Çünkü saldırı, Kuruluş’adır. Cumhuriyet Kuruluş, Kuruluş ise Kurtuluş’tur. Saldırı, yerinde karşılanmak durumundadır.Cumhuriyet, siyasal iktidarın veraset usulünün ırsî, meşruiyet dayanağının uhrevî temellere dayanmaması biçimindeki tarihsel kazanımın ürünü olan fakat esas anlamını eşit yurttaşlık idealini gerçekleştirmeye yönelik ve “halk iktidarını çoğaltmaya dönük müdahaleler”de bulan fikirler ve değerler bütünüdür. Doğuştan gelen ve dinî gerekçelerle donatılmış ayrıcalıkların ortadan kaldırılarak insanların devlet karşısında yurttaşlık temelinde eşitlenmesi, bu tarihsel kazanımın içeriğini oluşturmaktadır. Gelgelelim ilgili ayrıcalıklara son veren bir vatandaşlık tanımının hukuk düzeninde karşılığını bulmasından ibaret bir çerçeve, ne eşit yurttaşlık ne de halk iktidarını çoğaltma idealine doğru yol alışı garantiler. Hukukî devrimin kapatmaya yetmediği bu mesafe günceldir ve dolayısıyla cumhuriyet mücadelesi bugün canlıdır. Buna rağmen temel unsurları ve nitelikleri üzerinde asgari düzeyde uzlaşmanın bulunduğu bir cumhuriyetçilik ideolojisinin varlığından bahsedemiyoruz.
Doğuştan gelen ve dinî temele dayandırılan ayrıcalıkları ortadan kaldıran türden bir vatandaşlık tanımının beraberinde getirdiği ve hukuk devleti ilkesine dek uzanan kazanımlar bütünü olma yönüyle sınırlı bir çerçeve bile, mevcut durumda cumhuriyetin devlet sıfatı olarak “enflasyona uğrayarak anlamsızlaşmış” olmasını engelleyememiştir. Nihayetinde ise cumhuriyet tasavvurumuz, “bir devlet biçimine indirgenmiş model etrafında” şekillenerek “dünyayı kaplayan birbirinden farklı çok sayıda (reel) cumhuriyeti” aynı kefeye koymakla sonuçlanmıştır. En azından hukuk normlarıyla sınırlı olacak şekildeki vatandaşlık anlayışına sıkıştırılmış bir cumhuriyet tarifinin üzerinde mutabakata varılmasının, neyin/nerenin cumhuriyet olduğunu saptayacak bir işlevi beraberinde getirebiliyor olması beklenirdi. Bunun yerine baskın çıkan eğilim, cumhuriyetin ve cumhuriyetçiliğin kendi başına bırakılması olagelmiştir. Perez Zagorin, bu tablonun sebebini açıklamak üzere, cumhuriyetçiliğin bir doktrin veya bir amaç olarak antik çağlardan bugüne siyaset felsefesi kapsamında önemli bir yerinin olmasına rağmen on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda bir gerileme yaşayarak liberal, demokratik veya sosyalist fikirlerin içinde adeta kaybolduğunu ifade etmektedir. Sosyalist fikirler ile cumhuriyetçilik arasındaki ilişki ilerleyen başlıklarda ayrıca ele alınacaktır. Bununla birlikte cumhuriyetçiliğin birtakım fikirlerin içerisinde kaybolmasının izini, cumhuriyetçi ilkelerle karşıtlık içerisinde bulunduğunu iddia edebileceğimiz bir ideolojik müdahale üzerinden sürmek çok daha makul görünmektedir.
