2 Şubat 2024 Cuma

Enerjide emperyalist talana AKP’den adım adım hazırlık - Nisa Sude DEMİREL- Uğur ZENGİN / EVRENSEL

 

Kolaj: Evrensel Fotoğraflar:  DHA & Sakin Yıldıran

Geniş bir coğrafya maden kaynakları için ‘süper bölge’ ilan edilecek olan plan Türkiye’yi de kapsıyor. Toprakları, orman ve suları talana açacak plan için AKP’nin yasal hazırlığı da Mecliste.

Uluslararası sermaye, üretimde artan ham madde ihtiyacına karşı harekete geçti. Uluslararası sermaye, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bölgede değerli maden üreterek Çin ile rekabet etmeyi hedeflerken, AKP iktidarı enerji ve maden kaynaklarına ilişkin art arda düzenleme gerçekleştirdi.

AKP iktidarı 51 ilde 195 bin 222 futbol sahası büyüklüğünde maden alanını ihale etti. Resmi Gazete’de 13 Aralık 2023’te yayımlanan Cumhurbaşkanı kararıyla Antalya, Balıkesir, İstanbul, İzmir, Kütahya, Manisa, Muğla, Mersin, Sivas, Trabzon ve Yozgat olmak üzere 11 ilde toplam 1 milyon 41 bin 980 metrekarelik alan orman sınırı dışına çıkarıldı.

İktidar eliyle TBMM’ye getirilen 15 maddelik kanun teklifi ile Maden Kanunu, Kıyı Kanunu, Doğal gaz Piyasası Kanunu, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun, Enerji Verimliliği Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu ve Nükleer Düzenleme Kanunu hedef alındı.

Torba yasada yer alan düzenleme ile tarım arazileri, ormanlar, meralar, zeytinlikler gibi birçok alanın maden rezervi olarak tespit edilerek ruhsatlandırılması kolaylaştırılacak.

Nükleer Düzenleme Kanunu’nda yapılacak değişiklikle, taşıyıcı kişi sorumlu olabilecek. Tesisi işleten kişi nükleer maddelerin taşınmasına ilişkin sigorta yaptırma veya teminat gösterme yükümlülüğünü taşıyıcıya devredebilecek. Yükümlülüğü devralan taşıyıcı, işleten olarak sorumlu olacak. Böylece nükleer nedeniyle oluşabilecek felakette sorumluluk, ‘taşere’ edilecek.

Yenilenebilir enerji yatırımlar ve üretim alımlarında Türk lirası değil, yeniden ABD doları kullanılacak.

ENERJİDE EMPERYALİST PLAN

Britanya sermayeli enerji, kimya, yenilenebilir enerji, metal ve madencilik endüstrilerine veri sağlayan küresel araştırma ve danışmanlık kuruluşu Wood Mackenzie (WoodMac), metal ve madencilik için ‘süper bölge’ önerdi. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ‘süper bölge’ projesi ‘Afrika, Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’yı kapsıyor.

Wood Mackenzie, sermayenin artan enerji ihtiyaçlarına yanıt olabilecek yeni maden kaynaklarını gözüne kestirdi. Britanya sermayesi tarafından hazırlanan rapora göre maden ve değerli metal üretimi için ‘süper bölge’ oluşturulması planlanıyor. Afrika, Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’dan oluşan süper bölgede Türkiye de yer alıyor.

Rapora göre 2.5 santigrat derecelik küresel ısınma senaryosunda elektrikli binek araçları, fotovoltaik (PV) sistemler ve rüzgar türbinlerinin satışlarının 2030 yılına kadar yüzde 164, yüzde 171 ve yüzde 132 oranında artması bekleniyor. Bu teknolojilerin mevcut ve tahmini satışları, bazı ham maddeler için benzeri görülmemiş bir talep yaratıyor.

Örneğin ortalama bir elektrikli araç, içten yanmalı motorlu (ICE) bir araca göre altı kat daha fazla mineral gerektirirken, rüzgar enerjisi, gazla çalışan bir tesise göre otuz kat daha fazla bakır yoğun olabilir. Genel olarak kobalt, lityum ve nikel gibi minerallere olan talebin 2040 yılına kadar sırasıyla yüzde 60, 300 ve yüzde 90 oranında artacağı öngörülüyor.

“Dünyanın dört bir yanındaki hükümetler ve piyasalar, artan maden talebini karşılamak için yavaş yavaş harekete geçmeye başlıyor” denilen raporda, “Şirketler ayrıca enerji dönüşümüyle bağlantılı maden arama ve operasyonlarını da hızlandırıyor” ifadeleri kullanılırken şu örneğe yer verildi: “Temel durum 2.5°C senaryomuzda, 2030 yılına kadar teorik talep ile lityum ve neodimyum gibi minerallerin taahhüt edilen arzı arasında yüzde 10’dan fazla bir fark olacağını tahmin ediyoruz. 1.5°C’lik bir patikayı tutturmak, çoğu geçiş mineralinde daha da ciddi eksikliklere yol açacaktır. 1.5°C hedefi kapsamında, 2030 yılına kadar taahhüt edilen kobalt, lityum ve grafit arzının talebin yüzde 70’inden azını karşılayacağı öngörülüyor. Wood Mackenzie, arz talep açığını kapatmak ve küresel sıcaklık artışlarını sanayi öncesi seviyelerin 1.5°C üzerinde sınırlamak için 2030 yılına kadar kritik minerallerin madenciliği, rafine edilmesi ve eritilmesi için yaklaşık 400 milyar ABD doları tutarında CAPEX’e ihtiyaç duyulacağını tahmin ediyor.”


                                                 Veriler: Mackenzie Grafikler: Evrensel


YENİ TEKNOLOJİLER, YENİ MADENLER İSTİYOR

Raporda gelişen teknolojiye bağlı olarak, üretimin ihtiyaçlarının da zaman içinde değiştiği vurgusu yapıldı. Raporda şu gerekçelere yer verildi:

Metal ve madencilik sektörünün daha sorunsuz ve daha hızlı bir enerji geçişini kısıtlamak yerine mümkün kılabilmesini sağlamak için daha fazla üretime yönelik arz ve yatırım gerekiyor. Madencilik projeleri için uzun teslim süreleri, yatırımın derhal artması gerektiği anlamına geliyor.

Pek çok temiz enerji teknolojisinin uygulamaya konması yıllar alacağından ve sonunda geri dönüşüm akışına gireceğinden, kullanım ömrü sonundaki ham maddelerin maden tedariki üzerinde yalnızca 2030’ların ortalarında büyük bir etkisi olacak.

AVRUPA SERMAYESİ ÇİN İLE REKABET EDİYOR

Raporda, ham madde üretiminde Çin egemenliğine dikkat çekilirken, Çin ile rekabetin asıl unsur olduğu kaydedildi: “Çin’in maden rafinajı ve teknoloji üretimindeki hakimiyeti belirgindir. Örneğin, lityum iyon pil tedarik zincirinde Çin, küresel kobalt, lityum, nikel ve sentetik grafit rafine etme kapasitesinin sırasıyla yüzde 74, 67, 84 ve 52’sini ve küresel kapasitenin yüzde 80, 74 ve 79’unu kontrol ediyor. Devasa ekonomik fırsatların yanı sıra bu dinamikler, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Avustralya ve Kanada dahil olmak üzere Batılı ulusları yatırım çekmek, üretimi teşvik etmek ve tedarik zincirlerinin stratejik aşamalarını yakalamak için çok çeşitli politikalar uygulamaya yöneltti. Doğu Asya’da, doğal kaynak sıkıntısı çeken iki ülke olan Japonya ve Güney Kore, onlarca yıl önce minerallerin stratejik önemini fark etti ve alt üretim için yem sağlamak amacıyla yabancı madencilik varlıklarına yatırım yaptı. Güney Amerika ülkeleri de, son dönemdeki milliyetçi politika dalgasıyla madenlerden daha fazla değer elde etmeye çalışıyor. Bu arada, birçok maden tedarik zincirinin ana üreticisi olan Çin, maden tedarik zincirlerinin tüm aşamalarına yoğun yatırımlar yaparak rakiplerinden bir adım önde olmayı hedefliyor. Bu girişimlere rağmen, orta aşama işlemeye yönelik politika odağı büyük ilerlemeler sağlamakta başarısız olurken, tedarik zincirlerinin üst aşamadaki temel zorluklar büyük ölçüde ele alınmadan kalıyor. Örneğin bakır piyasasında, temel arz ile on yıllık süre için öngörülen talep arasında beş milyon tonluk zımni bir boşluk var. Bu arada projelerin taahhüt edilme hızı yavaşlıyor ve ima edilen arz açığını doldurmak için gereken yıllık 700 kt’un altına düşüyor. Maden fizibilite, inşaat ve üretime başlama sürelerinin 15 yıldan fazla sürmesi nedeniyle arz, talebi karşılayacak yolda değil.”

