8 Şubat 2024 Perşembe

Birgün KÖŞEBAŞI - 8 ŞUBAT 2024 -

 

Kalın, Fidan, Güler; Ortadoğu’da yeni roller (İbrahim Varlı)

Saray’ın tüm adamları Ortadoğu’da. Bir ziyaret bitmeden diğeri başlıyor. MİT Başkanı dönmeden Dışişleri Bakanı gidiyor, o yoldayken Savunma Bakanı ve Genel Kurmay başkanı soluğu bölgede alıyor. Bağdat’tan Trablus’a, Erbil’den Beyrut’a yoğun bir diplomatik trafik söz konusu.

Bu yoğunluğun nedeni anlaşılmaz değil. Ortadoğu’nun siyasi-jeopolitik fay hatlarında hissedilmeye başlanan irili ufaklı kırılmalar, aktörleri harekete geçiriyor. Yeni Osmanlıcıların da tam saha pres ile Ortadoğu’ya çıkarma yapmalarının nedeni, bölgede yaşanan askeri-siyasi hareketlilik.

İlişkilerin resetlenmeye çalışıldığı Amerikan emperyalizminin kendilerine alan açmasıyla yeniden Ortadoğu sularına dalan AKP iktidarının adımları Washinton’ın bölgesel planlarıyla koordineli.

Ortadoğu’da yeni bir düzen oluşturmaya çalışan Beyaz Saray, bunun için iş tutacağı aktörlere ihtiyaç duyuyor. Siyasal İslamcı rejim de bu göreve gönüllü. Ancak bunun için iktidarın yerine getirmesi gereken ödevler var.

YENİ ROLLER, GÖREVLER

Son bir yılı aşkın süredir “normalleşme” adımlarıyla kendisine Ortadoğu’da alan açmaya çalışan AKP iktidarı, istediğini alamadı. Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve İsrail ile ilişkiler kurulsa da yeni Ortadoğu denkleminde söz sahibi olunamadı. Hamas-İsrail çatışması bir nevi iktidarın imdadına yetişti. Saray rejimi yeniden Gazze üzerinden rol kesmeye başladı ancak bunda da başarılı olamadı. Suriye, Irak ve Libya’daki fiili pozisyonunun korunmasından öteye geçilemiyor.

ABD’nin bölgesel stratejisi Türkiye’nin Mısır’dan Libya ve İsrail’e ilişkileri yeniden tesis etmek gerekiyor. Erdoğan’ın 14 Şubat’ta Mısır’a gidecek olması, Hakan Fidan’ın Libya açıklaması, bakanların Ortadoğu turları hepsi yeni yönelime, üstlenilmeye çalışılan rollerle ilintili. 

15 GÜNDE DEVRİ ALEM

Saray rejiminin bakan ve yetkililerinin son 15 gündeki diplomasi trafiğine bakalım.

6 Şubat: Güler-Gürak Bağdat’ta: Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak Bağdat’a gitti. Görüşmelerde Ankara’nın Bağdat ile ilişkileri, Ortadoğu’daki gelişmeler ele alındı.

7 Şubat: Güler ve Gürak Erbil’de: Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak Bağdat’ın ardından Erbil’e gitti. Güler ve beraberindeki heyet, IKBY Bölge Başkanı Neçirvan Barzani, Başkan Mesud Barzani ve Başbakan Mesrur Barzani de ile bir araya geldi.

7 Şubat: Hakan Fidan Libya’da: Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Libya’ya gitti. Fidan, "Bingazi'deki Başkonsolosluğumuzu tekrar açma kararı aldık, onu yakın zamanda açacağız” dedi.

28 Ocak: İbrahim Kalın Erbil’de: MİT Başkanı İbrahim Kalın Erbil’e gitti. Kalın, KDP Başkanı Mesut Barzani, Başbakan Mesrur Barzani ve Türkmen liderlere Ankara’nın pozisyonunu dayattı.

23 Ocak: İbrahim Kalın Bağdat’ta: Kalın, 23 Ocak’ta Bağdat'ta Irak Cumhurbaşkanı Abdullatif Reşid ve Başbakan Muhammed Şiya el Sudani’nin yanı sıra Sünni, Şii ve Türkmen temsilcileriyle görüştü.

ÇİZİLEN YENİ KOORDİNATLAR

Saray rejimi mayıs seçimleri sonrasında girdiği yeni yönelimde istikametini belirledi. İbrahim Kalın-Hakan Fidan ikilisi öncülüğünde Saray rejimi Türkiye’nin koordinatlarını Batı’da yeniden konumlandırmaya çalışıyor. İbrahim Kalın’ın 10 Ocak’ta MİT’teki konuşması, iktidarın İsveç’in NATO üyeliğine onay vermesi, ABD ile ilişkiler dış politik koordinatlara dair açık işaretler.

Yeni dönemi dizayn etmeye çalışan rejimin Batı’cı/NATO’cu isimleri İbrahim Kalın ve Hakan Fidan tekrar ABD ile ilişki kurdu. İsveç onayı ve F16 savaş uçakları kararları bunun ilk sonuçları oldu. Bu ilişki daha da ilerletilmeye çalışılıyor. Rusya ile ilişkiler koparılmadan Batı’nın yeni jandarmalığı üstlenilecek.

ORTADOĞU İÇERİYİ DE DİZAYN EDİYOR

Ortadoğu eksenli gelişmeler Türkiye iç siyasetini de etkiliyor. Türkiye’nin ABD/NATO karşısında yeniden konumlandırılması içerinin de, yani Türkiye’deki siyasetin de, yeniden tahkim edilmesine yol açıyor.

Yeni dizilişin izlerini 6’lı Masa ittifakındaki bileşenlerin yaşadığı savrulmadan ve Saray’ın dümenine doğru yönelmelerinden görmek olası. Muhalefet içerisinde iktidar olmak yerine “kim muhalefette birinci parti” olacak, “kim muhalefete liderlik yapacak” yarışı söz başladı. İYİ Parti’nin Saray’ın muhalefeti olmak için gösterdiği efor dikkatlerden kaçacak gibi değil.

Prof. Dr. Mustafa Türkeş de geçen hafta BirGün’de çıkan röportajında Ortadoğu’da yaşanan ve Türkiye’yi de etkileyen gelişmelere şu çarpıcı ifadelerle dikkat çekiyordu: “Liberaller ve İslamcılar yeni bir ittifak arayışında. Bu denklem içerisine Kürt bağlamı oturtulmaya çalışılıyor.”

