4 Şubat 2024 Pazar

Birgün KÖŞEBAŞI - 4 ŞUBAT 2024 -

 


Yerel seçimlere doğru(Oğuz Oyan)

İstanbul, hiç olmadığı kadar yerel seçimlerin merkezinde olacak görünüyor. AKP açısından siyasi ve ekonomik anlamları belli. Siyaseten İstanbul’u kaybetmeyi hiçbir zaman sindiremedi çünkü siyasi doğuşunun simgesel mekânı olan bir kentin kaybından daha fazlası söz konusu.

AKP, seçmen desteği zayıflıyor olsa dahi, çeşitli ittifaklarla seçimleri almayı ve üstte kalmayı başardı şimdiye kadar. 2019 “yol kazasının” tekrarlanmaması için her yolu denemeye devam edecektir. Buna, oy pusulası için yapılan kurada gene ilk sırayı çekme hüneri de dahildir.

Siyasi etik tanımayan, Anayasa hükümlerine bile uymayabilen bir hareketten herhangi bir ahlaki/yasal kurala uyması beklenemez. Can Atalay vakasında işlenen katmerli hukuk cinayetlerinin son olarak TBMM’de işlenen siyasi cinayetle tescillenmesi, hukuk tanımazlığın sınır tanımayacağını gösteriyor. 

İstanbul: Siyasetin ve Ekonominin Merkezinde 

İstanbul, hiç olmadığı kadar yerel seçimlerin merkezinde olacak görünüyor. AKP açısından siyasi ve ekonomik anlamları belli. Siyaseten İstanbul’u kaybetmeyi hiçbir zaman sindiremedi çünkü siyasi doğuşunun simgesel mekânı olan bir kentin kaybından daha fazlası söz konusu. İnşası yolunda büyük mesafe kaydettiği İslamofaşist düzenin İstanbul olmadan tamamlanması mümkün değil. GSYH’nin dörtte birinin elde edildiği ve her türlü ekonomik rantın yoğunlaştığı “taşı-toprağı altın” bir kentin elde tutulamamasının yarattığı talan boşluklarının dikkate alınmaması hiç mümkün değil. 

Öte yandan İstanbul’un, Türkiye nüfusunun beşte birini barındırması bakımından demografik temsil değeri de çok belirleyici. Şöyle de kavranabilir: Yunanistan ve Bulgaristan’ın tüm nüfusunu İstanbul mikro-kozmosuna yığıştırın; üstüne AKP’nin demografik dönüştürme aracı olarak ülkeye yığdığı sığınmacıların en az iki milyonunu İstanbul nüfusuna ekleyin, bu toplamın sonucu yönetilemez bir mega-kenttir. “Yönetilemez” sıfatını tam hakketmesi için dünyanın tüm uyuşturucu baronlarının iktidarın vurdumduymaz işbirlikçiliği altında serpildiğini; Afganistan’dan Fas’a kadar geniş Ortadoğu’nun her türden İslami Cihat örgütünün ellerini kollarını sallayarak yapılandığı ve büyük güçlerin (veya bölge güçlerinin) kullanışlı aygıtlarına dönüştürülebildiği bir ülke ve kent düşünün. Sarıyer’de Santa Maria Kilisesi’ne yapılan IŞİD saldırısının benzerlerinin tekrarlanması önlenebilir mi? Ve bu kente “Kanal İstanbul” üzerinden yeni uydu kentler ve ilave milyonlarca nüfus yığmayı vaat eden bir siyasetin hâlâ alıcısı olabilir mi? (Alıcısı pek olmayacağı için AKP adayı seçim öncesinde bunu dillendirmeye bile cesaret edemiyor ama arazi rantları peşinen pazarlandığı için vazgeçmeleri güçtür).  

İstanbul elbette anamuhalefet partisi açısından da kritik önemde. CHP’nin seçim sonrasında bir krize girip girmemesi de dahil olmak üzere taşıdığı belirleyici önem herkesçe biliniyor. Bu durum şimdiden CHP içi saflaşmaları dahi etkiliyor. Ama daha önemlisi, henüz 8 ay önce bir ittifak içindeymiş gibi davranan muhalefet bloğunun sağ partilerinin şimdi anamuhalefete kaybettirmek üzerinden siyaset yapmaya başlamalarının da gösterdiği gibi, ilkesiz sağ ittifaklar hiçbir kalıcı demokratik kazanım sağlayamaz (Geçen BirGün Pazar yazımızda, “Sağın ekonomik kriz üretme potansiyeli”ne dikkati çekmiştik). Sağ partilere ulufe gibi milletvekillikleri dağıtan önceki CHP yönetiminin bu ilkesiz ittifaktaki tarihsel hatasının bu kadar kısa sürede kanıtlanmış olması bile hızlandırılmış bir siyaset dersi niteliği taşıyor. Tabii ders almasını bilenler açısından. 

Belediye Meclislerinin Oluşumu Demokratik Değil 

Belediye Meclislerinin, özellikle de İmar Komisyonlarının rant kovalama merkezleri olmasından söz etmiyoruz. Burada Belediye Meclislerinin oluşumunu düzenleyen yasanın demografik ağırlıkları gözetmeyen anti-demokratik yapısından söz etmek istiyoruz. 

ANAP/Özal döneminde 1984 tarihinde yürürlüğe giren 2972 Sayılı “Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkındaki Kanun”un 5/b maddesinde belediye meclislerinin üye sayısı beldelerin nüfus büyüklüklerine göre sekiz dilim halinde düzenlenmektedir. Yasada üye sayılarının nüfusa orantılı olarak belirlenmesinden ziyade, asgari ve azami meclis büyüklükleri esas alınmış durumdadır (İl Genel Meclisleri de benzer biçimde belirlenmektedir). Buradaki konumuzu asıl ilgilendiren, Büyükşehir Belediye Meclislerinin üye yapılarıdır. Ama onları belirleyen de ilçe belediye meclislerinin üye sayılarıdır. 

2972/5’e göre son genel nüfus sayım sonuçlarına göre beldelerin (ilçeler için de beldedir) belediye meclisleri sekiz grupta toplanmaktadır. Buna göre nüfusu 10 bine kadar olan beldelerde meclis üye sayısı dokuz iken nüfusu bir milyonu aşan beldelerde 55’tir. Sadece 10 bin ile 1 milyon eşikleri karşılaştırıldığında nüfus büyüklükleri arasında 100 kat fark varken, 9 ile 55 üyeli belediye meclislerinin arasında sadece 6 kat fark vardır. Nüfus yapısının ve kentleşme oranının hızla değiştiği bir ülkede, 100 bin nüfusun altında 4 ayrı belde kategorisi ayırt etmenin, bir milyonu aşan beldelerde ise sadece 55 üyeli meclisler oluşturmanın haklılığı tartışılabilir. Ama belde meclislerinin üye sayıları kendi başına gene de büyük bir sorun değildir; sorun, bu dağılım esas alınarak “büyükşehir belediye meclisine katılacak üye sayısının” belirlenmesindedir,  

Bu, çok ciddi bir “temsilde adalet” sorununa yol açmaktadır.  Nitekim 2972 sayılı kanunun 6. maddesi, “Büyükşehir belediye meclisleri belediye hudutları içinde kalan ilçe seçim çevreleri için tespit edilen belediye meclisleri üye sayısının her ilçe için beşte biri alınmak suretiyle bulunacak toplam sayı kadar üyeden teşekkül eder” düzenlemesini getirmektedir. Dolayısıyla bu durum düşük nüfuslu ilçelerin büyükşehir meclislerinde aşırı temsiline yol açarken kalabalık nüfuslu ilçelerin görece düşük temsiline neden olmaktadır.  

Örneğin 10 bin nüfuslu bir ilçe, büyükşehir meclisinde 2 üyeyle temsil edilirken, 1 milyonu aşkın bir ilçe sadece 11 üyeyle temsil edilmektedir (2’ye 11 oranı). Birincisinde ortalama her 5 bin nüfusa, ikincisinde her 100 bini aşkın nüfusa 1 büyükşehir meclis üyesi düşmektedir. Her ilçenin belediye başkanının doğrudan büyükşehir belediye meclisi üyesi olduğu da düşünüldüğünde temsilde adalet dengesizliği daha da büyümektedir. Yukardaki örnekte 10 bin nüfuslu ilçeyi 3 üye, bir milyonu aşan ilçeyi 12 üye temsil etmektedir (3’e 12). Nüfus farkı en az 100 kat olurken temsilci üye sayısı arasında yalnızca 4 kat fark vardır. 

Bu düzenleme, büyükşehirlerin çeperlerindeki kırsal ağırlıklı nüfusun büyükşehir meclislerinde hak etmedikleri bir ağırlığa sahip olmalarına yol açmaktadır. Bunun anlamı büyükşehirlerin dengeli yönetimi ve planlaması bakımından teknik bir çarpıklığın ötesine geçmektedir çünkü sağ partiler daha güçlü oldukları dış ilçeler üzerinden avantajlı kılınmaktadır. Böylece, büyükşehirin nüfusu çok kalabalık merkez ilçelerinin onayını almış bir büyükşehir belediye başkanının meclis çoğunluğuna sahip olamaması sorunu sıklıkla yaşanmakta ve bir yönetim krizi oluşmaktadır.   

