"Anayasa gündemi ve CHS’nin restore edilmesiyle sürdürülecek uzlaşma zemininin ekonomi başlığında örülmesi, işçi sınıfına sopanın daha sert sallanması ve emekçilerin daha fazla yoksullaştırılmasıdır."
Türkiye son seçimlere giderken ittifaklar siyasetini çok konuştu. Düzen siyasetinde iki ana ittifakın bir seçim denklemi uyarınca bir araya geldiği ve bu ittifakların unsuru olan partilerin ülkenin temel meselelerine yaklaşımlarında ciddi bir fark olmadığı görülüyordu. Fakat seçim sürecinde, bu benzerliğin görünür hale geldiği bir siyasi atmosfer oluşmadı. Oluşmasına da izin verilmedi. 20 yılı aşkın bir dönemde Recep Tayyip Erdoğan’a ve iktidar partisi AKP’ye yönelen birikmiş tepkilerin ustaca yönetilmesine ve düzen açısından zararsız bir mecraya akıtılmasına tanık olundu. Konu seçimler olunca, bu durumda şaşırtıcı bir yan elbette yok. Seçim-sandık denkleminin kapitalist düzende aşağı yukarı bu amaçla kurulduğunu biliyoruz.
Cumhur ve Millet İttifakı’nın, yani seçimde başa güreşen iki ittifakın harcını sermaye sınıfı karmıştı. İttifaklarla amaçlanan seçimi kim kazanırsa kazansın, patronların elde ettiği mevzilerden geri düşmeyecekleri bir senaryonun garantilenmesiydi. Nitekim seçimden sonra, iktidar ile muhalefeti ilk birleştiren ekonomide atılan adımlar ve benimsenen genel politika çerçevesi oldu. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan, patronların açık desteğini alıyor. Düzen muhalefetinin ikiliye zaman zaman getirdiği eleştiriler ise sermaye yanlısı programda daha kararlı davranmaları yönünde sıkıştırma amacını taşıyor.
Uzun süredir muhalefetin arkasına mevzilenmiş olan ve AKP’yi yıllarca desteklemiş olma günahını sırtında taşıyan liberaller ise aynı ekibi alkışlayanlar arasında. AKP’nin görevlendirdiği iki ekonomi kurmayının icraatlarının, yerli ve yabancı sermaye çevrelerinin, düzen muhalefetinin ve sağ-sol liberallerin onayını alması, yeni büyük bir uzlaşmanın habercisi. Bu uzlaşma, Tayyip Erdoğan tarafından 2022 yılı Ekim ayında açıklanan “Türkiye Yüzyılı Vizyonu”nun seçimde %52-48 olarak bölünmüş toplumu nasıl kapsayabileceğinin ipuçlarını da sunuyor. Kuvvetle muhtemel, yerel seçimlerin ardından Türkiye kendisini yeniden bir “yeni anayasa” tartışmasının içinde bulacak. Bu tartışmalar da söz konusu uzlaşmayı siyasal ve ideolojik yeni aşamalarına ulaştırmak için kullanılacaktır.
Bugün olduğu gibi, 1970’lerin sonunda ve 12 Eylül Darbesi’nde, 1990’lı yılların “istikrarsız” atmosferine bir müdahale olarak anlayabileceğimiz 28 Şubat sürecinde ve nihayetinde AKP’li yıllarda bir “sermaye aklı” devrededir. Ülkenin yakın tarihinde söz konusu “sermaye aklı”nın nasıl örgütleyici bir faktöre dönüştüğünü değerlendirmek ve bazı önemli siyasi kavşaklarda sermayenin belirleyici rolünün etkileri üzerine düşünmek faydalı olacaktır.
Bu değerlendirmelerle, Başkanlık sistemi tartışmalarının ve bugünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin (CHS) izleri kolaylıkla fark edilebilecektir. Aynı tarihsel izlekte, bir yandan koyu bir sermaye diktatörlüğü adım adım örülürken laik duyarlılıkların geri plana itilebildiği ve gericiliğin palazlanmasına göz yumulurken, sermaye sınıfı tarafından istikrar arayışı ve demokrasi bayraktarlığının kimseye kaptırılmadığı da görülecektir.
Darbeye giden yol
“Sermaye aklı”nın, birikim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda sermaye sınıfının uzun vadeli ve genel çıkarlarını eksene alarak belirlediği yaklaşım, politika ve vizyon bütününü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Sermaye sınıfı içindeki rekabet sürmekle birlikte sınıf içi bir uzlaşmanın oluştuğu dönemlerde sermaye birikim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda sermaye aklının daha belirgin hale geldiğinden bahsedebiliriz. Tekil sermayelerin çıkarları çatışırken ve kapitalist rekabet sürerken bu tür bir uzlaşmanın genellikle birikim sürecinde krizin derinleştiği dönemlerde ortaya çıktığı görülür.
