1 Şubat 2024 Perşembe

Türkiye’nin Yakın Tarihinde Kısa Bir Tur: Darbeden Demokrasiye “Sermaye Aklı” - Aşkın Süzük / GELENEK

 

"Anayasa gündemi ve CHS’nin restore edilmesiyle sürdürülecek uzlaşma zemininin ekonomi başlığında örülmesi, işçi sınıfına sopanın daha sert sallanması ve emekçilerin daha fazla yoksullaştırılmasıdır."

Türkiye son seçimlere giderken ittifaklar siyasetini çok konuştu. Düzen siyasetinde iki ana ittifakın bir seçim denklemi uyarınca bir araya geldiği ve bu ittifakların unsuru olan partilerin ülkenin temel meselelerine yaklaşımlarında ciddi bir fark olmadığı görülüyordu. Fakat seçim sürecinde, bu benzerliğin görünür hale geldiği bir siyasi atmosfer oluşmadı. Oluşmasına da izin verilmedi. 20 yılı aşkın bir dönemde Recep Tayyip Erdoğan’a ve iktidar partisi AKP’ye yönelen birikmiş tepkilerin ustaca yönetilmesine ve düzen açısından zararsız bir mecraya akıtılmasına tanık olundu. Konu seçimler olunca, bu durumda şaşırtıcı bir yan elbette yok. Seçim-sandık denkleminin kapitalist düzende aşağı yukarı bu amaçla kurulduğunu biliyoruz. 

Cumhur ve Millet İttifakı’nın, yani seçimde başa güreşen iki ittifakın harcını sermaye sınıfı karmıştı. İttifaklarla amaçlanan seçimi kim kazanırsa kazansın, patronların elde ettiği mevzilerden geri düşmeyecekleri bir senaryonun garantilenmesiydi. Nitekim seçimden sonra, iktidar ile muhalefeti ilk birleştiren ekonomide atılan adımlar ve benimsenen genel politika çerçevesi oldu. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan, patronların açık desteğini alıyor. Düzen muhalefetinin ikiliye zaman zaman getirdiği eleştiriler ise sermaye yanlısı programda daha kararlı davranmaları yönünde sıkıştırma amacını taşıyor. 

Uzun süredir muhalefetin arkasına mevzilenmiş olan ve AKP’yi yıllarca desteklemiş olma günahını sırtında taşıyan liberaller ise aynı ekibi alkışlayanlar arasında. AKP’nin görevlendirdiği iki ekonomi kurmayının icraatlarının, yerli ve yabancı sermaye çevrelerinin, düzen muhalefetinin ve sağ-sol liberallerin onayını alması, yeni büyük bir uzlaşmanın habercisi. Bu uzlaşma, Tayyip Erdoğan tarafından 2022 yılı Ekim ayında açıklanan “Türkiye Yüzyılı Vizyonu”nun seçimde %52-48 olarak bölünmüş toplumu nasıl kapsayabileceğinin ipuçlarını da sunuyor. Kuvvetle muhtemel, yerel seçimlerin ardından Türkiye kendisini yeniden bir “yeni anayasa” tartışmasının içinde bulacak. Bu tartışmalar da söz konusu uzlaşmayı siyasal ve ideolojik yeni aşamalarına ulaştırmak için kullanılacaktır.

Bugün olduğu gibi, 1970’lerin sonunda ve 12 Eylül Darbesi’nde, 1990’lı yılların “istikrarsız” atmosferine bir müdahale olarak anlayabileceğimiz 28 Şubat sürecinde ve nihayetinde AKP’li yıllarda bir “sermaye aklı” devrededir. Ülkenin yakın tarihinde söz konusu “sermaye aklı”nın nasıl örgütleyici bir faktöre dönüştüğünü değerlendirmek ve bazı önemli siyasi kavşaklarda sermayenin belirleyici rolünün etkileri üzerine düşünmek faydalı olacaktır.

Bu değerlendirmelerle, Başkanlık sistemi tartışmalarının ve bugünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin (CHS) izleri kolaylıkla fark edilebilecektir. Aynı tarihsel izlekte, bir yandan koyu bir sermaye diktatörlüğü adım adım örülürken laik duyarlılıkların geri plana itilebildiği ve gericiliğin palazlanmasına göz yumulurken, sermaye sınıfı tarafından istikrar arayışı ve demokrasi bayraktarlığının kimseye kaptırılmadığı da görülecektir. 

Darbeye giden yol

“Sermaye aklı”nın, birikim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda sermaye sınıfının uzun vadeli ve genel çıkarlarını eksene alarak belirlediği yaklaşım, politika ve vizyon bütününü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Sermaye sınıfı içindeki rekabet sürmekle birlikte sınıf içi bir uzlaşmanın oluştuğu dönemlerde sermaye birikim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda sermaye aklının daha belirgin hale geldiğinden bahsedebiliriz. Tekil sermayelerin çıkarları çatışırken ve kapitalist rekabet sürerken bu tür bir uzlaşmanın genellikle birikim sürecinde krizin derinleştiği dönemlerde ortaya çıktığı görülür. 

1970’li yılların sonu, böyle bir dönemdir. Hemen öncesinde dünyada Bretton Woods sisteminin terk edilmesi ve ardından 1974 Petrol Krizi, ithal ikameci dönemde özellikle ithal girdi kullanımı yüksek ve dışa bağımlı bir sanayi yapısına sahip Türkiye ekonomisini olumsuz yönde etkilemişti. Birikim modelinde başlayan tıkanma, 1970’li yılların sonunda bizzat sermaye kesiminin örgütleri tarafından devletin ekonomideki rolünün sorgulanmaya başlanmasına ve sermaye birikiminin yeni ihtiyaçlarını açıkça dile getirmelerine neden olmuştu. Bu örgütlerin başında ise “sermaye aklı”nın kurulduğu günden bu yana temsilcisi sayılabilecek TÜSİAD gelmekteydi.

Şiddetli enflasyon, bütçe açıklarının derinleşmesi, dış borç geri ödemelerinde sorunlar ve döviz darboğazı gibi etkenler, sermaye birikiminin yeniden üretim koşullarının ulusal kaynaklarla sürdürülme olanaklarını daraltmıştı. Birikim sürecinin artık sınırlarına dayandığını gösteren kriz, sanayi sermayesinin ülke içi birikim koşulları ve dünya ekonomisiyle ilişkilerin devamlılığı açısından riskler oluşturmaktaydı.1 Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın hazırladığı ve açıkladığı 24 Ocak Kararları, birikim krizini aşmak amacıyla sermayenin programı olarak gündeme geldi. Ancak 24 Ocak Kararları, siyasal bir krizin de baş gösterdiği, yeter sayı sağlanamadığı için Meclis oturumlarının gerçekleştirilemez olduğu bir dönemde duyurulmuştu. Aynı dönemde süresi dolan Cumhurbaşkanı yerine yenisinin seçimi üzerinde uzlaşma sağlanamıyor, Cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçilemiyordu. Daha önemlisi ise 24 Ocak Kararları’nın öngördüğü düzenlemelerin önemli bir bölümü Meclis’ten geçirilememişti. Bu durum, sermaye birikiminin ihtiyaçları açısından siyasal işleyiş mekanizmalarını ve devletin bu açıdan rolünü tartışmaya açıyordu. Sınıf-içi ya da işçi sınıfına karşı geliştirilen stratejiler, sermaye sınıfının krizden çıkışını sağlamada yetersiz kaldığında sermaye sınıfı için rejim değişikliğini yani devletin biçim değiştirmesini desteklemek gündeme gelebilir. Dolayısıyla, devlet biçimindeki herhangi bir değişim, krizi sermaye lehine ve sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda çözmede kilit bir rol oynar.2

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, ekonomik krizin çözümü ve sermaye birikiminde yaşanan tıkanmanın aşılması için sermaye sınıfının desteğiyle devletten birikim sürecinde beklenen işlevlerin yerine getirilmesi adına gerçekleştirildi. Darbe ile önü açılan ihracat yönelimli birikim süreci, devalüasyonlar yoluyla paranın değerinin düşürülmesi, iç talebin ve işgücü maliyetlerinin baskılanması, gümrük duvarları ile korumacılığın azaltılması ve ihracat için sağlanan doğrudan parasal destekler gibi temel sac ayaklarına dayanıyordu. Darbeci Kenan Evren, askeri müdahalenin ardından ayrıntılı ilk açıklamasında “Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmadan üretimin arttırılması ve ihracata yönelik gayretlerin gelişmesine yardımcı olmaları için her türlü tedbir alınacaktır.” sözleriyle yeni birikim sürecinde “ihracatın” önemini kavradıklarını belli edecekti. 

1971 yılında 12 büyük sanayici tarafından kurulan sermaye örgütü TÜSİAD, 1970’li yılların ikinci yarısında kendini belli eden krizin ve birikim sürecindeki tıkanmanın aşılması konusunda etkili bir baskı uyguladı. Krizden çıkış yollarının kamuoyuna mal edilmesinde ve neo-liberal açılımların meşruiyet kazanmasında önemli rol oynadı. 12 Mayıs 1979 tarihinden itibaren gazetelere vermeye başladıkları ve iyi düşünülmüş bir reklam ajansı çalışması olan “Gerçekçi Çıkış Yolu” başlığını taşıyan ilanlar, TÜSİAD’ın ekonomik kriz-siyasi kriz sarmalından kurtulmak için açtıkları bayrak olarak nitelenebilir. Bülent Ecevit’in başbakanlığında Azınlık Hükümeti’ni söz konusu ilanların düşürdüğü iddia edilir. Aslına bakılırsa TÜSİAD sermayenin sesini yükseltmiş ve krize derhal müdahale edilmesi çağrısı yapmıştır. Çağrısının içeriği ve niteliği, birkaç ay sonra duyurulacak 24 Ocak Kararları ile aynıdır. O kararların Özal tarafından açıklanmasının ertesi günü TÜSİAD’ın Genel Kurulu toplanacak ve 26 Ocak’ta derneğin oluşan yeni yönetiminin konuşmacı olduğu “Türk Ekonomisi Üzerine Toplantı” yapılacaktır. 24 Ocak Kararları’nın bu toplantılara yetiştirildiğini söylemek abartılı olmaz. Toplantıda da zaten 24 Ocak Kararları’nın açtığı yeni sermaye birikim sürecinin detayları konuşulmuştu.3 

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, TÜSİAD’ın görüşleriyle rafine hale gelen ve sermaye sınıfı içinde bir genel uzlaşmaya işaret eden bu kararların tümüyle uygulanması, siyasi kriz nedeniyle mümkün olamamıştı. Darbe ve ardından devletin “olağanüstü” işleyiş mekanizmasına kavuşması ile bu sorun da giderildi. Genelkurmay Başkanı Evren, darbeden dört gün sonra düzenlediği basın toplantısında 24 Ocak Kararları’nın çizdiği programın aynen uygulanmaya devam edileceğini şu sözlerle dile getirmişti:

“Bir program tespit edilmiş̧ ve bir yola girilmiş̧. Bu yolda yürünüyor. Bu yolda çıkacak ufak tefek engellerin aşılması için gayret sarf edilecek. Ama büyük bir engel, karşımıza büyük bir duvar çıkmadığı sürece bu ekonomik programdan ayrılmayacağız. Ve alınan bu tedbirlerin aksayan tarafları olursa, bunların giderilmesi için her türlü gayret sarf edilecek.”

Yani burjuvazinin taleplerini içeren bu kararlar, darbe yönetimi tarafından harfiyen yerine getirilecek, ötesinde uygulamada aksayan yönleri de giderilecek yani mükemmelleştirilecekti.

Sermaye “olağanüstü yönetimi” şekillendiriyor

24 Ocak Kararları, daha sonra çok tartışılmayan ya da üzerinde durulmayan bir dizi düzenleme daha içeriyordu. Düzenlemeler, kararların nasıl hayata geçirileceğine ilişkindi. 25 Ocak 1980 tarihli Resmî Gazete’nin mükerrer sayısında iki kurul ve iki de daire kurulması kararı yayımlanmıştı. Ülke ekonomisini ilgilendiren, ki özellikle yeni birikim stratejisinin en önemli unsuru olan ihracat, ithalat, kotalar vb. konuları ele alacak olan Koordinasyon Kurulu ve para-kredi politikalarını belirleyecek olan Para ve Kredi Kurulu oluşturulmuştu. Bu kurullar çeşitli bakanlıklara dağılmış bürokratlardan oluşurken, karar ve uygulama yetkisine sahiptiler. Kurulan daireler ise Teşvik ve Uygulama Dairesi ile Yabancı Sermaye Dairesi idi. Söz konusu dairelerin faaliyet amacı adlarından anlaşılabilecektir. Aynı daire ve kurulların, hizmetlerin daha rasyonel yürütülmesi, işlemlere çabukluk kazandırılması, görev ve yetkilerin bir merkezden yürütülmesi gibi gerekçelerle kurulduğu da belirtiliyordu. Bu gerekçelerin, neo-liberal dönem boyunca çeşitli vesilelerle devletin işleyiş biçiminin hantal olduğu iddiası ile sık sık gündeme getirildiğini ve piyasa reformlarının da gerekçesi yapıldığını biliyoruz.

