5 Ocak 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI - 5 OCAK 2023 -


Ortadoğu cangılında kanlı hesaplaşmalar (İbrahim Varlı)
İsrail'in Lübnan ve Suriye’ye saldırıları, ABD’nin Irak’ta Haşdi Şabi’yi vurması ve İran’da patlayan bombalar Ortadoğu'da ipleri gerdi. Saldırılar ‘Büyük savaş’ın öncü sarsıntıları mı? sorusunu sorduruyor. ABD’nin kurmaya çalıştığı "yeni Ortadoğu düzeni" 7 Ekim itibarıyla çöktü. AKP’nin bölgede rol çalma hevesi havada kaldı. İsrail'in savaşı yayma girişimleri bölgesel bir savaşa yol açabilir.


Ortadoğu barut fıçısı. Emperyalist müdahaleciliğin, güç savaşlarının, etnik, mezhepsel, dinsel kapışmaların “av sahası”na dönüştürülen Ortadoğu’da yine, yeniden savaş çanları çalıyor. Gerilim hiç olmadığı kadar yüksek. İsrail’in Gazze’deki katliamına eş zamanlı olarak Lübnan ve Suriye’ye düzenlediği saldırılar, ABD’nin Irak’ta Haşdi Şabi’yi vurması ve İran’daki kanlı saldırılar gözleri bir kez daha bölgeye çevirdi. Bir nevi ABD ve İsrail ile İran arasında yaşanması beklenen “büyük kapışma”nın öncü sarsıntıları yaşanıyor. Şimdilik doğrudan bir çatışmayı göze alamayan İsrail ve ABD ile İran arasında farklı cephelerde yaşanan hesaplaşmaların pek çok boyutu var. ABD’den Rusya’ya, Çin’den İran’a, İsrail’den Türkiye ve Körfez Arap ülkelerine onlarca aktörün olduğu Ortadoğu sahasında hesaplar, çıkarlar, oyunlar ve planlar iç içe girmiş durumda.

NE OLUYOR?

Hamas’ın 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu sonrası Gazze’yi üç aydır aralıksız vuran İsrail’in  son bir hafta içindeki saldırıları dikkat çekici.

25 Aralık: İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun Suriye’deki komutanlarından Razi Musevi, İsrail’in Şam’a düzenlediği füzeli saldırıda öldürüldü. Suriye’de "askeri danışman" olarak görev yapan Musevi, 2020’de Irak'ta, ABD’nin saldırısında öldürülen İranlı general Kasım Süleymani’ye yakın isimlerindendi. Zeynebiye bölgesi İran’ın “kutsal” addettiği bölgelerden ve İranlı milislerin kontrolünde.

2 Ocak: İsrail, Beyrut’ta “Hizbullah’ın kalesi” olarak bilinen Dahiye’de Hamas karargâhını vurdu. İnsansız hava aracı (İHA) ile yapılan saldırıda Hamas'ın iki numaralı ismi Salih El Aruri ile birlikte 6 kişi yaşamını yitirdi. Hamas'ın askeri kanadı Kassam Tugayları'nın kurucularından olan Aruri, aynı zamanda Hamas’ın İran’a yakın isimlerindendi.

3 Ocak: İran’ın Ortadoğu’daki sembol isimlerinden olan Kudus Gücü komutanı Kasım Süleymani'nin ölüm yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törene yapılan saldırıda 70’ten fazla kişi yaşamını yitirdi. Tahran, ulusal yas ilan ederken, intikam yeminleri edildi.

4 Ocak: Irak'ın başkenti Bağdat'a düzenlenen İHA saldırısında Haşdi Şabi komutanları öldürüldü. Nuceba Hareketi komutanlarından "Ebu Takva es-Saidi"in de öldürüldüğü saldırının ABD tarafından düzenlendiği bildirildi. Nuceba Hareketi, Irak ve Suriye’de ABD kuvvetlerine drone ile saldıran “Irak'ta İslami Direniş” isimli Şii grupların başını çekiyor.

NEDEN OLUYOR?

Dünyanın enerji havzası Ortadoğu yeni bir bölüşüm ve nüfuz mücadelesinin sahnesi. ABD’den Rusya ve Çin’e, İran’dan Suudi Arabistan ve Türkiye’ye küresel/bölgesel aktörler arasındaki kıyasıya bir hegemonya mücadelesi var. Bir süredir ABD merkezli yeni dizayn projeleriyle karşı karşıya olan bölgede her aktörün kendi hesapları var. ABD emperyalizminin “Arap Baharı” sonrası Abraham Anlaşmaları ile giriştiği yeni Ortadoğu projesi 7 Ekim Hamas saldırıları ile iflas etti. İran ve Filistin’in yok sayıldığı ABD menşeli proje çökerken “Ortadoğu’da haritaları değiştireceğiz” diyen Netanyahu hükümetinin üç aydır süren saldırıları taşları yerinden oynattı. “Normalleşme” rafa kalkarken alevler tüm bölgeyi yutmak üzere.

İsrail, ortaya çıkan “boşluk”tan yararlanarak bir taraftan İran’ın artan etkisini sınırlandırmak diğer yandan da topraklarını ve hükümranlığını genişletme peşinde. Varlık savaşı veren Filistin/Gazze ise direnmeyi sürdürüyor.

NE OLACAK?

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları amansız bir katliamına dönüşürken Tel Aviv-Washington ittifakının Lübnan, İran, Irak ve Suriye’ye yönelik saldırıları Ortadoğu’da Türkiye’nin de aralarında olduğu çok aktörlü krizi derinleştiriyor. Gazze’yi işgal ederek yeni bir statü peşinde koşan Tel Aviv’in savaşı bölgeselleştirme girişimim şimdilik ameline ulaşmaktan uzak. Gerek ABD gerekse de diğer Batılı müttefikleri şimdilik yeni bir bölgesel savaşı kaldırabilecek güçte değil.

Batı’yı İran’a karşı fiili bir savaşa sürüklemekte başarılı olamayan İsrail’in kendine hasım olarak gördüğü ülkeleri çökertme, istikrarsızlaştırma stratejisi kesintisiz sürecek. Suriye ve Lübnan’a yönelik saldırıları son bulmayacak. Özellikle Suriye’yi havadan vurmayı sürdürecek. Netanyahu yönetiminin Gazze’deki savaşı süresiz olarak sürdürmesi eşyanın tabiatına aykırı. Gazze Savaşı sonrası bölgenin eskisi gibi olmayacağı sır değil.

Alman Süddeutsche gazetesinden Peter Münch yaşananları şöyle özetliyor: “Ortadoğu’daki çatışmalar her zamankinden daha öngörülemez. Lübnan'da Hamas liderine düzenlenen saldırının ardından tüm taraflar tepki verdi. İsrail için tehlike arttı. Bu yaşananlar planlanmamış sonuçlar doğurabilir.”

SİYASAL İSLAMCILARIN TUTMAYAN OYUNU

Ortadoğu cangılında kendisine yer açmak isteyen siyasal İslamcı Saray rejiminin hesapları tutmadı. Mayıs seçimleri öncesi başlayan manevra dış politika dümenindeki değişikliğe rağmen iktidara istediği alanı açmadı. MİT’ten Dışişleri Bakanlığı koltuğuna atanan Hakan Fidan’ın girişimleri sonuç vermezken Ortadoğu’daki yeni denklemde Türkiye “normalleşme” adımlarına rağmen bir başına kaldı.

HAMAS’IN HAMİLİĞİ, MOSSAD OPERASYONU

İşler yolunda gitmezken AKP iktidarının 7 Ekim sonrası Hamas’ın hamiliğine soyunması Ankara ile Tel Aviv arasında yeni bir gerilim nedeni oldu. İsrail’in Türkiye’dekiler dahil “Hamas liderlerini vuracaklarına” dair tehditlerine Ankara’nın, “öngörülemez sonuçlar doğurur” resti krizi başka bir boyuta taşıdı. Gerilim sürerken Mossad’a yönelik 8 ilde gerçekleştirilen operasyon krize tuz biber oldu.