1970’li yılların sonu, böyle bir dönemdir. Hemen öncesinde dünyada Bretton Woods sisteminin terk edilmesi ve ardından 1974 Petrol Krizi, ithal ikameci dönemde özellikle ithal girdi kullanımı yüksek ve dışa bağımlı bir sanayi yapısına sahip Türkiye ekonomisini olumsuz yönde etkilemişti. Birikim modelinde başlayan tıkanma, 1970’li yılların sonunda bizzat sermaye kesiminin örgütleri tarafından devletin ekonomideki rolünün sorgulanmaya başlanmasına ve sermaye birikiminin yeni ihtiyaçlarını açıkça dile getirmelerine neden olmuştu. Bu örgütlerin başında ise “sermaye aklı”nın kurulduğu günden bu yana temsilcisi sayılabilecek TÜSİAD gelmekteydi.
Şiddetli enflasyon, bütçe açıklarının derinleşmesi, dış borç geri ödemelerinde sorunlar ve döviz darboğazı gibi etkenler, sermaye birikiminin yeniden üretim koşullarının ulusal kaynaklarla sürdürülme olanaklarını daraltmıştı. Birikim sürecinin artık sınırlarına dayandığını gösteren kriz, sanayi sermayesinin ülke içi birikim koşulları ve dünya ekonomisiyle ilişkilerin devamlılığı açısından riskler oluşturmaktaydı.1 Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın hazırladığı ve açıkladığı 24 Ocak Kararları, birikim krizini aşmak amacıyla sermayenin programı olarak gündeme geldi. Ancak 24 Ocak Kararları, siyasal bir krizin de baş gösterdiği, yeter sayı sağlanamadığı için Meclis oturumlarının gerçekleştirilemez olduğu bir dönemde duyurulmuştu. Aynı dönemde süresi dolan Cumhurbaşkanı yerine yenisinin seçimi üzerinde uzlaşma sağlanamıyor, Cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçilemiyordu. Daha önemlisi ise 24 Ocak Kararları’nın öngördüğü düzenlemelerin önemli bir bölümü Meclis’ten geçirilememişti. Bu durum, sermaye birikiminin ihtiyaçları açısından siyasal işleyiş mekanizmalarını ve devletin bu açıdan rolünü tartışmaya açıyordu. Sınıf-içi ya da işçi sınıfına karşı geliştirilen stratejiler, sermaye sınıfının krizden çıkışını sağlamada yetersiz kaldığında sermaye sınıfı için rejim değişikliğini yani devletin biçim değiştirmesini desteklemek gündeme gelebilir. Dolayısıyla, devlet biçimindeki herhangi bir değişim, krizi sermaye lehine ve sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda çözmede kilit bir rol oynar.2
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, ekonomik krizin çözümü ve sermaye birikiminde yaşanan tıkanmanın aşılması için sermaye sınıfının desteğiyle devletten birikim sürecinde beklenen işlevlerin yerine getirilmesi adına gerçekleştirildi. Darbe ile önü açılan ihracat yönelimli birikim süreci, devalüasyonlar yoluyla paranın değerinin düşürülmesi, iç talebin ve işgücü maliyetlerinin baskılanması, gümrük duvarları ile korumacılığın azaltılması ve ihracat için sağlanan doğrudan parasal destekler gibi temel sac ayaklarına dayanıyordu. Darbeci Kenan Evren, askeri müdahalenin ardından ayrıntılı ilk açıklamasında “Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmadan üretimin arttırılması ve ihracata yönelik gayretlerin gelişmesine yardımcı olmaları için her türlü tedbir alınacaktır.” sözleriyle yeni birikim sürecinde “ihracatın” önemini kavradıklarını belli edecekti.
1971 yılında 12 büyük sanayici tarafından kurulan sermaye örgütü TÜSİAD, 1970’li yılların ikinci yarısında kendini belli eden krizin ve birikim sürecindeki tıkanmanın aşılması konusunda etkili bir baskı uyguladı. Krizden çıkış yollarının kamuoyuna mal edilmesinde ve neo-liberal açılımların meşruiyet kazanmasında önemli rol oynadı. 12 Mayıs 1979 tarihinden itibaren gazetelere vermeye başladıkları ve iyi düşünülmüş bir reklam ajansı çalışması olan “Gerçekçi Çıkış Yolu” başlığını taşıyan ilanlar, TÜSİAD’ın ekonomik kriz-siyasi kriz sarmalından kurtulmak için açtıkları bayrak olarak nitelenebilir. Bülent Ecevit’in başbakanlığında Azınlık Hükümeti’ni söz konusu ilanların düşürdüğü iddia edilir. Aslına bakılırsa TÜSİAD sermayenin sesini yükseltmiş ve krize derhal müdahale edilmesi çağrısı yapmıştır. Çağrısının içeriği ve niteliği, birkaç ay sonra duyurulacak 24 Ocak Kararları ile aynıdır. O kararların Özal tarafından açıklanmasının ertesi günü TÜSİAD’ın Genel Kurulu toplanacak ve 26 Ocak’ta derneğin oluşan yeni yönetiminin konuşmacı olduğu “Türk Ekonomisi Üzerine Toplantı” yapılacaktır. 24 Ocak Kararları’nın bu toplantılara yetiştirildiğini söylemek abartılı olmaz. Toplantıda da zaten 24 Ocak Kararları’nın açtığı yeni sermaye birikim sürecinin detayları konuşulmuştu.3
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, TÜSİAD’ın görüşleriyle rafine hale gelen ve sermaye sınıfı içinde bir genel uzlaşmaya işaret eden bu kararların tümüyle uygulanması, siyasi kriz nedeniyle mümkün olamamıştı. Darbe ve ardından devletin “olağanüstü” işleyiş mekanizmasına kavuşması ile bu sorun da giderildi. Genelkurmay Başkanı Evren, darbeden dört gün sonra düzenlediği basın toplantısında 24 Ocak Kararları’nın çizdiği programın aynen uygulanmaya devam edileceğini şu sözlerle dile getirmişti:
“Bir program tespit edilmiş̧ ve bir yola girilmiş̧. Bu yolda yürünüyor. Bu yolda çıkacak ufak tefek engellerin aşılması için gayret sarf edilecek. Ama büyük bir engel, karşımıza büyük bir duvar çıkmadığı sürece bu ekonomik programdan ayrılmayacağız. Ve alınan bu tedbirlerin aksayan tarafları olursa, bunların giderilmesi için her türlü gayret sarf edilecek.”