24 Ocak Kararları’nın, bu kararların bir bakıma mimarı olan sermaye sınıfı tarafından alkışlanmasının temel nedeni de burada gizliydi.4 O dönem sürekli siyasi kriz üreten parlamenter sistemin işleyişinden kaynaklı olarak kendi taleplerinin gereğinin yapılamaması ya da geç hayata geçirilmesinden şikayetçilerdi. Daha sonra ülkede “Başkanlık Sistemi” tartışmalarının yine sermaye sınıfı öncülüğünde başlamasının zemini de buraya dayanmaktadır. Anahtar kelime hızdır. Sermaye birikimindeki tıkanmanın aşılması için hızlı adımlar atılmalı, bürokratik işlemlerden kaynaklı gecikmeye mahal olmamalıydı. İşte kurulan bu daireler ve kurulların faaliyetlerinin, Başbakana bağlı olarak tek merkezden yürütülmesi kararlaştırılmıştı. Ne var ki yukarıda da değindiğimiz üzere ülkede, bu hıza ulaşabilecek başbakana sahip kuvvetli bir hükümet bulunmuyor, ötesinde böylesi bir hükümet parlamento ve seçim aritmetiği nedeniyle kurulamıyordu. TÜSİAD’ın malum gazete ilanlarında vurgulanan konulardan birisi “kısa vadeli politik kaygıların, ülkenin ekonomik menfaatlerinden üstün tutulması” ve bu çerçevede “gelenek haline gelmiş politik savurganlık” idi. Bu tespitleri, sermaye sınıfının siyasi istikrar talebi olarak okuyabiliriz. 

Sermaye sınıfı ve sınıfın rafine sözcüsü TÜSİAD açısından, “ülkenin ekonomik menfaatleri” ve siyasi istikrar için “demokrasi”den bir süreliğine uzaklaşılabilirdi. Darbe hükümetinde Koç Holding İdare Komitesi Başkanı Fahir İlkel, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak yer aldı. Yine holdingin yönetim kurulu üyelerinden Şahap Kocatopçu 1980-1981 yıllarında darbe hükümetinde Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı yaptı. Bu iki isim, daha sonra ANAP’ın iktidara gelmesi ile Koç Holding’teki görevlerine geri döndü.5 Aynı hükümette Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevinde bulunan Turgut Özal MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) başkanlığı öncesinde Sabancı Holding’te Genel Koordinatör olarak görev almıştı. Yani darbe hükümetinin sermaye birikim süreci ile doğrudan ilgili bakanlıkları patronların ekibindendi. 

Görüldüğü gibi 1970’li yıllardan itibaren sermaye sınıfı sözcülerinin dilinde ve söyleminde, istikrar ve demokrasi sarkacı sallanmaya başladı. Bazen istikrar ağır basıyor, demokrasi geri plana atılıyor, ama başka zaman demokrasi bayrağı patronlardan başkasına neredeyse bırakılmıyordu. Darbe gerçekleştiğine ve patronlar muradına erdiğine göre artık sarkaç, demokrasiye doğru sallanabilirdi. Türkiye yakın tarihinde, liberallerin bu sarkacın hareketine göre hizalandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Darbe destekçiliğinden “demokrasi” talebine

Nasıl 24 Ocak Kararları’nın gereği olarak devletin, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda hızlı biçimde ve bunun için de mümkün olduğunca merkezileşmiş bir otorite ile işlemesi esas olduysa, parlamenter demokrasiye dönülmesinin ardından ANAP’ın tek başına iktidar olduğu dönemin sona ermesinden sonra temel tartışma konusu “darbe Anayasası ve yasaları” vesilesiyle demokratikleşme ve devamında “siyasal istikrar”ın nasıl sağlanacağı idi. Burada “siyasal istikrar” ile aslında siyasi otoritenin merkezileşmesi ve sermayenin ihtiyaçlarının hızla yerine getirilebileceği bir devlet işleyişi kast ediliyordu.

1980’li yıllarda hayata geçirilen ihracata dayalı stratejinin 1990’lı yıllara gelindiğinde sermaye açısından pazar sorununu gündeme soktuğu görüldü. Ayrıca bu durum, dış pazarlar ve finansal piyasalar ile daha fazla entegrasyon ihtiyacını dayattı. 1989 yılında sermaye hareketlerinin dış liberalizasyonunun sağlanması ve uluslararası finansal sermayenin Türkiye’ye giriş ve çıkışına konan tüm kısıtlamaların kaldırılması bununla ilgiliydi.6 Piyasaların serbestleşmesinde yeni bir kavşak dönülmüş oldu. Ancak ekonomideki yapısal zaaflar, uluslararası sermaye hareketlerinin giriş ve çıkışı nedeniyle daha da keskinleşirken ekonomi kırılgan hale geldi. Sonuç, yine krizdi. Bu süreçte, ülkede yine koalisyonlar dönemi açıldı. Türkiye kapitalizmi açısından kriz koşullarının siyasi istikrarsızlıkla el ele gittiği yeni bir dönem yaşandı. O dönemin hemen başında Türkiye’de darbenin ağır baskısına karşı işçi sınıfı da ayağa kalkmış, 1989 Bahar Eylemlilikleriyle açılan ve birkaç yıl yükselen işçi mücadelesi ile kayıplarının bir kısmını telafi edebilmişti.

Aynı yıllarda sermaye sınıfının TÜSİAD aracılığıyla darbe anayasası ve yasalarından kurtulmak gerekçesiyle ülkenin demokratikleştirilmesi konusunu sürekli gündemde tuttuğu görülüyordu. Darbeyi teşvik eden, programını yazan ve sonra gerçekleştiğinde alkışlayan patronların sarkacı, bu kez “demokrasiye” doğru salınıyordu. Bu, akademisyenlere hazırlatılan raporlar, düzenlenen paneller, seminerler vb. araçlarla sağlanıyordu. Burada üzerinde durulması gereken iki nokta var. Sermaye sınıfı istikrar talebinde olduğu gibi demokrasi talebinde de birikim sürecinin ihtiyaçları ve sermayenin genel çıkarını temel alıyordu. Ülkenin tüm kurulları ve kurallarıyla demokratikleşmesi talebinin ayrıntılarında piyasalaşmanın derinleştirilmesi, serbestleştirme, özelleştirme ve sermayenin önündeki (bürokratik) kısıtların kaldırılması gibi konular rahatlıkla seçilebiliyordu. Bu konu ve koşulların sağlanması için ise öncelikle radikal ve serbest bir tartışmanın yapılması gerekiyordu. 

Diğer nokta ise demokratikleşme talebinin ve bu yönde yaptığı çalışmaların sermaye sınıfının, özellikle 1970’li yıllarda solun yükselişinin etkisiyle oluşan toplumdaki olumsuz algısının kırılması için de olanak sunması idi. TÜSİAD darbeden önceki yıllarda “yabancı sermaye”, “kâr” ve “sermayedar/patron” konularını içeren ve toplumdaki olumsuz düşünceleri değiştirmeyi hedefleyen yayıncılık faaliyeti de yapmak durumunda kalmıştı.7 TÜSİAD’a göre yabancı sermaye düşmanlığı ile mücadele edilmeli, topluma “kâr”ın ekonomik büyümenin, refahın ve sanayileşmenin kaynağı olduğu anlatılmalı ve vatandaşın gözünde kötü patron kimliği değiştirilmeliydi. 

1989-1990 yıllarında TÜSİAD’ın başkanlığını yapmış olan Cem Boyner, liderliğini yaptığı Yeni Demokrasi Hareketi’ni (YDH) 1994 yılında 2. Cumhuriyetçiler ve liberal isimlerle birlikte kurdu. Düzen siyasetinde liberal bir çıkışı hedefleyen YDH, patronlar ve Asaf Savaş Akat, Cengiz Çandar, Can Paker, Etyen Mahçupyan, Kemal Anadol, Kemal Derviş gibi liberallerin vitrinde olduğu nadir siyasi projelerden birisiydi. Darbe ile önü açılan ekonomik liberalizasyonun, Turgut Özal’lı ANAP dönemi sonrasında siyasi, ideolojik, toplumsal açısından diri tutulması için atılan adımlardan biri olarak değerlendirmek gerekir. YDH, sermaye sınıfının demokratikleşme talebinin liberallerle birlikte “radikal” biçimde tartışılmasının araçlarından birisi olmuştu.

Söz konusu on yılın ilk döneminde “Başkanlık Sistemi” tartışmalarının kuluçkasının TÜSİAD ve yayınları olması da tesadüf değildi. 1992 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, TÜSİAD’ın Görüş dergisinde yapılan söyleşide Türkiye için başkanlık sisteminin şart olduğunu vurgulamıştı. Aynı tartışma çeşitli araçlarla sermaye sınıfı tarafından sürdürüldü ve ülkenin “demokratikleşmesi” konusu ile iç içe ele alındı. Yine TÜSİAD’ın Can Paker’in koordinasyonunda Prof. Dr. Bülent Tanör’e hazırlattığı “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlığını taşıyan rapor söz konusu tartışmalarda referans yayınlardan birisi olmuştu. Ocak 1997’de basılan raporun, Türkiye’de siyasi krizin hemen öncesinde yayımlanması elbette tesadüf değildi. Ekonomik sorunlara eşlik eden siyasi istikrarsızlık, patronlar açısından Anayasa, seçim sistemi, siyasi partiler yasası ve yerel yönetimler konusunu içeren kapsamlı bir tartışma açmanın zamanının geldiğini gösteriyordu. Nitekim 28 Şubat süreci devam ederken Tanör’ün hazırladığı raporla aynı paket içerisinde yayınlanan “Memur Yargılaması Hakkında”, “Yerel Yönetimler Yasa Taslağı”, “Ombudsman (Kamu Hakemi) Kurumu İncelemesi” ve “Dernekler Kanun Taslağı” çalışmalarının ışığında TÜSİAD tarafından Mayıs, Haziran ve Ekim aylarında ses getiren ve siyasi parti temsilcilerinin de davet edildiği üç ayrı tartışma toplantısı düzenlendi: “Siyasi Partiler Yasası” (Mayıs), “Seçimler, TBMM ve Hükümet Sistemleri” (Haziran), “Yerel Yönetimler” (Ekim).

TÜSİAD diğer sermaye örgütleri ile birlikte 28 Şubat sürecinin bir parçası olurken, 12 Eylül Darbesi öncesi siyasi tıkanma karşısında takındığı sert tavrı o dönemde de takınmıştı. Burada, sermaye sınıfı sözcülerinin bu pozisyonunun, darbe ile önü açılan serbest piyasa ekonomisinin kendilerine sunduğu kazanımların uzun dönem kalıcılığını sağlamakla ilgili olduğu bir kez daha not edilmelidir. TÜSİAD’ın organize ettiği bu tartışmalar ve müdahaleleri söz konusu kazanımları önce kalıcı hale getirmek ve sonra piyasalaşmada yeni hamle yapılması için uygun “siyasi işleyiş” arayışıdır.8 Aynı toplantılarda TÜSİAD başkanı Muharrem Kayhan, bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin (CHS) temel unsurlarından olan iki turlu seçim ve ittifaklara izin veren bir modelin uygulanabileceğini söyledi. Başkanlık ve yarı-başkanlık gibi sistemlerin kriz dönemlerinde tıkanıklıkları açabilme özellikleriyle tartışılması gerektiği de yine Kayhan tarafından dile getiriliyordu. 

Türkiye’de siyasal sistemde reform ile birlikte başkanlık sistemi veya yarı-başkanlık sistemine ilişkin TÜSİAD’ın bir tartışma zemini oluşturması, yıllar sonra gündeme gelecek CHS’nin ilk meşruiyet dayanaklarından birisi olarak görülebilir. İlgili raporları hazırlayan akademisyenlerin ve TÜSİAD’ın o dönemde, başkanlık sisteminin Türkiye’de yol açabileceği bazı sakıncalara da işaret etmiş olmaları bu gerçeği değiştirmiyor.

1990’lı yıllar sermaye sözcülerinin sert uyarıları, siyasal sistemde reform ve demokratikleşme çağrıları ile kapanırken, “siyasi istikrarı” getiren gelişmeler önce 2001’de sarsıcı bir ekonomik kriz ve ardından 2002 Kasım ayında yapılan seçim ile AKP’nin tek başına iktidar olması idi. AKP’yi iktidara getiren rüzgârı üfleyen güçlerden en önemlisinin sermaye sınıfı olması, AKP’li yıllar boyunca kendini TÜSİAD ile ifade eden büyük sermayenin hükümet ile yaşadığı gerilimleri hep belli sınırlar içerisinde tuttu. Nitekim, TÜSİAD’ın AKP’li yıllarda önceki dönemlerde olduğu gibi siyasi sistemin yeniden inşa edilmesi ve kapsamlı reformlar gibi konularda ciddi bir çıkış yapmadığı görülüyordu. Çünkü AKP, 12 Eylül Darbesi’nin liberal ekonomi ve piyasalaşma konusundaki kazanımlarına sahip çıkıyor ve bu kazanımları kat be kat öteye taşıyordu. İnişli çıkışlı bir uyumdan, mutlak bir doğrultu ortaklığından bahsedilebilir. Bu ortaklık aynı zamanda, patronların 1997’de 28 Şubat sürecindeki “laik Cumhuriyet” hassasiyetinin sermaye sınıfının çıkarları söz konusu olduğunda pekâlâ geri plana itilebileceğini gösterdi.9

Sermayenin “hız” tutkusu

AKP’nin iktidar olduğu yıllarda Türkiye’de bir “siyasi istikrar” sorunu yaşanmadı. Yüksek seçmen desteği ile yoluna devam eden AKP’nin birçok sektörde başta serbestleşme ve özelleştirme politikalarıyla olmak üzere patronlara büyük kaynaklar aktarması, sermayenin geleneksel kesimleri ile AKP’nin girdiği rezonansın bir göstergesi oldu. AKP’li yıllarda yürütmenin yüksek seçmen desteği “siyasi istikrarı” sağlıyordu. Buna karşılık özellikle 15 Temmuz sonrasında daha hızlı olmak üzere devletin konsolidasyonu gibi hususlar, sermaye sınıfının hükümete dönük eleştirilerinin yeniden “demokratikleşme talebi” zeminine çekilmesini gerektirdi. Sermaye örgütlerinden zaman zaman, CHS’nin parlamentonun yetkilerinin arttırılması yönünde “denge ve denetleme mekanizmaları” ile donatılması ya da reforma tabi tutulması çağrısı yapıldı. Ancak bu çağrılar, 1970’li ve 1990’lı yıllardaki “istikrar” ya da “demokratikleşme” çağrıları kadar kuvvetli olmadı. Çünkü, sermaye sınıfı AKP’nin tek başına iktidar olduğu yıllarda elde ettiği büyük mevzileri tehlikeye sokacak bir siyasi konjonktürün oluşmasını tercih edemezdi.