AB VE ABD SERMAYESİNİN ÇÖZÜMÜ: SÜPER BÖLGE

AB ve ABD sermayesi, Çin’e karşı ‘süper bölge’nin doğal kaynaklarını, mali ve insan sermayesini kullanmak istiyor. Süper bölge, kobalt, doğal grafit ve manganez gibi stratejik minerallerin sırasıyla yüzde 79, yüzde 53 ve yüzde 44’ünü barındırıyor.

Wood Mackenzie, süper bölgenin 2050 yılına kadar küresel elektrikli araç satışlarının yüzde 24’ünü oluşturacağını, dünya devlet varlık fonlarındaki sermayenin yaklaşık yüzde 42’sini elinde tutacağını ve 2050’lerin ortalarında küresel nüfusun yüzde 56’sını oluşturacağını tahmin ediyor.

Türkiye'de ocak ayında 212 yeni maden sahası açıldı.

TORBA YASA PATRONLARIN ÖNÜNÜ AÇIYOR

AKP milletvekilleri imzasıyla enerji piyasasına ilişkin 15 maddelik bir torba yasa Meclise sunuldu. Yedi ayrı kanunda değişiklik öngören yeni torba kanun maden, doğal gaz, yenilenebilir enerji sektörü için pek çok avantaj sağlıyor. Sunulan torba kanun teklifinin kabul edildiği durumda;

Yerli üretim ve farklı kaynaklardan ithal edilen doğal gaz, Türkiye’de sıvılaştırılarak dünya piyasalarına LNG olarak pazarlanabilecek. Mevcut depolama tesisleri düzenlemenin sisteme erişime ilişkin hükümlerinden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının görüşü alınarak kurul kararı ile belirli süre muaf tutulabilecek. Sıvılaştırma tesislerinde yürütülecek faaliyetlere ilişkin usul ve esaslar Bakanlık görüşü alınarak kurul tarafından belirlenecek.

Göller üzerine santral: Kıyı Kanunu’nda yapılacak değişiklikle göller üzerinde de imar planı yapılmaksızın yenilenebilir enerji üretim santralleri kurulabilecek.

‘Verimlilik’ teşviki: Enerji verimliliğini artırmak amacıyla hazırlanan projeler, Bakanlık tarafından 15 milyon lirayı geçmemek kaydıyla bedellerinin en fazla yüzde 30’u kadar desteklenecek.

Maden işletmek için rapor gerekmeyecek: Maden Kanunu’nda değişiklik yapılarak Ulusal Maden Kaynak ve Rezerv Raporlama Komisyonu (UMREK) koduna göre raporlama zorunluluğu sadece IV. grup maden işletme ruhsatları açısından devam edecek. Diğer maden grupları açısından bu zorunluluk kaldırılacak. UMREK koduna göre rapor hazırlama şartı aranmaksızın MTA tarafından hazırlanan raporlar ile buluculuk hakkı kazanılacak.

Şirketlere birden çok kaynak izni, lisanssız da üretim yapılabilecek: Hidrolik kaynaklara dayalı ön lisans veya üretim lisansı sahibi tüzel kişiler tarafından yenilenebilir enerji kaynağına dayalı birden çok kaynaklı üretim tesisi kurulması mümkün olacak. Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü veya Genel Müdürlüğün izniyle yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı lisanssız elektrik üretim tesisi kurulabilecek.

Enerji alımında dövize dönüş: YEKA yarışmalarına ilişkin usul ve esaslar, ilgili yarışma şartnamesinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından belirlenecek. Yarışma sonucunda oluşan fiyat ve/veya bedel, yarışma şartnamesinde belirlenecek süre boyunca YEK Destekleme Mekanizması kapsamında değerlendirilecek.

Lisansı dolan tesisler farkı ödeyerek lisans alabilecek: 10 yıllık süresini bitiren lisanssız üretim faaliyeti kapsamındaki tesisler, lisans alma bedeli ile lisans süresi boyunca elektrik piyasasında oluşan saatlik piyasa takas fiyatını, tesis tipi bazında uygulanan güncel YEK Destekleme Mekanizması fiyatından fazla olması halinde aradaki fiyat farkının YEK Destekleme Mekanizmasına katkı bedeli olarak ödeyerek lisanslı üretim faaliyetine geçebilecek. Lisanssız üretime devam edecek üretim tesislerinde üretilecek ihtiyaç fazlası elektrik enerjisi için, elektrik piyasasında oluşan piyasa takas fiyatını geçmemek üzere uygulanacak fiyat ve uygulamaya ilişkin usul ve esaslar cCumhurbaşkanı tarafından belirlenecek.

Afet bölgesinde elektrik kurulun belirleyeceği şartlarla sağlanacak: OHAL kararı alınan veya afet bölgesi olarak kabul edilen yerlerde, geçici süreli elektrik enerjisi talepleri kurul kararı ile belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde karşılanabilecek.

Kamulaştırmada ödenen bedel düşecek: Elektrik dağıtım tesisleri ve/veya nakil hatlarına ilişkin irtifak alanı, en düşük yaklaşım mesafesi, iletkenin salınım mesafesi ve direkler arası uzaklık dikkate alınarak ilgili mevzuata göre belirlenecek. Kamulaştırma bedelleri azaltılacak.

Nükleer sızıntıda tesisi işletenin sorumluluğu olmayacak: Nükleer Düzenleme Kanunu’nda yapılacak değişiklikle, taşıyıcı kişi sorumlu olabilecek. Tesisi işleten kişi nükleer maddelerin taşınmasına ilişkin sigorta yaptırma veya teminat gösterme yükümlülüğünü taşıyıcıya devredebilecek. Yükümlülüğü devralan taşıyıcı, işleten olarak sorumlu olacak.

"İKTİDAR TÜM KAYNAKLARA META GÖZÜYLE BAKIYOR"

İktidarın enerji politikalarının, ‘yenilenebilir’ kılıflı projelerinin ve Meclise sunulacak torba yasanın içerisindeki çeşitli maddelerin çevre üzerindeki tahribatını TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Evrensel’e anlattı:

Yenilenebilir enerji kaynak alanı ilan edilen alanlarda imar planı yapılmaksızın her türlü yenilenebilir enerji üretim santrali kurulmasının önü açılmaktadır. İmar planlarının ortadan kaldırılmasının sonucu, enerji santrallerinin etkileri sağlıklı bir biçimde değerlendirilmeden ve onay süreçlerinden geçmeden kurulması olacaktır.

Suların üzerine kurulacak güneş enerjisi santrallerinin sıcaklık değişikliği, oksijen geçişi, buharlaşma ve ışık geçirgenliği gibi parametrelerde olumsuz etkilerinden söz edebiliriz. Rüzgar enerjisi santrallerinin de kuş göç güzergahında olması durumunda kuş popülasyonuna etkileri, oluşacak titreşim ve manyetik alanın deniz ekosistemine etkileri göz önünde bulundurulmalıdır.

