5 Şubat 2024 Pazartesi

“Garip kalan Hatay”: Yoğun bakımda ölen hastalar, karıştırılan mezarlar, rant ve ölüm + Yara sarılan bir şey midir? + Ümmügülsüm Nine ve Maraş’taki boşluk-Gökçer Tahincioğlu / T24

“Garip kalan Hatay”: Yoğun bakımda ölen hastalar, karıştırılan mezarlar, rant ve ölüm

6 Şubat’ta, başta Hatay Devlet Hastanesi ile İskenderun Devlet Hastanesi olmak üzere, hastanelerde yaşamlarını yitirenlerin bir bölümü biliniyordu. Bazı özel hastanelerdeki hastaların, elektrik kesintisi nedeniyle öldükleri de… Şimdi anlaşılıyor ki Hatay Kırıkhan’daki devlet hastanesinde de benzer içimde, elektrik kesintisi nedeniyle hastalar yaşamlarını yitirmiş

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, depremde yerle bir olan Hatay’la ilgili, “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi, şu anda Hatay garip kaldı” sözleri, öylesine söylenmiş, istemeden dile getirilmiş değil.

Erdoğan’ın bu ifadeleri, 80’li yıllarda, SHP’ye oy verenleri tehdit ederek, ANAP’ın seçilmediği belediyelere hizmet gelmeyeceğini söyleyen ancak sandıkta hezimet yaşayan dönemin başbakanı Turgut Özal’ın ifadelerine de benzemiyor.

Erdoğan, aslında bir gerçeği ifade ediyor. AKP’li olmayan Hatay’ın durumu da bunu açıkça gösteriyor.

Deprem kentlerinin her birinin bir kısmı “garip” kalmış olsa da Hatay, özellikle Antakya, Defne, İskenderun ve Samandağ’ın durumu onlarla aynı değil.

26 Mart 1989 yerel seçimlerinde seçmeni, hizmet almak için iktidardaki ANAP'ın adaylarına destek vermeye çağıran afiş ve ilanlar tartışma yaratmış, ANAP sandıkta yaklaşık 20 puan oy kaybetmişti

6 Şubat depreminden bu yana, buralarda yaşayanlar bunu dile getiriyorlardı ancak ısrarla, “Diğer kentlere yapılanlardan hangisi size yapılmadı?” yanıtı ile karşılaşıyorlardı.

Kamyonsa kamyon, yardımsa yardım, çadırsa çadır…

Oysa yardım kamyonlarının kent girişinde durdurulduğunu, iş makinelerine izin verilmediğini, bunları kendi olanaklarıyla getirenlerin mecburen diğer kentlere yönlendirmek zorunda kaldıklarını bizzat yaşayanlar anlatıyordu.

Yokluğu, çaresizliği, yalnızlığı ısrarla anlatıyorlardı.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Bir yıl geçti.

Sosyal Haklar Derneği İskenderun Temsilciliği, bir yıldır depremin kaydını tutuyor.

Temsilci, Avukat Bülent Akbay, hazırladıkları raporu, 6 Şubat yıldönümü etkinliklerinin hemen ardından açıklayacak.

Rapor sadece rakamların sıralandığı, sadece gazete haberlerinden toparlanmış bir derleme değil. Hatay’da depremin öncesinden başlanarak yaşanan ne varsa, bir biçimde kayda geçirilmiş.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

En sondan başlamakta fayda var.

Derneğe birkaç gün önce gelen, çarpıcı bir bilgi.

6 Şubat’ta, başta Hatay Devlet Hastanesi ile İskenderun Devlet Hastanesi olmak üzere, hastanelerde yaşamlarını yitirenlerin bir bölümü biliniyordu.

Bazı özel hastanelerdeki hastaların, elektrik kesintisi nedeniyle öldükleri de…

Şimdi anlaşılıyor ki Hatay Kırıkhan’daki devlet hastanesinde de benzer içimde, elektrik kesintisi nedeniyle hastalar yaşamlarını yitirmiş.

Akbay, kendisine ulaşan, hastane yoğum bakımında yatarken yaşamını yitiren bir kişinin yakınının aktardıklarını anlatıyor. Tam sayıyı öğrenmeye çalıştıklarını ancak bilgilerin gizlendiğini…

Gelen bilgiye göre, jeneratörün devreye girmemesi nedeniyle yoğun bakımda yatan hastalar, bina yıkılmamasına rağmen hayatını kaybetmiş.

Günler sonra yakınları gidip cenazeleri almışlar…

Rapora bu son dakika bilgisi de ekleniyor.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Raporda, sorun yaşanan her alana ilişkin bilgiler var.

Misal, yıkım çalışmaları.

Yıkımın kuralsız biçimde yapıldığı, insanlar eşyalarını çıkarmak için uğraştıkları sırada bile yıkım yapıldığı anlatılıyor.

Örnek olarak, İskenderun’daki ağır hasarlı bir binanın yıkımının çocuklar okul bahçesindeyken yapılması veriliyor. Çığlıklar içinde kaçan çocuklar, buna rağmen devam eden yıkım…

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Burun kıvrılan, uyarılara rağmen üzerinde durulmayan asbest riski.

Hatay’ın dört bir yanı moloz… Tarım alanları, dere yatakları, kent merkezindeki boşluklar.

Raporda, TURKAK akreditasyonu bulunan bir laboratuvarda incelenmek üzere Çevre Mühendisleri Odası tarafından; 2-3 Eylül 2023 tarihinde Hatay Antakya Serinyol, Antakya Merkez, Samandağ Yeşilköy, Samandağ Merkez ve Defne’deki moloz yığınlarından 45 numune alındığı, bunların 16’sında asbeste rastlandığı belirtiliyor. Öyle ki inceleme için iki günlüğüne bölgeye gelenlerin arabasında bile asbest numunesi bulunmuş.

Raporda, bu bilgi aktarılırken, geçen temmuzdaki hafriyat kamyonu ortala günlük sefer sayısının 2 bin 913 olduğuna dikkat çekiliyor.

Depremde hayatta kalanlar, kanser soluyor.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Raporda, sorular da var.

Depremin olduğu gün cep telefonu operatörlerinin 67 bina üstü istasyonundan 64’ünün yıkıldığına, afet için ek önlem alınmadığına dikkat çekiliyor.

Ve bununla birlikte, dönemin Ulaştırma Bakanı’nın BTK tarafından internet iletişiminde “bant daraltma” uygulamasına geçildiğini açıkladığı anımsatılıyor.

Bütün bunların nedeni soruluyor. Zaten cep telefonları çekmezken, en hayati anda neden “bant daraltma” yapıldı? Sorumluları belli mi?

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Bir başka başlık… Kadınların yaşadıkları sorunlar…

Bir kadının anlatımları:

“Depremin birinci haftası dolduğunda yaşadığımız çadırda kendimden tiksinir hale geldim, içme suyu dışında suya hiç erişemedim ve kendimi biraz temiz hissetmek için saçlarımı kazıttım. Nefes alır olmaktan utanır hale geldik.”

Bir başkası:

“Reglsiniz, tuvalet yok, elinizi yıkayacak su ve sabun yok.”

Ve rapora aktarılan bir bilgi… Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği’nin 21 Ağustos ile 21 Eylül tarihinde Hatay’da yaptıkları saha çalışmasının sonuçları…

Anılan raporda 35 aile içi tecavüz vakasını incelemişler. 35 kadından çadır ve konteynerde cinsel ilişkiye zorlanan 26 kadın varken, çocukların yanında cinsel ilişkiye zorlanan 16 kadın (yüzde 45) tespit edilmiş. 35 kadının 26’sı (yüzde 74) ise bir başkasının cinsel ilişkiye zorlandığına dair duyuma sahip olduklarını söylemişler.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Hesap sorulmayan sorumlular…

Sadece hastanelere bakmak yeterli… 

Rapora göre, 29’u bebek 80 kişinin yaşamını yitirdiği Hatay Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile ilgili soruşturmada sorumlular belirlendi ama tek bir kişi tutuklanmadı. Mağdurların dosyayı inceleme hakkı bile yok.

76 kişinin yaşamını yitirdiği İskenderun Devlet Hastanesi ile ilgili soruşturma da farklı değil. İfadeler bile alınmamış.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

İktidarın kabul etmediği kayıplar bir başka başlık.

DEMAK ( Deprem Mağdurları ve Kayıp Yakınlarıyla Dayanışma Derneği), 142 kişi için resmi “kayıp” başvurusu yapıldığını belirtiyor.

Aile ve Sosyal Hizmet Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın ise, “Depremde kaybolan 1912 çocuğun bir tanesinin bile kayıp değildir” dediği anlatılıyor raporda.

Derneğin saha araştırmasına göre, İskenderun’da Kılıç ailesinden 3, Kamçılı ailesinden 3, Delen ailesinden 3, Dönmez ailesinden 4, Mursaloğlu ailesinden 3, Köse ailesinden 3, Koyuncular ailesinden 4, Karaveli ailesinden 3, Bahadırlı, Horşit ve Kırık ailelerinden 1’er çocuk kayıp. İskenderun Kaymakamlığı ise sadece İskenderun’da 11 kayıp olduğunu ve araştırmaya devam ettiklerini açıklamış aylar önce.

Kayıplar nerede?

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Bir başka başlık… Cenazeler…

Raporda, yıkım ve arama çalışmalarının özensizliği nedeniyle insanların bedenlerinin parçalarının iş makinelerinin kepçelerinde sallandığı anımsatılıyor.

Her sokaktan “kayıp” sesleri yükselirken binaların enkazının kaldırılmaya başlandığı vurgulanıyor. İnsanlar cenazelerini ararken, molozdan demirlerin çıkartılmaya başlandığının, demirlerin ne kadar değerli olduğunun altı çizilerek.