2007 ve 2010 Anayasa Değişikliği referandum süreçlerinde Türkiye, hem Başkanlık Sistemini hem de yeni bir Anayasa’yı yeniden tartışmaya başladı. Özellikle ikinci referandumun ardından TÜSİAD’ın hukukçular ve akademisyenlerle organize ettiği yuvarlak masa toplantılarıyla gündeme dahil olduğu görülmekle birlikte ilgili çalışma da “iddialı” olmaktan oldukça uzaktı.10 Bu durum bir yandan sermaye sınıfının Başkanlık Sistemi ya da devlet işleyişini hızlandıracak değişikliklere özünde karşı olmamasından diğer yandan 2010 Referandumu ve Anayasa tartışmalarına, düzen siyasetine de gölgesi düşecek bir angajmanla dahil olmayı tercih etmemesinden kaynaklanıyordu. Ancak yine de raporda “2010 Anayasa değişikliği ve buna bağlı olarak çıkarılan uyum paketleri normalleşme ve sivilleşme yönünde atılan adımların” önemli olduğu vurgulanıyordu. Örneğin, HSYK’nın yapısının, görev ve yetkilerinin değiştirilmesi en azından ilgili çalışmanın koordinatörleri Prof. Dr. Ergun Özbudun ve Prof. Dr. Turgut Tarhanlı tarafından olumlu karşılanıyor, vesayet ilişkilerini ortadan kaldırmak gerekçesiyle daha sonra CHS ile gerçekleştirilecek olan Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi öneriler yapılıyordu. Toplantıların katılımcılarının başkanlık sistemine karşı olduğu belirtilirken aslında TÜSİAD tarafından zaman zaman dillendirilen “Türk tipi” bir başkanlık sistemine karşı olunduğu vurgulanmış olunuyordu. Yani patronlar asıl olarak bir Başkan’ın sınırsız yetkilerle donatılmasına karşıydı ve o dönem Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın siyasi gücü düşünüldüğünde böyle bir siyasi figürün o koltuğa o yetkilerle oturmasından rahatsızlık duyuyorlardı.

Yoksa 2014 Aralık ayında dönemin TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer’in bir gazetede yayınlanan söyleşisinde de belirttiği gibi, patronlar “Başkanlık sistemini kategorik olarak” reddetmiyorlardı.11 CHS’nin uygulanmaya başlanmasından kısa bir süre sonra Ağustos 2018’de ise Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamada TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik yeni sistemin en önemli özelliğinin hız olacağını söyledi. Bilecik, iş dünyasının yeni sistemle birlikte ekonomi kurumlarının yapısındaki sadeleşmeye dair ise şunları vurguluyordu: “Özel sektördeki en önemli nokta maliyetlerden kurtulabilmek, bunu minimuma indirebilmek. Sadeleşmenin önemli özelliklerinden bir tanesi bu; hız getirir, verimlilik getirir. Aradaki bazı katmanların ortadan kalkmasının bile bu hıza ve sadeleşmeye katkısı olur diye düşünüyoruz.” Bilecik kararların hızlı bir şekilde hayata geçirilecek olmasını önemserken küçük bir kaygısını not edip geçiyor, özellikle “iş dünyasına” ilişkin kararlar alınırken kendileriyle istişarede bulunulmasını rica ediyordu.

Ayrıntıları bir kenara bırakalım. Kendi sınıfının uzun vadeli çıkarlarını düşünen bir patronun konuya ilişkin yaklaşımını özetlemesi açısından Türkiye’nin en büyük holdingi Koç Holding Yönetim Kurulu Onursal Başkanı Rahmi Koç’a kulak verelim. 2004 yılında bir gazeteciye Başkanlık Sistemi tartışmaları ile ilgili yaptığı açıklamadaWinston Churchill’in ‘Demokrasi en fena idare tarzının en iyisidir. En iyi idare tarzı diktatörlük. Akıllı diktatörlüktür’ sözlerini hatırlatmış ve “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama, bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bu sistemde, hukukunuzun çok iyi çalışması lazım.” demişti.12 Bu sözlerin ve daha sonra CHS ile ilgili sermaye sınıfı sözcülerinin yaklaşımlarının özü şudur: Başkanlık sistemi aslında patronlar için idealdir ancak “iyi işleyen” bir hukuk sistemi ve daha genel olarak “denge ve denetleme mekanizmaları” ile Başkan’ın dizginleri patronlarda olmalıdır…

Büyük uzlaşmanın harcı yine sermaye sınıfından

24 Ocak Kararları, 12 Eylül Darbesi, 28 Şubat süreci, bir “istikrar” ve “demokrasi” projesi olarak AKP ve bugün olağanüstü yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanı ile CHS, birbirinin devamı ve sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkmış bir siyasi dizgenin parçaları olarak görülmelidir. Yeni anayasa gündemi ile CHS’nin ve sistemin belli ölçüde restore edilmesi bu dizgenin yeni parçası olacaktır. Yeni anayasa tartışmaları ile bir toplumsal uzlaşma ve onay çerçevesi kurulmaya çalışılacak, toplumun en azından bir yarısının gözünde oluşan meşruiyet krizinin giderilmesi hedeflenecektir.

“Sermaye aklı”nın siyasi istikrarsızlığa izin vermeden ve devletin mümkün olduğunca hızlı işlediği sistemin özünü koruyarak restore edilmesi üzerine çalışmaya başladığı görülüyor. Ama önce büyük uzlaşma zemini, yazının başında değindiğimiz üzere “makroekonomik istikrar” politikaları yani ekonomik adımlarla örülmektedir. Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan ikilisinin uyguladığı politikalar, TÜSİAD’ın 50. Kuruluş yılı olan 2021’de yayınladığı “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa Raporu”nda “Ekonomik Kurumların Güçlendirilmesi” başlığında yer alan “Makroekonomik İstikrarın Sağlanması” için yapılan önerileri sırasıyla izlemektedir.13

Anayasa gündemi ve CHS’nin restore edilmesi sosuyla sürdürülecek yeni uzlaşma zemininin ekonomi başlığında örülmeye başlaması, işçi sınıfına sopanın daha sert sallanması ve emekçilerin daha fazla yoksullaştırılması anlamına gelecektir. Tam da bu nedenle, örgütlenen bu yeni uzlaşmanın yumuşak karnı ilk etapta işçi ve halk düşmanlığı olacaktır.

Aşkın Süzük / GELENEK 

  • 1.Selime Güzelsarı, Küresel Kapitalizm ve Devletin Dönüşümü, İstanbul: SAV Sosyal Araştırmalar Vakfı, 2008, s.96.
  • 2.Ebru Deniz Ozan, Gülme Sırası Bizde 12 Eylül’e Giderken Sermaye Sınıfı, Kriz ve Devlet, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s.35, 58.
  • 3.TÜSİAD, Konuşmalar 1980, Yayın No: TÜSİAD-T/80.1.63.
  • 4.24 Ocak Kararları’nın açıklanmasından sonra Mart 1980’de yayımlanan TÜSİAD’ın Görüş dergisinde, kararlar içerisinde asıl önemli bulunan adımların bu kurulların oluşturulması olduğu vurgulanıyor. Dağınık yetkilerin merkezileştirilmesinin, o dönem sermaye açısından önemi şu tespitlerle açık ediliyor: “Başbakan’ın kendine bağlı, adı geçen işlerden sorumlu ‘Bakanlar’; bu bakanların ‘teşkilatları’; bu teşkilatların ihtisas sahibi ‘elemanları’ varken, acaba neden bütün bu işlerin Başbakanlığa toplanıp oradan dar bir kadro ile yürütülmesi ihtiyacı duyulmuştur? Bunun cevabı çok açıktır: Çünkü kamu yönetimi, toplumsal gelişmenin çok gerisinde kalmıştır.” Görüş Dergisi, Cilt 8 Sayı 3 Mart 1980, TÜSİAD.
  • 5.Mustafa Sönmez, Türkiye’de Holdingler: Kırk Haramiler, 3. Baskı, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 1988, s.149.
  • 6.Erinç Yeldan, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s.127.
  • 7.TÜSİAD, Kâr, 1975. (https://tusiad.org/tr/yayinlar/raporlar/item/download/7915_b87ecee2d5c0…)
  • 8.TÜSİAD’ın 16 Haziran’da yapılan “Seçimler, TBMM ve Hükümet Sistemleri” başlığını taşıyan toplantısından iki gün sonra Refah Partisi lideri Başbakan Necmettin Erbakan 18 Haziran’da istifa etti. O toplantıda TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan açış konuşmasında “Türkiye’de hükümetler icraat yapamamakta, parlamento ülkenin ihtiyaç duyduğu reformları gündemine alamamakta, milletin temsilcileri siyasi tıkanıklığın aşılması için kendi aralarında uzlaşamamaktadır… Bugünkü siyasi kadroların üzerlerine düşen görevleri yapmamaları, yalnızca ülkenin zaman kaybetmesine neden olmadı. Laik cumhuriyet, çoğulcu demokrasi, hukuk devleti, liberal ekonomi ve sosyal adalet gibi temel değerlerimizin sürekli erozyona uğramasına ve sonunda sistemin bitkisel hayata girmesine neden oldu.” diyerek siyasetçilere sert eleştiriler yapmış ve bitkisel hayata girdiğini tespit ettiği sistemin reforma tabi tutularak taze bir başlangıç yapılması gerektiğini belirtmişti.
  • 9.17-25 Aralık Operasyonları’ndan birkaç ay önce Fethullah Gülen’in rahatsızlığından sonra yayınlattığı gazete ilanlarında, sadece birçok patronun değil TÜSİAD’ın ve diğer patron örgütlerinin kurumsal olarak da tarikat liderine “geçmiş olsun” dileğinde bulunmak için kuyruğa girdiği ortaya çıktı. (https://haber.sol.org.tr/toplum/patronlar-fethullah-gulene-gecmis-olsun…)
  • 10.Çalışmanın sonuç raporu, yeni Anayasa’nın temel boyutlarına ilişkin hukukçu ve akademisyenlerin farklı görüşlerini kapsamış ve TÜSİAD çalışmayı, bu görüşler içerisinde birine doğru ağırlık oluşturmayan sunumla kamuoyuna duyurmuştu. Nitekim patronlar örgütü toplantılar dizisini, yeni anayasa konusunda farklı görüş ve yaklaşımlara işaret eden şu cümlelerle ifade ediyor ve uzlaşma çağrısı yapıyordu: “Toplumumuzda her kesimin yeni anayasadan beklentisinin farklı olması ve yeni anayasaya kendi önceliklerine göre anlam yüklemesi doğaldır. Ancak yeni anayasa her şeyden önce, ‘tüm vatandaşlarımızın farklılıklarıyla bir arada yaşama iradesini temsil eden, ileri demokrasilere örnek teşkil edebilecek, vatandaşla iletişim gücü yüksek ve yenilikçi bir toplum sözleşmesi’ niteliği taşımalıdır. Türkiye’nin yeni anayasaya giden yolda toplumu bölen sorunlarını çözmek için karşılıklı anlayış, empati, diyalog ve yapıcılığa ihtiyacı vardır.” – TÜSİAD, “Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantıları Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu”, Mart 2011, Yayın No: TÜSİAD-T/2011/03/513.
  • 11.https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/muhatabimiz-cumhurbaskani-degil-bas…
  • 12.https://www.hurriyet.com.tr/gundem/en-iyisi-akilli-diktatorluk-o-da-bu-…
  • 13.Merak edenler raporun 218-220. sayfalarını inceleyebilir. Rapor bir bütün olarak incelendiğinde, AKP’li yıllarda sermaye sınıfının elde ettiği kazanımlara dayanarak patronların daha ötesini elde edebilmek için imkanları tartıştığı görülecektir. Öte yandan aynı raporda “Saygın Türkiye” başlığı altında, AKP’nin dış politikadaki yönelimleri ve pratiği ile aynı doğrultuya işaret edilmekte Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada ağırlığının artmasının önemsendiği şu tespitle vurgulanmaktadır: “Türkiye’nin çevre coğrafyada uluslararası hukuk gözetilerek ekonomik ve siyasi ağırlığını artırması, 2000’li yıllarda olduğu gibi, önümüzdeki dönemde de Türkiye hikayesinin tamamlayıcı bir ögesi olacaktır. Tarihsel ve kültürel mirasıyla Türkiye’nin Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da etkili ve saygın bir güç olma potansiyeli yüksektir.” Bu tespit aynı zamanda 1990’lı yıllarla birlikte hızlanan sermaye ihracı ihtiyacı ve pazar arayışında patronların AKP’nin dış politika çizgisinden fazlasıyla yararlanmış olması gerçeğiyle düşünülmelidir. Sermaye aklı, Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada daha fazla yükselebileceğine inanmakta ve bu potansiyeline de işaret etmektedir. https://tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/10854-tusi-ad-dan-yeni-bir-…

KÜBA GERÇEĞİ(V)

 "Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

Aydın kimliğiyle tanınan José Ernesto Novaez ile Küba’daki İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı (REDH) üzerine röportaj…

Şair, yazar, deneme yazarı, Universidad de Las Artes (Güzel Sanatlar Üniversitesi) eski rektörü José Ernesto Novaez, İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı’nın (REDH) Küba ayağını koordine ediyor. Kendisine Karakas’ta gerçekleştirilen Uluslararası Kitap Fuarı’ndaki (Filven) Küba standında denk geldik; standda çok değerli kültürel sunumların yanı sıra fuarda yürütülen birçok tartışmaya katılan pek çok yazar da bulunuyordu.