Liberalizmin kolektiviteye alan tanımaksızın bireyciliğe hapsettiği özgürlük anlayışı uyarınca kamusal mutluluk “siyasetçilerin insafına terk edilmiş” bir nitelik arz eder ve o ünlü piyasa mantığının dikte ettiği ekonomik-rasyonel kararlara ancak cumhuriyetçi ilkelerden kopmak suretiyle varlık kazandırılabilir. Dolayısıyla cumhuriyet dendiğinde kamuya, halka, topluma yapılan vurgu göz ardı edilmediği müddetçe liberalizm ile cumhuriyetçilik arasında çözümü olmayan çatışmaların bulunduğu yadsınamayacaktır. Ne var ki liberal fikirler ile cumhuriyet arasındaki gerilimin liberalizm-cumhuriyetçilik çatışması adı altında gerçekleştiği zengin bir tarihsel birikimden bahsedemiyoruz. Hâliyle cumhuriyetçiliğin liberal fikirler içerisinde kaybolması teşhisinin üzerine gidilecekse, ilgili çatışmalı boyutun farklı bir biçimde somutlaştığını varsaymak gerekecektir. İşte böyle değerlendirildiği zaman demokrasi, ya cumhuriyetle karıştırılan ya cumhuriyetin ayrılmaz parçası addedilen ya cumhuriyetin eksik parçası bellenen ya da cumhuriyetin karşısına konan bir unsur olması dolayısıyla bir belirsizlik alanının doğmasını beraberinde getirmiştir ve bu alan, liberalizm ile cumhuriyetçilik arasındaki çatışma potansiyelinin bir görünümüne de denk düşecek bir niteliğe sahip olmuştur. Bu nedenle cumhuriyetçi fikirlerin etkisizleşmesi veya varlık kazanamamasından bahsedebilmek için demokrasi adına yürütülen mücadelelerin ne şekilde cumhuriyetçi ilkelerin karşısına konduğuna veya bu ilkelerle karıştırıldığına bakmakta fayda vardır. O nedenle bu yazıda cumhuriyetçi ideolojinin tartışılacağı çerçeve, konuya Türkiye özelinde yaklaştığımızda, Cumhuriyet Devrimi eleştirilerinin genel bir görünümünü sunmak suretiyle değil, demokrasiyi cumhuriyetin karşısında konumlandıran bir ideolojik müdahalenin eleştirisi uyarınca devşirilecektir.
Cumhuriyet, demokrasi ve sol Liberalizm
Türkiye’deki cumhuriyet tartışmalarının etkili bir cephesi, “‘cumhuriyetimizin’ demokrasi noksanı olduğu” yönündeki tespit etrafında şekillenmiştir. Cumhuriyetin bir eksiği olarak demokrasiye yüklenen anlam, cumhuriyet rejimini tesis eden iradenin içerisinde halkı barındırmadığı ve dolayısıyla ancak sivil-askeri bürokrasinin marifetinden bahsedilebileceği şeklindeki tarih okumasına dayanır. Bu okuma, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesinin bir gerekçesi olarak da öne sürülmeye çalışılabildiği üzere bir tür modernleşme eleştirisi üzerinden inşâ edilmiştir. Tanzimat’tan beridir değişim talebinin halktan yükselmeyip de asker-sivil bürokratlar eliyle yürütülerek halka dayatıldığı biçimindeki anlatı, Cumhuriyet’in halksızlığının kanıtı olarak kullanılmıştır. Bu tarih okumasının sonucunda ise siyasal mücadele hattı, Türkiye’nin temel sorunlarının halk katılımının artırılmasıyla çözülebileceğini vaaz eden demokratikleşme projeleri biçiminde somutlaşmıştır.
