3 Şubat 2024 Cumartesi

Bir fenomen olarak dini kurumlarda çocuk istismarı - Erhan Nalçacı / soL

 

Bütün dünyanın bir istismar ve pedofili pandemisi ile kaplanmasının esas nedeni sermaye sınıfının mutlak olarak gericileşmesidir.

Geçen ay Almanya Protestan Kilisesi’nde 1946’dan bu yana 9 binden fazla çocuğun veya gencin cinsel istismara uğradığı açığa çıktı. Yazılarımızda değindiğimiz kapitalizm altında giderek çürüyen dünyanın başka ama çok acı dolu bir yanına işaret ediyor bu veri.

Ancak dünyada ve Türkiye’de dini kurumlarda gerçekleşen çocuk istismarlarına göz atmadan önce fenomen kavramını tanımlamalıyız.

Düzen kültürü her yanıyla yozlaştırdığı için felsefi kavramların da anlamı çarpıtılıyor. Önemli bir felsefi kavram olan fenomen bugün “youtube” üzerinden ünlü olup köşeyi dönmeye çalışanlara verilen isim oldu. Oysa fenomen veya görüngü, maddenin belli formlarda ve sıklıkta tanımlanabilir olmasıdır. İsterseniz olgu da diyebiliriz.

Konu daha iyi anlaşılsın diye bir örneği ele alalım. ABD başta olmak üzere batı ülkelerinde okullara genç bir insanın silahla saldırması, öğrenci ve öğretmenleri öldürmesi bir fenomen haline gelmiştir. Bunlar münferit olaylar değildir, belli koşullar devam ettiği sürece bu olgu da devam edip gidecektir.

Fenomenleri önce yüzeysel olarak tanımlarız, ama sonra özlerini, içindeki çelişkileri ve nedenlerini araştırarak kavramaya başlarız. ABD ve diğer ülkelerde, silaha çok kolay ulaşılması, çocukların şiddet içeren videolara bağımlı hale gelmesi ve gerçeklik duyularını kaybetmeye başlaması, parçalanmış aile, aile içi şiddet ve uyuşturucu gibi sorunların yükselmesi, gençleri kapsayacak bir amacın yokluğu bir araya geldiğinde okul cinayetleri belli bir sıklıkla tekrarlanacaktır.

Şimdi dini kurumlar aracıyla çocuk istismarı bir fenomen midir, bakalım. Önce belirli bir sıklıkla benzer şekilde karşımıza çıkması gerekiyor.

Burada kaynak verilmeyecektir, ama isteyen arama motorlarına yazsın, çok sayıda rapora ulaşacaksınız.

2021’de Kilisede Cinsel İstismar Bağımsız Komisyonu Fransız Katolik Kilisesi’nde son 70 yılda 216 bin çocuğun kilise görevlileri tarafından istismara uğradığını açıkladı. Mağdurların çoğu 10-13 yaş arasındaki erkek çocuklardı.

2023’te İspanya’da 1940’dan bu yana 200 binden fazla çocuğun Katolik din adamlarınca istismara uğradığı rapor edildi. Din adamlarının yanı sıra kilise personeli dâhil edildiğinde istismara uğrayan çocuk sayısının 400 bin olduğu tahmin ediliyor. İspanya halkının %0,6’sının bu tacize uğradığı belirtiliyor. Çok korkunç değil mi?

İsviçre’de Katolik Kilisesi’ne yönelik soruşturmada 1950’den bu yana 1000 cinsel taciz vakası saptanabildi. Taciz vakalarının yarıdan fazlasının günah çıkarmada, kilise görevlerinde, kiliseye ait yetimhane ve okullarda gerçekleştiği vurgulandı.

Aşağıda afişi verilen “Spotlight” (Spot Işığı) filmi 2001 yılında ADB Boston’da yaşanan gerçek bir olayı anlatıyor. Bir gazetenin araştırma ekibi kilisede yaşanan bir çocuk tacizini takibe alıyor. Başlangıçta 13 rahibin bu işe bulaştığı düşünülürken kilise mensuplarını tedavi eden bir psikoterapist rahiplerin %6’sı kadarının istismar vakalarına katıldığını söylemesi üzerine araştırma derinleştiriliyor. Boston’daki 1500 rahipten 83’ünün istismara karıştığı saptanıyor. Gazeteciler belgeleriyle birlikte bu olguyu yayınlar ve haberin çıktığı sabah acaba protestocular gazetenin kapısına dayanacak mı diye beklerler. Oysa gazetenin telefonları durmadan çalmakta ve zamanında yaşadığı yaralanmanın bütün acısını içinde taşıyan istismara uğramış kişiler gazeteyi aramaktadırlar.

2015’te yönetmen Tom McCharty tarafından çekilen film bir belgesel gibi 2001 yılında bir gazetenin Boston’da Katolik Kilisesinde çocuk tacizlerinin açığa çıkarılmasının gerçek öyküsünü anlatıyor.

Portekiz, İrlanda, Avusturalya… Son yıllarda ortaya çıkan bütün raporları burada saymanın anlamı yok. Bir fenomenden bahsediyoruz.

Ve fenomenin dört önemli yanı var. Birincisi bütün raporlar saptanabilenin buzdağının tepesi olduğunu, olayın çok çok daha vahim olduğunu söylüyor. İkincisi ise, her durumda kilisenin durumdan haberdar olduğu ve üstünü örtmeye çalıştığı belirtiliyor. Üçüncüsü, kiliselerin yönettiği okullar bu süreçte önemli bir rol oynuyor. Dördüncüsü ise istismara uğrayanlar hemen her zaman yoksul kesimlerden geliyor.

Raporlar bu fenomende rahiplerin aşırı şekilde kutsallaştırılmaları, cinsel ilişkinin yasaklanması veya kısıtlanmasının rol oynadığını belirtiyor. Yine bu okullarda yetişen rahiplerin de çocukken tacize maruz kalmaları söz konusu, bir alt istismar kültürü yaratılıyor.

Ayrıca çocuklarda vicdan gelişiminde yasakçı, cezalandırıcı tutumun çok zarar verici olduğu eğitim bilimciler ve psikologlar tarafından söyleniyor. Bir çocuk araştırarak, nedenini sonucunu anlayarak vicdanını geliştirmeli. Ancak dini kurumların cezalandırıcı, baskıcı tavrı sorgulayan bir vicdanın gelişimini önlüyor, sağlıksız ve sert olan daha çabuk kırılıyor, çocuklara yaşattıkları acıyı değerlendiremiyorlar.

Arama motorlarına tarikat ve çocuk istismarı diye yazın, Türkiye’den sayısız vaka döküldüğünü göreceksiniz. Burada sıralamak aklı yorar sadece. Fenomenin buzdağının tepesi, gerçeğin örtülmesi, din kurumlarına bağlı okul ve yoksullara musallat olması dörtlemesini aklınızda tutun okurken. 

Burada bütün din adamlarını karalamak gibi bir niyetimiz yok tabi ki. Din görevlileri de ücretle geçinen, içlerinde vicdanları olan üyeleriyle toplumsal bir tabaka oluşturuyor. Hatta kendi ülkesinde emekçi sınıflarının ve devrimlerin yanında yer almış din görevlileri olduğu biliniyor.

Spotlight filminde gazetenin sorumlusu tepeden aşağıya inceleyeceğiz diyor ve sonuçta tek tek rahipleri değil Kiliseyi suçluyorlar. Ancak ne de olsa bir Hollywood filmi, şurayı saklıyor. Fenomeni incelemeye egemen sınıftan başlamak gerekiyor, neden burjuva devrimlerinden sonra dini kurumlarla uzlaştılar, bu kurumları bu kadar özgürleştirdiler ve korudular diye. 

Yanıtını biliyoruz, hırsızların kabahatlerinin üstünü örtecek bir örtüye ihtiyacı olur her zaman. Bütün dünyanın bir istismar ve pedofili pandemisi ile kaplanmasının esas nedeni sermaye sınıfının mutlak olarak gericileşmesidir.

Şimdi Türkiye’de ÇEDES üzerinden Diyanet İşleri Başkanlığı anaokulundan liseye bütün okulları yönetmek için büyük bir çaba içinde. Öyle ki imamlar okulun içinde öğretmenleri tehdit edebiliyor.

Okullarımızdan ve çocuklarımızdan uzak durun, bunun altında kalırsınız, bu başka şeye benzemez.

Erhan Nalçacı / soL

Caligula’ya acil şeriat lazım! - Orhan Gökdemir / soL

 

Din yükseliyorsa toplum çözülüyor, dağılıyor ve bir çöküşe doğru sürükleniyor demektir. Bu Caligulaları ortaya çıkaran habitattır. 

“Şaria” veya “şeria”, su içilecek yere giden yol demek, Batı Şeria’dan biliyoruz. Mekândan bağımsızlaşınca “takip edilecek yol” anlamında sadeleşmiş. İslam dini ortaya çıkınca su yolu Allah’ın yolu olmuş. Yol onun olunca şeria da onun “emirlerinin bütünü” anlamına kavuşmuş. İnanalar için yolun son ve tartışma götürmez halidir. Demek ki her müslümanın şeria’da yürümesi şarttır. 