Fuarın 2022’deki sloganı “okumak sömürge olmaktan kurtarır” idi. Tam da Küba Devrimi’nin 64 yıllık varlığı boyunca özgürleşme kararlılığına sahip tüm halklar adına oluşturduğu direniş mesajını ve bakış açısını içeren bir tema. Peki İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı’nın (REDH) bu zamana kadar ne gibi katkıları oldu?

REDH aydınları, sanatçıları, solcuları ya da ilericileri sadece somut siyasi projeler etrafında toplanmak üzere değil, aynı zamanda insanlığı bir tür olarak etkileyen büyük davaları savunmak üzere bir araya getirmeyi hedefleyen bir oluşum. Zamanında Rosa Luxemburg’un ortaya koyduğu medeniyet ve barbarlık arasındaki çelişki şu an insanlığın önünde her zamankinden daha belirgin bir sorun olarak duruyor. Bir yandan zenginlik bir avuç azınlığın elinde toplanırken diğer yandan dünya nüfusunun büyümekte olan kitlelerini sefalete sürükleyen, insanlığın hayatta kalma yetisini elinden alacak kadar yaşamı yozlaştıran bir sistemden kurtulmanın kaçınılmaz zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Faşizmin Avrupa kapitalizminin çekirdeğini oluşturan güçlü ülkelere geri döndüğü bir noktadayız. İtalya’da yaşananlar emsal teşkil ediyor. Faşizm dışlama ve teröre dayanan, ayrıcalıklı olanların medeniyetsiz ve değersiz gördükleri kesimler üzerindeki üstünlüğünü meşru kılan politikalarıyla, kapitalizmin sistemin çelişkilerini çözme konusundaki acizliğinin bir ifadesidir. REDH bu büyük tehdide göğüs germe ve küçük de olsa imkanları ölçüsünde Latin Amerika’nın gelişmekte olan birliğine katkıda bulunma göreviyle karşı karşıya; bu bakımdan elverişli bir dönemden geçiyoruz çünkü sol farklı siyasi tonlarıyla bölgenin en büyük ekonomilerini yönetiyor ve Güney Amerika ölçeğinde siyasi üstünlüğe sahip. Görevimiz yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde ihtiyaç duyulan siyaset üzerine yürütülen toplumsal tartışmalara katkıda bulunmak ve kapitalizmin büyük askeri terör örgütü NATO eliyle yarattığı barbarlığa karşı koyabilmenin yegâne yolu olarak hem Amerika kıtasında hem de evrensel ölçekte ortak gündem yaratmaya çalışmak. 

2023 yılında bu gündemin temel uğrakları neler olacak ve hangi konular ele alınacak?

Fernando Buen Abad’dan alıntılayacak olursak, en önemli görevimiz toplumsal dönüşüm için gereken imgesel cephaneliği yaratmak. Bu görev, kapitalizmin kültürel hegemonyasına ve akılların sömürgeleştirilmesine karşı mücadele edebilmek için, hatalarımızı ve zayıflıklarımızı analiz edip düzeltmeyi ve imgesel cephaneliğimizi devrimci ve ilerici güçlerin ortak silahlarına dönüştürmeyi de kapsıyor. Kapitalizme karşı mücadele her şeyden önce onun tahakküm yapılarına karşı verilen pratik bir mücadeledir; fakat aynı zamanda semboller cephesinde de kazanılması gereken bir savaştır. Aksi takdirde geçmişe dönmeye mahkûm oluruz. REDH’in katkısı, eleştirel düşünceyi ve devrimci eleştiriyi militan bir aygıta dönüştürerek bu özgürleşme projesinin köklerini derinleştirmek.

Bazı post modern akımların farklı doğrultuları benimsediği böyle bir dönemde, aklı sömürgecilikten kurtarmanın her şeyden önce maddi bir süreç olduğunun vurgulanması önemli…

Evet, dilin bir kavga alanı olduğunu vurgulamak önemli; ama her şey dilden ibaret değil. Gücü elimize almalıyız, pratik alanda mücadele etmeliyiz ve bunu akıllıca ve eleştirel bir sağduyuyla, her ülkenin tarihsel bağlamını ve özelliklerini göz önünde bulundurarak yapmalıyız. Frantz Fanon ve “Toprağın Mahkumları” başlıklı denemesi hala güncelliğini koruyor. Fakat sömürgeciliği silahla alaşağı etmek görevimizin sadece bir kısmını oluşturuyor. Asıl zorluk devrimci güçler gerçekten bağımsız, gerçekten sömürgecilikten kurtaracak bir projeyi inşa etme zorunluluğuyla karşı karşıya kaldıklarında başlıyor. En çok burada zorlandık çünkü Latin Amerika’nın bağımsızlığının üstünden iki yüz yıl geçmesine karşın, semboller alanında bağımsızlığa, yalnızca ülke hakkında değil ulus hakkında da berrak bir kavrayışa dayanan bir egemenlik projesine her zaman ulaşılamadı. İlerici güçleri etkisi altına alan bir kanserle mücadele etmemiz gerekiyor: bu vizyonu lekeleyen ulusalcılıkla…  Çünkü ulusunu sevmek ve savunmak anlamıyla ulusalcılık, yurt sevgisini diğer ülkelerle olan ilişkisi içinde ele almıyor. Benim yurdum bağımsız, kalkınmış ve onurlu bir Latin Amerika’yla çevrili değilse egemenliğini gerçek anlamda elde etmiş olamaz.

…Donald Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı “Make America Great Again” gibi projeler aracılığıyla aşırı sağ tarafından beslenmiş “Küçük şoven yurtlar”.

Evet, ulus-devlet sekterliği. José Martí eşsiz bir tanım yapar: Vatan insanlıktır. Ülkesini savunurken kendisini savunan insanın ta kendisi; ama bu savunma Venezuela’nın, Küba’nın, Filistin’in, kıtadaki ve uluslararası alandaki tüm haklı davaların savunulmasından geçer; küresel bir sisteme karşı küresel bir savaş vermekten geçer.

Bilinci sömürgecilikten arındırmak aynı zamanda onu ataerkillikten çıkarmak, cinsiyetçiliğe karşı verilen mücadeleyi kapitalizme ve emperyalizme karşı verilen mücadeleyle kesiştirmek anlamına geliyor. Katılıyor musun?

Kesinlikle. Ontolojik bağlamda ve bağımsızlık sürecinin dışlayıcı olamayacağı gerçeğinden hareketle, kadını ve erkeği toplumsal konumlarının yanı sıra içinde bulundukları toplumun tahakküm yapılarını da temel alarak ölçmek gerekir. Kadını belli bir yere koymak kadının durumunu otomatik olarak dönüştürmez; kadının kenara itilmediği bir topluma ulaşsak bile bazı zihinsel kalıplar mevcutsa sonuç yine aynı yere çıkar. İlerici kesimlerde bile kadınları görmezden gelme eğilimi var. Bazen devrimci konuşmaların yapıldığı ilerici paneller düzenleniyor ama kadınları orada görmüyoruz: kadınlar var olmadığı için değil, kadının rolünü yok sayan ve görünmez kılan dinamikler yaratılıp dayatıldığı için. Erkek egemen kültürün kökünü kazımak zordur; bazı insanları ikinci sınıf gören ayrımcılığı ortaya çıkaran bütün o kusurların kökünü kazımak da öyle maalesef. Çünkü bu ayrımcılığı ortadan kaldırmak bazı somut ayrıcalıkları, yalnızca semboller alanında değil pratik anlamda da avantajlar yaratan üstünlük statüsünü kaybetmek anlamına geliyor. Erkeklerin egemen olduğu toplumlarda erkeğin iş bulma şansı daha fazladır; çift olarak aynı işte çalışsalar bile toplumsal düzeydeki güç ilişkilerinde erkek daha fazla ağırlığa sahiptir. Ataerkillikten kurtulmamız lazım fakat bunu dogmatik bir şekilde değil, çabalarımızı doğru yerlere kanalize ederek yapmamız lazım. Kadınların daha fazla fırsata sahip olabilmesi ve doğru yerlere en doğru kişilerin gelebilmesi için… 

Peki bu konuda Küba’da durum nasıl?

Devrimden sonra kadınları bilinçlendirmek için ayrıca çaba sarf edilmesi gerekti çünkü o genel yoksulluk halinin ortasında bile erkekler kayırılmaya devam ediyordu; kadınların sahip olmadığı bir dizi olanağa sahiptiler. Çaba harcamak gerekti ama buna değdi. Yasalar ve düzenlemeler bakımından çok büyük kazanımlar elde edildi. Fakat erkek egemen kültürün pek çok somut tezahürünü geride bırakmış olsak da bu kültürün kökünü kazımanın ne kadar zor olduğunu görmüş olduk; kültürel, kurumsal pratiklere sızan bu kültür bu kanallarda bilerek ya da bilmeyerek yeniden üretiliyor. 

Sen çok gençsin ve kapitalist ülkelerdeki feminist mücadele yıllarına denk gelmedin. Akranlarının bu konuyla ilgili bilgi düzeyini nasıl değerlendiriyorsun? Bu alanda bir gerileme olduğunu düşünmüyor musun?

Küba’da toplumun belki bazı kesimlerinde evet bir gerileme oldu. Dünya ölçeğinde yaşanan bu ekonomik kriz döneminde, kapitalist modelin paradigma krizi aynı zamanda bireylerin günlük hayatını etkileyen ahlaki ve siyasi bir krize de neden oluyor. Bu durum, gerçekliğin daha geri bir pencereden algılanmasına giden yolu da yeniden açıyor. Latin Amerika’da ışıltılı bir gelecek vaadiyle tüm insan kitlelerini manevi, sembolik tahakküm ilişkilerine tabi kılan bir dinci gericiliğin yükselişiyle karşı karşıyayız. Bir taraftan, insan toplumunun -özellikle batı dünyasında; çünkü doğu dünyası daha farklı özelliklere sahiptir ve bunları batının bakış açısıyla değerlendirmek bazen son derece risklidir- tarihin başka dönemlerinde ötekileştirilmiş toplumsal grupların hakları konusunda kolektif bir bilince ulaştığını görüyoruz. Diğer taraftan, bu bilinç muhafazakâr görüşlerle çatışmaya girerek bir krizin ortaya çıkmasına yol açıyor; belli başlı bazı kesimler bu kriz karşısında kendilerini tehdit altında hissediyorlar ve çareyi aşırı sağda, diğerlerini dışlamakta buluyorlar. Bu nedenle de Avrupa ekonomileri gibi göçmenlerin ciddi bir ağırlığa sahip olduğu zengin ekonomilerde ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve farklı olanın dışlanması yükselişte. Bu aynı zamanda memnuniyetsizliği farklı kanallara yönlendirmenin de bir yolu. Rusya’da çarlar toplumsal gerilim tırmandığında katliamlar düzenleyerek Yahudileri katlederlerdi. Ötekini kovalamak, değersizleştirmek ve şeytanlaştırmak bir çeşit tahakküm ve kontrol mekanizmasıdır. Kapitalizmin sağlam çekirdeğini oluşturan ülkelerde birçok kesimin, özellikle orta ve üst sınıfların, toplumsal statülerini ne kadar tehdit altında hissederlerse faşist seçeneklere o kadar bağlandıklarını görüyoruz. Diğer taraftan ister zengin ülkelerde ister güney ülkelerinde olsun, daha az ayrıcalıklı kesimler aşırı tutucu manevi, dini ya da siyasi seçeneklere sığınıyorlar. İşte bu şekilde, Brezilya’da, neyse ki son seçimlerde Lula’ya yenilen fakat hala yüksek seviyeli bir kutuplaşmanın lideri olmaya devam eden Bolsonaro gibi kabul edilemez karakterler peyda oldu. Buna, her seferinde sorunlara yeni anlamlar yükleyen, solun kapitalizmi devrim yoluyla ortadan kaldırması seçeneğini ölçüsüz bir şekilde şeytanlaştıran, sosyalizmin kendi hatalarına dayanarak akılları karıştırmayı hedefleyen karalama kampanyalarıyla sosyalizmin asla bir seçenek olamayacağını, sosyalizmin kulaklardan ibaret olduğunu tekrar eden hegemonik medya araçları katkıda bulunuyor. Bütün kesimleri, toplumu yönetmenin tek yolunun her seferinde daha çok sağa yönelmek olduğuna ve solun öcü olduğuna inandırıyorlar.