Gazze üzerinden iç siyaset de kurgulanmaya çalışılırken bu kez de “devletin derinlikleri”nde, “cumhur ittifakı” içerisinde bir “rahatsızlık” oluştu.

İRAN’I, DOLAYISIYLA ABD’Yİ İŞİN İÇİNE ÇEKME İSTİYOR

Moskova Devlet Üniversitesi’nden Doç. Dr. İkbal Dürre son yaşananları, 7 Ekim sonrası gidişatın tabiatına aykırı olmadığını belirterek bunları yerel, bölgesel ve küresel olarak ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğini söyledi. “İşin arka planında yatan küresel rekabeti, emperyal paylaşım boyutunu görmezden gelemeyiz” diyen Dürre, şöyle devam etti: “İsrail İran’ı, dolayısıyla da ABD’yi işin içine çekme istiyor. İran ise son ana kadar vekalet savaşını sürdürme çabasında. ABD de benzer şekilde olayların büyümeden devam etmesinden yana. Ancak İsrail’in baskısı, seçim arifesindeki iç siyasette Demokratlar için önemli. İsrail, Ukrayna’dan farklı olarak ABD için sadece bir dış politika olgusu değil, iç siyasetin önemli bir parçası. Öte yandan 2024’te seçime gidecek Türkiye, İran ve Rusya için de iç siyasette önem arz ediyor.”

GAZZE’DE SIKIŞAN İSRAİL, SAVAŞI YAYMA PEŞİNDE

İran uzmanı Arif Keskin ise yaşananları şu şekilde değerlendiriyor: “Musevi’nin, Aruri’nin öldürülmeleri, Haşdi Şabi’nin vurulması, Kirman’daki katliamlar hepsi birbiriyle bağlantılı. Tahran yönetimine göre Gazze’de sıkışan İsrail, bu sıkışmışlığı aşmak için savaşı yayma peşinde. Gazze’deki “meşruiyetini” Batı dünyasına dahi artık anlatmakta zorlanan İsrail, çatışmaların bağlamını değiştirerek yeniden uluslararası bir meşruiyet arayışında. Savaşı İsrail-Filistin meselesinden çıkarıp, İsrail-İran ve İsrail-Hizbullah kavgasına çevirerek, çatışmaları bölgeselleştirmek istiyor.

İran’da iki düşünce var.

Karşılık verilsin: Birinci grup İsrail’e sert karşılık verilmesi taraftarı. Kayhan gazetesinin başını çektiği grup İsrail’e misliyle yanıt verilmesini istiyor. Bu saldırıların İran’ın caydırıcılığına zarar verdiğini, eğer buna yanıt verilmezse İran’ın büyük bir imaj kaybına uğrayacağını ifade ediyorlar. Aynı şekilde Hizbullah’ın da prestij kaybına uğradığı vurgulanıyor.

Tuzağa düşülmesin: Bir diğer kanat ise, İsrail’in Tahran’ı tuzağa çekmek istediğini, Tahran’ın doğrudan çatışmaların içine sürüklenmek istendiğini ve bu nedenle tuzağa düşülmemesi gerektiğini dillendiriyor.

ABD de şimdilik gerilimin tırmanmasından, bir çatışmanın yaşanmasından yana değil. Ukrayna savaşı varken Ortadoğu’da yeni bir bölgesel savaş istemiyor. Bu konuda İsrail ile ABD arasında da anlaşmazlık var. Seçime gidilirken ABD’de yetkililer ucu açık, sonu belirsiz bir savaşı kaldırmak istemiyor.

ABD’DEN İSRAİL’E SAVAŞIN GİDİŞATI İÇİN BASKI

Lübnan’lı uzman Sami Nader ise şöyle diyor: “Son gelişmeler gösteriyor ki savaşta yeni bir aşamaya geçiyoruz. Bir iki hafta öncesinden bu yana istihbarat servislerinin daha fazla işin içinde olduğu, hedefe yönelik operasyonların yapıldığı bir aşama bu. İsrail, Hamas yetkililerini ortadan kaldıracağını söylemişti ve bunu gerçekleştiriyor gibi gözüküyor. Türkiye’de İsrail ajanı suçlamasıyla yapılan tutuklamaları da bundan ayrı düşünemeyiz. İsrail’in en büyük müttefiki ABD, İsrail’e savaşın gidişatını değiştirmesi için baskı yapıyor. Savaşı durdurmasını ya da ateşkesi istemiyor, bunu BMGK’deki kararlarında da gördük. Savaşın bugün bitmesi Hamas’ın zaferi anlamına geleceği için ABD ya da İsrail’in istemediği bir şey bu. Ancak Gazze’deki binlerce can kaybı ABD’nin sırtında büyük bir yük olacak, ABD’yi uluslararası arenada yalnızlaştıracak. Bu yüzden Washington, İsrail’in savaşı hedef odaklı, istihbarat temelli bir doğrultuya yöneltmesini istiyor. Hizbulalh’ın kalesi Beyrut’ta Aruri’nin öldürülmesi ve İran’da yaşanan patlama savaşın bölgeye yayılması potansiyelini taşıyor. ABD, yeni bir savaşı daha istemiyor. Dâhil olacakları bölgesel bir savaşı benzer şekilde İran da istemez. İran kendi iç siyasi ve toplumsal sorunlarıyla uğraşıyor. Lübnan’daki vekili Hizbullah da benzer şekilde, 2006’daki savaştan ders çıkarmış ve savaşın götürülerinin farkında. Ancak kalesinde yaşanan bu suikasta karşı itibarını korumak için bir şekilde cevap verecektir.”

                                     İran’da 84 kişinin ölümüne yol açan bombalı saldırıyı IŞİD üstlendi.

SEÇİME GİDEN ABD’NİN HESAPLARI

Ortadoğu’daki herhangi bir krizin küresel ve bölgesel unsurlardan bağımsız ele alınamayacağını son çatışmalar bir kez daha gösterdi. On yıllardır kanlı bir hesaplaşmaya sahne olan Ortadoğu yeni yıla da krizlerle girerken emperyalist emeller, pazar kapma kavgası, güç mücadelesi şiddetlenerek artacak. Çatışmaların, saldırıların bölgesel bir savaşa dönüşmesi şimdilik mümkün görünmese de imkânsız da değil.

İsrail gerilim istiyor. Irak’tan Yemen’e uzanan hatta gerilim artacak. İsrail bu gerginliğin artması taraftarı. Ancak İran ve Hizbullah gerilimin tırmanması taraftarı değil. Ancak Tel Aviv her ne kadar gerilimin yükselmesini istese de birçok cephede bunu gerilimim taşıyabilecek kapasitede değil. Bunun için de ABD’yi eklemek yedeklemek istiyor. Seçime giden ABD ise şimdilik bu isteğe pek gönüllü değil.

                                                                  /././

Hukuk Darbesi ve Kriz Korkusu (İlhan Cihaner)

Hukuk bitmiştir!

Tuz koktu!

Hukukun şirazesi kaydı!

Sözün bittiği yerdeyiz!

Anayasa askıya alındı!

Hukuk Darbesi!

Yargı yok!

Yargı krizi!

Benzer tespit ve eleştirileri özellikle AKP’li yıllarda yüzlerce kez duymuşuzdur. Yüzlerce kez manşetlerde, makalelerde okumuşuzdur. Siyasetçilerin ve hukukçuların ağzından defalarca işitmişizdir. Üstelik bir dönem karar ve uygulamalarıyla bu tespitlerin muhatabı olanlar, “hukuku bitirenler” ve “anayasayı askıya alanlar” pozisyonlarını kaybedince bu kez “bitirdikleri hukuku” yardıma çağırıp, boş yere aranıp duruyorlar. Adeta “hukuksuzluk ağına” takılmak için herkes sırasını bekliyor!