Yani burjuvazinin taleplerini içeren bu kararlar, darbe yönetimi tarafından harfiyen yerine getirilecek, ötesinde uygulamada aksayan yönleri de giderilecek yani mükemmelleştirilecekti.
Sermaye “olağanüstü yönetimi” şekillendiriyor
24 Ocak Kararları, daha sonra çok tartışılmayan ya da üzerinde durulmayan bir dizi düzenleme daha içeriyordu. Düzenlemeler, kararların nasıl hayata geçirileceğine ilişkindi. 25 Ocak 1980 tarihli Resmî Gazete’nin mükerrer sayısında iki kurul ve iki de daire kurulması kararı yayımlanmıştı. Ülke ekonomisini ilgilendiren, ki özellikle yeni birikim stratejisinin en önemli unsuru olan ihracat, ithalat, kotalar vb. konuları ele alacak olan Koordinasyon Kurulu ve para-kredi politikalarını belirleyecek olan Para ve Kredi Kurulu oluşturulmuştu. Bu kurullar çeşitli bakanlıklara dağılmış bürokratlardan oluşurken, karar ve uygulama yetkisine sahiptiler. Kurulan daireler ise Teşvik ve Uygulama Dairesi ile Yabancı Sermaye Dairesi idi. Söz konusu dairelerin faaliyet amacı adlarından anlaşılabilecektir. Aynı daire ve kurulların, hizmetlerin daha rasyonel yürütülmesi, işlemlere çabukluk kazandırılması, görev ve yetkilerin bir merkezden yürütülmesi gibi gerekçelerle kurulduğu da belirtiliyordu. Bu gerekçelerin, neo-liberal dönem boyunca çeşitli vesilelerle devletin işleyiş biçiminin hantal olduğu iddiası ile sık sık gündeme getirildiğini ve piyasa reformlarının da gerekçesi yapıldığını biliyoruz.
24 Ocak Kararları’nın, bu kararların bir bakıma mimarı olan sermaye sınıfı tarafından alkışlanmasının temel nedeni de burada gizliydi.4 O dönem sürekli siyasi kriz üreten parlamenter sistemin işleyişinden kaynaklı olarak kendi taleplerinin gereğinin yapılamaması ya da geç hayata geçirilmesinden şikayetçilerdi. Daha sonra ülkede “Başkanlık Sistemi” tartışmalarının yine sermaye sınıfı öncülüğünde başlamasının zemini de buraya dayanmaktadır. Anahtar kelime hızdır. Sermaye birikimindeki tıkanmanın aşılması için hızlı adımlar atılmalı, bürokratik işlemlerden kaynaklı gecikmeye mahal olmamalıydı. İşte kurulan bu daireler ve kurulların faaliyetlerinin, Başbakana bağlı olarak tek merkezden yürütülmesi kararlaştırılmıştı. Ne var ki yukarıda da değindiğimiz üzere ülkede, bu hıza ulaşabilecek başbakana sahip kuvvetli bir hükümet bulunmuyor, ötesinde böylesi bir hükümet parlamento ve seçim aritmetiği nedeniyle kurulamıyordu. TÜSİAD’ın malum gazete ilanlarında vurgulanan konulardan birisi “kısa vadeli politik kaygıların, ülkenin ekonomik menfaatlerinden üstün tutulması” ve bu çerçevede “gelenek haline gelmiş politik savurganlık” idi. Bu tespitleri, sermaye sınıfının siyasi istikrar talebi olarak okuyabiliriz.
Sermaye sınıfı ve sınıfın rafine sözcüsü TÜSİAD açısından, “ülkenin ekonomik menfaatleri” ve siyasi istikrar için “demokrasi”den bir süreliğine uzaklaşılabilirdi. Darbe hükümetinde Koç Holding İdare Komitesi Başkanı Fahir İlkel, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak yer aldı. Yine holdingin yönetim kurulu üyelerinden Şahap Kocatopçu 1980-1981 yıllarında darbe hükümetinde Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı yaptı. Bu iki isim, daha sonra ANAP’ın iktidara gelmesi ile Koç Holding’teki görevlerine geri döndü.5 Aynı hükümette Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevinde bulunan Turgut Özal MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) başkanlığı öncesinde Sabancı Holding’te Genel Koordinatör olarak görev almıştı. Yani darbe hükümetinin sermaye birikim süreci ile doğrudan ilgili bakanlıkları patronların ekibindendi.
