Yerel seçimlere doğru(Oğuz Oyan)
AKP, seçmen desteği zayıflıyor olsa dahi, çeşitli ittifaklarla seçimleri almayı ve üstte kalmayı başardı şimdiye kadar. 2019 “yol kazasının” tekrarlanmaması için her yolu denemeye devam edecektir. Buna, oy pusulası için yapılan kurada gene ilk sırayı çekme hüneri de dahildir.
Siyasi etik tanımayan, Anayasa hükümlerine bile uymayabilen bir hareketten herhangi bir ahlaki/yasal kurala uyması beklenemez. Can Atalay vakasında işlenen katmerli hukuk cinayetlerinin son olarak TBMM’de işlenen siyasi cinayetle tescillenmesi, hukuk tanımazlığın sınır tanımayacağını gösteriyor.
İstanbul: Siyasetin ve Ekonominin Merkezinde
İstanbul, hiç olmadığı kadar yerel seçimlerin merkezinde olacak görünüyor. AKP açısından siyasi ve ekonomik anlamları belli. Siyaseten İstanbul’u kaybetmeyi hiçbir zaman sindiremedi çünkü siyasi doğuşunun simgesel mekânı olan bir kentin kaybından daha fazlası söz konusu. İnşası yolunda büyük mesafe kaydettiği İslamofaşist düzenin İstanbul olmadan tamamlanması mümkün değil. GSYH’nin dörtte birinin elde edildiği ve her türlü ekonomik rantın yoğunlaştığı “taşı-toprağı altın” bir kentin elde tutulamamasının yarattığı talan boşluklarının dikkate alınmaması hiç mümkün değil.
Öte yandan İstanbul’un, Türkiye nüfusunun beşte birini barındırması bakımından demografik temsil değeri de çok belirleyici. Şöyle de kavranabilir: Yunanistan ve Bulgaristan’ın tüm nüfusunu İstanbul mikro-kozmosuna yığıştırın; üstüne AKP’nin demografik dönüştürme aracı olarak ülkeye yığdığı sığınmacıların en az iki milyonunu İstanbul nüfusuna ekleyin, bu toplamın sonucu yönetilemez bir mega-kenttir. “Yönetilemez” sıfatını tam hakketmesi için dünyanın tüm uyuşturucu baronlarının iktidarın vurdumduymaz işbirlikçiliği altında serpildiğini; Afganistan’dan Fas’a kadar geniş Ortadoğu’nun her türden İslami Cihat örgütünün ellerini kollarını sallayarak yapılandığı ve büyük güçlerin (veya bölge güçlerinin) kullanışlı aygıtlarına dönüştürülebildiği bir ülke ve kent düşünün. Sarıyer’de Santa Maria Kilisesi’ne yapılan IŞİD saldırısının benzerlerinin tekrarlanması önlenebilir mi? Ve bu kente “Kanal İstanbul” üzerinden yeni uydu kentler ve ilave milyonlarca nüfus yığmayı vaat eden bir siyasetin hâlâ alıcısı olabilir mi? (Alıcısı pek olmayacağı için AKP adayı seçim öncesinde bunu dillendirmeye bile cesaret edemiyor ama arazi rantları peşinen pazarlandığı için vazgeçmeleri güçtür).
İstanbul elbette anamuhalefet partisi açısından da kritik önemde. CHP’nin seçim sonrasında bir krize girip girmemesi de dahil olmak üzere taşıdığı belirleyici önem herkesçe biliniyor. Bu durum şimdiden CHP içi saflaşmaları dahi etkiliyor. Ama daha önemlisi, henüz 8 ay önce bir ittifak içindeymiş gibi davranan muhalefet bloğunun sağ partilerinin şimdi anamuhalefete kaybettirmek üzerinden siyaset yapmaya başlamalarının da gösterdiği gibi, ilkesiz sağ ittifaklar hiçbir kalıcı demokratik kazanım sağlayamaz (Geçen BirGün Pazar yazımızda, “Sağın ekonomik kriz üretme potansiyeli”ne dikkati çekmiştik). Sağ partilere ulufe gibi milletvekillikleri dağıtan önceki CHP yönetiminin bu ilkesiz ittifaktaki tarihsel hatasının bu kadar kısa sürede kanıtlanmış olması bile hızlandırılmış bir siyaset dersi niteliği taşıyor. Tabii ders almasını bilenler açısından.