Bir de tespitlerine “artık …” diye başlayanlar var. Her hukuksuzlukta sayacı sıfırlayıp, zaten bittiği defalarca kez ilan edilen hukukun bittiğini yeniden ilan ediyorlar. Kuşkusuz hukuksuzluklara dair söylem düzeyinde de itiraz edilmesi önemli ve yerindedir. Ancak unutulmamalı ki eğer “sonuç alıcı müdahaleler” yapılmaz ise keyfiliğe varan bir “hukuksuzluk arsızlığını” besleyen sızlanmadan ibaret kalır bu itirazlar. Hukuka uymamanın nihai yaptırımı toplumun tepkisi/direnişi/başkaldırısı olduğu için bu yaptırımdan “korkuları kalmayan” hukukçular bile artık çıplak güç olarak kalmış iktidarın ajandasına teslim olurlar.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay’la ilgili verdiği ikinci ihlal kararı sonrası da aynı şeyler tekrar ediyor. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesinin verdiği “AYM kararına uyulmaması” kararının hukuksuzluğu ve hukuk devletine çok ağır bir saldırı olduğu çok açık. Detayları çok yazıldı çizildi. Adalet Bakanı’nın “Yargıtay’ın verdiği kesinleşmiş hüküm söz konusu. Bu kesin hüküm de TBMM’nin gündeminde. Hep beraber önümüzdeki süreci göreceğiz." yönündeki açıklaması Yargıtay kararının TBMM’de okunarak Atalay’ın Milletvekilliğinin düşürüleceğini ima ediyor.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ise AYM’nin geçmişte verdiği parti kapatma, 367 ve türban kararlarını da gerekçe göstererek AYM’yi ideolojik ve pervasız ilan etti. İyice abartıp, AKP’nin yargıyı elleriyle Fetullahçılara teslim ettiği dönemi de AYM ye mal etti. Çözümün Anayasa ve yasa değişikliği ile “milli yargı” nın güçlendirilmesi olduğunu belirtti. Bu açıklamalar her ne kadar hukuken ve siyaseten  kıymet-i harbiyeden yoksun ise de 13. Ağır Ceza ve Yargıtay’ın kararının gerçekte nerede verildiğini ve amacın ne olduğunu göstermesi bakımından önemli. Ayrıca “krizin” hukuk devletinden yana aşılmasına niyetlerinin olmadığını da göstermektedir.

Peki ne yapmalı?

Öncelikle doğru sorularla başlamalıyız: Yargının olmadığı, hukuk bitti/hukuka darbe yapıldı dediğimiz bir ülkede hâkimlik savcılık mümkün müdür? Baro ve savunma mesleği olabilir mi? Yargılama yapılabilir mi? Parlamento mümkün müdür?  Hak ve özgürlükler garanti altındadır denilebilir mi? Seçim olabilir mi? Seçilenler yönetebilir mi?

Bu sorulardan herhangi birisine “evet” diyebiliyorsak zaten yaşanan “krizi” anlamamışız demektir. Cevaplarımız “hayır” ise eylemimizin de bu ciddiyet ve ağırlıkta olması gerekir.

Yaşadığımız hukuksuzluk ikliminin kökenlerinin çok eskilere giden birikimli bir sürecin sonucu olduğunu görmemiz gerek. DGM Davaları, Kavala Davası, Ergenekon davaları, Kobani Davası, Gezi Davası gibi devasa bir birikim var. Güncel tartışmadan, geçmişi hukuk açısından bir “asr-ı saadet” dönemi olarak kutsamak ya da AYM güzellemesi çıkarmamak gerek.

Birçok ülkede olduğu gibi yargı içinden çıkacak bir hareketin de koşullarının olmadığı açık. Bu nedenle zaten sorunun kaynağı olan, bittiğini de ilan ettiğimiz yargıdan çözüm/çıkış beklemek hayal olacaktır. En son İsrail’de olduğu gibi toplumsal muhalefetin ve kendiliğinden hareketlerin güçlü bir hukuk devleti savunusu başlatmaları da güç görünüyor. Yıllardır en demokratik tepkilerin bile kriminalleştirilmesine ses çıkarılmamasının sonucu bu durum. Nitekim AYM kararının tanınmamasına ilişkin ilk karar sonrası Sayın Özgür Özel tarafından yapılan “Sokaklarda, meydanlarda direneceğiz, bu hukuksuzluğa teslim olmayacağız. Mücadelemiz büyük bir dirençle başlayacak ve sürecektir” çağrısı ciddi bir destek görmedi.

Yaşadıklarımızın ‘Yöneticilerin artık halkı eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemeyeceği’ anlamında olmasa da bir “kriz” olduğu açık. İktidarı isteyen muhalifler ise krizden korkmak, krizi iktidarın işine yarayacak çözümlerle aşmak yerine “krizi” doğru zemine oturtarak iktidarı hedeflemelidir. Hukuksuzluğun geniş kesimlerin yaşadığı sorunlarla bağı kurularak hukuk devleti mücadelesinin halka mal edilmesi şarttır. Başta siyasi partiler olmak üzere örgütlü yapıların iktidara, hukuk devleti mücadelesinde masada parlamentodan çekilme, yargılamaları tıkama, seçimden çekilme dâhil tüm enstrümanların masada olduğunu göstermesi gerekir.

CHP’nin PM toplantısını krize ayırması doğru olmuştur. Yazıyı yazarken henüz sonuçlanmayan bu toplantının yerinde ve etkili müdahalelere yol açmasını diliyorum.

Unutulmamalı ki zamanında yapılmayan müdahalelerin maliyeti daha yüksek olmaktadır.

                                                            /././

Darbenin kitabını yazıyorlar (Zafer Arapkirli)

Demokrasi ya da türevi olarak anılmayı hakeden ülkelerde, dünya siyaset tarihinde "yerleşik" sayılabilecek format, kabaca şudur:

Farklı ideoloji, görüş, çizgi ve programlara sahip siyasi partiler, seçmenin oyunu alıp iktidara gelebilmek için bu "bagajlarını" yarıştırırlar.

Sonuçta, seçmen birini iktidara getirir.

İktidara gelirken yeterli bir çoğunluğa sahip olabilirlerse, yasama organını kullanarak kendi ajandaları doğrultusunda yasalar yaparak sistemde istedikleri değişiklikleri hayata geçirirler.

Bunun da ötesinde, anayasada değişiklikler yapmak istediklerinde de, örneğin Türkiye'de olduğu gibi, öncelikle parlamento çoğunluğu ile, mümkün değilse, referandum yoluyla bunu gerçekleştirirler.

Normal yol ve yöntemleri budur bu işlerin.

Bir de, farklı ve demokrasi dışı bir yöntem vardır ki, onu hepimiz bir değil birkaç kez tecrübe ederek yaşadık bu ülkede. Ona da "darbe" diyoruz. Uluslararası siyasi literatürde "Coup d'etat" yani "Devlete darbe" olarak adlandırılan bu usülde ise, mevcut yönetimi silahlı kuvvetler veya silahlı başka güçlerin kalkışması yoluyla devirip, yönetime zorla el koymak söz konusudur.

"Darbe"nin bir de "Kendi iktidarını sağlamlaştırmak üzere, şiddet ve/veya yasadışı yöntemler kullanarak, mevcut yasaları ve anayasayı çiğneyerek"  yapılan türü (Self-coup - kendine darbe) vardır ki, en utanmazca olanı da budur.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti'ni yöneten siyasi kadro ve ortakları, tam da bu yöntemi uygulamaktadır.

Yıllardır, hemen her gün yepyeni ve (haklarını teslim edelim) yaratıcı yöntemlerle, bunu adım adım gerçekleştiriyorlar.

∗∗

Bir yandan, işbirliği yaptıkları karanlık güçlerle yani uzun yıllar boyu Fetullahçı demokrasi ve Cumhuriyet düşmanı, ATATÜRK düşmanı hainlerle (FETÖ) kol kola, bu ülkede ne kadar vatansever insan varsa onları "safdışı" edici kumpaslarla etkisiz kıldılar. Hayatlarını karartıp, adım atamayacak ve ses çıkaramayacak hale getirdiler.

