3 Şubat 2024 Cumartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 3 ŞUBAT 2024 -

 

Gizli Pazarlık Önerileri (Işık Kansu)

Saray’daki AKP’li İstanbul’u geri alabilmek için yanıp tutuştuğundan perde arkası pazarlıklara hız verildi.

Saray’ın, Kürtçülüğü araç edinen siyasi hareket ile yürüttüğü görüşmelerde öne çıkan önerileri şöyle sıralayabiliriz:

1- AKP’ye destek olacak adımlar atılması karşılığında Selahattin Demirtaş cezaevinden çıkarılacak.

2- Kobani davası, yargılananlar açısından olumlu sonuçlandırılacak.

3- Cezaevlerinde bulunan ve siyasi kadroların çoğunlukta olduğu 15 bini aşkın tutuklu serbest bırakılacak.

Saray, İstanbul’u istiyor. Gerisi ayrıntıdır onun için.

ABD’Yİ KIRARLAR MI HİÇ?

İsveç’in NATO üyeliğine onay verilmesi, Türkiye’nin siyasi ve askeri yakın tarihine bakıldığında hiç de beklenmedik bir olay değil. 

İkinci Dünya Savaşı sonundan bu yanaki gelişmeler, Türkiye’yi yöneten siyasetçiler ve askeri bürokrasinin Amerika’ya bağımlılıktan asla ayrı düşemeyeceğinin örnekleri ile doludur:

DP döneminde Milli Emniyet Hizmeti Reisliği’ne getirilen general Behçet Türkmen, emekli olduktan sonra ünlü Amerikan şirketi Coca-Cola’yı Türkiye’ye getiren kişi olur. Behçet Türkmen’in oğlu İlter Türkmen de ABD’ye, NATO’ya büyük ödünler verilen 12 Eylül cuntası sürecinde Dışişleri Bakanlığı’na atanır. 

DP iktidarının Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, 1958’de İzmir’de Six Ataf adıyla anılan NATO Hava Kuvvetleri karargâhında bir brifinge katılır. Orada yaptığı konuşmada Türk, Amerikan, İtalyan ve Yunan general ve subaylarına “Hava savunma babında bu memleket sizindir” der. Aynı Erdelhun, 1960 devrimine giden günlerde, dönemin ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Fletcher Warren ile her gün temas içindedir ve Türkiye’deki gelişmeleri kendisine aktarır. 

27 Mayıs 1960’ta Milli Birlik Komitesi’nin 27 numaralı tebliği ile dışişleri bakanının Fahri Korutürk olarak açıklanmasına karşın, bir iki saat sonra bu göreve Selim Sarper getirilir. Selim Sarper’in bakanlığa getirilmesinde ABD ile yakın ilişkilerinin etkisi olduğu bilinmektedir.

12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştiren Kenan Evren ve dört general için Amerikan istihbarat örgütüne “Ankara’daki çocuklar yaptı” değerlendirmesi yapılmıştır.

Süleyman Demirel yıllarca “Morrison Süleyman” olarak tanınmış; başbakanlık, ardından cumhurbaşkanlığı yapan Turgut Özal ANAP’ı kurarken ABD’den destek almıştır. 

ABD vatandaşı olduğu saptanan Tansu Çiller de başbakanlık yapmıştır. 

2002 yılında New York’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu’na Kemal Derviş ve İsmail Cem ile birlikte “Türkiye’de yükselen lider adayı” olarak çağrılan Recep Tayyip Erdoğan, o yıldan beri Türkiye’nin başındadır.

ABD’den liyakat madalyası almış olan Hulusi Akar, Genelkurmay Başkanlığı makamında 15 Temmuz darbe girişiminde casusluk örgütü FETÖ’ye teslim olmasına karşın AKP iktidarı tarafından sürekli ödüllendirilmiş, milli savunma bakanı, milletvekili yapılmıştır.

Böyle bir geleneği olan ülke, İsveç için ABD’yi, NATO’yu kırabilir mi hiç?

ŞERİAT DESTEKÇİLERİ

Saray’daki AKP’li, kurdurduğu Diyanet Akademisi’nde şeriat çağrısı yaptı.

Diyanet Akademisi kurulmasına olanak tanıyan yasaya olumlu oy veren CHP milletvekilleri ile onları yönlendiren Kemal Kılıçdaroğlu’nun kulakları çınlasın!

                                                         /././

ABD’nin 2024 Çin stratejisi (Mehmet Ali Güller)

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan 30 Ocak 2024’te Dış İlişkiler Konseyi’nde yaptığı “ABD-Çin İlişkilerinin Geleceği” başlıklı konuşmasıyla ve CIA Direktörü William Burns, aynı gün Dış İlişkiler Konseyi’nin ünlü dergisi Foreign Affairs’te yayımlanan “Casusluk ve Devlet Yönetimi” makalesiyle, Washington’ın Pekin’e karşı 2024 stratejisini ortaya koydular:

ABD: ASIL RAKİBİMİZ ÇİN

Her iki yetkili de ABD’yi tahtından etme potansiyeline sahip tek ülkenin Çin olduğu saptamasını yapıyor öncelikle:

Sullivan: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine hem de bunu yapabilecek ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip tek devlet olduğunu tespit ettik.”

Burns: “Çin, ABD’nin hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine hem de bunu yapabilecek ekonomik, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip tek rakibi olmaya devam ediyor. (...) Rusya en yakın tehdit olsa da Çin uzun vadede daha büyük bir tehdit.”

ABD’NİN MÜTTEFİK AĞI OLUŞTURMA ÇABASI

Trump yönetiminin Çin stratejisinin sorunlu olduğunu belirten Sullivan, Çin’e karşı “müttefik ağı” oluşturan yeni bir strateji uyguladıklarını belirtiyor: “Hint-Pasifik müttefiklerimiz ve ortaklarımızla bağlarımızı birkaç yıl önce pek mümkün olmayan, hatta düşünülemeyecek şekillerde güçlendirmeye çalıştık. AUKUS’u başlattık. Dörtlüyü yükselttik. Vietnam, Filipinler, Hindistan, Endonezya ve diğerleriyle ilişkilerimizi geliştirdik. Japonya ve Kore Cumhuriyeti ile Başkan Biden’ın Camp David’de ev sahipliği yaptığı tarihi bir zirve ile sonuçlanan tarihi bir üçlü başlattık. ASEAN’ın yanı sıra Pasifik Adaları liderleriyle de zirveler düzenledik.”

Sullivan’a göre bu stratejinin merkezinde “Avrupa ve Hint-Pasifik ittifaklarını birbirine bağlama” konusu var.