Özellikle son yıllarda iktidarın yatırım teşviklerini artırdığı termik santraller; yarattığı toprak, su ve hava kirliliğine neden olarak insan sağlığı üzerinde olumsuz etkilere yol açmakta ve erken ölümlere neden olmaktadır. İklim kriziyle mücadele etmek için fosil yakıtlardan çıkılması gerekirken iktidarın karbon salımını azaltma iddiasıyla nükleer santraller kurması hem ekosistem hem de tüm canlılar üzerinde geri dönüşü olmayan ve uzun vadeli etkilere yol açma riskini taşımaktadır.

Kamu yararından ziyade rant ve talan odaklı politikalarla orman alanlarına RES, derelere, akarsulara HES, tarım arazilerine JES ve GES projeleri; “yeşil enerji” ve “yenilenebilir enerji” gibi maskelerle süslenerek yaşamı yok etmektedir. Dahası, bu gibi projelerde biyolojik çeşitlilik, tarihi eserler ve kültürel mirasın göreceği zararlar da göz önünde bulundurulmamaktadır.

Burada asıl sorun iktidarın tüm doğal kaynaklara meta gözüyle bakması ve kâr süreçlerine dahil etmesi. Dün “çevreci” ilan edilen HES’ler ile yok edilen su ekosistemleri, bugün bambaşka projelerle ve teşviklerle yine sermayenin hedef tahtasına oturtulmakta. Dün termik santrallerin bacalarına filtre takılmasına karşı çıkanların bugün yenilenebilir enerjiden, yeşil dönüşümden bahsetmesi yaşam alanları ve iklim krizi için çözüm değil ancak yeni sorunlar doğuracaktır. Çünkü amaç iklim kriziyle mücadele değil, sermaye birikimi için yeni rant alanları doğurmaktır.

İnsanlığın yaşamını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu şey temiz enerjidir. Yenilenebilir enerji ancak bulunduğu bölgedeki biyolojik çeşitliliği göz önünde bulunduran, insanların yerinden edilmesine neden olmayacak ve doğal varlıkları gözetecek bir şekilde üretildiğinde gerçek anlamda temiz enerji olarak nitelendirilebilir. Bu nedenle savunmamız gereken şey yenilenebilir enerji yalanı değil, temiz enerji olmalıdır.

Yapılan yasa değişiklikleri kamu yararı ya da enerji güvenliği sağlamak yerine gözünü doğal varlıklara diken sermayeye kaynak yetiştirmek için doğa talanının önünü açmaktadır. Dünün fosil yakıtlı motor üreticileri iklim krizinin baş suçlularından birisiyken bugün aynı şirketler elektrikli araçlarla “çevreci” marka pozlarına bürünmekteler. Üstelik bu “doğa dostu” üretim modelleri için teşvik adı altında devletten, yani halkın parasından ödenek almaktadırlar. Bu vb. torba yasalarla yapılan kanun değişikliklerine duyulan en büyük ihtiyaç, büyümekte olan “yeşil enerji” sektöründen maksimum karlılığı elde etmenin önündeki yasal engellerin kaldırılmasıdır.

"İKTİDARIN TEMEL HEDEFİ ENERJİDE ÖZELLEŞTİRME"

TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Nur Güleç, iktidarın enerji politikasını ve neden böyle bir torba yasa teklifine ihtiyaç duyulduğunu Evrensel’e anlattı:

Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 60’a yakın. Türkiye’de enerji üretimi için hidroelektrik, biyogaz, rüzgâr, güneş santralleri ve termik santraller var. Türkiye’de termik ve hidroelektrik santrallerin yaşı oldukça fazla olduğu için verimi düşük. Rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir kaynaklarda da verim en yüksek olduğu durumda yüzde 50 oluyor. Doğal olarak bu durumda doğal gaz önemli bir girdi haline geliyor.

Enerji alımında garantinin artık TL üzerinden verilmeyecek olması ise tamamen ekonomik bir sebep. Hesap yapılırken maliyet ve gelir arasında artık uçurumlar oluşmaya başladı. TL üstünden enerji bulunamamaya başlandı, o nedenle paranın paritesi değiştirilerek yabancı para kaynaklarına geçiş yapılıyor. Ancak şu anda dünya enerji fiyatları kısa vadede yükselmeyecek, enerji piyasası dengede. Dünyada enerjinin maliyeti değişmeyecek ancak alım garantisinin TL yerine döviz cinsinden yapılacak olması tüketiciye doğrudan yansıyacaktır.

Aslında enerjiye ilişkin atılan tüm adımlar ekonomik koşullara önlem olarak alınmak istenen tedbirler. Ancak enerjiye ilişkin yavaş yavaş ilerleyen bir süreç var: özelleştirilme. EÜAŞ’nin özelleştirilmeyen bir yüzde 17’lik payı var. Bunun özelleştirilmesi sürecini geçen yıllarda kanun olarak çıkardılar fakat aktif değil. Aktifleşmesi durumunda enerji üretimi tamamen özel sektörün eline geçecek. Bu koşullarda atılan tüm adımlar buna yönelik gibi gözüküyor.

Nisa Sude DEMİREL- Uğur ZENGİN / EVRENSEL




Bir koçbaşı olarak cumhuriyetçilik - İlke Dündar / GELENEK

 

Çünkü saldırı, Kuruluş’adır. Cumhuriyet Kuruluş, Kuruluş ise Kurtuluş’tur. Saldırı, yerinde karşılanmak durumundadır.

Cumhuriyet, siyasal iktidarın veraset usulünün ırsî, meşruiyet dayanağının uhrevî temellere dayanmaması biçimindeki tarihsel kazanımın ürünü olan fakat esas anlamını eşit yurttaşlık idealini gerçekleştirmeye yönelik ve “halk iktidarını çoğaltmaya dönük müdahaleler”de1 bulan fikirler ve değerler bütünüdür. Doğuştan gelen ve dinî gerekçelerle donatılmış ayrıcalıkların ortadan kaldırılarak insanların devlet karşısında yurttaşlık temelinde eşitlenmesi, bu tarihsel kazanımın içeriğini oluşturmaktadır. Gelgelelim ilgili ayrıcalıklara son veren bir vatandaşlık tanımının hukuk düzeninde karşılığını bulmasından ibaret bir çerçeve, ne eşit yurttaşlık ne de halk iktidarını çoğaltma idealine doğru yol alışı garantiler. Hukukî devrimin kapatmaya yetmediği bu mesafe günceldir ve dolayısıyla cumhuriyet mücadelesi bugün canlıdır. Buna rağmen temel unsurları ve nitelikleri üzerinde asgari düzeyde uzlaşmanın bulunduğu bir cumhuriyetçilik ideolojisinin varlığından bahsedemiyoruz. 

Doğuştan gelen ve dinî temele dayandırılan ayrıcalıkları ortadan kaldıran türden bir vatandaşlık tanımının beraberinde getirdiği ve hukuk devleti ilkesine dek uzanan kazanımlar bütünü olma yönüyle sınırlı bir çerçeve bile, mevcut durumda cumhuriyetin devlet sıfatı olarak “enflasyona uğrayarak anlamsızlaşmış” olmasını engelleyememiştir.2 Nihayetinde ise cumhuriyet tasavvurumuz, “bir devlet biçimine indirgenmiş model etrafında” şekillenerek “dünyayı kaplayan birbirinden farklı çok sayıda (reel) cumhuriyeti” aynı kefeye koymakla sonuçlanmıştır.3 En azından hukuk normlarıyla sınırlı olacak şekildeki vatandaşlık anlayışına sıkıştırılmış bir cumhuriyet tarifinin üzerinde mutabakata varılmasının, neyin/nerenin cumhuriyet olduğunu saptayacak bir işlevi beraberinde getirebiliyor olması beklenirdi. Bunun yerine baskın çıkan eğilim, cumhuriyetin ve cumhuriyetçiliğin kendi başına bırakılması olagelmiştir. Perez Zagorin, bu tablonun sebebini açıklamak üzere, cumhuriyetçiliğin bir doktrin veya bir amaç olarak antik çağlardan bugüne siyaset felsefesi kapsamında önemli bir yerinin olmasına rağmen on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda bir gerileme yaşayarak liberal, demokratik veya sosyalist fikirlerin içinde adeta kaybolduğunu ifade etmektedir.4 Sosyalist fikirler ile cumhuriyetçilik arasındaki ilişki ilerleyen başlıklarda ayrıca ele alınacaktır.  Bununla birlikte cumhuriyetçiliğin birtakım fikirlerin içerisinde kaybolmasının izini, cumhuriyetçi ilkelerle karşıtlık içerisinde bulunduğunu iddia edebileceğimiz bir ideolojik müdahale üzerinden sürmek çok daha makul görünmektedir. 

