösterdi. On yıllardır kanlı bir hesaplaşmaya sahne olan Ortadoğu yeni yıla da krizlerle girerken emperyalist emeller, pazar kapma kavgası, güç mücadelesi şiddetlenerek artacak. Çatışmaların, saldırıların bölgesel bir savaşa dönüşmesi şimdilik mümkün görünmese de imkânsız da değil.
İsrail gerilim istiyor. Irak’tan Yemen’e uzanan hatta gerilim artacak. İsrail bu gerginliğin artması taraftarı. Ancak İran ve Hizbullah gerilimin tırmanması taraftarı değil. Ancak Tel Aviv her ne kadar gerilimin yükselmesini istese de birçok cephede bunu gerilimim taşıyabilecek kapasitede değil. Bunun için de ABD’yi eklemek yedeklemek istiyor. Seçime giden ABD ise şimdilik bu isteğe pek gönüllü değil.
/././
Hukuk Darbesi ve Kriz Korkusu (İlhan Cihaner)
Hukuk bitmiştir!
Tuz koktu!
Hukukun şirazesi kaydı!
Sözün bittiği yerdeyiz!
Anayasa askıya alındı!
Hukuk Darbesi!
Yargı yok!
Yargı krizi!
Benzer tespit ve eleştirileri özellikle AKP’li yıllarda yüzlerce kez duymuşuzdur. Yüzlerce kez manşetlerde, makalelerde okumuşuzdur. Siyasetçilerin ve hukukçuların ağzından defalarca işitmişizdir. Üstelik bir dönem karar ve uygulamalarıyla bu tespitlerin muhatabı olanlar, “hukuku bitirenler” ve “anayasayı askıya alanlar” pozisyonlarını kaybedince bu kez “bitirdikleri hukuku” yardıma çağırıp, boş yere aranıp duruyorlar. Adeta “hukuksuzluk ağına” takılmak için herkes sırasını bekliyor!
Bir de tespitlerine “artık …” diye başlayanlar var. Her hukuksuzlukta sayacı sıfırlayıp, zaten bittiği defalarca kez ilan edilen hukukun bittiğini yeniden ilan ediyorlar. Kuşkusuz hukuksuzluklara dair söylem düzeyinde de itiraz edilmesi önemli ve yerindedir. Ancak unutulmamalı ki eğer “sonuç alıcı müdahaleler” yapılmaz ise keyfiliğe varan bir “hukuksuzluk arsızlığını” besleyen sızlanmadan ibaret kalır bu itirazlar. Hukuka uymamanın nihai yaptırımı toplumun tepkisi/direnişi/başkaldırısı olduğu için bu yaptırımdan “korkuları kalmayan” hukukçular bile artık çıplak güç olarak kalmış iktidarın ajandasına teslim olurlar.
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay’la ilgili verdiği ikinci ihlal kararı sonrası da aynı şeyler tekrar ediyor. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesinin verdiği “AYM kararına uyulmaması” kararının hukuksuzluğu ve hukuk devletine çok ağır bir saldırı olduğu çok açık. Detayları çok yazıldı çizildi. Adalet Bakanı’nın “Yargıtay’ın verdiği kesinleşmiş hüküm söz konusu. Bu kesin hüküm de TBMM’nin gündeminde. Hep beraber önümüzdeki süreci göreceğiz." yönündeki açıklaması Yargıtay kararının TBMM’de okunarak Atalay’ın Milletvekilliğinin düşürüleceğini ima ediyor.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ise AYM’nin geçmişte verdiği parti kapatma, 367 ve türban kararlarını da gerekçe göstererek AYM’yi ideolojik ve pervasız ilan etti. İyice abartıp, AKP’nin yargıyı elleriyle Fetullahçılara teslim ettiği dönemi de AYM ye mal etti. Çözümün Anayasa ve yasa değişikliği ile “milli yargı” nın güçlendirilmesi olduğunu belirtti. Bu açıklamalar her ne kadar hukuken ve siyaseten kıymet-i harbiyeden yoksun ise de 13. Ağır Ceza ve Yargıtay’ın kararının gerçekte nerede verildiğini ve amacın ne olduğunu göstermesi bakımından önemli. Ayrıca “krizin” hukuk devletinden yana aşılmasına niyetlerinin olmadığını da göstermektedir.
Peki ne yapmalı?
Öncelikle doğru sorularla başlamalıyız: Yargının olmadığı, hukuk bitti/hukuka darbe yapıldı dediğimiz bir ülkede hâkimlik savcılık mümkün müdür? Baro ve savunma mesleği olabilir mi? Yargılama yapılabilir mi? Parlamento mümkün müdür? Hak ve özgürlükler garanti altındadır denilebilir mi? Seçim olabilir mi? Seçilenler yönetebilir mi?