BÖLGEDEKİ BASINÇ KÜRT SORUNUNU ETKİLİYOR

Ortadoğu’daki gelişmelerden en çok etkilenen kesim ise kuşkusuz ki Kürtler. Yemen’den Filistin’e, Lübnan’dan Suriye ve İran’a Ortadoğu’daki gelişmeler Kürt sorununu doğrudan etkiliyor. Kürt meselesi uluslararasılaştığı için bölge denkleminin kesişim kümesi.

Ortadoğu’daki bu hareketlilik yaşanırken Kürt siyasi hareketinin önde gelen aktörlerinden son dönemde gelen açıklamalar dikkat çekici. Leyla Zana’nın seçim arifesinde yeniden çözüm süreci açıklaması, Mustafa Karasu’nun konuşması olası yeni gelişmelerin habercisi. Bir takım görüşmelerin yapıldığı, sinyallerin gönderildiği ortada. Ortadoğu denkleminin merkezindeki Kürtler’in tavrı pek çok konuda belirleyici önemde. İstanbul seçimine ilişkin ortaya çıkan tablo, adaylık süreci bütünlüklü tablodan ayrı ele alınamaz.

Halkların, sınırların, hesapların iç içe geçtiği Ortadoğu coğrafyasında sorunlar, krizler, gerilimler siyam ikizleri misali birbirine bağlı.  

                                                          /././

CHP de DEM Parti de rahatladı (Nurcan Gökdemir)

Başak Demirtaş’ın İstanbul adaylığından çekilmesi hem CHP’nin hem de DEM Parti’nin elini rahatlattı. Yarın açıklanması beklenen İstanbul adayı için DEM Parti’de iki isim tartışılıyor: Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş ve İstanbul Milletvekili Celal Fırat.

Önce AKP yanlısı medya ve sosyal medyadaki trol hesaplardan dillendirildi, sonra da Başak Demirtaş’ın ağzından duyuldu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na adaylık konusu. Tüm siyaset bunu seçimlerde işine yarayacak şekilde değerlendirdi, medyaya çoğu örtülü mesajlar verildi.

Bu açıklama ile Ekrem İmamoğlu’nun 2019 seçimlerinde kendisine Belediye Başkanlığı kapısını açan Kürt seçmenin oylarından mahrum kalacağı umudu AKP’lileri sevindirdi. Bu adaylık her mecrada köpürtüldü, Kürt seçmenlere sıcak mesajlar verilmeye çalışıldı. Selahattin Demirtaş’a cezaevi yolunu açtığı tartışmasız olan “Seni başkan yaptırmayacağım” sözleri ve aradan geçen süreçte de AKP’nin lehine bir siyasi söylemi olmadığı unutturulmaya çalışılarak kirli bir propaganda sergilendi. “Başak Demirtaş kocasını cezaevinden çıkartmaya çalışıyor, Demirtaş AKP’ye karşı olmanın kendisine kaybettirdiğini fark etti” gibi söylemler parlamento içi siyasetin her cenahından dillendirildi.

ÖRTÜLÜ KALDI

DEM Parti ise Başak Demirtaş’ın resmi adaylık başvurusu olmamasına, tek taraflı irade beyanı olarak ortaya çıkmasına karşın adaylık açıklamasında tartışmaları körüklemeyecek bir söylem benimsedi. Yetkili kurulların belirlediği yol haritasına aykırı olan bu açıklamaya tepki göstermek bir yana Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan’ın ağzından “Resmi başvurusu yok ancak arkadaşımızın beyanı başvuru olarak kabul edilmiştir” denilerek, “Partisine meydan okuyor, kavga çıkacak” beklentilerine ket vuruldu. “İstiyorsa adayımız Başak Demirtaş’tır” da denilmeyerek bu dayatmaya karşı duruldu ve “Havuzdaki en güçlü adaylarımızdandır”  söylemiyle dengeli bir yaklaşım sergilendi. Oysa DEM Parti’de hem  “Kent uzlaşısı” anlayışı çerçevesinde CHP ile süren görüşmelere zarar verecek hem de parti içi disiplini ile ünlü bu partide dayatma olarak kabul edilen bu karara karşı büyük bir rahatsızlık meydana geldi. Buna karşın hem parti tüzel kişiliği hem Başak Demirtaş dolayısıyla da Selahattin Demirtaş tartışma konusu yapılmadı, tartışmak isteyenlere de yol verilmedi. Çünkü DEM Parti yöneticileri bu adaylık açıklamasının aslında bir mesaj niteliğinde olduğunun, Selahattin Demirtaş’ın kendisini ve dolayısıyla politik gücünü hatırlatmaya dönük bir girişim olduğunun farkındaydı.

Ağrı Milletvekili Sırrı Sakık’ın cezaevi ziyaretinden sonra yaptığı “DEM Parti kimsenin payandası değil” sözlerinin Demirtaş’a ait olduğu izlenimiyle yapılmaya başlanan yorumlar durumu kontrolden çıkarmaya başlarken DEM Parti’den Başak Demirtaş’ın aday olmadığı açıklaması geldi. Açıklamada, “Bu kararın tam bir uyum ve koordinasyon içinde alındığının” da altı çizildi.

Gelinen son aşamada İmamoğlu’nun yeniden başkanlığını tehdit eden düğümün çözülmesi elbette CHP’de büyük bir sevinç yarattı ama aynı rahatlık DEM Parti Genel Merkezi’nde de yaşandı. Başak Demirtaş’ın adaylıkta ısrarı durumunda farklı bir seçeneğe yönelmesi çok zor olan DEM Parti’nin eli rahatladı.

ADAY KİM?

Bu gelişmenin hemen ardından DEM Parti’nin daha önce aday gösterileceği açıklaması hatırlatılarak “Aday kim?”  sorusu sorulmaya başlandı. Baştan bu yana Genel Merkez’in gündeminde Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş ile İstanbul Milletvekili Celal Fırat’ın isimleri bulunuyor. Adaylığa en yakın isim olan Beştaş’ın siyasetin güçlü figürlerinden olmasına karşın İstanbul’a adaylığının simgesel anlam taşıyacağı ifade ediliyor. DEM Parti 9 Şubat’a kadar adayını kesinleştirecek.