Demirlerin hızla toplanması sevdasından dolayı, zeminler düzleştirildikten sonra tüm arama faaliyetlerinin durdurulması örnek gösteriliyor yapılanlara.

Bu nedenle kayıpların arttığı, insanların yakınlarının ölmediğine inanmaya başladığı da vurgulanıyor.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Bir örnek veriliyor.

Depremde Eda apartmanında 5 yakınını kaybeden Z.A. “Enkaz çalışmaları bitince 5 yakınımızı bize teslim ettiler. İki ay sonra eniştemin ve teyzemin cesetlerinin bir başkasına ait oluğunu söyleyen yetkililer mezarları açtırdılar. Oradan iki bedeni alıp gittiler. Beş ay sonra teyzemin kimsesizler mezarlığında olduğunu bildirdiler. Ruh halimiz paramparça. Teyzemi hala kimsesizler mezarlığından almadık. Belki eniştemiz de bulunur ikisini aynı zamanda alırız diye düşündük. Bir yıl oluyor ve eniştem S.H ise hala kayıp. Ne yapacağımızı bilemiyor haldeyiz” diyor.

***

Çadır ve konteynerlerde bir yılda tam 211 yangın çıkmış. Sadece Hatay’da bu yangınlarda

4’ü çocuk en az 5 kişi hayatını kaybetmiş. Neredeyse her güne bir yangın düşmüş.

Yangın olmadığında sel…

Sel olmadığında susuzluk.

Su olduğunda evsizlik…

Bir yıldır süren bir cehennem.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Hatay garip ve mahzun, doğru…

Öyle olduğunu, olacağını, bunun tesadüf olmadığını söylüyorlardı…

Kayıtlar da bunu söylüyor.

Ve bütün bunlara karşı sandık işaret ediliyor.

Bülent Akbay’ın söylediği akla geliyor tam o anda…

“İki ayrı dünyayı yaşıyoruz onlarla. Aynı dünyada değiliz.”

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu
Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

 /././

Yara sarılan bir şey midir?

Tam kalbinden hasar almış ama hayatta kalmış bu binalarda yaşayan insanların derdi, bir daha burada yaşayamamak korkusu

Antakya | Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Birinin gelmemesi ya da çekip gitmesi ile eksilen ve kalabalığa rağmen keyfi kaçan sofralar gibi Antakya'nın merkezi…

Asi Nehri'nin iki yakasındaki yıkıntıları kapatmak için konulan paravanların üzerinde tıpkı Maraş'taki gibi Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı'nın hazırladığı görseller var. Ancak Maraş'tan farkı, bu görsellerde kentin kalbi tam olarak, bütününü gösterecek biçimde resmedilmiyor. Öylesine büyük bir boşluk, öylesine büyük bir yıkım var ki kentin kalbinde, görsellerde tek bir binanın, tek bir anıtın yeni hali veriliyor. Bütününü görebilmek, şimdiden tasvir edebilmek mümkün değil. Ve zaten yenisi de eskisi değil.

Asi Nehri | Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Tarihi Antakya olarak bilinen evler yerle bir. Çok azı, enkaz halinde ayakta. Üzerine barkod yapıştırılan binalar bir biçimde restore edilecek. Arkadaşını kaybetmiş, anlamını yitirmiş bir hüzünle boşluğun ortasında duran bu tarihi binalar yine de buruk bir umut veriyor. Yeniden eskiye yakın bir görüntüye sahip olma umudu

Ancak umut neşeli ve inançlı olmalıdır değil mi? Başka türlü bir umudu gerçek kılacak taşları nasıl dizersiniz?

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Defne'ye bağlı Armutlu, Elektrik mahalleleri de sahip olduğu hayatı geri dönülmez biçimde kaybeden, tek bir hayat yaşamanın anlamsızlığına isyan eden bir insan gibi çaresiz.

Boşluk, boşluk, boşluk…

Hatay'da Antakya ve Defne'nin neresine baksanız bunu görüyorsunuz. Ve boşluğun büyüklüğünü gösterir biçimde ayakta kalmış, üzerine boya ile "orta hasarlı", "az hasarlı", "yıkılmayacak", "lütfen dokunmayın, hasarsız" yazılmış binalar.

Tam kalbinden hasar almış ama hayatta kalmış bu binalarda yaşayan insanların derdi, bir daha burada yaşayamamak korkusu.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Bütün bu mahalleler "rezerv alan" ilan edilmiş durumda.

Rezerv alan ilanı, idareye, binanın durumuna bakmaksızın kamulaştırma, yeniden imar etme hakkı tanıyor.

Ancak buradaki insanların yeniden yapılacak binalarda yeniden daire sahibi olabilecek olanakları yok.

Kredi verseler bile yok.

Bu nedenle ayakta kalan binaların yıkılmasını istemiyorlar.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Ancak "az hasarlı", "orta hasarlı" raporu veren binaları güçlendirmek için de harekete geçemiyorlar.

Zira kendilerine bilgi verilmiyor.

Binalar yıkılacak mı? Güçlendirmek için bu binalara para harcasalar yıkımı engelleyebilirler mi?

Bilmiyorlar.

Bir zamanlar bu binalarda yaşayanlar, ayakta kalan binaları kontrol etme zorunluluğu hissediyorlar. Zira depremin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen kentte hırsızlık bitmiş değil.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Orta hasarlı bir binaya girdiğinizde merdiven demirlerinin, elektrik kablolarının, ısıtma kazanının çalındığını görüyorsunuz.

Bazı evlerde eşyalar olduğu gibi duruyor. Çıkartılmayan bu eşyaların da çalınmasından korkuyorlar.

Yıkılıp yıkılmayacağını bile bilmedikleri binaların önünde bu nedenle nöbet tutma gereği duyuyorlar.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Yakınlarını bulamayanlar ellerinde kayıp ilanları dört yandalar.

Kiminin yakını enkazdan çıkmamış, kiminin yakını hastaneye gittikten sonra kaybolmuş, kiminin yakını için ölüm kaydı tutulmuş ancak cenazesi ortada yok.

Bu insanlar DNA eşleşmesinden kayıp ihbarına, MOBESE incelemesinden el ilanına kadar her yolu deniyorlar.

En azından bir mezar, en azından bir haber, en azından bir bilgi almak istiyorlar ama yok, olmuyor.

Ve yakınlarının "ölü" sayılması en büyük endişeleri.

Ölüp ölmediğini bilmeden "ölü" sayılmaları, kayıttan düşülmeleri halinde bir daha hiçbir biçimde bilgi de alamayacaklarını düşünüyorlar.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Adalet mücadelesi verenlerin de kalbi kırık.

Çok az sayıda dava "olası kast" düzenlemesinden açılmış. Bu düzenleme uyarınca dava açılsa, sorumlular cinayet işlemiş gibi ceza alacaklar. Ancak bu maddeden açılmıyor davalar.

Bazı davalar ise hiç açılmıyor.

Tarım arazisine bina izni verilmesi, kaçak kat çıkılması, kolonların kesilmesi ve denetlenmemesi, bütün bu usulsüzlüklere rağmen ruhsat verilmesi, ruhsatı olmayanların affedilmesi…

Tüm bunların sorumluları hakkında tek bir işlem yapılmış değil.

Davalar yıkılan binaların isimleriyle anılıyor.

Simge haline gelen binalarla ilgili davaların daha yakından izlenmesinden, diğer davaların takip edilmemesinden de yakınıyorlar.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Bitmiyor saymakla…

Depremin yıldönümü yaklaştıkça idarenin emriyle, özellikle görünür caddelerdeki çadırların sökülmesinden şikayet ediyorlar.

Konteynerde kalan ancak eşyalarını çadırda muhafaza eden pek çok kişinin çadırı yırtılıp atılmış. Çadırların hala durduğunun görülmesi, bu görüntünün verilmesi idareyi rahatsız ediyor.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Tarım arazilerinin rezerv alan ilan edilerek burada kent merkezinden uzak binaların yapılmasına kuşkuyla bakanlar var.

Öncelikle zeytinliklerin imara açılmasından yakınıyorlar.

Ve ardından buralarda bina yapılmasıyla kentin demografisinin değişeceğini söylüyorlar.

Antakyalıların, Defnelilerin bulundukları yerlerden uzaklaşmak istemediklerini ancak mecbur bırakıldıklarını anlatıyorlar.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Evlerde yaşamak zorunda kalanlar korku içinde. Bitmek bilmeyen artçı depremler sağlam binaları bile zorluyor.

En sağlam yapıların kiraları alıp başını gitmiş.

Konteynerden ne zaman çıkacağını bilmeyen insanlar artık bir ev istiyorlar ancak umutları iyiden iyiye tükenmiş.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Hatay, diğer deprem kentlerinden farklı. Kalbi hâlâ çok daha yavaş atıyor.

Asi Nehri'nin üzerindeki köprü ışıklarla aydınlatılmış.

Hemen köprünün başında yaşlıca bir adam nergis satıyor.

Arkasında yıkık dökük binalar, enkaz.

Alışkanlıkla akan Asi Nehri…

Hatıraları anımsatacak insan sayısı az.

Işıklar ölgün, sokaklar ıssız, boşluk derin.

Sarsan da kanayacak.

Yara açık, görünüyor.

                                                                       /././

Ümmügülsüm Nine ve Maraş’taki boşluk

Maraş’ta öylesine büyük bir çalışma yürütülüyor ki, bilmeyen bir yıl önce bu kentte büyük bir deprem yaşandığına, binlerce insanın öldüğüne, on binlerce insanın evsiz kaldığına asla inanmaz

Ebrar Sitesi | Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Maraş’ın ortasındaki dev boşlukta iş makineleri harıl harıl çalışıyor.