BÜYÜK REKABET

Gerek Sullivan gerekse Burns, ABD’nin Çin’e karşı tutumunu “büyük rekabet” olarak niteliyorlar ve içini şu şekilde dolduruyorlar:

Sullivan: “ABD ve ÇHC’nin ekonomik olarak birbirlerine bağımlı olduklarının ve ulus ötesi sorunları ele alma ve çatışma riskini azaltma konusunda ortak çıkarlara sahip olduklarının da farkındayız. On yıllar boyunca ÇHC’yi şekillendirmek ya da değiştirmek için gösterilen açık ya da zımni çabaların başarılı olmadığının farkındayız. ÇHC’nin öngörülebilir gelecekte de dünya sahnesinde önemli bir oyuncu olmasını bekliyoruz. Bu da rekabet ederken bile birbirimizle yan yana yaşamanın yollarını bulmamız gerektiği anlamına geliyor. ÇHC ile rekabet çatışmaya, karşı karşıya gelmeye ya da yeni bir Soğuk Savaş’a yol açmak zorunda değildir.”

Burns: “Çin ile rekabet, bu ülke ile ABD arasındaki yoğun iktisadi karşılıklı bağımlılık ve ticari bağlar zemininde gerçekleşiyor. Bu tür bağlar iki ülkeye ve dünyanın geri kalanına oldukça iyi hizmet etti ama aynı zamanda ABD’nin güvenliği ve refahı açısından kritik kırılganlıklar ve ciddi riskler yarattı.”

ABD NE YAPACAK?

Peki seçim yılı olan 2024’te ABD Asya-Pasifik’te, Avrupa’da ve Ortadoğu’da nasıl bir yol izleyebilecek?

Sullivan: “Uluslararası hukukun izin verdiği her yerde uçarak, yelken açarak ve faaliyet göstererek bölgede seyrüsefer özgürlüğünü desteklemeye devam edeceğiz. Ve ulusal güvenliğimizi korumak üzere tasarlanmış özel ulusal güvenlik tedbirlerini uygulamaya devam edeceğiz. (...) Kızıldeniz’den Kore Yarımadası’na kadar zorlu bölgesel ve küresel meseleler hakkında Pekin ile konuşacağız.”

Burns: “Çin ile rekabet Washington’ın en yüksek önceliği olmaya devam edecek, ancak bu diğer zorluklardan kaçabileceği anlamına gelmiyor. Bu yalnızca ABD’nin dikkatli ve disiplinli bir şekilde hareket etmesi, aşırıya kaçmaktan kaçınması ve nüfuzunu akıllıca kullanması gerektiği anlamına geliyor.”

                                                /././

Yeşil darbe (Mehmet Ali Güller)

21 yıl önce Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), CHP’li vekillerin desteğiyle anayasayı değiştirerek Erdoğan’a milletvekili olma yolu açtı.

21 yıl sonra TBMM, Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymayarak Hatay’dan seçilen Can Atalay’ın milletvekilliğini düşürdü. 

21 yıllık bu dönüşüm, AKP’nin renkli darbelerinin son halkasıdır: AKP, ABD destekli turuncu darbe ile iktidar oldu, FETÖ destekli mavi darbeyle devletin kurumlarını tasfiye etti, Türk-İslam sentezli yeşil darbe ile kendi rejimini inşa etmeye çalışıyor.

MİLLETİN İRADESİNİ YANSITMAYAN MECLİS

TBMM, fiilen artık milletin meclisi değildir çünkü vekilleri, milletin aleyhine karar almaktadır. Sadece son bir haftada alınan şu iki karar bile vekillerin oylarının milletin tutumunu yansıtmadığını göstermektedir: 

1) Milletin çoğunluğunun tutumunun aksine, Meclis’teki vekiller NATO’nun genişleme programını onayladı.

2) Anayasa Mahkemesi’nin kararına uyulmadı ve Can Atalay’ın milletvekilliği hukuksuz olarak düşürüldü.

Öyle bir hukuksuzluk ki zaten “anayasal düzen” olmaktan çoktan çıkmış düzeni, artık “anayasalı düzen” saymak bile zor...

ANAYASAYA DARBE

Can Atalay üç kez Anayasa Mahkemesi’ne hak ihlali için başvurdu. Anayasa Mahkemesi hak ihlali kararı verdi ama hem İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi hem de Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Saray’ın desteğiyle karara uymadı. Üstelik Yargıtay 3. Ceza Dairesi, “Anayasa Mahkemesi’nin kararının hukuki değerinin olmadığını” savundu!

Böylece Yargıtay 3. Ceza Dairesi, bu tutumuyla anayasanın 153. ve 158. maddelerini yok saymış oldu. Anayasanın 153. maddesine göre “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” ve “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar”. Yine anayasanın 158. maddesine göre “Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesi’nin kararı esas alınır”.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi, iki maddeyi yok sayarak anayasayı da yok saymış oldu. Böylece Saray desteğiyle anayasaya darbe yapılmış oldu.

HEDEF: YENİ REJİM İÇİN YENİ ANAYASA

AKP için anayasa, uyulması gereken bir toplum sözleşmesi değil. İktidar o nedenle defalarca anayasayı değiştirdi, gücü oranında deldi. Hatta Bahçeli, “Madem Erdoğan anayasaya uymuyor, biz anayasayı Erdoğan’a uyduralım” diyerek Erdoğan’“Türk tipi başkanlık modeli” hediye etti. O da yetmedi. Erdoğan sonrasında anayasaya aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanı oldu.

Sonuç olarak AKP, 21 yılda anayasayı neredeyse baştan aşağı değiştirdi, idari sistemi yıktı, parlamenter sistem yerine uygulaması “tek adam rejimi” olan başkanlık sistemini getirdi.

Ancak Saray’ın hâlâ ulaşamadığı hedefi var: Rejimi yıktı ama yerine yenisini tam olarak inşa edemedi. İşte Erdoğan “yeni anayasa” ile inşa etmekte olduğu rejimine anayasallık kazandırmaya çalışıyor. Saray, bu amaçla Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi arasında kendisini “hakem” gibi konumlandırarak “çözüm yolunun yeni anayasadan geçtiğini” savunuyor. Yani yarattığı krizi, kendisine kaldıraç yapmaya çalışıyor.

MECLİS YOKSA ALANLAR VAR

Can Atalay meselesinin iktidar açısından bu kadar önemli olmasının nedenlerinden biri de Gezi’dir, yani milyonların katıldığı Haziran Halk Hareketi’dir. 

İktidar, -tekrarlanmamasını umarak- Gezi’yi “suç” gibi göstermeye çalışıyor. O nedenle de Can Atalay başta, Gezi davasından tutuklananların içeride kalmasını sağlamaya uğraşıyor.

Ancak mesele şu: Haziranda milletin iradesi alanlardaydı, Meclis’in iradesine darbe vurulduğu şartlarda, milletin iradesini yine alanlarda göstermesi, anayasal hakkıdır.

                                                    /././

‘Sen kimsin ve kimi tehdit ediyorsun’ (Miyase İlknur)

Gezi Direnişi sırasında insanların üzerine gaz, plastik mermi ve TOMA’larla polisleri saldırtan dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan hızını alamayıp “Evlerinde zorla tuttuğumuz ülkenin en az yüzde 50’si var” diyerek tehdit sopasını da kullanmıştı.