MESAJ YERİNE ULAŞTI

Başak Demirtaş ismi etrafında gelişen adaylık tartışmaları ile Selahattin Demirtaş da hem gücünü test etti hem de bunu unutmamasını istediği çevrelere hatırlattı. Bu mesajın yerel seçimlerin ötesinde 2019 seçimlerine de bir gönderme olduğu yorumlarını da zaman test edecek.

TABAN UZLAŞISI ARAYIŞI

Kuşkusuz CHP’deki sevinç DEM Parti’den daha fazla, İYİ Parti desteğinden mahrum kalan İmamoğlu’nun seçimi kazanmasının riske girdiği kaygıları büyük ölçüde ortadan kalktı.

Demirtaş açıklamasından sonra aslında kesintiye uğramayan taban uzlaşısı stratejisi doğrultusunda çalışmalara devam ediliyor. CHP’nin İstanbul Adalar ve Esenyurt, Adana, Seyhan, Mersin Akdeniz ve Toroslar, Konya Cihanbeyli’de aday belirlerken DEM Parti seçmeninin “ikna olacağı” isimleri tercih etmesi, belediye meclislerinde de bu partiden isimlerin seçilmesinin sağlanması yönündeki temel stratejiden geri adım atmadan çalışmaların sürdüğü bildiriliyor.

YRP’NİN ELİ GÜÇLENDİ

Bu iki parti dışında bu süreçten karlı çıkan bir parti daha var: Yeniden Refah Partisi. AKP ile pazarlığı sürdüren Fatih Erbakan, bu karardan sonra AKP için vazgeçilmez partner olma niteliğini daha da pekiştirdi.

∗∗

BİLGİMİZ DAHİLİNDE

Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday olmayacağını açıkladı. Bu kararın ardından ilk tepki DEM parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli'den geldi. Temelli, ‘‘Sayın Başak Demirtaş’ın adaylık sürecindeki açıklamaları nasıl ki bize güç verdiyse bu açıklaması da güç katmıştır. 31 Mart seçimlerinden güçlenerek çıkacağız. DEM Parti’nin güçlenmesi bu ülkede demokrasinin güçlenmesidir. Başta kayyumlardan kurtulmak ve Türkiye’nin her yerinde yerel yönetimlerde söz sahibi olmak istiyoruz. Bunun mücadelesini Başak Hanım ile de Selahattin Başkan ile de vermeye devam ediyoruz." İfadelerini kullandı. İstanbul için gösterilecek adayı 2 gün içinde duyuracaklarını da belirten Temelli, "9 Şubat’ta açıklamayı düşünüyoruz, bu konudaki çalışmalar yoğun bir şekilde sürdürülüyor" dedi. Öte yandan DEM Parti Milletvekili Mehmet Rüştü Tiryaki Başak Demirtaş’ın adaylıktan çekilmesinin ardından eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın ilk mesajını iletti. Tiryaki’nin aktardığına göre Demirtaş’ın ifadeleri şöyle: "Başak hanımın adaylık açıklaması partimize güç vermek içindi, geri çekilme açıklaması da partimizin bilgisi dâhilinde. Bütün bu süreçler birlikte yürütülmüştür halkımız bilsin, halkımız bize güvensin ne yaptığımızı biliyoruz."

                                                               /././

Demografik deprem şiddetleniyor (Ozan Gündoğdu)

Demografik depreme hazır mıyız başlığını taşıyan 18 Ocak 2024 tarihinde BirGün Gazetesi’nde yayımlanan yazıda, 65 yaş üzeri nüfusun toplam nüfus içindeki payının dramatik biçimde nasıl arttığını verilerle ortaya koymuş, bu gelişmeye uyum sağlanmazsa, yaşlı nüfusun yakın gelecekte barınma, sağlığa erişim ve emeklilik geliri gibi sorunlarının artacağını söylemiştik. Türkiye demografisi yaşlanıyordu. Toplumsal düzenimiz bu gelişmeye hazırlanmıyordu.

Fakat 6 Şubat’ta TÜİK’in yayımlandığı “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt İstatistikleri” demografik depremin daha da sertleştiğini ortaya koydu. Buna göre nüfus artış hızı cumhuriyet tarihinde görülmemiş seviyede geriledi. Daha yavaş çoğaldığımız herhangi bir yıl olmamıştı. 2000’li yıllar boyunca yıllık nüfus artış hızı binde 12’nin altına inmeyen Türkiye’de bu oran ilk kez pandeminin ilk yılı olan 2020’de sert bir düşüş kaydederek binde 5,5’e düşmüştü. Bunu doğal karşılamak gerekir zira pandeminin geride kaldığı 2021’de tekrar binde 12,7’lik nüfus artış hızını yakalamıştık. Fakat Türkiye’ye her ne olduysa, 2022’de nüfus artış hızı binde 7’ye düştü.

Ve 6 Şubat’ta öğrendik ki 2023’te nüfus artış hızı inanılması zor bir düşüş yaşayarak binde 1,1’e geriledi. Pandemide bile nüfusumuz 2023’ten 5 kat daha hızlı artmıştı.  Bu cumhuriyet tarihinde daha önce gördüğümüz bir şey değildir. Her ne yaşıyorsak, bu bir sonuç ve bu sonucun nedenlerini ilk kez deneyimliyoruz. Demografik değişimin ne kadar sarsıcı olduğunu vurgulamak adına ifade edelim; 2000’li yıllar boyunca, nüfusumuz her yıl ortalama 759 bin arttı. 2023’te ise nüfus artışımız sadece 92 binde kaldı.

SONSUZA DEK ARTAR MI?

TÜİK’in “Nüfus Projeksiyonları” başlığında son derece enteresan bir çalışması var. Bu çalışmaya göre, Türkiye nüfusunun tepe noktası 107 milyon. Geçmiş istatistiklerden yola çıkarak yapılan çalışmaya göre 2070 yılına dek nüfusumuz artmaya devam edecek ve 2070’te 107 milyona ulaşacağız. Fakat bu tarihten itibaren, nüfusumuz yavaş yavaş azalmaya başlayacak. Elbette bunlar sadece tahmin.

TÜİK’in bu çalışması 2018’de yayımlanmıştı. Buna göre Türkiye nüfusunun 2023’te 86,9 milyona çıkması bekleniyordu. Gördük ki, tahminler tutmadı, 85,4 milyon kişiyiz. İstanbul nüfusunun 2023’te 16,3 milyon olması tahmin ediliyordu. O da tutmadı, İstanbul nüfusu artmak bir yana azalıyor. Dolayısıyla TÜİK’in 2070 için öngördüğü nüfusun tepe noktası, çok daha yakın zamanda gerçekleşebilir. 107 milyonluk nüfusu da hiç görmeyebiliriz.