Liberalizmin kolektiviteye alan tanımaksızın bireyciliğe hapsettiği özgürlük anlayışı uyarınca kamusal mutluluk “siyasetçilerin insafına terk edilmiş” bir nitelik arz eder ve o ünlü piyasa mantığının dikte ettiği ekonomik-rasyonel kararlara ancak cumhuriyetçi ilkelerden kopmak suretiyle varlık kazandırılabilir.5 Dolayısıyla cumhuriyet dendiğinde kamuya, halka, topluma yapılan vurgu göz ardı edilmediği müddetçe liberalizm ile cumhuriyetçilik arasında çözümü olmayan çatışmaların bulunduğu yadsınamayacaktır. Ne var ki liberal fikirler ile cumhuriyet arasındaki gerilimin liberalizm-cumhuriyetçilik çatışması adı altında gerçekleştiği zengin bir tarihsel birikimden bahsedemiyoruz. Hâliyle cumhuriyetçiliğin liberal fikirler içerisinde kaybolması teşhisinin üzerine gidilecekse, ilgili çatışmalı boyutun farklı bir biçimde somutlaştığını varsaymak gerekecektir. İşte böyle değerlendirildiği zaman demokrasi, ya cumhuriyetle karıştırılan ya cumhuriyetin ayrılmaz parçası addedilen ya cumhuriyetin eksik parçası bellenen ya da cumhuriyetin karşısına konan bir unsur olması dolayısıyla bir belirsizlik alanının doğmasını beraberinde getirmiştir ve bu alan, liberalizm ile cumhuriyetçilik arasındaki çatışma potansiyelinin bir görünümüne de denk düşecek bir niteliğe sahip olmuştur. Bu nedenle cumhuriyetçi fikirlerin etkisizleşmesi veya varlık kazanamamasından bahsedebilmek için demokrasi adına yürütülen mücadelelerin ne şekilde cumhuriyetçi ilkelerin karşısına konduğuna veya bu ilkelerle karıştırıldığına bakmakta fayda vardır. O nedenle bu yazıda cumhuriyetçi ideolojinin tartışılacağı çerçeve, konuya Türkiye özelinde yaklaştığımızda, Cumhuriyet Devrimi eleştirilerinin genel bir görünümünü sunmak suretiyle değil, demokrasiyi cumhuriyetin karşısında konumlandıran bir ideolojik müdahalenin eleştirisi uyarınca devşirilecektir. 

Cumhuriyet, demokrasi ve sol Liberalizm

Türkiye’deki cumhuriyet tartışmalarının etkili bir cephesi, “‘cumhuriyetimizin’ demokrasi noksanı olduğu” yönündeki tespit6 etrafında şekillenmiştir. Cumhuriyetin bir eksiği olarak demokrasiye yüklenen anlam, cumhuriyet rejimini tesis eden iradenin içerisinde halkı barındırmadığı ve dolayısıyla ancak sivil-askeri bürokrasinin marifetinden bahsedilebileceği şeklindeki tarih okumasına dayanır. Bu okuma, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesinin bir gerekçesi olarak da öne sürülmeye çalışılabildiği üzere bir tür modernleşme eleştirisi üzerinden inşâ edilmiştir. Tanzimat’tan beridir değişim talebinin halktan yükselmeyip de asker-sivil bürokratlar eliyle yürütülerek halka dayatıldığı biçimindeki anlatı, Cumhuriyet’in halksızlığının kanıtı olarak kullanılmıştır. Bu tarih okumasının sonucunda ise siyasal mücadele hattı, Türkiye’nin temel sorunlarının halk katılımının artırılmasıyla çözülebileceğini vaaz eden demokratikleşme projeleri biçiminde somutlaşmıştır.  

Fatih Yaşlı, “Osmanlı-Türkiye tarihini devlet-toplum, merkez çevre, elitler-halk ikiliği üzerinden okuyan ve sınıfsızlığın üzerinde yükselen bu bakış açısı”nın akademik hayatımızda ve düşünce dünyamızda 1980’lerden beri hegemonik hâle geldiğini belirterek İletişim Yayınları’nın, Toplum ve Bilim’in, Birikim’in, Yeni Gündem’in bu noktadaki önemli işlevine vurgu yapar.7 Sahiden de cumhuriyet eleştirisinin en güçlüsü değil ama kimi gerekçelerle en etkilisi sol liberal cenahtan yükselmiştir. Öyle ki esas itibariyle sol liberalizm eleştirisi olduğunu zannedeceğimiz türden bir müdahale, sol liberalizm kavramını unutturma yoluna baş koymuşçasına tuhaf bir şekilde “post-kemalizm” adı altında ve Birikim’de yayımlanan bir makalenin sonradan İletişim Yayınları’ndan çıkan kolektif yazarlı bir kitaba dönüşmesi suretiyle8 gerçekleştirilmiş, akademik hayat ve düşünce dünyası bu sefer de bununla meşgul olmak durumunda kalmıştır. İlker Aytürk, bahsi geçen makalesinde post-kemalist tutumu “Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarına ve vesayet meselesine konmuş yanlış bir teşhis” olarak değerlendirerek şunları ifade etmektedir:

“Post-Kemalist zaviyeden bakacak olursak, Türkiye 90 yıldır demokratikleşemiyor, demokratikleşmek istediğimiz anlarda önümüz hep asker ve sivil bürokrasi tarafından, meşhur deyişle Kemalist elit tarafından kesiliyor. Demokrasimizin yeniçeri adımlarıyla, iki ileri bir geri saydığı doğrudur. Bu yerinde sayışı sadece Kemalizme ve Kemalistlere atfeden teşhis ise yanlıştır.”9

Üstelik Aytürk’e göre AKP iktidarının kurulmasında da post-kemalizm büyük rol oynamış, 2002’den beri muhalefet olmaktan çıkıp bir iktidar paradigmasına dönüşmüştür: “Bu yıldan itibarendir ki, AKP hükümetlerinin Kemalist devlet kurumlarına karşı başlattıkları mücadelenin parçası olarak, devlet televizyonu ile hükümetin kontrol ettiği basın organları kapılarını post-Kemalistlere açtı”.10 Türkiye tarihi incelemelerinde kullanılan merkez-çevre yaklaşımının mucidi olan Şerif Mardin, Kemalist modernleşmeye tepeden inmeci ve jakoben yakıştırmasını yapıştıran Mete Tunçay ve burka giymeyi özgürlük olarak sunarken Cumhuriyet’in kadınlar için zannedildiği gibi bir kazanım olmadığını vaaz eden Nilüfer Göle başta olmak üzere liberal ve/veya sol liberal çerçeve içerisinde anılagelen bir dizi ismi bir anda post-kemalist ilân eden bu müdahalede post-kemalistlerin liberallerden veya sol liberallerden ayrılan yönlerine; kimin ne sebeple post-kemalist, kimin ne sebeple liberal veya sol liberal olduğu açıklamalarına rastlamak mümkün değildir. Tutarlı ve bütünlüklü bir sol liberalizm eleştirisi nihayetinde sınıfsal bir bakış açısını içerisinde barındırmak durumunda kalacağından dolayıdır ki bu eleştirinin hiç olmadı başka bir ad altında dolaşıma sokulması aslında şaşırtıcı değildir.11 Sol liberaller demokratikleşme uğruna AKP’ye de kredi açmışlar, bugünün “Fetö”sü zamanın “F-tipi” yapılanması/cemaati ile ittifak da kurmuşlardır. Üstüne üstlük hiç değilse bile Gezi’den bu yana dozu gittikçe artan otoriterleşmenin hukuk devletinin varlığına rahmet okutacak düzeylere ulaştığına itiraz etmek iyice zorlaşınca, sol liberaller akademik dünyadaki ve fikir hayatındaki hegemonik konumlarını yitirme tehlikesiyle baş başa kalmışlardır. Hâl böyle olunca sol liberalizm eleştirisi, sol liberal olmayanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseleye dönüşmüştür: Post-kemalizm kavramsallaştırması, ters yönden esen rüzgarlara yenik düşmemek için manevra kabiliyetini artırmak uğruna fazla yükten arınma çabasıdır. 

