31 Ocak 2024 Çarşamba

İnşallah Erkek Olur: Yalnızlık ve çoğunluk arasında bir mücadele + Kadınların soyadı kullanımında durum: Sessiz sedasız bir başka AYM krizi (soL)

İnşallah Erkek Olur: Yalnızlık ve çoğunluk arasında bir mücadele (Filiz Açar* - soL/Kültür)

''Aslında ne yalnızız ne de çaresiz, biz çoğunluğuz. Sadece bunu bilip yan yana gelmemiz, safları sıklaştırmamız gerekiyor.''

İnşallah Erkek Olur, kocasının ani ölümünden sonra, Nawal (Mouna Hawa) isimli bir kadının kızıyla birlikte yaşam mücadelesini konu alıyor. Yönetmen Amjad Al Rasheed’in bu ilk uzun metraj denemesinde genç kadının ailesi, işyeri ve ülkesinin medeni hukuk sistemi karşısında yaşadığı çaresizliği anlatılıyor.

2023 yapımı film Ürdün’de geçiyor. Fakat izlerken ister istemez, gerici AKP iktidarını ve uyguladığı politikalarla kadını hapsetmek istediği karanlığı görüyoruz. Bu nedenle filme laiklik, kadının toplumsal hayattaki yeri ve son günlerde iktidarın üzerinde çalıştığını ilan ettiği esnek çalışma modeli üzerinden bakmakta fayda var.

Filmin her dakikasında, laikliğin ders kitaplarında okuduğumuz modası geçmiş bir kelime ya da bugünün konusu olmayıp ertelenecek bir şey olmadığını, yaşamsallığını özellikle de kadınlar için ne kadar önemli olduğunu apaçık görüyoruz.

Kadın, zengin bir ailenin yanında, yaşlı bakımını üstlenen bir hemşire olarak, bordrosuz yani güvencesiz biçimde, uzun saatler boyunca sözlü şiddet eşliğinde çalışıyor. 

Kocasıyla birlikte bir ev satın almak istediklerinde, kadın hem düğünde takılan altınlarını peşinat olarak veriyor, hem de kredi ödemelerini yapıyor. Fakat konu tapuya geldiğinde, bordrosu olmadığı için resmi olarak evin hissedarı olamıyor. Yapmış olduğu ödemeleri de mahkemede kanıtlayamayan kadın, ülkenin medeni hukukuna göre, sadece bir erkek çocuk sahibi olduğu durumda evin sahibi olabiliyor. Üstelik kanunlara göre, diğer mirasçıların kadının kızını bile almaya hakları var! Bir erkek çocuğu olmayan kadına, hayatta kalabilmesi için verilen tavsiye ise yeniden evlenmesi ve birilerinin gölgesinde yaşaması. 

Filmi izlerken, gözlerimde geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı kitapçık belirdi. Diyanet fetvasında, kadının kocasının izni ile ev bütçesine katkıda bulanabileceğini söylemişti. Bu düpedüz dini referanslarla kadın işsizliğinin önünü açmak, kadını eve hapsetmek, acizleştirmek, toplumsal alandan uzaklaştırmak, güvencesiz bir çalışma hayatına ve dolayısıyla güvencesiz bir hayata mecbur bırakmaktır. 

İktidar bir yandan da kadınlar için esnek çalışma modelleri üzerinde çalışıyor. Bugün bize esnek çalışma adı altında sunulan tam da filmin baş karakteri gibi düşük ücretlere, uzun saatler, aşağılamalara maruz kalarak çalışmak; bir gün sebepsiz yere işten çıkarılmak ve karşılığında hiçbir hakkının olmamasıdır. 

Filmin bir sahnesinde Nawal, “bu kadar çaresiz olmam haksızlık” diyor. Düzenin bizden istediği tam da bu yalnızlık ve çaresizlik hissi. Biliyorlar ki yalnız insan hakkını arayamaz; yoksulluktan kırılsa da, şiddete uğrasa da sesini çıkaramaz. Aslında ne yalnızız ne de çaresiz, biz çoğunluğuz. Sadece bunu bilip yan yana gelmemiz, safları sıklaştırmamız gerekiyor. 


Nawal, hakkını alabilmek için, bir erkek çocuk sahibi olmayı umuyor. Bu sefer şansı yaver gitse bile hayatı aynı sömürü, yoksulluk, şiddet ile geçecek, ikinci sınıf insan olarak birilerinin gölgesinde yaşamaya devam edecek. Bize layık gördükleri bu kabusu yaşamak istemiyoruz, şansa bırakmadan hayatımıza, geleceğimize birlikte sahip çıkalım.

* Kurtuluş Kadın Dayanışma Komitesi üyesi

                                                                   /././

Kadınların soyadı kullanımında durum: Sessiz sedasız bir başka AYM krizi (Serap Emir*-soL/Görüş)

''Kadının kendi soyadını kullanması aile birliğinin dağılması demek değil. Ayrıca aile birliği kadın kendi soyadını kullandı diye dağılacaksa da varsın dağılsın…''

Kadının soyadına ilişkin düzenlemeler eski Medeni Kanun döneminden beri kadın dernekleri ve örgütleri tarafından sıklıkla kamuoyunun gündemine taşınan ve kadın erkek eşitliğini zedeleyen hükümler. Aynı zamanda sayısız kereler hem AİHM’ye, hem de 2012 yılında bireysel başvurunun getirilmesiyle birlikte AYM’ye de taşınmış düzenlemeler. 

Şimdi AYM’nin Medeni Kanun’un kadının soyadı başlıklı 187. Maddesini iptal etmesiyle birlikte konu bir kez daha gündemimizde. AYM hükmü iptal etti ve TBMM’ye yeni düzenleme için 9 aylık süre verdi. Ancak TBMM bir düzenleme yapmadı. Dolayısıyla ortada kadınların lehine yorumlanabilecek bir hukuki boşluk var. Nitekim, Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK), kadınlara, soyadı değişikliği için nüfus müdürlüklerine başvuru çağrısı yaptı. İlk denemelerde müdürlükler, herhangi bir işlem yapmadan dilekçeleri reddetti. 

Buna gelmeden önce AYM kararında da yıllardır değişmeden kalan iptal gerekçelerine değinmek istiyorum.

Bu hükmün iptaline karşı çıkışlar, hem AYM üyeleri hem de sağcı siyasetçiler tarafından genellikle “aile birliğinin korunması ve güçlendirilmesi” üzerinden gerçekçelendiriliyor. Yani toplumsal yaşamdaki her başlıkta olduğu gibi bu başlıkta da bir kez daha “aile”, kadının eşitliğinin önüne bir engel olarak konuluyor. Ya da daha utangaç aile savunucuları, kadının kendi soyadını kullanmasıyla nüfus kayıtlarının karışabileceğini öne sürüyor. 

Bunların ikisinin de akla mantığa sığar tarafı yok. Bir kere kadının kendi soyadını kullanması aile birliğinin dağılması demek değil. Ayrıca aile birliği kadın kendi soyadını kullandı diye dağılacaksa da varsın dağılsın… İkincisiyse Türkiye’nin nüfus sistemi soyadları üzerinden değil TC kimlik numaraları üzerinden işleyen bir sistem. Hangi kuruma giderseniz gidin kimse soyadınızla işlem yapmıyor, TC kimlik numaranızı istiyor. Böyle bir sistemde kadınların kendi soyadını kullanmaları mı kayıtlarda karışıklık yaratacak? 

22 Şubat 2023 tarihli iptal kararında karşı oylardan birinin sahibi olan AYM üyesi Muammer Topal ise hiç lafı dolaştırmadan doğrudan ağzındaki baklayı çıkarıyor, kadın ile erkeğin eşit olduğu fikrinin kadınların sömürüldüğüne ve şiddet gördüğüne dair “tezlere” karşı cevap olarak üretilen modern bir hurafe olduğunu yazıyor. 