Fatih Yaşlı, “Osmanlı-Türkiye tarihini devlet-toplum, merkez çevre, elitler-halk ikiliği üzerinden okuyan ve sınıfsızlığın üzerinde yükselen bu bakış açısı”nın akademik hayatımızda ve düşünce dünyamızda 1980’lerden beri hegemonik hâle geldiğini belirterek İletişim Yayınları’nın, Toplum ve Bilim’in, Birikim’in, Yeni Gündem’in bu noktadaki önemli işlevine vurgu yapar. Sahiden de cumhuriyet eleştirisinin en güçlüsü değil ama kimi gerekçelerle en etkilisi sol liberal cenahtan yükselmiştir. Öyle ki esas itibariyle sol liberalizm eleştirisi olduğunu zannedeceğimiz türden bir müdahale, sol liberalizm kavramını unutturma yoluna baş koymuşçasına tuhaf bir şekilde “post-kemalizm” adı altında ve Birikim’de yayımlanan bir makalenin sonradan İletişim Yayınları’ndan çıkan kolektif yazarlı bir kitaba dönüşmesi suretiyle gerçekleştirilmiş, akademik hayat ve düşünce dünyası bu sefer de bununla meşgul olmak durumunda kalmıştır. İlker Aytürk, bahsi geçen makalesinde post-kemalist tutumu “Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarına ve vesayet meselesine konmuş yanlış bir teşhis” olarak değerlendirerek şunları ifade etmektedir:
“Post-Kemalist zaviyeden bakacak olursak, Türkiye 90 yıldır demokratikleşemiyor, demokratikleşmek istediğimiz anlarda önümüz hep asker ve sivil bürokrasi tarafından, meşhur deyişle Kemalist elit tarafından kesiliyor. Demokrasimizin yeniçeri adımlarıyla, iki ileri bir geri saydığı doğrudur. Bu yerinde sayışı sadece Kemalizme ve Kemalistlere atfeden teşhis ise yanlıştır.”
Üstelik Aytürk’e göre AKP iktidarının kurulmasında da post-kemalizm büyük rol oynamış, 2002’den beri muhalefet olmaktan çıkıp bir iktidar paradigmasına dönüşmüştür: “Bu yıldan itibarendir ki, AKP hükümetlerinin Kemalist devlet kurumlarına karşı başlattıkları mücadelenin parçası olarak, devlet televizyonu ile hükümetin kontrol ettiği basın organları kapılarını post-Kemalistlere açtı”. Türkiye tarihi incelemelerinde kullanılan merkez-çevre yaklaşımının mucidi olan Şerif Mardin, Kemalist modernleşmeye tepeden inmeci ve jakoben yakıştırmasını yapıştıran Mete Tunçay ve burka giymeyi özgürlük olarak sunarken Cumhuriyet’in kadınlar için zannedildiği gibi bir kazanım olmadığını vaaz eden Nilüfer Göle başta olmak üzere liberal ve/veya sol liberal çerçeve içerisinde anılagelen bir dizi ismi bir anda post-kemalist ilân eden bu müdahalede post-kemalistlerin liberallerden veya sol liberallerden ayrılan yönlerine; kimin ne sebeple post-kemalist, kimin ne sebeple liberal veya sol liberal olduğu açıklamalarına rastlamak mümkün değildir. Tutarlı ve bütünlüklü bir sol liberalizm eleştirisi nihayetinde sınıfsal bir bakış açısını içerisinde barındırmak durumunda kalacağından dolayıdır ki bu eleştirinin hiç olmadı başka bir ad altında dolaşıma sokulması aslında şaşırtıcı değildir. Sol liberaller demokratikleşme uğruna AKP’ye de kredi açmışlar, bugünün “Fetö”sü zamanın “F-tipi” yapılanması/cemaati ile ittifak da kurmuşlardır. Üstüne üstlük hiç değilse bile Gezi’den bu yana dozu gittikçe artan otoriterleşmenin hukuk devletinin varlığına rahmet okutacak düzeylere ulaştığına itiraz etmek iyice zorlaşınca, sol liberaller akademik dünyadaki ve fikir hayatındaki hegemonik konumlarını yitirme tehlikesiyle baş başa kalmışlardır. Hâl böyle olunca sol liberalizm eleştirisi, sol liberal olmayanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseleye dönüşmüştür: Post-kemalizm kavramsallaştırması, ters yönden esen rüzgarlara yenik düşmemek için manevra kabiliyetini artırmak uğruna fazla yükten arınma çabasıdır.
Post-post-kemalizm el çabukluğundan sonra vuku bulan bir dizi günah çıkartma hamlesi ise hayır, bir yere gitmiyoruz, bizi aşağı atamazsınız tutumu olarak okunabilir. Murat Belge, Tayyip Erdoğan ve çevresindense Atatürk’e daha yakın olduğunu; Hasan Cemal, Recep Tayyip Erdoğan’ın Atatürk’ten ve Cumhuriyet’ten intikam almasına izin vermeyeceğini; Nuray Mert, Atatürkçülüğün en başarılı sivil toplum hareketi olduğunu; Nilüfer Göle, her zamanki gibi kanaatini objektif gözlemci olarak teşhisini belirtiyormuşçasına bir üslupla, kemalizm eleştirisinin yirmi yıl öncesinde kaldığını, bugün Atatürkçülüğün yeniden keşfedilmekte olduğunu belirtti.