Medyayı büyük ölçüde ellerine geçirerek, tamamen kendi güdümlerine alarak muazzam bir propaganda ve yalan makinesine dönüştürerek kitleleri kandırmak, uyutmak ve uyuşturmak suretiyle seçimler ve referandumlarda yaptıkları hileleri ustaca gizlemeyi ve unutturmayı becerdiler. Böylece, etkisiz ve ürkek muhalefetin de olağanüstü yardımları ile, "her girdikleri seçimi kazandıkları (yalan) algısını"  başarıyla oluşturdular.

Ama, yaptıkları en önemli şey (kabul etmeliyiz) ve en başarılı icraatları, yargıyı ustaca ele geçirmek ve kendileri açısından her türlü siyasi ve ekonomik kazanımın anahtarı olarak kullanılacak yargı kararlarını, hep kendilerinden yana çıkardılar.

Muhalif ne kadar ses ve yayın varsa, bunları bastırmak üzere mahkemelerden hemen her dakika kendilerinden yana kararlar çıkarmaya da devam ediyorlar.

Ancak, rakip siyasetçileri elimine ederek ve elini ayağını bağlayarak iktidarlarını sağlamlaştırmak üzere aldıkları en önemli kararları, gerçekten de tarihe geçecek niteliktedir.

2017 Referandumunda yasaya aykırı biçimde (YSK kararını TBMM'nin yaptığı bir yasanın üzerine çıkararak) mühürsüz oyların geçerli sayılması ve rejimin - yönetim biçiminin değiştirilmesi, başlıca adımdır.

Bir dönem "çözüm" aldatmacası ile uyutmayı başardıkları Kürt siyasi hareketinin liderlerinden Selahattin Demirtaş'ın elimine edilip AİHM kararlarını bile tanımama pahasına uzun ve (bugün de sürmekte olan) haksız bir mahkumiyete zorlanması, bir başka önemli bir örnektir.

En önemli hamlelerinden biri de, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 101 ve 116'ncı maddelerine açıkça aykırı biçimde 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimde aday bile olamayacağı halde, Recep Tayyip Erdoğan'ın elindeki yargı gücünü (YSK)  kullanarak aday olmayı becerebilmesidir. Bununla da kalınmamış, yürütmenin kritik üyeleri, (İçişleri Adalet ile Ulaştırma ve Haberleşmeden sorumlu bakanların)  görevlerinin başında kalarak makam şapkalarıyla bizzat parti kampanyasına katılmışlardır.

∗∗

Bugün gelinen aşamada, 2023 seçiminde yasal yoldan seçilen bir kişi, TİP Hatay Mebusu Av. Can Atalay, Anayasa'nın 83'ncü maddesine aykırı biçimde hapiste tutulmakta, üstelik Anayasa Mahkemesi'nin Atalay lehine aldığı karar, hukuksuzluğu apaçık ortada bir Yargıtay Daire kararıyla uygulanmamaktadır.

Yargıtay'da bir grup hakim, Anayasa'yı ve AYM'yi tanımadıklarını fütursuzca beyan edip, aslında görevleri gereği korumak zorunda oldukları kurulu mevcut hukuk düzenini de çiğneyerek, ülkenin tümüne meydan okumaktadırlar.

Ama bunlardan da daha elim ve daha vahim olmak üzere, Anayasal düzenin "işlemesini" sağlamakla yükümlü en önemli organ, yani yürütme (yani Cumhurbaşkanı) Anayasal darbe anlamına gelen bu meydan okumaya arka çıkmaktadır.

Amaç bellidir.

"Bu anayasa ile yürümüyor" diyerek, köklü bir anayasa değişikliğinin önünü açmak için harekete geçmektir.

Mevcut bir yönetimin, varlığını borçlu olduğu ve uygulamakta herkesten fazla titizlenmesi gereken Anayasal bir sistemi çökertmesi, tarihte görülmemiş bir örnektir.

Aslında, biçimsel olarak "Kendi kendine darbe" (İngilizce: Self-coup) anlamına gelen bu menfur girişim, artık girişim olmanın da ötesine geçmiş bir fiili durum (bir darbe) demektir.

Demokrasiden ve hukuktan yana herkesin, daha örgütlü biçimde buna göğsünü siper etmesinin zamanıdır.

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 5 OCAK 2024 -

 

Din devleti (Ali Sirmen)

İsrail bir yılı aşkın süredir büyük sokak gösterileriyle çalkalanmaktaydı. Aşırı dinci Yahudi gruplar Binyamin Netanyahu’nun önderliğinde oluşturdukları koalisyonla ülke yönetimine damgalarını vurgulamışlardı. Yerleşim bölgelerinde diledikleri gibi at oynatarak Filistinli Arapların yaşamını daha da güçleştirecek bir taciz politikası uygulamaktaydılar.

İsrail’de demokratik bir koalisyon ile iktidar formülü bulunamadığı için hükümete katılmak olanağı bulmuş ultra dinci yobaz takımı ile iktidar oluşturmayı geleneksel partilerden hiçbirinin istememesi üzerine tutucuların da tutucusu Netanyahu bir yıl kadar önce oluşturduğu tutucular koalisyonunu iktidara, ülkeyi de kaosa taşımıştı. O günden beri İsrail’de Netanyahu iktidarı ile halk arasında çatışmalar yaşanmaktaydı. Kısa bir süre içinde Netanyahu İsrail’de bütün siyasi güçlerle, politik ve demokratik kuruluşlarla karşı karşıya geldi.

                                                    ***

Bir yıl boyunca sokaklar durulmadı. Netanyahu yalnız siyasi kurumları değil, yüksek yargının ve ordunun bir bölümünü de karşısına aldı. İsrail-Hamas çatışması herkesin “Bir şeyler olacak” dediği böyle bir ortamda gerçekleşti.

Hamas ile İsrail çatışmasının nerede duracağını şimdiden kestirmek güç. Olan bitenin burada kalması söz konusu değil. Öneriler, projeler, planlar birbirini izliyor. Terör örgütleri yeni girişimler için hazırlık yapıyor. Pek yakında bölgede yeni sınırların oluşması gündemdedir. Sürekli oluşum halindeki Ortadoğu ardı arkası kesilmeyen geçiş süreçlerinden birini yaşamaktadır. 21. yüzyılda bölge devletleri petrolden daha aranır hale gelmiş olan su yüzünden birbirleriyle savaşmaya hazırlanırken göç olgusunun doğurduğu istikrarsızlık bölgeyi daha da patlamaya hazır hale getirmiştir.

Göç olgusunun varlığını ve birliğini tehdit ettiği ülkelerin başında gelen Türkiye’nin şu anda sınırları içinde kaç milyon göçmen ya da sığınmacı barındırdığını hükümet dahil kimse kesin olarak bilmemektedir.

Böyle bir ortamda son günlerde birdenbire hilafet çağrıları artmıştır. Ortadoğu’da emperyalizmle siyasal İslamın birbiriyle bağdaştırılmış ortak çıkarlarının, büyük güçlerin bölgeyi bölme düşlerinin ürünü olan hilafet çağrıları kimseyi şaşırtmamalıdır.

Laik demokratik Cumhuriyetin karşıtı olan güçlerin iktidarda bulunduğu 21 yıl içinde bütün demokratik laik değerlere ve kurumlara saldırısını, bunların tasfiyesini amaç edindiğini herkes görmektedir. Kısacası Türkiye’de hilafet çağrıları ülkenin bekasının tehdit altında olduğu bir döneme rastlamış olması bakımından da önemlidir. 

Emperyalizmle amaçlarını birleştirmiş olan siyasal İslamcı güçlerin bu son girişimleri Türkiye’yi kan ve ateş çemberi içine atacaktır. 

Fakat ne olursa olsun Türkiye’nin bölünmesine yol açacak olan hilafet çağrılarının yaşama geçmesi düşünülemez. Türkiye içine düştüğü büyük kaosa rağmen varlığını ve bütünlüğünü koruyacak azmi kaybetmiş değildir.

                                                     ***

Bu gerçeği böylece belirttikten sonra, böyle bir girişimin ülkemize büyük acılar getireceğini söylemek gerek. 