Eşitlik fikrinin ''huzuru'' kaçırdığına sonucuna ulaşan Topal, şerhinde şöyle diyor: ''Kadın ve erkeğin anatomik, fizyolojik, psikolojik ve cinsiyet farklılıkları sosyal anlamda da eşitliği imkânsız kalan bir özelliğe sahiptir. Kısacası kadın-erkek arasında yaratılış gerçekliği olarak yapısal eşitsizlik vardır. Bu durum, genel olarak toplumda konumları itibarıyla kadın ve erkeğin eşitliğine engel olarak görülmektedir. Dolayısıyla üzerinde söz söylemeye fırsat bile verilmeden kabullenilmesi gereken dogmatik bir değer olarak öne sürülse de ailede kadın/erkek eşitliği, modern hurafelerden birisidir ve ne ailede ne de toplumda huzuru, adaleti ve mutluluğu sağlayabilecek bir özelliğe sahiptir.''

İşte ister utangaç olsun ister örtülü, kadının soyadını kullanmasına karşı çıkanların ortak özelliği tam da bu: kadının eşitliği fikrine bile tahammülleri yok. 

Şimdi süreci kısaca özetleyelim. 743 sayılı eski Medeni Kanun, 153. Sayılı maddesinde evli kadının yalnızca kocasının soyadını taşıyacağını düzenliyordu. Kadın erkek eşitliğine aykırı olması sebebiyle çok eleştirilen bu düzenleme 1997 yılında çıkarılan bir kanunla şu şekilde değiştirildi: “Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuru ile kocasının soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Daha önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir soyadı için yararlanabilir.” Bu düzenleme 2001 tarihli güncel Medeni Kanun’da da “Kadının soyadı” başlığıyla aynen korundu.

Evli kadınlara yalnızca kendi soyadlarını kullanmaya devam etme hakkı vermeyen bu düzenleme de kadın erkek eşitliğini sağlamadığından yıllardır çok sayıda davaya konu oldu, hem mahkemeler tarafından Anayasa Mahkemesi’ne hem de bireysel başvurularla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındı. 2011 yılında AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. Maddesindeki ayrımcılık yasağını ihlal ettiği gerekçesiyle Ünsal Tekeli başvurusunda Türkiye’yi mahkum etti. Bunun üzerine anılan madde 2011 yılında iptal talebiyle yine Anayasa Mahkemesi’ne taşındı ve AYM, mevcut düzenlemenin “adil bir denge” kurduğu, kamu yararı ve ailenin korunmasını gözettiği gerekçesiyle iptal istemini reddetti. 

Mevzuat gereği AYM’nin işin esasına girerek verdiği kararların Resmi Gazete’de yayımlanmasından itibaren 10 yıl geçmedikçe aynı kanun hükmü iptal talebiyle AYM’ye taşınamıyor. Ancak 2012 yılında bireysel başvuru yolunun açılmasıyla 187. Madde defalarca kez AYM’ye taşındı ve AYM Anayasa’nın kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi bütünlüğünü güvence altına alan 17. Maddesine ve Türkiye’nin onayladığı temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelere dayanarak çok sayıda ihlal kararı verdi.

Nihayet 10 yılın dolması üzerine soyadı hükmü yine iptal istemiyle AYM’ye taşındı. AYM 22 Şubat 2023 tarihli kararıyla İstanbul 8. Aile Mahkemesi’nin talebini kabul ederek Medeni Kanun’un 187. Maddesi’ni iptal etti ve TBMM’ye “kadın erkek eşitliğine uygun yeni bir düzenleme için” 9 aylık süre verdi. 

Bu süre doldu ancak ortada herhangi bir düzenleme yok. Bu haliyle çocuğun ve boşanmış kadının soyadını düzenleyen Medeni Kanun’un ilgili hükümleri yönünden de bir boşluk oluşuyor. Üstelik AKP’nin 8. yargı paketiyle iptal kararını yok sayarak 187. Maddeyi aynen koruma niyetinde olduğu daha önce kamuoyuna da yansıdı. Yani yeni bir Anayasa Mahkemesi krizi kapıda… 

Ancak kadınlar açısından bakarsak; AYM’nin kadının soyadıyla ilgili bireysel başvurulara dair verdiği sayısız ihlal kararı, Türkiye’nin taraf olduğu ve Anayasa 90. Madde gereği iç hukuk karşısında üstünlükleri bulunan AİHS ve BM Kadına Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW), Anayasa’nın kadın erkek eşitliğini düzenleyen 10. Maddesi… 

Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde, mevcut durumda kadınların kendi soyadlarını kullanmalarının önünde bir engel olmadığı söylenebilir. Sonuç olarak TBMM çalışsaydı da 9 aylık sürede yeni düzenlemeyi yapsaydı… Yapmadılarsa, ortada bir kanun boşluğu varsa elbette bu boşluk, hukukun temel ilkeleri ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeler gereğince doldurulur. 

* Avukat, Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK) Sözcüsü

Erdoğan, Danıştay'ın Ayasofya ve İstanbul Sözleşmesi kararlarına imza atan Yılmaz Akçil'i AYM üyeliğine atadı - T24

Danıştay 10. Daire Başkanı Yılmaz Akçil, Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildi. Bu yıl AYM'ye iki yeni üye daha seçilecek. Böylece 15 üyeli AYM'nin 10 üyesini Erdoğan atamış olacak.

yılmaz akçil
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın ibadete açılması ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını hukuka uygun bulan kararlarda imzası bulunan Danıştay 10. Daire Başkanı Yılmaz Akçil'i AYM üyeliğine atadı. Akçil, emekli olan Muammer Topal'ın yerine atandı. Erdoğan, daha önce Cumhurbaşkanı olarak Anayasa Mahkemesi'ne 7 üye atamıştı. Anayasaya göre, Topal gibi bu yıl görev süresi dolan AYM Başkanı Zühtü Arslan ile Muhammed Emin Kuz'un yerine gelecek isimleri de Erdoğan atayacak. Böylece 15 üyeli AYM'nin 10 üyesini Erdoğan'ın atamış olacak. 

Anayasa Mahkemesi (AYM) üyesi Muammer Topal’ın emekliliği nedeniyle görev süresinin 30 Ocak'ta dolmasının ardından yeni üye seçimine gidildi. Son olarak Can Atalay kararında "ihlal olmadığı" yönünde oy kullanan Topal’ın yerine, Danıştay kontenjanından Yılmaz Akçil, Bilge Apaydın ve Aydemir Tunç arasından bir ismin Erdoğan tarafından seçilmesi bekleniyordu. Danıştay Genel Kurulu'nda yapılan seçimde en yüksek oyu Akçil almıştı. 

AYM üyesi seçimine ilişkin Cumhurbaşkanı kararı 31 Ocak tarihli Resmi Gazete'de yayımlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan imzalı kararla, 2018’den bu yana Danıştay 10. Daire Başkanı görevinde bulunan Yılmaz Akçil, bugün itibarıyla AYM üyesi olarak seçildi.

Akçil'in başkanı olduğu Danıştay 10. Daire, müze olan Ayasofya ile ilgili karara imza atmıştı. Daire, Ayasofya'yı müze yapan 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal ederek, ibadete açılması önündeki engeli kaldırdı.

İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla feshedilmesi kararı da Akçil’in başkanlığını yaptığı Danıştay 10. Daire tarafından hukuka uygun bulunmuştu.

TIKLAYIN - Danıştay, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını hukuka uygun buldu, kararındaki gerekçeler kafa karıştırdı: Gözler artık en üst kurulda

TIKLYIN - Danıştay 10. Dairesi, Ayasofya’yı müze yapan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti

Erdoğan'ın atadığı üye sayısı 10'a çıkıyor

15 üyeye sahip olan AYM'nin dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından atanan üç üyesinin görev süresi bu yıl dolacak. Danıştay kökenli olan üye Muammer Topal'ın 12 yıllık görev süresi, emekli olmasıyla birlikte 30 Ocak'ta doldu. Yerine, Erdoğan tarafından Danıştay 10. Daire Başkanı Yılmaz Akçil atandı. AYM Başkanı Zühtü Arslan'ın görev süresi ise 17 Nisan'da sona erecek, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri'yken "üst düzey yönetici" kontenjanından AYM üyeliğine getirilen Muhammed Emin Kuz'un görev süresi ise 12 Mayıs'ta dolacak.

Anayasa'ya göre üç üyenin yerine Erdoğan tarafından atama yapılacak. Böylece, daha önce Cumhurbaşkanı olarak AYM'ye yedi üye atayan Erdoğan'ın atadığı üye sayısı 10'a çıkacak. Kalan isimlerden başkan vekili Hasan Tahsin Gökcan ile üye Engin Yıldırım'ı Gül atamıştı, diğer üç üye Rıdvan Güleç, Kenan Yaşar ve Muhterem İnce ise TBMM tarafından seçilmişti.