Bir devlet adamının ağzından çıkan bu sözler dehşet vericiydi. Yanlış anlamayın evinde zorla tuttuğu yüzde 50’den korktuğumuzdan değil, hukuku uygulamakla yükümlü ve anayasadan kaynaklı gösteri hakkını kullanan sivil halkı, kendisini destekleyen paramiliter gruplarla tehdit etmesiydi dehşet verici olan.

Başbakanın bu sözlerine muhalefet liderleri anında tepki gösterdiler. Ama içlerinden birinin sözleri kayda değerdi. Şöyle diyordu o muhalefet lideri:

“Başbakan diktatörlüğe kaymaktadır. Polis, aldığı talimatlar gereğince şiddete başvurmaktadır. AKP, tıpkı Nazileri aratmayacak derecede sanki gaz odalarına başvurmaktadır. Başbakan ve hükümeti insanlarımızın özelini işgal etmekte, her şeye burnunu sokmaktadır.

Erdoğan’ın böyle bir ortam ve gündem içinde gitmekten vazgeçmediği yurtdışı seyahati öncesinde, bir basın mensubu ile polemiğe girerek ‘Şu anda evlerinde bizim zorla tuttuğumuz bu ülkenin en az yüzde 50’si var’ ifadeleri talihsizlik, aynı zamanda da büyük bir sorumsuzluk örneğidir. Sayın başbakan sen kimsin ve kimi tehdit ediyorsun. Kendi partinin bir belediye başkanı gibi sen de Taksim’deki itirazları bir kaşık suda boğmak merakında mısın? Kara gömleklilerini ve bindirilmiş kıtalarını nereye konuşlandırdın?”

Hepimizin altına imzasını atacağı bu sözleri sarfeden bu muhalefet lideri, başbakana sorumluluğunu anımsatarak “Kara gömleklilerini ve bindirilmiş kıtalarını nereye konuşlandırdın” sorusu ile de gayri yasal işlere soyunmaması konusunda uyarılarda bulunuyordu.

Peki kimdi bu sözleri söyleyen muhalefet lideri?

TORBACILARLA YAPMA MAFYAYI KULLAN

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli.

Eminim şaşırmadınız. Sayın Bahçeli’nin pek çok konuda geçmişte söylediklerinin tam zıddı şeyler söylediğinin çetelesini tutmaya kâğıt kalem yetmez.

Erdoğan’ın Gezi Direnişçilerini tehdit eden sözlerine karşı esaslı posta koyan Bahçeli, şimdi Gezi Direnişi nedeniyle tutsak alınan TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğinin darbe yoluyla düşürülmesine tepki gösterenleri aynı sözleriyle tehdit ediyor.

“Sokağı ve kanunsuz direnişi adres gösterenler, dahası ülkemiz aleyhine her türlü pozisyonun alınmasından bahsedenler husumet figüranlarıdır. Hiç kimse bedeli ve sonuçları çok ağır olacak bir yanlışın faili olmamalıdır.”

Şimdi biz de Bahçeli’ye soralım: Ne olurmuş bedeli? Sen de kara gömleklilerini ya da torbacıları mı üstüne salacaksın gösteri yapanların? Belki de Sinan Ateş cinayetinde çok iz bırakan amatör torbacılar yerine önünde el öpme kuyruğuna giren mafya liderlerini görevlendirirsin herhalde.

AKŞENER’İN AFİŞLERİ

İYİ Parti lideri, cumhurbaşkanı seçimleri öncesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu, yerel seçimler öncesinde de İBB ve ABB başkanları İmamoğlu ile Yavaş’ı hedefine oturttu.

Önce partisinin içine müdahale etmekle suçladığı iki başkanı geçen gün de afişlerini bilboardlara asılmasına engel olmakla itham etti. Afiş olayında şirketin tehdit edildiği iddiaları somut kanıt olmadığı için bir şey demek mümkün değil. Ancak afiş demişken Akşener’in cumhurbaşkanı seçim sürecindeki bilboardları, üstgeçitleri donattığı afişler geldi aklımıza.

O afişlerde cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu ile kendisinin resimleri olması gerekirken İstanbul’da İmamoğlu, Ankara’da ise Yavaş’la kendisinin resimleri yer alıyordu. Ayıp olmasın diye de birkaç tane Kılıçdaroğlu’nun afişlerini görünmeyen yerlere astırmıştı.

Bu afişlerle topluma bir mesaj mı verilmek isteniyor diye Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez’e sorduğumuzda “Elbette bir mesajı da var bu afişlerin” demişti.

Afişle vuran afişle vuruldu desenize.

                                                    /././

Siyaset seçmenin; seçmen sağlığının derdinde (Şükran Soner)

Medyanın, istense de istenmese de büyük çoğunluğu iktidarın emrinde, azı eleştirel olsa da olmasa da aynı türden haberlerle dolup taşması kaçınılmaz. İşin en moral bozucu yanı, televizyonların söz konusu yayınlar sürecinde, düğmelere basılmasını kaçınılmaz kılan bıktırıcılığında. Elbette iktidarın finans kaynakları ile destekledikleri işler tıkırında. Eleştirel yaklaşanlar için ise yokuşları tıksırır gibi tırmanmakta zorlanan eski trenlerin tıksırıkları gibi çıkabilenleri... Biz izleyenler kendimize daha yakın bilgi alabileceklerimizi seçmekte çırpınıp duruyor olsak da zaman içinde haber içeriklerinin aynı tornadan çıkmış gibi benzerliklerinden yoruluyoruz.

Yaşadıkları zorluklardan bıkkınlık içindeki çoğunluk, dinleyeni olsa da olmasa da artık tepkilerini sesini yükseltmiş olarak duyurmaktan korkmayacak kadar çaresiz. Küçücük çocuklara açlıktan ölmemek üzere salçalı ekmek yedirmek zorunda kalan büyükleri susabilirler mi? Yakalandığı ağır hastalık yaşamla ölüm arasında bırakmışken ilacını alamayan, doktora gidemeyen, tedavisini yaptıramayan çaresiz hasta sesini çıkarmadan durabilir mi? Ağır hasarlı olduğu için, içine giremediği depremin vurduğu evinden eşyalarını çalmakta olan hırsızı korkutmak umuduyla havaya ateş eden depremzedenin delirdiğini söyleyebilir miyiz?...