Post-post-kemalizm el çabukluğundan sonra vuku bulan bir dizi günah çıkartma hamlesi ise hayır, bir yere gitmiyoruz, bizi aşağı atamazsınız tutumu olarak okunabilir. Murat Belge, Tayyip Erdoğan ve çevresindense Atatürk’e daha yakın olduğunu12; Hasan Cemal, Recep Tayyip Erdoğan’ın Atatürk’ten ve Cumhuriyet’ten intikam almasına izin vermeyeceğini13; Nuray Mert, Atatürkçülüğün en başarılı sivil toplum hareketi olduğunu14; Nilüfer Göle, her zamanki gibi kanaatini objektif gözlemci olarak teşhisini belirtiyormuşçasına bir üslupla, kemalizm eleştirisinin yirmi yıl öncesinde kaldığını, bugün Atatürkçülüğün yeniden keşfedilmekte olduğunu belirtti.15

'Kemalizm ileriye götürmez, Kemalizmden geriye düşülmemelidir'

Yukarıda bahsi geçen kişiler ve kendilerinin irili ufaklı türevleri aslında uzunca bir süredir karşı-devrimci cephede değerlendirilmektedir ve bu durum, post-kemalizm kavramsallaştırması ile gözlerden kaçırılmaya çalışan hususlardan bir diğerine işaret etmektedir. Çünkü karşı-devrim ideolojik planda kemalizmin, akıl planında laisizmin, düzen olarak ise cumhuriyetin hedef alınmasına karşılık gelmekte olup16 2002’den itibaren deneyimlenen sürecin bu çerçevede değerlendirilmesi, Kemalizm ileriye götürmez; ancak Kemalizmden de geriye düşülmemelidir17 formülasyonunun dikte etmiş olduğu sosyalist perspektifte anlam ifade etmektedir. Bu durum cumhuriyet eleştirisinin de cumhuriyet eleştirisinin eleştirisinin de ancak ve ancak sınıfsal bir bakışla tutarlı ve bütünlüklü bir şekilde yürütülebilecek olmasının doğrudan sonucudur.18

Kemalizm ileriye götürmez; ancak Kemalizmden de geriye düşülmemelidir çerçevesi, bir yönüyle ideolojik kodlaması gerçekleşmemiş bulunan cumhuriyet fikrinin Türkiye’deki tarihselliğinin bir görünümü iken diğer yönüyle cumhuriyetin değer ve kazanımlarına ilişkin olarak gerçekleştirilen tartışmalardaki konumlanışa karşılık gelmektedir. Nitekim Yalçın Küçük, cumhuriyetçiliğin Türkiye’deki nüvesi olarak değerlendirebileceğimiz şekilde, bir düşünce akımı veya ideoloji olarak kemalizmin kendi kuşağının ürünü olduğunu belirtirken öte yandan 2002’den itibaren yaşanan süreci “Türkiye’yi Tanzimat öncesine çekmek” amacıyla özetleyerek karşı-devrim süreci olarak ilân etmiştir.19 Farklı ideolojik tutumları içerisinde barındıran karşı-devrimci perspektifte Cumhuriyet ya devrim olarak kabul edilmez20 ya da Cumhuriyet Devrimi’nin halktan kopukluğu teşhisi üzerinden bir eleştiri güzergâhı takip edilir. Hangi ideolojik saiklerle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, Cumhuriyet Devrimi’nin ve takip eden dönemin sınıfsal eleştirisine denk düşmeyip de kemalizmden geriye gidişi imleyen anlatıda şu üç nitelik öne çıkar: Olduğu şekliyle olumlanarak veri kabul edilen bir halk anlayışı, değişimin sözde-kendiliğinden/doğal seyri içerisinde gerçekleşmesi haricinde dışlandığı bir devrim anlayışı ve nihayet halksızlığı-devrimliliği dolayısıyla lanetlenen bir devlet anlayışı. Bu nitelikler ortalama bir sol liberalin zihin dünyasını özetlemeye yetmektedir. 

Bahsi geçen formülasyonun diğer unsuru, kemalizmin ilerisinin ne olduğudur. Bilindiği üzere bu yaklaşımında Kemalizmin ilerisi, sosyalizmdir. Ne var ki esasen sosyalizm ile cumhuriyet mücadelesi arasındaki ilişki, basit bir öncelik-sonralık çerçevesine işaret etmediği gibi cumhuriyet sosyalizm ile taçlansa ne iyi olur türünden bir niyetin ürünü olmaktan ibaret değildir. Herhangi bir cumhuriyet devriminin iç tutarlılığını sağlayacak ve dolayısıyla esas anlamına ulaşmasını sağlayacak olan, sosyalizmden başka bir şey değildir – sınıfsal boyutu hesaba katılmamış bir eşit yurttaşlık her hâlükârda eksik olacak, halk iktidarını çoğaltma ufku havada kalacaktır. İşte tam da bu nedenle her nerede cumhuriyet kazanımları noktasında bir gerileme yaşanıyorsa, bunun sebebinin cumhuriyetin korunamaması değil, sosyalizmin ilerletilememesi olduğunu tespit edebilmek hayati önem taşımaktadır. Buradan hareketle cumhuriyetin ilerletilmesi hedefine, Türkiye’de cumhuriyet deneyiminde neyin kazanım olarak değerlendirilebileceği hususu etrafında bir tartışma örülerek odaklanılabilir.

Cumhuriyet’in gündelik hayat tasavvuru

Cumhuriyet rejiminin tesisi, ırsî ve uhrevî ayrıcalıklara son verme yönüyle pek tabiî Cumhuriyet Devrimi adını hak etmiştir, etmektedir. Ve fakat salt yönetici değişikliği ve kurumsal altüst oluş, devrim çerçevesini doldurmaya yetmemekte, devrim, yeni bir gündelik hayata varlık kazandıracak kadar ilerletilebilmiş olmalıdır.21 Cumhuriyet’in yeni gündelik hayat tasavvuru ise bilindiği üzere tabana yayılmış, seküler bir kamusallık anlayışını tesis etme üzerine kurulu olacak şekilde dizayn edilmişti. Boşuna değil, res publica hem “herkesin ve herkese eşit derecede açık (umumî ve alenî) olan şey” anlamına gelmesi ile cumhuriyetin Batı dillerindeki karşılığıdır22 hem de kamu, kamusal, kamusal alan, kamusal olan kavramlarına kaynaklık etmektedir. 