Belediye Meclislerinin Oluşumu Demokratik Değil
Belediye Meclislerinin, özellikle de İmar Komisyonlarının rant kovalama merkezleri olmasından söz etmiyoruz. Burada Belediye Meclislerinin oluşumunu düzenleyen yasanın demografik ağırlıkları gözetmeyen anti-demokratik yapısından söz etmek istiyoruz.
ANAP/Özal döneminde 1984 tarihinde yürürlüğe giren 2972 Sayılı “Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkındaki Kanun”un 5/b maddesinde belediye meclislerinin üye sayısı beldelerin nüfus büyüklüklerine göre sekiz dilim halinde düzenlenmektedir. Yasada üye sayılarının nüfusa orantılı olarak belirlenmesinden ziyade, asgari ve azami meclis büyüklükleri esas alınmış durumdadır (İl Genel Meclisleri de benzer biçimde belirlenmektedir). Buradaki konumuzu asıl ilgilendiren, Büyükşehir Belediye Meclislerinin üye yapılarıdır. Ama onları belirleyen de ilçe belediye meclislerinin üye sayılarıdır.
2972/5’e göre son genel nüfus sayım sonuçlarına göre beldelerin (ilçeler için de beldedir) belediye meclisleri sekiz grupta toplanmaktadır. Buna göre nüfusu 10 bine kadar olan beldelerde meclis üye sayısı dokuz iken nüfusu bir milyonu aşan beldelerde 55’tir. Sadece 10 bin ile 1 milyon eşikleri karşılaştırıldığında nüfus büyüklükleri arasında 100 kat fark varken, 9 ile 55 üyeli belediye meclislerinin arasında sadece 6 kat fark vardır. Nüfus yapısının ve kentleşme oranının hızla değiştiği bir ülkede, 100 bin nüfusun altında 4 ayrı belde kategorisi ayırt etmenin, bir milyonu aşan beldelerde ise sadece 55 üyeli meclisler oluşturmanın haklılığı tartışılabilir. Ama belde meclislerinin üye sayıları kendi başına gene de büyük bir sorun değildir; sorun, bu dağılım esas alınarak “büyükşehir belediye meclisine katılacak üye sayısının” belirlenmesindedir,
Bu, çok ciddi bir “temsilde adalet” sorununa yol açmaktadır. Nitekim 2972 sayılı kanunun 6. maddesi, “Büyükşehir belediye meclisleri belediye hudutları içinde kalan ilçe seçim çevreleri için tespit edilen belediye meclisleri üye sayısının her ilçe için beşte biri alınmak suretiyle bulunacak toplam sayı kadar üyeden teşekkül eder” düzenlemesini getirmektedir. Dolayısıyla bu durum düşük nüfuslu ilçelerin büyükşehir meclislerinde aşırı temsiline yol açarken kalabalık nüfuslu ilçelerin görece düşük temsiline neden olmaktadır.
Örneğin 10 bin nüfuslu bir ilçe, büyükşehir meclisinde 2 üyeyle temsil edilirken, 1 milyonu aşkın bir ilçe sadece 11 üyeyle temsil edilmektedir (2’ye 11 oranı). Birincisinde ortalama her 5 bin nüfusa, ikincisinde her 100 bini aşkın nüfusa 1 büyükşehir meclis üyesi düşmektedir. Her ilçenin belediye başkanının doğrudan büyükşehir belediye meclisi üyesi olduğu da düşünüldüğünde temsilde adalet dengesizliği daha da büyümektedir. Yukardaki örnekte 10 bin nüfuslu ilçeyi 3 üye, bir milyonu aşan ilçeyi 12 üye temsil etmektedir (3’e 12). Nüfus farkı en az 100 kat olurken temsilci üye sayısı arasında yalnızca 4 kat fark vardır.