Taşındığım yeni evimde oğlumun yönlendirmesi ile çok iyi çalışmış ancak uzunca bir süre telefonu yanıt vermemiş ustanın yaşadıklarını öğrenince kulaklarıma inanamadım. Deprem yıkımı için boşaltılan işyerine iş dönüşü risk nedeniyle mühürlendiğini görüp iş gereçleri içeride kalan usta ne suç işlemiş? Kesinlikle içeri girmesine izin verilmeyince nöbetçi olmayan bir saatte içeri girip alabileceklerini almış. Polisten bir konuda bilgi alınacağı söylenerek çağrılmış, doğal olarak kandırıldığından habersiz gitmiş. Sorgusuz hapse atılıp sabıkalıların arasında haftalarca tutulmuş. Lütfedilip dışarı çıkabildiğinde telefonu geri verilmediğinden ailesi bile habersiz kalmış. Ne menem bir sadistliktir bu?

                                                     ***

Her tür suçun yapanın yanında kâr kaldığı bir düzende, yaşam ezenler ile ezilenler arasında birbirinden iğrenç örneklerle çoğaldıkça, balık baştan kokmuş olarak ülkenin her köşesinde sayısız örneklerle çöp dağları gibi yükseldikçe ne olmasını bekliyoruz ki? Haksızlık, hukuksuzlukların örnekleri ülkemizin her yanından yapanların yanında kaldığı bir düzen belgeleri, görselleri ile yüzlerimize vuruldukça nasıl tepkiler gelir? En alttakiler nereye kadar ezilebilir? Ülkemiz çok sert sınav günlerinden hep birlikte geçirildiğimiz bir düzenin içinde, karmaşa, kaosları yaşıyor.

Çoğunluk yaşam refleksi, yaşam yollarının bulunabilmesidir. Refleks olarak kurtuluş gibi gelen çıkışlarımızla daha ağır bedeller ödemekte olduğumuzun deneyimleri katlandıkça yine yaşam güdüsü ile daha akılcı olabilmenin, akılca çareler üretmenin yolları aranmaz mı? Yaşam arayışları kaçınılmaz olduğuna göre de ufaktan ufaktan öncesi başlamak üzere dipten gelen dalgalar oluşup güçlenmezler mi?

İsterseniz haber akışlarını biraz daha dikkatli, tam da bu gözle okumaya çalışalım. Haberci yandaşmış, hak arayanmış fark etmez, beş aşağı beş yukarı akış değişmez oldukça, bilinçaltının çalışması derinleşip güçlenmez mi? Yaşamın her alanına dönük, önce pıtır pıtır, sonrasında patır patır haykırışlar, eylemlerin yükselişini, direnişleri hâlâ göremiyor muyuz? Safları sıklaştırımıyor muyuz? Katılmayanlar hiç boşuna sızlanmasınlar, hâlâ uyanamamış, uyuyanlar saflarındalar.

(Cumhuriyet)

Bir fenomen olarak dini kurumlarda çocuk istismarı - Erhan Nalçacı / soL

 

Bütün dünyanın bir istismar ve pedofili pandemisi ile kaplanmasının esas nedeni sermaye sınıfının mutlak olarak gericileşmesidir.

Geçen ay Almanya Protestan Kilisesi’nde 1946’dan bu yana 9 binden fazla çocuğun veya gencin cinsel istismara uğradığı açığa çıktı. Yazılarımızda değindiğimiz kapitalizm altında giderek çürüyen dünyanın başka ama çok acı dolu bir yanına işaret ediyor bu veri.

Ancak dünyada ve Türkiye’de dini kurumlarda gerçekleşen çocuk istismarlarına göz atmadan önce fenomen kavramını tanımlamalıyız.

Düzen kültürü her yanıyla yozlaştırdığı için felsefi kavramların da anlamı çarpıtılıyor. Önemli bir felsefi kavram olan fenomen bugün “youtube” üzerinden ünlü olup köşeyi dönmeye çalışanlara verilen isim oldu. Oysa fenomen veya görüngü, maddenin belli formlarda ve sıklıkta tanımlanabilir olmasıdır. İsterseniz olgu da diyebiliriz.

Konu daha iyi anlaşılsın diye bir örneği ele alalım. ABD başta olmak üzere batı ülkelerinde okullara genç bir insanın silahla saldırması, öğrenci ve öğretmenleri öldürmesi bir fenomen haline gelmiştir. Bunlar münferit olaylar değildir, belli koşullar devam ettiği sürece bu olgu da devam edip gidecektir.

Fenomenleri önce yüzeysel olarak tanımlarız, ama sonra özlerini, içindeki çelişkileri ve nedenlerini araştırarak kavramaya başlarız. ABD ve diğer ülkelerde, silaha çok kolay ulaşılması, çocukların şiddet içeren videolara bağımlı hale gelmesi ve gerçeklik duyularını kaybetmeye başlaması, parçalanmış aile, aile içi şiddet ve uyuşturucu gibi sorunların yükselmesi, gençleri kapsayacak bir amacın yokluğu bir araya geldiğinde okul cinayetleri belli bir sıklıkla tekrarlanacaktır.

Şimdi dini kurumlar aracıyla çocuk istismarı bir fenomen midir, bakalım. Önce belirli bir sıklıkla benzer şekilde karşımıza çıkması gerekiyor.

Burada kaynak verilmeyecektir, ama isteyen arama motorlarına yazsın, çok sayıda rapora ulaşacaksınız.

2021’de Kilisede Cinsel İstismar Bağımsız Komisyonu Fransız Katolik Kilisesi’nde son 70 yılda 216 bin çocuğun kilise görevlileri tarafından istismara uğradığını açıkladı. Mağdurların çoğu 10-13 yaş arasındaki erkek çocuklardı.

2023’te İspanya’da 1940’dan bu yana 200 binden fazla çocuğun Katolik din adamlarınca istismara uğradığı rapor edildi. Din adamlarının yanı sıra kilise personeli dâhil edildiğinde istismara uğrayan çocuk sayısının 400 bin olduğu tahmin ediliyor. İspanya halkının %0,6’sının bu tacize uğradığı belirtiliyor. Çok korkunç değil mi?

İsviçre’de Katolik Kilisesi’ne yönelik soruşturmada 1950’den bu yana 1000 cinsel taciz vakası saptanabildi. Taciz vakalarının yarıdan fazlasının günah çıkarmada, kilise görevlerinde, kiliseye ait yetimhane ve okullarda gerçekleştiği vurgulandı.

Aşağıda afişi verilen “Spotlight” (Spot Işığı) filmi 2001 yılında ADB Boston’da yaşanan gerçek bir olayı anlatıyor. Bir gazetenin araştırma ekibi kilisede yaşanan bir çocuk tacizini takibe alıyor. Başlangıçta 13 rahibin bu işe bulaştığı düşünülürken kilise mensuplarını tedavi eden bir psikoterapist rahiplerin %6’sı kadarının istismar vakalarına katıldığını söylemesi üzerine araştırma derinleştiriliyor. Boston’daki 1500 rahipten 83’ünün istismara karıştığı saptanıyor. Gazeteciler belgeleriyle birlikte bu olguyu yayınlar ve haberin çıktığı sabah acaba protestocular gazetenin kapısına dayanacak mı diye beklerler. Oysa gazetenin telefonları durmadan çalmakta ve zamanında yaşadığı yaralanmanın bütün acısını içinde taşıyan istismara uğramış kişiler gazeteyi aramaktadırlar.