1 Ocak’ta Küba devrimin bir yılını daha kutladı ve dünyaya umut olmaya hala devam ediyor. Fakat, Latin Amerika değişime doğru ilerlerken, Avrupa’da – özellikle İtalya’da- toplumsal kesimler yapısal değişiklikler yapmayı ne seçimler ne de silah yoluyla başaramadı. Bunu nasıl açıklıyorsun? Sence çıkış yolu ne?

Sana kişisel fikrimi söyleyeceğim. Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı ertesinde Batı Avrupa’da kendi çıkarlarına hizmet edecek bir siyasi, ekonomik ve diplomatik yapı kurdu. Birleşmiş Milletler Örgütü Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün içini boşaltan bir aygıt, çünkü aslında dünya ülkelerinin nasıl oy kullandığının bir önemi yok; önemli olan dünyanın geri kalanının aldığı herhangi bir kararı ya da amacı etkisiz kılacak tek bir büyük ulusun veto gücü. Aynı şey Bretton Woods ve uluslararası para düzeninin inşasında da yaşandı. Amerika Birleşik Devletleri savaşı kazandığı için büyük bir muzaffer güce dönüşmedi ki; savaşı kazanan Sovyetler Birliği’ydi. Ama büyük bir güce dönüşen ABD oldu çünkü fiilen atıl olan ordusu, tek bir bombanın bile düşmediği güvenli toprakları, yağmur gibi yağan paralar sayesinde güçlenen sanayi kapasitesi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iflas etmiş eski Avrupalı güçler üzerindeki kritik etkisini koruyabilme yetisi sayesinde, yaşanan çelişkilerden her bakımdan faydalanarak çıktı. Büyük sömürge imparatorluklarından hiçbiri İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı krizden sağ çıkmadı. Bu nedenle, savaşın ardından Batı Avrupa kapitalizmini istikrara kavuşturmak için ABD tarafından sağlanan muazzam miktardaki kaynak yardımıyla, İtalya, Yunanistan ya da Fransa gibi bazı önemli ülkelerde yaşanan devrimci eğilimi nasıl bastıracağını, nasıl etkisiz hale getireceğini bilen, orta sınıfların bu doğrultuda tampon görevi üstlendiği bir Batı Avrupa kapitalizmi yaratıldı. Bölgenin içinde bulunduğu açmazın, Avrupa orta sınıfının ve Avrupa proletaryasının uluslararası devrimci davaya ihanetinin bir sonucu olduğunu söyleyebilirim. Sert bir tez olduğunun farkındayım fakat bence Avrupa proletaryası yüksek yaşam standartları karşılığında kalkınmasının maliyetini Üçüncü Dünya ülkelerine yüklemeyi zımnen kabul etti. Marx, kapitalizmi proletaryanın kanını emerek büyüyen vampire benzetir. Avrupa kapitalizmi kendi işçilerinin kanıyla beslendi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kendi gelişiminin maliyetini güneyin az gelişmiş ülkelerine ödetiyor. Avrupa orta sınıfının ve proletaryasının önemli bir kısmı devrimci davaya tamamen ihanet etti ve yüksek maaşlarla sağlanan belli bir yaşam seviyesine razı oldu; bunun sadece kapitalist dünyanın elit merkezindeki ülkelerde, Latin Amerika’nın ve dünyanın diğer bölgelerinin vahşi bir şekilde istikrarsızlaştırılması pahasına mümkün olduğunu unuttular. Bu yaşam seviyesini koruyacak kalıcı sermayeyi ve hammadde akışını garanti altına almak için demokratik yollarla seçilmiş hükümetleri devirip yerine ilerici güçleri vahşice ortadan kaldıran kanlı diktatörlükleri koydular. Ülkelerimizi sanayisizleştirmek için anlaşmalar yaptılar; bizim sanayinin yükünü üstlenmemize gerek yoktu, büyük Avrupa kapitalizmi için muazzam avantajlar sağlayan hammaddeyi sağlamız yeterliydi. Bu şekilde birçok Avrupalı nesil kendinden önceki nesillerden çok daha iyi yaşadılar. Peki tüm bu mekanizma ne zaman krize girmeye başladı? Thatcher ve Reagan’nın neoliberal politikaları -kar paylarını arttırmak için çoğunluğun sosyal giderlerini kısmak isteyen en zengin %1’lik kesimin politikası- Avrupa toplumunun satın alma gücünü ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının yaşam standartlarını kötüleştirmeye başladığında.

Peki Latin Amerika’da?

Latin Amerika’daki durum çok farklıydı. Bağımsızlık savaşlarından sonra kurulan yeni cumhuriyetler farklı ulusal projelere sahipti; organik bir sanayileşme sürecini hayata geçirmekten aciz burjuvazileri, ülkelerini İngiltere ve ABD’nin büyük finans sermayelerine sattılar. Bunlar yarım kalmış demokrasilerdi; devlet başkanları sözde egemen bir ulusun devlet başkanı olabilmek için Washington’dan onay almak üzere ilk resmi ziyaretlerini ABD büyükelçiliğine yapıyordu. Bu bağlamda Küba’da olanlar belirleyici bir öneme sahipti; çünkü büyük finans sermayesinin ülkedeki yaşamsal sinir noktalarının tümüne hükmettiği bir dönemde, hızla radikalleşen ve büyük sermayeyi, özellikle de ABD sermayesini şiddetli bir şekilde devletleştirme aşamasına geçen bir devrim yapıldı. Bunun şiddetli bir süreç olması gerekiyordu çünkü tarihte büyük ABD şirketlerinin iktidarı barış içinde terk ettiği ve çıkarlarından vazgeçtiği herhangi bir örnek bulunmuyor. Büyük sermayeye saygı duruşunda bulunan ürkek bir toplumsal reform projesi, tüm Kübalı devrimcilerin iyi bildiği, bir neslin travması olan Guatemala'daki Jacobo Arbenz'inki gibi dramatik bir sonuca yol açardı. Büyük doğal kaynakları olmayan küçük bir ada için pek tabii çok büyük maliyetleri olan ablukayı bu yüzden hala uygulamaya devam ediyorlar. Abluka ülkenin üretim sistemine darbe vuruyor, yokluklara ve sefalete yol açıyor ama bizi dize getiremedi. İnsanlık tarihinin en büyük ablukası olan bu abluka ABD emperyalizminin henüz 11 milyon nüfusa ulaşmış küçücük bir Karayip adasını ele geçirmekteki beceriksizliğinin bir kanıtıdır. Karşılaştırmalı açıdan biz önemsiz bir tehdit olabiliriz ama sembolik açıdan çok büyük bir tehdidiz; çünkü Küba, halkı her gün ekstrem yokluklarla boğuşurken pandemi sürecini çok iyi yönetmeyi bilen bir ülke oldu. Beş tane aşı ürettik. Eğer abluka altında gelişmesi engellenen bir sosyalizm bunu yapabiliyorsa, yaptırımlar olmasaydı neler yapardı kim bilir? Tehlike tam da burada; bu yüzden Küba’ya yaptırım uyguluyorlar, bu yüzden Venezuela’yı cezalandırıyorlar. Abluka, ABD kapitalizminin zayıflığının bir göstergesi; çünkü halkçı bir süreci bastırmak adına gerçekleşecek bir askeri müdahalenin bedelini, böylesi bir müdahalenin mevcut toplumsal ayrışmaları anayurt savunması altında birleştirmesi riskini göze alacak güçleri yok. 

Küba ve Venezuela’nın mutabakatıyla son yıllarda Karakas'ta uluslararası ölçekli çeşitli kongreler düzenlendi; bu kongreler devrimci ve ilerici güçlerin uluslararası birliğini ortak bir gündem temelinde ve ortak bir düşmanın varlığı çerçevesinde yeniden inşa etme ihtiyacına odaklanıyordu. Bu gidişatı nasıl yorumluyorsun?

Ben kronik bir iyimserim. Kapitalizmin bireycilikten geçen -yalnız, yabancılaşmış, belki uyuşturulmuş, gerçek anlamda sevmeyi bilmeyen bireyler olmamızı istiyorlar- sembolik sömürgeleştirme sürecine bakacak olursak, beraber düşünüp hareket edeceğimiz bir birliktelik yaratmak önemli bir direniş şekli. Günümüz kapitalist toplumlarında ilerici eklemlenme alanlarının var olduğuna inanıyorum; bunlar belki hayal ettiğimiz gibi olmayabilirler ama direniş açısından değerliler. Jose Marti’nin bir şiirinde varlıklı olan ama mutlu olmayan bir ülke olarak tanımladığı, bireyciliğin ve bencilliğin vatanı ABD’de bile böyle alanlar mevcut. Asıl mesele, bu neredeyse insan toplumunun içgüdüsel direnişi formunda kendiliğinden ortaya çıkmış eklemlenmelerin, sistemin değiştirilmesinin bireysel ilerlemeden değil büyük ölçekli ekonomik, siyasi ve toplumsal dönüşümlerden geçtiğinin anlaşılmasını sağlayacak şekilde politikleşmesinde. Aslında bu bireyselleşme bireye kendi yapabileceklerinin çok ötesinde sorumluluk yüklüyor, mesela çevre sorunları. Plastik tabak kullanmadıklarında, çöplerini sınıflandırarak bıraktıklarında çevreye verdikleri zararın azalacağına inandırılıyorlar. Halbuki Coca Cola gibi tonlarca litre suyu harcayıp toprağa ve nehirlere tonlarca kimyasal atık bırakarak kârlarına kâr katan çok uluslu şirketlerin bu soruna olan katkısı ile bireylerin katkısını karşılaştırdığınızda ortaya çıkan sonuç her bakımdan gülünç. Ayrıca Avrupa’da nehirlere zarar vermiyor diye bilmem hangi ulusötesi şirketin iyi olduğu fikrini terk etmek gerek… Çünkü aynı şirket güneydeki ülkelerin ormanlarını mahvediyor. Ya çözümün ortak olduğunu kabul ederiz ya da umutsuzluk bataklığına giderek daha fazla saplanırız. Asıl mesele günümüz kapitalizminin sağlam çekirdeğinde yetişmiş kesimleri yeniden sola doğru politize etmekte yatıyor çünkü insanlık ancak kapitalizmin aşılmasıyla kurtulabilir. Ya medeniyet ya barbarlık, ortası yok.

Röportaj: Geraldina Colotti - 29 Kasım 2022, Cubahora



Büyük rezalet: Devlet konteyner kentin arsa kirasını ödemedi, depremzedeler tahliye ediliyor! - Özkan Öztaş / soL-Özel

 

Hatay'da yaşanan olay depremzedelere "bu kadarı da olmaz" dedirtti. Devlet konteynerkent için kiraladığı arazinin parasını ödemeği için depremzedeler tahliye edilecek.

Hatay'daki çok sayıda konteyner kentten biri, Küçükdalyan-1 GKM, diğer adıyla Aselsan-1. Bu konteyner kentleri devlet, şahıslara ait arazilere inşa etti ve toprak sahiplerine kira ödüyor.

Ancak Küçükdalyan-1 GKM Konteyner Kenti'ndeki arazinin bir bölümünde kalan depremzedeler arazinin kirası ödenmediği için tahliye ediliyor. Arazi sahibinin "Kirayı ödemediler. Ben de depremzedeyim ve gelire ihtiyacım var" dediği iddia edilirken konteyner kentte kalan depremzedeler soL'a konuştu: "Hiçbir açıklama yapmadan 'tahliye edin' dediler."

Küçükdalyan-1 GKM'de toplam 581 konteyner var. Arazi, farklı kişilere ait. Devletin kirasını ödemediği vatandaşın arazisi üzerinde 37 konteyner bulunuyor. Şimdi bu konteynerler boşaltılıyor.

Öğretmenler haberi yarıyıl tatilinde, Hatay'da değilken aldı

Hatay'da Küçükdalyan-1 GKM (Aselsan-1) konteyner kentinde kalan depremzedeler soL'a verdikleri bilgilerde birçok öğretmenin konteynerde kaldığını, birçoğunun şehir dışından gelen öğretmenler olduğunu ve bu süreçte özel olarak mağdur edildiklerini ifade ediyor. Konuya dair soL'a konuşan bir depremzede, "Devlet burada arazileri kiralayıp konteyner kentleri inşa etti. Bu arazi geniş bir arazi. Arazinin bir kısmında kira ödenmemiş. Neden ödenmedi, nasıl oldu bilmiyoruz tabii. Şimdi burada mal sahibi mülk sahibi diye bir ayrım kalmadı. Herkes depremzede. Arazi sahibi de kirasını istiyor. Belki de satıp başının çaresine bakacak. Dolayısıyla itiraz etmiş ve tahliye talep etmiş. Şimdi konteyner kentin bu kısmını boşaltacaklar" sözleriyle anlatıyor yaşananları. 

'İlk günden bu yana sorunlar yaşadık, zar zor kurduk düzenimizi, şimdi de çıkıyoruz'

Haberi şehir dışında alan öğretmenlerden biri soL'a verdiği demeçte şu ifadelere yer verdi.