Ancak yol bu yeni haliyle sadece bir yoldur, şeria sadece konulmuş dış kurallara uyulmasını ister, hisse-duyguya ait bir şey söylemez. Yürüyenlerin inancından emin olamayız. Şeriata uygun olanın inanca aykırı olabilmesi ihtimali demek bu da. Dini olup imanı olmama halinden söz ediyoruz, yaygın olduğunu biliyoruz. Demek ki şeria, biçime, kabuğa değin kurallar bütünüdür. Biçimsel olanın ise bir kutsallığı olmaması gerekir. “Şeriat din demektir, şeriat da din gibi kutsaldır” demek imkansızdır öyleyse. Haliyle şeria’ya karşı çıkmak, “bu yol yol değil” demek her zaman mümkündür. “Al Gazali gibi dini mütefekkirler şer’i olan şeylere mübalağalı bir ehemmiyet atfına karşı geldiler ve hatta fakih’ler bile yalnız şaria hükümlerinin yerine getirilmesinin yeterli olmadığını söylediler.” Diyanetsiz “İslam Ansiklopedisi”nden aktardım. Şeria, yalnız başına ele alındığında lüzumsuz hatta zararlı bir şekilcilikten ibarettir, alıntıda denilen budur. Şeria’ya, din dairesinde kalsak bile, karşı çıkmamız mümkündür öyleyse. 

Tabii “sünni müslümanlığı” ayırıyoruz. Başkaları için lüzumsuz olan onlar için dinin temelidir ve şaria’sız inanç mümkün değildir. Bu yorum çok basit bir akıl yürütmeye dayanıyor; şeriatın künhüne, esasına-aslına, akılla vakıf olunamaz, haliyle sorgulanması mümkün olmayan bir hikmettir şeriat. Böylece dinci gericiliğin veya islamo-faşizmin kaynağına ulaşmış oluyoruz. Faşizm hikmetin fıtratındandır. 

***

Turan Dursun’un dediği gibi Muhammed başlangıçta sadece bir kabile peygamberiydi. Kabilenin de yalnızca bir bölümünün, kendi aile ve yakın çevresinin- Kureyş, peygamberidir. Esasında her kabilede gizli işlerle uğraşan, kâhin ve şair, bir peygamber vardı. Kabile devlete evrilmeye başlayınca boşa çıkan diğer kabile peygamberleri “sahte peygamber” oldu. 

Demek ki kabileden devlete, kölecilikten feodalizme geçişin tezahürlerinden biriyle karşı karşıyayız. Peygamberin peygamber olabilmesi için sadece vahyi iletmesi yeterli değildir, aynı zamanda tarihin işini görmesi, kabilenin devlete dönüşmesi gerekir. Kabile devlete dönüşünce kabile peygamberi de devletin bütün tebaasının peygamberine dönüşür. Şeria’nın çıkış noktası budur. Haliyle devletsiz din düşünemeyiz. Devlet olmadan din olmaz. Halifenin hem devlet başkanı hem de din başkanı olması bundandır. Şeria’da devlet var. 

Peygamber Kureyş’in peygamberiydi ama tarihin zembereği çalışıyordu. Emevi ailesinden gelen Osman yeni devletin bir Emevi kurumuna dönüşmesine göz yumdu. Emevîlerin ve Kureyş’in onun zamanında elde ettiği ayrıcalıklar kabile zihniyetinin restorasyonu anlamına geliyordu. Kısa zamanda merkezinde Emevîlerin ve Kureyş’in olduğu imtiyazlı bir sınıf oluştu. Son halife Ali’nin müdahalesi çökmekte olan halifeliği ayakta tutmaya yetmeyecekti. Cumhuriyeti korumak için giriştiği son savaşta, asiler mızraklarının ucuna Kuran takarak Halifeyi durdurdu. Demek ki Ali zamanında kitabın kutsallığına inanan pek az Müslüman vardı. Halife öldürüldü ve İslam tarihi için yeni bir dönemin başlama vuruşu yapılmış oldu.

Halife Ali’nin ölümü üzerine Osman zamanında Şam Valisi yapılan Muaviye halifeliğini ilan etti. Seçimi kaldırdı, fiili cumhuriyeti yıktı. Halifelik, onu silah zoruyla ele geçiren Muaviye tarafından 662 yılında fiilen ve hukuken kaldırıldı.

Kılıç zoruyla halife Muaviye, şartların zorlamasıyla imana gelmiş gönülsüz bir Müslümandı. Büyük ihtimalle yaşamının sonuna kadar öyle kaldı. Seçimle gelen ilk halifelerden nefretini saklamıyordu. O bir despottu ve din, üzerine giydiği iktidar kaftanı gibi bir işlev üstleniyordu. Oğlu Yezid’i veliaht tayin etti, kendisini devlet başkanı olarak kabul etmeleri için halka baskı yaptı. Zamanın ruhuna uygun bir “devlet” ortaya çıkardı. Emevi devleti görünüşte bir “İslam devleti”ydi ama gerçekte sıradan bir krallıktan farkı kalmamıştı. Şeria her zaman doğru yol değildir. 

Emevi tarihinin geri kalanı bir ahlaksızlık, yolsuzluk, gasp, yağma, cinayet, katliam hikâyesidir. 90 yıl ayakta kalabildiler, küçük bir ayaklanmayla yıkıldılar. Devlet yıkıldığında Emevi Kralı Eşek Mervan Mısır’a kaçtı. Eşekti ama halifeydi de!

***

Din ile devlet arasındaki ilişkinin izinden giderek “şeria” arıyoruz. Birinci İznik Konsülü, 325 yılında, İmparator Konstantin’in çağrısıyla İznik’te toplandı. Toplanmaktan amaç Hıristiyanlığın içerisinde “tartışmalı bazı konulara” açıklık getirmekti. Toplantı bir Konstantin organizasyonuydu çünkü İmparator Hıristiyanlığı resmi bir dine dönüştürme niyetindeydi. Konstantin dine yeni bir şekil vermeden önce Hıristiyanlığın bir din olduğu kuşkuludur. Ortalıkta bir inanç vardı fakat bu inancın dine dönüşmesi için devletin ihtiyacına göre törpülenmesi gerekiyordu. İnanç henüz pek hamdı. Konstantin, bu ham inancı beğenmemişti ve İznik Konsülünü devlete uygun bir yeni tanrı yaratması için görevlendirmişti. 

İznik Konsülünün temel tartışması da, haliyle, Mesih İsa’nın gerçek tanrı olup olmadığıdır. İznik’te toplanan kilise önderlerinin büyük çoğunluğu İsa’nın gerçek tanrı olduğunu kabul etti. Aranan tanrı bulunmuştu. Konsülde onaylanan “İznik İnanç Bildirisi” yeni bir dinin kurulduğunu müjdeliyordu. İsa, devlet kararıyla tanrı olmuştur. Hıristiyanlığın “şeria”sıdır. Demek ki dini devletten ayıramıyoruz. 

***

Roma’da Konstantin’in tebaası için yeni bir tanrı imal etmesinden 300 yıl önce bir darbe oldu; darbeciler Tiberius’u indirdiler ve yerine evlatlık Caligula’yı oturttular. Çaresiz halk aradığı kurtarıcıyı nihayet bulmuştu. Sevinç sokağa taştı, kurbanlar kesildi, çılgın danslar edildi. Cumhuriyetin sakillikleri nihayete eriyordu, öyle umuyorlardı. 
Caligula’nın iktidarının ilk yılları beklendiği gibi pek parlak geçti. Kurtarıcı, halka buğday dağıttı, eğlenceler düzenleyip kalabalıkların gönlünü hoş tuttu, kurallara saygı gösterdi.

Ama bunlar evlatlık sezar için yeterli değildi. O gerçek bir Mısır hayranıydı ve Firavun olmak istiyordu. Bunun için yürünecek şeria belliydi. Küçük başarılarını abarttı. Kalabalıkları hediyelerle, önemsiz fetihlerle kandırdı. Halkın desteğini arkasında hissettikçe iyice kontrolden çıktı. Yasaklanan İsis inancını serbest bıraktı. Mısır’dan dikilitaş getirtip şehrin ortasına diktirdi. Firavunlar kız kardeşleri ile evleniyordu, o da niyetlendi ama kız kardeşi vakitsiz ölünce hevesi kursağında kaldı. Kaderin bu oyununun altında kalmayıp kız kardeşini tanrı ilan etti. Zaten kendisi de bir tür tanrıydı artık. Kız kardeşi kadar sevdiği atına özel ve pek lüks bir saray yaptırdı. Zavallı hayvanı konsül seçtirmeyi planladığı da iddia ediliyor ki, biliyorsunuz bugün bizde de seçilmişleri var! Nihayetinde sarayında her türlü sapkınlık olağan bir davranış biçimine dönüşmüştü.

Elbette bütün bunlar büyük harcamalar gerektiriyordu. Caligula vergilere yüklendi. Öyle olunca tepkiler de, baskılar da karşılıklı yükseldi. Bu hasta hedonist adam ölçüsüz bir despota dönüşmüştü. Bıçak kemiğe dayanınca, 41 yılında, sarayın karanlık koridorlarından birinde bir uyuz it gibi öldürüldü. Fakat yerini dolduracak bir tanrı kral şarttı. Neron tarih sahnesine böyle çıktı. 

Ahlaksız Caligula’nın peygamber olamaması tamamen tarihin bir cilvesidir. Hikayesinde yol olacak, şeria, pek çok malzeme var. Din ile toplumların çözülmesi arasında doğrudan bir ilişki saptayabiliyoruz. Din yükseliyorsa toplum çözülüyor, dağılıyor ve bir çöküşe doğru sürükleniyor demektir. Bu Caligulaları ortaya çıkaran habitattır. 