2015’te yönetmen Tom McCharty tarafından çekilen film bir belgesel gibi 2001 yılında bir gazetenin Boston’da Katolik Kilisesinde çocuk tacizlerinin açığa çıkarılmasının gerçek öyküsünü anlatıyor.

Portekiz, İrlanda, Avusturalya… Son yıllarda ortaya çıkan bütün raporları burada saymanın anlamı yok. Bir fenomenden bahsediyoruz.

Ve fenomenin dört önemli yanı var. Birincisi bütün raporlar saptanabilenin buzdağının tepesi olduğunu, olayın çok çok daha vahim olduğunu söylüyor. İkincisi ise, her durumda kilisenin durumdan haberdar olduğu ve üstünü örtmeye çalıştığı belirtiliyor. Üçüncüsü, kiliselerin yönettiği okullar bu süreçte önemli bir rol oynuyor. Dördüncüsü ise istismara uğrayanlar hemen her zaman yoksul kesimlerden geliyor.

Raporlar bu fenomende rahiplerin aşırı şekilde kutsallaştırılmaları, cinsel ilişkinin yasaklanması veya kısıtlanmasının rol oynadığını belirtiyor. Yine bu okullarda yetişen rahiplerin de çocukken tacize maruz kalmaları söz konusu, bir alt istismar kültürü yaratılıyor.

Ayrıca çocuklarda vicdan gelişiminde yasakçı, cezalandırıcı tutumun çok zarar verici olduğu eğitim bilimciler ve psikologlar tarafından söyleniyor. Bir çocuk araştırarak, nedenini sonucunu anlayarak vicdanını geliştirmeli. Ancak dini kurumların cezalandırıcı, baskıcı tavrı sorgulayan bir vicdanın gelişimini önlüyor, sağlıksız ve sert olan daha çabuk kırılıyor, çocuklara yaşattıkları acıyı değerlendiremiyorlar.

Arama motorlarına tarikat ve çocuk istismarı diye yazın, Türkiye’den sayısız vaka döküldüğünü göreceksiniz. Burada sıralamak aklı yorar sadece. Fenomenin buzdağının tepesi, gerçeğin örtülmesi, din kurumlarına bağlı okul ve yoksullara musallat olması dörtlemesini aklınızda tutun okurken. 

Burada bütün din adamlarını karalamak gibi bir niyetimiz yok tabi ki. Din görevlileri de ücretle geçinen, içlerinde vicdanları olan üyeleriyle toplumsal bir tabaka oluşturuyor. Hatta kendi ülkesinde emekçi sınıflarının ve devrimlerin yanında yer almış din görevlileri olduğu biliniyor.

Spotlight filminde gazetenin sorumlusu tepeden aşağıya inceleyeceğiz diyor ve sonuçta tek tek rahipleri değil Kiliseyi suçluyorlar. Ancak ne de olsa bir Hollywood filmi, şurayı saklıyor. Fenomeni incelemeye egemen sınıftan başlamak gerekiyor, neden burjuva devrimlerinden sonra dini kurumlarla uzlaştılar, bu kurumları bu kadar özgürleştirdiler ve korudular diye. 

Yanıtını biliyoruz, hırsızların kabahatlerinin üstünü örtecek bir örtüye ihtiyacı olur her zaman. Bütün dünyanın bir istismar ve pedofili pandemisi ile kaplanmasının esas nedeni sermaye sınıfının mutlak olarak gericileşmesidir.

Şimdi Türkiye’de ÇEDES üzerinden Diyanet İşleri Başkanlığı anaokulundan liseye bütün okulları yönetmek için büyük bir çaba içinde. Öyle ki imamlar okulun içinde öğretmenleri tehdit edebiliyor.

Okullarımızdan ve çocuklarımızdan uzak durun, bunun altında kalırsınız, bu başka şeye benzemez.

Erhan Nalçacı / soL

Caligula’ya acil şeriat lazım! - Orhan Gökdemir / soL

 

Din yükseliyorsa toplum çözülüyor, dağılıyor ve bir çöküşe doğru sürükleniyor demektir. Bu Caligulaları ortaya çıkaran habitattır. 

“Şaria” veya “şeria”, su içilecek yere giden yol demek, Batı Şeria’dan biliyoruz. Mekândan bağımsızlaşınca “takip edilecek yol” anlamında sadeleşmiş. İslam dini ortaya çıkınca su yolu Allah’ın yolu olmuş. Yol onun olunca şeria da onun “emirlerinin bütünü” anlamına kavuşmuş. İnanalar için yolun son ve tartışma götürmez halidir. Demek ki her müslümanın şeria’da yürümesi şarttır. 

Ancak yol bu yeni haliyle sadece bir yoldur, şeria sadece konulmuş dış kurallara uyulmasını ister, hisse-duyguya ait bir şey söylemez. Yürüyenlerin inancından emin olamayız. Şeriata uygun olanın inanca aykırı olabilmesi ihtimali demek bu da. Dini olup imanı olmama halinden söz ediyoruz, yaygın olduğunu biliyoruz. Demek ki şeria, biçime, kabuğa değin kurallar bütünüdür. Biçimsel olanın ise bir kutsallığı olmaması gerekir. “Şeriat din demektir, şeriat da din gibi kutsaldır” demek imkansızdır öyleyse. Haliyle şeria’ya karşı çıkmak, “bu yol yol değil” demek her zaman mümkündür. “Al Gazali gibi dini mütefekkirler şer’i olan şeylere mübalağalı bir ehemmiyet atfına karşı geldiler ve hatta fakih’ler bile yalnız şaria hükümlerinin yerine getirilmesinin yeterli olmadığını söylediler.” Diyanetsiz “İslam Ansiklopedisi”nden aktardım. Şeria, yalnız başına ele alındığında lüzumsuz hatta zararlı bir şekilcilikten ibarettir, alıntıda denilen budur. Şeria’ya, din dairesinde kalsak bile, karşı çıkmamız mümkündür öyleyse. 

Tabii “sünni müslümanlığı” ayırıyoruz. Başkaları için lüzumsuz olan onlar için dinin temelidir ve şaria’sız inanç mümkün değildir. Bu yorum çok basit bir akıl yürütmeye dayanıyor; şeriatın künhüne, esasına-aslına, akılla vakıf olunamaz, haliyle sorgulanması mümkün olmayan bir hikmettir şeriat. Böylece dinci gericiliğin veya islamo-faşizmin kaynağına ulaşmış oluyoruz. Faşizm hikmetin fıtratındandır. 

***

Turan Dursun’un dediği gibi Muhammed başlangıçta sadece bir kabile peygamberiydi. Kabilenin de yalnızca bir bölümünün, kendi aile ve yakın çevresinin- Kureyş, peygamberidir. Esasında her kabilede gizli işlerle uğraşan, kâhin ve şair, bir peygamber vardı. Kabile devlete evrilmeye başlayınca boşa çıkan diğer kabile peygamberleri “sahte peygamber” oldu. 