Bu düzenleme, büyükşehirlerin çeperlerindeki kırsal ağırlıklı nüfusun büyükşehir meclislerinde hak etmedikleri bir ağırlığa sahip olmalarına yol açmaktadır. Bunun anlamı büyükşehirlerin dengeli yönetimi ve planlaması bakımından teknik bir çarpıklığın ötesine geçmektedir çünkü sağ partiler daha güçlü oldukları dış ilçeler üzerinden avantajlı kılınmaktadır. Böylece, büyükşehirin nüfusu çok kalabalık merkez ilçelerinin onayını almış bir büyükşehir belediye başkanının meclis çoğunluğuna sahip olamaması sorunu sıklıkla yaşanmakta ve bir yönetim krizi oluşmaktadır.
Merkezî iktidarı elinde tutan AKP türü despotik partiler, yerel meclisler üzerinden de “muhalif” belediye başkanları üzerinde baskılar kurabilmektedirler. Temsilde adaletsizlik yaratan bu düzenlemenin DYP-SHP koalisyonu (1991-95) veya Ecevit koalisyonu (1999-2002) dönemlerinde hiç gündeme getirilmemiş olması tam bir politik körlük niteliğindeydi. Şimdi “bunun için artık AKP sonrasını beklemek gerekecektir” bile diyemiyoruz, çünkü AKP düşse bile muhalefetin siyasi eyleminin bu konuda ortaklaşabileceğine inanmak zordur.
Bu koşullarda girilecek olan 31 Mart Seçimlerinde benzer sorunlar yeniden üretilecek, büyükşehir belediye başkanlıklarının ana muhalefetçe kazanıldığı birçok yerde belediye meclislerinde çoğunluk sağlanamayacaktır!
/././
Gaye Erkan nasıl oyun dışı kaldı?(Ozan Gündoğdu)
Ya affını istedi ya da görevden alındı. Ama hakikat, TCMB’nin başında artık Gaye Erkan yok. Onun hikâyesi, Saray’ın siyaseti nasıl yönettiğine ilişkin fikir veriyor. Hayal edelim; tüm analistlere göre enflasyon 2024’ün ikinci yarısında düşmeye başlayacak. ABD Merkez Bankası FED, aynı dönemde faizleri düşürmeye başlayacak. Enflasyon düşüşe geçerken Türkiye’ye sıcak para girişi artarken Gaye Erkan’ın da yıldızı parlayacak, bir tür kahramana dönüşecekti. O halde, Gaye Erkan’ı her kim görevden almak istiyorsa elini çabuk tutmalıydı. Gaye Erkan’ın hikâyesi bir Saray entrikasını anlatmaktaydı.
NEDEN HAFİZE GAYE ERKAN?
Mayıs 2023 seçimleri Erdoğan’ın arzu ettiğini almasıyla sonuçlanmıştı ama finansal piyasalarda da artık tek bir adım atacak takat kalmamıştı. Faizlerin makul seviyelere çıkarılması elzemdi ama bunu Şahap Kavcıoğlu yapamaz, yapsa bile sermayedar takımına güven veremezdi. Ama Erdoğan’a seçim kazandırdığı için onun da ödüllendirilmesi gerekirdi. Böylece Kavcıoğlu BDDK’nin başına geçirilirken, Hafize Gaye Erkan Merkez Bankası’nın yeni başkanı oldu.
Haziran 2023 itibariyle faizler ya yükselecek ya yükselecekti. Başka çare kalmamıştı. Fakat bu noktada çölde su gibi ihtiyaç duyulan yabancı sermayeye Merkez Bankası’nın güven tesis edebilmesi de elzemdi. 2022-23 döneminde iktidarı destekleyen veya bürokraside görev almış birinin faiz yükseltmesi beklenen güveni veremezdi. O halde, muhaliflerin de hoşuna gidecek “rasyonel” bir politika zeminine ihtiyaç vardı. Hemen bulup buluşturuldu, “muhalif” Cevdet Akçay Banka’ya başkan yardımcısı yapıldı. İşte liyakat… Başkan da Türkiye’de adı sanı bilinmeyen ama CV’si parlak Hafize Gaye Erkan olacaktı. Bu sayede görüntünün tümüyle değiştiği daha kolay anlatılacaktı. Zaten ekonominin başına da Mehmet Şimşek getirilmişti.