Danıştay 10. Daire'de görülen İstanbul Sözleşmesi duruşması

Yılmaz Akçil kimdir?

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olan Akçil, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalında “Türk İdari Yargısında Yürütmenin Durdurulması” başlıklı tez çalışması ile yüksek lisans eğitimini tamamladı. Sivas ve Mersin Vergi Mahkemesi Üyeliği, Erzurum İdare Mahkemesi Üyeliği ve Erzurum İdare Mahkemesi Başkanlığı, Erzurum Bölge İdare Mahkemesi Başkanlığı görevlerinde bulundu. 

Erzurum Bölge İdare Mahkemesi üyesiyken 2010 anayasa değişikliği sonrasında, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca, 2011 yılında Danıştay üyeliğine seçildi. Bu üyeliğine ek olarak, Bekir Bozdağ’ın Adalet Bakanlığı yaptığı 2014 yılında hükümet tarafından yargıç ve savcı adaylarını eğitmek üzere kurulmuş olan Adalet Akademisi Başkanlığı’na atandı.

Akçil’in başkanlığını yaptığı akademi, 2016’daki darbe girişimi sonrasında “FETÖ yapılanmasının hizmetine girdiği” gerekçesiyle kapatıldı. Akademi kapatıldığı dönemde Akçil, hala başkanlık görevini yürütüyordu.

25 Şubat 2011 tarihinde Danıştay Üyeliğine seçilen Akçil, 17 Aralık 2018 tarihinde Danıştay 10. Daire Başkanlığına seçildi.

İstanbul Sözleşmesi kararı

Danıştay 10. Daire, kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin” feshine ilişkin 20 Mart 2021 tarihli Cumhurbaşkanı Kararının iptal istemini oy çokluğuyla reddetti. Danıştay kararında, “sözleşmenin Cumhurbaşkanı tarafından feshedilmesinde yetkide ve usulde paralellik ilkesine aykırılık bulunmamaktadır” denildi. Buna karşılık, aynı kararda, temel haklar ile ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı kararnamesi düzenlenemeyeceğinin anımsatılması dikkati çekti.

Ayasofya kararı

Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği, Ayasofya'nın camiden müzeye çevrilmesine ilişkin 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle 2016'da Danıştay'da dava açtı.
Dernek, kararda bulunan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e ait imzanın sahte olduğunu ileri sürdü. Danıştay 10'uncu Dairesi'nde, geçen hafta 2 Temmuz'da görülen duruşmada, kararın 15 gün içinde açıklanması kararlaştırıldı.
Kararını açıklayan Danıştay 10’uncu Dairesi, Ayasofya'yı müze yapan 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal ederek, ibadede açılması önündeki engeli kaldırdı.

Gelir dağılımı adaletsizliğinde konuşulanlar ve konuşul(a)mayanlar - Mustafa Durmuş / T24

 

Ana akım medya TÜİK verilerini değerlendirirken ne sınıfsal ne de kimliksel farklılıkları dikkate alıyor. Gelir adaletsizliği emek örgütlerinde dahi "bireysel" gelir dağılımında artan adaletsizlik olarak adlandırıyor.

TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmasını açıklayınca ekonomi basınında, özellikle de muhalif olarak nitelenen medya kanallarında bu araştırma haklı olarak geniş yankı buldu. Zira gelir dağılımı adaletsizliği son onlu yıllarda hiç bu kadar artmamıştı.

Sadece en zenginlerin geliri arttı

Öyle ki (1), nüfusun toplam 5 yüzde 20'lik gruba bölünmesiyle elde edilen eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert gelirleri açısından en yüksek yüzde 20'lik gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 1,8 puan artarak neredeyse yüzde 50 olurken, en düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay 0,1 puan azalarak yüzde 5,9'a düştü.

En alttaki 3 yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı payın yüzde 31,1'den yüzde 20,7'ye (1,4 puan gerileme) ve 4'üncü yüzde 20'lik gelir grubunun da payının yüzde 20,9'dan yüzde 20,5'e düşmesi (0,4 puan gerileme) dikkate alındığında, gelirini artıran tek kesimin en tepedeki zenginler olduğu, orta sınıfınsa giderek eriyerek yoksullaştığı görülüyor. Öyle ki nüfusun yüzde 60'ı gelirin kabaca sadece yüzde 31'ini alırken, geri kalan yüzde 40'ı yüzde 70'ine el koyuyor.

En üst en alt farkı 15 kat oldu

Böylece, toplumun en yüksek gelir elde eden yüzde 20'sinin elde ettiği payın en düşük gelir elde eden yüzde 20'sinin elde ettiği paya oranı şeklinde hesaplanan P80/P20 oranı 7,9'dan 8,4'e; gelirden en fazla pay alan yüzde 10'unun elde ettiği gelirin en az pay alan yüzde 10'unun elde ettiği gelire oranı şeklinde hesaplanan P90/P10 oranı ise 14,2'den 15,0'a yükseldi.

Yani en üstteki yüzde 10'luk zenginler, en dipteki yüzde 10'luk yoksullardan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor. En zengin yüzde 5'lik grubun ortalama geliri ise en yoksul yüzde 5'inkinin 31 katı düzeyinde seyrediyor. Bu fark sosyal, siyasi ve iktisadi göstergelerin giderek bozulmaya başladığı 2015 yılından bu yana düzenli olarak en zenginler lehine büyüyor.

 

Gini katsayısı sosyal yardımlar hariç 0,520

Böyle olunca da gelir bölüşümü eşitsizliğini ölçmede kullanılan bir ölçüt olan Gini katsayısı büyüdü ve 0,018 puan artış ile 0,433 olarak gerçekleşti. Bu katsayı, vergi ve transferler sonrası gelir esas alınarak hesaplanıyor ve sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, bire yaklaştıkça gelir dağılımında kötüleşmeyi ifade ediyor.

Ancak çalışmada tüm sosyal transferler hariç tutulduğunda Gini katsayısı 0,520; emekli ve dul yetim maaşı dâhil diğer tüm sosyal transfer gelirleri hariç tutulduğunda ise 0,445 olarak tahmin ediliyor. Bu da sınırlı da olsa "sosyal yardımlar olmasa gelir daha adaletsiz dağılacak" demek oluyor.

Böylece aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, Türkiye Avrupa'da gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu ülke konumundadır. (2) Bunun bir nedeni Avrupa ülkelerinde devlet bütçesinden yoksullar için ayrılan sosyal transferler biçimindeki mali kaynakların Türkiye'dekinin iki katından fazla olması.

Patronların geliri işçilerinkinden 2,5 kat daha fazla arttı

TÜİK'in verilerinde dikkat çeken bir önemli ayrıntı ise emek ve sermaye gelirleri ve kadın ve erkek gelirlerindeki mutlak artışlar arasındaki fark. Buna göre, sermaye sahiplerinin son bir yılda ortalama gelir artışı 187,692 TL olurken, emekçilerin gelirleri 73,624 TL artabildi. Yani patronların geliri 2,5 kattan daha fazla arttı.

Kadınların geliri erkeklerin gelirinin yüzde 74'ü kadar arttı

Kadın ve erkek gelirleri artışları arasındaki farkla ilgili olarak da benzer bir gelişme söz konusu. Öyle ki tüm gelir elde eden erkeklerde bir yıldaki ortalama gelir artışı 57,662 TL olurken, kadınlarda bu artış ortalama 42,948 TL olarak gerçekleşti. Yani kadınların gelirlerindeki artış erkeklerin gelirlerinin yüzde 74'ü kadar olabildi.

Bu veriler hem emek-sermaye hem de erkek-kadın eşitsizliğinin giderek artmakta olduğunun da birer göstergesi.

Bölgeler arası gelir farklılığı iyice arttı

Son olarak, aynı araştırmanın bölgesel gelir farklılıklarını gösteren önemli sonuçları da söz konusu.