Kamusallık için kendi içerisinde bir amaç olan bir konuşma ve rastlantısal-anonim karşılaşmalara imkân tanıyan bir gündelik hayat, iki önemli ölçüttür.23 Böylesine bir kamusallık çerçevesinin, bahsi geçen ayrıcalıklarla tanımlı monarşik bir yapıda varlık kazanmasının düşünülemeyeceği açıktır. İnsanların ait oldukları millet ile sabitlendiği çok-hukuklu yapı, ülkenin vatan olarak görülmesini engelleme amacına hizmet edecek şekilde, tebaayı tebaa olarak tutmanın formülüydü ve bu durum bahsi geçen kamusallık anlayışının yokluğunun bir diğer açıklaması olarak görülmelidir. Herkesin olan’ı (cumhuriyet, res publica) herkesin kılacak unsur, açıktır ki vatan fikri ve bu doğrultudaki aidiyettir. Bu durum ulus, ulus-devlet ve cumhuriyet kavramları arasındaki tarihsel bağ ile doğrudan ilişkili olup vatan, “özgür bir cumhuriyetten başka bir şey değildir”.24 Cumhuriyet bu çerçeve kapsamında insanların “yaşadığı alanda kendisini kendi evinde hissettiği rejim”e denk düşer.25 Osmanlı’nın şehir yapısı ve kırsal hayatının milletlerin ayrışması esasında ve mahremiyet ilkesi uyarınca tasarlanmış karakteri ise üzerinde yaşanan toprakların sahiplenilememesine, insanların yaşadığı toprakları kendi evi gibi görememelerine hizmet etmekteydi.26 Tüm bu nedenlerden dolayı saltanatın ilgasını keyfi bir diktatörlükle tamamlamak gibi bir amaç güdülmediği müddetçe, kurulacak olan idarenin gündelik hayat tasavvurunu kamusallığın inşâsı ile sağlamak, bir zorunluluktu. 

Kamusal eğlence anlayışının, kültür-sanat faaliyetlerinin önemli bir yer tuttuğu boş zaman etkinliklerini tabana yayma niyeti, cumhuriyetin ancak rüşt ispatını gerçekleştirmiş yurttaşların omuzlarında taşınabileceği hususu ile birlikte değerlendirildiğinde gayet tutarlı görünmektedir. Gelgelelim yönetici değişikliği ve kurumsal dönüşüm yeni bir gündelik hayata varlık kazandırmayı ne kadar gerektiriyorsa, yeni bir gündelik hayat da o derece iktisadî dönüşümü gerektirmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, öngörülen gündelik hayat biçimi ve kamusallık anlayışı uğruna eski Ankara olarak tariflenen bölgede (bugünkü Ulus ve çevresi) açılan Altındağ Tiyatrosu’nun müdavimlerinin Yenişehirli (Kızılay) üst sınıf mensupları olması, şaşırtıcı değildir.27 İlgili dönemde hedeflendiği üzere bir amele mahallesi kurulamadığı gibi 1932 gibi erken bir tarihte gecekonduların ortaya çıkması, üstelik ikinci meclis binasının çok yakınında, engellenememiştir.28

Bugün ise elimizde olan, köklerini Cumhuriyet Devrimi’nde bulduğumuz seküler hayat biçimini satın alma özgürlüğü değilse, nedir? 

Antikomünist kıskaçta cumhuriyetçilik veya ümmet versus millet

Seküler hayat biçimini satın alma özgürlüğünü savunmaktan ibaret kalmış, dar çerçeveli ve çarpık bir cumhuriyetçi damara bile rastlanamıyor olması, bugün, Türkiye siyasetinin en temel açmazlarından birisidir. Cumhuriyetçi ilkeler terk edilmiştir ve bu durum, sosyalizmle mücadele etme projesinin doğrudan sonucu olarak kavranmak durumundadır. 

“Şuna inanın ki hiçbir hükümet cumhuriyetçi ilkeleri terk etmeden sosyalizmle mücadele edemez.”29

Cumhuriyetçi damarın varlığını baskılayan önemli bir unsur, ümmetçiliğin siyasal islâmcılara özgü bir değer olma çerçevesinden taşıp, milliyetçilere sirayet etmesi olmuştur. Bu açıdan Eylül 2023’te patlak veren “Biz Bir Milletiz” vakası son derece çarpıcıdır ve uzun da olsa bir parantezi hak etmektedir.

Trabzon’da bir Kuveytli’nin dövülmesi üzerine (belki biraz da telaşla) üretilen ve Gerçek Hayat isimli dergi bünyesinden dolaşıma sokulan “BİZ BİR MİLLETİZ” Türk gazetecilerden İslam alemine çağrı başlıklı video, Esra Elönü’nün “Türk milletinden yeryüzündeki bütün Müslümanlara selam olsun” cümlesiyle başlamaktadır.30 Siyasal İslâmcı, ümmetçi gazetecileri bir araya getiren ilgili içeriğin iki yerinde ise “Türklük iddiası” şeklinde bir ibare geçmektedir. Kemal Özer “Son günlerde Türk olduğunu iddia eden bazı şahıslar ırkçılık tohumlarını ekiyor” derken İsmail Halis’in “Türk olduğunu iddia ederek ırkçılık yapanların Türk milletinin değerleriyle uzaktan yakından alakası yok” cümlesini kurduğunu görmekteyiz. 

Türk olma iddiası sahiden de ilginç bir kavramsal tercih. Çünkü sözgelimi “birtakım kendini bilmezler” de denebilirdi, “ırkçılar”, “islâm düşmanları” veyahut “hainler” vesaire biçiminde de konu kapatılabilirdi. Bunun yerine Türklüğün iddiaya bağlanması ve üstelik videodaki siyasal İslâmcıların eleştirdikleri birilerinin Türklük iddialarını kabul etmemeleri son derece önemli. 

Türklüğün iddiaya bağlanması, Türk kimliğine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bağıyla erişilebileceğini dahi reddetmek anlamına gelmektedir. Dahası, böylesine bir tutum, ümmetçilerin Türk kimliğini işportada satma salahiyetini ele geçirmiş olma iddiasında olduklarını da göstermektedir. Meşruiyet zeminlerinin ne olduğunu, Turan Kışlakçı’nın aynı videodaki şu ifadesinden çıkarsamak mümkün: “İman edenler bir bedendir ve bu bedeni bölmek istiyorlar.”

İman edenler bir beden olduğu içindir ki Türklük, bu bedeni oluşturanlarca onaylanabilecek ve/veya dağıtılabilecek bir ehliyete indirgenmiştir. Nitekim aynı videoda Yusuf Alabarda, “Biz hep birlikte tek bir halkız, Türküz, Kürtüz, Arapız, Gürcüyüz ve diğerleriyiz, hepimiz aynı milletin parçalarıyız” diyerek millet ile müslümanlığı eşitlemiştir. Burada Osmanlı’daki millet sistemine, yani dinî grupların çeşitli milletleri oluşturduğu düzendeki “millet”e atıf yapıldığı gayet açık. 

Trabzon’da Kuveytli turistin dövülmesi, ümmetin zarara uğraması olarak değerlendirilmiş olacak ki siyasal islâmcı gazeteciler bir araya gelerek “biz aslında iyi çocuklarız” gibi bir tavırla Kuveyt’i (dolayısıyla Körfez sermayesini) yatıştırmak üzere kolları sıvamışlar. Yani birileri ümmete zarar verdikleri, ümmetin davasına hizmet etmedikleri için, millet’in dışına atılmıştır. 

Öyle ki bu uğurda ümmet milletin yerine geçirilmiş, Baki Yaya’nın “Biz Müslümanlar ezelden ebede dek kardeşiz ve öyle kalacağız” cümlesini takiben Ahmet Yusuf ve Nidal Siyam birbirinin ardı sıra “Biz tek bir milletiz” diyerek vatandaşlık tanımının da yurttaşlık anlayışının da bir çırpıda çöpe atılması söz konusu olabilmiştir. 

Milletin yerine bu kadar kolay, alenî ve çekinmeksizin ümmetin konabilmesi, bugün, 2024 yılında değil de Millî Mücadele döneminde olduğumuzun açık göstergesidir. 

Ortalama bir Türk milliyetçisinin milletini savunamayacak derecede antikomünist gardiyanlık rolüne kendisini kaptırmış olmasını mümkün kılan husus, dinin birliği kuvvetlendireceği sanrısına işaret eden ümmetçi ayartı olmuştur. Bu durum, sol liberalizm nezdinde demokratikleşme uğruna muhafazakârlarla ittifak adı altında siyasal İslamcılığın palazlanmasına zemin sağlanması ile beraber değerlendirildiğinde, nasıl bir “voltran” oluşturulmuş olduğu çok daha iyi anlaşılmaktadır. 