Hafize Gaye Erkan’ın CV’si “liyakat liyakat” diye tutturanlara tokat gibi bir cevaptı. İktidar blokunun ilişki ağının dışında, dolayısıyla ahbap–çavuş ilişkileriyle anılmayan, ABD’de kariyer yapmış, Türkiye’yi son 25 yıldır dışarıdan gözlemiş, profesyonel bir finansçıydı. Ama muhafazakâr, milliyetçi mahallenin insanı da değildi. Başka bir ifadeyle çemberin dışındaydı. Saray’la bir suç ortaklığı kurabilecek tıynette miydi? O bile belirsizdi. Çembere dâhil olmak istese de bu hemen olacak bir şey değildi.
FAİZLER YETERİNCE ARTTI, GÜLE GÜLE ERKAN
Belli ki, politika faizinin yüzde 45’e kadar çıkarılması aylar önce kararlaştırılmıştı. Son faiz artırımı da ocakta yapılacaktı. Tüm bu süreçte, Merkez Bankası’nın başında “liyakatlı ve siyasi ilişkileri zayıf” bir ismin bulunması doğru iletişim için gerekliydi. Verilmek istenen görüntü Erdoğan’ın bankaya müdahale etmediği, bağımsız bir merkez bankacılığında karar kıldığı yönündeydi. Çünkü ancak bu görüntü sayesinde faiz artırımları başarılı olabilirdi. “Muhalif” ekonomistlerin övgü dolu sözleriyle faizler yüzde 45’e kadar çıkarıldı ve faiz artırım sürecinin sonuna gelindiği Ocak 2024 toplantısında söylendi. Artık Gaye Erkan’a ihtiyaç kalmamıştı. Hele hele enflasyon düşüşe geçerse, bu başarının ödülünü Erdoğan yerine Gaye Erkan’ın alması da mümkündü. Enflasyon düşmeye başlarsa, Gaye Erkan’ı görevden almak iyice zorlaşacaktı. Elimizi çabuk tutmalıydık. İyi de nasıl görevden alınacaktı? Ne denecekti?
SARAY’IN YARDIMINA KOŞAN BABA
İşte bu ortamda, Gaye Erkan’ın babası, Saray çevresinin istemeden yardımına koştu. Baba Erol Erkan, Banka’da esip gürlüyor, personele talimatlar veriyor hatta Büşra Korkmaz adında bir personeli bizzat kovuyordu. Bu olacak iş değildi. Herkesin dilindeki kelime “skandal”dı.
Evet, bu olaylar doğruysa İsveç-Norveç standartlarında skandaldı da, biz Türkiye’de böyle şeylere skandal demeyiz. Hatta bu haberler iktidar basınında çıksa, reytingi az olur. Zira Erdoğancılar için bir kurumun başındaki ismin babasının ya da amcaoğlunun, bilimum tüm akrabalarının kuruma karışmasına tepki göstermezlerdi. Buna ancak Erdoğancı olmayan toplum kesimleri öfkelenir. O halde, Gaye Erkan’ı muhaliflere dövdürterek yol yürünebilirdi.
YAŞASIN YENİ BAŞKAN
Gaye Erkan’ın görevi faizleri yüzde 45’e kadar yükseltmekti. Ondan sonra çaresine bakılacaktı. Böylece ocak ayındaki son toplantıdan önce Gaye Erkan’ın babasının kuruma müdahale ettiği haberleri üzerinde tepinilmeye başlandı. Aslında hedef başkanın suyunu ısıtmaktı. Gaye Erkan bugünden bakınca kullanılıp atıldığının farkında mıdır? Farkında olsun ya da olmasın Saray entrikası tıkır tıkır çalıştı ve her şey tasarlandığı gibi gitti. Perşembenin geleceği çarşambadan belli hale getirildi. Gaye Erkan 2 Şubat akşamı görevden affını istedi ve aynı gece göreve Fatih Karahan getirildi.