Buna göre, Türkiye'de yıllık ortalama eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert geliri 2023 yılında 83, 808 TL iken, İBBS 2. Düzey bölgeleri itibarıyla en yüksek olduğu bölge 114, 634 TL ile TR10 (İstanbul) bölgesi oldu. Bu bölgeyi, 108, 036 TL ile TR51 (Ankara) bölgesi ve 101, 372 TL ile TR21 (Tekirdağ, Edirne, Kırklareli) bölgesi izledi. En düşük yıllık ortalama eşdeğer hanehalkı kullanılabilir fert geliri ise 39,173 TL ile TRB2 (Van, Muş, Bitlis, Hakkâri) bölgesinde gerçekleşti.

Böylece aşağıdaki haritadan da görülebileceği gibi Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları illerde elde edilen ortalama hane halkı harcanabilir geliri Türkiye ortalamasının ancak yüzde 46,7'si ve İstanbul'dakinin yüzde 34,1'i kadar olabildi.

Bölgenin diğer bölge ya da illere göre çok daha yoksul bir konumda olduğu açık. Ancak Bölgeye ilişkin bu veriler ortalama veriler olduğundan, Bölgedeki gelirin kendi içinde nasıl dağıldığı da önemli.

Bölgedeki sınıfsal eşitsizlik daha az

BETAM'ın 2019 yılı verilerini esas alan bir araştırmasına göre (3), diğer bölgelerle kıyaslandığında Bölgedeki sınıfsal ayrışma göreli olarak daha az. Bu çalışmada 2019 yılında Türkiye geneli nüfus yüzde 10'luk dilimlere ayrıldıktan sonra, en alt ve en üst yüzde 10'luk dilimde yer alanların Bölge nüfusu içindeki paylarına yer veriliyor.

Buna göre, Güneydoğu Anadolu Bölgesi nüfusunun yüzde 30'u en alt yüzde 10'luk gelir dilimde yer alıyor. Batı Marmara Bölgesi nüfusu içerisinde en yoksul grupta yer alan nüfus ise yüzde 8. Yani en alttakilerin sayısı Güney Doğu Anadolu'da Batı Marmara'dakinin neredeyse dört katı civarında. Buna karşılık, en yüksek yüzde 10'luk gelir dilimde olanların büyük kesimi Batıdaki bölgelerde yaşıyor. Örneğin 2019'da İstanbul nüfusunun yüzde 18'i en zengin yüzde 10'luk dilimde yer alıyor. Bu oran Güney Doğu Anadolu'da sadece yüzde 3 civarında.

Bu veriler, öncelikle, ülkenin Batısı gibi gelişkin bölgeleri ile Güney Doğusu gibi azgelişmiş ya da geri kalmış bölgeleri arasında ciddi gelir farklılıkları olduğunu gösteriyor. İkinci olarak Güney Doğu Anadolu Bölgesindeki gelir eşitsizliğinin diğerine göre daha az olduğunu, yani ilkinde göreli olarak daha eşitlikçi bir gelir dağılımı olduğunu ortaya koyuyor.

Bölgesel teşvik politikaları işe yaramadı

Diğer yandan, "bölgesel kalkınma farklılıklarını azaltmak için" uygulandığı öne sürülen bölgesel teşvik politikalarının uygulama sonuçları, ülkede "Kürt Sorunu" olarak da bilinen sorunun ne denli önemli bir sorun olduğunu gösteriyor.

Öyle ki, bu konuda yapılmış olan bir çalışmaya göre (4), 2011-2021 dönemini kapsayan on yıllık süreçte, 6 teşvik bölgesine ayrılan ülkede devletçe sağlanan teşvikler bölgeler arasındaki farklılıkları azaltmadığı gibi daha da artırdı.

Sözü edilen bu on yılda Türkiye ekonomisi toplam yüzde 66 büyüdü (yıllık ortalama yüzde 5). En gelişkin illeri ve orta gelişkinlikteki illeri kapsayan 1, 2 ve 3'üncü teşvik bölgeleri Türkiye ortalamasının üstünde, geri kalmış illerden oluşan 4, 5 ve 6'ncı teşvik bölgelerinin büyüme hızları ise Türkiye ortalamasının altında kaldı.

Bu süreçte Türk Lirası bazında kişi başı gelir ortalama yüzde 355 arttı. Türkiye ortalamasının üzerine, en gelişkin 2'nci ve 3'ncü bölgeler olmak üzere sadece iki bölge çıkarken, ağırlıklı olarak Güneydoğu illerini kapsayan (Urfa'dan, Hakkâri, Bingöl ve Ardahan'a kadar toplam 15 il) 6'ncı Bölgedeki kişi başı gelir artışı yüzde 324 ile en alt sırada kaldı. Kişi başı gelirde enflasyondan arındırılmış en yüksek reel kayıp ise yüzde 16,8 ile yine 6'ncı Bölgede gerçekleşti.

Sonuç olarak

Ana akım medya TÜİK verilerini değerlendirirken ne sınıfsal ne de kimliksel farklılıkları dikkate alıyor. Gelir adaletsizliği emek örgütlerinde dahi "bireysel" gelir dağılımında artan adaletsizlik olarak adlandırıyor.

Dahası, Kürt sorununu konuşmanın solun bazı kesimlerinde bile tabu olarak görüldüğü ülkede, DİSK gibi emek örgütleri dahi aynı verilerden hazırladığı son raporunda (5) bölgeler arasındaki gelir farklılıklarına yer vermiyor.

Kuşkusuz gelir bölüşümü adaletsizliği öncelikle, kapitalist toplumdaki üretim araçlarına sahip olup olmamak ile ilgili, yani insanların nesnel olarak ait oldukları sınıfsal konumları ile ilgili bir durumdur. Kısaca sosyal sınıflara ayrılmış kapitalizmde bu sınıfsal ayrışmanın bir sonucudur.

Bu yüzden de, başta işçi sınıfı, emek örgütleri ve sosyalist sol olmak üzere emek sömürüsüne karşı çıkan herkes, burjuvazinin herkesi aynı gemideymiş, dolayısıyla da herkesin çıkarları aynı imiş gibi göstererek sömürüyü ve gelir eşitsizliklerini meşrulaştıran ideolojik dilini kullanmaktan kaçınmalıdır ve emek sömürüsünü gün ışığına çıkartacak olan kendi sınıfsal dilini kullanmalıdır.

Ancak gelir erkek ve kadınlar arasında da eşit dağılmıyor. Bu da kapitalist toplumda gerçekte toplumsal cinsiyet eşitliğinin olmaması, yani bu toplumun erkek egemen bir toplum olmasından kaynaklanıyor. Bu gerçek de vurgulanmalıdır.

Son olarak, içinde yaşadığımız coğrafyada ve toplumda sınıfsal eşitsizlikler kadar kimliksel eşitsizlikler de son derece yakıcıdır. Bu yüzden de farklı etnisitelerin ve kimliklerin gerçekte iktisadi ve politik anlamda eşit yurttaşlık temelinde bir arada yaşayamadıkları ülkede, Fırat'ın Doğusu ile Batısı arasında üç kata kadar gelir farkının söz konusu olması ve verilen bunca teşvike rağmen bu farkın daha da açılması, sorunun basit bir "bölgesel kalkınma ya da gelişme farkı sorunu olmadığının" gösterdiğinden, demokratik, barışçıl, kalıcı ve eşitleyici siyasal ve iktisadi çözümler geliştirilmelidir.

Mustafa Durmuş / T24


Dipnotlar:

(1) TÜİK, Gelir Dağılımı İstatistikleri, 2023, https://www.tuik.gov.tr (29 Ocak 2024).

(2) DİSK-AR, Bireysel Gelir Dağılımında Vahim Bozulma, https://arastirma.disk.org.tr (29 Ocak 2024).

(3) Alpay Filiztekin, Gelir, beşeri sermaye ve işsizlikte bölgesel eşitsizlikler: 2005-2019, Betam Araştırma Notu 23/268 (21 Şubat 2023).

(4) İsmet Özkul, "Teşvik sisteminin 10 yıllık bölgesel büyüme karnesi", https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/tesvik-sisteminin-10-yillik-bolgesel-buyume-karnesi (17 Ocak 2023).

(5) DİSK-AR, agr.