Bu tuhaf adamların iktidarı altında Roma içten içe çürümekteydi. İnsan aklına güven yitip gitmişti. Fal, büyü, gizem, mistisizm, her türden tuhaf inanç hızla yayılıyordu. Sihirbazlar, büyücüler, müneccimler, kâhinler Roma sokaklarında fink atıyordu. Arada nevzuhur peygamberlere, adı duyulmamış din kurucularına, ahlaki sorumluluğunu çoktan yırtıp atmışların toplandığı tapınaklara da rastlanıyordu. Caligula’nın sofrasından kalkan Roma sosyetesi yeniden canlanan eski dinsel derneklere akın ediyordu. Arkaik dualar vahşi danslara karışıyor, her köşede sapkın tanrılar türüyordu. Tam bir “manevi hazırlık” dönemiydi bu. Hıristiyanlık işte bu hayhuy içinde doğdu ve karşısında her türlü doğaüstü zırvayı büyük bir iştahla tüketen büyük kalabalıklar buldu. Romanın milattan sonraki ilk yüzyılı bu açıdan büyük bir laboratuvardır. Ortadoğu’nun bütün dinleri Romanın üzerine yığılmış gibiydi. Sanki Caligula sapkınlıklarıyla yeni dinlerin yeşerip büyümesi için doğal bir habitat yaratmıştı. Hıristiyanlık onların içinde en siliklerinden biriydi. Doğuşunu takip eden ilk yüzyıllarda çevrede dal budak salan o inanışlarla mücadele edecek, ayakta kalmaya çalışacaktı. 

***

Devlet arkasında duruyorsa her inanç dine dönüşebilir demek ki. Şeria da inançtan çok devlet ile ilgilidir. Böylece sadeleştirmiş oluyoruz; şeriat devletle aynı şeyse, bu durumda din de devletle aynı şeydir. Meral Akşener de benzer şeyler söyledi, şeriat din demektir, cahiller bilmez dedi. Bilenin sesini duyduk sonra, şeriata karşıysanız dine karşısınız diye höykürdü. Hepsi birlikte laik cumhuriyetin yıkıntısında yeni bir “şeria” açma girişimidir.

Bizim de bir “şeria”mız var yalnız; Caligulalara, şeriata, faşizme, karanlığa geçit yok!

Orhan Gökdemir / soL

Erdoğan'ın taktiği: İskanla kuşat, imarla değiştir...- Bahadır Özgür / duvaR

 

İlçelerin nüfus hızlarını, kentsel dönüşümle beraber yaratılan yeni nüfus hareketliliğini ve iki ana kampa bölünmüş siyasi haritayı üst üste koyunca, tartışılması gereken bir manzara çıkıyor. Merkezde hız aşırı düşüp, sınıfsal ayrışma netleşirken; çeperde muazzam bir yeni nüfusla beraber, dinamik bir sınıfsal yapı oluşuyor.

Recep Tayyip Erdoğan’ın imar siyasetinin iki ayağı var. Biri, hep tartıştığımız rant üretimi. Ekonomiyi çabucak canlandırmanın, servet birikiminin, oy toplamanın zahmetsiz yolu. Diğeri ise iskan. Büyük nüfus mobilizasyonuna dayandığı için ciddi politik sonuçlar doğuruyor. İşte kentsel dönüşüme, imar ve iskanı beraberce düşünüp bir de bu gözle bakmak lazım.

Peki AKP’nin şu anki imar ve iskan planları incelendiğinde, bizi yakın gelecekte nasıl bir İstanbul bekliyor?

                                                      ***

İki yönlü mekânsal bir değişim söz konusu İstanbul’da. Lüks konutlar, ticaret merkezleri, turizm alanlarıyla beraber merkez ‘dikey’ olarak yenileniyor. Mülk ve servet sahipleri ile siyasi-iktisadi olanaklar üzerinde hakimiyet kurmuş zümrelerin ihtiyacına göre şekillenen ‘dikey yenilenme’, enflasyonla da birleşince, ücretli sınıfların buralarda barınmasını imkansızlaştırıyor. Henüz derinden hissedilen kent ‘içi’ ve ‘dışı’ göç dalgasının yakın zamanda şiddetlenmesi muhtemel. Haliyle ‘dikey yenilenme’, kent merkezinde net bir sınıfsal değişime tekabül ediyor.

Bir de iskan politikasıyla aynı anda ‘yatay’ biçimde genişletiliyor İstanbul. Doğal olarak arazinin bol olduğu çeperde yoğunlaşan bir değişim bu. Merkezdekine kıyasla inanılmaz hızlı, sınıfsal karakteri daha karmaşık. Hem iktidarın çıkar grupları ile sermaye sahiplerine rant dağıtımını içeriyor; hem de yeni kentliler, çalışan sınıflar, esnaf, küçük tüccar vs. pay alabiliyor. İktidar genişlemenin rotasını belirleyebilme lüksüne sahip. Siyasal/kültürel hegemonyası için verimli bir değişim yani.

Erdoğan’ın İBB koltuğuna oturduğu anda hayali buydu zaten. 1994’te, diğer adaylar göçü engelleyecek çözümler sıralarken o, gelen herkese yer açmaktan, kenti iki yakasından tutup genişletmekten bahsediyordu. Bugün serpilip büyüyen imar ve iskan siyasetinin kökenindeki ideolojik-politik tohuma dair kısa bir hatırlatma yapalım:

Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak dini bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini izliyoruz. Otoyollar, köprüler, tren yolları oraya akıyor. Havalimanı bile kaydırıldı.

Dolayısıyla kentteki ‘dikey’ ve ‘yatay’ yenilenme milyonlarca kişiyi kapsayan, sınıfların mekânsal konumlanışını değiştiren bir nüfus mobilizasyonu yaratıyor. Nitekim İstanbul’un mevcut nüfus durumu ile AKP’nin kentsel dönüşüm için hazırladığı planlarda öngördüğü yeni nüfus hareketliliği kıyaslandığında, farklı açılardan düşünülmesi gereken bir manzara çıkıyor karşımıza.

Sadece nüfusu dikkate alarak durumu biraz daha somutlayalım…

İLÇELERDEKİ NÜFUS HIZI NE ANLATIYOR?

TÜİK’in son yayımladığı 2022 nüfus verilerine göre, İstanbul’un 39 ilçesinin nüfusu ve artış hızları şöyle:

Kent merkezleri ile süratle büyüyen çeperin nüfus hızı tam aksi yönde. Çeperdeki ilçelerin nüfusu son 10 yılda 3-4 katına çıktı. Merkezde ise hız inanılmaz yavaşladı. Kentsel dönüşüm burada kaçınılmaz olarak çeperdekinden farklı bir etki yaratıyor. Nüfusu artırmak yerine, ağırlıklı ekonomik statüyü değiştiriyor. Çeperde ise kentsel dönüşüm nüfusu artırıyor.

Bunu iktidarın kentsel dönüşüm ile planladığı yeni nüfus hareketliliği de açıkça gösteriyor.

Aşağıdaki tablo bugüne kadar ilan edilen rezerv yapı alanlarının imar planlarındaki öngörülen nüfus sayıları:

29 ilçenin sınırları içinde 2.8 milyon kişilik yeni yaşam alanları planlanmış. Halihazırda 300 bini aşan nüfusa sahip Arnavutköy’e, yeni konut projeleriyle beraber taşınması öngörülen kişi sayısı 1 milyon 300 bini buluyor. Sosyal alanlar, camiler, okullar, hastaneler, yollar, küçük büyük ticaret merkezleri, dükkanlar vs.’yi de dahil edince kente yepyeni bir kent eklenmiş oluyor.

Resmi olarak 15.9 milyon, fiilen 20 milyonu aşmış İstanbul’a en az 2-3 milyonluk ‘ek’ nereden gelecek? Merkezden sürülenler mi yerleşecek, yoksa bir göç dalgasıyla Anadolu’dan mı akacak?

İstanbul’un göç hızı negatif (-1.4) olsa da göçün detayları öğretici veriler sunuyor. İstanbul’a her yıl ortalama 380 bin civarında insan geliyor. Şu grafik gelme nedenlerine ilişkin:

Yeni konut için gelenlerin oranı yüzde 22’yi aşıyor. İş arama, aile yanına taşınma vs. eklendiğinde gelenin yüzde 53’ü yeni bir yaşam arayışında. Kayıt dışı olanları bilmiyoruz. Kentsel dönüşümle canlandırılan inşaat ekonomisinin göç motivasyonunu güçlendireceği muhakkak.

MERKEZDE SINIFSAL NETLEŞME, ÇEPERDE DİNAMİZM

Bütün bu verilere, diğer dinamikleri sabit kabul edip, uzun süredir iki kampa sıkışmış siyasi haritayla beraber bakalım bir de. Kampları apaçık gösteren şu anki İstanbul’un oy haritası böyle:

Elbette büyük siyasi sonuçlar çıkarmak isabetli olmaz. Yine de ‘dikey’ yenilenmenin sebep olduğu sınıfsal değişimin, merkezde egemen olan ana muhalefet blokunu keskin bir sınıfsal çelişkiye sürüklediğini söylemek mümkün. Üstelik mobilizasyon tek yönlü: Mülkü ve parası olan hayatta kalıyor!