Çok değil, bir yıl önce, 6 Şubat gecesi, bu iş makineleri için feryatlar yükseliyordu bu boşluktan. Bir tanesi için, birkaç dakika gelmesi için.

Kentin kalbi konumundaki Azerbaycan Bulvarı ile Trabzon Caddesi’nin dört bir yanında Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın dev paravanları dev boşluğu kapatıyor. Üzerindeki resimlerde mutlu aileler, kent merkezinin bürüneceği yeni görünümün içerisinde mutlu mesut dolaşırken resmedilmiş. Maraş’ın eski halini bilenler için gerçekten hayal gibi bir kent merkezi görünümü bu. Havuzlar, yeşil alanlar, yepyeni, alçak katlı binalar, yatay mimari…

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Depremden birkaç ay önce, Maraş’ta 7,5 şiddetinde deprem olabileceği öngörüsüne dayanarak tatbikat yapılırken akla gelmemiş miydi yorgun, bitkin o binaları yenilemek… Gelmemişti, gerek görülmemişti, bir şey olmaz denilmişti belli ki. Resmî rakamlara göre 12 bini aşkın insanın öldüğü kentte bunları şimdi mesele eden çok fazla kişi yok gibi.

Savcılıklar misal, böyle bir sorunun yanıtını hiç merak etmiyor. İdari yetkililer ve siyasiler de…

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Merkezden 500-600 metre aşağıya doğru yürüdüğümüzde ışıl ışıl bir AVM karşılıyor sizi. Depremde de ayakta kalan yapılardan.

Kalabalık, neşe içerisinde oturuyor AVM’nin önündeki kafelerde.

Önlerinden geçip biraz daha yürüdüğümüzde bir başka boşluğa geliyorsunuz.

Ebrar Sitesi’nin boşluk kelimesini anlamsız kılan boşluğu.

AVM’deki yaşayan Maraş’ın aksine ölmüş bir Maraş var bu büyük alanda.

Ebrar Sitesi’nin boşluğu konusunda henüz bir karar verilmiş değil.

Bina yapılması zor zira yüzlerce insanın can verdiği bu alan hem depreme karşı dayanıklı değil hem de yakınlarını kaybedenlerin tepkilerini gözardı ederek bunu yapmaya çok da olanak yok.

Ancak yakında rezerv alan ilan edileceği, arazinin kamulaştırılacağı söyleniyor.

Ebrar Sitesi’nin bulunduğu boşluğun çevresi de paravanlarla kapatılıyor.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Maraş’ın dağa, tepeye doğru kurulmuş, lüks sitelerin de bulunduğu 12 Şubat Mahallesi, depremde ayakta kaldı. Burada hayat, olağan biçimde akıp gidiyor.

Daha dar gelirli kesimin yaşadığı, Maraş’ın aşağı kısmındaki Dulkadiroğlu Mahallesi’nde ise yıkım büyüktü.

Buradaki ağır hasarlı binaların büyük bölümü yıkılmış, enkaz temizlenmiş.

Ancak mahkemelik olan ağır hasarlı binalar ayakta.

Orta hasar raporu verilen binalar da…

Garip biçimde bazı hasarlı binaların altında dükkanlar hiçbir şey olmamış gibi çalışıyor.

Ve daha garibi, mahkemelik olan ve bu yüzden yıkılamayan kimi binalarda gece ışıklar yanıyor.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Maraş’ta öylesine büyük bir çalışma yürütülüyor ki, bilmeyen bir yıl önce bu kentte büyük bir deprem yaşandığına, binlerce insanın öldüğüne, on binlerce insanın evsiz kaldığına asla inanmaz.

Kent merkezi sil baştan inşa ediliyor, kent yenileniyor sanabilir buraya ilk kez gelen biri.

Elbette normalleşmek, geride bırakmak, yaraları sarmak mühim.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Ancak hiç olmamış gibi davranmak, unutturmak, tam da anımsanması gereken yerde unutturmak, unutulmasını istemek başka, vahim bir anlama geliyor.

Ders almamak, başka kentlerde önlem almamak, sorumluları cezalandırmamak bu unutturmanın sonu.

Akışına bırakmak…

Belki de tam bu yüzden, unutmamak için, neden bunların yaşandığını anımsamak için belki de Maraş’ın orta yerine bir deprem anıtı gerekiyor. Kimse bir daha aynı suçları işlemesin diye…

Depremin "yıkılmayan simgesi" Kahramanmaraş İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) binası, "rezerv alanı" nedeniyle yıkım tehlikesiyle karşı karşıya | Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Ebrar Sitesi’nin simgesi, günlerce, gecelerce enkazın başından ayrılmayan Ümmügülsüm Nine'ydi.

Her sabah 6’da kurtarma çalışmalarını izlemeye gelen, çalışmalara ara verilene kadar oradan ayrılmayan Ümmügülsüm Emlik, 80 yaşında evlat acısı yaşadı. Oğlu Dursun Emlik, gelini Esma Emlik, torunları Ökkeş ve Hayrunnisa Emlik Ebrar Sitesi’nde yaşıyordu.

Günlerce bekledikten sonra sadece torunu Ökkeş’in cenazesine kavuşabildi. Depremden iki ay sonra gelini Esma Emlik’in kimsesizler mezarlığına defnedildiği ortaya çıktı.

Ve aylar sonra oğlu ile diğer torununun haberini de alabildi. Diğer kayıp yakınlarının aksine kayıplarını bulabildiğine şükrediyordu artık.

Ümmügülsüm Emlik, depremin ardından enkaz başında beklerken, 23 Şubat 2023 | Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Artık iyiden iyiye güçten düşen Ümmügülsüm Nine, Ebrar Sitesi ile ilgili duruşmaya gidemedi.

T24 ekibinden Özgür Zeren’le yeniden geldiğimiz Maraş’ta Ümmügülsüm Nine'nin sağlığını da merak ediyoruz. Oğlu ve torunları, depremden bahsetmemeye çalışıyor yanında, “unutmuyor ya biz üzmek istemiyoruz” diye ekleyerek.

“Çok yorgunum” diyor telefonda Ümmügülsüm Nine.

“Sanki suçu olanlar hesap mı verecek oğlum?” diye soruyor, hemen ardından gazetecilere, hesap soran avukatlara, yaşananların peşine düşenlere dua ediyor.

“Biz bulduk çocuklarımızı, mekanları cennet olsun. Bulamayan var. Ama niye yaptılar o binaları oraya, niye böyle oldu benim aklım almıyor. Gör bak yine öyle bina yapacaklar, yine oraya yapacaklar” diyor sonra.

Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Maraş normale dönmüş büyük oranda ve dönüyor ama hayatları bir daha normale dönmeyecek binlerce insan adalet arayışını sürdürüyor.

O adaletin sağlanması, yeni ve cıvıl cıvıl kent merkezlerinden, ışıltılı AVM’lerden,  hafızayı silmek için kullanılan iş makinelerinden çok daha mühim.

Ve bunu da bir gecede bütün yaşamları değişenler gayet iyi biliyor.

TIKLAYIN - T24 deprem bölgesinde | En acı bekleyişin hikâyesi: Ebrar Sitesi

TIKLAYIN - Ebrar Sitesi'nin ardından Ümmügülsüm Nine ve Emlik ailesi: "Bayram da istemiyorum seçim de… Bize cenazelerimizi verin…" 

(T24)

4 Şubat 2024 Pazar

Birgün KÖŞEBAŞI - 4 ŞUBAT 2024 -

 


Yerel seçimlere doğru(Oğuz Oyan)

İstanbul, hiç olmadığı kadar yerel seçimlerin merkezinde olacak görünüyor. AKP açısından siyasi ve ekonomik anlamları belli. Siyaseten İstanbul’u kaybetmeyi hiçbir zaman sindiremedi çünkü siyasi doğuşunun simgesel mekânı olan bir kentin kaybından daha fazlası söz konusu.

AKP, seçmen desteği zayıflıyor olsa dahi, çeşitli ittifaklarla seçimleri almayı ve üstte kalmayı başardı şimdiye kadar. 2019 “yol kazasının” tekrarlanmaması için her yolu denemeye devam edecektir. Buna, oy pusulası için yapılan kurada gene ilk sırayı çekme hüneri de dahildir.

Siyasi etik tanımayan, Anayasa hükümlerine bile uymayabilen bir hareketten herhangi bir ahlaki/yasal kurala uyması beklenemez. Can Atalay vakasında işlenen katmerli hukuk cinayetlerinin son olarak TBMM’de işlenen siyasi cinayetle tescillenmesi, hukuk tanımazlığın sınır tanımayacağını gösteriyor. 

İstanbul: Siyasetin ve Ekonominin Merkezinde 

İstanbul, hiç olmadığı kadar yerel seçimlerin merkezinde olacak görünüyor. AKP açısından siyasi ve ekonomik anlamları belli. Siyaseten İstanbul’u kaybetmeyi hiçbir zaman sindiremedi çünkü siyasi doğuşunun simgesel mekânı olan bir kentin kaybından daha fazlası söz konusu. İnşası yolunda büyük mesafe kaydettiği İslamofaşist düzenin İstanbul olmadan tamamlanması mümkün değil. GSYH’nin dörtte birinin elde edildiği ve her türlü ekonomik rantın yoğunlaştığı “taşı-toprağı altın” bir kentin elde tutulamamasının yarattığı talan boşluklarının dikkate alınmaması hiç mümkün değil. 