30 Ocak 2024 Salı

Kurtlarla dans: AKP rejimi F-16 almayı mı başardı yoksa yine biat mı ilan etti? + MESEM hukuken de tartışmalı: ‘Yasal yükümlülüklerin etrafından dolaşmanın aracı’ +İntihal kavgasından yükselen sesler: 'Hadi bakalım Demet Akalın' (soL)

 Kurtlarla dans: AKP rejimi F-16 almayı mı başardı yoksa yine biat mı ilan etti? (Ogün Eratalay-soL/Analiz)

Emekçilerin verdiği vergilerden harcanacak olan milyarlarca dolar değerindeki bu alışveriş gerçekten bir zafer mi yoksa emperyalist ağabeylere biat edildiğini göstermek için verilmiş bir diyet mi?

Güncel haber malumunuzdur. ABD Kongresi'nin Türkiye'nin İsveç'in NATO üyeliğine onay vermesinin ardından F-16 satışına izin vereceğini açıklaması. Ukrayna-Rusya Savaşı'nı bahane eden ABD, Rusya’nın kuşatılması adına Finlandiya’yı NATO’ya dahil etmek için arayıp da bulamadığı fırsatı değerlendirmiş, Rusya’yı bir de Fin sınırında sıkıştırmış oldu. İsveç bu denklemde önde gelen olmasa da değerli bir kozdu, onun da konsolidasyonu sağlanıyor. 

ABD-Türkiye arasındaki anlaşma kapsamında 23 milyar dolar değerinde savaş uçağı ve teçhizatı Türkiye'ye satılırken, Yunanistan'a da 8,6 milyar dolar değerinde F-35 satışı gerçekleştirilecek. Kamuoyuna yapılan açıklamalarda Türkiye 32 adet F-16 C Block 70 ve 8 adet F-16 D Block 70 alacak. Bunun yanı sıra envanterindeki 79 F-16 Block 50+ uçakları da Block 70 seviyesine çıkarılacak. Anlaşma kapsamında çok sayıda mühimmat ve yüksek teknoloji içeren teçhizat da var.

Yandaş medya organlarında satış bir AKP zaferi olarak betimlenirken, muhalif basında da konunun esas özüne işaret eden pek az değerlendirme bulunuyor.

Burada sizlere olayın tarihçesini hatırlatırken merak edilen bazı teknik başlıklara da değineceğiz. Ancak en önemlisi meselenin emperyalist ilişkiler yönünü vurgulamaya çalışacağız.

Herkes F-16 satışından bahsediyor ama Türkiye F-35 programı içinde değil miydi, o konu neden gündem edilmiyor? F-35 nasıl bir uçak?

Asıl adıyla Lockheed Martin F-35 Lightning II Joint Strike Fighter, tek pilotlu ve tek motorlu kapsamlı özelliklere sahip yeni nesil savaş uçağının adı. ABD Silahlı Kuvvetleri için 2001 yılında yapılan prototip seçmeleri sırasında Boeing tarafından üretilen prototipi yenen X-35 uçağından geliyor. 2006 yılında başlayan üretim süreci çok çeşitli testler ve sayısız revizyonların ardından 2015 yılından itibaren ABD envanterine girdi. Çıkışında sadece ABD tarafından yatırım yapılan proje ABD müttefiki ülkelere de açıldı, bu kapsamda İngiltere, Avustralya, Kanada, İtalya, Norveç, Danimarka, Hollanda ve Türkiye projeye dahil oldu. Gelişkin silah sistemi, yeni nesil komuta-kontrol özellikleri, gelişmiş radar kabiliyeti, düşük radar izi gibi üstün özelliklere sahip olan savaş uçağı, isteğe bağlı olarak dikey kalkış-iniş özelliğine de sahip olabiliyor. Ancak yapılan muazzam yatırımlara rağmen proje kapsamında istenen teknik kabiliyetlere erişilememiş durumda ve uçak son dönemde görece yüksek bir kaza-kırım oranına sahip.

Türkiye’nin F-35 programından çıkarılmasının görünen sebebi Rusya’dan alınan S-400 savunma sistemleri. Ancak burada elbette bahsedilmeyen başka etkenler de var. Türkiye burjuvazisinin emelleri uyarınca yeni-Osmanlıcı hamleler için harekete geçen AKP rejimi, özellikle Suriye ve Libya iç savaşlarına müdahil oldu, burada çeşitli aktörler eliyle pazar kapma payında askeri olarak hamlelerde bulundu. Rusya’nın da aktif olduğu bu cephelerde bu ülkeyle kimi zaman yaşanan karşı karşıya gelişler kanlı olmuş, 24 Kasım 2015 tarihinde Rus savaş uçağının düşürülmesi sonrasında ilişkiler kopma noktasına gelmişti. Sonraki süreçte Rusya tarafından Türkiye’ye uygulanan ambargonun ardından AKP rejimi geri adım atmış, enerji başta olmak üzere çeşitli alanlarda Rus sermayesine görülmemiş olanaklar yaratmıştı. Takip eden dönemde AKP rejimi Suriye sınırındaki güvenlik ihtiyacı gerekçesiyle ülkede bulunan Patriot bataryalarının sökülmesi üzerine Rusya’dan S-400 savunma sistemi aldı. Sistem sonraki süreçte hiç aktive edilmese de bu hamlenin etkileri yıkıcı olmuş, ABD NATO sistemine sahip Türkiye’nin “düşman” kategorideki bir ülkeden alınan savunma sisteminin güvenlik açığı yaratacağı gerekçesiyle Türkiye’ye yaptırım kararı almış, ilaveten de F-35 programından çıkarmıştı. 

Savaş uçağı almak sonuçta ülke savunması için iyi bir şey değil mi, neden bu kadar karşı çıkıyorsunuz?

İsterseniz bu soruyu Hürriyet gazetesine konuyla ilgili demeç vermiş olan emekli paşaların söyledikleriyle cevaplayalım. Korgeneral Erdoğan Karakuş ve Tümgeneral Güray Alpar uçakların yeni modernizasyon sayesinde menzil ve manevra kabiliyetinin artacağını söylüyor. Bu alışverişin yapılmaması durumunda ise Azerbaycan, Libya, Akdeniz’deki “haklarımızı” ve Suriye ile Irak’daki “çıkarlarımızı” savunamayacağımız iddia ediliyor. Dikkat ederseniz kimse ülke güvenliği, sınır güvenliği vb.'den bahsetmiyor. Varsa yoksa sınır ötesi “çıkarlar” ve “haklar”! Ülkemizdeki emekçiler sendikalı olduğu için işten atılırken, maaşı zamanında yattığı zaman şanslı hissederken, aldığı komik ücret enflasyon yüzünden günler içinde pul haline gelirken yurtdışındaki çıkar kimlerin dersiniz? Balkanlara, Ortadoğuya, Afrika’ya, Uzakdoğuya, Orta Asyaya sermaye ihraç edenler olmasın sakın? Elbette sınırlarımızı koruyacağız, yabancı işgaline karşı koyacağız ancak memleket içindeki işgalciler ne olacak? Bugün İncirlik Üssü'nün ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli üslerinden birisi olduğu Filistin-İsrail Savaşı'nda daha da belirgin haline gelmedi mi? Dolayısıyla burada meselenin vatan savunması olmadığı, tam aksine sınır dışına yaptığı sermaye ihracını, buralarda kaptığı pazar payını korumaya çalışan Türkiyeli patronların çıkarı olduğu aşikardır.

F-16 çok başarılı bir uçak değil mi, F-35 olmasa da olmaz mı?

Uzun adıyla General Dynamics F-16 Fighting Falcon uçağı ilk uçuşunu 1974 yılında yapmış bir platformdur. Askeri ve teknik anlamda başarılı olan uçak çok çeşitli ihtiyaçlar nedeniyle sürekli olarak güncellenmekte ve başta Türkiye olmak üzere çok sayıda ülke tarafından kullanılmaktadır. Ancak bu uçak kararlı ve güvenilir bir platform olmasına rağmen F-35 ile arasında teknolojik altyapı ve kabiliyet olarak büyük farklar vardır. Farklı görevler için özelleşseler ve bu anlamda karşılaştırmak doğru olmasa da F-35 teknik kabiliyetler açısından ayrı bir seviyededir. 

Ancak amaç gerçekten ülkenin sınırlarını korumak, yabancı işgaline karşı caydırıcı bir güce sahip olmak ise bu sorunsal pekala farklı savunma sistemleri, teknolojik yeniliklerin sürdürülebilir şekilde takip edilerek gerçekten yerli çözümlerle beraber ele alınmasıyla çözülebilir. Ancak bunun için ilk olarak emperyalizmle tüm bağımlılık ilişkisi koparıp atılmalıdır. 