Merkezî iktidarı elinde tutan AKP türü despotik partiler, yerel meclisler üzerinden de “muhalif” belediye başkanları üzerinde baskılar kurabilmektedirler. Temsilde adaletsizlik yaratan bu düzenlemenin DYP-SHP koalisyonu (1991-95) veya Ecevit koalisyonu (1999-2002) dönemlerinde hiç gündeme getirilmemiş olması tam bir politik körlük niteliğindeydi. Şimdi “bunun için artık AKP sonrasını beklemek gerekecektir” bile diyemiyoruz, çünkü AKP düşse bile muhalefetin siyasi eyleminin bu konuda ortaklaşabileceğine inanmak zordur. 

Bu koşullarda girilecek olan 31 Mart Seçimlerinde benzer sorunlar yeniden üretilecek, büyükşehir belediye başkanlıklarının ana muhalefetçe kazanıldığı birçok yerde belediye meclislerinde çoğunluk sağlanamayacaktır!  

                                                          /././

Gaye Erkan nasıl oyun dışı kaldı?(Ozan Gündoğdu)

Ya affını istedi ya da görevden alındı. Ama hakikat, TCMB’nin başında artık Gaye Erkan yok. Onun hikâyesi, Saray’ın siyaseti nasıl yönettiğine ilişkin fikir veriyor. Hayal edelim; tüm analistlere göre enflasyon 2024’ün ikinci yarısında düşmeye başlayacak. ABD Merkez Bankası FED, aynı dönemde faizleri düşürmeye başlayacak. Enflasyon düşüşe geçerken Türkiye’ye sıcak para girişi artarken Gaye Erkan’ın da yıldızı parlayacak, bir tür kahramana dönüşecekti. O halde, Gaye Erkan’ı her kim görevden almak istiyorsa elini çabuk tutmalıydı. Gaye Erkan’ın hikâyesi bir Saray entrikasını anlatmaktaydı. 

NEDEN HAFİZE GAYE ERKAN? 

Mayıs 2023 seçimleri Erdoğan’ın arzu ettiğini almasıyla sonuçlanmıştı ama finansal piyasalarda da artık tek bir adım atacak takat kalmamıştı. Faizlerin makul seviyelere çıkarılması elzemdi ama bunu Şahap Kavcıoğlu yapamaz, yapsa bile sermayedar takımına güven veremezdi. Ama Erdoğan’a seçim kazandırdığı için onun da ödüllendirilmesi gerekirdi. Böylece Kavcıoğlu BDDK’nin başına geçirilirken, Hafize Gaye Erkan Merkez Bankası’nın yeni başkanı oldu. 

Haziran 2023 itibariyle faizler ya yükselecek ya yükselecekti. Başka çare kalmamıştı. Fakat bu noktada çölde su gibi ihtiyaç duyulan yabancı sermayeye Merkez Bankası’nın güven tesis edebilmesi de elzemdi. 2022-23 döneminde iktidarı destekleyen veya bürokraside görev almış birinin faiz yükseltmesi beklenen güveni veremezdi. O halde, muhaliflerin de hoşuna gidecek “rasyonel” bir politika zeminine ihtiyaç vardı. Hemen bulup buluşturuldu, “muhalif” Cevdet Akçay Banka’ya başkan yardımcısı yapıldı. İşte liyakat… Başkan da Türkiye’de adı sanı bilinmeyen ama CV’si parlak Hafize Gaye Erkan olacaktı. Bu sayede görüntünün tümüyle değiştiği daha kolay anlatılacaktı. Zaten ekonominin başına da Mehmet Şimşek getirilmişti. 

Hafize Gaye Erkan’ın CV’si “liyakat liyakat” diye tutturanlara tokat gibi bir cevaptı. İktidar blokunun ilişki ağının dışında, dolayısıyla ahbap–çavuş ilişkileriyle anılmayan, ABD’de kariyer yapmış, Türkiye’yi son 25 yıldır dışarıdan gözlemiş, profesyonel bir finansçıydı. Ama muhafazakâr, milliyetçi mahallenin insanı da değildi. Başka bir ifadeyle çemberin dışındaydı. Saray’la bir suç ortaklığı kurabilecek tıynette miydi? O bile belirsizdi. Çembere dâhil olmak istese de bu hemen olacak bir şey değildi. 

FAİZLER YETERİNCE ARTTI, GÜLE GÜLE ERKAN 

Belli ki, politika faizinin yüzde 45’e kadar çıkarılması aylar önce kararlaştırılmıştı. Son faiz artırımı da ocakta yapılacaktı. Tüm bu süreçte, Merkez Bankası’nın başında “liyakatlı ve siyasi ilişkileri zayıf” bir ismin bulunması doğru iletişim için gerekliydi. Verilmek istenen görüntü Erdoğan’ın bankaya müdahale etmediği, bağımsız bir merkez bankacılığında karar kıldığı yönündeydi. Çünkü ancak bu görüntü sayesinde faiz artırımları başarılı olabilirdi. “Muhalif” ekonomistlerin övgü dolu sözleriyle faizler yüzde 45’e kadar çıkarıldı ve faiz artırım sürecinin sonuna gelindiği Ocak 2024 toplantısında söylendi. Artık Gaye Erkan’a ihtiyaç kalmamıştı. Hele hele enflasyon düşüşe geçerse, bu başarının ödülünü Erdoğan yerine Gaye Erkan’ın alması da mümkündü. Enflasyon düşmeye başlarsa, Gaye Erkan’ı görevden almak iyice zorlaşacaktı. Elimizi çabuk tutmalıydık. İyi de nasıl görevden alınacaktı? Ne denecekti? 

SARAY’IN YARDIMINA KOŞAN BABA 

İşte bu ortamda, Gaye Erkan’ın babası, Saray çevresinin istemeden yardımına koştu. Baba Erol Erkan, Banka’da esip gürlüyor, personele talimatlar veriyor hatta Büşra Korkmaz adında bir personeli bizzat kovuyordu. Bu olacak iş değildi. Herkesin dilindeki kelime “skandal”dı. 

Evet, bu olaylar doğruysa İsveç-Norveç standartlarında skandaldı da, biz Türkiye’de böyle şeylere skandal demeyiz. Hatta bu haberler iktidar basınında çıksa, reytingi az olur. Zira Erdoğancılar için bir kurumun başındaki ismin babasının ya da amcaoğlunun, bilimum tüm akrabalarının kuruma karışmasına tepki göstermezlerdi. Buna ancak Erdoğancı olmayan toplum kesimleri öfkelenir. O halde, Gaye Erkan’ı muhaliflere dövdürterek yol yürünebilirdi. 

YAŞASIN YENİ BAŞKAN 

Gaye Erkan’ın görevi faizleri yüzde 45’e kadar yükseltmekti. Ondan sonra çaresine bakılacaktı. Böylece ocak ayındaki son toplantıdan önce Gaye Erkan’ın babasının kuruma müdahale ettiği haberleri üzerinde tepinilmeye başlandı. Aslında hedef başkanın suyunu ısıtmaktı. Gaye Erkan bugünden bakınca kullanılıp atıldığının farkında mıdır? Farkında olsun ya da olmasın Saray entrikası tıkır tıkır çalıştı ve her şey tasarlandığı gibi gitti. Perşembenin geleceği çarşambadan belli hale getirildi. Gaye Erkan 2 Şubat  akşamı görevden affını istedi ve aynı gece göreve Fatih Karahan getirildi. 

Fatih Karahan… “Pırlanta” gibi bir CV… Amazon’un baş ekonomisti… Ama bir farkı var Karahan’ın. Gaye Erkan gibi çemberin dışından bir isim değil, çemberin içinde. Dayısı Washington Büyükelçisi. Bu mahallenin çocuğu. Dolayısıyla fiyat istikrarı ile Erdoğan’ın istikrarı arasında kaldığında, doğru kararı verebilecek bir isim. 

Gaye Erkan’ı rejim kullandı ve attı. Şimdi sıra önümüzdeki genel seçimlere dek istikrarı koruyacak Fatih Karahan’da. 1-2 yıl kadar da Fatih Karahan idare eder. Ta ki Erdoğan seçime gitmeye karar verene dek. Çünkü seçim yaklaştığında piyasayı hareketlendirmek adına faizleri düşürmek şarttır. Nas var ya… 

                                                             /././

Antakya yeniden yeşerecek (Selçuk Candansayar)

Felaketlere direnmenin yolu belleklerimizde kazılı. Başımıza gelenin başımıza gelmesinin nedeni hem biziz hem de değiliz. Biziz, çünkü tam da biz olduğumuz için oldu, ama biz olmak felaketi hak ettiğimiz anlamına gelmiyor diyebildiğimiz zaman özgürleşebiliyoruz.