Görüldüğü gibi 1970’li yıllardan itibaren sermaye sınıfı sözcülerinin dilinde ve söyleminde, istikrar ve demokrasi sarkacı sallanmaya başladı. Bazen istikrar ağır basıyor, demokrasi geri plana atılıyor, ama başka zaman demokrasi bayrağı patronlardan başkasına neredeyse bırakılmıyordu. Darbe gerçekleştiğine ve patronlar muradına erdiğine göre artık sarkaç, demokrasiye doğru sallanabilirdi. Türkiye yakın tarihinde, liberallerin bu sarkacın hareketine göre hizalandığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Darbe destekçiliğinden “demokrasi” talebine
Nasıl 24 Ocak Kararları’nın gereği olarak devletin, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda hızlı biçimde ve bunun için de mümkün olduğunca merkezileşmiş bir otorite ile işlemesi esas olduysa, parlamenter demokrasiye dönülmesinin ardından ANAP’ın tek başına iktidar olduğu dönemin sona ermesinden sonra temel tartışma konusu “darbe Anayasası ve yasaları” vesilesiyle demokratikleşme ve devamında “siyasal istikrar”ın nasıl sağlanacağı idi. Burada “siyasal istikrar” ile aslında siyasi otoritenin merkezileşmesi ve sermayenin ihtiyaçlarının hızla yerine getirilebileceği bir devlet işleyişi kast ediliyordu.
1980’li yıllarda hayata geçirilen ihracata dayalı stratejinin 1990’lı yıllara gelindiğinde sermaye açısından pazar sorununu gündeme soktuğu görüldü. Ayrıca bu durum, dış pazarlar ve finansal piyasalar ile daha fazla entegrasyon ihtiyacını dayattı. 1989 yılında sermaye hareketlerinin dış liberalizasyonunun sağlanması ve uluslararası finansal sermayenin Türkiye’ye giriş ve çıkışına konan tüm kısıtlamaların kaldırılması bununla ilgiliydi.6 Piyasaların serbestleşmesinde yeni bir kavşak dönülmüş oldu. Ancak ekonomideki yapısal zaaflar, uluslararası sermaye hareketlerinin giriş ve çıkışı nedeniyle daha da keskinleşirken ekonomi kırılgan hale geldi. Sonuç, yine krizdi. Bu süreçte, ülkede yine koalisyonlar dönemi açıldı. Türkiye kapitalizmi açısından kriz koşullarının siyasi istikrarsızlıkla el ele gittiği yeni bir dönem yaşandı. O dönemin hemen başında Türkiye’de darbenin ağır baskısına karşı işçi sınıfı da ayağa kalkmış, 1989 Bahar Eylemlilikleriyle açılan ve birkaç yıl yükselen işçi mücadelesi ile kayıplarının bir kısmını telafi edebilmişti.
Aynı yıllarda sermaye sınıfının TÜSİAD aracılığıyla darbe anayasası ve yasalarından kurtulmak gerekçesiyle ülkenin demokratikleştirilmesi konusunu sürekli gündemde tuttuğu görülüyordu. Darbeyi teşvik eden, programını yazan ve sonra gerçekleştiğinde alkışlayan patronların sarkacı, bu kez “demokrasiye” doğru salınıyordu. Bu, akademisyenlere hazırlatılan raporlar, düzenlenen paneller, seminerler vb. araçlarla sağlanıyordu. Burada üzerinde durulması gereken iki nokta var. Sermaye sınıfı istikrar talebinde olduğu gibi demokrasi talebinde de birikim sürecinin ihtiyaçları ve sermayenin genel çıkarını temel alıyordu. Ülkenin tüm kurulları ve kurallarıyla demokratikleşmesi talebinin ayrıntılarında piyasalaşmanın derinleştirilmesi, serbestleştirme, özelleştirme ve sermayenin önündeki (bürokratik) kısıtların kaldırılması gibi konular rahatlıkla seçilebiliyordu. Bu konu ve koşulların sağlanması için ise öncelikle radikal ve serbest bir tartışmanın yapılması gerekiyordu.
Diğer nokta ise demokratikleşme talebinin ve bu yönde yaptığı çalışmaların sermaye sınıfının, özellikle 1970’li yıllarda solun yükselişinin etkisiyle oluşan toplumdaki olumsuz algısının kırılması için de olanak sunması idi. TÜSİAD darbeden önceki yıllarda “yabancı sermaye”, “kâr” ve “sermayedar/patron” konularını içeren ve toplumdaki olumsuz düşünceleri değiştirmeyi hedefleyen yayıncılık faaliyeti de yapmak durumunda kalmıştı.7 TÜSİAD’a göre yabancı sermaye düşmanlığı ile mücadele edilmeli, topluma “kâr”ın ekonomik büyümenin, refahın ve sanayileşmenin kaynağı olduğu anlatılmalı ve vatandaşın gözünde kötü patron kimliği değiştirilmeliydi.