Evet, hilafet çağrıları Türkiye’yi çok büyük badirelere sürükleyecektir. Ve bugün işbaşında olan iktidar karşı karşıya bulunulan tehlikenin boyutunun pek de farkında görünmemektedir. Bu olgunun yarattığı edilgenlik Türkiye’de hilafet çağrılarının başarıya ulaşabilmesini sağlayacak dereceye kadar varmayacaktır. Yalnız Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin tüm kurumlarıyla hesaplaşma tutkusunun pençesine düşmüş olanların kendi siyasi emellerinin sonucu olan yanlış hesaplarla Türkiye’nin defterini dürmek isteyenlere karşı tavırlarını iyi belirleyememeleri endişesi var. Bu tür yanlış hesaplar eninde sonunda başarısızlığa mahkûmdur. Çünkü halk, laik ve bağımsız Cumhuriyeti koruyacak bilinç ve azme sahiptir.

                                                   /././

Bir ilanın perde arkası (Barış Pehlivan)

Gazetecilik rutinlerindendir; Resmi Gazete’yi düzenli okurum, notlar alırım. 2023’ü de öyle kapayayım derken, bir ilan gözüme çarptı.

Eskişehirli çok arkadaşım var. Ne garip, farklı mesleklerden de olsalar hepsi dönüp dolaşıp benzer konulardan dert yanıyor. Ben şehrin güzellemesini yaparken, onlar Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’ndeki sorunları anlatıyor.  

                                                Prof. Dr. Kamil ÇOLAK       

Haliyle, Resmi Gazete’de üniversitenin bir ilanını görünce dikkat kesildim, aralarında akademisyenlerin de olduğu arkadaşlarımı aradım. Gel gör ki yeni yıl dileklerinden sonra bin ah işittim.

Neler duymadı ki bu kulaklar: 

Üniversitedeki beş bölümün başkanı istifa etmiş.

Rektör yardımcıları dekanlara sürekli fırça çekiyormuş.

Üniversitenin SGK’ye milyonlarca lira borcu varmış.

Akademik performansın ölçüldüğü uluslararası raporlarda, üniversite yüzlerce sıra geriye düşmüş.

Kalp işaretli bir fotoğraf yüzünden AKP’lilerin baskısıyla bir başhekim üniversiteden ayrılmak zorunda kalmış.

Hangi birini yazayım? 

Özetle, rektör Prof. Dr. Kamil Çolak’ın yönetemediği ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde sürekli bir kaos olduğu konuşuluyor. Keza tüm bu karışıklığa bir yenisi daha eklenmek üzereymiş, Resmi Gazete’deki ilan da bunun işaretiymiş. 

‘SİZ BENİM ARKADAŞIMIN KİM OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?’

Misal, diyorlar...

İktisadi ve idari bilimler fakültesindeki iktisat tarihi anabilim dalı için bir araştırma görevlisi alınacakmış. Başvuru koşulu olarak ilanda şöyle yazılmış: “İktisadi ve idari bilimler fakültesi ya da siyasal bilgiler fakültesi iktisat bölümünden lisans mezunu olup iktisat tarihi bilim dalında tezli yüksek lisans ya da doktora yapıyor olmak.” 

Bunu duyunca, “Ne var bunda” dedim haliyle.

Konuştuğum kişiler devam etti: 

“Bu kadroya alınacak kişinin kim olduğunu şimdiden mercek altına almak gerekiyor. Büyük ihtimalle, Marmara Üniversitesi doktora öğrencisi çünkü bu anabilim dalının bulunduğu çok fazla doktora programı yok ülkede.”  

Duydum ki şimdi bu kadro uğruna üniversitede büyük bir kavga ve huzursuzluk yaşanıyor. Zira bu bölüme kadro açmak uzun zamandır görmezden geliniyormuş. Hal böyleyken bir profesörün kendisine asistan almak için bu kadro için baskı yaptığı, dahası üniversite yönetimiyle bile ters düştüğü konuşuluyormuş.  

Bunu da geçtim... 

O profesörün “Rektör dediğimi yapmazsa, YÖK başkanı benim arkadaşım, ben de ona yaptırırım” diye rest çektiği bile iddia ediliyor. 

Bitmiyor... Üniversitenin iktisat bölümündeki bu kadronun usule ve ihtiyaca aykırı olarak çıkarılması nedeniyle bölüm başkanı istifa etmiş. Bitmemiş, dekan Prof. Dr. Arzum Çelik de istifasını vermiş, ancak rektör tarafından geri dönmesi için ikna edilmiş. 

Özetle... 

Resmi Gazete’deki o ilanda araştırma görevlisi kadrosuna alınacak kişinin önceden belli olduğu, yaklaşık 10 yıldır göz ardı edilen bölüme açılan bu kadronun da bölümün ihtiyaçları dışında kullanılacağı söyleniyor.

Görünen o ki yarım asırlık üniversite en kötü günlerini yaşıyor. Kamu kaynakları ve kadroları pamuklara sarmalanması gerekirken ziyan ediliyor. Konuştuğum herkesin söz birliği etmişçesine ortak sitemiyle bitireyim: “Günaydın!”

                                                    /././

Hilafet çığlıklarını normalleştirme çabaları başladı! (Zülal Kalkandelen)

“Türkiye’de İslamcı kesimden kimse ‘Yeniden hilafet kuralım’ falan demez. İslamcıların bu konuyu tartışmasını çok isterim. Hilafet geri gelse İslamcılar ne düşünür, çok merak ediyorum. En çok hilafet isteyenler bile bunun bir karşılığı olmayacağını biliyorlardır.”

Medyascope adlı medya platformunda yayımlanan videoda bu görüşleri dile getiren kişi sahte “liberal” kesimden Nuray Mert. İlginç çünkü kendisi bu sözleriyle niyet okumuş.

01.09.2014’te Diken’de yayımlanan yazısında, “AKP’yi ‘muhafazakâr demokrat’ ve daha sonra sadece ‘muhafazakârların partisi’ diye tanımlıyorduk. Çünkü kendileri partilerini ve siyasetlerini böyle tanımlıyorlardı. Hatta ‘İslamcı’ tanımından özellikle kaçınıyorlardı. Peki, kandırıldık mı? ‘Evet ve hayır’, daha doğrusu ‘Hayır ve evet.’

‘Hayır’, çünkü içinde benim de olduğum farklı bakış açılarına sahip birçok demokrat, Kemalistlerin bizi zorladığı ‘niyet okuması’nı reddettik. Bu, sonuna kadar doğru bir yaklaşımdı. Unutmayalım, niyet okuma, otoriter bir siyaset yaklaşımının ifadesidir” cümleleri kendisine aitti.

                                                    ***

Demek ki Kemalistler, birçok alandaki açık veriyi değerlendirerek, örneğin R.T. Erdoğan’ın “Demokrasi amaç değil araçtır” ya da “Hem laik hem Müslüman olunmaz” demesini, “Başörtüsü konusunda söz söyleme hakkı yargının değil ulemanındır” diye konuşmasını, Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 10’unun AKP’nin laiklik karşıtı odak olduğu konusunda görüş birliğine varmasını göz önünde bulundurarak, AKP’nin siyasal İslamcı olduğunu söyleyince “niyet okumuş” oluyor ve “otoriter” diye yaftalanıyor. Ama Mert, mitingde tevhit bayrağı açıp hilafet çığlıkları atanların bile “Hilafet kuralım” demeyeceğini söyleyerek niyet okuyabiliyor!

Bu çelişkiyi savunmak için de argümanı hazırdır eminim. Çünkü 2014’teki aynı yazısında, “Ben, diğer birçok demokrattan farklı olarak, dinin kamu alanı bir yana, siyasal alanda da rahatlıkla yer alabilmesi fikrine destek veren biriydim ve halen öyleyim” diyen de “laikçi” diye tanımladığı kesim ile sorunu olan da kendisi.

12 Eylül 2010’da yargının iktidar eliyle FETÖ’ye teslim edildiği referandumunun altı gün öncesinde Hürriyet’teki yazısında, “Laikçi çevre ile yıllarca bunca didişmemin nedeni, bu niyet okuma girişimi, bu irtica saplantısıdır” görüşünü savunarak “Sonuçta, geldiğimiz noktada tehlikede olan laiklik değil, demokrasidir!” diye yazabilen Nuray Mert gibiler, laiklik olmadan demokrasinin kurulamayacağını bile kavrayamadı. 