İktidar blokunun hakimiyetindeki çeperde ise çok yönlü sınıfsal değişimleri ve yeni çelişkileri beraberinde getiren bir dinamizm yaşanıyor. Farklı çıkarları bir arada tutmayı gerektiren bir dinamizm bu. Popülist ekonomi politikalarıyla kültürel kamplaşmanın, dinsel ajitasyonun, cemaat-tarikat ağlarının ahenk içinde işletilmesinin mecburiyeti bundan. Çeperin heterojen sınıfsal yapısı iktidar blokunu giderek zorluyor aslında. Hele hayat pahalılığı krizi ve yüksek bir enflasyon yapışık hale gelirken. Ama muhalefetin ana gövdesinin merkezdeki sıkışmışlığının sağladığı konfor, işini epeyce kolaylaştırıyor.

Yine de keskin siyasi öngörülerden ziyade, üzerine düşünülmesi gereken olgular olarak işaretleyip bırakalım bunları. Lakin Erdoğan’ın imar ve iskan siyasetinin basitçe cebe para atmanın ötesinde net sınıfsal sonuçlar doğurduğunu tekrar vurgulayalım. Yaşam tarzı savunusuna hapsolmuş bir siyasetin istikbali pek parlak görünmüyor işin doğrusu.

                                                       ***

Tarihimizde iskanın özel bir yeri vardır. Osmanlı’nın Rumeli ile başlayan iskan taktiği, imparatorluğun ömrünü de uzatan kurumsal bir politikaydı. Bir siyasal cezalandırma yoluydu da. Cumhuriyet döneminde esasını mülkiyet/servet değişiminin oluşturduğu kitlesel sürgünlere sık başvuruldu mesela. Veya Ankara’nın başkent olarak imarı, yeni elit sınıfın hakimiyetinin de inşasıydı.

1970’lerdeki gecekondu furyasının İstanbul’un siyasi karakterine etkilerini iyi biliyoruz. Sanayi sermayesinin ve kentsel hizmetlerin ucuz emek deposu olarak gelişen gecekondular, sol siyaseti güçlendirmeden tapu dağıtan bir tür siyasetçi üretmesine, mafyalaşmadan Sivaslı, Tokatlı vb. hemşehrilik üzerinden belediye yönetimlerini belirlenmesine uzanan tarihe sahip, muhteşem bir iskan örneğidir.

Kısaca iskan ve imar, yer altı zenginliğinden yoksun bir memlekette yeni rejim inşa etmenin daima etkili politikalarından birisi olmuştur.

Erdoğan da çeyrek asrı aşkın süredir imar ve iskan politikasını istikrarlı biçimde sürdürüyor. Ve her seferinde daha da geliştirdiği bu politikayla, tıpkı bir koç başı gibi dönüp dönüp İstanbul’un surlarını dövüyor. Tutkuyla arzuladığı rejiminin tacı olarak gördüğü İstanbul’u iskanla kuşatıp, imarla yeniden biçimlendirmek istiyor.

Başarıp başaramayacağı çok fazla etkene bağlı. Ama gerekirse depremi bile bu uğurda fırsat görmekten çekinmeyeceğini bilelim.

Bahadır Özgür / duvaR

2 Şubat 2024 Cuma

Van gerçeği: Emekçiler için sefalet patronlar için cennet + Van'dan işsizlik manzaraları: 'Bebeğim var diye işe alınmadım' -soL

Van gerçeği: Emekçiler için sefalet patronlar için cennet (Banu Yıldırım-soL/Görüş)

Çalışanlarının açlığa mahkum edilirken patronlarının her geçen gün zenginleştiği Van patronlar için bir cennet emekçiler için ise yaşanmaz halde. Bunu değiştirmek elimizde.

TÜİK her yıl olduğu gibi bu yıl da kişi başına düşen milli gelir tablosu yayımladı. Bu istatistiklere göre il düzeyinde kişi başına GSYH hesaplamalarında, 64 bin 416 TL ile Şanlıurfa, 55 bin 296 TL ile Ağrı ve 54 bin 272 TL ile Van son üç sırada yer aldı.

Van, yakın zamanda genç işsizliğin de en yüksek olduğu illerden biri unvanını aldı. Tablonun emekçiler açısından ne kadar korkunç olduğu ortada. Düşük maaşlar, işsizlik, yoksulluk… Bölge illerinin kaderi gibi; ya işsizsiniz ya asgari ücretin dahi altında ücretlere çalışırsınız ya da batı illerine gidip inşaatlarda ölümle burun buruna ekmek mücadelesi verirsiniz. Emekçiler açısından Van ve bölge illerinde ne yazık ki daha ötesinde bir gelecek yok. Bir de tabloya bölgedeki patronlar açısından bakalım. 

Özellikle Van’da artan bir biçimde çağrı merkezi şirketlerinin varlığını görüyoruz. Bunlardan en büyüğü Webhelp diyebiliriz. Webhelp Fransız menşeili bir çağrı merkezi şirketi. Fransız menşeili şirketimiz önce Türkiye’de ucuz emek gücünü keşfediyor ardından da Van’da ucuz emeğin de en örgütsüzünü bulduğu gibi kaçırmıyor. Webhelp’in kurucu ortağı Türkiye için "Türkiye, Webhelp'in en hızlı büyüyen bölgelerinden biri" diyor. Bunun nedeni bizim açımızdan çok açık. Ne tesadüf ki Webhelp gibi uluslarası bir şirketin de Türkiye’de en çok çalışanı Van’da var. Koşullar berbat; yoğun ve molasız çalışma, yönetici baskısı, komik prim ücretleri, asgari ücret… Geçtiğimiz yıl Webhelp işçileri Patronların Ensesindeyiz ile birlikte kötü çalışma koşullarına karşı ayağa da kalkmıştı. Şirket açısından beklenmedik bu adım canlarını da sıktı. Ne de olsa bölge illerindeki örgütsüzlüğe güveniyorlardı ve bu güveni işçiler bir miktar yıktılar. Webhelp her yıl kârlarını katlıyor. Bir yandan bölgede yatırım yaptığı için aldığı teşvikler bir yandan istihdamı artırdığı için devletten aldığı ödüller… Anlayacağınız Webhelp için Van bir cennet.

Van’da başka bir büyüyen sermaye grubu da Türkerler Holding. Enerjinin özelleştirilmesi ile birlikte Van Gölü Elektrik Dağıtım AŞ ihalesini alarak hayatımıza daha çok giren Türkerler’in öyküsü, halkın olanın sermayeye nasıl teslim edildiğinin de öyküsü aynı zamanda. 2013 yılında VANGÖLÜ Elektrik Dağıtım A.Ş. yok pahasına özelleştirilerek Türkerler Holding’e devredildi. Türkerler Vangölü Elektrik Şirketi böylece Van, Bitlis, Hakkari ve Muş halkının sırtından zenginleşmeye başladı. Türkerler’e satıldıktan sonra ise özellikle Van’da sürekli elektrik kesintileri yaşanmaya başladı. Tarife ücretlerinin de sürekli arttığı elektrik artık karşılanması güç bir temel ihtiyaç haline geldi. Eğer faturanızı birkaç gün geciktirirseniz de gelip anında elektriğinizi kesiyorlar. Üstelik birçok yerde elektrikle bağlantılı suyun da kesildiği biliniyor. Ama Türkerler’in umurunda mı, onlar kaçınılmaz yükselişlerinin keyfini çıkarmakta. Bölge halkı ise düşük ücretlerle artan elektrik tarifelerini nasıl karşılayacağını düşünüyor. 

Türkerler’in Vedaş ile birlikte zenginleşmesi sadece halkın sırtından kazandıkları ile olmamış elbette. Bir de işçilerin üstünden kazandıklarına bakalım. İş güvenliği önlemlerinin yok sayıldığı, çalışma koşullarının rezil boyutlara ulaştığı Vedaş’ta işçiler asgari ücret düzeyinde ücretler alıyorlar. Zaman zaman buna karşı ses çıkaran işçilere ise şirket işçi düşmanı yüzünü göstermekten çekinmemiş hiç. Bununla da yetinmemişler işçileri sarı sendikaya zorla üye yaparak haklarını sendika ile el ele daha da budamışlar. Yüksek gerilim hatlarında çalışan işçilerin can güvenliğini sağlamayan Türkerler, birçok işçinin ölümüne de sebep olmuş. 

Yine Türkerler’in karşısına da işçiler Patronların Ensesindeyiz Ağı ile birlikte dikilmişlerdi. Yani Türkerler için de Van bir cennet.

Bir diğer emekçilerinin yoksulluğu büyürken patronlarının zenginleştiği sektör ise tekstil. Van’da Organize Sanayi Bölgesi (OSB) yerleşkesindeki 42 hektarlık alan Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı'nın (DAKA) desteğiyle altyapısı tamamlanarak 13 tekstil firmasına tahsis edildi. Bu tekstil firmaları da 6. Bölge teşviklerinden yararlanacak. DAKA Genel Sekreteri Halil İbrahim Güray, AA muhabirine, Van'ı dünyanın sayılı tekstil üretim merkezlerinden biri haline getirmek istediklerini söylemiş. Tekstil sektöründe istihdamın artmasını mutlulukla karşıladıklarını da söylemeyi ihmal etmemiş. Bölgesel asgari ücretin en can yakıcı biçimde uygulandığı yerlerden biri tekstil sektörü. İşçiler arasında asgari ücret alan neredeyse yok. Patronların işçilerin maaş kartlarında elinde bulundurup asgari ücretin bir kısmına el koyduktan sonra işçilere kartları geri verdiği bile söyleniyor. Teşvikler, düşük ücretlerden elde edilen kârlar, destekler… Van’ın cennet olduğu bir diğer kesim ise tekstil patronları.