Türk milliyetçiliğinin solu ezmek adına devreye sokulmuş olması, maalesef, anti-Türk milliyetçi tutumu solcu kılmaya yetmemektedir. Cumhuriyetçilik ise bugün, hiç olmadığı ölçüde ideolojik turnusol kağıdı işlevi görme potansiyeline sahip bir çerçeveye ulaşmış bulunmaktadır. 

Milliyetçi-islâmcı ittifakının kendisini yasladığı tarihsel miras, toplumdaki islâmî değerleri köpürtüp solun kökleşmekte olduğu toprakları kurutma esasına dayalı bir operasyondan fazlası değildir. Her ne kadar zamanında Alparslan Türkeş rotayı Türk-İslâm sentezine kırmış, “komünist tehlike”ye karşı milliyetçilik ile müslümanlık biraraya getirilmiş ve 12 Eylül despotizmince toplumun islamizasyonu hedeflenmişse de bunların hiçbirisi bir Türk milliyetçisi ile bir siyasal İslâmcının mutlu beraberliğini tanımı gereği muştulamamaktadır. Söz konusu iki cenahın sosyalist mücadeleyi engellemek adına birleştiğine/birleştirildiğine yönelik hafıza ve bilinçte sunî Türk-İslâm sentezi doğal addedildikçe ise cumhuriyet mücadelesinin imkânı, daralmaktadır.

Cumhuriyetin ulus-devlet formuyla olan tarihsel bağını gerekçe gösterip sosyalizmin enternasyonalist karakterini cumhuriyet ideolojisinden uzaklaşmanın meşruiyet zemini olarak devreye sokmaya meyyal bir damarın var olduğu bilinciyle sol liberal anti-cumhuriyetçi müdahaleyi tam anlamıyla geriletmek, sosyalist mücadelenin öncelikleri arasında değerlendirilmelidir. Cumhuriyet eleştirisini ulus-devlet nezdinde yürütenlerin enternasyonalizmle kurdukları sözde bağ, kimlik ve aidiyetlerin temsiliyeti perspektifinden ibarettir ve demokratlık, mücadele etmemek olduğu kadar mücadele ettirmemektir de. Dolayısıyla sermaye düşmanlığı ile demokrat avcılığı birbirinden ayrılamaz – aynı saftadırlar. 

Cumhuriyetçi olmayan bir sosyalistin dikkate alınmayı dahi hak etmediği, artık güçlü bir şekilde vurgulanmalıdır. 

Bir koçbaşı: Cumhuriyetçilik

Sosyalist mücadelenin güncel durumu, bir başarısızlıktan önce ve daha ziyade bir muhatapsızlık hâli olarak kavranabilir. Şöyle ki, sosyalizm uğruna yürütülen toplumsal ve siyasal mücadelenin karşısında bugün katmanlı ve/veya dolaylı yapısı ile tanımlı engeller bulunmaktadır. Antikomünist reaksiyonerlik olarak ifade edebileceğimiz engellerin varlığı, zaten mücadelenin gerekliliğine işaret ediyorsa da bahsi geçen katmanlı ve/veya dolaylı yapı, temas edebilme noktasında zorlayıcı bir karakter taşımaktadır. Vaziyet şöyle özetlenebilir:

  1. Büyük sermaye grupları nasıl ki bugünün en namlı çevrecileriymişçesine bir yeşil göz boyamaya imza atabiliyorlarsa, benzer bir durumun sosyalist değerlerin başına da gelmekte olduğunu görmemiz gerekmektedir. Hâkim ideoloji, sosyalist değerleri karikatürize etme noktasında her geçen gün mevzi kazanmaktadır.
  2. Bilinç sorunu bugün yalnızca işçi sınıfını ilgilendirmemektedir – liberal olduğunu, kapitalizmi desteklediğini bilen ve kabul edenler, pek azdır. 
  3. Patronuna acıyacak derecede yabancılaşmış bir işçiye bilinç götürmek, bir şekilde yırtma/zenginleşme biçimindeki Amerikan rüyasına son vermeye koşut hâle gelmiş durumdadır – güç kazanmadan kültürel hegemonyayı geriletmenin ne denli zor olduğunu biliyoruz. On yılların manipülatif propagandasını salt antipropaganda ile etkisizleştirmenin imkânları, her geçen gün boğulmaktadır. 

Antikomünist propagandanın dikte ettiği hayat kavrayışının etkinlik düzeyi, salt sosyalist mücadele ile antikomünist damara temas etmenin olanaklarını her geçen gün daraltmaktadır. İlk yıkıcı temasın cumhuriyetçilikle sağlanabileceği önermesi, böylelikle anlam kazanmaktadır. Cumhuriyetçi olmayan bir sosyalist, kesin olarak dikkate alınamayacaksa da sosyalist olmayan cumhuriyetçilere yönelik olarak, cumhuriyetçi cephe oluşana ve toplumsallık kazanana dek ev sahibi olmaktan devşirilen vakarın belirleyici olabileceği, liberal kimlikçiliğin vatansız ümmetçilerle bilerek-bilmeyerek/isteyerek-istemeyerek kurduğu mutualist birliktelikten doğan saldırının cumhuriyetçi cepheyi imkânsızlaştırmasına izin vermemenin hayati önemi haiz olduğu üzerinde düşünülmelidir. Bir sol liberalin bir sağ liberalden belki de tek farkı anti-milliyetçiliği olup ümmetçi ayartıdan arındırılarak eşit yurttaşlık prensibine yaklaştırılan bir milliyetçinin bu çerçevede cepheye sunacağı katkıyı önemsememe lüksü, görüldüğü üzere, kalmamıştır. 

Çünkü saldırı, Kuruluş’adır. 

Cumhuriyet Kuruluş, Kuruluş ise Kurtuluş’tur. 

Saldırı, yerinde karşılanmak durumundadır.