'Kemalizm ileriye götürmez, Kemalizmden geriye düşülmemelidir'
Yukarıda bahsi geçen kişiler ve kendilerinin irili ufaklı türevleri aslında uzunca bir süredir karşı-devrimci cephede değerlendirilmektedir ve bu durum, post-kemalizm kavramsallaştırması ile gözlerden kaçırılmaya çalışan hususlardan bir diğerine işaret etmektedir. Çünkü karşı-devrim ideolojik planda kemalizmin, akıl planında laisizmin, düzen olarak ise cumhuriyetin hedef alınmasına karşılık gelmekte olup 2002’den itibaren deneyimlenen sürecin bu çerçevede değerlendirilmesi, Kemalizm ileriye götürmez; ancak Kemalizmden de geriye düşülmemelidir formülasyonunun dikte etmiş olduğu sosyalist perspektifte anlam ifade etmektedir. Bu durum cumhuriyet eleştirisinin de cumhuriyet eleştirisinin eleştirisinin de ancak ve ancak sınıfsal bir bakışla tutarlı ve bütünlüklü bir şekilde yürütülebilecek olmasının doğrudan sonucudur.
Kemalizm ileriye götürmez; ancak Kemalizmden de geriye düşülmemelidir çerçevesi, bir yönüyle ideolojik kodlaması gerçekleşmemiş bulunan cumhuriyet fikrinin Türkiye’deki tarihselliğinin bir görünümü iken diğer yönüyle cumhuriyetin değer ve kazanımlarına ilişkin olarak gerçekleştirilen tartışmalardaki konumlanışa karşılık gelmektedir. Nitekim Yalçın Küçük, cumhuriyetçiliğin Türkiye’deki nüvesi olarak değerlendirebileceğimiz şekilde, bir düşünce akımı veya ideoloji olarak kemalizmin kendi kuşağının ürünü olduğunu belirtirken öte yandan 2002’den itibaren yaşanan süreci “Türkiye’yi Tanzimat öncesine çekmek” amacıyla özetleyerek karşı-devrim süreci olarak ilân etmiştir. Farklı ideolojik tutumları içerisinde barındıran karşı-devrimci perspektifte Cumhuriyet ya devrim olarak kabul edilmez ya da Cumhuriyet Devrimi’nin halktan kopukluğu teşhisi üzerinden bir eleştiri güzergâhı takip edilir. Hangi ideolojik saiklerle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, Cumhuriyet Devrimi’nin ve takip eden dönemin sınıfsal eleştirisine denk düşmeyip de kemalizmden geriye gidişi imleyen anlatıda şu üç nitelik öne çıkar: Olduğu şekliyle olumlanarak veri kabul edilen bir halk anlayışı, değişimin sözde-kendiliğinden/doğal seyri içerisinde gerçekleşmesi haricinde dışlandığı bir devrim anlayışı ve nihayet halksızlığı-devrimliliği dolayısıyla lanetlenen bir devlet anlayışı. Bu nitelikler ortalama bir sol liberalin zihin dünyasını özetlemeye yetmektedir.
Bahsi geçen formülasyonun diğer unsuru, kemalizmin ilerisinin ne olduğudur. Bilindiği üzere bu yaklaşımında Kemalizmin ilerisi, sosyalizmdir. Ne var ki esasen sosyalizm ile cumhuriyet mücadelesi arasındaki ilişki, basit bir öncelik-sonralık çerçevesine işaret etmediği gibi cumhuriyet sosyalizm ile taçlansa ne iyi olur türünden bir niyetin ürünü olmaktan ibaret değildir. Herhangi bir cumhuriyet devriminin iç tutarlılığını sağlayacak ve dolayısıyla esas anlamına ulaşmasını sağlayacak olan, sosyalizmden başka bir şey değildir – sınıfsal boyutu hesaba katılmamış bir eşit yurttaşlık her hâlükârda eksik olacak, halk iktidarını çoğaltma ufku havada kalacaktır. İşte tam da bu nedenle her nerede cumhuriyet kazanımları noktasında bir gerileme yaşanıyorsa, bunun sebebinin cumhuriyetin korunamaması değil, sosyalizmin ilerletilememesi olduğunu tespit edebilmek hayati önem taşımaktadır. Buradan hareketle cumhuriyetin ilerletilmesi hedefine, Türkiye’de cumhuriyet deneyiminde neyin kazanım olarak değerlendirilebileceği hususu etrafında bir tartışma örülerek odaklanılabilir.