Çalışanlarının açlığa mahkum edilirken patronlarının her geçen gün zenginleştiği, Van’da her sokak başında açılan ve patronların eğitimi zenginleşme aracı haline getirdiği özel okullara bakalım. 

Dönemin İl Milli Eğitim Müdürü Hasan Tevke, Van'da 2019-2020 eğitim öğretim yılında özel okul sayısında yüzde 65'lik bir artışın gerçekleştiğini belirterek bunu mutlulukla paylaşmış. Bu sayı her yıl giderek artıyor. Öğretmeni olmayan onca köy okulu varken Van’da sürekli özel okul sayısı artarken öğretmenler de bu özel okullara mahkum ediliyor. Özel okul ücretlerine gelen zamlar yüzde 100’lere ulaşırken öğretmenler enflasyon oranında dahi zam almıyor. Van özel okul patronları için de bir cennet.

TÜİK bu istatistiklerle birlikte Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması da yayımladı. En zengin yüzde 20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay bir önceki yıla göre 1,8 puan artarak yüzde 49,8'e çıktı. En düşük gelire sahip yüzde 20'lik grubun aldığı pay ise 0,1 puan azalarak yüzde 5,9 oldu. Bu tablo yukarıda çizdiğimiz tablo ile çok uyumlu. Van ve bölge illerinde emekçilerin koşulları zorlaşırken patronların payına düşen her geçen gün artıyor. 

Van patronlar için bir cennet emekçiler için ise yaşanmaz halde. Bunu değiştirmek ise elimizde. Başımızdaki yoksulluğun nedeni yukarıda adı geçen patronlar ve onların zenginlik arzusu. Van’ın yoksulluğunun kaynağını arıyorsak çok uzağa gitmeye gerek yok. 

                                                                  /././

Van'dan işsizlik manzaraları: 'Bebeğim var diye işe alınmadım' (Cihan Mert-soL/Özel)

İşsizliğin en yüksek olduğu yerlerden Van'da yaşayan yurttaşlar artık sektörüne bakmadan iş ararken bir yandan da geçim derdiyle mücadele ediyor.

Pahalılık işsizlikle mücadele etmek zorunda kalan yurttaşlar için hayatta kalmayı daha zor hale getirirken, aylarca iş arayıp bulamayanların sayısı da her geçen gün artıyor.

TÜİK’in açıkladığı verilere göre Van’da her geçen yıl işsizlik artarken bu sene de işsizliğin en yüksek olduğu yer yüzde 19,2 ile Van, Muş, Bitlis ve Hakkari'yi kapsayan bölge oldu. İşsizliğin her sene katlanarak arttığı Van’da mesleğini yapamayan yurttaşlar çağrı merkezlerine ve tekstil atölyelerinde ucuz emek gücü olarak görülüyor.

Kendisi tıbbi laboratuvar, eşi tarih öğretmenliği mezunu olan fakat atanamadıkları için Van’da çağrı merkezinde çalışmak zorunda kalan Mihriban, yaşadığı ekonomik zorluk nedeniyle bebeğinin bakıcı ücretini karşılayamayacağı için kendisinin bakmak zorunda olduğundan bahsederken bir yandan da geçim sıkıntısı yüzünden çalışmak istediğini anlatıyor. Yaşadığı sıkıntıları şöyle ifade ediyor:

'Mülakata girmeye hak kazanmama rağmen bebeğimin olması nedeniyle elendim'

Şu anda iş arıyor musunuz? Eğer öyleyse, hangi sektörde veya pozisyonda bir iş bulmaya çalışıyorsunuz? İş ararken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Şu an fiili olarak iş arayışında değilim. On aylık bebeğim var. Ekonomik zorluklar nedeniyle bakıcı ücretini karşılayamadığım için kendim bakmak durumundayım. Fakat yine geçim sıkıntısı yaşadığımız için çalışmak istiyorum. Tıbbi laboratuvar bölümü mezunuyum. Sağlık sisteminde çokça ihtiyaç olmasına karşın atamalar hayli zor. Ben de atanamayınca özel hastanede ve birçok başka sektörde çalıştım. Artık kendi alanlarımızda iş aramak lüks oldu. Birkaç ay önce Kızılay’a kendi mesleğimi yapabileceğim bir alanda iş alımı yapıldı. Mülakata girmeye hak kazanmama rağmen bir yaşından küçük bebeğimin olması nedeniyle elendim. Ayrıca Van'da özel hastane olarak da iki yer hizmet veriyor ve özelde bile işe girmek hayli zor.

'Devlet üç çocuk derken kadınları ve anneleri aslında yoksulluğa mahkum ediyor'

İşsizlikle mücadele ederken karşılaştığınız zorluklar neler?

İşsizlikle mücadele ederken en çok ekonomik sıkıntılar öne çıkıyor. Bugün bez mama fiyatları akıl almaz derecede yüksek. Kirada oturuyoruz. Devlet en az üç çocuk derken kadınları, anneleri "ev hanımlığı" konumunda görmek isterken aslında yoksulluğa mahkum ediyor.

'Kayyım atanınca işten çıkartıldım'

Yerel yönetimlerden işsizlik sorununa dair beklentiniz var mı?

Daha önce büyükşehir belediyesinde çalıştım. Kayyım atanınca işten çıkartıldım .Yerel yönetimlerden en büyük beklentim ben ve benim gibi işinden edilmiş yüzlerce insana tekrar haklarının teslim edilmesi.

'Derdim sadece evime ekmek götürmek'

İşsizlikle mücadele eden Ferhat Ekinci'yse soL’un sorularını cevaplarken pek çok kuruma başvuru yapmasına rağmen herhangi bir geri dönüş alamadığını söyledi. Ekinci, "İşe alım süreçlerinde hep torpille karşılaştım” dedi. 

Şu anda iş arıyor musunuz? Eğer öyleyse, hangi sektörde veya pozisyonda bir iş bulmaya çalışıyorsunuz? İş ararken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Evet, iş arıyorum. Birçok kuruma başvuru yapmama rağmen herhangi bir olumlu sonuç elde edemedim. Sektörün pek bir önemi yok artık benim için. Benim gibi yüzlerce hemşehrim sadece evine ekmek götürme derdinde. İş arama sürecinde karşılaştığımız en büyük sorun yeterli iş olanaklarının ve fabrikaların olmaması, olan kurumların çoğunda da torpille işe alımların olması.

'Geçinemeyen aileler, gurbette çalışan babalar ve sevgiye muhtaç çocuklar…'

İşsizlik sorunu sizin ve aileniz üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?

İşsizken insanın en çok hissettiği duygu tabiri caizse ‘bir baltaya sap olamamak’. Van’daki işsizlik sorunu beraberinde aile içindeki sevgi bağları yıkılmasına sebep oluyor. Çoğu vatandaşımız gurbette çalışıyor. Geçinemeyen aileler, gurbette çalışan babalar ve sevgiye muhtaç çocuklar…

Van’da işsizlik sorununu azaltmak için neler yapılabilir sizce? Beklentileriniz neler?

İşsizliği azaltacak en önemli faktörlerden birisi devletin buralara yatırım yapması ve fabrikalar, maden ocakları açması. Bunlar için bu bölgede olanak var yahut hayvancılık ve tarım bölgesi olduğu için insanlarımıza bu konuda destek verebilir ve olanak sağlayabilirler.

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 2 ŞUBAT 2024 -

Diyanet tatilde de durmadı (Berkay Sağol-Birgün)
Diyanet İşleri Başkanlığı, ülke genelinde "Gençliğe Değer Ara Dönem Kampı" düzenledi. Camilerde ve Kuran kurslarında düzenlenen kamplarda, çocuklarla dini bilgiler ve değerler eğitimi adı altında etkinlikler yapıldı.(https://www.birgun.net/haber/diyanet-tatilde-de-durmadi-503357)

Cemaate ‘Milli, manevi’ kılıfı (Mustafa Bildircin-Birgün)
Milli Eğitim Bakanlığı, cemaat ve tarikatlarla işbirliğine kılıf hazırladı. MEB’in 2024-2028 dönemine yönelik yol haritasında, “Milli ve manevi değerleri önceleyen kurum ve kuruluşlarla işbirliğinin artırılması gerekir” denildi(https://www.birgun.net/haber/cemaate-milli-manevi-kilifi-503356)

AK Partili belediye halk plajına balıkçı barınağı yapmaya başladı (İsmail Akduman-duvaR)

2007 yılından beri hizmet veren Samsun'daki Mert Plajı'nın yakılıp yerine balıkçı barınağı yapılması yeniden gündem oldu. Belediye barınakların yapımına başladı. Halk ise duruma tepki gösterdi.(https://www.gazeteduvar.com.tr/ak-partili-belediye-halk-plajina-balikci-barinagi-yapmaya-basladi-haber-1666329)

13 ilaç geri ödeme listesine alındı (Birgün)

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Bakan Işıkhan, 13 ilacın daha geri ödeme listesine alındığını duyurdu.