NEDEN ÇOĞALMIYORUZ?

Nüfus artış hızımız neden düşüyor? Bu soruya esaslı bir yanıt akademi çevreleri tarafından saha araştırmalarından süzülerek verilmeli. Fakat biz eğilimi tespit edebiliriz. Nüfus artış hızındaki azalma 2023’e özel değil. 2022’de de nüfusumuz binde 7 ile ortalamanın çok altında artmıştı. 2023’te bu yavaşlama izaha muhtaç biçimde sertleşerek binde 1,1’e geriledi. O halde son 2 yıla odaklanmakta fayda var.

Bu tip demografik şokların arka planında tek bir neden olmak zorunda değil. Bir kere 6 Şubat Depremleri’nin etkisi göz ardı edilemez. Ölü sayısının 53 bin olmadığı ortada. Bunun yanı sıra son 2 yılda ciddi büyüklükte bir dış göç yaşanmış olabilir. Bunu “Göç İstatistikleri” yayımlandığında öğrenebileceğiz. Ama bu demografik şoku sadece bu ceberrut düzenden kaçarak ülkeyi terk edenlere bağlamak zor. Türkiye’den yurtdışına göç eden Türk vatandaşlarının sayısında dramatik bir artış olduğu doğru ama bu artış hiçbir zaman nüfus artış hızını durduracak büyüklükte olmadı. Örneğin, 2022 yılında 139 bin Türk vatandaşı yurtdışına göç etmiş, buna karşın 94 bin vatandaş da dışarıdan yurda gelmiş. Göç edenler, 85 milyonluk ülkenin demografisi için önemli ama demografik şoku açıklayacak kadar büyük değil. 2023 göç verilerini ise henüz bilmiyoruz.

ENFLASYON ETKİLİYOR

Türkiye’nin nüfus artış hızının özellikle son 2 yılda sert şekilde düşmesi akla son 2 yılda çığrından çıkan enflasyonu getiriyor. Bu koşullarda çocuksuz bir ailenin çocuk yapmaya kalkmasının ya da tek çocuklu bir ailenin 2’nci çocuğa niyetlenmesinin önündeki en büyük endişe kaynağı enflasyon. Hele ki, yanlış bir biçimde “orta sınıf” diye nitelenen, kentli, ücretli, meslek sahibi kesimler için çocuk eskisinden çok daha masraflı bir çaba. Bir kere devlet eğitimindeki ideolojik dayatma nedeniyle çocuklarını özel okullara gönderme eğilimindeler. 2013’te ilk ve ortaöğretimde özel okula giden öğrenci sayısı 470 binken, 2023’te bu sayı 1 milyon 145 bine çıkmış durumda. Çocuk yapmadan önce, nerede eğitim aldırırım diye düşünen “orta sınıf” aileler, enflasyon karşısında çocuk yapma hayallerini yeniden gözden geçiriyorlar., ablaya kardeş istemek ise cesaret işi… Zira evlenme yaşı da büyüyor. Genç işsizliği de hesaba katarsak, aileler, dünyaya getireceği bir çocuğun bakımını en azından 25-30 yıl üstlenmek zorunda. Yani çocuk büyütmek eskisinden kat be kat daha masraflı hale geldi.

Sadece çocuk yapmak değil, evlenmek de cesaret işi. Nitekim evlilik yaşı büyüdüğü gibi, bekar yaşayan hanelerin sayısında da artışlar gözleniyor. Sonuç, 15 yıl önce Türkiye’nin ortalama hane büyüklüğü 4,0 iken, 2023’te bu sayı 3,1’e düşüyor. Ortalamadan hareket ederek söylenebilir ki, artık tek çocuklu 3 kişilik aileler çoğalıyor. Abilik, ablalık istisna olmaya başlıyor.

Türkiye toplumu, yıkıcı Erdoğan düzenine adapte olmak adına türlü reaksiyonlar gösteriyor. Geleceksizlik ve güvencesizlik halkın en önemli endişe kaynağı. En temel hakların, barınmanın, eğitimin, sağlığın tasfiyesi geleceğe dönük karamsar bir tablo oluşturuyor. Çocuk yapmak geleceğe umutla bakabilen toplumların becerebileceği bir iş değil midir? Böyle bir Türkiye’ye çocuk getirmek istemeyen, Gallup araştırmasına göre dünyanın en mutsuz 2’nci toplumu, elbette çoğalmıyor. Demografik deprem şiddetleniyor.

                                                          /././


Türkiye’yi sandığa sığdırmak mümkün mü?(Yaşar Aydın)

Saray rejimi adım adım yeni bir ülke inşa ederken Meclis muhalefeti ise seçim ve ittifak tartışmalarına boğuldu. Ülkeyi son 10 yılda 10 kez seçime götüren Cumhurbaşkanı Erdoğan her defasında bir yolunu bulup muhalefete “cambaza bak” oyununu yutturmayı başarıyor.

Şöyle bir sıralayalım. 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı, 24 Haziran 2018, 14 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim, 28 Mayıs 2023 cumhurbaşkanlığı ikinci tur, 7 Haziran 2015, 1 Kasım 2015 genel seçim, 30 Mart 2014, 30 Mart 2019 yerel seçim, 16 Nisan 2017 referandum. Bu yıl 31 Mart tarihinde yapılacak yerel seçimle son 10 yılda Türkiye genelinde tam 10 seçim yaşanmış olacak. İstanbul için bu rakam tekrar eden seçimle 11 oldu.

Her yıla ortalama bir seçim düşmesi iktidara, memleketin acil sorunlarının ötelendiği, gerçek gündemlerle yerine yapay ayrışmalarla kimlik ve kültür üzerinden halkı konsolide etmeye çok uygun bir zemin sundu. İktidar dilediği gibi top çevirdi.