                                                    ***

Geçmişte AKP’nin laikliğe aykırı her hamlesini normalleştirdikleri gibi, bugün de Filistin’e destek görüntüsü altında hilafet (“Kelime-i Tevhit”) bayrağı açılarak ümmet özlemiyle hilafet istenmesini normalleştiriyorlar. Gericiliğin azdığı bir ortamda, demokrasiye, laik Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine tamamen aykırı bir görüşün tartışılması için zemin yaratmaya çalışıyor, bunu yaparken de HÜDA PAR’a arka çıkmış oluyorlar.

Dün Erdoğan “Şeriatçıyım” dediğinde laiklik tehlikede değil dediler; bugün de siyasal İslamcılar, açıkça hilafet istediği halde “Onlar hilafet istemez” diyerek milleti kandırdıklarını sanıyorlar. Oysa kandırdıkları sadece kendileri ve “kullanışlı aptallar”!

Türkiye’ye siyasal İslamcılar kadar zarar verenler, her öngörüleri yanlış çıkmış olsa da yaptıkları sözde analizlerdeki alt metinlerle AKP’nin temsil ettiği dinci gericiliğin hegemonya kurmasına destek olan 2. Cumhuriyetçi sahte  “liberal” kesimdir. Her ikisi de emperyalizm desteklidir ve görevleri budur. 

(Cumhuriyet)

soL GÜNDEM - 5 OCAK 2024 -

Bir fotoğrafın izinde Büyük Madenci Yürüyüşü: 'Bütün renkler siyahtı' (Özkan Öztaş) 

33. yıl dönümünde Büyük Madenci Yürüyüşü'nü o günlere tanıklık eden ve madencilerle birlikte grevlere, fabrika işgallerine, yürüyüşlere katılan fotoğraf sanatçısı Mehmet Özer ile konuştuk.

4 Ocak 1990 tarihinde Zonguldak'tan Ankara'ya yapılan Büyük Madenci Yürüyüşü'nün bugün 33. yıl dönümü. "Çankaya'nın şişmanı işçi düşmanı" diyerek Turgut Özal ve hükümeti karşısına alan madenciler memleketin her tarafına umut vermiş ve mücadele eden emekçilerin bir araya geldiklerinde neler başarabileceklerini göstermişti. 

Bu büyük yürüyüşün ve öncesinde ayak sesleri olan grevlerle fabrika işgallerinin tanığı olan Mehmet Özer, dönemin hem önemli tanıklarından hem de geriye bıraktığı fotoğraflar ile hafızasını oluşturan isimlerinden. Özer bu günleri anlatırken "Fotoğraf sanatçısı olmam da ve siyasi olarak tavrımın keskinleşmesinde önemli bir dönemdi bu dönem" diyor.

'Bunlar bizdenmiş'

İlk olarak Karabük'e gittiklerini söylüyor Mehmet Özer. Fabrikada grevin olduğunu, günlerce devam eden grevin ardından o dönem Ankaralı bir amatör fotoğraf topluluğu olan AFOK ile fabrikaya giderek fotoğraf çekmek istediklerini söylüyor. 

Elini önce bir başına götürüyor Özer ve daha iyi görmek istercesine gözlerini kısarak hatırlamaya çalışıyor bir yandan: 

"Tabi Büyük Madenci Yürüyüşünden hemen önce. Karabük Demir Çelik Fabrikası'nda grev başladı. Zaten sistem az çok belli. Kömür çıkar fabrikaya gider demire ve çeliğe şekil verir işçiler. Kalktık gittik fabrikaya. O dönem greve giden birkaç işçi aleyhinde haber çıkınca basında, bizi gazeteci sandılar ve uzak durdu işçiler. Elini havaya kaldıran bir kadın işçinin kolundaki bileziği 'Bunlar mı aç?' tarzında haber yapmıştı burjuva basını o zamanlar. Bizi de onlardan biri gibi düşündüler. Sonra kimse selam vermedi bize. Kötü kötü baktıklarını hatırlıyorum. Biz de içimizden 'Boşuna geldik herhalde' diye düşündük. Sonra bir kamyon geldi. İçinde bir sürü dayanışma malzemesi vardı. Kıyafet, yiyecek, su, çocuklar için başka şeyler. E buraya kadar geldik bari bir işe yarayalım dedik ve çuvalların altına girip taşımaya başladık işçilerle dayanışmak için. O gün grevdeki bir öncü işçi 'Arkadaşlar bunlar bizdenmiş' dedi. Bir sessizlik oldu önce. Sonra ilk çayımızı içtik işçilerle. Her şey bu şekilde başladı."

'Bize nasıl daha iyi fotoğraf çekeceğimizi işçiler gösterdi'

Yaşananları anlatırken hâlâ duygulanıyor Özer. Zaman zaman gözleri doluyor ama belli etmiyor. Çünkü bir yanıyla "Hâlâ kendimi demir çelik işçisi ya da madenci gibi hissediyorum. Çuvallara omuz verip işçilerle kaynaşınca kitapta okuduğumuz şeylerle işçilerin mücadelesi arasındaki açıyı gördüm" diyor.

Aydınların çoğu zaman böyle gündemlerde dışsal kaldığını, konser ya da söyleşi bitince çekip gittiklerini ama işçilerle birlikte bir şey yapmanın farklı olduğunu söylüyor ve ekliyor, "İşçilerden öğrendik bir sürü şeyi. Bazen fotoğraf çekmeyi bile..."

"İşçiler bazen çektiğimiz fotoğrafa itiraz ederdi. 'Oradan değil değil, bak gel, çık şuraya. Korkma korkma çık. Nasıl ama? Daha iyi görünür buradan işçiler' derlerdi. İşçiler bizi omuzlarına alıp kamyon kasalarına, fabrika duvarlarına, yüksek yerlere çıkarır ve hiçkimsenin göremeyeceği açıları yakalamamızı sağlardı. Tam 137 gün sürdü o grev. Oradaydım. Artık bir işçi gibiydim. Beraber yiyor beraber dövüşüyor beraber slogan atıyorduk. Sinema sahnesi gibi. Bugün düşününce garip hissediyor insan hâlâ. Bir kamyon geldi. Kocaman bir kamyon. Üstüne çıkardılar beni ve şiir okudum işçilere." diyor. 

Hangi şiirdi diye sorunca hiç ikiletmiyor Mehmet Özer, anında veriyor cevabı "Nâzım'dan 'Onlar ki toprakta karınca' diye başlayan şiir. Onlara dair"

'Çekilen fotoğraflar mücadeleyi, mücadele fotoğrafları besledi'

Mehmet Özer'in o dönem çektiği fotoğraflardan bazıları uluslararası alanda işçi sendikaları ve mücadelesinde de yankısını bulmuş ve olumlu tepkiler gelmiş. Belki de kendi alanında uluslararası ilk örneklerdi bunlar. Eline alıyor bir tanesini ve gösteriyor: 

"Bak mesela bu. İngiltere'de madenciler tarafından yılın fotoğrafı seçildi. Adına da 'Sınıfın Öfkesi' dediler. 

Bu fotoğraf yasaklandı sonra. Katıldığım etkinliklere izin çıkmadı bu fotoğraf yüzünden. İşçi sol yumruğunu kaldırmış diye. Sağ kolu yoktu o işçinin. İş kazasında kopmuştu. Yasağı koyanlar işçinin kolu neden koptu diye sormadı da geriye kalan kolun sıkılı olmasından korktu" diye anlatıyor.