Demek ki kabileden devlete, kölecilikten feodalizme geçişin tezahürlerinden biriyle karşı karşıyayız. Peygamberin peygamber olabilmesi için sadece vahyi iletmesi yeterli değildir, aynı zamanda tarihin işini görmesi, kabilenin devlete dönüşmesi gerekir. Kabile devlete dönüşünce kabile peygamberi de devletin bütün tebaasının peygamberine dönüşür. Şeria’nın çıkış noktası budur. Haliyle devletsiz din düşünemeyiz. Devlet olmadan din olmaz. Halifenin hem devlet başkanı hem de din başkanı olması bundandır. Şeria’da devlet var. 

Peygamber Kureyş’in peygamberiydi ama tarihin zembereği çalışıyordu. Emevi ailesinden gelen Osman yeni devletin bir Emevi kurumuna dönüşmesine göz yumdu. Emevîlerin ve Kureyş’in onun zamanında elde ettiği ayrıcalıklar kabile zihniyetinin restorasyonu anlamına geliyordu. Kısa zamanda merkezinde Emevîlerin ve Kureyş’in olduğu imtiyazlı bir sınıf oluştu. Son halife Ali’nin müdahalesi çökmekte olan halifeliği ayakta tutmaya yetmeyecekti. Cumhuriyeti korumak için giriştiği son savaşta, asiler mızraklarının ucuna Kuran takarak Halifeyi durdurdu. Demek ki Ali zamanında kitabın kutsallığına inanan pek az Müslüman vardı. Halife öldürüldü ve İslam tarihi için yeni bir dönemin başlama vuruşu yapılmış oldu.

Halife Ali’nin ölümü üzerine Osman zamanında Şam Valisi yapılan Muaviye halifeliğini ilan etti. Seçimi kaldırdı, fiili cumhuriyeti yıktı. Halifelik, onu silah zoruyla ele geçiren Muaviye tarafından 662 yılında fiilen ve hukuken kaldırıldı.

Kılıç zoruyla halife Muaviye, şartların zorlamasıyla imana gelmiş gönülsüz bir Müslümandı. Büyük ihtimalle yaşamının sonuna kadar öyle kaldı. Seçimle gelen ilk halifelerden nefretini saklamıyordu. O bir despottu ve din, üzerine giydiği iktidar kaftanı gibi bir işlev üstleniyordu. Oğlu Yezid’i veliaht tayin etti, kendisini devlet başkanı olarak kabul etmeleri için halka baskı yaptı. Zamanın ruhuna uygun bir “devlet” ortaya çıkardı. Emevi devleti görünüşte bir “İslam devleti”ydi ama gerçekte sıradan bir krallıktan farkı kalmamıştı. Şeria her zaman doğru yol değildir. 

Emevi tarihinin geri kalanı bir ahlaksızlık, yolsuzluk, gasp, yağma, cinayet, katliam hikâyesidir. 90 yıl ayakta kalabildiler, küçük bir ayaklanmayla yıkıldılar. Devlet yıkıldığında Emevi Kralı Eşek Mervan Mısır’a kaçtı. Eşekti ama halifeydi de!

***

Din ile devlet arasındaki ilişkinin izinden giderek “şeria” arıyoruz. Birinci İznik Konsülü, 325 yılında, İmparator Konstantin’in çağrısıyla İznik’te toplandı. Toplanmaktan amaç Hıristiyanlığın içerisinde “tartışmalı bazı konulara” açıklık getirmekti. Toplantı bir Konstantin organizasyonuydu çünkü İmparator Hıristiyanlığı resmi bir dine dönüştürme niyetindeydi. Konstantin dine yeni bir şekil vermeden önce Hıristiyanlığın bir din olduğu kuşkuludur. Ortalıkta bir inanç vardı fakat bu inancın dine dönüşmesi için devletin ihtiyacına göre törpülenmesi gerekiyordu. İnanç henüz pek hamdı. Konstantin, bu ham inancı beğenmemişti ve İznik Konsülünü devlete uygun bir yeni tanrı yaratması için görevlendirmişti. 

İznik Konsülünün temel tartışması da, haliyle, Mesih İsa’nın gerçek tanrı olup olmadığıdır. İznik’te toplanan kilise önderlerinin büyük çoğunluğu İsa’nın gerçek tanrı olduğunu kabul etti. Aranan tanrı bulunmuştu. Konsülde onaylanan “İznik İnanç Bildirisi” yeni bir dinin kurulduğunu müjdeliyordu. İsa, devlet kararıyla tanrı olmuştur. Hıristiyanlığın “şeria”sıdır. Demek ki dini devletten ayıramıyoruz. 

***

Roma’da Konstantin’in tebaası için yeni bir tanrı imal etmesinden 300 yıl önce bir darbe oldu; darbeciler Tiberius’u indirdiler ve yerine evlatlık Caligula’yı oturttular. Çaresiz halk aradığı kurtarıcıyı nihayet bulmuştu. Sevinç sokağa taştı, kurbanlar kesildi, çılgın danslar edildi. Cumhuriyetin sakillikleri nihayete eriyordu, öyle umuyorlardı. 
Caligula’nın iktidarının ilk yılları beklendiği gibi pek parlak geçti. Kurtarıcı, halka buğday dağıttı, eğlenceler düzenleyip kalabalıkların gönlünü hoş tuttu, kurallara saygı gösterdi.

Ama bunlar evlatlık sezar için yeterli değildi. O gerçek bir Mısır hayranıydı ve Firavun olmak istiyordu. Bunun için yürünecek şeria belliydi. Küçük başarılarını abarttı. Kalabalıkları hediyelerle, önemsiz fetihlerle kandırdı. Halkın desteğini arkasında hissettikçe iyice kontrolden çıktı. Yasaklanan İsis inancını serbest bıraktı. Mısır’dan dikilitaş getirtip şehrin ortasına diktirdi. Firavunlar kız kardeşleri ile evleniyordu, o da niyetlendi ama kız kardeşi vakitsiz ölünce hevesi kursağında kaldı. Kaderin bu oyununun altında kalmayıp kız kardeşini tanrı ilan etti. Zaten kendisi de bir tür tanrıydı artık. Kız kardeşi kadar sevdiği atına özel ve pek lüks bir saray yaptırdı. Zavallı hayvanı konsül seçtirmeyi planladığı da iddia ediliyor ki, biliyorsunuz bugün bizde de seçilmişleri var! Nihayetinde sarayında her türlü sapkınlık olağan bir davranış biçimine dönüşmüştü.