ADIM ADIM İNŞA

AKP-Cemaat kavgasının doruğa çıktığı 17-25 Aralık operasyonunun hemen birkaç ay sonrasında yapılan 30 Mart 2014’den bu yana her seçim, içinde yaşadığımız rejimin kurulmasında ve tahkim edilmesinde önemli bir rol oynadı. Bir anlamda ülke seçimlerle dizayn edildi. Bu yıl 100. Yılı kutlanan Cumhuriyet, geçmişin toptan reddiyesi üzerinden Erdoğan iktidarıyla yeniden kuruldu. Demokrasi ve demokratik mücadele sandıkla ölçülen bir noktaya itildi. Muhalefet ve toplum buna alıştırıldı. İktidar meşruiyetini sadece sandıktan alırken muhalefet de değişim umudunu seçimler üzerinden tarif etti. Sandık ve seçim dışında siyasi mücadele her iki kesim tarafından kriminalize edildi. Bildiğimiz bir hikaye ve her hikaye gibi bunun da bir sonu olmak durumundaydı.

14-28 Mayıs 2023 seçimleri iktidar için bir dönemin bittiği yeni bir dönemin başladığı tarih olarak işaretlendi. Artık yeni bir cumhuriyet tanımına geçilmişti. Anayasa’nın sembolik olarak varlığını sürdürdüğü, Meclis’in anlamını yitirdiği, dinin ayrı biçimde kendini hissettirdiği yeni dönem başlamıştı. Bu yeni dönemin asli figürleri de değişecekti. Sokaktan, parti bürolarından çıkan siyasetçiler yerine Hakan Fidan ve İbrahim Kalın gibi isimler ülkenin geleceğinde söz sahibi olacaktı.

Kabinenin ana direkleri bile buna göre belirlendi. İçişleri ve ekonomi bakanlıkları işlevini tamamlamış ve artık ayak bağı olmaya başlayan isimlerden alınıp yeni döneme uygun figürlere bırakıldı. MİT ve Dış İşleri Bakanlığı birer strateji merkezi gibi çalışıp hem içeriyi hem de dışarıyı Batılı dostlarıyla işbirliği halinde düzenlemeye hız verdi.

28 Mayıs seçimi iktidar için kurumların (bunlara partiler dahil) anlamını yitirdiği, anayasa ve uluslararası sözleşmenin işlevsiz hale getirildiği, seçimlerin bir gösteriye dönüştüğü, hadi adını koyalım, totaliter, baskıcı bir ülke haline gelmesi için eşiğin atlandığı tarih oldu.

MUHALEFETİN GÖRMEDİĞİ

Türkiye yeni bir seçimin eşiğinde. Yine çokça ittifak ve aday konuşuluyor. Rejimin yönelimi, buna engel olmak için yapılması gerekenler ve tabi halkın talepleri, beklentileri yine gündemde yok.

Görünen şu ki sağ muhalefet rejimin gidişini gördü, kabullendi ve buna göre pozisyon aldı. Bu rejim içinde etkili bir role talip oldu.

Kürt siyaseti ülkede ve bölgede yaşanan gelişmeleri sezdi, kendine yeni bir yer açmaya çalışıyor. Şimdilik kafası net değil.

Burada en ilginç durumda olan sol-sosyal demokrat cenah. CHP dahil önemli bir bölümü çok normal bir ülkede siyaset yapar gibi bir hal içindeler. Parti içi dengeler bazen tüm bu hayatın üzerine çıkıyor. Dil kekeme, el çok titrek kalıyor. Rejime cepheden karşı çıkabilecek söylemden çok uzak.

Sosyalist solun önemli bölümü de bu gürültü içinde kayboldu. Sanki seçimler tek çıkış yoluymuş gibi davranıp bir ilçenin, ilin kazanılmasının ya da çok oy almanın peşine takıldılar. Tek başına Hatay ve Dersim’de yaşanan ittifak tartışmaları bile yaşanan durumun tuhaflığını göstermeye yeter.  Muhalefet, yerel seçimleri rejimin inşasında bir ara durak olarak kabul ederse, çubuğu rejime ve rejimin yarattığı tahribata bükerse hem seçim sürecini hem sonrasını çok daha güçlü karşılayabilir.

BEREKET YURTTAŞ VAR

Erdoğan, Kalın, Fidan, Bahçeli de biliyor ki onlar için en büyük engel rejim inşasına başladıkları ilk günden itibaren karşı duran halkın varlığı. Orayı çözemediler, ikna edemediler. Sürekli kendini yeni formlarla (Gezi’den Cumhuriyet kutlamalarına kadar) ifade etmeye çalıştı. Tehlikenin farkında olduklarını hissettirdi.

Halkın önemli bölümünde egemen olan bu duygu ve fikir örgütlü bir mücadeleye dönüşürse çok da uzun olmayan bir vadede iki önemli sonuç üretebilir. 

Birincisi iktidar cephesinde var olan çelişkileri derinleştirir, çatlağı büyütür, zayıflatır. İkincisi ise başka türlü bir hayatın ve ülkenin varlığı çok daha güçlü hissedilir.

Kısacası muhalefet Hatay’a bakıp karar verecek. Ya birbirine benzeyenlerden en az kötüsünü tercih edip iktidarın iklimine su taşıyacak ya da orada yaşanan büyük dayanışmayla ayakta kalkmaya çalışanlara eşlik edecek.

(BİRGÜN)


"Ben ona derdimi anlatıyorum, o bana parmak sallıyor!" - Mustafa Durmuş / T24

 

Erdoğan'ın son açıklaması karşısında merkezi yönetime biat etmek değil, merkezi yönetimden daha fazla idari ve mali özerklik talep etmek halkın sorunlarının çözümü ile ilgili en doğru iş olacaktır. Eğer belediyeler bu tür bir özerkliğe sahip bulunsalardı muhtemelen son depremlerin neden olduğu insani ve ekonomik kayıplar daha az olacaktı

İktidar tarafından "Asrın felaketi" olarak adlandırılan Kahramanmaraş merkezli depremlerin üzerinden tam bir yıl geçti. Resmi açıklamalara göre 50 binin üzerinde can kaybı söz konusu. Gayri resmi açıklamalarda ise gerçek sayının bunun birkaç katı olduğu ileri sürülüyor.

Depremin neden olduğu ekonomik yıkımın maliyetinin ise 110 milyar dolar olduğu ve şu ana kadar 30 milyar dolarlık (950 milyar TL) bir harcama yapıldığı tahmin ediliyor. Bu yıl da kabaca 30 milyar dolara denk düşen 1 trilyon 28 milyar liralık bir harcama daha yapılacak. (1)

Sadece yüzde 8

Siyasi iktidarın deprem sonrası hasar görmüş olan kentlerin yeniden ayağa kaldırılması, hayatın normale döndürülmesi doğrultusunda 319 binini bir yıl içinde teslim etmek kaydıyla 650 bin konutun yapılacağı yönündeki beyanları ise gerçekleşmedi.