Fatih Karahan… “Pırlanta” gibi bir CV… Amazon’un baş ekonomisti… Ama bir farkı var Karahan’ın. Gaye Erkan gibi çemberin dışından bir isim değil, çemberin içinde. Dayısı Washington Büyükelçisi. Bu mahallenin çocuğu. Dolayısıyla fiyat istikrarı ile Erdoğan’ın istikrarı arasında kaldığında, doğru kararı verebilecek bir isim.
Gaye Erkan’ı rejim kullandı ve attı. Şimdi sıra önümüzdeki genel seçimlere dek istikrarı koruyacak Fatih Karahan’da. 1-2 yıl kadar da Fatih Karahan idare eder. Ta ki Erdoğan seçime gitmeye karar verene dek. Çünkü seçim yaklaştığında piyasayı hareketlendirmek adına faizleri düşürmek şarttır. Nas var ya…
/././
Antakya yeniden yeşerecek (Selçuk Candansayar)
Antakya’da, Türkiye Psikiyatri Derneği(mizin) konteyner görüşme odasındayım. Nisan ayındayız. 6 Şubat’ın üzerinden henüz iki ay geçmiş. Türkiye psikiyatrisinin meslek derneği depremden 48 saat sonra bölgeye ulaşmış. Yıkılan şehirlerin tümünde derneğin organizasyonu altında gönüllü psikiyatrlar çalışıyorlar. Türk Tabipleri Birliği(mizin) küçük bir parka yerleştirdiği birkaç konteynerden biri de bize ait. İkiye bölünmüş konteynerin bir yanında insanlarla görüşüyor, “psikososyal destek” uyguluyoruz; diğer yanında iki ranza var. Gecenin bir vakti, kapı açılıyor ve dağ köylerine yardım götüren Eğitim-Sen’li bir öğretmen yavaşça kıvrılıyor boş yatağa. Pestili çıkmış olmalı. Sabah karşılaşmıştık. İstanbul’dan yıllık izin alarak gelmiş. Köylerdeki çocuklara açık hava dersleri düzenleyen gönüllü öğretmenlerden biri. Hayat devam ediyor, etmeli hissini aşılamaya çalışıyorlar.
Konteyner görüşme odasında karşımda bir kadın var. Adı, Antakya olsun. 50’li yaşlarında. Eşi kanser hastasıymış. Kız kardeşi ve kocası ölmüş ilk depremde. Onlardan kalan 15 yaşındaki yeğeni, annesi, teyzesi ve kanserli kocasıyla enkazın yanına kurabildikleri, zemini toprak bir çadırda barınıyorlar. “Devletin” çadırına erişememişler. Kocasının kemoterapi ilaçlarını bulabilmek için geldiği TTB alanında kapıda psikiyatri yazısını görünce görüşmeye karar vermiş. Depremden önce kocasını götürdüğü için biliyor psikiyatriyi. Sonradan öğreniyorum hikâyesini ama başlangıçta susuyor.
Karşımda oturuyor. İlk cümleyi benim söylememi beklediğini anlıyorum. Anlıyor muyum? Anlıyor muyuz? Paylaşmak; belki acıyı, ıstırabı paylaşmak mümkün. Ülkece paylaştık da. Elinden geleni yapmaya çalıştı memleketin “iyi insanları”. Dayanışma, dalga dalga yayıldı enkaz coğrafyasına ve elbet çok ama çok değerliydi. Ama anlamak?