Cumhuriyet’in gündelik hayat tasavvuru
Cumhuriyet rejiminin tesisi, ırsî ve uhrevî ayrıcalıklara son verme yönüyle pek tabiî Cumhuriyet Devrimi adını hak etmiştir, etmektedir. Ve fakat salt yönetici değişikliği ve kurumsal altüst oluş, devrim çerçevesini doldurmaya yetmemekte, devrim, yeni bir gündelik hayata varlık kazandıracak kadar ilerletilebilmiş olmalıdır. Cumhuriyet’in yeni gündelik hayat tasavvuru ise bilindiği üzere tabana yayılmış, seküler bir kamusallık anlayışını tesis etme üzerine kurulu olacak şekilde dizayn edilmişti. Boşuna değil, res publica hem “herkesin ve herkese eşit derecede açık (umumî ve alenî) olan şey” anlamına gelmesi ile cumhuriyetin Batı dillerindeki karşılığıdır hem de kamu, kamusal, kamusal alan, kamusal olan kavramlarına kaynaklık etmektedir.
Kamusallık için kendi içerisinde bir amaç olan bir konuşma ve rastlantısal-anonim karşılaşmalara imkân tanıyan bir gündelik hayat, iki önemli ölçüttür. Böylesine bir kamusallık çerçevesinin, bahsi geçen ayrıcalıklarla tanımlı monarşik bir yapıda varlık kazanmasının düşünülemeyeceği açıktır. İnsanların ait oldukları millet ile sabitlendiği çok-hukuklu yapı, ülkenin vatan olarak görülmesini engelleme amacına hizmet edecek şekilde, tebaayı tebaa olarak tutmanın formülüydü ve bu durum bahsi geçen kamusallık anlayışının yokluğunun bir diğer açıklaması olarak görülmelidir. Herkesin olan’ı (cumhuriyet, res publica) herkesin kılacak unsur, açıktır ki vatan fikri ve bu doğrultudaki aidiyettir. Bu durum ulus, ulus-devlet ve cumhuriyet kavramları arasındaki tarihsel bağ ile doğrudan ilişkili olup vatan, “özgür bir cumhuriyetten başka bir şey değildir”. Cumhuriyet bu çerçeve kapsamında insanların “yaşadığı alanda kendisini kendi evinde hissettiği rejim”e denk düşer. Osmanlı’nın şehir yapısı ve kırsal hayatının milletlerin ayrışması esasında ve mahremiyet ilkesi uyarınca tasarlanmış karakteri ise üzerinde yaşanan toprakların sahiplenilememesine, insanların yaşadığı toprakları kendi evi gibi görememelerine hizmet etmekteydi. Tüm bu nedenlerden dolayı saltanatın ilgasını keyfi bir diktatörlükle tamamlamak gibi bir amaç güdülmediği müddetçe, kurulacak olan idarenin gündelik hayat tasavvurunu kamusallığın inşâsı ile sağlamak, bir zorunluluktu.