Zira aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, depremden bu yana TOKİ tarafından ihalesi yapılmış konut miktarı toplamda 108.936 adet. Bu ihalelerin toplam bedeli yaklaşık 204 milyar TL. Bunlardan bir kısmının inşasına henüz hiç başlanmadı. Bunlardan yüzde 70'i tamamlanmış olan, yani kısa vadede bitirilip teslim edilebilecek konut miktarı 25.119 adet. Bu, hedeflenenin sadece yüzde 8'i demek oluyor. (2)

Hatay: Depremin ilk üç gününde devletin gözükmediği "garip" kent

Depremden en büyük ekonomik zararı gören il Hatay oldu zira bu ilde ağır hasarlı ve kullanılamaz hale gelen, yıkılacak olan konut sayısı yaklaşık 259 bin.

Bu gerçeğe rağmen, Erdoğan, 6 Şubat depremlerinin birinci yıldönümü nedeniyle gittiği Hatay'da yaptığı konuşmada Hataylılara adeta gözdağı vererek, "Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay'a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı" diye konuştu. (3) Bu ifadeler bize halk arasında yaygın bir deyiş olan, "ben ona derdimi anlatıyorum o bana parmak sallıyor" sözünü anımsatıyor.(https://www.youtube.com/watch?v=_PIzPxbt_FM)

Sorunlar devam ediyor

Erdoğan'ın bu itiraf gibi konuşmasını TMMOB İnşaat Mühendisleri Odasının 6 Şubat depremlerinin birinci yılına dair açıklamasındaki şu tespitlerle birlikte değerlendirmekte yarar var:

"Afet sonrası arama-kurtarma, yardım ulaştırma, beslenme ve acil barınma ihtiyaçlarını karşılama çalışmalarında kamu gücünün sınıfta kaldığı, geçmiş depremlerden ders alınmadığı tüm kamuoyunun malumudur. Yurttaşlarımızın dayanışma bilinci ve gönüllü çalışmalarının büyük katkısıyla depremin ilk elden yaralarının sarılması konusunda eksiklikler giderilmeye çalışılmış olsa da afete müdahalenin devamındaki aşamalarında da kriz yönetilememiştir. Geçici yerleşim alanlarının kurulması, enkaz kaldırma işlemleri, ulaşım, elektrik, su, kanalizasyon, haberleşme gibi altyapı hizmetleri, depremin üzerinden aylar geçmesine rağmen sağlanamamıştır. Depremlerin 1. yılını geride bırakırken depremin en çok etkilediği Antakya başta olmak üzere deprem bölgesinde barınma, beslenme, sağlık, hijyen, içme suyu, eğitim gibi en temel insani ihtiyaçlara yönelik sorunlar hala devam etmektedir. Yıkılmayı bekleyen ağır hasarlı yapılar insan hayatını tehlikeye sokmaya devam ederken, kontrolsüz bir şekilde yürütülen enkaz kaldırma işlemleri çevreye ve insan sağlığına zararlar vermekte, enkaz toplama alanları ise içme suyu kaynaklarını kirletmesi bakımından ciddi riskler oluşturmaktadır". (4)

Halkına yabancı siyasal iktidar

Kısaca, depremin ardından koca bir yıl geçmiş olmasına rağmen yaralar sarılmamış, acılar devam ediyor. Nitekim Hatay halkı bunu iktidar partisinin bir bakanını yuhalayarak protesto etti.

İktidar blokunun böyle büyük bir felaketin ortaya çıkmasındaki sorumluluğu ve deprem sonrasında, özellikle ilk üç gün, devletin hiç ortada olmadığı biliniyor. Buna rağmen, bilhassa da deprem çalışmalarında ayırımcılığa uğrayan "Hataylılara iktidar partilerine oy vermedikleri için kendilerine yardım elinin uzatılmadığının" açıkça ifade edilmesi, bir yandan yerel seçimler yaklaşırken iktidar blokunun oy devşirmek için her şeyi yapabileceğini, diğer yandan iktidar blokunun ülke halklarından nasıl koptuğunu, onlara nasıl yabancılaştığını gösteriyor.

Bu açıklama aynı zamanda ülkedeki yerel yönetimlerle merkezi yönetim arasındaki ilişkinin ne denli sorunlu olduğunu ve bu konuda mutlaka acilen bir şeyler yapılması gerektiğini de ortaya koyuyor.

Bu yüzyılda eli kolu bağlı yerel yönetimler olur mu?

Zira bırakın özellikle de böyle afetler sırasında daha hızlı ve etkin önlemler alınmasını sağlayabilecek idari özerkliği, yerel yönetimlerin mali özerklikleri bile söz konusu değil. Gelir kaynaklarının çok büyük bir kısmı merkezi yönetimden sağlanıyor. İktidar da bunu bildiğinden bunu bir tehdit ya da şantaj aracı olarak kullanıyor.

Bu bağlamda Türkiye'de yerel yönetimlerin (ağırlıklı olarak belediyelerin) gelir kaynaklarını masaya yatırmakta yarar var.

Üç temel gelir kaynağı

Türkiye'de yerel yönetimleri oluşturan birimlerin gelirlerini üç temel kaynak üzerinden değerlendirmek mümkündür. Bunlar; vergi ve vergi benzeri gelirler (diğer bir ifadeyle öz gelirler), yerel yönetim idarelerinin merkezi idareden aldığı paylar ve yerel yönetimlere merkezi yönetim tarafından yapılan mali transferler, olarak özetlenebilir.

Sınırlı kaynağa sahip yetkisiz belediyeler

Aşağıda da gösterildiği üzere, Türkiye'de yerel yönetimlerin öz gelirleri oldukça sınırlıdır. Üstelik bu gelirleri arttırmak yerel yönetimlerin yetkisi dâhilinde de değildir.