(https://www.birgun.net/haber/13-ilac-geri-odeme-listesine-alindi-503413)

Birgün KÖŞEBAŞI - 2 ŞUBAT 2024 -

 

Erdoğan’ı Sevgililer Günü’nde Sisi’nin ayağına götüren koşullar (İbrahim Varlı)

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 14 Şubat Sevgililer Günü’nde Mısır'a giderek “Darbeci Sisi” ile bir araya gelecek. On yılı aşkın bir süredir kopuk olan ilişkiler dikkate alındığında ziyaret her açıdan dikkat çekici. Hem zamanlama, hem politik muhteva, hem de Ortadoğu’daki denklem açısından.

Erdoğan, neden gidiyor? Ajansların servis ettiği haberlere göre liderlerin görüşmede, iki ülke ilişkileri, Gazze'deki İsrail saldırıları ve Doğu Akdeniz meselesini görüşmesi bekleniyor. Bekleniyor çünkü henüz “resmi” olarak ziyaret açıklanmış değil.

Bu sıradan bir ziyaret olmayacak. İki ülke ilişkileri 2013'ten bu yana kopuk. İhvancı rejime Sisi’nin askeri darbe ile son vermesi sonrası başlayan kriz, Mısır ile tüm bağları koparmıştı. Erdoğan, Mısır’daki iç iktidar kavgasını ülke siyasetine eklemlemiş, “Rabia” üzerinden muhalefeti ve siyaseti dizayn etmeye girişmişti.

Olası ziyaret Erdoğan ile Sisi arasındaki ilk temas olmayacak. Erdoğan ve Sisi, Eylül’deki G-20 Zirvesi ve Katar'daki Dünya Kupası'nın açılış töreninde bir araya gelmişti. Mısır ve Türkiye, ilişkileri yeniden başlatmak için yaklaşık 2 yıldır görüşüyordu.

ERDOĞAN’IN AJANDASI

• Refah Kapısı’nda seçim şovu

Middle East Eye'a konuşan yetkililer, Erdoğan'ın, 1 milyondan fazla yerinden edilmiş Filistinliye ev sahipliği yapan Gazze'deki Refah Bölgesi'ni de Filistinlilere destek vermek amacıyla ziyaret edebileceğini ileri sürdü. Ancak, bu konuda alınmış kesin bir karar yok. İsrail buna izin verecek gibi değil. Buna rağmen Erdoğan’ın olası sınıra gitme hamlesi seçim öncesi kullanışlı bir aparata dönüştürülecektir.

• Doğu Akdeniz denkleminde söz almak

Doğu Akdeniz enerji denkleminde Türkiye uzun yıllardır yalnızlığı oynuyordu. Libya’daki Trablus yönetimi ile imzalanan anlaşma ile denkleme ucundan dahil olsa da, kurulan yeni düzende Ankara kendisine yer bulamıyordu. Mısır, İsrail, Filistin, Güney Kıbrıs, Ürdün, Yunanistan ve İtalya arasında oluşturulan Doğu Akdeniz Enerji Forumu’na dahil edilmemişti. Tek taraflı hamleler yeterli değildi. Öyle ki “Mavi Vatan” ilanı dahi bir süre sonra kendisine ayak bağı olmaya başladı. Ankara ile Kahire arasında Doğu Akdeniz’de işbirliğini artırma hedefleri olacak.

• Ortadoğu denkleminde rol almak

ABD’nin Ortadoğu’da kurmaya çalıştığı yeni düzenle Türkiye’nin bölgedeki ülkelerle “normalleşme”ye gitmesi eş güdümlüydü. Abraham Anlaşmaları ile Mısır, İsrail ve BAE ile Ortadoğu yeni bir sürecin arifesinde. 7 Ekim saldırılarının yol açtığı fırtına, taşları yerinden oynatırken denklem de yeniden kurulmaya çalışılıyor. Her aktör kendi tahkimatını yaparken Türkiye de bu süreçte yeni roller üstlenmek, oluşan boşluktan yararlanmak niyetinde. Mısır ve İsrail ile ilişkilerin kurulması ABD’nin bölgesel stratejisinin bir parçasıydı. Yeni Ortadoğu denkleminde, Türkiye’ye biçilen misyon çerçevesinde Kahire-Tel Aviv hattıyla ilişkilerin “normalleştirilmesi” gerekiyor.

SAHADAKİ OYUNLAR

Ortadoğu’yu tek bir vaka üzerinden değerlendirmek kuşkusuz ki eksik kalır. Son dönemlerde yaşanan gelişmelere, görüşmelere, hamlelere bakılacak olursa bu tablonun daha net görülmesini sağlar.

• ABD’nin Suriye-Irak planları

Suriye ve Irak’ı, İran ile ön cephe sahasına dönüştüren ABD’nin bölgeye dair emperyal planlarında görünür bir değişiklik yok. Dışişleri Bakan Yardımcısı Vekili Victoria Nuland, Suriye'den çekilmeyeceklerini, Amerika’nın bölgesel çıkarlarının çekilmeyi öngörmediğini, Ankara ile de sahada iş tutmaya hazır olduklarını söyledi.  

• İsrail’in savaşı yayma girişimi

Denklemin önemli aktörlerinden İsrail, Gazze’de başlattığı savaşı kademeli olarak tüm bölgeye yayma peşinde. Lübnan’dan Irak ve Suriye’ye ve hatta İran’a uzanan alanda istikrarsızlığın hakim olması Tel Aviv’in istediği tablo. Lübnan, Suriye ve Irak’ı vuran İsrail istediğini alırken ABD’nin Irak ve Yemen’e operasyonları planın işlediğini gösteriyor.

Kızıldeniz’deki saldırı ve kriz de İsrail’in işine geliyor.

• İran’ın nüfuz alanını genişletme hesapları

Bölgesel bir güç olan İran’da Ortadoğu’daki karışıklıktan faydalanarak etki alanının neredeyse sınırlarına ulaştı. Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkileri yeniden başlatan İran, “vekil güçleri” üzerinden Yemen’den Lübnan’a, Irak’tan Suriye’ye tüm bir Şii Hilali’nde gücünü konsolide etti. Bu durum hem şimşekleri İran’ın üzerine çekerken hem de Tahran’a karşı yeni ittifakların oluşmasının önünü açtı.

SAVAŞ SONRASINA HAZIRLIK

Gazze savaşının uzaması Ortadoğu'da daha geniş kırılmaların yaşanma riskini de artırıyor. Mevcut bölgesel ve küresel dinamikler, ABD’nin gerilemeye başlayan gücü, yeni aktörlerin devreye girmesi gibi etkenler ABD’nin Ortadoğu’da istediği oyunu, istediği şekilde oynamasını zorlaştırıyor. 7 Ekim saldırılarının oluşturulmaya çalışılan Amerikan merkezli denklemi yerle bir etmesi de gösterdi ki, Ortadoğu’da İran ve Filistin’in dikkate alınmadığı veya dışlandığı planların bir geçerliliği yok.

Bu gerçeklik ortadayken bölgesel güçlerin harekete geçirildiği, İsrail'in yakın Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri'nin yanı sıra Katar ve Türkiye’ye yeni roller verildiği bir sürecin arifesindeyiz. Saflaşmalar, tahkimatlar, yığınak sürüyor.

Ortadoğu’daki ve bölgedeki inşa edilmeye çalışılan yeni denklemde Türkiye’nin koordinatları da belirlenmeye çalışılıyor. O koordinatlar da Amerikan eksenli. Yandaşlar son günlerdeki temaslar üzerine "ABD ile ilişkilerde bahar havası yaşanıyor" diye sevinirken bu "bağımlılık ilişkisi" Türkiye'nin "kara kış"ına dönüşebilir! 

                                                          /././

Hukuk dışı karara karşı durmak (Nurcan Gökdemir)

TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliği beklenildiği gibi düşürüldü. Bu karar, “Gezi Direnişi’nin rövanşı olduğu, hukuki olmadığı, siyasi amacının bulunduğu” tartışmaları arasında alındı.

“Hayır hukukidir, hakkında kesinleşmiş hüküm var” diyenlere karşılık söylenecek çok fazla hukuki kural, gösterilecek bir çok örnek var. Elbette, “Hukuk, Anayasa, ulusal egemenlik hakkı” demeyi bırakmamak lazım. Ancak Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi hukuki bir karar olmadığı için bunu ortadan kaldıracak ya da yenilerinin olmasını engelleyecek mekanizmaların, hukuki çerçevede kalan itirazlar olmayacağı gerçeğinin kabullenilmesi gerekir.

GÖREV BOZDAĞ’A VERİLDİ

Yargıtay,  Anayasa Mahkemesi, TBMM arasında cereyan eden sürecin hukuk dışılığına karşın siyaset zemininde söylem olmaktan öteye gidemeyen, zaman zaman da sokağa yansıyan sınırlı tepkilerle sonuç alınamadığını bir kez daha deneyimledik.

Şimdi gelinen aşamayı tartışmadan önce önceki gün TBMM Genel Kurulu’nda yaşananları hatırlayalım. “Meclis’in onurunu korumak için kararı okutmadığı” iddia edilen TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un bir yurtdışı gezisi sırasında “Saray’ın talimatlarını uygulama” konusundaki becerisi ile bilinen Bekir Bozdağ’ın yönettiği TBMM Genel Kurulu’nda milletvekilliğini düşürmeyi sağlayacak süreç için düğmeye basıldı. CHP süreci uzatmak için kapalı oturum talebinde bulundu. Heyecanı ellerinin titremesinden anlaşılan AKP’li Katip Üye Muhammed Adak tarafından okunan CHP önergesinin kabulü ile kapalı oturum kararı alındı.