1989-1990 yıllarında TÜSİAD’ın başkanlığını yapmış olan Cem Boyner, liderliğini yaptığı Yeni Demokrasi Hareketi’ni (YDH) 1994 yılında 2. Cumhuriyetçiler ve liberal isimlerle birlikte kurdu. Düzen siyasetinde liberal bir çıkışı hedefleyen YDH, patronlar ve Asaf Savaş Akat, Cengiz Çandar, Can Paker, Etyen Mahçupyan, Kemal Anadol, Kemal Derviş gibi liberallerin vitrinde olduğu nadir siyasi projelerden birisiydi. Darbe ile önü açılan ekonomik liberalizasyonun, Turgut Özal’lı ANAP dönemi sonrasında siyasi, ideolojik, toplumsal açısından diri tutulması için atılan adımlardan biri olarak değerlendirmek gerekir. YDH, sermaye sınıfının demokratikleşme talebinin liberallerle birlikte “radikal” biçimde tartışılmasının araçlarından birisi olmuştu.
Söz konusu on yılın ilk döneminde “Başkanlık Sistemi” tartışmalarının kuluçkasının TÜSİAD ve yayınları olması da tesadüf değildi. 1992 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, TÜSİAD’ın Görüş dergisinde yapılan söyleşide Türkiye için başkanlık sisteminin şart olduğunu vurgulamıştı. Aynı tartışma çeşitli araçlarla sermaye sınıfı tarafından sürdürüldü ve ülkenin “demokratikleşmesi” konusu ile iç içe ele alındı. Yine TÜSİAD’ın Can Paker’in koordinasyonunda Prof. Dr. Bülent Tanör’e hazırlattığı “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlığını taşıyan rapor söz konusu tartışmalarda referans yayınlardan birisi olmuştu. Ocak 1997’de basılan raporun, Türkiye’de siyasi krizin hemen öncesinde yayımlanması elbette tesadüf değildi. Ekonomik sorunlara eşlik eden siyasi istikrarsızlık, patronlar açısından Anayasa, seçim sistemi, siyasi partiler yasası ve yerel yönetimler konusunu içeren kapsamlı bir tartışma açmanın zamanının geldiğini gösteriyordu. Nitekim 28 Şubat süreci devam ederken Tanör’ün hazırladığı raporla aynı paket içerisinde yayınlanan “Memur Yargılaması Hakkında”, “Yerel Yönetimler Yasa Taslağı”, “Ombudsman (Kamu Hakemi) Kurumu İncelemesi” ve “Dernekler Kanun Taslağı” çalışmalarının ışığında TÜSİAD tarafından Mayıs, Haziran ve Ekim aylarında ses getiren ve siyasi parti temsilcilerinin de davet edildiği üç ayrı tartışma toplantısı düzenlendi: “Siyasi Partiler Yasası” (Mayıs), “Seçimler, TBMM ve Hükümet Sistemleri” (Haziran), “Yerel Yönetimler” (Ekim).
TÜSİAD diğer sermaye örgütleri ile birlikte 28 Şubat sürecinin bir parçası olurken, 12 Eylül Darbesi öncesi siyasi tıkanma karşısında takındığı sert tavrı o dönemde de takınmıştı. Burada, sermaye sınıfı sözcülerinin bu pozisyonunun, darbe ile önü açılan serbest piyasa ekonomisinin kendilerine sunduğu kazanımların uzun dönem kalıcılığını sağlamakla ilgili olduğu bir kez daha not edilmelidir. TÜSİAD’ın organize ettiği bu tartışmalar ve müdahaleleri söz konusu kazanımları önce kalıcı hale getirmek ve sonra piyasalaşmada yeni hamle yapılması için uygun “siyasi işleyiş” arayışıdır.8 Aynı toplantılarda TÜSİAD başkanı Muharrem Kayhan, bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin (CHS) temel unsurlarından olan iki turlu seçim ve ittifaklara izin veren bir modelin uygulanabileceğini söyledi. Başkanlık ve yarı-başkanlık gibi sistemlerin kriz dönemlerinde tıkanıklıkları açabilme özellikleriyle tartışılması gerektiği de yine Kayhan tarafından dile getiriliyordu.
Türkiye’de siyasal sistemde reform ile birlikte başkanlık sistemi veya yarı-başkanlık sistemine ilişkin TÜSİAD’ın bir tartışma zemini oluşturması, yıllar sonra gündeme gelecek CHS’nin ilk meşruiyet dayanaklarından birisi olarak görülebilir. İlgili raporları hazırlayan akademisyenlerin ve TÜSİAD’ın o dönemde, başkanlık sisteminin Türkiye’de yol açabileceği bazı sakıncalara da işaret etmiş olmaları bu gerçeği değiştirmiyor.