Yerel yönetimlerin öz gelirlerini oluşturan vergi, vergi benzeri ve diğer gelirlerin oranları, payları ve bunları belirleme yetkisi kanuni çerçevede düzenlenmiş olmasına rağmen oldukça sınırlı bir şekilde yetkilendirme söz konusudur. Bu nedenlerden dolayı, Türkiye'de yerel yönetimlerin en önemli gelir kaynakları öz gelirlerinden ziyade merkezi idare tarafından yapılan transferlerden meydana geliyor. Yerel yönetimlerin transfer gelirlerini oluşturan bu paylar, genel bütçe vergi gelirleri üzerinden yerel yönetimlere aktarılan paylar, merkezi idare bünyesinden ve diğer idarelerden alınan bağış ve yardımlar ve proje karşılığı alınan bağış ve yardımlardan oluşuyor. (5)

Belediyelerin vergi gelirleri ağırlıkla emlak vergisinden

Bunlardan, Emlak Vergisi, Arsa Vergisi, İlan ve Reklam Vergisi, Eğlence Vergisi, Haberleşme Vergisi, Elektrik ve Havagazı Tüketim Vergisi, Yangın Sigorta Vergisi ve Çevre Temizlik Vergisi gibi yerel vergiler, yerel harçlar, harcamalara katılma payları, ücrete tabi işlerden sağlanan gelirler, taşınmazlardan elde edilen gelirler ve iştirak gelirleri yerel yönetimlerin en önemli öz gelir kaynaklarını yaratıyor. Bina ve arsalardan alınan emlak vergisi ise belediye vergi gelirlerinin ortalama yüzde 60'ını oluşturuyor.

Belediyelere Genel Bütçeden yüzde 6 pay ve Hazine yardımı

Ayrıca, büyükşehir belediyelerine, belediyelere ve il özel idarelerine 2380 sayılı Kanunla belirlenen oranlarda genel bütçe gelirlerinden pay ayrılıyor. Buna göre, Türkiye genelinde toplanan genel bütçe vergi gelirlerinden il, ilçe ve belde belediyelerine yüzde 6, il özel idarelerine ise yüzde 1.12 oranında pay veriliyor.

Son olarak, her yıl bütçe kanunlarında yer alan belediyelere yardım koduna konulan ödenekten Hazine ve Maliye Bakanı tarafından, ihtiyacı olan belediyelere yardım yapılabiliyor.

Belediyelerin bütçesi merkezi devlet bütçesinin sadece yüzde 15'i kadar

Öncelikle, Türkiye'de belediyelerin toplam bütçelerinin göreli olarak küçüklüğü yerel yönetim birimi olarak kamusal hizmetlerin verilmesinde en önemli engeli oluşturuyor.

Bir örnek vermek gerekirse, 2022 yılında merkezi yönetim bütçesinin (ek bütçe dâhil) giderleri 3 trilyon 133 milyar 658 milyon TL iken, ülkedeki toplam 213 belediye ve bağlı idarenin bütçe toplamı 486 milyar 238 milyon 813 bin TL idi. Bu yüzde 15,5'lik bir paya denk düşüyor. Aynı yıl faiz harcamaları için merkezi yönetim bütçesinden ayrılan ödenek ise yaklaşık 330 milyar TL idi. Keza 2023 yılındaki fon paylarına bakıldığında, Savunma Sanayi Destekleme Fonu'na 90,4 milyar TL ayrılırken, Büyükşehir Belediyeleri ve İl Özel İdarelerine ayrılan toplam pay 420 milyon TL ile sınırlı kaldı. (6)

Sadece bu veriler bile ülkedeki iktidarın siyasal tercihlerini ve bu bağlamda belediyelerin elinin kolunun nasıl bağlandığını göstermeye yeterlidir.

Belediye gelirlerinde aslan payı merkezi yönetimden yapılan transferlere ait

İkinci olarak, 2008-2014 dönemini kapsayan bir araştırma belediyelerin öz gelirlerinin toplam gelirleri içindeki payının ortalama yüzde 48 olduğunu ve bu payın yıllar itibarıyla giderek azaldığını ortaya koyuyor. Karaaslan ise bu payın yüzde 41 olduğunu ileri sürüyor. (7)

Anayasanın amir hükmüne rağmen

Görüldüğü gibi, Anayasa'nın 127'nci maddesi uyarınca, "belediyelere görevleriyle orantılı gelir kaynakları sağlanması gerekirken" bu görev yerine getirilmiyor ve belediyeler yerel halka sunmak durumunda oldukları hizmetleri yerine getirmek için yeterli öz gelir kaynaklarından mahrum bırakılıyorlar.

Keza daha önce de vurgulandığı gibi, belediyelerin kendi yerel vergi ve harç tarifelerini düzenleme konusunda yetkileri yok. Bu konudaki yetki son düzenlemelerle tamamen merkezi yönetime verilmiş durumda. Hatta 5 Aralık 2019 yılında yürürlüğe giren ve özünde yerel vergiler olan Konaklama Vergisi ve Değerli Konut Vergisinin gelirlerinden belediyeler pay dahi alamıyorlar.(8)

Kayyımlar

Ayrıca yukarıdan aşağıya tekçi, despotik devlet yapılanması nedeniyle, belediyeler kendilerini ilgilendiren yasal düzenlemeler konusunda önceden bilgilendirilmiyorlar, çok önemli konularda dahi fikirleri yeterince alınmıyor.

Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı illerin ve ilçelerin neredeyse tamamında seçilmiş belediye başkanlıklarının yerine kayyımların atanması ve İstanbul gibi 20 milyon nüfuslu bir mega kentin belediyesinin, sırf muhalefetin eline geçmiş olması nedeniyle, her türden engellemeye maruz bırakılması, ülkedeki yerel yönetimlerin gelir sağlama dışında da çok ciddi politik baskılara maruz kaldığını gösteriyor.

Kaynak sağlama biçimi merkeze bağımlılığı artırıyor

Türkiye'de belediyelerin asıl gelir kaynağını merkezi yönetim bütçesinden sağlanan transferler oluşturuyor. Bu da doğallıkla belediyeleri merkezi iktidara sadece ekonomik-mali değil, politik olarak da bağımlı kılıyor.

Bu yüzden de Erdoğan'ın son açıklaması karşısında merkezi yönetime biat etmek değil, merkezi yönetimden daha fazla idari ve mali özerklik talep etmek halkın sorunlarının çözümü ile ilgili en doğru iş olacaktır. Eğer belediyeler bu tür bir özerkliğe sahip bulunsalardı muhtemelen son depremlerin neden olduğu insani ve ekonomik kayıplar daha az olacaktı.