Antakya, susmuş oturuyor karşımda. Bakışı gözlerimde değil, yüzümün yanından geçip gidiyor. Bazı suskunluklar vardır çağırır seni, hakikate çağırır. Yardım arayan bir suskunluk değildir. Söyleyeceğin sözü bekliyorum, sözün yetecek mi suskunluğudur. Sözün ne söyleyecek bana ve beni duyabildiğini kanıtlayacak mı? Susuyoruz karşılıklı. Mesleğin kuramı sus der psikiyatra, sessizce bekleyerek konuşmaya davet et. Sözünle onu bir söyleme düzenine çağırma, bırak bildiğince kursun kendi sözünü. Ama örselenmiş dilsizdir. O zamana kadar bildiği dil yaşadıklarının hissettirdiklerini söze dökmeye imkân vermez. O da yabancıdır sözün anlamına. Yeni bir dil bulmak zorundadır. O da kendini duymaya gereksiniyordur. Ruhunun içine dolan anlamlandıramadığını, nasıl dile getireceğini bilemediğini ona birisi söylesin istiyordur. Bana bir dil ver! Çünkü bugüne kadar bildiğim dilin dışına düştüm.
“Sizi anlayabilmeme yardım etmenize ihtiyacım var” diyorum. Bakışı gözlerime dönüyor. Kimdi yardım isteyen, yardım edecek olan kimdi? Bir pencere açmalıyım onu görebileceğimi düşünmesini sağlayacak. Onu görmek ve anlamak istediğimi ona kanıtlamalıyım. Ona yardım etmeye uygun olduğumu ona göstermek benim sorumluluğum olmalı. Bir olanak beliriyor zihnimde. Psikiyatr olarak zorunlu görevimi Antakya’da yapmıştım 30 yıl önce. Konteyner görüşme odasına birkaç yüz metre mesafedeki bir evde oturmuştum. Sabah enkazının yanından geçmiştim. Binayı tarif ediyor ve zorunlu görevde Antakya’da çalıştığımı söylüyorum. Tanıdıklık… Geçmişte aynı sokaklarda yürümüş olma olasılığı. Yıkımın öncesindeki Antakya’yı da biliyor olmak. Sanki ortak bir belleğimiz var gibi oluyor. Birbirimizi tanıma imkânı beliriyor.
“Biliyorum o binayı, üç bloktu değil mi?” diye başlıyor konuşmaya. “Depremden sonra çadıra yerleşebilince ihtiyaçları karşılayacak benden başka kimse olmadı” diye sürdürüyor. Müftülüğün önünde yardım dağıtıldığı çalınmış kulağına. Günlerdir çorba içiyorlarmış. Yardım alanına gitmiş. “Çok utandım” diyor. Öylece beklemiş binanın önünde. Onu “çağıran” birini beklemiş, görülmek istemiş. Kimse çağırmamış, sonra yanından “kapalı” iki kadın geçmiş, ağızlarından dökülen dualarla. Binaya girmişler ve bir süre sonra kucaklarında birer koli ile çıkıp, yanından geçip gitmişler. Utancını yok sayarak girmiş aynı kapıdan. Bir görevli ne istediğini sormuş. Yardım dağıtılıyormuş, demiş. Görevli adını, soyadını, nerede oturduğunu sormuş. Ardından şeffaf bir poşet uzatmış. İçindekilerin ne olduğunu anlamamış ve gayriihtiyari bakmış. Bir atlet ve iki erkek külotu! Görevliye bakmış, adam, “kalmadı başka bir şey bugünlük, yarın erken gel” demiş. İşte o an içinde birikenin öfke olduğunu ayrımsamış. Çıplak öfke. Haklı öfke. “Sen giy bu donu!” diye eline tutuşturmuş görevlinin…
“Size kim olduğunuzu hatırlatmış” diyorum. Bakışında tedirgin bir ışıltı mı var? Pier Paolo Pasolini, travmanın “kendimiz hakkında her zaman sahip olduğumuz fikrin kaybı” olduğunu söyler. Antakya, eline tutuşturulan don ve atletle, maruz kaldığı felaketi anlamlandırmak için yeni bir dile ihtiyacı olmadığını fark ettiğini fark etmişti. Başlayınca kırk gün durmayan yağmurların zeminini çamura çevireceği çadırında kalmasının nedeninin “kim” olduğuyla ilgili olduğunu, ama içinde bulunduğu yoksunluğun sorumlusunun o olmadığını anlayıverdi. Ben de. Sonra konuştuk; eşinin ilaçlarını, anne-babasını yitiren yeğeninin yaşayabileceklerini. Antakya, içindeki kadim Kibele ile ayrıldı görüşme odasından.