Antakya’da, Türkiye Psikiyatri Derneği(mizin) konteyner görüşme odasındayım. Nisan ayındayız. 6 Şubat’ın üzerinden henüz iki ay geçmiş. Türkiye psikiyatrisinin meslek derneği depremden 48 saat sonra bölgeye ulaşmış. Yıkılan şehirlerin tümünde derneğin organizasyonu altında gönüllü psikiyatrlar çalışıyorlar. Türk Tabipleri Birliği(mizin) küçük bir parka yerleştirdiği birkaç konteynerden biri de bize ait. İkiye bölünmüş konteynerin bir yanında insanlarla görüşüyor, “psikososyal destek” uyguluyoruz; diğer yanında iki ranza var. Gecenin bir vakti, kapı açılıyor ve dağ köylerine yardım götüren Eğitim-Sen’li bir öğretmen yavaşça kıvrılıyor boş yatağa. Pestili çıkmış olmalı. Sabah karşılaşmıştık. İstanbul’dan yıllık izin alarak gelmiş. Köylerdeki çocuklara açık hava dersleri düzenleyen gönüllü öğretmenlerden biri. Hayat devam ediyor, etmeli hissini aşılamaya çalışıyorlar.  

Konteyner görüşme odasında karşımda bir kadın var. Adı, Antakya olsun. 50’li yaşlarında. Eşi kanser hastasıymış. Kız kardeşi ve kocası ölmüş ilk depremde. Onlardan kalan 15 yaşındaki yeğeni, annesi, teyzesi ve kanserli kocasıyla enkazın yanına kurabildikleri, zemini toprak bir çadırda barınıyorlar. “Devletin” çadırına erişememişler. Kocasının kemoterapi ilaçlarını bulabilmek için geldiği TTB alanında kapıda psikiyatri yazısını görünce görüşmeye karar vermiş. Depremden önce kocasını götürdüğü için biliyor psikiyatriyi. Sonradan öğreniyorum hikâyesini ama başlangıçta susuyor. 

Karşımda oturuyor. İlk cümleyi benim söylememi beklediğini anlıyorum. Anlıyor muyum? Anlıyor muyuz? Paylaşmak; belki acıyı, ıstırabı paylaşmak mümkün. Ülkece paylaştık da. Elinden geleni yapmaya çalıştı memleketin “iyi insanları”. Dayanışma, dalga dalga yayıldı enkaz coğrafyasına ve elbet çok ama çok değerliydi. Ama anlamak? 

Antakya, susmuş oturuyor karşımda. Bakışı gözlerimde değil, yüzümün yanından geçip gidiyor. Bazı suskunluklar vardır çağırır seni, hakikate çağırır. Yardım arayan bir suskunluk değildir. Söyleyeceğin sözü bekliyorum, sözün yetecek mi suskunluğudur. Sözün ne söyleyecek bana ve beni duyabildiğini kanıtlayacak mı? Susuyoruz karşılıklı. Mesleğin kuramı sus der psikiyatra, sessizce bekleyerek konuşmaya davet et. Sözünle onu bir söyleme düzenine çağırma, bırak bildiğince kursun kendi sözünü. Ama örselenmiş dilsizdir. O zamana kadar bildiği dil yaşadıklarının hissettirdiklerini söze dökmeye imkân vermez. O da yabancıdır sözün anlamına. Yeni bir dil bulmak zorundadır. O da kendini duymaya gereksiniyordur. Ruhunun içine dolan anlamlandıramadığını, nasıl dile getireceğini bilemediğini ona birisi söylesin istiyordur. Bana bir dil ver! Çünkü bugüne kadar bildiğim dilin dışına düştüm.  

“Sizi anlayabilmeme yardım etmenize ihtiyacım var” diyorum. Bakışı gözlerime dönüyor. Kimdi yardım isteyen, yardım edecek olan kimdi? Bir pencere açmalıyım onu görebileceğimi düşünmesini sağlayacak. Onu görmek ve anlamak istediğimi ona kanıtlamalıyım. Ona yardım etmeye uygun olduğumu ona göstermek benim sorumluluğum olmalı. Bir olanak beliriyor zihnimde. Psikiyatr olarak zorunlu görevimi Antakya’da yapmıştım 30 yıl önce. Konteyner görüşme odasına birkaç yüz metre mesafedeki bir evde oturmuştum. Sabah enkazının yanından geçmiştim. Binayı tarif ediyor ve zorunlu görevde Antakya’da çalıştığımı söylüyorum. Tanıdıklık… Geçmişte aynı sokaklarda yürümüş olma olasılığı. Yıkımın öncesindeki Antakya’yı da biliyor olmak. Sanki ortak bir belleğimiz var gibi oluyor. Birbirimizi tanıma imkânı beliriyor. 

“Biliyorum o binayı, üç bloktu değil mi?” diye başlıyor konuşmaya. “Depremden sonra çadıra yerleşebilince ihtiyaçları karşılayacak benden başka kimse olmadı” diye sürdürüyor. Müftülüğün önünde yardım dağıtıldığı çalınmış kulağına. Günlerdir çorba içiyorlarmış. Yardım alanına gitmiş. “Çok utandım” diyor. Öylece beklemiş binanın önünde. Onu “çağıran” birini beklemiş, görülmek istemiş. Kimse çağırmamış, sonra yanından “kapalı” iki kadın geçmiş, ağızlarından dökülen dualarla. Binaya girmişler ve bir süre sonra kucaklarında birer koli ile çıkıp, yanından geçip gitmişler. Utancını yok sayarak girmiş aynı kapıdan. Bir görevli ne istediğini sormuş. Yardım dağıtılıyormuş, demiş. Görevli adını, soyadını, nerede oturduğunu sormuş. Ardından şeffaf bir poşet uzatmış. İçindekilerin ne olduğunu anlamamış ve gayriihtiyari bakmış. Bir atlet ve iki erkek külotu! Görevliye bakmış, adam, “kalmadı başka bir şey bugünlük, yarın erken gel” demiş. İşte o an içinde birikenin öfke olduğunu ayrımsamış. Çıplak öfke. Haklı öfke. “Sen giy bu donu!” diye eline tutuşturmuş görevlinin… 

“Size kim olduğunuzu hatırlatmış” diyorum. Bakışında tedirgin bir ışıltı mı var? Pier Paolo Pasolini, travmanın “kendimiz hakkında her zaman sahip olduğumuz fikrin kaybı” olduğunu söyler. Antakya, eline tutuşturulan don ve atletle, maruz kaldığı felaketi anlamlandırmak için yeni bir dile ihtiyacı olmadığını fark ettiğini fark etmişti. Başlayınca kırk gün durmayan yağmurların zeminini çamura çevireceği çadırında kalmasının nedeninin “kim” olduğuyla ilgili olduğunu, ama içinde bulunduğu yoksunluğun sorumlusunun o olmadığını anlayıverdi. Ben de. Sonra konuştuk; eşinin ilaçlarını, anne-babasını yitiren yeğeninin yaşayabileceklerini. Antakya, içindeki kadim Kibele ile ayrıldı görüşme odasından.  

Bir gece vakti, küçük bir çocuk parkına yerleşen bir grubu ziyarete gidiyoruz. Armutlu’daki hasarlı binalardan çıkan ve aralarında akrabalık, komşuluk ilişkisi olan yirmi aile buldukları çadırlarla çocuk parkına bir köy kurmuşlar. İşgal etmişler parkı. Kendilerine ortak alan oluşturmuşlar, yemeklerini birlikte yapıp, yiyorlar. Park yakınındaki bir derneğin tek tuvaletini kullanıyor yaklaşık 60 kişi. Devletten, tuvalet ve duş için yardım istemişler. Siz o çadırları kendiniz kurmuşsunuz oraya yardım yap(a)mayız denmiş onlara. “Bizi dağıtıp, sürmek istiyorlar, evlerimizi topraklarımızı bizden alacaklar ve Türkiye’ye dağıtacaklar” düşüncesi hâkim toplulukta. Daha da derine iniyor gruptan birkaç kişi. İsrail, ABD ve hükümet işbirliği içinde; bizi, buralardan, topraklarımızdan söküp atacaklar, bizi gönderecekler diye yorumluyor olan biteni. Komplo düşüncesi felaketin büyüklüğüyle ilgili değildir hiçbir zaman, felaket sonrası olup bitenler doğurur komplo düşüncelerini. 

Bir devlet/hükümet, yurttaşının kendisine kızmasına, kendisini eleştirmesine dayanabiliyorsa, kötü sözden gocunmuyorsa devlet olabilmiş demektir. Hele de felaketlerden sonra. Çünkü bu çapta felaketler maruz kalanları çocuksulaştırır. Korunmak, kollanmak, kucaklanmak arzusuna gömülür felakete maruz kalanlar. Ama devlet kendisini yetersiz hissederse, gerçekten de yetemezse, çocuksulaşan toplum karşısında otoriter ebeveyn rolünü benimsemeye meyillenir. Maruz kalanın haklı beklentisi karşısında kendi yetersizliğiyle yüzleşmek, suçluluğunu kabullenmek yerine öfkeli ve ayrımcı bir “zayıf olduğunu reddeden baba” rolüne sığınır. Suçluluk hissine dayanamayanın, suçlu hissettireni suçlamasına yol açar.  