Bu sorulardan herhangi birisine “evet” diyebiliyorsak zaten yaşanan “krizi” anlamamışız demektir. Cevaplarımız “hayır” ise eylemimizin de bu ciddiyet ve ağırlıkta olması gerekir.
Yaşadığımız hukuksuzluk ikliminin kökenlerinin çok eskilere giden birikimli bir sürecin sonucu olduğunu görmemiz gerek. DGM Davaları, Kavala Davası, Ergenekon davaları, Kobani Davası, Gezi Davası gibi devasa bir birikim var. Güncel tartışmadan, geçmişi hukuk açısından bir “asr-ı saadet” dönemi olarak kutsamak ya da AYM güzellemesi çıkarmamak gerek.
Birçok ülkede olduğu gibi yargı içinden çıkacak bir hareketin de koşullarının olmadığı açık. Bu nedenle zaten sorunun kaynağı olan, bittiğini de ilan ettiğimiz yargıdan çözüm/çıkış beklemek hayal olacaktır. En son İsrail’de olduğu gibi toplumsal muhalefetin ve kendiliğinden hareketlerin güçlü bir hukuk devleti savunusu başlatmaları da güç görünüyor. Yıllardır en demokratik tepkilerin bile kriminalleştirilmesine ses çıkarılmamasının sonucu bu durum. Nitekim AYM kararının tanınmamasına ilişkin ilk karar sonrası Sayın Özgür Özel tarafından yapılan “Sokaklarda, meydanlarda direneceğiz, bu hukuksuzluğa teslim olmayacağız. Mücadelemiz büyük bir dirençle başlayacak ve sürecektir” çağrısı ciddi bir destek görmedi.
Yaşadıklarımızın ‘Yöneticilerin artık halkı eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemeyeceği’ anlamında olmasa da bir “kriz” olduğu açık. İktidarı isteyen muhalifler ise krizden korkmak, krizi iktidarın işine yarayacak çözümlerle aşmak yerine “krizi” doğru zemine oturtarak iktidarı hedeflemelidir. Hukuksuzluğun geniş kesimlerin yaşadığı sorunlarla bağı kurularak hukuk devleti mücadelesinin halka mal edilmesi şarttır. Başta siyasi partiler olmak üzere örgütlü yapıların iktidara, hukuk devleti mücadelesinde masada parlamentodan çekilme, yargılamaları tıkama, seçimden çekilme dâhil tüm enstrümanların masada olduğunu göstermesi gerekir.
CHP’nin PM toplantısını krize ayırması doğru olmuştur. Yazıyı yazarken henüz sonuçlanmayan bu toplantının yerinde ve etkili müdahalelere yol açmasını diliyorum.
Unutulmamalı ki zamanında yapılmayan müdahalelerin maliyeti daha yüksek olmaktadır.
/././
Darbenin kitabını yazıyorlar (Zafer Arapkirli)
Demokrasi ya da türevi olarak anılmayı hakeden ülkelerde, dünya siyaset tarihinde "yerleşik" sayılabilecek format, kabaca şudur:
Farklı ideoloji, görüş, çizgi ve programlara sahip siyasi partiler, seçmenin oyunu alıp iktidara gelebilmek için bu "bagajlarını" yarıştırırlar.
Sonuçta, seçmen birini iktidara getirir.
İktidara gelirken yeterli bir çoğunluğa sahip olabilirlerse, yasama organını kullanarak kendi ajandaları doğrultusunda yasalar yaparak sistemde istedikleri değişiklikleri hayata geçirirler.
Bunun da ötesinde, anayasada değişiklikler yapmak istediklerinde de, örneğin Türkiye'de olduğu gibi, öncelikle parlamento çoğunluğu ile, mümkün değilse, referandum yoluyla bunu gerçekleştirirler.
Normal yol ve yöntemleri budur bu işlerin.
Bir de, farklı ve demokrasi dışı bir yöntem vardır ki, onu hepimiz bir değil birkaç kez tecrübe ederek yaşadık bu ülkede. Ona da "darbe" diyoruz. Uluslararası siyasi literatürde "Coup d'etat" yani "Devlete darbe" olarak adlandırılan bu usülde ise, mevcut yönetimi silahlı kuvvetler veya silahlı başka güçlerin kalkışması yoluyla devirip, yönetime zorla el koymak söz konusudur.
"Darbe"nin bir de "Kendi iktidarını sağlamlaştırmak üzere, şiddet ve/veya yasadışı yöntemler kullanarak, mevcut yasaları ve anayasayı çiğneyerek" yapılan türü (Self-coup - kendine darbe) vardır ki, en utanmazca olanı da budur.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten siyasi kadro ve ortakları, tam da bu yöntemi uygulamaktadır.
Yıllardır, hemen her gün yepyeni ve (haklarını teslim edelim) yaratıcı yöntemlerle, bunu adım adım gerçekleştiriyorlar.