Yunanistan'a son dönemde NATO yatırımları düşünüldüğünde F-35 satışı ve bu ülkenin silahlandırılmasının amacı nedir?

ABD Kongresi'nin Türkiye ve Yunanistan’a verdiği satış onaylarının içeriği manidardır. Yunanistan’a son teknoloji ürünü F-35 savaş uçakları verilirken, Türkiye F-16 ile yetinmiştir. İki ülke emekçileri için de karanlık bu senaryonun kazananı emperyalizmdir. Bu başlığa son dönemde Yunanistan’ın ABD tarafından silahlandırılması kapsamında bakıldığında kimi çevreler hedefte Türkiye’nin olduğunu belirtse de emperyalizmin genel olarak doğu cephesine/özel olarak da Karadeniz bölgesine yığınak yaptığı açıktır. Ukrayna Savaşı'nda Rusya’ya istediği şekilde öldürücü darbeyi vuramamış olan ABD’nin, Rusya’nın şimdiye kadar “cephe” haline gelmemiş olan Karadeniz bölgesini yeni saldırı merkezi haline getirmek istediğini söylemek abartı olmayacaktır.

AKP rejiminin silahlanmaya bu kadar muazzam bir bütçe harcamasının ardında ne var?

AKP rejiminin sözcüleri, emekli askerler, yorumcular istedikleri kadar bu silah alışverişini olumlasınlar, ortada hiç konuşulmayan bir gerçek vardır; emperyalizme bağımlılık. Adlı adınca söyleyelim, AKP rejimi ve Türkiye burjuvazisi son dönemdeki “bağımsız” dış siyasetini, yurtdışı sermaye ihracını, ilan ettiği çeşitli renkte “vatanları” son kertede bir kenara ayırmış, her türlü yanlış anlaşılmayı telafi etmek için kapitalist ağabeylere ve emperyalist merkezlere bir kez daha bağlılık bildirilip, biat edilmiştir. Kendi varlıklarının ve çıkarlarının ne olursa olsun onlara bağlı olduğunun bilincinde, yeniden sadakatlerini bildirmişlerdir.

                                                       /././

MESEM hukuken de tartışmalı: ‘Yasal yükümlülüklerin etrafından dolaşmanın aracı’ (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-SOL/ÖZEL)

Geçtiğimiz dönemde en az altı çocuğu hayattan kopartan MESEM, hukuki olarak da tartışmalı. Eğitim-İş Genel Merkez avukatı Burak Sabuncu, MESEM’in hukuki boyutunu anlattı.

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “müjde” olarak duyurduğu Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) “çırak” ve “stajyer” adı altında çocukları sermaye için ucuz iş gücüne dönüştürdü.

Yüz binlerce lise öğrencisi iş ve maaş umuduyla Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri (MTAL) bünyesinde açılan bu programa geçerken, geçtiğimiz dönem en az altı öğrenci MESEM kapsamında çalışırken yaşamını yitirdi. Bu kapsamda çalışan kaç öğrencinin iş sırasında yaralandığı ise bilinmiyor.

16 yaşındaki Zekai Dikici, 17 yaşındaki Ulaş Dumlu, 15 yaşındaki Ömer Girgin, 17 yaşındaki Ömer Çakar, 14 yaşındaki Arda Tonbul ve 15 yaşındaki Erol Can Yavuz geçtiğimiz dönemde MESEM kapsamında çalışırken hayatını kaybeden çocuklar.

MESEM, etik olarak tartışılmasının yanı sıra hukuken de tartışmalı bir uygulama. 

‘MESEM’ler açık bir anayasa ihlali’

Eğitim-İş Genel Merkez avukatı Burak Sabuncu, MESEM’in hukuki boyutuyla ilgili soL’a konuştu.

“MESEM’lerin yarattığı eğitim hakkı gaspının ölçüsünü, olması gereken hukuk tartışmasını bir kenara bırakarak, yürürlükteki hukuk bağlamında ele alsak dahi en temelde açık bir anayasa ihlalinin karşımıza çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.” diyen Sabuncu, MESEM’in açık bir anayasa ihlali olduğunu belirtti. 

Sabuncu, AKP’nin MESEM kapsamında çocuk işçiliği yasallaştırmaya çalıştığını belirterek şunları kaydetti: “AKP’nin bir yönüyle sermaye karşısında yoksulluğa terk edilmiş halkın çocuklarının çocuk işçiliğini yasallaştırma, bir başka yönüyle de gericileştirme ve piyasalaştırma temelinde kurduğu sistemde eğitim hakkının gaspı projesi olduğunu da peşinen tarif etmek zorundayız.”

Anayasanın ülkede yaşayan her yurttaşın laik, demokratik, eşit, kamusal ve parasız eğitim alma hakkını koruduğunu söyleyen Sabuncu, bu hakkın MEB eliyle hayata geçirilmesi gerektiğinin yasal bir zorunluluk olduğunu belirtti. 

‘MESEM’ler MEB için yükümlülüklerin etrafından dolanılmasının aracı’

Ayrıca devletin uluslararası sözleşmeler aracılığıyla da eğitim hakkını koruyacağını taahhüt ettiğini belirten Sabuncu, MESEM’lerin, okul olarak tanımlanmasından dolayı bu yasal zorunlulukların etrafından dolanmanın bir aracı haline geldiğini söyledi. 

Burak Sabuncu, şunları kaydetti: “MESEM’ler tam da bu noktada Milli Eğitim Bakanlığı nazarında uluslararası sözleşmeler, anayasal ve yasal yükümlülüklerin etrafından dolanılmasının bir aracı haline getirilmiştir. MESEM’ler bir okul türü olarak tarif edildiğinden buradaki yüzbinlerce öğrencinin kâğıt üzerinde örgün eğitimin içerisinde değerlendirileceği bir sistem inşa edilmiş durumdadır.”

MESEM’lerde okuyan çocukların örgün eğitim aldığını iddia etmenin “kanuna karşı hile” olacağını söyleyen Sabuncu şunları belirtti: “Bu öğrencilerin gerçek anlamda bir örgün eğitimin parçası olduğunu ileri sürmeye olanak bulunmamaktadır. Haftada yalnızca bir gün okulda olan bir çocuğun, ortaöğretimden yararlandığını iddia etmek olsa olsa ‘kanuna karşı hile’ anlamına gelecek bir davranıştan öte olmayacaktır.”

Kanun işlemiyor, öğrenciler işlemeyen iş güvenliği sistemine bırakılıyor

Burak Sabuncu, “Mesleki Eğitim Kanunu’nda ve ilgili yönetmelikte şantiyelere, fabrikalara, atölyelere gönderilen öğrencilerin, usta öğreticilerin gözetiminde, tehlikeli olmayan işlerde eğitim alması gerektiği, bunun yanında okul öğretmenleri tarafından da belirli aralıklarla bu işyerlerinde denetlenmesi şeklinde bir mekanizma öngörülmüştür. Ancak öğretmenler tarafından yapılacak denetimin işletme üzerinde bir denetim olmadığını belirtmek gerekir. Mevzuatta öğretmenlerin buradaki yetkisi yalnızca öğrencinin orada olup olmadığının denetimi ile varsa bir sorununu anlatması esasından ibarettir” sözleriyle Mesleki Eğitim Kanunu’nun çalışmadığını, MESEM kapsamında öğrenci çalıştıran işyerlerinin tam anlamıyla denetlenemediğini söyledi. 

Sabuncu, öğrencilerin, yetişkinleri koruyamayan iş güvenliği denetim sisteminin insafına kaldığını belirterek şunları kaydetti:

“Öğretmenin işyerindeki çalışma ortamına bir müdahalesi, işyeri güvenliği üzerine bir denetim ve yaptırım yetkisi de söz konusu değildir. Bu bakımdan öğrencilerin iş güvenliği, işletmenin tabi olduğu ve ülkedeki iş cinayetlerinin temel meselelerinden biri olan olağan iş güvenliği denetim sisteminin insafına kalmış durumdadır. Yetişkinlerin yaşamını koruyamayan iş güvenliği sisteminin, 14 yaşındaki çocukların güvenliğini sağlayabileceği öngörüsüyle, hayatın olağan akışına dahi aykırı bir sözde denetimin varlığından bahsetmiş oluyoruz.”