'Mehmet için bir makina'

Aradan geçen zamanın ardından işçiler ilk maaşlarını almaya gittiklerinde Mehmet Özer'e bir de sürpriz yapmışlar. Tabi Özer'in bundan haberi yok. Grev ve yürüyüşler bitmiş ve işçiler ilk maaşlarını almaya gittiklerinde Mehmet Özer için bir fotoğraf makinası almak istemiş. "Hayatımın en güzel hediyesiydi. Benim için bir onur belgesidir bu hediye" diye anlatıyor bu kısmını konuşurken. Kıvanç duyuyor bir yandan Özer. Nasıl duymasın. Aylarca yanlarında kaldığı, ekmeğini bölüşüp birlikte kavgaya girdikleri işçilerden "fotocuya bir hediye" geliyor. 

Gözlerinin içi gülüyor Mehmet Özer'in bunu anlatırken. 

"Düşünsene. İşçiler aylar sonra vezneye gidiyor. İlk maaşlarını alacaklar uzun süren mücadeleden sonra. Sonra bir işçi veznenin kenarına bir kağıt bırakıyor. Üzerine de 'Mehmet Özer için fotoğraf makinası alınacak' yazıyor. İşçiler karınca kararınca aldıkları maaştan bir kısmını buraya bırakarak makina parası biriktiriyorlar bana. Ama ne para! Tertemiz, ana sütü gibi helal. O para ile makinamı değiştim. Hemen yeni bir makina aldım. Artık daha iyi çekiyor hiçbir eylemin ve direnişin gölgede kalmasına izin vermiyordum."

Büyük Madenci Yürüyüşü, elinde bisküvisi ve çekiciyle dünya lideri bir çocuk

Fotoğrafları anlatmaya başlıyor Mehmet Özer diğer yandan. Büyük Madenci Yürüyüşü'nü, demir ve çelikteki grevleri, Kozlu'yu Zonguldak'ı anlatıyor. Sabahçı kahvelerini ve işçilerle yapılan buluşmaları ve ekliyor: "Göz görmez bilinç görür diye söylerdik. Zonguldak ve Karabük böyleydi işte. Birçok fotoğrafçı vardı. Çok güzel işler çıkardı. Ama burjuva basınında böyle başarılar yok. Neden? Çünkü bilinçleri başka yerde başka şeyler için çalışıyor." diyor.

"Bu fotoğrafı çekmek için koştum. Koşarken de bir yandan nasıl çekeceğimi düşündüm hep. Tam yaklaştım. Eyvah! Ters ışık! Olmadı gitti film. Baştan. Tekrar durdum, açımı ayarladım. Ve evet. Oldu bu dedim. Biliyor musun? Çektiğim an oldu bu dedim. Çünkü çocuğun tepesinden değil. Bir dünya liderini pozlar gibi aşağıdan aldım. Arkada işçiler. Binlerce. Elinde bir ufak çekiç ve bisküvileriyle baştan aşağı çocuktu o. Ve geleceğin proleteri. Sonra dönemin simgelerinden biri oldu fotoğraf" diyor.

Ne yapıyor o çocuk şimdi diye soruyorum. Önce bir iç çekiyor ve: 

"İstanbul'da idi en son. Şimdi nerde bilmiyorum. O da döküm işçisi olmuştu. Yani elindeki çekici bırakamış hiç" diyor ve gülümsüyor ardından.

Yüzbinlerin yürüyüşü: Kuru öksürük ve yüksek ateş!

Kış ayları. Aralık'ta başlayan büyük yürüyüş Ocak ayına kadar devam etti çeşitli eylem ve gösterilerle. Mehmet Özer günlerce süren grev, boykot, direniş, yürüyüş derken hastalanıyor. 

"Bırakıp gitsem olmaz kalsam dayanamıyorum. Nasıl bir hastalık ama anlatamam. Çadırını verdi bir işçi bana. Bir diğeri alnıma soğuk bir bez koydu. Bir başkası sıcak bir çorba getirdi. Diğeri terimi sildi başımda gece bekleyip. Yüz binlerce insan geliyordu. Köylerden insanlar yürüyüş yoluna çıkıp ekmek ikram ediyor su veriyordu. Dağa tepeye tırmanıp fotoğraflar çekiyordum. Hastalığı unutmuştum adeta. İşçi sınıfı kendinden olana sahip çıkmakla kalmıyor, yarasını da sarıyordu. İşçiler harikaydı. Dağ taş sloganlarla inliyordu." diyor Mehmet Özer.

O dönem çektikleri fotoğrafları yıllar sonra "Bütün Renkler Siyahtı" albümünde bir araya getirmişler. Albüme şöyle bir bakıyor ve iç çekiyor: 

"Evet. Çankaya'nın şişmanı dayanamadı buna. Devrildi gitti yıllar içinde. Ama kim kazandı dersen zamana bakarak patronlar kazandı derim." diyor. 

"Peki hiç umutsuzluğa düşmedin mi?" diye soruyorum ve öfkeli bir gülümseme beliriyor yüzünde Özer'in.

"Soframıza ekmek geliyorsa, ayağımıza giyiyorsak ayakkabılarımızı hâlâ işçiler var demektir. İşçiler varsa sömürü de var ve değişmesi gerek demektir. Umut burada. Tarihi bilmek umut veriyor insana. Bu tarihi bilen sanatçıya da görevler yüklüyor bu umut. Bu görevlerden kaçmadım hiçbir zaman. Her seferinde de umudum yeniden şekillendi. Metin Demirtaş'ın 'Umutsuzluk Yok' şiirini anımsarım böyle zamanlarda. Ne kaçıp gitmek ne yitip gitmek çözüm. Sınıfa inanıyorum. O yüzden de umutluyum" diyor.

33. yılında Büyük Madenci Yürüyüşü'nde Mehmet Özer'in çalışma ofisinde duvarları fotoğraflar süslüyor. Bir yanda Flormar direnişi diğer yanda Gezi Ayaklanması, yan tarafa başınızı çevirince Tekel Direnişi. Her birinin hem tanığı hem de emekçisi olmuş Özer. 

"Büyük yürüyüş devam ediyor" diyor gülümseyerek. Hâlâ umutlu.

                                                            /././

Ah Güzel İstanbul'un Ayşe'si, usta sanatçı Ayla Algan hayatını kaybetti - T24

Ayla Algan için, 6 Ocak'ta İBB Şehir Tiyatroları Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde tören düzenlenecek

ayla algan

                                          Ah Güzel İstanbul, Sadri Alışık, Ayla Algan

Tiyatro sanatçısı, yönetmen, şarkıcı ve eğitmen Ayla Algan, 86 yaşında hayata gözlerini yumdu. Algan'ın evinde senaryo okurken rahatsızlandığı öğrenildi. Algan, Paris’in ünlü konser salonu Olympia’da sahne alan ilk Türk sanatçıydı.

Usta sanatçı Ayla Algan, saat 19.00 sıralarında evinde senaryo okurken aniden rahatsızlandı. Yakınlarının çağırdığı ambulansla Taksim Acıbadem Hastanesine kaldırılan ve beyin kanaması geçirdiği belirtilen Algan, müdahaleye rağmen kurtarılamadı.

Ömrünün son dönemine kadar İstanbul Drama Sanat Akademisinde eğitim veren Ayla Algan için, 6 Ocak Cumartesi günü saat 10.30'da İBB Şehir Tiyatroları Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde tören düzenlenecek.

Sanatçının cenazesi, Teşvikiye Camisi'nde öğle ezanı sonrası kılınacak cenaze namazının ardından Aşiyan Mezarlığı'na defnedilecek.

Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Batuhan Mumcu, X sosyal medya hesabından, "Türk tiyatro ve sinemasının duayen ismi, usta oyuncu Ayla Algan Hanımefendi'nin vefatını üzüntüyle öğrendim. Kendisine Allah'tan rahmet, ailesi ve sevenlerine sabır diliyorum. Sanat camiamızın başı sağ olsun" yazdı.

"Erkek Hamlet"

Usta sanatçı Algan, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Hamlet oyununda oynarken hem Ophelia hem de Hamlet karakterini canlandırdığı için 'Erkek Hamlet' olarak anılıyordu

Algan, 2022'de Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülmüştü. Usta sanatçı Algan, çok sayıda tiyatro, sinema ve dizilerde de yer almıştı.