1990’lı yıllar sermaye sözcülerinin sert uyarıları, siyasal sistemde reform ve demokratikleşme çağrıları ile kapanırken, “siyasi istikrarı” getiren gelişmeler önce 2001’de sarsıcı bir ekonomik kriz ve ardından 2002 Kasım ayında yapılan seçim ile AKP’nin tek başına iktidar olması idi. AKP’yi iktidara getiren rüzgârı üfleyen güçlerden en önemlisinin sermaye sınıfı olması, AKP’li yıllar boyunca kendini TÜSİAD ile ifade eden büyük sermayenin hükümet ile yaşadığı gerilimleri hep belli sınırlar içerisinde tuttu. Nitekim, TÜSİAD’ın AKP’li yıllarda önceki dönemlerde olduğu gibi siyasi sistemin yeniden inşa edilmesi ve kapsamlı reformlar gibi konularda ciddi bir çıkış yapmadığı görülüyordu. Çünkü AKP, 12 Eylül Darbesi’nin liberal ekonomi ve piyasalaşma konusundaki kazanımlarına sahip çıkıyor ve bu kazanımları kat be kat öteye taşıyordu. İnişli çıkışlı bir uyumdan, mutlak bir doğrultu ortaklığından bahsedilebilir. Bu ortaklık aynı zamanda, patronların 1997’de 28 Şubat sürecindeki “laik Cumhuriyet” hassasiyetinin sermaye sınıfının çıkarları söz konusu olduğunda pekâlâ geri plana itilebileceğini gösterdi.9
Sermayenin “hız” tutkusu
AKP’nin iktidar olduğu yıllarda Türkiye’de bir “siyasi istikrar” sorunu yaşanmadı. Yüksek seçmen desteği ile yoluna devam eden AKP’nin birçok sektörde başta serbestleşme ve özelleştirme politikalarıyla olmak üzere patronlara büyük kaynaklar aktarması, sermayenin geleneksel kesimleri ile AKP’nin girdiği rezonansın bir göstergesi oldu. AKP’li yıllarda yürütmenin yüksek seçmen desteği “siyasi istikrarı” sağlıyordu. Buna karşılık özellikle 15 Temmuz sonrasında daha hızlı olmak üzere devletin konsolidasyonu gibi hususlar, sermaye sınıfının hükümete dönük eleştirilerinin yeniden “demokratikleşme talebi” zeminine çekilmesini gerektirdi. Sermaye örgütlerinden zaman zaman, CHS’nin parlamentonun yetkilerinin arttırılması yönünde “denge ve denetleme mekanizmaları” ile donatılması ya da reforma tabi tutulması çağrısı yapıldı. Ancak bu çağrılar, 1970’li ve 1990’lı yıllardaki “istikrar” ya da “demokratikleşme” çağrıları kadar kuvvetli olmadı. Çünkü, sermaye sınıfı AKP’nin tek başına iktidar olduğu yıllarda elde ettiği büyük mevzileri tehlikeye sokacak bir siyasi konjonktürün oluşmasını tercih edemezdi.
2007 ve 2010 Anayasa Değişikliği referandum süreçlerinde Türkiye, hem Başkanlık Sistemini hem de yeni bir Anayasa’yı yeniden tartışmaya başladı. Özellikle ikinci referandumun ardından TÜSİAD’ın hukukçular ve akademisyenlerle organize ettiği yuvarlak masa toplantılarıyla gündeme dahil olduğu görülmekle birlikte ilgili çalışma da “iddialı” olmaktan oldukça uzaktı.10 Bu durum bir yandan sermaye sınıfının Başkanlık Sistemi ya da devlet işleyişini hızlandıracak değişikliklere özünde karşı olmamasından diğer yandan 2010 Referandumu ve Anayasa tartışmalarına, düzen siyasetine de gölgesi düşecek bir angajmanla dahil olmayı tercih etmemesinden kaynaklanıyordu. Ancak yine de raporda “2010 Anayasa değişikliği ve buna bağlı olarak çıkarılan uyum paketleri normalleşme ve sivilleşme yönünde atılan adımların” önemli olduğu vurgulanıyordu. Örneğin, HSYK’nın yapısının, görev ve yetkilerinin değiştirilmesi en azından ilgili çalışmanın koordinatörleri Prof. Dr. Ergun Özbudun ve Prof. Dr. Turgut Tarhanlı tarafından olumlu karşılanıyor, vesayet ilişkilerini ortadan kaldırmak gerekçesiyle daha sonra CHS ile gerçekleştirilecek olan Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi öneriler yapılıyordu. Toplantıların katılımcılarının başkanlık sistemine karşı olduğu belirtilirken aslında TÜSİAD tarafından zaman zaman dillendirilen “Türk tipi” bir başkanlık sistemine karşı olunduğu vurgulanmış olunuyordu. Yani patronlar asıl olarak bir Başkan’ın sınırsız yetkilerle donatılmasına karşıydı ve o dönem Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın siyasi gücü düşünüldüğünde böyle bir siyasi figürün o koltuğa o yetkilerle oturmasından rahatsızlık duyuyorlardı.
Yoksa 2014 Aralık ayında dönemin TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer’in bir gazetede yayınlanan söyleşisinde de belirttiği gibi, patronlar “Başkanlık sistemini kategorik olarak” reddetmiyorlardı.11 CHS’nin uygulanmaya başlanmasından kısa bir süre sonra Ağustos 2018’de ise Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamada TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik yeni sistemin en önemli özelliğinin hız olacağını söyledi. Bilecik, iş dünyasının yeni sistemle birlikte ekonomi kurumlarının yapısındaki sadeleşmeye dair ise şunları vurguluyordu: “Özel sektördeki en önemli nokta maliyetlerden kurtulabilmek, bunu minimuma indirebilmek. Sadeleşmenin önemli özelliklerinden bir tanesi bu; hız getirir, verimlilik getirir. Aradaki bazı katmanların ortadan kalkmasının bile bu hıza ve sadeleşmeye katkısı olur diye düşünüyoruz.” Bilecik kararların hızlı bir şekilde hayata geçirilecek olmasını önemserken küçük bir kaygısını not edip geçiyor, özellikle “iş dünyasına” ilişkin kararlar alınırken kendileriyle istişarede bulunulmasını rica ediyordu.