35 DAKİKALIK GECİKTİRME

CHP Milletvekillerinin imzasını taşıyan önergede kapalı oturum talebinin gerekçesi şöyle ifade edildi:

“Konu yalnızca bir milletvekilinin seçme ve seçilme hakkının engellenmesi değil açık biçimde Anayasa’nın ihalel edilmesi ve yüksek yargı organları arasındaki çatışma üzerinden Anayasal düzenin işlemez hale getirilmesidir. TC Anayasa’nın ihlali anlamına gelen, ülkemizin ve demokratik rejimin geleceğini tehdit eden bu gelişmeyi değerlendirmek üzere…”

Sadece 35 dakika süren geciktirme sonunda kapalı oturum tamamlandı ve Bozdağ, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararını okudu ve milletvekilliğinin düştüğünü ilan etti. Kürsüye Anayasa kitapçığı fırlatıldı, muhalefet milletvekilleri kürsü önüne toplanarak yüksek sesle bağırdı, dövizler kaldırarak tepkilerini gösterdi, bir de sıra kapaklarına vuruldu. Bozdağ ise sağlıklı çalışma ortamı bulunmadığını bahane ederek oturumu kapattı ve kürsüden ayrıldı.

İLK DEĞİL SON OLMAYACAKTIR

Bu durum TBMM Genel Kurulu’nun ilk kez yaşadığı bir şey değil, daha önce de milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı, üyelikleri düşürüldü, bunlar arasından geri dönenler oldu, hâlâ cezaevinde olanlar, yurt dışına çıkmak zorunda kalanlar da var. Ortak özellikleri “AKP iktidarına muhalefet” olan bu milletvekillerine yenileri ekleninceye kadar perde geçici olarak Can Atalay’la kapandı.

Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından bu kararın ortadan kaldırılmasını sağlayacak hukuk kuralları hatırlatılarak tartışmalar başladı. AKP içindeki “sağduyulu isimlerin” daha önce Enis Berberoğlu ve Faruk Gergerlioğlu olaylarında olduğu gibi Anayasa Mahkemesi mekanizmasının işletilmesini istediği hatırlatıldı. Bu iki milletvekilinin, üyeliklerinin düşürülmesinin ardından AYM’ye yaptıkları bireysel başvuru sonrası alınan ihlal kararı ile TBMM’ye geri döndükleri anımsatıldı.

Anayasa Hukuku duayenlerinden Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun kararın yok hükmünde olduğu temelindeki şu açıklaması gündeme düştü:

“TBMM, Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa dışı olduğunu iki ayrı kararında tescil ettiği bir ‘fiili karar’ metni okuyarak kendisinin de varlık nedeni olan Anayasal düzeni inkâr etmiştir.

Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürülmesi hukuken yok hükmündedir. AYM kararlarında ihlale sebep olduğu tespit edilen Yargıtay kararının, madde 84/2 kapsamında okunması Anayasa dışıdır.

Cumhur ittifakının Anayasa suçunun işlendiği olay yerine dönüşen Meclis kendi varlık nedeninden uzaklaştı. Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nden sonra TBMM de anayasal düzeni ilga girişiminde bulunmuştur."

Gazeteci Gökçer Tahincioğlu, hukukçu Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, TBMM’nin Atalay hakkında kesinleşmemiş kararı Genel Kurul’da okuttuğu, usule aykırı biçimde yapılan yazışma sonunda gelen yazının okunmasına yol açıldığı, bu nedenle de Atalay’ın vekilliğinin düşmüş sayılamayacağı iddialarını haberleştirdi.

“GÜRÜLTÜ OLDU”

CHP TBMM’ye bir başvuru daha yaptı. Genel Kurul’daki gürültü nedeniyle Yargıtay kararının okunmasının duyulmadığı bu nedenle de “hukuken okunmuş bir karar bulunmadığı” iddiasını dile getirdi, kararın hukuken yok sayılması talebinde bulundu. Genel Kurul’da bu yönde açılması istenen usul tartışması talebi elbette iktidar çoğunluğu tarafından reddedildi.

Bundan sonra Can Atalay’ın avukatlarının Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvurunun sonuçlanması ve Berberoğlu/Gergerlioğlu örneklerinde olduğu gibi Atalay’a milletvekilliğinin iadesinin yapılması beklenecek. TBMM bu prosedüre bu kez uyacak mı, aynı nitelikte olmasına karşın her biri birbirinden farklı sonuçlanan bu süreçlerden hangisi Atalay için işletilecek, bunu zaman gösterecek.

“YOK SAYILAN BENİM İRADEM” DEMEDİKÇE…

Ancak, siyasiliği çok ortada olan bu kararın hukuk yoluyla ortadan kaldırılmasını beklemenin boşunalığı ortada. Yurttaş, oyuna sahip çıkmadıkça, kendisi adına görev yapma vekaleti verdiği kişilerin haksız, hukuksuz şekilde cezalandırılmasını engelleyici iradesini ortaya koymadıkça yeni örneklerle karşı karşıya kalmak sürpriz olmayacaktır. Egemenliğin “kayıtsız şartsız ulusun olması” kuralının işlemesinin ancak bu hakkın kullanılmasında ısrar etmekten geçtiği kuralı içselleştirilmelidir. Oy kullanarak yönetimde söz sahibi olmak isteyenler, bu görevi verdikleri vekillerinin kaderini muktedirlerin iki dudağı arasına, onları savunmayı da salt siyasilere bırakmamalıdır. 

                                                           /././

Zamanlama (Yalçın Karatepe)

Piyasalarda zamanlama (market timing) önemlidir. Hangi finansal ürünün ne zaman alınması ya da satılması gerektiğinin doğru tahmin edilmesi gerekir. Tahmin edilmesi ifadesini kullandım çünkü piyasa dinamiklerinin ne olacağını bilemezsiniz. Mevcut verilerden, analizlerden, bilgi birikiminizden vs yararlanarak bir öngörüde bulunur ve hangi zamanın daha uygun olduğuna karar vermeye çalışırsınız. Tabi bunu yaparken her zaman doğru sonuç elde etmeniz de söz konusu olmaz. Sonuçta bir tahminde bulunuyorsunuz. Tahmin de tanımı gereği belirsizlik içeren bir durumdur.

Görünen o ki “zamanlama” sadece piyasacıların hesaba kattıkları bir şey değil, aynı zamanda siyaset kurumunun da yakından ilgilendiği bir konu. Fakat siyaset kurumu için “zaman” bilinen bir şeydir: seçim tarihi. Bu tarihin ne olacağı konusunda bir belirsizlik yoktur, önceden bilinir. Mesela bir sonraki seçim 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak. Burada zamanı tahmin etmeyi gerektiren bir durum yoktur.

Peki, tarihi net olarak bilen siyasetçiler bu tarihi dikkate alarak nasıl kararlar alırlar? Bunu net bir biçimde geçtiğimiz mayıs ayında yapılan seçimler öncesinde gördük. Temmuzda yapılması gereken emekli aylığı artış işi, en düşük emekli aylığı alan milyonlarca insan için “ilginç bir biçimde” mayıs ayında yapıldı. 5 bin 500 lira olan en düşük aylık 7 bin 500 liraya çıkarıldı. Sadece bununla sınırlı kalmadılar. Mayıs ayı doğalgaz faturaları “devlet tarafından” ödendi, emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) konusunda yasal düzenleme hemen seçim öncesinde yapıldı. Muhalefetin önde gitmekte olduğu seçimin hemen öncesinde yapılan bu düzenlemeler sanırım seçmenlerin oy kullanma davranışlarına bir biçimde etki etmiştir. Sonuçta iktidar seçimi kazandı.

∗∗

İki ay sonra yapılacak yerel seçimlere dönük hamleler gelmeye başladı. Muhtemelen başka hamleler de göreceğiz. Örneğin en düşük emekli aylığı tüm itirazlara rağmen enflasyon oranının çok altında artırılarak 10 bin liraya yükseltildi. Hele bir mart ayı gelsin. Sanırım 10 bin liranın çok düşük olduğunu o zaman “anlayacaklar” ve bu miktara bir ilave daha yapacaklardır. Geçen yıl yapmışlardı, bu sene niye yapmasınlar? 

Hafta başında Ankara’da simidin fiyatının 15 liraya çıkarıldığı ilgili Oda Başkanı tarafından duyuruldu. Oda Başkanının bu kararı tek başına veremediğini de hatırlatmak isterim. Önce valiliğe başvurup onay almaları gerekiyor. Fiyat artışı ancak valiliğini onayı ile mümkün. Valilik onay vermiş. Demek ki simitçiler odası valiliği ikna edecek maliyet artışlarını sunmuşlar.

Simit fiyatının 15 liraya çıkarılması kararı sonrasında, bir ailenin sadece çay ve simit ile beslenmesi durumunda ne kadar ödeme yapması gerektiği, bunun asgari ücrete oranı gibi konular haklı olarak gündem oldu. Bu tartışmaların gitmekte olduğu yeri ve olası etkilerini gören iktidar boş durur mu? Durmaz.

Önce simide yapılan zammın geri alındığı duyuruldu. Simitçilerin maliyetinde bir hafta içerisinde bir düşme olmadığına göre, ne oldu da yapılan zam geri alındı?