Öte yandan İstanbul’un, Türkiye nüfusunun beşte birini barındırması bakımından demografik temsil değeri de çok belirleyici. Şöyle de kavranabilir: Yunanistan ve Bulgaristan’ın tüm nüfusunu İstanbul mikro-kozmosuna yığıştırın; üstüne AKP’nin demografik dönüştürme aracı olarak ülkeye yığdığı sığınmacıların en az iki milyonunu İstanbul nüfusuna ekleyin, bu toplamın sonucu yönetilemez bir mega-kenttir. “Yönetilemez” sıfatını tam hakketmesi için dünyanın tüm uyuşturucu baronlarının iktidarın vurdumduymaz işbirlikçiliği altında serpildiğini; Afganistan’dan Fas’a kadar geniş Ortadoğu’nun her türden İslami Cihat örgütünün ellerini kollarını sallayarak yapılandığı ve büyük güçlerin (veya bölge güçlerinin) kullanışlı aygıtlarına dönüştürülebildiği bir ülke ve kent düşünün. Sarıyer’de Santa Maria Kilisesi’ne yapılan IŞİD saldırısının benzerlerinin tekrarlanması önlenebilir mi? Ve bu kente “Kanal İstanbul” üzerinden yeni uydu kentler ve ilave milyonlarca nüfus yığmayı vaat eden bir siyasetin hâlâ alıcısı olabilir mi? (Alıcısı pek olmayacağı için AKP adayı seçim öncesinde bunu dillendirmeye bile cesaret edemiyor ama arazi rantları peşinen pazarlandığı için vazgeçmeleri güçtür).  

İstanbul elbette anamuhalefet partisi açısından da kritik önemde. CHP’nin seçim sonrasında bir krize girip girmemesi de dahil olmak üzere taşıdığı belirleyici önem herkesçe biliniyor. Bu durum şimdiden CHP içi saflaşmaları dahi etkiliyor. Ama daha önemlisi, henüz 8 ay önce bir ittifak içindeymiş gibi davranan muhalefet bloğunun sağ partilerinin şimdi anamuhalefete kaybettirmek üzerinden siyaset yapmaya başlamalarının da gösterdiği gibi, ilkesiz sağ ittifaklar hiçbir kalıcı demokratik kazanım sağlayamaz (Geçen BirGün Pazar yazımızda, “Sağın ekonomik kriz üretme potansiyeli”ne dikkati çekmiştik). Sağ partilere ulufe gibi milletvekillikleri dağıtan önceki CHP yönetiminin bu ilkesiz ittifaktaki tarihsel hatasının bu kadar kısa sürede kanıtlanmış olması bile hızlandırılmış bir siyaset dersi niteliği taşıyor. Tabii ders almasını bilenler açısından. 

Belediye Meclislerinin Oluşumu Demokratik Değil 

Belediye Meclislerinin, özellikle de İmar Komisyonlarının rant kovalama merkezleri olmasından söz etmiyoruz. Burada Belediye Meclislerinin oluşumunu düzenleyen yasanın demografik ağırlıkları gözetmeyen anti-demokratik yapısından söz etmek istiyoruz. 

ANAP/Özal döneminde 1984 tarihinde yürürlüğe giren 2972 Sayılı “Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkındaki Kanun”un 5/b maddesinde belediye meclislerinin üye sayısı beldelerin nüfus büyüklüklerine göre sekiz dilim halinde düzenlenmektedir. Yasada üye sayılarının nüfusa orantılı olarak belirlenmesinden ziyade, asgari ve azami meclis büyüklükleri esas alınmış durumdadır (İl Genel Meclisleri de benzer biçimde belirlenmektedir). Buradaki konumuzu asıl ilgilendiren, Büyükşehir Belediye Meclislerinin üye yapılarıdır. Ama onları belirleyen de ilçe belediye meclislerinin üye sayılarıdır. 

2972/5’e göre son genel nüfus sayım sonuçlarına göre beldelerin (ilçeler için de beldedir) belediye meclisleri sekiz grupta toplanmaktadır. Buna göre nüfusu 10 bine kadar olan beldelerde meclis üye sayısı dokuz iken nüfusu bir milyonu aşan beldelerde 55’tir. Sadece 10 bin ile 1 milyon eşikleri karşılaştırıldığında nüfus büyüklükleri arasında 100 kat fark varken, 9 ile 55 üyeli belediye meclislerinin arasında sadece 6 kat fark vardır. Nüfus yapısının ve kentleşme oranının hızla değiştiği bir ülkede, 100 bin nüfusun altında 4 ayrı belde kategorisi ayırt etmenin, bir milyonu aşan beldelerde ise sadece 55 üyeli meclisler oluşturmanın haklılığı tartışılabilir. Ama belde meclislerinin üye sayıları kendi başına gene de büyük bir sorun değildir; sorun, bu dağılım esas alınarak “büyükşehir belediye meclisine katılacak üye sayısının” belirlenmesindedir,  

Bu, çok ciddi bir “temsilde adalet” sorununa yol açmaktadır.  Nitekim 2972 sayılı kanunun 6. maddesi, “Büyükşehir belediye meclisleri belediye hudutları içinde kalan ilçe seçim çevreleri için tespit edilen belediye meclisleri üye sayısının her ilçe için beşte biri alınmak suretiyle bulunacak toplam sayı kadar üyeden teşekkül eder” düzenlemesini getirmektedir. Dolayısıyla bu durum düşük nüfuslu ilçelerin büyükşehir meclislerinde aşırı temsiline yol açarken kalabalık nüfuslu ilçelerin görece düşük temsiline neden olmaktadır.  

Örneğin 10 bin nüfuslu bir ilçe, büyükşehir meclisinde 2 üyeyle temsil edilirken, 1 milyonu aşkın bir ilçe sadece 11 üyeyle temsil edilmektedir (2’ye 11 oranı). Birincisinde ortalama her 5 bin nüfusa, ikincisinde her 100 bini aşkın nüfusa 1 büyükşehir meclis üyesi düşmektedir. Her ilçenin belediye başkanının doğrudan büyükşehir belediye meclisi üyesi olduğu da düşünüldüğünde temsilde adalet dengesizliği daha da büyümektedir. Yukardaki örnekte 10 bin nüfuslu ilçeyi 3 üye, bir milyonu aşan ilçeyi 12 üye temsil etmektedir (3’e 12). Nüfus farkı en az 100 kat olurken temsilci üye sayısı arasında yalnızca 4 kat fark vardır. 

Bu düzenleme, büyükşehirlerin çeperlerindeki kırsal ağırlıklı nüfusun büyükşehir meclislerinde hak etmedikleri bir ağırlığa sahip olmalarına yol açmaktadır. Bunun anlamı büyükşehirlerin dengeli yönetimi ve planlaması bakımından teknik bir çarpıklığın ötesine geçmektedir çünkü sağ partiler daha güçlü oldukları dış ilçeler üzerinden avantajlı kılınmaktadır. Böylece, büyükşehirin nüfusu çok kalabalık merkez ilçelerinin onayını almış bir büyükşehir belediye başkanının meclis çoğunluğuna sahip olamaması sorunu sıklıkla yaşanmakta ve bir yönetim krizi oluşmaktadır.   

Merkezî iktidarı elinde tutan AKP türü despotik partiler, yerel meclisler üzerinden de “muhalif” belediye başkanları üzerinde baskılar kurabilmektedirler. Temsilde adaletsizlik yaratan bu düzenlemenin DYP-SHP koalisyonu (1991-95) veya Ecevit koalisyonu (1999-2002) dönemlerinde hiç gündeme getirilmemiş olması tam bir politik körlük niteliğindeydi. Şimdi “bunun için artık AKP sonrasını beklemek gerekecektir” bile diyemiyoruz, çünkü AKP düşse bile muhalefetin siyasi eyleminin bu konuda ortaklaşabileceğine inanmak zordur. 

Bu koşullarda girilecek olan 31 Mart Seçimlerinde benzer sorunlar yeniden üretilecek, büyükşehir belediye başkanlıklarının ana muhalefetçe kazanıldığı birçok yerde belediye meclislerinde çoğunluk sağlanamayacaktır!  

                                                          /././

Gaye Erkan nasıl oyun dışı kaldı?(Ozan Gündoğdu)

Ya affını istedi ya da görevden alındı. Ama hakikat, TCMB’nin başında artık Gaye Erkan yok. Onun hikâyesi, Saray’ın siyaseti nasıl yönettiğine ilişkin fikir veriyor. Hayal edelim; tüm analistlere göre enflasyon 2024’ün ikinci yarısında düşmeye başlayacak. ABD Merkez Bankası FED, aynı dönemde faizleri düşürmeye başlayacak. Enflasyon düşüşe geçerken Türkiye’ye sıcak para girişi artarken Gaye Erkan’ın da yıldızı parlayacak, bir tür kahramana dönüşecekti. O halde, Gaye Erkan’ı her kim görevden almak istiyorsa elini çabuk tutmalıydı. Gaye Erkan’ın hikâyesi bir Saray entrikasını anlatmaktaydı. 

NEDEN HAFİZE GAYE ERKAN? 

Mayıs 2023 seçimleri Erdoğan’ın arzu ettiğini almasıyla sonuçlanmıştı ama finansal piyasalarda da artık tek bir adım atacak takat kalmamıştı. Faizlerin makul seviyelere çıkarılması elzemdi ama bunu Şahap Kavcıoğlu yapamaz, yapsa bile sermayedar takımına güven veremezdi. Ama Erdoğan’a seçim kazandırdığı için onun da ödüllendirilmesi gerekirdi. Böylece Kavcıoğlu BDDK’nin başına geçirilirken, Hafize Gaye Erkan Merkez Bankası’nın yeni başkanı oldu. 