"Biz öğretmen arkadaşlarla beraber aynı konteynerde kalıyoruz. İlk günden beri elektrik, su tesisatı, klimalarla ilgili sorunlar yaşadık. Bu sorunları hallettik daha yeni düzen kurmuştuk. Bir sürü eksik giderdik. Maddi ve manevi emek vererek tamamladık her şeyi. Kendimize uygun hale getirdik yasam alanı oluşturduk derken şimdi de hiç bir bilgi vermeden bir an önce boşaltın dediler. Taşınması, nakliyesi tekrar sıfırdan başlayıp eksikleri tamamlamak çok zor. Okullar açıkken bunları yapmak çok daha zor. Yaşamımız tam da kolaylaşacak derken tekrardan zora girdi. Yine aynı sorunları yaşamak istemiyorum ben. Ara tatide bu haberle çok moralim bozuldu. Ailemle azıcık bu gündemlerden uzak güzel bir zaman geçirme umudum vardı. Şimdi her şey başa sardı"

Valilik'ten depremzedeye: 'Masraf yaparken bana mı sordunuz?'

Tahliye talebini alan depremzedeler Hatay Valiliği'ni telefonla arayıp konuyu teyit etmek isteyince valilik makamındaki bir yetkili durumu onaylıyor ve mahkeme sonuç yazısının bu şekilde olduğunu, mecburen alanı tahliye etmeleri gerektiğini belirtiyor. 

soL'a konuşan bir depremzede, valilikteki yetkiliye "İyi ama o kadar masraf ettik, yağmur sularına karşı konteynerin önüne fayanslar yaptık ne olacak şimdi" demesi üzerine yetkilinin kendisine "Masraf yaparken bana mu sordunuz, sonuçta kendiniz için yaptınız masrafı" yanıtı verdiğini iddia ediyor.

Sendika olayı doğruladı

Komuya dair Eğitim Bir-Sen'in öğretmenlere ilettiği mesajla durumu doğruladığını belirten konteyner kentte kalan öğretmenler, yaşanan duruma tepki gösteriyor. 

Sendikanın öğretmenlere ilettiği bilgilendirme mesajında "ASELSAN-1 de ikamet eden öğretmenlerimizin bir kısmının aranarak buradan çıkmaları gerektiği söylendiği bilgisi tarafımıza ulaşmıştır. Yaptığımız görüşmeler sonucunda ASELSAN-1 in bir kısmında mahkeme kararından kaynaklanan bir sorun olduğu fakat şimdilik hiçbir öğretmenimizin yerinden çıkarılmayacağı, Hatay Valiliği veya Afad tarafından bir anlaşmaya varılma ihtimalinin olduğu, anlaşma olmaması durumunda Aselsan -1 in hemen yakınında kurulu olan Konteyner kente nakil yapılabileceği tarafımıza bildirilmiştir" dediği ifade ediliyor.

'Bize 5 yıl buradasınız demişlerdi'

Konuya dair soL'a konuşan depremzedeler, "Sürekli yer değiştiriyoruz. Buraya ilk geldiğimizde çadırdaydık. Çadırları kaldırdılar konteynere geçtik. Sonra da buradan da çıkmamız gerektiğini söylüyorlar. Burada yaşam koşulları zaten zor. Böyle işler olunca da iyice zorlaşıyor her şey" diyor. 

Yaşanan soruna dair resmi makamlar tarafından resmi bir açıklama yapılmazken depremzedeler yaşanan duruma dair acil çözüm talep ediyor. Sorunun başka örneklerde de tekrar etme durumunun endişe ettiklerini ifade eden depremzededeler böylesi bir durumda arazi sahiplerinin konteynerleri kaldırtmak için adım atacaklarını ifade ediyor.

Özkan Öztaş / soL-Özel



Erdoğan’ın yemini, yoksulun hali, İstanbul’un seçimi…- Bahadır Özgür / duvaR

 

Geçim derdi basit bir ekonomik durum değil, bütün toplumsal yapının nirengi noktasıdır. Doğrudan toplumun belli bir kesiminin çıkarını, diğerlerine karşı savunmayı; adalet terazisinin kefelerinden birine abanmayı gerektirir. Aksi halde devlet olanağı ve bunun dağıtımını kim elinde tutuyorsa, geçim derdini de siyaseten o yönetir.

“Kamu kaynaklarını namusum ve şerefim bilerek amacı dışında harcanmasına göz yummayacağıma…”

Bu cümle, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün açıkladığı 2024 Yerel Seçim Beyannamesi’nin girişinde yazılı olan yeminden alındı. Adı da ‘Gerçek Belediyecilik Yemini.’ Siyaset bilimci Doç. Fatih Yaşlı’nın sık kullandığı bir söz var ya hani; “Ne söylüyorlarsa tam tersini yapıyorlar” diye. İşte bu da onun yemine dönüşmüş hali aslında.

Peki böyle bir yemine kim bakıp da inanacak? Ne değeri var ki?

Sorunun yanıtı, yeminden sonra gelen seçim vaatlerinde gizli. Merak edenler için yemin metninin tamamını da verelim:

“Doğruluk ve dürüstlükten ayrılmayacağıma,

Hemşehrilerimiz arasında hiçbir ayrım yapmayacağıma,

Anayasa ve yasalardan ayrılmayacağıma,

Kamu kaynaklarını namusum ve şerefim bilerek amacı dışında harcanmasına göz yummayacağıma,

Dezavantajlı kesimleri gözeteceğime,

Sosyal politikaları güçlendireceğime,

Belediye hizmetlerinin gecikmeden ve kaliteli şekilde icrası için azami gayret sarf edeceğime,

Belediye hizmetleri karşısında herkesin eşit olduğu gerçeğinden hareketle adaletten şaşmayacağıma,

Emaneti hakkıyla ve layıkıyla taşıyacağıma,

Milletim, hemşehrilerim ve tarih önünde namusum, şerefim ve kutsal kitabımız üzerine yemin ederim.”

                                                        ***

                             Erdoğan 2024 Yerel Seçim Beyannamesi’ni okudu (Foto: AA)

22 yılda her bir cümlesinin tam tersi işleri yaptıklarını gösteren yüzlerce örnek sıralamak mümkün. Mesela, henüz yemin metni açıklandıktan bir gün sonra, Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen Anayasa’yı hiçe sayarak Can Atalay’ın vekilliği düşürüldü. Daha üçüncü cümlede yemin bozuldu yani. Ama Erdoğan için bunlar hiç dert değil. Zira, onun seçimde odaklandığı esas konu geçim sıkıntısı. Gerek seçim beyannamesinde gerekse Murat Kurum’un vaatlerinde öne çıkan tek şey bu. 5 yıldır hınçla sabrettiği, dişini sıktığı İstanbul’u geri alabilmenin yolunun, devleti elinde bulundurmanın avantajını kullanıp ücretli kesimlerin geçim sıkıntısına yoğunlaşmaktan geçtiğine karar vermiş görünüyor. Nitekim seçim beyannamesindeki kentsel dönüşümden ulaşıma kadar bütün vaatler birer sosyal politika olarak ambalajlanmış. 2010’dan beri hemen her seçimde ‘eser siyaseti’ olarak etiketlediği mega projelerden, köprü ve yol yapmaktan, hatta neredeyse bir güvenlik meselesi haline getirdiği Kanal İstanbul’un adını anmaktan vazgeçmiş. Konuşmasında da bunu özellikle vurguladı: “Artık seçim vaatlerimizin odağına büyük projeleri koymuyoruz.”

Bu açıklamasından bir gün sonra Murat Kurum da vaatlerini ortalığa saçmaya başladı. Üzerinde ısrarla durulan konuların başında trafik sorunu geliyor. Kurum uzun uzun trafikte geçen zamana ilişkin yaptıkları hesaplardan bahsediyor. Ve vaadi de İstanbul’da ortalama süreyi 39 dakikaya düşürmek. Bunun yanında ailelere indirim, ilkokul öğrencilerine ücretsiz ulaşım vaadinde bulunuyor. Emeklilerin İstanbul Kartı’na her ay 2 bin 500 lira ek ödeme yapacaklarını, ilk işini kurmak isteyen ev kadınlarına 100 bin lira hibe vereceklerini söylüyor. Sosyal konut yapmak, TOKİ projeleri vs. ise daimi sosyal politika araçları olarak yine sahaya sürüldü.

Kısaca iktidarın propagandasının merkezinde geçim sıkıntısı var. Üstelik bu sefer sosyal yardımla sınırlı bir kaynak transferi değil, söz konusu olan. Direkt, ücretli kesimlerin gündelik harcama yükünü hafifletmeye para kaynakları sunuluyor.

Etkili olur mu, olmaz mı, zamanla göreceğiz. Lakin önemli olan Erdoğan’ın bu gerçekliği İstanbul’u almak için ördüğü siyasetinin merkezine yerleştirmesi. Haliyle bir belediye yönetiminin kolayca halledemeyeceği, yapmak istese bile çoğu merkezi iktidarın elinde olan, yasaların izin vermesi gereken vaatlerle beraber, devletle İBB’yi bütünleştiriyor. Çözümün buradan geçtiğini anlatmaya çalışıyor.

Demek ki; Erdoğan’ı bile o çok övündüğü, daima oya tahvil etmeyi başardığı, milyarlarca liralık kamu kaynağını akıtmaktan çekinmediği ‘eserlerden’ vazgeçmeye mecbur bırakacak düzeyde bir geçim sıkıntısı, iktidarın kapısına dayanmış vaziyette.

Elbette burada sürpriz bir şeyler yok. Fakat Erdoğan’ın bu mecburiyeti, ister çözümü sandıkta ister sokakta görsün, her türden muhalefete de net bir şeyler anlatıyor. Memleketin asli siyasal zemini, henüz muhalefetin iktidarın tekelinden alıp siyasallaştırmayı başaramadığı geçim derdidir. Kendi başına siyasal bir sorun doğurmadan bile iktidarı böylesine sıkıştırıp anlık çözümler üretmeye zorlayan bu zemin, beğensek de beğenmesek de seçimin de anahtarı, değişimin de.

Ve geçim derdi basit bir ekonomik durum değil, bütün toplumsal yapının nirengi noktasıdır. Öyle bir başlıkta yer vererek, upuzun vaatler sıralayarak siyasetin konusu haline getirilmesi olanaksızdır. Doğrudan toplumun belli bir kesiminin çıkarını, diğerlerine karşı savunmayı; adalet terazisinin kefelerinden birine abanmayı gerektirir. Aksi halde devlet olanağı ve bunun dağıtımını kim elinde tutuyorsa, geçim derdini de siyaseten o yönetir.

Bahadır Özgür / duvaR

20 soruda Abdi İpekçi cinayeti: Türkiye’nin cezasızlık tarihinin özeti niteliğinde - Gökçer Tahincioğlu / T24

 

İpekçi cinayeti aydınlatılmak istenseydi, bugün hâlâ hayatımızda olan pek çok isim, henüz yolun başında cezalandırılacak, sonraki kanlı eylemlerine imza atamamış olacaktı.

Abdi İpekçi, kendisiyle özdeşleşen Milliyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği'ni sürdürürken, 1 Şubat 1979’da öldürüldü. İpekçi cinayeti dosyası, Türkiye’nin cezasızlık tarihinin özeti niteliğinde. Ancak soruşturma-yargılamalarda yaşananlar ve aktörler, Türkiye’nin içine düştüğü kirli ilişkiler ağından neden çıkamadığının da göstergesi olma özelliğini taşıyor.

İpekçi dosyasında mafyanın devlet tarafından kullanılması, siyasetçiler tarafından ödüllendirilmesi ve hepsinin cezasızlık zırhına büründürülmelerini görmek mümkün. Elbette bütün bunlara imza atan devlet yetkilileri ve siyasetçilerin isimlerini de…

İpekçi cinayeti aydınlatılmak istenseydi, bugün hâlâ hayatımızda olan pek çok isim, henüz yolun başında cezalandırılacak, sonraki kanlı eylemlerine imza atamamış olacaktı.

Ancak 12 Eylül darbesinden sonraki Türkiye kurgusunda bu isimlerin tamamına önemli görevler düşüyordu. Bugün hâlâ devam eden faili meçhul cinayetlere ilişkin davalarda, yasadışı eylemlerde İpekçi dosyasının gölgesi var. O gölge, aynı zamanda Türkiye’nin güneşli günlere neden kavuşamadığını da net biçimde anlatıyor.

Abdi İpekçi

20 soruda Abdi İpekçi cinayeti...

1. Abdi İpekçi, ne zaman, nerede ve nasıl öldürüldü?

Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, öldürüldüğünde henüz 50 yaşındaydı. Tehditler alıyordu ama her insan gibi ölümü uzak sayıyordu kendine. Aklında yaklaşan darbeye sürüklenen ülkeyle ilgili ne yapılabileceği vardı. 31 Ocak 1979'da Bülent Ecevit’le görüşmek için Ankara’ya gitti. Aynı gün İstanbul’a döndü, Süleyman Demirel’le telefonla görüştü. Sonra Cağaloğlu’na geldi. Ömrünü verdiği, ismi kendisiyle bütünleşen gazetesi Milliyet’e… Sami Kohen’in İran dosyasını inceledi, gazeteye basılması talimatı verdi. Sonra uzun süredir çalıştığı kaçakçılık dosyasını inceledi. Eşine, telefonla akşam için hazırlanmasını söyledi, 19.30’da gazeteden çıktı. Çok sevdiği mavi arabasını İstanbul yağmurunun altında kullandı, Nişantaşı’ndaki evine geldi. Sonradan adının verileceği Emlak Caddesi’ne geldiğinde trafik sıkıştı, 70 metre uzaklıktaydı evi… Motor gürültüleri, akşam evine dönen insan kalabalığının sesleri arasından çınlayan otomatik bir silah sesi dünyayı durdurdu. Mavi arabanın camında küçük bir delik açılmıştı. O delikten bir silah uzandı. Ardı ardına tetiğe basıldı. Önce kollarından vuruldu İpekçi, şaşkınca katilinin yüzüne baktı. Üç el daha patladı silah. Üçüncü kurşun, cebindeki kalemi parçaladı. Kalemi kalbinin tam üzerindeydi. Kalbi de yaralandı. Ardından iki daha ateş edildi, saldırgan koşarak ileride bekleyen arabaya binip kaçtı. İpekçi’nin başı direksiyonun üzerine düştü. Araba cadde girişine kadar kaydı, aydınlatma direğine çarpıp durdu. Hemen hastaneye kaldırıldı ama kurtarılamadı. Türkiye, İpekçi cinayetinden sonra geri dönülemez bir noktaya hızla koştu. Yepyeni bir tarih defterinin sayfaları açıldı.