Elbette bütün bunlar büyük harcamalar gerektiriyordu. Caligula vergilere yüklendi. Öyle olunca tepkiler de, baskılar da karşılıklı yükseldi. Bu hasta hedonist adam ölçüsüz bir despota dönüşmüştü. Bıçak kemiğe dayanınca, 41 yılında, sarayın karanlık koridorlarından birinde bir uyuz it gibi öldürüldü. Fakat yerini dolduracak bir tanrı kral şarttı. Neron tarih sahnesine böyle çıktı. 

Ahlaksız Caligula’nın peygamber olamaması tamamen tarihin bir cilvesidir. Hikayesinde yol olacak, şeria, pek çok malzeme var. Din ile toplumların çözülmesi arasında doğrudan bir ilişki saptayabiliyoruz. Din yükseliyorsa toplum çözülüyor, dağılıyor ve bir çöküşe doğru sürükleniyor demektir. Bu Caligulaları ortaya çıkaran habitattır. 

Bu tuhaf adamların iktidarı altında Roma içten içe çürümekteydi. İnsan aklına güven yitip gitmişti. Fal, büyü, gizem, mistisizm, her türden tuhaf inanç hızla yayılıyordu. Sihirbazlar, büyücüler, müneccimler, kâhinler Roma sokaklarında fink atıyordu. Arada nevzuhur peygamberlere, adı duyulmamış din kurucularına, ahlaki sorumluluğunu çoktan yırtıp atmışların toplandığı tapınaklara da rastlanıyordu. Caligula’nın sofrasından kalkan Roma sosyetesi yeniden canlanan eski dinsel derneklere akın ediyordu. Arkaik dualar vahşi danslara karışıyor, her köşede sapkın tanrılar türüyordu. Tam bir “manevi hazırlık” dönemiydi bu. Hıristiyanlık işte bu hayhuy içinde doğdu ve karşısında her türlü doğaüstü zırvayı büyük bir iştahla tüketen büyük kalabalıklar buldu. Romanın milattan sonraki ilk yüzyılı bu açıdan büyük bir laboratuvardır. Ortadoğu’nun bütün dinleri Romanın üzerine yığılmış gibiydi. Sanki Caligula sapkınlıklarıyla yeni dinlerin yeşerip büyümesi için doğal bir habitat yaratmıştı. Hıristiyanlık onların içinde en siliklerinden biriydi. Doğuşunu takip eden ilk yüzyıllarda çevrede dal budak salan o inanışlarla mücadele edecek, ayakta kalmaya çalışacaktı. 

***

Devlet arkasında duruyorsa her inanç dine dönüşebilir demek ki. Şeria da inançtan çok devlet ile ilgilidir. Böylece sadeleştirmiş oluyoruz; şeriat devletle aynı şeyse, bu durumda din de devletle aynı şeydir. Meral Akşener de benzer şeyler söyledi, şeriat din demektir, cahiller bilmez dedi. Bilenin sesini duyduk sonra, şeriata karşıysanız dine karşısınız diye höykürdü. Hepsi birlikte laik cumhuriyetin yıkıntısında yeni bir “şeria” açma girişimidir.

Bizim de bir “şeria”mız var yalnız; Caligulalara, şeriata, faşizme, karanlığa geçit yok!

Orhan Gökdemir / soL

Erdoğan'ın taktiği: İskanla kuşat, imarla değiştir...- Bahadır Özgür / duvaR

 

İlçelerin nüfus hızlarını, kentsel dönüşümle beraber yaratılan yeni nüfus hareketliliğini ve iki ana kampa bölünmüş siyasi haritayı üst üste koyunca, tartışılması gereken bir manzara çıkıyor. Merkezde hız aşırı düşüp, sınıfsal ayrışma netleşirken; çeperde muazzam bir yeni nüfusla beraber, dinamik bir sınıfsal yapı oluşuyor.

Recep Tayyip Erdoğan’ın imar siyasetinin iki ayağı var. Biri, hep tartıştığımız rant üretimi. Ekonomiyi çabucak canlandırmanın, servet birikiminin, oy toplamanın zahmetsiz yolu. Diğeri ise iskan. Büyük nüfus mobilizasyonuna dayandığı için ciddi politik sonuçlar doğuruyor. İşte kentsel dönüşüme, imar ve iskanı beraberce düşünüp bir de bu gözle bakmak lazım.

Peki AKP’nin şu anki imar ve iskan planları incelendiğinde, bizi yakın gelecekte nasıl bir İstanbul bekliyor?

                                                      ***

İki yönlü mekânsal bir değişim söz konusu İstanbul’da. Lüks konutlar, ticaret merkezleri, turizm alanlarıyla beraber merkez ‘dikey’ olarak yenileniyor. Mülk ve servet sahipleri ile siyasi-iktisadi olanaklar üzerinde hakimiyet kurmuş zümrelerin ihtiyacına göre şekillenen ‘dikey yenilenme’, enflasyonla da birleşince, ücretli sınıfların buralarda barınmasını imkansızlaştırıyor. Henüz derinden hissedilen kent ‘içi’ ve ‘dışı’ göç dalgasının yakın zamanda şiddetlenmesi muhtemel. Haliyle ‘dikey yenilenme’, kent merkezinde net bir sınıfsal değişime tekabül ediyor.

Bir de iskan politikasıyla aynı anda ‘yatay’ biçimde genişletiliyor İstanbul. Doğal olarak arazinin bol olduğu çeperde yoğunlaşan bir değişim bu. Merkezdekine kıyasla inanılmaz hızlı, sınıfsal karakteri daha karmaşık. Hem iktidarın çıkar grupları ile sermaye sahiplerine rant dağıtımını içeriyor; hem de yeni kentliler, çalışan sınıflar, esnaf, küçük tüccar vs. pay alabiliyor. İktidar genişlemenin rotasını belirleyebilme lüksüne sahip. Siyasal/kültürel hegemonyası için verimli bir değişim yani.

Erdoğan’ın İBB koltuğuna oturduğu anda hayali buydu zaten. 1994’te, diğer adaylar göçü engelleyecek çözümler sıralarken o, gelen herkese yer açmaktan, kenti iki yakasından tutup genişletmekten bahsediyordu. Bugün serpilip büyüyen imar ve iskan siyasetinin kökenindeki ideolojik-politik tohuma dair kısa bir hatırlatma yapalım:

Necmettin Erbakan’ın 1970’lerdeki düşü, partisinin adını taşıyan Selametköy’ü kurmaktı. İki katlı, bahçeli evlerden, camilerden, okullardan, hastanelerden oluşacak dini bir getto istiyordu. Bulunan yer Arnavutköy’dü. Proje 12 Eylül ile akamete uğradı. Fakat İBB koltuğuna oturan Erdoğan’ın ilk işi Refah Partisi’nin ambleminden esinlenen Başakşehir’in temelini atmak oldu. Bugün her iki bölgenin gelişimini izliyoruz. Otoyollar, köprüler, tren yolları oraya akıyor. Havalimanı bile kaydırıldı.