Haziran 2023 itibariyle faizler ya yükselecek ya yükselecekti. Başka çare kalmamıştı. Fakat bu noktada çölde su gibi ihtiyaç duyulan yabancı sermayeye Merkez Bankası’nın güven tesis edebilmesi de elzemdi. 2022-23 döneminde iktidarı destekleyen veya bürokraside görev almış birinin faiz yükseltmesi beklenen güveni veremezdi. O halde, muhaliflerin de hoşuna gidecek “rasyonel” bir politika zeminine ihtiyaç vardı. Hemen bulup buluşturuldu, “muhalif” Cevdet Akçay Banka’ya başkan yardımcısı yapıldı. İşte liyakat… Başkan da Türkiye’de adı sanı bilinmeyen ama CV’si parlak Hafize Gaye Erkan olacaktı. Bu sayede görüntünün tümüyle değiştiği daha kolay anlatılacaktı. Zaten ekonominin başına da Mehmet Şimşek getirilmişti. 

Hafize Gaye Erkan’ın CV’si “liyakat liyakat” diye tutturanlara tokat gibi bir cevaptı. İktidar blokunun ilişki ağının dışında, dolayısıyla ahbap–çavuş ilişkileriyle anılmayan, ABD’de kariyer yapmış, Türkiye’yi son 25 yıldır dışarıdan gözlemiş, profesyonel bir finansçıydı. Ama muhafazakâr, milliyetçi mahallenin insanı da değildi. Başka bir ifadeyle çemberin dışındaydı. Saray’la bir suç ortaklığı kurabilecek tıynette miydi? O bile belirsizdi. Çembere dâhil olmak istese de bu hemen olacak bir şey değildi. 

FAİZLER YETERİNCE ARTTI, GÜLE GÜLE ERKAN 

Belli ki, politika faizinin yüzde 45’e kadar çıkarılması aylar önce kararlaştırılmıştı. Son faiz artırımı da ocakta yapılacaktı. Tüm bu süreçte, Merkez Bankası’nın başında “liyakatlı ve siyasi ilişkileri zayıf” bir ismin bulunması doğru iletişim için gerekliydi. Verilmek istenen görüntü Erdoğan’ın bankaya müdahale etmediği, bağımsız bir merkez bankacılığında karar kıldığı yönündeydi. Çünkü ancak bu görüntü sayesinde faiz artırımları başarılı olabilirdi. “Muhalif” ekonomistlerin övgü dolu sözleriyle faizler yüzde 45’e kadar çıkarıldı ve faiz artırım sürecinin sonuna gelindiği Ocak 2024 toplantısında söylendi. Artık Gaye Erkan’a ihtiyaç kalmamıştı. Hele hele enflasyon düşüşe geçerse, bu başarının ödülünü Erdoğan yerine Gaye Erkan’ın alması da mümkündü. Enflasyon düşmeye başlarsa, Gaye Erkan’ı görevden almak iyice zorlaşacaktı. Elimizi çabuk tutmalıydık. İyi de nasıl görevden alınacaktı? Ne denecekti? 

SARAY’IN YARDIMINA KOŞAN BABA 

İşte bu ortamda, Gaye Erkan’ın babası, Saray çevresinin istemeden yardımına koştu. Baba Erol Erkan, Banka’da esip gürlüyor, personele talimatlar veriyor hatta Büşra Korkmaz adında bir personeli bizzat kovuyordu. Bu olacak iş değildi. Herkesin dilindeki kelime “skandal”dı. 

Evet, bu olaylar doğruysa İsveç-Norveç standartlarında skandaldı da, biz Türkiye’de böyle şeylere skandal demeyiz. Hatta bu haberler iktidar basınında çıksa, reytingi az olur. Zira Erdoğancılar için bir kurumun başındaki ismin babasının ya da amcaoğlunun, bilimum tüm akrabalarının kuruma karışmasına tepki göstermezlerdi. Buna ancak Erdoğancı olmayan toplum kesimleri öfkelenir. O halde, Gaye Erkan’ı muhaliflere dövdürterek yol yürünebilirdi. 

YAŞASIN YENİ BAŞKAN 

Gaye Erkan’ın görevi faizleri yüzde 45’e kadar yükseltmekti. Ondan sonra çaresine bakılacaktı. Böylece ocak ayındaki son toplantıdan önce Gaye Erkan’ın babasının kuruma müdahale ettiği haberleri üzerinde tepinilmeye başlandı. Aslında hedef başkanın suyunu ısıtmaktı. Gaye Erkan bugünden bakınca kullanılıp atıldığının farkında mıdır? Farkında olsun ya da olmasın Saray entrikası tıkır tıkır çalıştı ve her şey tasarlandığı gibi gitti. Perşembenin geleceği çarşambadan belli hale getirildi. Gaye Erkan 2 Şubat  akşamı görevden affını istedi ve aynı gece göreve Fatih Karahan getirildi. 

Fatih Karahan… “Pırlanta” gibi bir CV… Amazon’un baş ekonomisti… Ama bir farkı var Karahan’ın. Gaye Erkan gibi çemberin dışından bir isim değil, çemberin içinde. Dayısı Washington Büyükelçisi. Bu mahallenin çocuğu. Dolayısıyla fiyat istikrarı ile Erdoğan’ın istikrarı arasında kaldığında, doğru kararı verebilecek bir isim. 

Gaye Erkan’ı rejim kullandı ve attı. Şimdi sıra önümüzdeki genel seçimlere dek istikrarı koruyacak Fatih Karahan’da. 1-2 yıl kadar da Fatih Karahan idare eder. Ta ki Erdoğan seçime gitmeye karar verene dek. Çünkü seçim yaklaştığında piyasayı hareketlendirmek adına faizleri düşürmek şarttır. Nas var ya… 

                                                             /././

Antakya yeniden yeşerecek (Selçuk Candansayar)

Felaketlere direnmenin yolu belleklerimizde kazılı. Başımıza gelenin başımıza gelmesinin nedeni hem biziz hem de değiliz. Biziz, çünkü tam da biz olduğumuz için oldu, ama biz olmak felaketi hak ettiğimiz anlamına gelmiyor diyebildiğimiz zaman özgürleşebiliyoruz.

Antakya’da, Türkiye Psikiyatri Derneği(mizin) konteyner görüşme odasındayım. Nisan ayındayız. 6 Şubat’ın üzerinden henüz iki ay geçmiş. Türkiye psikiyatrisinin meslek derneği depremden 48 saat sonra bölgeye ulaşmış. Yıkılan şehirlerin tümünde derneğin organizasyonu altında gönüllü psikiyatrlar çalışıyorlar. Türk Tabipleri Birliği(mizin) küçük bir parka yerleştirdiği birkaç konteynerden biri de bize ait. İkiye bölünmüş konteynerin bir yanında insanlarla görüşüyor, “psikososyal destek” uyguluyoruz; diğer yanında iki ranza var. Gecenin bir vakti, kapı açılıyor ve dağ köylerine yardım götüren Eğitim-Sen’li bir öğretmen yavaşça kıvrılıyor boş yatağa. Pestili çıkmış olmalı. Sabah karşılaşmıştık. İstanbul’dan yıllık izin alarak gelmiş. Köylerdeki çocuklara açık hava dersleri düzenleyen gönüllü öğretmenlerden biri. Hayat devam ediyor, etmeli hissini aşılamaya çalışıyorlar.  

Konteyner görüşme odasında karşımda bir kadın var. Adı, Antakya olsun. 50’li yaşlarında. Eşi kanser hastasıymış. Kız kardeşi ve kocası ölmüş ilk depremde. Onlardan kalan 15 yaşındaki yeğeni, annesi, teyzesi ve kanserli kocasıyla enkazın yanına kurabildikleri, zemini toprak bir çadırda barınıyorlar. “Devletin” çadırına erişememişler. Kocasının kemoterapi ilaçlarını bulabilmek için geldiği TTB alanında kapıda psikiyatri yazısını görünce görüşmeye karar vermiş. Depremden önce kocasını götürdüğü için biliyor psikiyatriyi. Sonradan öğreniyorum hikâyesini ama başlangıçta susuyor. 

Karşımda oturuyor. İlk cümleyi benim söylememi beklediğini anlıyorum. Anlıyor muyum? Anlıyor muyuz? Paylaşmak; belki acıyı, ıstırabı paylaşmak mümkün. Ülkece paylaştık da. Elinden geleni yapmaya çalıştı memleketin “iyi insanları”. Dayanışma, dalga dalga yayıldı enkaz coğrafyasına ve elbet çok ama çok değerliydi. Ama anlamak? 

Antakya, susmuş oturuyor karşımda. Bakışı gözlerimde değil, yüzümün yanından geçip gidiyor. Bazı suskunluklar vardır çağırır seni, hakikate çağırır. Yardım arayan bir suskunluk değildir. Söyleyeceğin sözü bekliyorum, sözün yetecek mi suskunluğudur. Sözün ne söyleyecek bana ve beni duyabildiğini kanıtlayacak mı? Susuyoruz karşılıklı. Mesleğin kuramı sus der psikiyatra, sessizce bekleyerek konuşmaya davet et. Sözünle onu bir söyleme düzenine çağırma, bırak bildiğince kursun kendi sözünü. Ama örselenmiş dilsizdir. O zamana kadar bildiği dil yaşadıklarının hissettirdiklerini söze dökmeye imkân vermez. O da yabancıdır sözün anlamına. Yeni bir dil bulmak zorundadır. O da kendini duymaya gereksiniyordur. Ruhunun içine dolan anlamlandıramadığını, nasıl dile getireceğini bilemediğini ona birisi söylesin istiyordur. Bana bir dil ver! Çünkü bugüne kadar bildiğim dilin dışına düştüm.  