Ayrıntıları bir kenara bırakalım. Kendi sınıfının uzun vadeli çıkarlarını düşünen bir patronun konuya ilişkin yaklaşımını özetlemesi açısından Türkiye’nin en büyük holdingi Koç Holding Yönetim Kurulu Onursal Başkanı Rahmi Koç’a kulak verelim. 2004 yılında bir gazeteciye Başkanlık Sistemi tartışmaları ile ilgili yaptığı açıklamada, Winston Churchill’in ‘Demokrasi en fena idare tarzının en iyisidir. En iyi idare tarzı diktatörlük. Akıllı diktatörlüktür’ sözlerini hatırlatmış ve “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama, bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bu sistemde, hukukunuzun çok iyi çalışması lazım.” demişti.12 Bu sözlerin ve daha sonra CHS ile ilgili sermaye sınıfı sözcülerinin yaklaşımlarının özü şudur: Başkanlık sistemi aslında patronlar için idealdir ancak “iyi işleyen” bir hukuk sistemi ve daha genel olarak “denge ve denetleme mekanizmaları” ile Başkan’ın dizginleri patronlarda olmalıdır…
Büyük uzlaşmanın harcı yine sermaye sınıfından
24 Ocak Kararları, 12 Eylül Darbesi, 28 Şubat süreci, bir “istikrar” ve “demokrasi” projesi olarak AKP ve bugün olağanüstü yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanı ile CHS, birbirinin devamı ve sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkmış bir siyasi dizgenin parçaları olarak görülmelidir. Yeni anayasa gündemi ile CHS’nin ve sistemin belli ölçüde restore edilmesi bu dizgenin yeni parçası olacaktır. Yeni anayasa tartışmaları ile bir toplumsal uzlaşma ve onay çerçevesi kurulmaya çalışılacak, toplumun en azından bir yarısının gözünde oluşan meşruiyet krizinin giderilmesi hedeflenecektir.
“Sermaye aklı”nın siyasi istikrarsızlığa izin vermeden ve devletin mümkün olduğunca hızlı işlediği sistemin özünü koruyarak restore edilmesi üzerine çalışmaya başladığı görülüyor. Ama önce büyük uzlaşma zemini, yazının başında değindiğimiz üzere “makroekonomik istikrar” politikaları yani ekonomik adımlarla örülmektedir. Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan ikilisinin uyguladığı politikalar, TÜSİAD’ın 50. Kuruluş yılı olan 2021’de yayınladığı “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa Raporu”nda “Ekonomik Kurumların Güçlendirilmesi” başlığında yer alan “Makroekonomik İstikrarın Sağlanması” için yapılan önerileri sırasıyla izlemektedir.13
Anayasa gündemi ve CHS’nin restore edilmesi sosuyla sürdürülecek yeni uzlaşma zemininin ekonomi başlığında örülmeye başlaması, işçi sınıfına sopanın daha sert sallanması ve emekçilerin daha fazla yoksullaştırılması anlamına gelecektir. Tam da bu nedenle, örgütlenen bu yeni uzlaşmanın yumuşak karnı ilk etapta işçi ve halk düşmanlığı olacaktır.
Aşkın Süzük / GELENEK
- 1.Selime Güzelsarı, Küresel Kapitalizm ve Devletin Dönüşümü, İstanbul: SAV Sosyal Araştırmalar Vakfı, 2008, s.96.
- 2.Ebru Deniz Ozan, Gülme Sırası Bizde 12 Eylül’e Giderken Sermaye Sınıfı, Kriz ve Devlet, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s.35, 58.
- 3.TÜSİAD, Konuşmalar 1980, Yayın No: TÜSİAD-T/80.1.63.
- 4.24 Ocak Kararları’nın açıklanmasından sonra Mart 1980’de yayımlanan TÜSİAD’ın Görüş dergisinde, kararlar içerisinde asıl önemli bulunan adımların bu kurulların oluşturulması olduğu vurgulanıyor. Dağınık yetkilerin merkezileştirilmesinin, o dönem sermaye açısından önemi şu tespitlerle açık ediliyor: “Başbakan’ın kendine bağlı, adı geçen işlerden sorumlu ‘Bakanlar’; bu bakanların ‘teşkilatları’; bu teşkilatların ihtisas sahibi ‘elemanları’ varken, acaba neden bütün bu işlerin Başbakanlığa toplanıp oradan dar bir kadro ile yürütülmesi ihtiyacı duyulmuştur? Bunun cevabı çok açıktır: Çünkü kamu yönetimi, toplumsal gelişmenin çok gerisinde kalmıştır.” Görüş Dergisi, Cilt 8 Sayı 3 Mart 1980, TÜSİAD.