‘Olası kasıtla insan öldürme olarak değerlendirilmeli’

“Tüm bunlar dikkate alındığında, çocukların maruz kaldığı ölümleri, yaralanmaları, kötü muameleleri artık bir münferit ‘kaza’ başlığı altında değerlendirmek mümkün değildir.” diyen Sabuncu, Türk Ceza Kanunu’ndaki karşılığıyla bu tür olayların “olası kasıtla insan öldürmek” olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyledi:

“Bu denli daha en baştan mevcut haliyle ölümlere sebep olacağı açıkça belli olan sistemin sorumluları, bu sonuçları öngörmekte ve bunu da umursamamakta, sonuçlara razı olmaktadırlar. Türk Ceza Kanunu anlamında bunların karşılığını da kasten öldürmeye yakın bir nitelendirme seviyesinde, ‘olası kasıtla insan öldürmek’ olarak değerlendirmek gerekmektedir.”

Burak Sabuncu, mevcut kanunlardan örnekler vererek, sorumluların ortada bırakıldığını söyleyerek şunları kaydetti:

“Peki yaşanacak bu durumlardan kimin sorumlu olduğuna gelecek olursak, Mesleki Eğitim Kanunu’nun 25. maddesinde ‘Aday çırak, çırak ve öğrencinin eğitimi sırasında işyerinin kusuru halinde meydana gelecek iş kazaları ve meslek hastalıklarından işveren sorumludur.’ şeklindeki düzenlemeyle kusur esası gözetilerek işyeri sahibine bir sorumluluk atfedildiğini görmekteyiz. 

Bununla birlikte, aynı kanunda denetleme ve ceza başlığı altında gördüğümüz 41. maddede ‘Bu kanun hükümlerine göre Bakanlığa bağlı eğitim kurumlarının dışında kamu ve özel kurum ve kuruluşlarında yapılan aday çırak, çırak ve kalfaların eğitimi ile işletmelerde yapılan mesleki eğitim, öğrencilerin bu eğitiminden sorumlu işletmelerin bağlı olduğu oda veya birliklerin temsilcilerinin katılımı ile Bakanlıkça; iş ortamı, sosyal güvenlik, iş güvenliği ve sağlık şartları bakımından ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca denetlenir. Denetimle ilgili raporlar valiliğe verilir. Raporlarda belirtilen hususlar valilikçe değerlendirilir ve gereği yapılır.’ düzenlemesinde ise yine sorumluluğun ortada bırakıldığı görülmektedir.”

‘Çocukları sermayenin insafına terk edenler suçlarıyla yüzleşmek zorundadır’

Sorumluların belirsiz olduğu bu senaryoda yıllarca süren mahkemeler izlemeye devam edeceğimizi söyleyen Sabuncu, son söz olarak şunları kaydetti:

“Son söz olarak, ‘ahilik kültürüyle’ harmanlanmış nitelikli işgücü yaratmak iddiasını, 14 yaşında fabrikada çalışırken bir çocuk ölmemiş gibi, bir atölyede vücudunun yüzde 80’i yanmış bir kız çocuğu yokmuş gibi hâlâ pervasızca savunanlar, çocukları sermayenin insafına terk edenler; denetlemeyen, hesap sormayanlar, hukuk önünde de tarih önünde bu suçlarıyla yüzleşmek zorundadır.”

                                                             /././

İntihal kavgasından yükselen sesler: 'Hadi bakalım Demet Akalın' (ERKAN YILDIZ-SOL/KÜLTÜR)

Tartışmanın her iki tarafı da kopardıkları gürültüde geçmişte parçası oldukları hegemonyanın ayrıcalıklarını arıyorlar. Bulamazlar.

Sanırım pek çoğumuzun, önceki güne kadar Mine G. Kırıkkanat ile Elif Şafak arasında bir intihal davası olduğundan haberi yoktu. Ta ki mahkeme, Elif Şafak’a ait “Bit Palas” isimli romanının, ilk baskısı 1990 yılında yapılmış ve Mine G. Kırıkkanat’ın ilk romanı olan “Sinek Sarayı” isimli kitaptan intihal edildiğine karar verene, daha doğrusu bu karar sosyal medyada duyurulana kadar.

İşin aslı yine bu davadan haberimiz olana kadar ben dahil pek çoğumuzun Mine G. Kırıkkanat’ın söz konusu romanından ve edebiyatçı kimliğinden de haberimiz yoktu. Dolayısıyla Mine G. Kırıkkanat hakkında şöyle iyi/kötü yazar, “intihal yapacak kimse mi kalmadı?” gibi yorumlar yapacak donanımdan yoksunuz. En azından ben öyleyim. Diğer taraftan Mine G. Kırıkkanat’ın dünyaya baktığı yere, bakış açısına, bakma biçimine ilişkin bir bilgim var. Kendisinin süzme bir anti-komünist olduğunu biliyor, mültecilerle, yoksullarla ve Kürtlerle ilgili düşüncelerinin yeni ırkçı, Fatih Yaşlı’nın deyişiyle atarici, zombi kuşağının düşünceleriyle örtüştüğünü görüyoruz.

Elif Şafak için de üç aşağı beş yukarı benzer bir pozisyona sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Belki edebiyatçılığıyla ilgili fazladan şöyle bir cümle kurabilir: Elif Şafak’ın edebiyatçılığının ve edebiyat yoluyla sahip olduğu ünün öyle “edebiyatın temel değerleri” ile filan ilgili olmadığı, doğru zamanda, doğru ilişki ağlarının kurulması ve gerekli “pr” çalışmalarının sonucunda elde edildiği sır değil. Kendisinin yıllar süren AKP destekçiliği ve yine tüm bu yıllar boyunca Fethullahçılarla kıvamında muhabbeti bulunan bir liberal olduğu ise açık bir bilgi. 

Bu ikilinin yollarının daha önce solu düzen içi bir aparata dönüştürme gayretinin bir ürünü olan Radikal Gazetesi’nde kesiştiğini de yine hatırlatalım.

Neyse. Söz konusu davada karar açıklandı ve kıyamet koptu. Ülkemizde siyaset hangi sahte ikiliklere sıkıştırılıp, gerçeklikten kaçırılıyorsa burada da bir benzeri yaşandı. Öyle bir vaveyla koptu ki sormayın gitsin.

Mine G. Kırıkkanat ve çevresinin zafer çığlıklarına ilk etapta edebiyatı bir din gibi yaşayıp, dokunulmaz olduğunu düşünenler eklendi. AKP’nin 20 yıldır yaşattığı sansürü, buna doğrudan ya da dolaylı destek olanları, yazarın boyun eğişinin temsili oto-sansürün varlığını pas geçen bu cenah, “intihalin bilirkişisi mi olur?” diye başlayıp, davadaki intihal gerekçelerini de sarakaya alarak meselenin sansürü olağanlaştıracağına kadar bir dizi argüman sıraladılar.

Bu arada, Mine G. Kırıkkanat’ın yayınevinden yükselen “Aslı varken taklidine gerek yok. Orjinal bir roman okumak isteyenlere tavsiyemizdir” çıkışı meselenin salı pazarında iç çamaşırı satan tezgahların rekabetine döndüğünü hepimize göstermiş oldu. Vasat bile sayılmayacak bir üslup, bir tür şirretlik edebiyat piyasasını da teslim almış görünüyor.

Elif Şafak ve taraftarlarının buna “Demet Akalın hadi bakalım” diye karşılık vermemesine bir parça şaşırdığımı söylemeliyim. Ancak “Ümit Özdağ’ın kimi desteklediğine bakarsak Elif Şafak’ın haklı olduğunu görürüz” savunmasıyla bu şaşkınlığım kısmen sona ermiş oldu. Zira Ümit Özdağ’ı da siyasetin Demet Akalın’ı gibi görmek mümkün.  

İki gün devam eden bu tartışma, kayıkçı dövüşü artık biter diye düşünüyorduk ki 130 yazarın (130 diye duyurulmasına karşın gerçekte 124 yazarın imzası var) “Elif Şafak’ın linç edilmesi” ile ilgili kaygılarını beyan ettikleri bildiri önümüze düşüverdi. Bu 124 yazar özetle diyorlar ki “Davanın içeriğinden bağımsız olarak, bütün edebiyatçılara ve yazar dostlarımıza çağrımız şudur: Hiçbir edebiyatçının -iktidarın da sıklıkla kullandığı- bu tarz yöntemlerle linç edilmesine izin vermeyelim. Edebiyatın temel değerlerine sadık kalalım.