Ah Güzel İstanbul'un Ayşe'si

Algan, yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı, senaryosunu Safa Önal ve Ayşe Şasa'nın yazdığı, “Korkma, dünyada her zaman inanılacak sağlam şeyler bulunur" repliğiyle hafızalara kazınan 1965 yapımı Ah Güzel İstanbul filminde usta sanatçı Sadri Alışık'la birlikte oynamıştı. 

1971’de Paris’in ünlü konser salonu Olympia’da sahneye çıkan ilk Türk sanatçı olan Algan, 1972’de Bulgaristan’da Uluslararası Altın Orfe Müzik Yarışması’nda ikinci oldu. Aynı yıl, Devlet Sanatçısı ünvanı aldı ve UNICEF Onur Ödülü’ne layık görüldü. 1977’de Polonya’da yapılan Sopot Müzik Yarışması’nda birinci oldu.

Ayla Algan kimdir?

Ayla Algan, 29 Ekim 1937'de İstanbul'da doğdu. Çocukluğunda piyano, bale ve şan dersleri aldı. 5 yaşında başladığı piyano öğrenimini lise öğrenimi için Fransa'ya gidene kadar 11 yıl boyunca sürdürdü. Ortaokulu, İstanbul'daki Notre Dame de Sion'da, liseyi Fransa'daki Versay Lisesinde okudu. Lise öğrenimi devam ederken tanıştığı Beklan Algan (1933-2010) ile evlendi. Eşi Beklan Algan ile birlikte Amerika'da New York Actor Studio Actor’s Repertuary Theatre’s of Broadway'de sahne eğitimi alan sanatçı, Türkiye'ye döndükten sonra İstanbul Şehir Tiyatroları'nın kadrosuna girdi ve 1961'de Tarla Kuşu oyunu ile tiyatroda ilk rolünü oynadı.

Aynı yıl Hamlet oyununda rol aldı; hem Ophelia hem de erkek rolü olmasına rağmen Hamlet karakterini canlandırdı. Bu nedenle 'Erkek Hamlet' olarak anıldı. 1965'te Fizikçiler oyunuyla İlhan İskender En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'ne layık görüldü ancak tiyatronun kolektif bir sanat olduğu gerekçesiyle geri çevirdi. 1966'da Muhsin Ertuğrul'un istifası üzerine Şehir Tiyatroları'ndan ayrıldı, bir süre LCC Language and Culture Center Tiyatro Okulu'nda tiyatro öğretmenliği ve oyuncu çalıştırma dersleri verdi. Buradan Macit Koper, Taner Barlas, Cezmi Baskın, Meral Çetinkaya ve Rutkay Aziz gibi değerli oyuncu ve yönetmenler çıktı.

1971'de Paris'in ünlü konser salonu Olimpia'da sahneye çıkan Algan, 1972 yılında Paris'te Jean L. Bazault yönettiği Recamier Tiyatrosu'nda, Peter Brook'un Tiyatro Atölyesi'ne davetli olarak katıldı. 1972-1979 yılları arasında Paris'te yaşadı ve müzikle ilgilendi. 1972'de Turizm Bakanlığının isteği üzerine Yunus Emre'nin 650. yıl dönümü için bir albüm hazırladı. 1975 yılında dünyaya gelen kızına Yunus Emre'den esinlenerek 'Sevi' adını koydu. 1973'te Bulgaristan'daki Uluslararası Altın Orfe Şarkı Yarışması'nda savaş karşıtı bir şarkı söyleyerek ikincilik ödülünü alan Algan, UNICEF Onur Ödülü'ne layık görüldü. 1977'de Polonya Sopot Festivali'nde Oda Kızılderililerinin sorunları üstüne bir şarkı ile dünya birinciliği kazandı.

1980'de Berlin'e gitti, Schaubühne Tiyatrosu'nda dört yıl boyunca Tuncel Kurtiz, Şener Şen, Macit Koper gibi sanatçılarla işçi tiyatrosu yaptı. 1984 yılında ise Erol Keskin, Beklan Algan, Prof. Cevat Çapan, Taner Barlas, Ahmet Levendoğlu, Macit Koper, Haluk Şevket, Yekta Kara, Müge Gürman, Metin Deniz, Ergüder Yoldaş, Prof. Süleyman Velioğlu, Oben Güney gibi meslektaşlarıyla BİLSAK Tiyatro Atölyesi'ni kurdu.

1988 yılında ise Beklan Algan, Erol Keskin, Haluk Şevket Ataseven ile birlikte Tiyatro Araştırma Laboratuvarı'nı (TAL) kurdu ve burada pek çok deneysel projeye imza atarak genç tiyatro oyuncularının eğitimine katkıda bulundu. Ayrıca 1996 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Genel Sanat Yönetmeni Yardımcılığı yaptı. 1999-2001 sezonunda Kenan Işık’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda sahnelediği Şeyh Galip’in 'Aşk Hastası' oyununda oynadıktan sonra Şehir Tiyatroları'ndan emekli oldu. Ayla Algan, 'Seni Seviyorum Rosa', 'Harem Suare', 'O da Beni Seviyor' gibi onlarca filmde ve 'Biz Size Aşık Olduk', 'Üzgünüm Leyla', "Aliye" gibi çeşitli dizilerde rol aldı. Ayrıca 'Yaratıcı ve Çağdaş Tiyatro Teknikleri' kursu ile ünlü oyunculara oyuncu koçluğu yapmıştı.

Koroporte Sanat Grubu'nun hem tiyatro eğitmeni hem de anlatıcısı olarak, Koroporte'nin İş Sanat'ta sahnelenen 'Hayvanlar Karnavalı 2005-2006-2007' ve 'Bir Sergiden Tablolar 2007-2008' gösterilerinde rol aldı. 2011 yılında İstanbul Drama Sanat Akademisi Genel Sanat Yönetmenliği ve bunun yanında, tiyatro ve yaratıcı drama metodu kullanarak yabancı dil eğitimi olan "İngilizce Tiyatro Sertifika Programı" ve "Sinema-Tiyatro Oyunculuk Atölyesi" eğitmenliği görevlerini üstlendi.

OYNADIĞI FİLM VE DİZİLER

2016 - Köstebekgiller Gölgenin Tılsımı
2015-2016 - Kurtlar Vadisi Pusu
2015 - Tut Sözünü
2014 - O Hayat Benim
2010 - Unutulmaz
2010 - Yüreğine Sor
2009 - Ezber (Kısa Film)
2007 - Ayda
2007 - Şöhret Okulu
2006 - Binbir Gece
2004 - Öteki Türkiye'de Bir Cumhurbaşkanı
2004 - Patroniçe
2004 - Ziyaret
2004 - Arapsaçı
2004 - Aliye
2004 - Yadigar
2003 - Metropol Kabusu
2002 - Hızma
2002 - Havada Bulut
2002 - Biz Size Aşık Olduk
2001 - O da Beni Seviyor
2000 - Yıldız Tepe
2000 - Hanım Ağa
2000 - Üzgünüm Leyla
2000 - Kurşun Kalem
1999 - Harem Suare
1999 - Şükran Büfe
1997 - Sıdıka
1996 - Ali (Sakın Arkana Bakma)
1996 - Beşi Bir Yerde
1994 - Doktora Bak Doktora
1993 - Yaz Yağmuru
1993 - Kız Kulesi Aşıkları (Hera ile Leandros)
1992 - Seni Seviyorum Rosa
1990 - Dört Mevsim İstanbul: İstanbul Bir Özlemdir
1987 - Çil Horoz
1976 - Eksik Etek
1975 - Salak Bacılar
1970 - Gölgedeki Adam
1970 - Son Söz Benim
1969 - Yılan Soyu
1967 - Zilli Nazife
1966 - Ah Güzel İstanbul
1966 - Biraz Kül Biraz Duman
1965 - Yıldız Tepe
1964 - Karanlıkta Uyananlar

ALBÜMLERİ

1976 - Ayla Algan (Coşkun Plak)
1977 - Aşka Veda (Coşkun Plak)
1972 - Yunus Emre (T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı)
2008 - En İyileriyle Ayla Algan (Ossi Müzik)

(T24)