- 5.Mustafa Sönmez, Türkiye’de Holdingler: Kırk Haramiler, 3. Baskı, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 1988, s.149.
- 6.Erinç Yeldan, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s.127.
- 7.TÜSİAD, Kâr, 1975. (https://tusiad.org/tr/yayinlar/raporlar/item/download/7915_b87ecee2d5c0…)
- 8.TÜSİAD’ın 16 Haziran’da yapılan “Seçimler, TBMM ve Hükümet Sistemleri” başlığını taşıyan toplantısından iki gün sonra Refah Partisi lideri Başbakan Necmettin Erbakan 18 Haziran’da istifa etti. O toplantıda TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan açış konuşmasında “Türkiye’de hükümetler icraat yapamamakta, parlamento ülkenin ihtiyaç duyduğu reformları gündemine alamamakta, milletin temsilcileri siyasi tıkanıklığın aşılması için kendi aralarında uzlaşamamaktadır… Bugünkü siyasi kadroların üzerlerine düşen görevleri yapmamaları, yalnızca ülkenin zaman kaybetmesine neden olmadı. Laik cumhuriyet, çoğulcu demokrasi, hukuk devleti, liberal ekonomi ve sosyal adalet gibi temel değerlerimizin sürekli erozyona uğramasına ve sonunda sistemin bitkisel hayata girmesine neden oldu.” diyerek siyasetçilere sert eleştiriler yapmış ve bitkisel hayata girdiğini tespit ettiği sistemin reforma tabi tutularak taze bir başlangıç yapılması gerektiğini belirtmişti.
- 9.17-25 Aralık Operasyonları’ndan birkaç ay önce Fethullah Gülen’in rahatsızlığından sonra yayınlattığı gazete ilanlarında, sadece birçok patronun değil TÜSİAD’ın ve diğer patron örgütlerinin kurumsal olarak da tarikat liderine “geçmiş olsun” dileğinde bulunmak için kuyruğa girdiği ortaya çıktı. (https://haber.sol.org.tr/toplum/patronlar-fethullah-gulene-gecmis-olsun…)
- 10.Çalışmanın sonuç raporu, yeni Anayasa’nın temel boyutlarına ilişkin hukukçu ve akademisyenlerin farklı görüşlerini kapsamış ve TÜSİAD çalışmayı, bu görüşler içerisinde birine doğru ağırlık oluşturmayan sunumla kamuoyuna duyurmuştu. Nitekim patronlar örgütü toplantılar dizisini, yeni anayasa konusunda farklı görüş ve yaklaşımlara işaret eden şu cümlelerle ifade ediyor ve uzlaşma çağrısı yapıyordu: “Toplumumuzda her kesimin yeni anayasadan beklentisinin farklı olması ve yeni anayasaya kendi önceliklerine göre anlam yüklemesi doğaldır. Ancak yeni anayasa her şeyden önce, ‘tüm vatandaşlarımızın farklılıklarıyla bir arada yaşama iradesini temsil eden, ileri demokrasilere örnek teşkil edebilecek, vatandaşla iletişim gücü yüksek ve yenilikçi bir toplum sözleşmesi’ niteliği taşımalıdır. Türkiye’nin yeni anayasaya giden yolda toplumu bölen sorunlarını çözmek için karşılıklı anlayış, empati, diyalog ve yapıcılığa ihtiyacı vardır.” – TÜSİAD, “Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantıları Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu”, Mart 2011, Yayın No: TÜSİAD-T/2011/03/513.
- 11.https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/muhatabimiz-cumhurbaskani-degil-bas…
- 12.https://www.hurriyet.com.tr/gundem/en-iyisi-akilli-diktatorluk-o-da-bu-…
- 13.Merak edenler raporun 218-220. sayfalarını inceleyebilir. Rapor bir bütün olarak incelendiğinde, AKP’li yıllarda sermaye sınıfının elde ettiği kazanımlara dayanarak patronların daha ötesini elde edebilmek için imkanları tartıştığı görülecektir. Öte yandan aynı raporda “Saygın Türkiye” başlığı altında, AKP’nin dış politikadaki yönelimleri ve pratiği ile aynı doğrultuya işaret edilmekte Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada ağırlığının artmasının önemsendiği şu tespitle vurgulanmaktadır: “Türkiye’nin çevre coğrafyada uluslararası hukuk gözetilerek ekonomik ve siyasi ağırlığını artırması, 2000’li yıllarda olduğu gibi, önümüzdeki dönemde de Türkiye hikayesinin tamamlayıcı bir ögesi olacaktır. Tarihsel ve kültürel mirasıyla Türkiye’nin Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da etkili ve saygın bir güç olma potansiyeli yüksektir.” Bu tespit aynı zamanda 1990’lı yıllarla birlikte hızlanan sermaye ihracı ihtiyacı ve pazar arayışında patronların AKP’nin dış politika çizgisinden fazlasıyla yararlanmış olması gerçeğiyle düşünülmelidir. Sermaye aklı, Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada daha fazla yükselebileceğine inanmakta ve bu potansiyeline de işaret etmektedir. https://tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/10854-tusi-ad-dan-yeni-bir-…