'Edebiyatın temel değerleri…'

Adı intihal meseleleriyle de anılan iki isim imzacılar arasında dikkatimizi çekiyor. Birisi Beyaz Kale romanının neredeyse tamamını “Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati” isimli eserden aparttığı yıllardır konuşulan Orhan Pamuk. Diğer isim ise geçen yıl Vildan Külahlı’yı, komik ve gerçeklikten uzak iddialarla intihalle suçlayan İlay Bilgili. “Edebiyatın temel değerleri…” bu hikâyede nerede duruyor?

Yine imzacılardan bir kısmının uzun yıllar boyunca AKP destekçisi yazarlar olduğunu biliyoruz. Demokrasiyi getirecek bir parti diyerek AKP'nin ve inşa ettiği rejimin toplumda meşruiyet edinmesi için bu yazarlar bir hayli çaba gösterdiler. Tüm bu yıllar boyunca milyonlarca insan iktidarın hak gasplarına maruz kaldı. Sadece sosyal medyada başlayıp bitmeyen, sokaklarda süren linçlere, tehditlere şahit olduk. Bu yıllar boyunca yine yüzlerce insan çeşitli vesilelerle katledildi. İktidar bu katliamların bir kısmına iş kazası, tren kazası, “takdir-i ilahi” derken, Suruç, Gar, Reyhanlı katliamlarını müstehzi bir gülümseyişle seyretti.  

Söz konusu yazarlar tüm bunlar yaşanırken bir araya gelip “edebiyatın temel değerleri”nin insanlıkla ilişkisini bir kez olsun iktidara hatırlatamadılar. İktidarın şiddetinin kendilerine yönelmesinden korktular ya da bu politikalarda bir sorun görmeyip “bunların edebiyatla ne ilgisi var canım” deyiverdiler. 

E iyi de daha edebiyat içre bir sorun olan, ülkenin en büyük şairi Nâzım'ın, ülkenin en varlıklı ailesine ait YKY tarafından sansürlendiği ortaya çıktığında da sessiz kaldılar. İşe bakın. Bunca meselede akla gelmeyen “edebiyatın temel değerleri” Elif Şafak söz konusu olduğunda nasıl da şıp diye akıllara geliverdi? Üstelik “Elif Şafak’ı hedef alan linç kampanyası” gibi abartılı, uydurma ve aynı zamanda siyasi göndermesi olan bir gerekçeyle… Hiç şaşırtıcı değil. Sonuçta “network” adamına sahip çıkıyor.  

Bu sahip çıkışı “edebiyatın temel değerleri” gibi nerede başlayıp nerede bittiği ve ne olduğu açıkça belli olmayan bir ifadeyle taçlandırmaları da oldukça manidar. Bu ifadede -iktidarın sıklıkla kullandığı- ve AKP yargısının elinde gericiliğin saldırı aracına dönüşen “toplumun değerleri” ifadesine yakınlık seziyorum. Bu yakınlığı, şimdilerde muhalif gözükseler de geçmişte AKP destekçiliği yapmış yazarların dillerinde ve düşüncelerinde meydana gelmiş hasarın sonucu olarak görüyorum. 

Tartışmanın her iki tarafı da kopardıkları gürültüde geçmişte parçası oldukları hegemonyanın ayrıcalıklarını arıyorlar. Bulamazlar. Hem edebi hem siyasi olarak bir süredir kayıp olduklarını ve artık geri dönemeyeceklerini ilan edebiliriz.

(soL)

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 30 OCAK 2024 -

 Son dakika haberi... AKP'den açıklama geldi: Can Atalay'ın milletvekilliği bu hafta düşürülüyor!(Cumhuriyet)

AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta, Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay'la ilgili kararın bu hafta TBMM’de okutulmasını planladıklarını açıkladı.

AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta, Anayasa Mahkemesi'nin ihlal kararına rağmen tutukluluğu devam den Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay'la ilgili  milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin kararın bu hafta okunacağını söyledi. Usta, katıldığı canlı yayın programında konuya ilişkin "Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürülmesini sağlayacak Yargıtay kararı bugün okunacak mı Meclis'te?" soru üzerine "Bugün veya bu hafta tamamlamayı düşünüyoruz. Bu artık bir prosedür haline gelmiş durumda. Meclis'in de üzerine düşen vazifeyi yapması gerekiyor. Bu hafta için planımız var" yanıtını verdi. AKP Grup Başkanvekili bununla birlikte konuyla ilgili tartışmanın devam etmesini beklediğini belirterek "Biz de Meclis olarak konuyu takip etmeye devam edeceğiz tabi ki. Yine Meclis'e düşen bir görev olursa onu yerine getimeye çalışacağız" dedi.

Zenginlerin ‘kimsesi’ (Havva GÜMÜŞKAYA-Birgün)

AKP’nin ‘kimsesizlerin kimsesi’ olmadığını veriler ortaya koydu. Gelir dağılımı eşitsizliği zirve yaptı. Orta gelirlilerin milli gelirden aldığı pay geriledi. “Nas” söylemine dikkat çeken Prof. Dr. Günçavdı, “AKP zengine çalışmış” derken DİSK-Ar, zengin ve yoksul arasında makasın açıldığına dikkat çekti.(https://www.birgun.net/haber/zenginlerin-kimsesi-502402)

İzmir’de balıkçı teknesi battı: 3 kişinin cansız bedeni bulundu, 2 kişi kayıp (Birgün)
İzmir'in Dikili ilçesi açıklarında balıkçı teknesi battı. Meydana gelen olayda teknede bulunan 10 kişiden 3'ünün cansız bedeni bulunurken, kayıp olan 2 kişiyi arama çalışmaları sürüyor. Batan teknede bulunan 5 kişi ise yaralı olarak kurtuldu.(https://www.birgun.net/haber/izmirde-balikci-teknesi-batti-3-kisinin-cansiz-bedeni-bulundu-2-kisi-kayip-502421)

ODTÜ’nün değeri Diyanet’ten az (Mustafa Bildircin-Birgün)
                           Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi 7 bakanlıktan da fazlaydı. (Fotoğraf: Depo Photos)

Diyanet’in eğitim yatırımları ödeneğinin, ülkedeki 108 üniversitenin aldığı ödenekten fazla olduğu ortaya çıktı. Diyanet’in mesleki eğitim yatırım ödeneği ise 216 milyon TL.  Diyanet’in eğitim yatırımı ödeneği ile geride bıraktığı bazı üniversiteler ve aldıkları ödenekler şöyle sıralandı:

• Ege Üniversitesi: 190 milyon TL, • Eskişehir Osmangazi Üniversitesi: 80 milyon TL, • İskenderun Teknik Üniversitesi: 150 milyon 500 bin TL, • Mersin Üniversitesi: 59 milyon 802 bin TL, • Ondokuz Mayıs Üniversitesi: 75 milyon TL, •Selçuk Üniversitesi: 120 milyon TL (https://www.birgun.net/haber/odtunun-degeri-diyanetten-az-502409)

Utanç tarihine bir çentik daha! (İsmail Arı-Birgün)
Yıllarca emniyet binası adı altında işkence merkezi olarak kullanılan ve kısa süre önce otele dönüştürülen tarihi Sansaryan Han’da restorasyon rezaleti yaşandı. Koruma Kurulu, restorasyon projesine uyulmadığını tespit etti.(https://www.birgun.net/haber/utanc-tarihine-bir-centik-daha-502389)

Vatandaşın tapulu arazisine çökmüşler (Uğur ŞAHİN-Birgün)
Yönetim kurulu başkanlığını eski AKP Milletvekili’nin eşi Kıvırcık’ın yaptığı Muradiye OSB, yargı kararı olmadan bir yurttaşın arazisini işgal etti. Mahkeme, ‘yürütmeyi durdurma’ kararı aldı. OSB yetkilileri hakkında ceza davası açıldı.(https://www.birgun.net/haber/vatandasin-tapulu-arazisine-cokmusler-502392)