Kamusal eğlence anlayışının, kültür-sanat faaliyetlerinin önemli bir yer tuttuğu boş zaman etkinliklerini tabana yayma niyeti, cumhuriyetin ancak rüşt ispatını gerçekleştirmiş yurttaşların omuzlarında taşınabileceği hususu ile birlikte değerlendirildiğinde gayet tutarlı görünmektedir. Gelgelelim yönetici değişikliği ve kurumsal dönüşüm yeni bir gündelik hayata varlık kazandırmayı ne kadar gerektiriyorsa, yeni bir gündelik hayat da o derece iktisadî dönüşümü gerektirmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, öngörülen gündelik hayat biçimi ve kamusallık anlayışı uğruna eski Ankara olarak tariflenen bölgede (bugünkü Ulus ve çevresi) açılan Altındağ Tiyatrosu’nun müdavimlerinin Yenişehirli (Kızılay) üst sınıf mensupları olması, şaşırtıcı değildir. İlgili dönemde hedeflendiği üzere bir amele mahallesi kurulamadığı gibi 1932 gibi erken bir tarihte gecekonduların ortaya çıkması, üstelik ikinci meclis binasının çok yakınında, engellenememiştir.
Bugün ise elimizde olan, köklerini Cumhuriyet Devrimi’nde bulduğumuz seküler hayat biçimini satın alma özgürlüğü değilse, nedir?
Antikomünist kıskaçta cumhuriyetçilik veya ümmet versus millet
Seküler hayat biçimini satın alma özgürlüğünü savunmaktan ibaret kalmış, dar çerçeveli ve çarpık bir cumhuriyetçi damara bile rastlanamıyor olması, bugün, Türkiye siyasetinin en temel açmazlarından birisidir. Cumhuriyetçi ilkeler terk edilmiştir ve bu durum, sosyalizmle mücadele etme projesinin doğrudan sonucu olarak kavranmak durumundadır.
“Şuna inanın ki hiçbir hükümet cumhuriyetçi ilkeleri terk etmeden sosyalizmle mücadele edemez.”
Cumhuriyetçi damarın varlığını baskılayan önemli bir unsur, ümmetçiliğin siyasal islâmcılara özgü bir değer olma çerçevesinden taşıp, milliyetçilere sirayet etmesi olmuştur. Bu açıdan Eylül 2023’te patlak veren “Biz Bir Milletiz” vakası son derece çarpıcıdır ve uzun da olsa bir parantezi hak etmektedir.
Trabzon’da bir Kuveytli’nin dövülmesi üzerine (belki biraz da telaşla) üretilen ve Gerçek Hayat isimli dergi bünyesinden dolaşıma sokulan “BİZ BİR MİLLETİZ” Türk gazetecilerden İslam alemine çağrı başlıklı video, Esra Elönü’nün “Türk milletinden yeryüzündeki bütün Müslümanlara selam olsun” cümlesiyle başlamaktadır. Siyasal İslâmcı, ümmetçi gazetecileri bir araya getiren ilgili içeriğin iki yerinde ise “Türklük iddiası” şeklinde bir ibare geçmektedir. Kemal Özer “Son günlerde Türk olduğunu iddia eden bazı şahıslar ırkçılık tohumlarını ekiyor” derken İsmail Halis’in “Türk olduğunu iddia ederek ırkçılık yapanların Türk milletinin değerleriyle uzaktan yakından alakası yok” cümlesini kurduğunu görmekteyiz.
Türk olma iddiası sahiden de ilginç bir kavramsal tercih. Çünkü sözgelimi “birtakım kendini bilmezler” de denebilirdi, “ırkçılar”, “islâm düşmanları” veyahut “hainler” vesaire biçiminde de konu kapatılabilirdi. Bunun yerine Türklüğün iddiaya bağlanması ve üstelik videodaki siyasal İslâmcıların eleştirdikleri birilerinin Türklük iddialarını kabul etmemeleri son derece önemli.
Türklüğün iddiaya bağlanması, Türk kimliğine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bağıyla erişilebileceğini dahi reddetmek anlamına gelmektedir. Dahası, böylesine bir tutum, ümmetçilerin Türk kimliğini işportada satma salahiyetini ele geçirmiş olma iddiasında olduklarını da göstermektedir. Meşruiyet zeminlerinin ne olduğunu, Turan Kışlakçı’nın aynı videodaki şu ifadesinden çıkarsamak mümkün: “İman edenler bir bedendir ve bu bedeni bölmek istiyorlar.”