“Sizi anlayabilmeme yardım etmenize ihtiyacım var” diyorum. Bakışı gözlerime dönüyor. Kimdi yardım isteyen, yardım edecek olan kimdi? Bir pencere açmalıyım onu görebileceğimi düşünmesini sağlayacak. Onu görmek ve anlamak istediğimi ona kanıtlamalıyım. Ona yardım etmeye uygun olduğumu ona göstermek benim sorumluluğum olmalı. Bir olanak beliriyor zihnimde. Psikiyatr olarak zorunlu görevimi Antakya’da yapmıştım 30 yıl önce. Konteyner görüşme odasına birkaç yüz metre mesafedeki bir evde oturmuştum. Sabah enkazının yanından geçmiştim. Binayı tarif ediyor ve zorunlu görevde Antakya’da çalıştığımı söylüyorum. Tanıdıklık… Geçmişte aynı sokaklarda yürümüş olma olasılığı. Yıkımın öncesindeki Antakya’yı da biliyor olmak. Sanki ortak bir belleğimiz var gibi oluyor. Birbirimizi tanıma imkânı beliriyor. 

“Biliyorum o binayı, üç bloktu değil mi?” diye başlıyor konuşmaya. “Depremden sonra çadıra yerleşebilince ihtiyaçları karşılayacak benden başka kimse olmadı” diye sürdürüyor. Müftülüğün önünde yardım dağıtıldığı çalınmış kulağına. Günlerdir çorba içiyorlarmış. Yardım alanına gitmiş. “Çok utandım” diyor. Öylece beklemiş binanın önünde. Onu “çağıran” birini beklemiş, görülmek istemiş. Kimse çağırmamış, sonra yanından “kapalı” iki kadın geçmiş, ağızlarından dökülen dualarla. Binaya girmişler ve bir süre sonra kucaklarında birer koli ile çıkıp, yanından geçip gitmişler. Utancını yok sayarak girmiş aynı kapıdan. Bir görevli ne istediğini sormuş. Yardım dağıtılıyormuş, demiş. Görevli adını, soyadını, nerede oturduğunu sormuş. Ardından şeffaf bir poşet uzatmış. İçindekilerin ne olduğunu anlamamış ve gayriihtiyari bakmış. Bir atlet ve iki erkek külotu! Görevliye bakmış, adam, “kalmadı başka bir şey bugünlük, yarın erken gel” demiş. İşte o an içinde birikenin öfke olduğunu ayrımsamış. Çıplak öfke. Haklı öfke. “Sen giy bu donu!” diye eline tutuşturmuş görevlinin… 

“Size kim olduğunuzu hatırlatmış” diyorum. Bakışında tedirgin bir ışıltı mı var? Pier Paolo Pasolini, travmanın “kendimiz hakkında her zaman sahip olduğumuz fikrin kaybı” olduğunu söyler. Antakya, eline tutuşturulan don ve atletle, maruz kaldığı felaketi anlamlandırmak için yeni bir dile ihtiyacı olmadığını fark ettiğini fark etmişti. Başlayınca kırk gün durmayan yağmurların zeminini çamura çevireceği çadırında kalmasının nedeninin “kim” olduğuyla ilgili olduğunu, ama içinde bulunduğu yoksunluğun sorumlusunun o olmadığını anlayıverdi. Ben de. Sonra konuştuk; eşinin ilaçlarını, anne-babasını yitiren yeğeninin yaşayabileceklerini. Antakya, içindeki kadim Kibele ile ayrıldı görüşme odasından.  

Bir gece vakti, küçük bir çocuk parkına yerleşen bir grubu ziyarete gidiyoruz. Armutlu’daki hasarlı binalardan çıkan ve aralarında akrabalık, komşuluk ilişkisi olan yirmi aile buldukları çadırlarla çocuk parkına bir köy kurmuşlar. İşgal etmişler parkı. Kendilerine ortak alan oluşturmuşlar, yemeklerini birlikte yapıp, yiyorlar. Park yakınındaki bir derneğin tek tuvaletini kullanıyor yaklaşık 60 kişi. Devletten, tuvalet ve duş için yardım istemişler. Siz o çadırları kendiniz kurmuşsunuz oraya yardım yap(a)mayız denmiş onlara. “Bizi dağıtıp, sürmek istiyorlar, evlerimizi topraklarımızı bizden alacaklar ve Türkiye’ye dağıtacaklar” düşüncesi hâkim toplulukta. Daha da derine iniyor gruptan birkaç kişi. İsrail, ABD ve hükümet işbirliği içinde; bizi, buralardan, topraklarımızdan söküp atacaklar, bizi gönderecekler diye yorumluyor olan biteni. Komplo düşüncesi felaketin büyüklüğüyle ilgili değildir hiçbir zaman, felaket sonrası olup bitenler doğurur komplo düşüncelerini. 

Bir devlet/hükümet, yurttaşının kendisine kızmasına, kendisini eleştirmesine dayanabiliyorsa, kötü sözden gocunmuyorsa devlet olabilmiş demektir. Hele de felaketlerden sonra. Çünkü bu çapta felaketler maruz kalanları çocuksulaştırır. Korunmak, kollanmak, kucaklanmak arzusuna gömülür felakete maruz kalanlar. Ama devlet kendisini yetersiz hissederse, gerçekten de yetemezse, çocuksulaşan toplum karşısında otoriter ebeveyn rolünü benimsemeye meyillenir. Maruz kalanın haklı beklentisi karşısında kendi yetersizliğiyle yüzleşmek, suçluluğunu kabullenmek yerine öfkeli ve ayrımcı bir “zayıf olduğunu reddeden baba” rolüne sığınır. Suçluluk hissine dayanamayanın, suçlu hissettireni suçlamasına yol açar.  

Başıma bela oldun! Amma çok şey istiyorsun, bir türlü doymadın! Sen de öyle yapmasaydın! Hem bildiğini oku hem de başın sıkışınca nerede bu devlet de! Sana her şey müstahak, ne verirsem onu kabul etmek zorundasın! Sen karışma, bundan sonra ben ne dersem onu yapacaksın! Evini ben yapacağım, sen de gıkını çıkarmadan oturacaksın. Ne dersem yapacaksın, tapun beni bağlamıyor artık. Sen kendi beceriksizliğinden bu hale düştün, artık ben ne dersem onu yapacaksın! 

Parktakilere zaten bildiklerini, yüzlerce yıldır belleklerinde olanı hatırlattıkça yavaş yavaş yüzleri aydınlanmaya başladı. Gitmeyeceğiz topraklarımızdan dediler. Onlardan önce de buradaydık, onlardan sonra da burada olacağız. 

Felaketlere direnmenin yolu belleklerimizde kazılı. Başımıza gelenin başımıza gelmesinin nedeni hem biziz hem de değiliz. Biziz, çünkü tam da biz olduğumuz için oldu, ama biz olmak felaketi hak ettiğimiz anlamına gelmiyor diyebildiğimiz zaman özgürleşebiliyoruz.  

Antakya bir kez daha yeşerecek. 

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 4 ŞUBAT 2024 -

Monşer (Ali Sirmen)

Sevgili,

Soykırımcı Binyamin Netanyahu yaşlı, kadın, çoluk çocuk demeden biraz daha fazla Filistinli öldürebilmek için zamana karşı amansız bir yarışa girişmişken uzmanlar acil bir ateşkesin önünü açmaya çalışıyorlar. Herkes Filistin-İsrail çatışmasının bölgeyi hangi kalıcı etkilerin altına sokacağını tartışıyor. Türkiye, böyle bir cehennem gerginliğine girilirken, tam bir kaos ortamı içinde yüzüyor. Herkes yeni durumlardan kendi çıkarına uygun çözümler üretmeye çalışırken, AKP de Suriye’deki durumdan, Filistin-İsrail arasındaki gerginlikten yararlanarak diplomatik alanda mesafe almaya çalışıyor. Ama AKP’nin diplomatik esnekliği, cevvaliyeti buna el vermiyor.

                                                   ***

Oysa Cumhuriyet diplomasisi yeterince donanımlı ve deneyimlidir. Ama Türkiye’de 20 yıldır dış politikanın dizginleri dışişlerinin özverili ve yetenekli kadrosunun etkisinden alınmış, yeni hedeflerin çizgisine uygun rotaya sokulmaya çalışılmıştır. AKP, Cumhuriyet diplomasisi hakkındaki görüşlerini, Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu sıralar, Onur Öymen’“monşer”likle etiketleyerek somutlaştırmıştı.

Onur Öymen’i yakından tanıdım.

Eğitimci bir aileden gelen Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen, Kurtuluş Savaşı günlerinde öğretmenlik yaptığı Trabzon’da çağdaş eğitimin sorunlarını dile getiren “Yeni Mektep” dergisini çıkarmaktaydı. Ankara’da bulunan Mustafa Kemal, Sakarya’nın çalkantılı günlerinde Hıfzırrahman Raşit Öymen’i çıkardığı dergi dolayısıyla kutluyor, başarılarının devamını diliyordu. 

Kurtuluştan sonra Hıfzırrahman Raşit Öymen TBMM’ye seçilecektir. Onun iki oğlu da Türk basınında değerli hizmetler gören, dönemlerinin önde gelen gazetecilerinden Altan Öymen ve Örsan Öymen’dir. Hıfzırrahman Raşit Öymen, Bilsay Kuruç’un da dayısıdır. Aileden “erbabı kalem” olmayan yok gibidir. Eğitim, basın-yayın, diplomasi alanlarında aile bireylerinin öne çıktığını biliyoruz. Yeni kuşak Örsan Öymen (junior) de öğretim üyesi ve Assos Felsefe Günleri’nin yıllardır düzenleyicisidir.