Başıma bela oldun! Amma çok şey istiyorsun, bir türlü doymadın! Sen de öyle yapmasaydın! Hem bildiğini oku hem de başın sıkışınca nerede bu devlet de! Sana her şey müstahak, ne verirsem onu kabul etmek zorundasın! Sen karışma, bundan sonra ben ne dersem onu yapacaksın! Evini ben yapacağım, sen de gıkını çıkarmadan oturacaksın. Ne dersem yapacaksın, tapun beni bağlamıyor artık. Sen kendi beceriksizliğinden bu hale düştün, artık ben ne dersem onu yapacaksın! 

Parktakilere zaten bildiklerini, yüzlerce yıldır belleklerinde olanı hatırlattıkça yavaş yavaş yüzleri aydınlanmaya başladı. Gitmeyeceğiz topraklarımızdan dediler. Onlardan önce de buradaydık, onlardan sonra da burada olacağız. 

Felaketlere direnmenin yolu belleklerimizde kazılı. Başımıza gelenin başımıza gelmesinin nedeni hem biziz hem de değiliz. Biziz, çünkü tam da biz olduğumuz için oldu, ama biz olmak felaketi hak ettiğimiz anlamına gelmiyor diyebildiğimiz zaman özgürleşebiliyoruz.  

Antakya bir kez daha yeşerecek. 

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 4 ŞUBAT 2024 -

Monşer (Ali Sirmen)

Sevgili,

Soykırımcı Binyamin Netanyahu yaşlı, kadın, çoluk çocuk demeden biraz daha fazla Filistinli öldürebilmek için zamana karşı amansız bir yarışa girişmişken uzmanlar acil bir ateşkesin önünü açmaya çalışıyorlar. Herkes Filistin-İsrail çatışmasının bölgeyi hangi kalıcı etkilerin altına sokacağını tartışıyor. Türkiye, böyle bir cehennem gerginliğine girilirken, tam bir kaos ortamı içinde yüzüyor. Herkes yeni durumlardan kendi çıkarına uygun çözümler üretmeye çalışırken, AKP de Suriye’deki durumdan, Filistin-İsrail arasındaki gerginlikten yararlanarak diplomatik alanda mesafe almaya çalışıyor. Ama AKP’nin diplomatik esnekliği, cevvaliyeti buna el vermiyor.

                                                   ***

Oysa Cumhuriyet diplomasisi yeterince donanımlı ve deneyimlidir. Ama Türkiye’de 20 yıldır dış politikanın dizginleri dışişlerinin özverili ve yetenekli kadrosunun etkisinden alınmış, yeni hedeflerin çizgisine uygun rotaya sokulmaya çalışılmıştır. AKP, Cumhuriyet diplomasisi hakkındaki görüşlerini, Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu sıralar, Onur Öymen’“monşer”likle etiketleyerek somutlaştırmıştı.

Onur Öymen’i yakından tanıdım.

Eğitimci bir aileden gelen Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen, Kurtuluş Savaşı günlerinde öğretmenlik yaptığı Trabzon’da çağdaş eğitimin sorunlarını dile getiren “Yeni Mektep” dergisini çıkarmaktaydı. Ankara’da bulunan Mustafa Kemal, Sakarya’nın çalkantılı günlerinde Hıfzırrahman Raşit Öymen’i çıkardığı dergi dolayısıyla kutluyor, başarılarının devamını diliyordu. 

Kurtuluştan sonra Hıfzırrahman Raşit Öymen TBMM’ye seçilecektir. Onun iki oğlu da Türk basınında değerli hizmetler gören, dönemlerinin önde gelen gazetecilerinden Altan Öymen ve Örsan Öymen’dir. Hıfzırrahman Raşit Öymen, Bilsay Kuruç’un da dayısıdır. Aileden “erbabı kalem” olmayan yok gibidir. Eğitim, basın-yayın, diplomasi alanlarında aile bireylerinin öne çıktığını biliyoruz. Yeni kuşak Örsan Öymen (junior) de öğretim üyesi ve Assos Felsefe Günleri’nin yıllardır düzenleyicisidir.

Hıfzırrahman Raşit Öymen’in kardeşi, felsefe ve sosyoloji öğretmeni Münir Raşit Öymen’in genç oğlu Onur Öymen Galatasaray’ı bitirdikten sonra dışişlerine intisap etmiş olmasına karşın, basınla olan ilişkisini kesmemiş ve Siyasal Bilgiler yıllarında da öğrenci birliğinin dergisini çıkarmıştı. Annem, Erenköy Kız Lisesi’nin çok genç coğrafya öğretmeni Nebahat Öymen’in öğrencisi olmuştu. Ben de Onur’un Galatasaray’da sınıf arkadaşıydım. Ondan kalan en canlı anım, Ortaköy’de “Balyan Kardeşler”in eseri olan Feriye Sarayı’nın rıhtımında ılık bir mayıs akşamüstü kim bilir aynı mekânda kaç aydının, kaç yöneticinin, kaç yazarın, kaç nazırın sorduğu, ne yazık ki henüz tam olarak cevaplanıp cevaplanmadığından emin olamadığım şu ünlü soruyu sorduğu andır: “Şu memleketin azgelişmişlikten tümüyle sıyrılması için daha ne lazım?”

                                                      ***

Soru ve sorulduğu mekân yerindedir. Ama kabul etmek gerekir ki saraylıktan sonra Galatasaray İlkokulu’nun yatılı binası olan mekânda, on üç yaşında bir çocuk tarafından sorulmuş olması biraz şaşırtıcıdır. Daha sonra bazılarını yakından tanımak imkânını bulduğum dışişleri mensuplarıyla Öymen ailesi üyelerinin davranışlarını görünce bunda da şaşacak bir yön olmadığını gördüm.

Evet, dışişleri mensupları gibi Öymen ailesi bireyleri de sürekli bu sorunun peşinden koşmuşlardı. AKP için bu pek akıl alır bir davranış değildi. Ve onun için de Bursa milletvekiliyken AKP’nin “monşer” nitelemesine muhatap olan Onur Öymen bu yakıştırmayı sorumlulukla, liyakatla, özveriyle ve ismine yakışan bir onurla taşımıştı ve bu konuda dokuz tane eser vermişti.

Türkiye’nin şu anda karşı karşıya bulunduğu iç ve dış sorunlarla yüzleştiği şu dönemlerde keşke Onur Öymen misali “monşer”lerden biraz daha olsaydı da, AKP’ye şu güç günlerde doğru yolu gösterebilseydi.

                                                                            /././

Bir simge ve fırsat olarak Can Atalay (Ergin Yıldızoğlu)

TİP milletvekili Can Atalay’ın vekilliği Meclis’te düşürüldü. CHP ve TİP’in çağrısını yaptığı protesto eylemine diğer sosyalist gruplar da katıldılar. “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganları atıldı. 

Son derecede önemli yerel seçimlere giderken bu gelişmeyi, bir hukuk darbesi, rejimin ve muhalefetin durumunu gösteren bir simge, nihayet bir fırsat olarak üç açıdan değerlendirebiliriz.

HUKUK DARBESİ VE SİMGE

Can Atalay’ın vekilliği düşürülünce hemen sesler yükseldi: “Bu bir hukuk darbesidir.” Bu saptama zorunlu olarak beni iki gözleme götürüyor. Birincisi, bu saptama ilk kez yapılmıyor. Daha önce de rejimin kimi uygulamaları için “darbe” kavramı kullanıldı. Anayasa Mahkemesi’nin kararının yok sayılması da anayasanın anlamsızlaştığını, keyfiliğin egemen olduğunu gösterdi. Peki her “Bu bir darbedir” saptamasından sonra ne oldu? İtiraf etmek gerekir ki fark yaratan bir şey olmadı. “Bu kez farklı” denebilir ama inanmak kolay değil.

İkincisi, eğer bir “hukuk darbesi” yapıldıysa anayasa rafa kaldırıldıysa böyle bir ortamda sandık başına giderken hile hurda yapılması nasıl önlenecek? Seçim sonuçlarına itiraz etmek gerekirse hangi kuruma, nasıl başvurulacak? Liberal siyasetin uydurduğu bir kavramı ödünç alırsak “rekabetçi otoriterlik” rejiminin “rekabetçi” kısmı hâlâ geçerli midir? “Süreç olarak faşizm” kavramının açıklayıcılığına güvenmek daha doğru olmaz mı?

Rejimin “siyasi bilinç dışında” derin bir yara açan, Gezi olayının bir türlü aşılamayan travması, Atalay’ın bir sosyalist avukat olarak emekçilerin, ezilenlerin haklarını korumak için sürdürmüş olduğu mücadele, üstelik vekil seçilerek Meclis’e girme hakkını kazanması, rejimin onu hedef alması için yeterliydi. Ancak bence, rejimin projesine ilişkin bir boyut daha var: Rejim, anayasayı rafa kaldırırken (bir anlamda ilga ederken) aynı zamanda muhalefetin iktidarsızlığını (hilafet çağrısı yapan gösterilerinin, yaygınlaşan tarikat etkinliklerinin eşliğinde) sergileyerek pekiştirmeyi amaçladı. Rejimin bunu başarması, yerel seçimlere ilişkin hedeflerine ulaşmak için yapacaklarını topluma kabul ettirmesi açısından büyük öneme sahiptir.