İman edenler bir beden olduğu içindir ki Türklük, bu bedeni oluşturanlarca onaylanabilecek ve/veya dağıtılabilecek bir ehliyete indirgenmiştir. Nitekim aynı videoda Yusuf Alabarda, “Biz hep birlikte tek bir halkız, Türküz, Kürtüz, Arapız, Gürcüyüz ve diğerleriyiz, hepimiz aynı milletin parçalarıyız” diyerek millet ile müslümanlığı eşitlemiştir. Burada Osmanlı’daki millet sistemine, yani dinî grupların çeşitli milletleri oluşturduğu düzendeki “millet”e atıf yapıldığı gayet açık.
Trabzon’da Kuveytli turistin dövülmesi, ümmetin zarara uğraması olarak değerlendirilmiş olacak ki siyasal islâmcı gazeteciler bir araya gelerek “biz aslında iyi çocuklarız” gibi bir tavırla Kuveyt’i (dolayısıyla Körfez sermayesini) yatıştırmak üzere kolları sıvamışlar. Yani birileri ümmete zarar verdikleri, ümmetin davasına hizmet etmedikleri için, millet’in dışına atılmıştır.
Öyle ki bu uğurda ümmet milletin yerine geçirilmiş, Baki Yaya’nın “Biz Müslümanlar ezelden ebede dek kardeşiz ve öyle kalacağız” cümlesini takiben Ahmet Yusuf ve Nidal Siyam birbirinin ardı sıra “Biz tek bir milletiz” diyerek vatandaşlık tanımının da yurttaşlık anlayışının da bir çırpıda çöpe atılması söz konusu olabilmiştir.
Milletin yerine bu kadar kolay, alenî ve çekinmeksizin ümmetin konabilmesi, bugün, 2024 yılında değil de Millî Mücadele döneminde olduğumuzun açık göstergesidir.
Ortalama bir Türk milliyetçisinin milletini savunamayacak derecede antikomünist gardiyanlık rolüne kendisini kaptırmış olmasını mümkün kılan husus, dinin birliği kuvvetlendireceği sanrısına işaret eden ümmetçi ayartı olmuştur. Bu durum, sol liberalizm nezdinde demokratikleşme uğruna muhafazakârlarla ittifak adı altında siyasal İslamcılığın palazlanmasına zemin sağlanması ile beraber değerlendirildiğinde, nasıl bir “voltran” oluşturulmuş olduğu çok daha iyi anlaşılmaktadır.
Türk milliyetçiliğinin solu ezmek adına devreye sokulmuş olması, maalesef, anti-Türk milliyetçi tutumu solcu kılmaya yetmemektedir. Cumhuriyetçilik ise bugün, hiç olmadığı ölçüde ideolojik turnusol kağıdı işlevi görme potansiyeline sahip bir çerçeveye ulaşmış bulunmaktadır.
Milliyetçi-islâmcı ittifakının kendisini yasladığı tarihsel miras, toplumdaki islâmî değerleri köpürtüp solun kökleşmekte olduğu toprakları kurutma esasına dayalı bir operasyondan fazlası değildir. Her ne kadar zamanında Alparslan Türkeş rotayı Türk-İslâm sentezine kırmış, “komünist tehlike”ye karşı milliyetçilik ile müslümanlık biraraya getirilmiş ve 12 Eylül despotizmince toplumun islamizasyonu hedeflenmişse de bunların hiçbirisi bir Türk milliyetçisi ile bir siyasal İslâmcının mutlu beraberliğini tanımı gereği muştulamamaktadır. Söz konusu iki cenahın sosyalist mücadeleyi engellemek adına birleştiğine/birleştirildiğine yönelik hafıza ve bilinçte sunî Türk-İslâm sentezi doğal addedildikçe ise cumhuriyet mücadelesinin imkânı, daralmaktadır.