Milliyet gazetesi, genel yayın yönetmenlerinin öldürüldüğünü böyle duyurdu

2. Abdi İpekçi’nin katili nasıl belirlendi?

Cinayetten sonra onlarca kişi tek bir eşkâl verdi. Bu eşkâl bilgisi, Mehmet Ali Ağca’nın tetikçi olduğunu açığa çıkardı.

3. Ağca kimdir, nasıl yakalandı?

Ağca, cinayeti işlediğinde henüz 21 yaşında, Malatyalı yoksul bir ailenin çocuğuydu. Ağca’nın izine İpekçi’nin ev adresinin yazdığı sayfanın yırtılmış olduğu bir telefon rehberinden ulaşıldı. 5 ay sonra İstanbul’da Küllük Kıraathanesi’nde kâğıt oynarken yakalandı.

Dönemin Sıkıyönetim Askeri Savcısı Ahmet Koç'un 2010’da yaptığı açıklamaya göre, polis, yakalandıktan sonra katilin evini aramak için iki hafta bekledi, üzerinden çıkan adres ve telefonları tam 1,5 ay boyunca araştırmadı.

Ağca, Bahçelievler Katliamı'nın hükümlüsü, Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı’nın tetikçilerindendi. Cinayete ismi karışan Oral Çelik, Mehmet Şener, Yavuz Çaylan, Yalçın Özbey gibi. Bahçelievler katliamının öncesi ve sonrası itinayla korunan, kahramanlaştırılan çete, İpekçi cinayetini de gerçekleştirmişti.

4. Ağca, cinayeti neden işlediğini söyledi mi?

Ağca, yakalandığında çok rahattı. İlk ifadesinde, "İsyan ettiğim için öldürdüm. Açıklayacağım tek şey sağ veya sol eylemci olmadığımdır; bağımsız, tek başına terörist olduğumdur" dedi.

6 ay sonra bundan sonra hep yapacağı gibi ifadelerini değiştirdi, suçlamaları reddetti.


Cinayet sonrası Ağca'ya yaptırılan tatbikat

5. Ağca, cezaevinden nasıl kaçtı?

Ağca, yakalandıktan tam 128 gün sonra, 25 Kasım 1979’da Maltepe Askeri Cezaevi’nden, bir askerin üniformasıyla firar etti. Üniformanın sahibi Bünyamin Yılmaz, yıllar sonra, “Ağca'nın kaçırılması için bana emir verildi. Söz verdim, tükürdüğümü yalamadım. Tek başıma kaçırdım” dedi. Firar sırasında topçu er olarak Maltepe Cezaevi'nde askerlik yapan Yılmaz, Ağca'nın cezaevinden gönderdiği pusulayı götürdüğü Oral Çelik'in kendisine 20 bin lira ile iki silah verdiğini, bunları İpekçi'nin katili Ağca’ya teslim ettiğini açıkladı. Yılmaz, “Gittik, Oral Çelik geldi, konuştuk. Bana 20 bin lira para, iki tane de silah verdi. Bunları aldım, Ağca'ya teslim ettim bunları. Teslim ettikten sonra elbise hazırlığına başladım. Kendi asker elbisemi götürdüm Ağca'ya verdim, ‘Güzel bir asker tıraş ol’ dedim. Yanılmıyorsam 11. ayın 23'ü veya 24'üydü... 24'üydü. Saat yedi-sekiz sıralarıydı, alt koğuşa inmesini söyledim. 1-3 nöbetim vardı. Yarım saat kala Ağca'yı çağırdım. Alt tarafta nöbetçi, üst tarafta iki tane nöbetçi var. Alttaki koğuşla üstteki yedi-sekiz koğuş ayrı. Herkesin kafası karışık. Öyle bir olayın olacağını kimse düşünmüyor. 'Nöbetçilere parolayı söyleyip geçtik'" dedi.

Ağca da kaçışı için, “Bünyamin Yılmaz denilen bir asker çocukla karşılaştım. Ona masum olduğumu anlattım. Benim cinayet işlemediğime inandı. Bana yardım etmesini istedim. Biraz ülkücü sempatizanıydı. Tek başına yardım etti bana. Burada birçok astsubay, asker ve er şüphe altına girmiş. Gerçekten çok üzüldüm. Hiçbir insanın sorumluluğu yok, sadece Bünyamin Yılmaz vardı... Bana asker elbisesi getirdi, ilk kez Mehmetçiğin elbisesini giydim... Asker elbisesiyle çıktık. Çıkarken bir olayı unutamam... Benim bir ayağım dışarıda, bir ayağım içeride. Tam çıkıyorum, nöbetçi asker, 'saat kaç?'  dedi. Allah Allah... Soğukkanlılığımı korudum, saate baktım, hiç unutmuyorum üçe çeyrek vardı...” açıklamasını yaptı.

Yılmaz, daha sonra yakalandı ve 8 yıl cezaevinde yattı.

Ağca, Milliyet’e bir mektup gönderdi. Ağca, Milliyet’in 27 Kasım 1979 tarihli baskısında yayımlanan mektupta Papa’yı öldürmek için kaçtığını yazıyordu

6. Ağca, cezaevinden kaçtıktan sonra ne yaptı?

Kaçışını organize eden, Abdullah Çatlı liderliğindeki ülkücü ekip, yurtdışına kaçırılmasını da sağladı. Gitmeden önce yine Milliyet’i, bu kez mesaj vermek için seçti. Gazeteye telefon açıp, posta kutusunun kontrol edilmesini söyledi. Boştu kutu. İkinci telefon, çöpe bakmaları içindi. Çöpten, yeni cinayet planının hedefindeki isim çıktı: Papa…

7. Papa suikastı girişimi nasıl gerçekleşti?

Ağca, Türkiye’den kaçırıldıktan sonra İtalya’da Papa II. Jean Paul’e suikast girişiminde bulundu. Papa, 13 Mayıs 1981’deki olay sırasında Vatikan'ın Aziz Petrus Meydanı'nda 10 bini aşkın izleyicisini üstü açık arabası ile selamlamaktaydı. Ağca, Browning marka 9 mm. yarı otomatik tabanca ile üç mermi ateşledi. Papa, elinden ve karnından vuruldu. Ağca, olay yerinde yakalandı. Papa ise 5,5 saat süren bir ameliyatla kurtarıldı.

8. Ağca ne kadar hapis yattı?

Ağca, Papa suikastı sonrasında yargı sürecinde sürekli olarak değişik ifadeler verdi ve akıl sağlığından yoksun bir görüntü çizmeye çalıştı. Soruşturma ve yargılama aşamasında 128 farklı ifade veren Ağca, kendisini Mesih ilan etti. Mahkeme heyeti 22 Mart 1986'da Ağca'yı ömür boyu hapse mahkûm etti. Ağca, suikast girişimi nedeniyle İtalya'da 19 yıl 1 ay cezaevinde tutuldu ve 14 Haziran 2000'de Türkiye'ye iade edildi.

Mehmet Ali Ağca'nın 1981 yılında Polonyalı Papa II. Jean Paul'e suikast girişiminde kullandığı ve Roma'da adli emanette saklanan tabanca, 33 yıl sonra ilk kez gün yüzüne çıkarıldı

9. Papa suikastı ile İpekçi suikastı arasında nasıl bir bağ var?

Her iki eylem, aynı isimler tarafından planlandı ve gerçekleştirildi. Çatlı önderliğindeki suç örgütü Bulgar gizli servisi ile de bağlantılıydı. Bulgaristan’dan yapılan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile de bağlantılı oldukları konuşuluyordu. Papa suikastının da Bulgar gizli servisi tarafından Çatlı’ya verildiği, Çatlı’nın tetikçi olarak Ağca’yı seçtiği kamuoyuna yansıdı. Ancak bu iddiaların hiçbiri net biçimde doğrulanamadı. İpekçi suikastının da Çatlı’yı kullanan devlet içindeki güçlerin talimatı ile gerçekleştirildiği iddia edildi. Böylece 12 Eylül’e giden yolun kapısı da açıldı. Çatlı, gizli servislerin başvurduğu suç örgütünün lideri konumundaydı.

10. Çetenin devlet bağları açığa çıkarıldı mı?

Zaman içerisinde bütün bağlantılar açığa çıktı ama bütün bu suçların tamamı neredeyse cezasız kaldı. Bahçelievler Katliamı’nın hükümlüsü Haluk Kırcı da Çatlı’ya bağlı isimlerden biriydi. Ağca gibi Kırcı da, “yanlışlıkla” tahliye edildi, daha sonra gözaltına alınıp bırakıldı. Arandığı dönemde Erzurum'da evlenen Kırcı'nın nikâh şahidinin, o sırada Erzurum Valisi olan Mehmet Ağar olduğu ortaya çıktı. Cezaevinden kaçırıldıktan sonra Ağca'nın evinde saklandığı isim Çatlı’ydı. Çatlı, Ağca'yı yurtdışına çıkardıktan sonra da koruduğunu açıkladı. “Devlet görevlisi–mafya–siyaset” ilişkilerini ortaya koyan Susurluk skandalından sonra ceza alan eski Özel Harekât Daire Başkanvekili İbrahim Şahin’in, Çatlı ile birlikte düğünde oynarken çekilmiş fotoğrafları açığa çıktı. Ankara’da 1993-96 arasında 19 faili meçhul cinayet, Çatlı’nın ekibi ve özel harekât polisleri tarafından işlendi.  Öldürülenler, dönemin başbakanı Tansu Çiller’in açıkladığı, “PKK’ya destek veren iş adamları” listesinde sıralanan isimlerdi. Bu isimler arasında Çatlı ve ekibinin devletten aldığı ihaleleri araştıran bürokratlar, usulsüzlüğe engel olmak isteyen kamu görevlileri ve avukatlar da vardı. Yıllar boyu Çatlı ve ekibinin devlet tarafından himaye edildiği net biçimde anlaşıldı.

11. Ağca’nın yurt dışına nasıl kaçtığı ortaya çıktı mı?

Açığa çıkan bilgilere göre, İpekçi cinayetinden 15 gün önce Ziraat Bankası Malatya Şubesi'ne Ağca adına 100 bin lira yatırıldı. Ağca ile aynı örgütteki Oral Çelik ve Mehmet Şener Malatyalıydı. Aynı örgütten Yalçın Özbey de liseyi Ağca'nın Malatya'daki okulunda bitirmişti.

Ağca, askeri cezaevinden kaçırıldıktan bir süre sonra, Oral Çelik tarafından Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı'nın memleketi Nevşehir'e götürüldü. Öldürülen gazeteci Uğur Mumcu’nun yazdığı bilgiler, Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca, Mehmet Şener ve arkadaşları Ömer Ay’ın Nevşehir Emniyet Müdürlüğü'nden aldıkları sahte pasaportlarla yurtdışına çıktıklarını ortaya koydu. Özel Harekât Daire Başkanvekili İbrahim Şahin de o yıllarda Nevşehir Emniyeti'nde çalışıyordu. Nevşehir o dönem çetenin kalelerinden biriydi. Haziran 1980'de CHP Nevşehir İl Başkanı avukat Mehmet Zeki Tekiner ile bir arkadaşı üç ülkücü tarafından öldürüldü. Nevşehir'de cenazeye katılan Bülent Ecevit ve CHP'lilere yaylım ateşi açıldı, yedi kişi yaralandı. Tekiner’in tabutunun üzerinde de 13 kurşun deliği vardı. Bu cinayetten dolayı ömür boyu hapse mahkum edilen isim, Papa'ya suikast girişiminde Ağca'nın yanında olduğu iddia edilen ve halen İyi Parti Nevşehir İl Başkanı olan Ömer Ay'dı. Nevşehir Emniyeti'nden Ağca'ya verilen pasaportun numarası, “136 635”, Ay'a verilen pasaportun numarası da, “136 636” idi! Yıllar sonra Nevşehir Emniyeti'nin pasaport bölümünde çıkan yangınla bütün kayıtlar yok edildi.

12. Ağca, İpekçi cinayetinden dolayı ceza aldı mı, cezası infaz edildi mi?

Ağca, Papa’ya yönelik suikast girişimini gerçekleştirdiği dönemde, gıyabında yargılandı. Hakkında yapılan yargılamadan sonra Ağca, önce idam cezasına çarptırıldı. Cezası, idam cezalarının kaldırılmasının ardından ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Önceki gasp suçları da cinayet suçuyla birleştirildi ve tek bir ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olması kararlaştırıldı. 14 Haziran 2000’de Türkiye’ye iade edilmesinin ardından cezasının infazı başladı.