VE FIRSAT

Rejimin, Atalay’ın üzerinden anayasayı askıya alarak kendini ve taraftarlarını “özgürleştirme” çabaları, muhalefete birlikte mücadele etmek için çok önemli bir fırsat sundu. İstanbul ve İzmir’deki protesto gösterileri de bu olasılığı temsil ediyor. Ancak bu “birlikte mücadele” olasılığı aynı meydanda toplanmaktan öte çok daha karmaşık, Emre Kongar Hoca’mın aktardığı bir sorunu gündeme getiriyor: “Sol kendi içinde parçalı ve birbiriyle uğraşıyor. CHP içten parçalandı ve birbiriyle uğraşan kliklere ayrıştı. 6’lı masa birbirine çelme takıp duruyor.” Bence 6’lı masayı tamamen unutmak, CHP’yi de kimliği ve niyeti belli olana kadar, DEM’i de özgünlüğünden dolayı bir kenara koymak gerekir.

Esas önemli karmaşıklık, sosyalistlerin hem tarihsel sürece hem de andaki duruma ilişkin bir “ilkellik döneminin” aşılamıyor olmasından kaynaklanıyor. Tarihsel olan, kapitalizmin “yapısal krizi” içinde işçi sınıfında yaşanan gelişmelere uyum sağlamaktaki zorluğa ilişkin. Bu zorluğun aşılması teorik, programatik gelişmelere bağlı. “İlkellik döneminin” andaki duruma ilişkin üç boyutu var. 

Birincisi, bir önceki tarihsel dönemin (1917-1989; Türkiye için ek olarak 1970’ler) geleneğinin içerdiği parçalanmışlığa sadakatten, yenilgilerin beslediği bir melankoliden kaynaklanan, çok parçalı durum. 

İkincisi, siyasal iktidarı arzulayan, devleti hedef alan, kültür endüstrisinin (medya) dayattığı söylemin egemenliğini kıran taktiklerden uzak duran, (sosyalist hareketin “siyasi bilinç dışında” egemen) bir kadercilikle bir anlamda “kapitalist gerçekçilik” ile ilgili. 

Üçüncüsü bir dayanışma, ortak pratik, aynı tarafta olduğunu unutmadan, bir farklılığı, hemen öze indirgeyerek büyütmeye çalışmadan, yoldaşça tartışma, birbirinden öğrenme kültürünü yeniden yaratmak gerekiyor. Kimi zaman, aidiyet, örgüt yaşatma kaygıları üzerinden kıyasıya, kimi zaman yaralayıcı bir rekabet ile “burjuvazinin işini onun için yapmaktan” özenle kaçınmak gerekiyor. 

Rejimin Atalay’ı hedef alan saldırısı bir fırsat yarattı. Bu fırsattan yararlanalım.

                                                /././

Özgür irade o da ne? (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım siz, benim kentimde acaba kim belediye başkanı olacak diye kara kara düşünürken ben bir nebze soluklanmak için kendimi Assos’a vurdum. Çünkü 24 yıldır Prof. Dr. Örsan K. Öymen tarafından Felsefe Sanat Bilim Derneği bünyesinde düzenlenen Assos’ta felsefe etkinliğinin konusu bu kez “Özgür İrade/İstenç Sorunu”. Yaklaşık beş yıldır bu tarihlerde Assos’a gitmeye başladım. Kendi kendime sorduğum bir soru var, çözmeye çalışıyorum. Şöyle: “Epey yabancısı olduğum felsefe ne işe yarar? Her davranışıyla tuhaf olan ülkemin insanına ne yararı dokunur?” Gayet masumane bir soru. Assos’ta beş yıl gittiğim felsefe seminerlerinde Tanrı’nın adının artık zeki tasarımcı olduğunu, Atatürk’ün aynı zamanda önemli bir iletişimci olduğunu öğrendim. Bilmeyenler öğrensin. Atatürk’e bir İngiliz gazeteci sormuş: “Kurtuluş Savaşı’nı nasıl kazandınız?” Atatürk, “Telgrafla” demiş. Öyle ya cephede her gün ülkenin her yerine düzinelerle telgraf çekip yanıt beklemiş. Tüm Anadolu’yu olup biten her şeyden haberdar etmiş ve gelen yanıtları gaz lambası ışığında okuyarak stratejiler belirlemiş. 

Ayrıca beş yıl içinde, sürgün edildiği Assos’ta felsefe okulu açan ve sabah akşam öğrencileriyle tartışan Aristo’nun da ne kadar sabırlı ve inatçı olduğunu da öğrendim. 

Gelelim bu yıla. Üç gün sürecek seminerin konusu: Özgür irade! Bu öyle bir konu ki ilkçağlardan beri tartışıyorlar ve hâlâ tartışıyorlar. İnsan iradesi nasıl özgür olabilir? Çok zor bir soru çünkü insan biyolojik bir yaratık, çünkü insan psikolojik bir yaratık ve sosyal bir yaratık. Ben burada bir ekleme yapıyorum aynı zamanda ilkçağlardan beri gelişen genlerin genlerinin bileşimi. Konu zor, insanoğlu iradesini kullanırken yani eylemlerini seçerken pek çok etken onu biçimliyor. Felsefeciler şöyle diyor: “İnsan hayalleri ve isteklerini gerçekleştirmek için yola çıkmışsa özgür iradeden söz edilebilir.” Peki hemen karşı bir soru: “İnsanın hayalleri ve istekleri nasıl oluşur? Hayal ve istek nelerin birleşimidir?” Şöyle bir örnek verelim: Diyelim ki bir insanoğlu bir başına bir adada yaşıyor. Belki o insanoğlu kimselerin etkisi altında kalmadan kendine bir yaşam tarzı seçebilir. Ama onun da aklı var. Üç gün sonra uyduruk da olsa bir kayık yapmayı başarabilir ve evet tek isteği bu adadan kurtulmaksa gerçekleştirebilir. Ama böyle tek başına adada yaşayan insanoğlu pek yok.

Neyse devam edelim: Önce anamız babamız karar verdi ve biz doğduk. Her şeyi usul usul öğrenmeye başladık, yani bizim bir belleğimiz var, büyüyoruz, birlikte yaşadığımız kişiler çoğalıyor ve bir başka bilimadamı “bilinçaltı” diye bizim yönelimlerimizi belirleyen bir bilim ışığı yakıyor. Yani belleğimiz sır tutma yeteneğine sahip. Yani babamız annemizi dövüyorsa, kız kardeşimiz ağlayarak küçük yaşta evlendiriliyorsa biz garibanlar nasıl özgür irademizle hareket edip kendi dünyamızı kurabiliriz? Hayallerimiz ananın dayak yediği evden dışarı kaçmak dışında ne olabilir?

Sadece bunlar mı? Dünyamız öyle bir tuhaf halde ki yaptığı kötülüğü çeşitli bahanelerle aklamaya çalışan insanlar var. Örneğin, 6 milyon Yahudi, Çingene ve muhalif insanı bir emirle fırınlarda yakan insanlar var. Ve bunlar daha sonra şöyle diyorlar: “Ben emir kuluyum!” Evet kötülük dolu, ahlaksız eylemler için bin bir bahane bizzat gene insanlar tarafından üretiliyor. Özgür irade nerede başlayıp nerede bitiyor?

Birden aklıma geldi. Bir dağ köyünde kardelen hasadı şenliği yapılıyordu. Açılışta devlet erkânı sıra sıra dizilmişti. Davul zurna en kıvrak havaları çalıyordu ama tek kişi meydana çıkıp oynamaya cesaret edemiyordu. Özgür iradeleri adeta ele geçirilmişti. Ve birden köyün iki delisi meydana fırladı ve kendi özgür iradelerinin oyunlarını oynamaya başladı. Evet yüzlerinde en güzel bir gülümsemeyle sonsuza kadar oyun oynayabilirlerdi. İşte o gün özgür irade oradaydı. Ben de onları çok kıskanmıştım. 

Yani dostlarım bu mesele epey karmaşık. Şimdi sabahtan akşama televizyonlardan, sosyal medyadan dizi oyuncularının aldıkları dudak uçuklatan paralar deşifre edilirken gencecik bir kızın bunlardan etkilenmemesi ve onlar gibi olmayı hayal etmesi maalesef bu özgür irade meselesini iki seksen yere seriyor. Hele de genetik yapımız, mesela ben Türklerin genetik kodlarının asla çözülmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü bu topraklardan bir değil, iki değil tam 42 uygarlık geçmiş. Hepsi de farklı yaşam tarzları, eğilimleri birbirinden farklı uygarlıklar, bizim genetiğimizde bunların hepsi var. Bu genetik yapı bizi özgür bırakır mı? Mesela ülkemizde her güzel yeri birden çekirgeler gibi istila edip bütün güzelliklerini harabeye çeviren bir yapı var. Bu neden böyle? Neden bizim insanımız kök salamıyor? İşte size bir soru. Siyaset, politik ahlak, psikoloji, sosyoloji ve sinirbilimi hepsi bir arada ama genetik yağmacı kod hepsini ele geçiriyor. 