Cumhuriyetin ulus-devlet formuyla olan tarihsel bağını gerekçe gösterip sosyalizmin enternasyonalist karakterini cumhuriyet ideolojisinden uzaklaşmanın meşruiyet zemini olarak devreye sokmaya meyyal bir damarın var olduğu bilinciyle sol liberal anti-cumhuriyetçi müdahaleyi tam anlamıyla geriletmek, sosyalist mücadelenin öncelikleri arasında değerlendirilmelidir. Cumhuriyet eleştirisini ulus-devlet nezdinde yürütenlerin enternasyonalizmle kurdukları sözde bağ, kimlik ve aidiyetlerin temsiliyeti perspektifinden ibarettir ve demokratlık, mücadele etmemek olduğu kadar mücadele ettirmemektir de. Dolayısıyla sermaye düşmanlığı ile demokrat avcılığı birbirinden ayrılamaz – aynı saftadırlar.
Cumhuriyetçi olmayan bir sosyalistin dikkate alınmayı dahi hak etmediği, artık güçlü bir şekilde vurgulanmalıdır.
Bir koçbaşı: Cumhuriyetçilik
Sosyalist mücadelenin güncel durumu, bir başarısızlıktan önce ve daha ziyade bir muhatapsızlık hâli olarak kavranabilir. Şöyle ki, sosyalizm uğruna yürütülen toplumsal ve siyasal mücadelenin karşısında bugün katmanlı ve/veya dolaylı yapısı ile tanımlı engeller bulunmaktadır. Antikomünist reaksiyonerlik olarak ifade edebileceğimiz engellerin varlığı, zaten mücadelenin gerekliliğine işaret ediyorsa da bahsi geçen katmanlı ve/veya dolaylı yapı, temas edebilme noktasında zorlayıcı bir karakter taşımaktadır. Vaziyet şöyle özetlenebilir:
- Büyük sermaye grupları nasıl ki bugünün en namlı çevrecileriymişçesine bir yeşil göz boyamaya imza atabiliyorlarsa, benzer bir durumun sosyalist değerlerin başına da gelmekte olduğunu görmemiz gerekmektedir. Hâkim ideoloji, sosyalist değerleri karikatürize etme noktasında her geçen gün mevzi kazanmaktadır.
- Bilinç sorunu bugün yalnızca işçi sınıfını ilgilendirmemektedir – liberal olduğunu, kapitalizmi desteklediğini bilen ve kabul edenler, pek azdır.
- Patronuna acıyacak derecede yabancılaşmış bir işçiye bilinç götürmek, bir şekilde yırtma/zenginleşme biçimindeki Amerikan rüyasına son vermeye koşut hâle gelmiş durumdadır – güç kazanmadan kültürel hegemonyayı geriletmenin ne denli zor olduğunu biliyoruz. On yılların manipülatif propagandasını salt antipropaganda ile etkisizleştirmenin imkânları, her geçen gün boğulmaktadır.
Antikomünist propagandanın dikte ettiği hayat kavrayışının etkinlik düzeyi, salt sosyalist mücadele ile antikomünist damara temas etmenin olanaklarını her geçen gün daraltmaktadır. İlk yıkıcı temasın cumhuriyetçilikle sağlanabileceği önermesi, böylelikle anlam kazanmaktadır. Cumhuriyetçi olmayan bir sosyalist, kesin olarak dikkate alınamayacaksa da sosyalist olmayan cumhuriyetçilere yönelik olarak, cumhuriyetçi cephe oluşana ve toplumsallık kazanana dek ev sahibi olmaktan devşirilen vakarın belirleyici olabileceği, liberal kimlikçiliğin vatansız ümmetçilerle bilerek-bilmeyerek/isteyerek-istemeyerek kurduğu mutualist birliktelikten doğan saldırının cumhuriyetçi cepheyi imkânsızlaştırmasına izin vermemenin hayati önemi haiz olduğu üzerinde düşünülmelidir. Bir sol liberalin bir sağ liberalden belki de tek farkı anti-milliyetçiliği olup ümmetçi ayartıdan arındırılarak eşit yurttaşlık prensibine yaklaştırılan bir milliyetçinin bu çerçevede cepheye sunacağı katkıyı önemsememe lüksü, görüldüğü üzere, kalmamıştır.
Çünkü saldırı, Kuruluş’adır.
Cumhuriyet Kuruluş, Kuruluş ise Kurtuluş’tur.
Saldırı, yerinde karşılanmak durumundadır.
İlke Dündar / GELENEK