Dolayısıyla kentteki ‘dikey’ ve ‘yatay’ yenilenme milyonlarca kişiyi kapsayan, sınıfların mekânsal konumlanışını değiştiren bir nüfus mobilizasyonu yaratıyor. Nitekim İstanbul’un mevcut nüfus durumu ile AKP’nin kentsel dönüşüm için hazırladığı planlarda öngördüğü yeni nüfus hareketliliği kıyaslandığında, farklı açılardan düşünülmesi gereken bir manzara çıkıyor karşımıza.

Sadece nüfusu dikkate alarak durumu biraz daha somutlayalım…

İLÇELERDEKİ NÜFUS HIZI NE ANLATIYOR?

TÜİK’in son yayımladığı 2022 nüfus verilerine göre, İstanbul’un 39 ilçesinin nüfusu ve artış hızları şöyle:

Kent merkezleri ile süratle büyüyen çeperin nüfus hızı tam aksi yönde. Çeperdeki ilçelerin nüfusu son 10 yılda 3-4 katına çıktı. Merkezde ise hız inanılmaz yavaşladı. Kentsel dönüşüm burada kaçınılmaz olarak çeperdekinden farklı bir etki yaratıyor. Nüfusu artırmak yerine, ağırlıklı ekonomik statüyü değiştiriyor. Çeperde ise kentsel dönüşüm nüfusu artırıyor.

Bunu iktidarın kentsel dönüşüm ile planladığı yeni nüfus hareketliliği de açıkça gösteriyor.

Aşağıdaki tablo bugüne kadar ilan edilen rezerv yapı alanlarının imar planlarındaki öngörülen nüfus sayıları:

29 ilçenin sınırları içinde 2.8 milyon kişilik yeni yaşam alanları planlanmış. Halihazırda 300 bini aşan nüfusa sahip Arnavutköy’e, yeni konut projeleriyle beraber taşınması öngörülen kişi sayısı 1 milyon 300 bini buluyor. Sosyal alanlar, camiler, okullar, hastaneler, yollar, küçük büyük ticaret merkezleri, dükkanlar vs.’yi de dahil edince kente yepyeni bir kent eklenmiş oluyor.

Resmi olarak 15.9 milyon, fiilen 20 milyonu aşmış İstanbul’a en az 2-3 milyonluk ‘ek’ nereden gelecek? Merkezden sürülenler mi yerleşecek, yoksa bir göç dalgasıyla Anadolu’dan mı akacak?

İstanbul’un göç hızı negatif (-1.4) olsa da göçün detayları öğretici veriler sunuyor. İstanbul’a her yıl ortalama 380 bin civarında insan geliyor. Şu grafik gelme nedenlerine ilişkin:

Yeni konut için gelenlerin oranı yüzde 22’yi aşıyor. İş arama, aile yanına taşınma vs. eklendiğinde gelenin yüzde 53’ü yeni bir yaşam arayışında. Kayıt dışı olanları bilmiyoruz. Kentsel dönüşümle canlandırılan inşaat ekonomisinin göç motivasyonunu güçlendireceği muhakkak.

MERKEZDE SINIFSAL NETLEŞME, ÇEPERDE DİNAMİZM

Bütün bu verilere, diğer dinamikleri sabit kabul edip, uzun süredir iki kampa sıkışmış siyasi haritayla beraber bakalım bir de. Kampları apaçık gösteren şu anki İstanbul’un oy haritası böyle:

Elbette büyük siyasi sonuçlar çıkarmak isabetli olmaz. Yine de ‘dikey’ yenilenmenin sebep olduğu sınıfsal değişimin, merkezde egemen olan ana muhalefet blokunu keskin bir sınıfsal çelişkiye sürüklediğini söylemek mümkün. Üstelik mobilizasyon tek yönlü: Mülkü ve parası olan hayatta kalıyor!

İktidar blokunun hakimiyetindeki çeperde ise çok yönlü sınıfsal değişimleri ve yeni çelişkileri beraberinde getiren bir dinamizm yaşanıyor. Farklı çıkarları bir arada tutmayı gerektiren bir dinamizm bu. Popülist ekonomi politikalarıyla kültürel kamplaşmanın, dinsel ajitasyonun, cemaat-tarikat ağlarının ahenk içinde işletilmesinin mecburiyeti bundan. Çeperin heterojen sınıfsal yapısı iktidar blokunu giderek zorluyor aslında. Hele hayat pahalılığı krizi ve yüksek bir enflasyon yapışık hale gelirken. Ama muhalefetin ana gövdesinin merkezdeki sıkışmışlığının sağladığı konfor, işini epeyce kolaylaştırıyor.

Yine de keskin siyasi öngörülerden ziyade, üzerine düşünülmesi gereken olgular olarak işaretleyip bırakalım bunları. Lakin Erdoğan’ın imar ve iskan siyasetinin basitçe cebe para atmanın ötesinde net sınıfsal sonuçlar doğurduğunu tekrar vurgulayalım. Yaşam tarzı savunusuna hapsolmuş bir siyasetin istikbali pek parlak görünmüyor işin doğrusu.

                                                       ***

Tarihimizde iskanın özel bir yeri vardır. Osmanlı’nın Rumeli ile başlayan iskan taktiği, imparatorluğun ömrünü de uzatan kurumsal bir politikaydı. Bir siyasal cezalandırma yoluydu da. Cumhuriyet döneminde esasını mülkiyet/servet değişiminin oluşturduğu kitlesel sürgünlere sık başvuruldu mesela. Veya Ankara’nın başkent olarak imarı, yeni elit sınıfın hakimiyetinin de inşasıydı.

1970’lerdeki gecekondu furyasının İstanbul’un siyasi karakterine etkilerini iyi biliyoruz. Sanayi sermayesinin ve kentsel hizmetlerin ucuz emek deposu olarak gelişen gecekondular, sol siyaseti güçlendirmeden tapu dağıtan bir tür siyasetçi üretmesine, mafyalaşmadan Sivaslı, Tokatlı vb. hemşehrilik üzerinden belediye yönetimlerini belirlenmesine uzanan tarihe sahip, muhteşem bir iskan örneğidir.

Kısaca iskan ve imar, yer altı zenginliğinden yoksun bir memlekette yeni rejim inşa etmenin daima etkili politikalarından birisi olmuştur.

Erdoğan da çeyrek asrı aşkın süredir imar ve iskan politikasını istikrarlı biçimde sürdürüyor. Ve her seferinde daha da geliştirdiği bu politikayla, tıpkı bir koç başı gibi dönüp dönüp İstanbul’un surlarını dövüyor. Tutkuyla arzuladığı rejiminin tacı olarak gördüğü İstanbul’u iskanla kuşatıp, imarla yeniden biçimlendirmek istiyor.

Başarıp başaramayacağı çok fazla etkene bağlı. Ama gerekirse depremi bile bu uğurda fırsat görmekten çekinmeyeceğini bilelim.

Bahadır Özgür / duvaR