Şimdi dostlarım görüyorsunuz bu özgür irade zor bir şey. Hele de hâlâ Allah’a konuşanların sözünü dinleyen, canı sıkıldığında kadın öldüren, arabasını polis çevirip ruhsat görmek istediğinde “Ulan sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye haykıran insanların özgür olma şansı neredeyse sıfır. 

En iyisi ben, en sevdiğim deniz kıyısı Assos’ta mayomu getirmediğim için efkârlanıp bir sigara tüttüreyim.

                                                   /././

AKP’yi kapatmak! (Özdemir İnce)

22 Ocak 2024 tarihli Cumhuriyet gazetemizde, ATA Partisi lideri Namık Kemal Zeybek’in partisinin, AKP hakkında “laiklik karşıtı eylemler”den dolayı kapatma davası açacağını okudum. Namık Kemal Zeybek, 23 Ocak 2024 gecesi de Tele1’de Murat Taylan’ın programına katılarak açmayı düşündükleri dava hakkında ayrıntılı bilgi verdi. Özel nedenler dolayısıyla çok dikkatle izlediğim ve onayladığım bir girişim. Özel neden diyorum çünkü 8 Mayıs 2012 tarihli Aydınlık gazetesinde, “Merkez sağın trajedisi (3)” başlıklı yazımda şu satırları yazmışım: “Rifat Serdaroğlu kardeşimizin sözünü ettiği Demokrat Parti ile Namık Kemal Zeybek’in genel başkan olduğu DP aynı parti mi? Aynı ise yandık! O Namık Kemal Zeybek ki Radikal gazetesinde yazdığı yazılarla beni İslam düşmanı ilan etmiş ve bacanağı Aydın Doğan’a gammazlamıştı (28.07.10–18.08.10). Benim Bolşevik mi, Menşevik mi, komünist mi olduğuma karar verememiş, ama (kendince) azgın bir İslam düşmanı olduğum kesinmiş. O sırada, avukat arkadaşlar, beni hedef gösterdiği için N.K. Zeybek’i mahkemeye vermemi tavsiye ettiler ama ben böyle bir şeyi kendime yediremedim.”

Amacım öç almak falan değil, benim bu türden taraklarda bezim yoktur. Bilen bilir! 14-15 yıl önce hakkımda çok olumsuz düşünceleri olan N.K. Zeybek’in sonunda benim bulunduğum saflara katılması çok mutlu etti beni. Artık yan yana yol alıp ilerleyebiliriz.

N.K. Zeybek’in genel başkanı olduğu ATA Partisi, AKP’nin kapatılması için ÇEDES girişimini yeterli görüyor. N.K. Zeybek, R.T. Erdoğan’ın AKP’nin kuruluş yıllarında “Biz İslamı referans alan siyasi bir partiyiz” dediğini anımsatıyor ki AKP’nin kapatılmasına bu bile yeter.

Ben kendimi bildim bileli parti kapatılmadan yana oldum. Hürriyet ve Aydınlık gazetelerinde araştırma yapanlar bu yazıları bulur. Ama benim bir örnek vermem iyi olacak. Yazı 18 Nisan 2008 günü Hürriyet gazetesinde yayımlanmış. Yazının adı “Parti kapatmak kolaylaştırılmalıdır”:

“Parti kapatmak zorlaştırılmalıdır klişesine karşı çıkacak birini umutla bekledim. Boşuna! İş gene ‘tamirci’ye düştü! ‘Parti kapatmak zorlaştırılmalıdır’ demenin ‘Sürücü belgelerinin iptal edilmesi zorlaştırılsın’ demekten farkı ne? Bence hiçbir farkı yok! Bir siyasal parti neden kapatılır? Anayasa ve yasalar tarafından saptanmış ‘kurulu düzen’i (‘müesses nizam’ı) değiştirmeye kalkıştıkları için kapatılırlar.”

AKP’nin kapatılma davasını anımsayalım: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından, iktidarda bulunan AKP hakkında “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle, partinin kapatılması amacıyla açılan dava 31 Mart 2008 günü kabul edilmiş ve 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada, partinin temelli kapatılmaması, fakat Hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştır. 6 üye kapatılması, 5 üye kapatılmaması yönünde oy kullanmışken, Hazine yardımının kesilmesi hakkındaki oylamada 11 üyenin 10’u kesilmesi yönünde oy kullanmıştır.

Yani şu anda iktidarda bulunan AKP ve bazı yöneticileri Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda yazılan kararına göre resmen sabıkalıdır. Ancak bu parti buna karşın kesinlikle ıslah olmamış ve anayasa ve özellikle Devrim Yasalarını çiğnemeye inatla devam etmiştir:

AKP’nin, genel başkanının, hükümetinin ve sorumlu mensuplarının eylemleri, aykırılık bağlamında, şu hususlarda değerlendirilmelidir: Anayasanın başlangıç ilkeleri + Madde 1. Devletin Şekli. + Madde 2. Cumhuriyetin Nitelikleri + Madde 4. Değiştirilmeyecek hükümler + Madde 6. Egemenlik + Madde 7. Yasama Yetkisi + Madde 8. Yürütme Yetkisi + Madde 9. Yargı Yetkisi... Anayasa uzmanları AKP ve başkanının anayasaya aykırı davranışlarını çoğaltabilirler.

AKP, genel başkanı ve hükümetleri iktidara geldiğinden bu yana, anayasamızın 174. maddesi tarafından korunan sekiz Devrim Yasası’na göre yargılanabilir: 1. Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), 2. Tekke, zaviye, türbe ve tarikatların kapatılmasıyla ilgili kanun. Veee Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamamak! TBMM’de Hatay milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi.

(Cumhuriyet)

                                             


3 Şubat 2024 Cumartesi

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 3 ŞUBAT 2024 -

 Bakan 'kayıp çocuk yok' demişti: 1 yıldır eşini ve oğlunu arıyor (soL)

6 Şubat depremlerinin üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. Aile Bakanı "kayıp çocuk yok" ısrarını sürdürse de Mehmet Ziya Demir hâlâ depremde kaybolan eşini ve 8 yaşındaki oğlunu arıyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/bakan-kayip-cocuk-yok-demisti-1-yildir-esini-ve-oglunu-ariyor-390051)

Tarikatlar şimdi de Kıbrıs'taki öğrencilere gözünü dikti (Özkan Öztaş-soL/Özel)

Süleymancıların hedefinde Kıbrıs'taki öğrenciler var. Kaçak yurtlardaki yasa dışı eğitimlere karşı çıkan Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası'ndan Selma Eylem süreci soL'a anlattı.(https://haber.sol.org.tr/haber/tarikatlar-simdi-de-kibristaki-ogrencilere-gozunu-dikti-390049)

Bilal’in vakfı okullara dadandı (Deniz Güngör-Birgün)
AKP’nin en gözde vakıflarından olan TÜGVA eğitimden elini çekmiyor. MEB’e bağlı okullarda yarışma yapacağı öğrenilen vakıf, öğrencileri sorumlu tuttuğu kitapların bir kısmını ise Turkuvaz Kitap’ın yayımladıklarından seçti.(https://www.birgun.net/haber/bilalin-vakfi-okullara-dadandi-503577)

Diyanet’in Kuran kursunda yemek adabı: ‘Sol elle şeytan yemek yer’ (Mustafa Bildircin-Birgün)
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 2018 yılında verdiği, “Sol elle şeytanlar yemek yer” fetvası kamuoyunda tartışma yarattı. Diyanet, 7-10 yaş grubu Kuran kurslarında, yemeğin sağ elle yenilmesi gerektiğinin anlatılmasını istedi.(https://www.birgun.net/haber/diyanetin-kuran-kursunda-yemek-adabi-sol-elle-seytan-yemek-yer-503578)

Hafize Gaye Erkan için Resmi Gazete'de 'görevden alınmıştır' denildi (soL)

Hafize Gaye Erkan'ın Merkez Bankası Başkanlığı görevinden istifa etmesinin ardından Fatih Karahan atandı. Resmi Gazete'de Karahan'ın atanmasına ilişkin Cumhurbaşkanlığı kararında Hafize Gaye Erkan'la ilgili "görevden alınmıştır" ifadesi kullanıldı. Hafize Gaye Erkan, açıklamasında "affını istediğini" bildirmişti, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de "Hafize Gaye Erkan'ın şahsi kararı" olduğunu kaydetmişti. Resmi Gazete'deki atama kararında şöyle denildi: "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı (Guvernörü) Hafize Gaye Erkan 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 35 inci maddesi ile 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin  2 nci maddesi gereğince görevden alınmış ve bu suretle boşalan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanlığına (Guvernörlüğüne), 14/1/1970 tarihli ve 1211 sayılı Kanunun 25 inci maddesi ile 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 2,3 ve 7 nci maddeleri gereğince Başkan (Guvernör) Yardımcısı Fatih Karahan atanmıştır."