Hıfzırrahman Raşit Öymen’in kardeşi, felsefe ve sosyoloji öğretmeni Münir Raşit Öymen’in genç oğlu Onur Öymen Galatasaray’ı bitirdikten sonra dışişlerine intisap etmiş olmasına karşın, basınla olan ilişkisini kesmemiş ve Siyasal Bilgiler yıllarında da öğrenci birliğinin dergisini çıkarmıştı. Annem, Erenköy Kız Lisesi’nin çok genç coğrafya öğretmeni Nebahat Öymen’in öğrencisi olmuştu. Ben de Onur’un Galatasaray’da sınıf arkadaşıydım. Ondan kalan en canlı anım, Ortaköy’de “Balyan Kardeşler”in eseri olan Feriye Sarayı’nın rıhtımında ılık bir mayıs akşamüstü kim bilir aynı mekânda kaç aydının, kaç yöneticinin, kaç yazarın, kaç nazırın sorduğu, ne yazık ki henüz tam olarak cevaplanıp cevaplanmadığından emin olamadığım şu ünlü soruyu sorduğu andır: “Şu memleketin azgelişmişlikten tümüyle sıyrılması için daha ne lazım?”

                                                      ***

Soru ve sorulduğu mekân yerindedir. Ama kabul etmek gerekir ki saraylıktan sonra Galatasaray İlkokulu’nun yatılı binası olan mekânda, on üç yaşında bir çocuk tarafından sorulmuş olması biraz şaşırtıcıdır. Daha sonra bazılarını yakından tanımak imkânını bulduğum dışişleri mensuplarıyla Öymen ailesi üyelerinin davranışlarını görünce bunda da şaşacak bir yön olmadığını gördüm.

Evet, dışişleri mensupları gibi Öymen ailesi bireyleri de sürekli bu sorunun peşinden koşmuşlardı. AKP için bu pek akıl alır bir davranış değildi. Ve onun için de Bursa milletvekiliyken AKP’nin “monşer” nitelemesine muhatap olan Onur Öymen bu yakıştırmayı sorumlulukla, liyakatla, özveriyle ve ismine yakışan bir onurla taşımıştı ve bu konuda dokuz tane eser vermişti.

Türkiye’nin şu anda karşı karşıya bulunduğu iç ve dış sorunlarla yüzleştiği şu dönemlerde keşke Onur Öymen misali “monşer”lerden biraz daha olsaydı da, AKP’ye şu güç günlerde doğru yolu gösterebilseydi.

                                                                            /././

Bir simge ve fırsat olarak Can Atalay (Ergin Yıldızoğlu)

TİP milletvekili Can Atalay’ın vekilliği Meclis’te düşürüldü. CHP ve TİP’in çağrısını yaptığı protesto eylemine diğer sosyalist gruplar da katıldılar. “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganları atıldı. 

Son derecede önemli yerel seçimlere giderken bu gelişmeyi, bir hukuk darbesi, rejimin ve muhalefetin durumunu gösteren bir simge, nihayet bir fırsat olarak üç açıdan değerlendirebiliriz.

HUKUK DARBESİ VE SİMGE

Can Atalay’ın vekilliği düşürülünce hemen sesler yükseldi: “Bu bir hukuk darbesidir.” Bu saptama zorunlu olarak beni iki gözleme götürüyor. Birincisi, bu saptama ilk kez yapılmıyor. Daha önce de rejimin kimi uygulamaları için “darbe” kavramı kullanıldı. Anayasa Mahkemesi’nin kararının yok sayılması da anayasanın anlamsızlaştığını, keyfiliğin egemen olduğunu gösterdi. Peki her “Bu bir darbedir” saptamasından sonra ne oldu? İtiraf etmek gerekir ki fark yaratan bir şey olmadı. “Bu kez farklı” denebilir ama inanmak kolay değil.

İkincisi, eğer bir “hukuk darbesi” yapıldıysa anayasa rafa kaldırıldıysa böyle bir ortamda sandık başına giderken hile hurda yapılması nasıl önlenecek? Seçim sonuçlarına itiraz etmek gerekirse hangi kuruma, nasıl başvurulacak? Liberal siyasetin uydurduğu bir kavramı ödünç alırsak “rekabetçi otoriterlik” rejiminin “rekabetçi” kısmı hâlâ geçerli midir? “Süreç olarak faşizm” kavramının açıklayıcılığına güvenmek daha doğru olmaz mı?

Rejimin “siyasi bilinç dışında” derin bir yara açan, Gezi olayının bir türlü aşılamayan travması, Atalay’ın bir sosyalist avukat olarak emekçilerin, ezilenlerin haklarını korumak için sürdürmüş olduğu mücadele, üstelik vekil seçilerek Meclis’e girme hakkını kazanması, rejimin onu hedef alması için yeterliydi. Ancak bence, rejimin projesine ilişkin bir boyut daha var: Rejim, anayasayı rafa kaldırırken (bir anlamda ilga ederken) aynı zamanda muhalefetin iktidarsızlığını (hilafet çağrısı yapan gösterilerinin, yaygınlaşan tarikat etkinliklerinin eşliğinde) sergileyerek pekiştirmeyi amaçladı. Rejimin bunu başarması, yerel seçimlere ilişkin hedeflerine ulaşmak için yapacaklarını topluma kabul ettirmesi açısından büyük öneme sahiptir.

VE FIRSAT

Rejimin, Atalay’ın üzerinden anayasayı askıya alarak kendini ve taraftarlarını “özgürleştirme” çabaları, muhalefete birlikte mücadele etmek için çok önemli bir fırsat sundu. İstanbul ve İzmir’deki protesto gösterileri de bu olasılığı temsil ediyor. Ancak bu “birlikte mücadele” olasılığı aynı meydanda toplanmaktan öte çok daha karmaşık, Emre Kongar Hoca’mın aktardığı bir sorunu gündeme getiriyor: “Sol kendi içinde parçalı ve birbiriyle uğraşıyor. CHP içten parçalandı ve birbiriyle uğraşan kliklere ayrıştı. 6’lı masa birbirine çelme takıp duruyor.” Bence 6’lı masayı tamamen unutmak, CHP’yi de kimliği ve niyeti belli olana kadar, DEM’i de özgünlüğünden dolayı bir kenara koymak gerekir.

Esas önemli karmaşıklık, sosyalistlerin hem tarihsel sürece hem de andaki duruma ilişkin bir “ilkellik döneminin” aşılamıyor olmasından kaynaklanıyor. Tarihsel olan, kapitalizmin “yapısal krizi” içinde işçi sınıfında yaşanan gelişmelere uyum sağlamaktaki zorluğa ilişkin. Bu zorluğun aşılması teorik, programatik gelişmelere bağlı. “İlkellik döneminin” andaki duruma ilişkin üç boyutu var. 

Birincisi, bir önceki tarihsel dönemin (1917-1989; Türkiye için ek olarak 1970’ler) geleneğinin içerdiği parçalanmışlığa sadakatten, yenilgilerin beslediği bir melankoliden kaynaklanan, çok parçalı durum. 

İkincisi, siyasal iktidarı arzulayan, devleti hedef alan, kültür endüstrisinin (medya) dayattığı söylemin egemenliğini kıran taktiklerden uzak duran, (sosyalist hareketin “siyasi bilinç dışında” egemen) bir kadercilikle bir anlamda “kapitalist gerçekçilik” ile ilgili. 

Üçüncüsü bir dayanışma, ortak pratik, aynı tarafta olduğunu unutmadan, bir farklılığı, hemen öze indirgeyerek büyütmeye çalışmadan, yoldaşça tartışma, birbirinden öğrenme kültürünü yeniden yaratmak gerekiyor. Kimi zaman, aidiyet, örgüt yaşatma kaygıları üzerinden kıyasıya, kimi zaman yaralayıcı bir rekabet ile “burjuvazinin işini onun için yapmaktan” özenle kaçınmak gerekiyor. 

Rejimin Atalay’ı hedef alan saldırısı bir fırsat yarattı. Bu fırsattan yararlanalım.

                                                /././

Özgür irade o da ne? (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım siz, benim kentimde acaba kim belediye başkanı olacak diye kara kara düşünürken ben bir nebze soluklanmak için kendimi Assos’a vurdum. Çünkü 24 yıldır Prof. Dr. Örsan K. Öymen tarafından Felsefe Sanat Bilim Derneği bünyesinde düzenlenen Assos’ta felsefe etkinliğinin konusu bu kez “Özgür İrade/İstenç Sorunu”. Yaklaşık beş yıldır bu tarihlerde Assos’a gitmeye başladım. Kendi kendime sorduğum bir soru var, çözmeye çalışıyorum. Şöyle: “Epey yabancısı olduğum felsefe ne işe yarar? Her davranışıyla tuhaf olan ülkemin insanına ne yararı dokunur?” Gayet masumane bir soru. Assos’ta beş yıl gittiğim felsefe seminerlerinde Tanrı’nın adının artık zeki tasarımcı olduğunu, Atatürk’ün aynı zamanda önemli bir iletişimci olduğunu öğrendim. Bilmeyenler öğrensin. Atatürk’e bir İngiliz gazeteci sormuş: “Kurtuluş Savaşı’nı nasıl kazandınız?” Atatürk, “Telgrafla” demiş. Öyle ya cephede her gün ülkenin her yerine düzinelerle telgraf çekip yanıt beklemiş. Tüm Anadolu’yu olup biten her şeyden haberdar etmiş ve gelen yanıtları gaz lambası ışığında okuyarak stratejiler belirlemiş. 

Ayrıca beş yıl içinde, sürgün edildiği Assos’ta felsefe okulu açan ve sabah akşam öğrencileriyle tartışan Aristo’nun da ne kadar sabırlı ve inatçı olduğunu da öğrendim. 