İşte “zamanlama” burada da devreye girmiş. Oda Başkanı yaptığı açıklamada “Simit fiyatlarına yaptığımız zammın haberlerde yayımlanması üzerine Ticaret Bakan Yardımcısı Mahmut Gürcan beni makamına davet etti ve niçin zam yaptığımızı sordu. Fiyat artışlarını hatırlattım. Tarım Bakanlığı uzmanlarının çıkardığı maliyeti bakan yardımcısına gösterdim. Onların hesabına göre 12 lira 70 kuruş maliyet çıktı. Yani bizim belirlediğimiz maliyetten de yüksek. Zammı ertelememizi istedi. Hatta bizi üzen, kıran bazı ifadeleri de oldu” demiş.

∗∗

Demek ki neymiş? Eğer fiyatları artıracaksan bunu seçimlerden önce yapmayacaksın. Yoksa iktidarın gazabına uğrarsın. Başkanı “üzen, kıran bazı ifadelerin” ne olduğunu bilmiyorum ama bu ifadelerin zammı geri aldırdığı bir gerçek.

İki ay sonra bugün seçimler bitmiş olacak. Biz seçim sonuçları üzerine değerlendirmeler yaparken, bir taraftan simitçiler, diğer taraftan…

Yerel seçimlerden sonra yalnızca simidin fiyatının artacağını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Artan fiyatları her yerde göreceksin. Omuzlarınıza yeni vergilerin yüklendiğini göreceksiniz. Ücret ya da emekli aylıklarında yapılacak artışların ne kadar düşük olduğunu göreceksiniz. 

Ama unutmayın, “zamanlama” iktidarın tekelinde olan bir şey değildir.

Siz de bunu iyi bir şekilde yapabilirsiniz. Eğer bu fırsatı iyi bir biçimde kullanmazsanız, bir sonraki “zamana” kadar çok büyük mağduriyetler yaşarsınız.

                                                              /././

Bu dümeni sola kim döndürecek? (Yaşar Aydın)

Halk öfkeli, iktidarın tek derdi koltukta kalma formülü. Sağ muhalefet rejime sığınmış halde. Halkın taleplerinin sözcüsü yok. CHP ve hatta DEM tereddütlü. Rejimin topyekûn karşısına geçmeden muhalefet etmek ise anlamsız.

Ankara ve İstanbul’u kesintisiz 20 yıl yönetmiş, ülkede 22 yıldır iktidarda olan AKP hafta içi Erdoğan’ın ağzından yerel yönetim vizyonu açıkladı.

Vizyon başlıkları şöyle:

Katılımcılık, şeffaflık ve hesap verebilirlik, dirençli şehirler, Türkiye Yüzyılı’nda şehir ve çevre, toplumsal refah öncelikli şehir ekonomileri, duyarlı ve kapsayıcı sosyal belediyecilik, kültür üreten şehirler, hizmet ve eser belediyeciliği. Ne vizyon ama.

Neredeyse çeyrek asırdır ülkenin birkaçı dışında tüm büyük kentlerini yöneten parti, hedef diye bunları söylüyor. Neden yapmadın ya da bu kentler neden bu halde diye soru sorulmayacağını bildiği için o kadar rahat ki. Vizyon diye anlattığı şeyin 15 yıldır papağan gibi tekrarladığı şeyin aynısı olduğunu herkes biliyor ama kimsenin yüzüne vurmayacağını bildiği için o yine de söylüyor.

Peki bu partinin İstanbul adayı eski Bakan Murat Kurum ne anlatıyor: “Bakın 11 ilde deprem oldu, İstanbul 11 ile yetişir. Ama Allah göstermesin İstanbul'a bir şey olursa ülke gider, bayrak gider, devlet kalmaz. Terörle mücadele kadar önemli diye o yüzden söylüyoruz.” Bürokrasideki ilk görevinden bakanlığa kadar her süreci tartışmalı olan bir isim çıkıp bunları anlatıyor. Üç gazete başlığı ile tüm anlatacaklarının yerle bir olacağını biliyor ama yine de anlatıyor. Yalan söyleyip hayal satıyorlar.

Peki bunu nerede ve ne zaman yapıyorlar? Emeklilerin yerlerde süründüğü, hayat pahalılığının zirve yaptığı, yoksulluğun toplumun her kademesine yayıldığı ülkede söylüyorlar. Üstelik açlığın, işsizliğin zirve yaptığı günlerde söylüyorlar.

22 yıldır yönettikleri Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü Listesi’nde 180 ülke arasında 165’inci, Yolsuzluk Algısı Listesi’nde 180 ülke arasında 115’inci, Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 137 ülke arasında 117’inci sırada fakat yalan söylemeye devam edebiliyorlar.

İKTİDARIN GÜCÜ YETER Mİ?

Üretici toprağa, toprak üreticiye küsmüş. İyi yetişmiş gençler ülkeden kaçarken yerini ithal cihatçı çeteler dolduruyor. Şu 783 bin 562 kilometrekarelik alanda kime dokunsanız bir derdi var. Ama hala Erdoğan’ın seçim kazama ihtimalinden bahsediyoruz.  

Devasa bir medya gücü var, tarikat-cemaat örgütlenmesi ile toplumun her zerresine girmeye çalışıyorlar, devlet onların elinde, tüm bunlar doğru. Üstüne yargısı, kolluk kuvveti devreye giriyor. Anayasal bir düzen bile kalmadı yine haklısınız. Emperyalist, kapitalist dünyadan gelen desteği de ekleyelim. Alt alta yazdığımız tüm bu başlıklar yine de Erdoğan rejiminin devamını açıklamaya yetmiyor.

Nedenini aslında biliyoruz. Muhalefetin yetmezlikleri, sağcılığı, iktidara benzemesi ve kafa karışıklığı. Düğümü çözecek iradede problem var.

16 Nisan 2017 Referandumu’ndan bu yana çoğalarak devam eden rejim karşısında konuşlanan muhalefet cephesi dağıldı. Muhalefet partilerinin bir bölümü rejimin mutlaklığını kabul etti ve rejimin içinden konuşmaya başladı.

Muhalefette salgın haline dönüşen rejime sığınma eğilimi ilk bakışta parçalanma olarak algılandı. Ama biraz daha yakından bakınca parçalanmadan ziyade yukarıda yaşanan bir yer değiştirme olduğu görülecek. Bununla birlikte 10 yılı aşkın bir süredir ülkenin yarısından fazlasını oluşturan toplumsal kesimlerde bir hareketlenmenin olmadığı ve rejimin karşısında durmaya devam ettiğini hatırlatmakta fayda var. Beklenenin aksine mukavemet gücü yüksek bir topluluktan bahsediyoruz.

Yer değiştiren muhalefet partileri de bu yüzden ilk olarak büyük toplamdan parça koparma motivasyonu ile hamle yaptı. Her fırsatta CHP’ye yumruk sallama isteğinin arkasında da bu var.

CHP VE O’NUN SOLU

Türkiye’de en çok ve en rahat eleştirilen parti CHP’dir. Bu eleştirilerin haklı gerekçeleri olduğunu da kabul edebiliriz. Bunca yaşanmışlıklara rağmen parti içi demokraside yaşanan sorunlar, belediyelere bağlı iç iktidar tartışmaları, bir türlü halkçı bir dilin ve eylemin oluşmaması gibi sıralanıp gidebilir. Üzerine yeni yönetimin “değişim” söylemini yeteri kadar dolduramadığını da ekleyelim.

CHP’nin bu durumdan iç dinamikleri kurtulması çok mümkün görünmüyor. Onun dışında ve solunda yaşanacak gelişmeler hem partiyi hem onun seslendiği tabana etki eder, harekete geçirebilir. Kabul edelim ki o tarafta da işler çok parlak değil.

BİZİ NE ZANNEDİYORSUNUZ

İstanbul’da yapılan Can Atalay protestosunda konuşan SOL Parti MYK üyesi Alper Taş iktidar temsilcileri Bahçeli ve Erdoğan’a öfkeyle “Siz bizi ne zannediyorsunuz?” diye seslendi. Taş, vekilliğin düşürülmesinin, tehdidin, baskının devrimcilere geri adım attıramayacağını ifade ediyordu.

Solun, devrimcilerin bu ülkedeki varlığını hatırlatan ne kadar haklı bir çıkış.

Yaşadığımız günlere hatta son bir yıla bakıldığında sosyalistler için de işlerin çok yolunda gitmediğini söylemek gerekiyor. Hatay, Dersim, Kadıköy tartışmaları bile solun itiraz ettikleriyle yeterince ayrışamadığını göstermeye yetmez mi?

Ülkenin büyük bölümü ona reva görülen yaşam karşısında öfkeli ve değişim istiyor. Bu yüzden Türkiye’nin bu hale gelmesinin tek sorumlusu olan rejimi topyekûn karşısına almayan hiçbir muhalefet halk gözünde inandırıcı olamaz.

Biriken öfke ve değişim talebi sadece iktidarı değil muhalefeti de tedirgin ediyor. Göç karşıtlığı, etnik ve dini kimlikler üzerinden bir söylemle toplumdaki rejime karşı oluşan tepki kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Suyun kanalını değiştirme uğraşındalar. Ne iktidar ne de milliyetçi sağ muhalefet halkın değişim talebini karşılayabilir. Öyleyse şimdi tam zamanı. Cüretle, cesaretle, inatla.

(Birgün)