Ford Otosan’da üretim rekoru kıran işçilere 'pop kek' ödülü (soL)

Ford Otosan’ın Yeniköy fabrikasında tek vardiyada üretim rekoru kıran işçiler pop kekle ödüllendirildi. Duruma tepki gösteren işçiler, "Hâlâ bizi kekle tatlıyla kandırmaya çalışıyorlar" dedi. (https://haber.sol.org.tr/haber/ford-otosanda-uretim-rekoru-kiran-iscilere-pop-kek-odulu-390035)

Üniversite hayaline yüzde 156 zam (Mustafa Bildircin-Birgün)
ÖSYM 2024 yılı YKS ücretlerine astronomik zam yaptı. Başvuru ücretleri yapılan yüzde 156 zam ile 295 TL olarak belirlendi. 3 oturuma girecek olan öğrenciler, “Sosyal devlet dedikleri kâğıdı, kalemi bize mi fatura ediyor?” dedi.(MİLYARLARCA LİRALIK GELİR) YKS başvuru ücretlerine yapılan fahiş zammın ardından gözler, ÖSYM’nin sınavlardan elde ettiği gelirlere çevrildi. 2028 yılında 528 milyon 32 bin TL olan ÖSYM’nin geliri, 2019-2023 döneminde yıllara göre şöyle sıralandı: • 2019: 546 milyon TL,• 2020: 860,5 milyon TL, • 2021: 767,6 milyon TL, • 2022: 1,5 milyar TL, • 2023: 2,7 milyar TL (https://www.birgun.net/haber/universite-hayaline-yuzde-156-zam-503580)

Belediye mahallelinin tapusuna çöktü (Nisa Sude DEMİREL-Evrensel)

Ertuğrulgazi Mahallesi’nde tapu sorunuyla uğraşan mahallelilerden daha önce tapu için para alan belediye, şimdi ise tapuların neredeyse yarısına ortak oluyor.(https://www.evrensel.net/haber/509733)

Rektör Nükhet Hotar'ın ikinci kez dava açtığı gazeteci Süleyman Gençel tutuklandı (Can Kuyumcuoğlu-soL/Özel)
Dokuz Eylül Üniversitesi'nin AKP'li Rektörü Nükhet Hotar'ın açtığı ikinci 'hakaret' davasında 1 yıl 2 ay hapis cezası alan Gençel, bugün tutuklanarak cezaevine gönderildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/rektor-nukhet-hotarin-ikinci-kez-dava-actigi-gazeteci-suleyman-gencel-tutuklandi-390027)

MEB'den ‘eti senin kemiği benim’ utancı: Çocuk işçi kampları kurulacak (soL)
MESEM kapsamında bir gün okulda dört gün işyerlerinde çalışan çocuklar iş cinayetlerinde yaşamını yitirirken, MEB projede gaza bastı, şimdi de çırak pansiyonları oluşturulacak.(https://haber.sol.org.tr/haber/mebden-eti-senin-kemigi-benim-utanci-cocuk-isci-kamplari-kurulacak-389994)

Orhan Gencebay, İBB başkan adayı Murat Kurum için seçim şarkısı yaptı (Cumhuriyet)

Orhan Gencebay, Cumhur İttifakı'nın İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı Murat Kurum’a özel şarkı besteledi. Gencebay seçim kampanyası için hazırladığı şarkıyı Kurum’a "hediye" etti.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/orhan-gencebay-ibb-baskan-adayi-murat-kurum-icin-secim-sarkisi-yapti-2171126)

Yandaş olmanın mükâfatı (İsmail Arı-Birgün)
                             Albayrak Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Nuri Albayrak ile Fatma Şahin.

AKP’li Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin 70 milyon TL’lik ihalesini yandaş Yeni Şafak gazetesinin bağlı olduğu Albayrak Holding aldı. Dört şirketin katıldığı ihalede sadece Albayrakların teklifi geçerli sayıldı.(https://www.birgun.net/haber/yandas-olmanin-mukafati-503563)

(derleyen: mstfkrc)

IŞİD’in korsan taksisiymiş - Timur Soykan / BİRGÜN

 

Sarıyer’de kiliseye saldırıyla ilgili tutuklananların hepsinin oturum izni var. Saldırıda kullanılan Polonya plakalı otomobil ile korsan taksicilik bile yapmışlar. Zanlılar arasında Kırmızı Bülten ile aranırken serbest bırakılan IŞİD’liler de bulunuyor. Ayrıca İstiklal Caddesi’ndeki kilise de hedefleri arasındaymış. Şüphelilerin telefonunda geçen yıl tahliye edilen IŞİD’li Halis Bayancuk’un fotoğrafları da çıktı.

IŞİD’in korsan taksisiymiş

İstanbul Sarıyer’deki Santa Maria Kilisesi’ne 28 Ocak’ta düzenlenen ve bir kişinin katledildiği saldırı hakkında edindiğimiz son bilgiler, IŞİD’in Türkiye’de çok rahat hareket ettiğini gözler önüne seriyor. Kontrolsüz göç ve bu konudaki denetimsizlik büyük bir güvenlik açığı yaratıyor.  

IŞİD üyeleri Tacikistan vatandaşı Amirjon Kholikov ve Rusya uyruklu David Tanduev, 28 Ocak günü pazar ayini yapılan Sarıyer Büyükdere Mahallesi’ndeki Santa Maria Kilisesi’ne tabancalarla girmişti. Burada Tuncer Cihan isimli vatandaşı öldüren IŞİD’liler, silahları tutukluk yaptığı için planladıkları katliamı gerçekleştiremedi ve kaçtılar.

Bu; IŞİD’in 7 yıl sonra Türkiye’de yaptığı ilk eylem oldu, örgüt hücrelerinin uyandığını gözler önüne seriyordu. Saldırıdan bir gün sonra iki saldırgan Başakşehir’de yakalandı ve 25 kişiyle birlikte tutuklandılar. 28 yabancı uyruklu ise sınır dışı edilmek üzere Göç Merkezi’ne konuldu.

İki IŞİD üyesi, silahları tutukluk yapmasaydı, kilisede katliam yapacaktı. Tuncer Cihan’ı öldürdüler.

        İki IŞİD üyesi, silahları tutukluk yapmasaydı, kilisede katliam yapacaktı. Tuncer Cihan’ı öldürdüler.

POLONYA BİLMECESİ  

Saldırıdaki Polonya bilmecesi ise halen çözülemedi. Ayine Polonya’nın İstanbul Başkonsolosu Witold Lesniak ve ailesi de katılmıştı. İki IŞİD’li de saldırı için kilisenin yan sokağına Polonya plakalı bir otomobil ile gelmişti. Üzerinde Polonya’da faaliyet gösteren ve diş sağlık malzemeleri satan ‘Dent R’ isimli bir şirketin logosu vardı. Bu aracın Polonya’dan bir yıl önce getirildiği ve aracı burada bırakan kişinin iki gün sonra Türkiye’yi terk ettiği belirlenmişti. İlk haberlerde bu otomobilin bir yıl boyunca trafiğe çıkılmadığı yazıldı. Ancak şüpheli ifadeleri bunun doğru olmadığını hatta bu araçla korsan taksicilik yapıldığını ortaya koyuyor. Dünyanın hiçbir yerinde olmayacak bir denetimsizlik gözler önüne seriliyor.

İki IŞİD üyesi bu otomobil ile geldi ve kaçtı.

                                              İki IŞİD üyesi bu otomobil ile geldi ve kaçtı.

‘EL738FX’ plakalı Hyundai Getz marka otomobili bir yıl önce Türkiye’de ‘Abdullah’ kod adlı IŞİD üyesi Khaırıdınzoda Saıdabdulfatohi kullanıyor. Tacikistan uyruklu bu kişi suç faaliyetleri nedeniyle sınır dışı edilmiş ama otomobile dokunulmamış. Bu kişiden sonra aracı IŞİD’li ile bağlantılı Tacik Shamsullo Radzhobov (30) kullanıyor. Beylikdüzü Kavaklı Mahallesi’nde yaşayan bu Tacik’in oturum izni var. Kimlik numarası ‘996’ ile başlıyor. Evli iki çocuklu ve tercümanlık yaptığını söylüyor.

KORSAN TAKSİ OLARAK KULLANMIŞ

İfadesinde Tacik ‘Abdullah’ sınır dışı edilince aracın kendisine kaldığını ve tamir ettirdiğini anlattı. Avukatı ise “Müvekkilimin aracı tamire götürmüş ve bir süre korsan taksi olarak kullanmıştır” diye konuştu. Shamsullo Radzhobov’un aracı iki gün önce İstanbul Havalimanı’nda kullandığı da tespit edildi. Ayrıca bu zanlıda operasyonda gözaltına alınan Ismonali Mirzoev’in para alışverişlerine dair banka dekontları ele geçirildi. 

SENT ANTUAN HEDEFTİ

Cep telefonunda yapılan incelemede bu otomobilin fotoğraflarının yanı sıra Taksim’deki Sent Antuan Kilisesi’ne ait konum resimleri çıktı. Bu kilisenin de hedeflerden olabileceği değerlendirildi.

Sent Antuan Kilisesi de hedefler arasındaydı.

                                            Sent Antuan Kilisesi de hedefler arasındaydı. 