Bir gece vakti, küçük bir çocuk parkına yerleşen bir grubu ziyarete gidiyoruz. Armutlu’daki hasarlı binalardan çıkan ve aralarında akrabalık, komşuluk ilişkisi olan yirmi aile buldukları çadırlarla çocuk parkına bir köy kurmuşlar. İşgal etmişler parkı. Kendilerine ortak alan oluşturmuşlar, yemeklerini birlikte yapıp, yiyorlar. Park yakınındaki bir derneğin tek tuvaletini kullanıyor yaklaşık 60 kişi. Devletten, tuvalet ve duş için yardım istemişler. Siz o çadırları kendiniz kurmuşsunuz oraya yardım yap(a)mayız denmiş onlara. “Bizi dağıtıp, sürmek istiyorlar, evlerimizi topraklarımızı bizden alacaklar ve Türkiye’ye dağıtacaklar” düşüncesi hâkim toplulukta. Daha da derine iniyor gruptan birkaç kişi. İsrail, ABD ve hükümet işbirliği içinde; bizi, buralardan, topraklarımızdan söküp atacaklar, bizi gönderecekler diye yorumluyor olan biteni. Komplo düşüncesi felaketin büyüklüğüyle ilgili değildir hiçbir zaman, felaket sonrası olup bitenler doğurur komplo düşüncelerini.
Bir devlet/hükümet, yurttaşının kendisine kızmasına, kendisini eleştirmesine dayanabiliyorsa, kötü sözden gocunmuyorsa devlet olabilmiş demektir. Hele de felaketlerden sonra. Çünkü bu çapta felaketler maruz kalanları çocuksulaştırır. Korunmak, kollanmak, kucaklanmak arzusuna gömülür felakete maruz kalanlar. Ama devlet kendisini yetersiz hissederse, gerçekten de yetemezse, çocuksulaşan toplum karşısında otoriter ebeveyn rolünü benimsemeye meyillenir. Maruz kalanın haklı beklentisi karşısında kendi yetersizliğiyle yüzleşmek, suçluluğunu kabullenmek yerine öfkeli ve ayrımcı bir “zayıf olduğunu reddeden baba” rolüne sığınır. Suçluluk hissine dayanamayanın, suçlu hissettireni suçlamasına yol açar.
Başıma bela oldun! Amma çok şey istiyorsun, bir türlü doymadın! Sen de öyle yapmasaydın! Hem bildiğini oku hem de başın sıkışınca nerede bu devlet de! Sana her şey müstahak, ne verirsem onu kabul etmek zorundasın! Sen karışma, bundan sonra ben ne dersem onu yapacaksın! Evini ben yapacağım, sen de gıkını çıkarmadan oturacaksın. Ne dersem yapacaksın, tapun beni bağlamıyor artık. Sen kendi beceriksizliğinden bu hale düştün, artık ben ne dersem onu yapacaksın!
Parktakilere zaten bildiklerini, yüzlerce yıldır belleklerinde olanı hatırlattıkça yavaş yavaş yüzleri aydınlanmaya başladı. Gitmeyeceğiz topraklarımızdan dediler. Onlardan önce de buradaydık, onlardan sonra da burada olacağız.
Felaketlere direnmenin yolu belleklerimizde kazılı. Başımıza gelenin başımıza gelmesinin nedeni hem biziz hem de değiliz. Biziz, çünkü tam da biz olduğumuz için oldu, ama biz olmak felaketi hak ettiğimiz anlamına gelmiyor diyebildiğimiz zaman özgürleşebiliyoruz.
Antakya bir kez daha yeşerecek.
(BİRGÜN)