Gelelim bu yıla. Üç gün sürecek seminerin konusu: Özgür irade! Bu öyle bir konu ki ilkçağlardan beri tartışıyorlar ve hâlâ tartışıyorlar. İnsan iradesi nasıl özgür olabilir? Çok zor bir soru çünkü insan biyolojik bir yaratık, çünkü insan psikolojik bir yaratık ve sosyal bir yaratık. Ben burada bir ekleme yapıyorum aynı zamanda ilkçağlardan beri gelişen genlerin genlerinin bileşimi. Konu zor, insanoğlu iradesini kullanırken yani eylemlerini seçerken pek çok etken onu biçimliyor. Felsefeciler şöyle diyor: “İnsan hayalleri ve isteklerini gerçekleştirmek için yola çıkmışsa özgür iradeden söz edilebilir.” Peki hemen karşı bir soru: “İnsanın hayalleri ve istekleri nasıl oluşur? Hayal ve istek nelerin birleşimidir?” Şöyle bir örnek verelim: Diyelim ki bir insanoğlu bir başına bir adada yaşıyor. Belki o insanoğlu kimselerin etkisi altında kalmadan kendine bir yaşam tarzı seçebilir. Ama onun da aklı var. Üç gün sonra uyduruk da olsa bir kayık yapmayı başarabilir ve evet tek isteği bu adadan kurtulmaksa gerçekleştirebilir. Ama böyle tek başına adada yaşayan insanoğlu pek yok.

Neyse devam edelim: Önce anamız babamız karar verdi ve biz doğduk. Her şeyi usul usul öğrenmeye başladık, yani bizim bir belleğimiz var, büyüyoruz, birlikte yaşadığımız kişiler çoğalıyor ve bir başka bilimadamı “bilinçaltı” diye bizim yönelimlerimizi belirleyen bir bilim ışığı yakıyor. Yani belleğimiz sır tutma yeteneğine sahip. Yani babamız annemizi dövüyorsa, kız kardeşimiz ağlayarak küçük yaşta evlendiriliyorsa biz garibanlar nasıl özgür irademizle hareket edip kendi dünyamızı kurabiliriz? Hayallerimiz ananın dayak yediği evden dışarı kaçmak dışında ne olabilir?

Sadece bunlar mı? Dünyamız öyle bir tuhaf halde ki yaptığı kötülüğü çeşitli bahanelerle aklamaya çalışan insanlar var. Örneğin, 6 milyon Yahudi, Çingene ve muhalif insanı bir emirle fırınlarda yakan insanlar var. Ve bunlar daha sonra şöyle diyorlar: “Ben emir kuluyum!” Evet kötülük dolu, ahlaksız eylemler için bin bir bahane bizzat gene insanlar tarafından üretiliyor. Özgür irade nerede başlayıp nerede bitiyor?

Birden aklıma geldi. Bir dağ köyünde kardelen hasadı şenliği yapılıyordu. Açılışta devlet erkânı sıra sıra dizilmişti. Davul zurna en kıvrak havaları çalıyordu ama tek kişi meydana çıkıp oynamaya cesaret edemiyordu. Özgür iradeleri adeta ele geçirilmişti. Ve birden köyün iki delisi meydana fırladı ve kendi özgür iradelerinin oyunlarını oynamaya başladı. Evet yüzlerinde en güzel bir gülümsemeyle sonsuza kadar oyun oynayabilirlerdi. İşte o gün özgür irade oradaydı. Ben de onları çok kıskanmıştım. 

Yani dostlarım bu mesele epey karmaşık. Şimdi sabahtan akşama televizyonlardan, sosyal medyadan dizi oyuncularının aldıkları dudak uçuklatan paralar deşifre edilirken gencecik bir kızın bunlardan etkilenmemesi ve onlar gibi olmayı hayal etmesi maalesef bu özgür irade meselesini iki seksen yere seriyor. Hele de genetik yapımız, mesela ben Türklerin genetik kodlarının asla çözülmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü bu topraklardan bir değil, iki değil tam 42 uygarlık geçmiş. Hepsi de farklı yaşam tarzları, eğilimleri birbirinden farklı uygarlıklar, bizim genetiğimizde bunların hepsi var. Bu genetik yapı bizi özgür bırakır mı? Mesela ülkemizde her güzel yeri birden çekirgeler gibi istila edip bütün güzelliklerini harabeye çeviren bir yapı var. Bu neden böyle? Neden bizim insanımız kök salamıyor? İşte size bir soru. Siyaset, politik ahlak, psikoloji, sosyoloji ve sinirbilimi hepsi bir arada ama genetik yağmacı kod hepsini ele geçiriyor. 

Şimdi dostlarım görüyorsunuz bu özgür irade zor bir şey. Hele de hâlâ Allah’a konuşanların sözünü dinleyen, canı sıkıldığında kadın öldüren, arabasını polis çevirip ruhsat görmek istediğinde “Ulan sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye haykıran insanların özgür olma şansı neredeyse sıfır. 

En iyisi ben, en sevdiğim deniz kıyısı Assos’ta mayomu getirmediğim için efkârlanıp bir sigara tüttüreyim.

                                                   /././

AKP’yi kapatmak! (Özdemir İnce)

22 Ocak 2024 tarihli Cumhuriyet gazetemizde, ATA Partisi lideri Namık Kemal Zeybek’in partisinin, AKP hakkında “laiklik karşıtı eylemler”den dolayı kapatma davası açacağını okudum. Namık Kemal Zeybek, 23 Ocak 2024 gecesi de Tele1’de Murat Taylan’ın programına katılarak açmayı düşündükleri dava hakkında ayrıntılı bilgi verdi. Özel nedenler dolayısıyla çok dikkatle izlediğim ve onayladığım bir girişim. Özel neden diyorum çünkü 8 Mayıs 2012 tarihli Aydınlık gazetesinde, “Merkez sağın trajedisi (3)” başlıklı yazımda şu satırları yazmışım: “Rifat Serdaroğlu kardeşimizin sözünü ettiği Demokrat Parti ile Namık Kemal Zeybek’in genel başkan olduğu DP aynı parti mi? Aynı ise yandık! O Namık Kemal Zeybek ki Radikal gazetesinde yazdığı yazılarla beni İslam düşmanı ilan etmiş ve bacanağı Aydın Doğan’a gammazlamıştı (28.07.10–18.08.10). Benim Bolşevik mi, Menşevik mi, komünist mi olduğuma karar verememiş, ama (kendince) azgın bir İslam düşmanı olduğum kesinmiş. O sırada, avukat arkadaşlar, beni hedef gösterdiği için N.K. Zeybek’i mahkemeye vermemi tavsiye ettiler ama ben böyle bir şeyi kendime yediremedim.”

Amacım öç almak falan değil, benim bu türden taraklarda bezim yoktur. Bilen bilir! 14-15 yıl önce hakkımda çok olumsuz düşünceleri olan N.K. Zeybek’in sonunda benim bulunduğum saflara katılması çok mutlu etti beni. Artık yan yana yol alıp ilerleyebiliriz.

N.K. Zeybek’in genel başkanı olduğu ATA Partisi, AKP’nin kapatılması için ÇEDES girişimini yeterli görüyor. N.K. Zeybek, R.T. Erdoğan’ın AKP’nin kuruluş yıllarında “Biz İslamı referans alan siyasi bir partiyiz” dediğini anımsatıyor ki AKP’nin kapatılmasına bu bile yeter.

Ben kendimi bildim bileli parti kapatılmadan yana oldum. Hürriyet ve Aydınlık gazetelerinde araştırma yapanlar bu yazıları bulur. Ama benim bir örnek vermem iyi olacak. Yazı 18 Nisan 2008 günü Hürriyet gazetesinde yayımlanmış. Yazının adı “Parti kapatmak kolaylaştırılmalıdır”:

“Parti kapatmak zorlaştırılmalıdır klişesine karşı çıkacak birini umutla bekledim. Boşuna! İş gene ‘tamirci’ye düştü! ‘Parti kapatmak zorlaştırılmalıdır’ demenin ‘Sürücü belgelerinin iptal edilmesi zorlaştırılsın’ demekten farkı ne? Bence hiçbir farkı yok! Bir siyasal parti neden kapatılır? Anayasa ve yasalar tarafından saptanmış ‘kurulu düzen’i (‘müesses nizam’ı) değiştirmeye kalkıştıkları için kapatılırlar.”

AKP’nin kapatılma davasını anımsayalım: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, iktidarda bulunan AKP hakkında “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle, partinin kapatılması amacıyla açılan dava 31 Mart 2008 günü kabul edilmiş ve 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada, partinin temelli kapatılmaması, fakat Hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştır. 6 üye kapatılması, 5 üye kapatılmaması yönünde oy kullanmışken, Hazine yardımının kesilmesi hakkındaki oylamada 11 üyenin 10’u kesilmesi yönünde oy kullanmıştır.

Yani şu anda iktidarda bulunan AKP ve bazı yöneticileri Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda yazılan kararına göre resmen sabıkalıdır. Ancak bu parti buna karşın kesinlikle ıslah olmamış ve anayasa ve özellikle Devrim Yasalarını çiğnemeye inatla devam etmiştir:

AKP’nin, genel başkanının, hükümetinin ve sorumlu mensuplarının eylemleri, aykırılık bağlamında, şu hususlarda değerlendirilmelidir: Anayasanın başlangıç ilkeleri + Madde 1. Devletin Şekli. + Madde 2. Cumhuriyetin Nitelikleri + Madde 4. Değiştirilmeyecek hükümler + Madde 6. Egemenlik + Madde 7. Yasama Yetkisi + Madde 8. Yürütme Yetkisi + Madde 9. Yargı Yetkisi... Anayasa uzmanları AKP ve başkanının anayasaya aykırı davranışlarını çoğaltabilirler.

AKP, genel başkanı ve hükümetleri iktidara geldiğinden bu yana, anayasamızın 174. maddesi tarafından korunan sekiz Devrim Yasası’na göre yargılanabilir: 1. Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), 2. Tekke, zaviye, türbe ve tarikatların kapatılmasıyla ilgili kanun. Veee Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamamak! TBMM’de Hatay milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi.

(Cumhuriyet)