 İlke Dündar / GELENEK

  • 1.Selman Saç, “Sunuş” içinde, Selman Saç (der.), Cumhuriyetçilik ve Cumhuriyetçiler: Düşünceyi Derinleştirmek Pratiği Sorgulamak, Ankara: Nika Yayınevi, 2023, s. 21.
  • 2.Arif Çağlar, “Cumhuriyet Neydi? Bir Anımsama” içinde, Güçlü Ateşoğlu; Kurtul Gülenç (der.), Cumhuriyet Fikri, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2023, s. 9.
  • 3.Saç, “Sunuş”, s. 8.
  • 4.Perez Zagorin, “Republicanisms”, British Journal for the History of Philosophy, 11(4), 2003, s. 702 (701-712).
  • 5.Ahu Tunçel, “Tarihsel Bir Perspektiften Cumhuriyet(ler) ve Yurttaşları” içinde, Selman Saç (der.), Cumhuriyetçilik ve Cumhuriyetçiler: Düşünceyi Derinleştirmek Pratiği Sorgulamak, Ankara: Nika Yayınevi, 2023, s. 160-1.
  • 6.Tanıl Bora, “Dördüncü Cumhuriyet ve ‘Cumhur’”, Birikim Haftalık, 3 Mayıs 2023. https://birikimdergisi.com/haftalik/11387/dorduncu-cumhuriyet-ve-cumhur [Erişim Tarihi: 27.12.2023]
  • 7.Fatih Yaşlı, “Post-Post-Post Kemalizm: Sınıfsızlığın Sürekliliği”, soL, 12 Ekim 2022. https://haber.sol.org.tr/yazar/post-post-kemalizm-sinifsizligin-surekli… [Erişim Tarihi: 20.12.2023]
  • 8.İlker Aytürk, “Post-Post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”, Birikim, Sayı: 319, Kasım 2015. İlker Aytürk; Berk Esen (der.), Post-Post-Kemalizm: Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışları, İstanbul: İletişim Yayınevi, 2022.
  • 9.İlker Aytürk, “Post-Post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”, içinde, İlker Aytürk; Berk Esen (der.), Post-Post-Kemalizm: Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışları, İstanbul: İletişim Yayınevi, 2022, s. 27-28.
  • 10.Aytürk, a.g.m., s. 29.
  • 11.Post-Post-Kemalizm furyasının “sınıfsızlığın sınıfsız eleştirisinin sınıfsız eleştirisi” (sınıfsızlığın sınıfsız eleştirisi ile kast edilen, sol liberalizm) başlığı altında ve son derece etkili bir eleştirisi için bkz. Yaşlı, “Post-Post-Kemalizm: Sınıfsızlığın Sürekliliği”.
  • 12.Murat Belge, “30 Ağustos ve Atatürk”, T24, 2 Eylül 2021. https://www.google.com/search?client=safari&rls=en&q=murat+belge+30+a%C… [Erişim Tarihi: 19.12.2023]
  • 13.Hasan Cemal, “Erdoğan’ın 2023’te Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten İntikam Almasına İzin Vermeyeceğiz!”, T24, 2 Eylül 2021. https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-… [Erişim Tarihi: 19.12.2023]
  • 14.Nuray Mert, “Nuray Mert ile Soru – Cevap (9): ‘Atatürkçülük Türkiye’nin En Başarılı Sivil Toplum Hareketi Oldu’”, Gökçe Çiçek Kösedağı ile Söyleşi, Medyascope, 31 Ağustos 2021. https://medyascope.tv/2021/08/31/nuray-mert-ile-soru-cevap-9-ataturkcul… [Erişim Tarihi: 19.12.2023]
  • 15.Nilüfer Göle, “20 Yıl Önce Vurgu Kemalizmin Eleştirisindeydi, Bugün Atatürkçülüğün Yeniden Keşfinde”, Cansu Çamlıbel ile Söyleşi, T24, 30 Ekim 2023. https://t24.com.tr/yazarlar/cansu-camlibel/prof-dr-nilufer-gole-20-yil-… [Erişim Tarihi: 19.12.2023]
  • 16.Yalçın Küçük, Çıkış (Ansiklopedi Birinci Kitap), 3. Baskı, İstanbul: Tekin Yayınları, 2015, s. 11.
  • 17.“Kemalizm bizi ileriye götürmez. Biz kemalizmden geriye gitmeyiz.” – Yalçın Küçük, Bir Soran Olursa, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1987, s. 202.
  • 18.Bu düşüncenin varlık kazandırdığı bir örnek için bkz. Fatih Yaşlı, “Cumhuriyet Eleştirisi, İslamcılara ya da Muhafazakarlara Bırakılamayacak Kadar Ciddi Bir İştir”, Oğulcan Orhan ile Söyleşi, Politikyol, https://www.politikyol.com/fatih-yasli-cumhuriyet-elestirisi-islamcilar… [Erişim Tarihi: 30.12.2023]
  • 19.Yalçın Küçük, Fitne, 2. Baskı, İstanbul: Muzrak Yayınları, 2010, s. 15, 42.
  • 20.Bu değerlendirmenin bir örneği için bkz. Ömer Laçiner, “Cumhuriyet Devrim Mi?”, Birikim, Sayı: 115, Kasım 1998, https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-115-kasim-1998-sayi-… [Erişim Tarihi: 29.12.2023]
  • 21.“Devrim sadece ekonomik (üretim ilişkileri) ya da politik (kişisel ve kurumsal) dönüşümlerden ibaret değildir; ‘devrim’ adına layık olabilmek için, bir yaşam tarzı, bir stil, tek kelimeyle bir uygarlık yaratarak gündelik hayata kadar, fiiliyatta ‘yabancılaşmadan kurtulmaya’ kadar uzanabilir ve uzanmak zorundadır.” – Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi III: Moderniteden Modernizme (Gündelik Hayatın Meta-Felsefesi), Türkçesi: Işık Ergüden, 2. Baskı, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2017, s. 22.
  • 22.Kadir Cangızbay, Post-modern Pre-modern’i Öpüyor: Siyasal İslâm, Ankara: Nika Yayınevi, 2019, s. 62.
  • 23.Georg Simmel, konuşmanın kendi içinde amaç olması ölçütünü sosyalleşmenin başat unsuru olarak sunar. Bkz. Georg Simmel, On Individuality and Social Forms: Selected Writings, ed. Donald N. Levine, Chicago & London: The University of Chicago Press, 1971, s. 136. Konuşmanın kendi içinde amaç olması ile rastlantısal karşılaşmanın beraber değerlendirildiği bir kamusallık anlayışı uyarınca ilgili tartışmaların yürütüldüğü çalışma için ise bkz. Berk İlke Dündar, Cumhuriyet Devrimi’nin Mekânsal Çözümlemesi: Payitaht İstanbul’dan Devrim Mekânı Başkent Ankara’ya, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2023.
  • 24.Filiz Kartal, “Cumhuriyetçi Yurttaşlık” içinde, Selman Saç (der.), Cumhuriyetçilik ve Cumhuriyetçiler: Düşünceyi Derinleştirmek Pratiği Sorgulamak, Ankara: Nika Yayınevi, 2023, s. 172.
  • 25.Cangızbay, a.g.e., s. 72.
  • 26.Tartışmanın ayrıntıları için bkz. Dündar, a.g.e.
  • 27.Ruşen Keleş, Eski Ankara’da Bir Şehir Tipolojisi, Ankara: idealKent Yayınları, 2018, s. 141-142.
  • 28.Aykut Çoban, “Cumhuriyetin İlanından Günümüze Konut Politikası”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 67(3), 2012, s. 80-81 (75-108); Tansı Şenyapılı, “Baraka”dan Gecekonduya: Ankara’da Kentsel Mekânın Dönüşümü: 1923-1960, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 95; Bülent Duru, “Mustafa Kemal Döneminde Ankara’nın İmarı” içinde (haz.) Funda Şenol Cantek, Cumhuriyet’in Ütopyası: Ankara, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınevi, s. 187 (173-191).
  • 29.M. Fontaine, “Republique et Socialisme”, Cahiers Jaures, 169-170, s. 67-83’ten akt. Selman Saç, Jean Jaurés: Cumhuriyetçi Sosyalizmin İmkânı, Ankara: Nika Yayınevi, 2021, s. 76.
  • 30.https://twitter.com/Gercek_Hayat/status/1705297167395561594 [Erişim Tarihi: 27.12.2023]

1 Şubat 2024 Perşembe

Gazeteci Çiğdem Toker hakkında 'ihbar' üzerine soruşturma başlatıldı (BİRGÜN)

Gazeteci Çiğdem Toker, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kendisi hakkında soruşturma başlattığını duyurdu.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, gazeteci Çiğdem Toker hakkında 28 Mayıs'ta FOX TV'deki seçim programında yaptığı bir yorumla ilgili gelen bir ihbar üzerine soruşturma başlattı.

Sosyal medya hesabından paylaşım yapan Toker, avukatıyla birlikte Kavaklıdere Karakolu'na gittiğini söyledi.

Çiğdem Toker, soruşturma gerekçesini "Fox tv'de Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tur sonuçlarının açıklandığı 28 Mayıs akşamı, canlı yayımlanan seçim programındaki yorumum üzerine yapılmış bir ihbar" sözleriyle aktardı. 

Toker, "Sözcü yazarı Çiğdem Toker Sandıktan sonuca karşı muhalefet seçmenini sokaklara davet ediyor" şeklinde X'te yapılan bir yorumun ihbar edildiğini belirtti.

1 Kasım 2022'den beri Sözcü'de çalışmadığını hatırlatan Çiğdem Toker, hakkındaki suçlamaya ilişkin ise şunları söyledi:

"O programda Cumhurbaşkanlığı seçimi temel alınarak Türkiye'deki seçimler ve demokrasi hakkında konular tartışıldı. Anayasa tarafından güvence altına alınmış hakların kullanılmasının, suç işlemeye tahrik olarak çarpıtılarak şikayete konu edilmesi, cezalandırılmam için yeterli olamaz."