Ayrıca Shamsullo Radzhobov’un evinde Guraba Yayınları’na ait kitaplar bulundu. Merkezi Başakşehir’de bulunan ve Abdullah Yolcu’nun sahibi olduğu bu yayınevinin kitapları Suriye’deki IŞİD militanları tarafından okunuyordu. IŞİD’lilerin terk ettiği bazı yerlerde İstanbul’daki bu yayınevinin kitapları bulunmuş ve daha sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu yayınevinin bazı kitaplarını halk kütüphanelerine dağıttığı ortaya çıkmıştı. Yayınevinin ‘Kadınlara Yönelik Otuz Şeri Yasak’, ‘Kuran ve Sünnetin Işığında Cihat Eğitimi’ adlı kitapları kütüphanelere dağıtılmıştı.

IŞİD’in üslendiği Başakşehir’deki Guraba Yayınları, Suriye’deki IŞİD’lilerin karargahlarında bulundu. Yayınevinin sahibi Abdullah Yolcu.

IŞİD’in üslendiği Başakşehir’deki Guraba Yayınları, Suriye’deki IŞİD’lilerin karargahlarında bulundu. Yayınevinin sahibi Abdullah Yolcu.

Shamsullo Radzhobov’un avukatı ifade sırasında şöyle dedi:

“Guraba isimli yayınevinin sahibi, Erdoğan’ın hayranı biridir, AK Partilidir, kim olursa olsun dindar bir insansa IŞİD yaftası yapıştırılıyor. Telefonunda yalnızca bir amblem çıkmıştır. Bir görsele tıklayınca bile çıkar bu.”

Shamsullo Radzhobov’un telefonunda IŞİD’in amblemi bulundu.

Polisin tespitlerine göre Shamsullo Radzhobov, korsan taksicilik de yaptığı otomobili doğrudan iki IŞİD’li teröriste teslim etmedi. Önce Tacik oto tamircilere götürdü.

Polonya plakalı otomobili önce Tacikistan uyruklu ‘Abdurrahman’ kod adlı Alısher Rakhımov (30) ile yine Tacik Farrukh Solıev’in (42) ortak işlettiği oto tamirciye bıraktı.

TÜP BEBEK İÇİN GELMİŞ KALMIŞ

İfadesine göre; Alısher Rakhimov, 5 yıl önce çocuğu olmadığı için Türkiye’ye gelmiş ve tüp bebek tedavisi görmüşlerdi. Türkiye’de iki çocukları oldu ve oturum izni aldılar. Başakşehir’e bağlı Kayabaşı Mahallesi’nde yaşıyorlardı. Kaportacıydı ve Farrukh Solıev ile şirket kurup oto tamirciyi açtılar.

Farrukh Soliev ise IŞİD ile ilgili bir soruşturma nedeniyle 11 aydır Geri Gönderme Merkezi’nde tutuluyordu. Saldırıdan bir ay önce 29 Aralık 2023’te delil bulunmadığı gerekçesiyle serbest bırakılmıştı. O da oturum izni almıştı ve ‘9’ ile başlayan Yabancı Kimlik Numarası’na sahipti. Başakşehir’deki Kayabaşı Mahallesi’nde yaşıyordu. İki Tacik tamirci, Shamsullo Radzhobov’un talebi üzerine tamir ettikleri Polonya plakalı otomobili kiliseye silahlı saldırı düzenleyen ‘Hamza’ kod isimli Amirjon Kholikov’a teslim ettiklerini savundu. Üstelik saldırıdan bir gün önce, 27 Ocak 2024 günü arabayı götürüp teröriste vermişlerdi. Saldırıdan haberleri olmadığını, işlerinde güçlerinde insanlar olduklarını savundular. Ancak polisin tespitine göre; sınır dışı edilen ‘Abdullah’ kod isimli otomobili ilk kullanan kişinin talimatıyla otomobili saldırgana vermişlerdi.

KIRMIZI BÜLTEN İLE ARANIYORDU

Üstelik WhatsApp yazışmalarında aracın şase numarasının silinmesi için yazışmalar tespit edildi. Sulh Ceza Hakimliği sorgusunda Farrukh Soliev’in avukatı şöyle diyordu:

“Müvekkil Tacikistan vatandaşıdır. Tacikistan ülkesinde İslam dininin yaşanması kısıtlanmaktadır. Ayrıca müvekkilimin akrabaları Tacikistan eski hükümetinin yöneticileri olmasından dolayı şu anki hükümet müvekkilimi Tacikistan’a götürmek istemektedir. Müvekkilim hakkında herhangi bir şekilde bir suç bulunmadığından dolayı getirmek adına Interpol araması çıkarmışlardır.”

Bu ifadeden IŞİD şüphesiyle daha önce gözaltına alınan Farrukh Soliev’in Kırmızı Bülten ile Interpol tarafından arandığı anlaşılıyor. Ancak serbest bırakılmış, Türkiye’de oturum izni var ve bir oto tamircinin sahibi.

HALİS BAYANCUK’UN FOTOĞRAFLARI

Ayrıca Farrukh Soliev’in telefonunda ev sahibi ile terörle mücadele polislerince takip edildiğine dair yazışmalar olduğu belirlendi.

İki Tacik tamircinin telefonlarında da IŞİD’den yakalanan teröristlere dair çok sayıda haber resimleri bulundu. Ayrıca IŞİD’in Türkiye’deki liderlerinden ‘Ebu Hanzala’ kod adlı Halis Bayancuk’un resimleri çıktı. Halis Bayancuk, daha önce defalarca tutuklanıp bırakılmıştı. Son olarak 2017’de tutuklanan Halis Bayancuk, Yargıtay’ın uzun tutukluluk kararıyla geçen yıl tahliye edildi.

Halis Bayancuk defalarca tutuklanıp serbest bırakıldı. Şu an dışarıda.

                                           Halis Bayancuk defalarca tutuklanıp serbest bırakıldı. Şu an dışarıda.

20 GÜN ÖNCE BIRAKILDI

Saldırıyı düzenleyen iki IŞİD’li terörist, Bahçelievler’de bir suşi lokantasında garson olarak çalışıyordu. Başakşehir Güvercinlik mahallesindeki 4 katlı bir binanın zemin katında Türk vatandaşı İbrahim Sünmez (30) ve Özbekistan vatandaşı Mukhammed Kadir Mirzaev (19) ile kalıyordu. Mirzaev de Gaziantep Geri Gönderme Merkezi’nden 20 gün önce bırakılmış ve bu eve gelmişti. Ağabeyi hakkında IŞİD soruşturması vardı ve onun tarafından bu eve gönderildiği tespit edildi. İnternette Rusça ‘Müşriklere dua edilmez’ diye arama yapmıştı. Ayrıca cep telefonunun resimler bölümünde saldırıda kullanılan Polonya plakalı otomobilin fotoğrafları ve saldırıyı gerçekleştiren ‘Hamza’ kod adlı Amirjon Kholikov’un kimliklerinin fotoğrafları bulundu.

KURAN’IN İÇİNDE OTURUM İZNİ

Bu evde kalan ve tekstilci olduğunu savunan İbrahim Sünmez ise eşiyle boşandığını ve bu evde bir oda kiraladığını, kişilerin IŞİD’li olduğunu bilmediğini savundu. Ancak İbrahim Sünmez daha önce radikal dinci örgütlerle ilgili soruşturmalarda gözaltına alınmıştı. Cep telefonunda kiliseye yönelik saldırıda Tuncer Cihan’ı öldüren Rusya uyruklu David Tanduev’in pasaportunun fotoğrafı bulundu. Ayrıca onun da telefonunda Halis Bayancuk’un fotoğrafı vardı. Çok sayıda IŞİD ideolojisini anlatan yazı ve IŞİD görselleri telefonundan çıktı. Bu evde yapılan aramada Kuran-ı Kerim içinde saldırgan Amirjon Kholikov’un oturum izin belgesi bulundu. Saldırganlar dahil herkesin oturum izninin olduğu görülüyor.

671 ÇATIŞMA VİDEOSU

Kilisede cinayeti işleyen David Tanduev’in bağlantılı olduğu Gabibulla Agaev ve Alena Shakhgusenınova ise Beylikdüzü Kavaklı Mahallesi’ndeki evlerinde yakalandı. Dijital materyallerinde IŞİD’e ait 671 adet çatışma videosu bulundu.

‘ÇOCUKLARI VAR’ DİYE BIRAKILDILAR

Santa Maria Kilisesi’ne saldırı düzenleyen iki terörist Amirjon Kholikov ve David Tanduev’in İstanbul Beylikdüzü’ndeki bir eve de gittikleri belirlendi. Bu evde Türkmenistan uyruklu Sharif Rahmatalıyev ile eşi Zukhrakhon Shakirova kalıyordu. 5 yıldır İstanbul’da yaşıyorlardı. 2, 4, 5 ve 9 yaşında çocuklarının olduğunu anlatıp serbest bırakılmayı talep ettiler. Savcılık tutuklanmalarını istedi. Sulh Ceza Hakimliği ikisi hakkında da ‘Silahlı terör örgütüne üye olma’ suçunu işlediklerine dair somut deliller, müşteki ifadeleri, kuvvetli suç şüphesi olduğunu belirtti ama 4 çocukları olduğu için adli kontrol kararıyla serbest bırakılmalarına karar verdi. Diğer şüpheliler tutuklandı.

Timur Soykan / BİRGÜN