∗∗∗
Bir yandan, işbirliği yaptıkları karanlık güçlerle yani uzun yıllar boyu Fetullahçı demokrasi ve Cumhuriyet düşmanı, ATATÜRK düşmanı hainlerle (FETÖ) kol kola, bu ülkede ne kadar vatansever insan varsa onları "safdışı" edici kumpaslarla etkisiz kıldılar. Hayatlarını karartıp, adım atamayacak ve ses çıkaramayacak hale getirdiler.
Medyayı büyük ölçüde ellerine geçirerek, tamamen kendi güdümlerine alarak muazzam bir propaganda ve yalan makinesine dönüştürerek kitleleri kandırmak, uyutmak ve uyuşturmak suretiyle seçimler ve referandumlarda yaptıkları hileleri ustaca gizlemeyi ve unutturmayı becerdiler. Böylece, etkisiz ve ürkek muhalefetin de olağanüstü yardımları ile, "her girdikleri seçimi kazandıkları (yalan) algısını" başarıyla oluşturdular.
Ama, yaptıkları en önemli şey (kabul etmeliyiz) ve en başarılı icraatları, yargıyı ustaca ele geçirmek ve kendileri açısından her türlü siyasi ve ekonomik kazanımın anahtarı olarak kullanılacak yargı kararlarını, hep kendilerinden yana çıkardılar.
Muhalif ne kadar ses ve yayın varsa, bunları bastırmak üzere mahkemelerden hemen her dakika kendilerinden yana kararlar çıkarmaya da devam ediyorlar.
Ancak, rakip siyasetçileri elimine ederek ve elini ayağını bağlayarak iktidarlarını sağlamlaştırmak üzere aldıkları en önemli kararları, gerçekten de tarihe geçecek niteliktedir.
2017 Referandumunda yasaya aykırı biçimde (YSK kararını TBMM'nin yaptığı bir yasanın üzerine çıkararak) mühürsüz oyların geçerli sayılması ve rejimin - yönetim biçiminin değiştirilmesi, başlıca adımdır.
Bir dönem "çözüm" aldatmacası ile uyutmayı başardıkları Kürt siyasi hareketinin liderlerinden Selahattin Demirtaş'ın elimine edilip AİHM kararlarını bile tanımama pahasına uzun ve (bugün de sürmekte olan) haksız bir mahkumiyete zorlanması, bir başka önemli bir örnektir.
En önemli hamlelerinden biri de, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 101 ve 116'ncı maddelerine açıkça aykırı biçimde 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimde aday bile olamayacağı halde, Recep Tayyip Erdoğan'ın elindeki yargı gücünü (YSK) kullanarak aday olmayı becerebilmesidir. Bununla da kalınmamış, yürütmenin kritik üyeleri, (İçişleri Adalet ile Ulaştırma ve Haberleşmeden sorumlu bakanların) görevlerinin başında kalarak makam şapkalarıyla bizzat parti kampanyasına katılmışlardır.
∗∗∗
Bugün gelinen aşamada, 2023 seçiminde yasal yoldan seçilen bir kişi, TİP Hatay Mebusu Av. Can Atalay, Anayasa'nın 83'ncü maddesine aykırı biçimde hapiste tutulmakta, üstelik Anayasa Mahkemesi'nin Atalay lehine aldığı karar, hukuksuzluğu apaçık ortada bir Yargıtay Daire kararıyla uygulanmamaktadır.
Yargıtay'da bir grup hakim, Anayasa'yı ve AYM'yi tanımadıklarını fütursuzca beyan edip, aslında görevleri gereği korumak zorunda oldukları kurulu mevcut hukuk düzenini de çiğneyerek, ülkenin tümüne meydan okumaktadırlar.
Ama bunlardan da daha elim ve daha vahim olmak üzere, Anayasal düzenin "işlemesini" sağlamakla yükümlü en önemli organ, yani yürütme (yani Cumhurbaşkanı) Anayasal darbe anlamına gelen bu meydan okumaya arka çıkmaktadır.
Amaç bellidir.
"Bu anayasa ile yürümüyor" diyerek, köklü bir anayasa değişikliğinin önünü açmak için harekete geçmektir.
Mevcut bir yönetimin, varlığını borçlu olduğu ve uygulamakta herkesten fazla titizlenmesi gereken Anayasal bir sistemi çökertmesi, tarihte görülmemiş bir örnektir.
Aslında, biçimsel olarak "Kendi kendine darbe" (İngilizce: Self-coup) anlamına gelen bu menfur girişim, artık girişim olmanın da ötesine geçmiş bir fiili durum (bir darbe) demektir.
Demokrasiden ve hukuktan yana herkesin, daha örgütlü biçimde buna göğsünü siper etmesinin zamanıdır.
(BİRGÜN)