13. Ne kadar yatması gerekiyordu, ne kadar yattı?

Siyasi nedenlerle işlenen cinayetlerde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alanlar ömür boyu cezaevinde kalıyor. Ceza siyasi nedenlerle, terör örgütü suçlarından verilmemişse mevcut kanunlara göre kesintisiz 30 yılın cezaevinde geçirilmesi gerekiyor. 1991’deki Terörle Mücadele Kanunu değişikliğiyle, bu tarihten önce işlenmiş suçlarda müebbet hapis cezalarının 10 yıla düşürülmesi kuralı getirildi. Ağca da bu düzenlemeden yararlandırıldı. Ancak şaşırtıcı biçimde ilk tahliye kararı 12 Ocak 2006’da geldi. 8 gün sonra hesap hatası denilerek, cezaevine geri getirildi. İpekçi cinayeti dışında gasp suçundan da 36 yıl hapse mahkûm edilen, ancak bu cezaları toplanan Ağca’nın cezaları yeniden toplandı, çıkartıldı, bölündü, çarpıldı. İnfaz süresi 8 yıl 8 ay olarak hesaplandı. 2010’da cezasını tamamladığı belirtilerek, serbest bırakıldı. Papa’yı yaraladığı için 19 yıl hapis yatan Ağca, İpekçi’yi öldürdüğü için sadece 10 yıl cezaevinde kaldı.

14. Ağca, tahliye edildikten sonra ne yaptı?

Ağca, bir televizyon programına katılmak için İstanbul’a gitti. Yanında gönüllü korumaları, alkışlayan taraftarları vardı. Firarına yardımcı olan, suikastlarına yardım eden dokunulmaz kader arkadaşları da yanındaydı. Hemen ardından Ağca’ya şov programı önerildi, köşe yazarlığı, televizyon yıldızlığı teklifleri geldi. Ağca, hiçbir iş yapmadan kaynağı belirsiz paralarla hep rahat yaşadı.

15. Ağca’nın suç örgütündeki arkadaşları hangi cezaları aldı?

İpekçi cinayetine karıştığı belirlenen isimlerden Yalçın Özbey, yurtdışına kaçtı. 2006’da Belçika'da işlediği suçlarla ilgili olarak tutuklandı. Türkiye’deki dosyası 2010’da zamanaşımına girdi. 1995’te Almanya’da MİT tarafından sorgulandığı, tutanakların imha edildiği anlaşıldı. Belçika’da geçen yıl farklı bir suçtan tutuklandığı, ancak Türkiye’ye iade dosyasının yargılamada dikkate alınmadığı ortaya çıktı.

Mehmet Şener hiç yakalanamadı. 1999’da davası zamanaşımına uğradı.

Papa suikastında ceza almaktan, “Benim yanımdaydı” diye ifade veren Çatlı sayesinde kurtulan Oral Çelik ise 1997’de İtalya tarafından Türkiye’ye iade edildi. Birçok davası zamanaşımından düştü. İpekçi cinayeti nedeniyle tutuksuz yargılandı ve aleyhindeki tüm delil ve raporlara rağmen beraat etti. 1998’de Malatyaspor Başkanı oldu. 1999’da farklı bir suçtan 3 ay hapis yattıktan, nedense korunmayan bir tanık ifadesini geri alınca, mağdur olmaması adına tahliye edildi ve sonra davası düştü. İlerleyen yıllarda Ağca’yı kaçıranın kendisi olduğunu açıkladı ama 2006’da bu nedenle açılan soruşturma da takipsizlikle bitti. Çelik, ne Papa’ya yönelik suikast girişiminden ne de İpekçi cinayetinden dolayı ceza aldı.

Ağca’yı Nişantaşı’na götürüp kaçıran isim olan Yavuz Çaylan, sadece 10 yıl ceza aldı, birkaç yılda kurtuldu.

İpekçi’nin kızı Nükhet İpekçi

16. İpekçi ailesi, 45 yılda gelişen bütün bu olayları nasıl karşıladı?

İpekçi’nin katledilişinin 30. yılında kızı Nükhet İpekçi , Milliyet için kaleme aldığı yazıda, “Otuz yılda, insan epeyce bilgileniyor. Mesela benim otuz yılım, hep aynı bilgiyle yaşayıp, o bilginin bilinmemesi için gösterilen çabaları izlemekle geçti” ifadelerini kullandı.

Nükhet İpekçi, 2021’de babasının mezarı başındaki anmada yaptığı konuşmada da şunları söyledi:

"Geçmiş, geçip gitmediği için bazı sözler sürekli söylenmek zorunda. Kabak tadı da verse söylenmek zorunda. Herkesin bildiğini, kimse resmen görmez söylemezse, söz söyleme gereği doğan böyle bir yıldönümünde şaşkın bir aymaza benzetilme pahasına, yine aynı soruları sormak zorundayım. Çünkü aslında bu kalakaldığımızın resmi. Artık kalakalmayalım, artık bu kadar çok oyuna gelmeyelim. Bizi bu kadar çok öldürenlere karşı hep birlikte, 'bir dakika' diyebilelim diye sürekli tekrarlama gereği hissediyor. Tıpkı bir papağan gibi tekrarlayıp kayıplarımızı virgüllerle sıralıyoruz ve sonunda 'kimler yaptı?' diye soruyoruz. Çünkü elimizde somut bilginin, resmi tebliği yok. Örgütleyenler, emir verenler, oyuncular, yardımcı oyuncular, gizleyenler, şahitler, görevi kötüye kullananlar nerede? İpuçları nerede? Yok edilmiş bilgilerin izi nerede? Kaçırılmış ve yeşil pasaportlarla devlet görevlisi olarak dolaştırılmışlar nerede? Ve hatta dosyalar nerede? Bütün bunlar varken yok edilmişse, hiçbirinin gereği yapılmamışsa acaba biz her şey 'kabak gibi aydınlık' diyebilir miyiz?"

17. Ağca’nın arkadaşları nasıl kurtuldu?

Davayı yıllarca takip eden Avukat Turgut Kazan, İpekçi cinayetinin nasıl örtbas edildiğini anlatırken çarpıcı örnekler verdi. Kazan, Çelik’in uyuşturucu kaçakçılığından yurt dışında cezaevinde yattıktan sonra Türkiye’ye iade edildiğini ve uçaktan inerken çekilen fotoğraflarının medyaya yansımasının ardından sürpriz bir tanığın ortaya çıktığını anımsatarak, “Ben valiye sordum, çok ciddi bir tanık dedi, o günkü vali. Ama o tanık ile öyle bir oynandı ki. Doğrudan mahkemeye yönlendirilmesi gerekirken tatbikatlar yapıldı, televizyonlar gösterdi ve adam giderek sonunda öyle bir panikledi, öyle bir korkuya kapıldı ki bir çeşit sonuçta hayır benim gördüğüm adam bu değildi diye bir teşhise zorlandı" dedi.

Kazan, Yalçın Özbey konusunda ise şunları anlattı:

“Almanya’da uyuşturucudan cezaevinde yatan Özbey, ısrarla, ‘benim çok önemli söyleyeceklerim var, Türk Konsolosluğu’na haber verin’ diyerek, cezaevi yönetimine başvurdu. Cezaevi yönetimi de bunu konsolosluğa bildirdi. Sonuç olarak Özbey ile görüşen konsolosluk görevlisi, Özbey’in çok önemli şeyler söylemek istediğini belirterek, durumu Dışişleri Bakanlığı’na iletti. Dışişleri Bakanlığı da nereye bildirebilir, adam dosyada sanık, bir dosyası var, savcılığa bildirmeleri gerekir hiç değilse. Ama emniyet ve MİT’e bildiriyor. O tarihte Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’dı. MİT ve emniyet sanıyorum ikişer kişi görevlendiriyor. Ama bir soruşturma dosyası var. Bir savcılık var. Ona haber verilmeden gidiyorlar. Dört gün ifadesini alıyorlar. Sabahtan akşama kadar. Türkiye’de hiç kimsenin haberi olmuyor.  Özbey, Almanya’da tahliye olduktan sonra bir gazeteciye İpekçi cinayeti ile ilgili, ‘bildiklerimin hepsini resmi görevlilere söyledim’ demesinin ardından Meclis’te konuyla ilgili soru önergesi verildi. İçişleri Bakanlığı’nın önergeye verdiği yanıtta, Almanya’da konsolosluk, Dışişleri Bakanlığı, MİT ve emniyet mensuplarının Özbey ile yaptıkları görüşmelerin tutanaklara bağlandığını anlatıyor. Bunun üzerine Özbey’in beyanlarının dosyaya gelmesi için emniyet ve MİT’e mahkemeden yazı gitti. Cevap geldi iki yerden de, ‘içinde önemli bir şey yoktu, 5 yıl geçtiği için imha edildi’. MİT görevlileri mahkemeye geldi, ikisi de bir şey anımsamıyordu."

Abdi İpekçi'nin cenaze töreni

18. Bu ifade ortaya çıkarılamadı mı?

Sadece bir bölümü, 2006’da Milliyet tarafından haberleştirildi. Açığa tutan tutanaklarda, Özbey’e, devlet için ne yapabileceğinin sorulduğu, onun da her şeyi yapabileceği yanıtını verdiği ortaya çıktı. Özbey, ifadesinde, "Türkiye'deki eylemlerini söylesem aklın durur" dediği Ağca'nın işlediği suçların, "yüzde 25'inin ferdi olduğunu" kaydetti. Söz konusu ifadeler, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın talimatıyla başlatılan soruşturmada hazırlanan müfettiş raporuna girdi. Bu nedenle tutanaklarda, "1995'te Almanya Marl Narkotik Şube Müdürlüğü'nde Yalçın Özbey ile yapılan görüşmenin band tapesi" başlıklı sorgu tutanağının üzerinde görevli 'başmüfettiş'in talebi üzerine tasdiklenmiştir. 26/06/1999" ifadesi yer aldı. Büyük bölümü gizlenen tutanaklara göre, Özbey, şunları anlattı:

“Ağca, Carlos gibi bir adam olmak istiyordu. Cezaevinde büyük bir tokat attı Hacı Çapan'a. 90 kilo malının üstüne oturdu. Etrafında bir sürü insan vardı. İşte o zaman o olaya toplanmışlardı. Mehmet Şener, Oral (Çelik), Abdullah Çatlı ve diğerleri. Belli bir güç oluşturmak için, bir fanteziden başka bir şey değildi. İpekçi konusunda mesela Mehmet Şener'in ufak bir fonksiyonu oldu. Biz Ankara'ya gittiğimiz zaman oturup patronlarımıza, büyüklerimize, 'İpekçi konusu budur' diyebileceğimiz bir şey, basına falan yansıması söz konusu değil. Devlet bilsin yeter. Ben gerekirse Türkiye'ye gelirim. Papa işi öyle, işi bilen uzmanlar bana sorar, ben cevaplarım. Araba benim arabamdı. Fakat ben arabayı Mehmet Şener'e borçlanmıştım. O beni tezgâha getirdi. Arabayı ona verdim. O araba sonradan bu hadiselerde kullanıldı. Demirel hükümetleri af çıkardı. Ben gittim Kırşehir'de imtihana girdim. O arada da Ağca kaçırıldı. Kaçarken de benim arabam kullanıldı. Hedefte aslında Doğu Perinçek, Uğur Mumcu vardı, ama uyanık, tedbirli insanlardı. İpekçi olayında bilgiyi alan, istihbaratı yapan Ağca'ydı. Kendisi belirledi. Yavuz (Çaylan) da arabayı kullanmıştı. Önce camdan ateş ediyor, sonra yürüyor, öbür taraftan tekrar ateş ediyor. Mehmet Şener tip bir insandır. Mehmet Ali'nin eyleminden faydalanıp kariyer yapmak istiyordu. Mehmet Ali de yakalanınca ilk onun adını verdi. Mehmet Ali tam psikopat. Türkiye'de onun yaptığı eylemleri ben söylesem aklın durur. Yüzde 25'ini ferdi olarak gerçekleştirdi. Ağca'da bir kompleks vardı. Kendine aşırı derecede güven. Ondan sonra parmağı kuvvetli. Yani muazzam silah kullanabilen. Delice bir cesaret. İpekçi vurulduğunda Oral, ben, Mehmet Ali aynı evde kalıyorduk. Epey eyleme ben de katıldım. Ahmet Kaçmaz'a yapılan bir şey oldu, Mihri Belli'ye sıkılan bir kurşun oldu. Çok büyük soygunlar oldu Ankara'da. Oral ayrıldı, gitti. Sonra baktık resimler gazetelerde dergilerde yayımlanınca, 'artık gidelim' dedik Avrupa'ya. Amaç sansasyon yaratmaktı. İnan samimi söylüyorum, tesadüfen olan bir hadise İpekçi. O cezaevinden kaçma olayını da Oral organize etti, para karşılığında. Ağca, 3-5 sene içerisinde çıkar.”

19. Ağca, şu an ne yapıyor?

Son yıllarda çeşitli televizyon programlarına katılan Ağca, artık ciddiye alınmayan bir figüre dönüştü. Yaşamı boyunca yaptığı gibi tutarsız ifadelerini sürdürdü. İpekçi’yi kendisinin değil Mehmet Şener’in azmettirmesiyle Yalçın Özbey’in vurduğunu da söyledi, tetikçinin bir başkası olduğunu da. Papa’ya yönelik suikast girişimini ise Türkiye’de serbest kaldıktan sonra açıkça üstlendi.

20. İpekçi ailesinin adalet mücadelesi sürüyor mu?

Evet. Aile sadece İpekçi için değil diğer faili meçhul cinayetlerin araştırılması için de mücadele ediyor. Bunun için geçmişe dönük bir araştırma komisyonu kurulması önerisini de sürekli gündeme getiriyor.

Gökçer Tahincioğlu / T24