Sonuç olarak

Alternatif bir halkçı belediyecilik anlayışının hayata geçirilmesi gerekiyor. Bunun için de öncelikli olarak yerel yönetimlerin idari ve mali açıdan tam ya da kısmen özerk kılınması lazım.

Bu bağlamda, Birleşik Krallık'ta beş belediyenin mali açıdan iflaslarını açıklarken, özerkliğe sahip Almanya ve İtalya'daki başarılı belediyecilik uygulamaları son derece çarpıcı örnekler oluşturuyor. (9)

Kuşkusuz, belediye öz gelirlerinin de artırılması gerekiyor. Bu bağlamda; mevcut gelirlerin iyileştirilmesi, yeni gelir kaynakların yaratılması ve bu gelirlerin, kamusal/yerel hizmetlerin sunumu sırasında harcanırken etkin ve verimli bir biçimde kullanılması gerekiyor.

Ancak, Türkiye'de mevcut gelir kaynaklarının artırılmasında en önemli sorun yerelin vergilendirme yetkisinden yoksun olmasıdır. Ayrıca belediyeler borçlanma da serbestliğine de sahip değiller.

Diğer taraftan, 2462 sayılı Belediyeler Kanunu çerçevesinde, belediye gelirleri arasında birçok verginin ve harcın olduğu ileri sürülebilirse de, tutar açısından bu gelir kaynaklarının nispi önemi düşüktür. Ayrıca maktu vergi ve harç tarifeleri güncel değildir. Örnek olarak, Çevre ve Temizlik Vergisi gibi belediyelerde doğrudan doğruya hizmet karşılığı alınan bir verginin belediye vergi gelirleri içerisindeki payı yalnızca yüzde 3,7'dir. Oysa belediyeler açısından sürdürülebilir bir çevrenin inşası ve çevreye duyarlı bir kent ortamı için en gerekli ve doğrudan bu amaçla ilgili olan kaynak bu vergidir. (10)

Yeni gelir kaynaklarının yaratılması anlamında, şu anda merkezi yönetim tarafından toplanan Motorlu Taşıtlar Vergisi ve Konaklama vergisi gibi, özellikle de çevre kirliliği gibi olumsuz etkileri daha çok yerelde hissedilen faaliyetlerden alınan vergilerin tahsilatının yerele devredilmesi gerekir. Ya da gelirinin tamamı yerel yönetimlere bırakılacağı yeni bir rant vergisi çıkartılabilir.

Ayrıca Almanya'da olduğu gibi, gelir vergisi ve KDV gelirlerinden belli bir pay doğrudan yerel yönetimlere bırakılabilir. Nitekim Almanya'da bu paylaşılan vergi gelirleri belediyelerin gelirlerinin çok önemli bir bölümünü oluşturuyor. (11)

Tamamlayıcı olarak, Almanya, İtalya ve Japonya "bölgesel eşitleme uygulaması" olarak bilinen bir uygulamaya benzer bir biçimde, vergi gelirleri sadece merkezden belediyelere değil, aynı zamanda farklı belediyeler arasında da yeniden bölüştürülebilir. (12)

Böylece yerelin toplum yararına yapılacak kamu yatırımlarının belirlenmesindeki payı artırılmış ve ekonomik demokrasinin hayata geçirilmesi de kolaylaştırılmış olur.

Nitekim Avrupa Birliği'nde toplam kamu yatırımlarının yaklaşık üçte ikisi bölgesel yönetimler ve yerel yönetimler üzerinden gerçekleştiriliyor. Böylece, bölgelerarası farklıkların kapatılmasında yerel yönetimler en az merkezi yönetim kadar önemli bir görev üstleniyor. (13)

Ancak açıktır ki halkçı belediyecilik uygulaması özünde bir demokrasi meselesidir. Ülkede, kısıtlı parlamenter demokrasiyi de aşan, yerinden ve doğrudan demokrasi mekanizmaları ile güçlendirilmiş bir devrimci demokrasiyi inşa etmeden, ne halkçı belediyeciliği hayata geçirmek ne de olası İstanbul depremi gibi depremlerin neden olabileceği kayıpları azaltabilmek mümkün olacaktır. Mart yerel yönetim seçimlerine bu gözle de bakılmasında ve en geniş demokratik seçim cephesinin oluşturulmasında büyük yarar var.

Mustafa Durmuş / T24


Dipnotlar:

(1) https://www.ekonomim.com/gundem/yuzyilin-felaketinin-1-yili-depremin-maliyeti-110-milyar-dolar-yapilan-harcama-30-milyar-dolar-haberi (6 Şubat 2024).

(2) TMMOB İnşaat Mühendisleri Odasının 6 Şubat Depremlerinin 1. yılına dair açıklaması, https://imo. org.tr (5 Şubat 2024).

(3) https://medyascope.tv/erdogan-hatayda-kimsenin-hakki-yerde-kalmayacak-kimse-magdur-olmayacak (3 Şubat 2024).

(4) TMMOB, agb.

(5) Aydın ve Geyik, 2016: 655'ten aktaran Murat Demir, Osman Geyik, "Yerel Yönetimlerin Gelir Kaynakları: Seçili AB Ülkeleri Türkiye Karşılaştırması", Siyasi, İdari ve Mali Yönleriyle Yerel Yönetimler (Türkiye Üzerine Bir İnceleme) (pp.293 -320), Çizgi Kitabevi (Aralık 2019) içinde, https://www.researchgate.net (5 Şubat 2024).

(6) 2023 Yılı Bütçe Gerekçesi ve Muhasebat Genel Müdürlüğü Verileri.

(7) Ülkü Arıkboğa, "Türkiye'de belediyelerin gelir yapısı: Sorunlar ve çözüm önerileri", Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Yıl: 2016, Cilt: 13, Sayı: 33, s. 287; Erkan Karaaslan, Tüm Yönleriyle Belediye Gelirleri, http://bekad.org (5 Şubat 2024).

(8) 7193 Sayılı Dijital Hizmet Vergisi İle Bazı Kanunlarda ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun (5 Aralık 2019), https://www.resmigazete.gov.tr (6 Şubat 2024).

(9) https://theconversation.com/four-reforms-to-stop-english-councils-from-going-bankrupt (1 February 2024).

(10) Erdal Eroğlu, "Belediye Gelirlerinin Yapısının ve Gelir Artırımı Konusunda Yapısal Kısıtların Değerlendirilmesi", Maliye Çalışmaları Dergisi, https://dergipark.org.tr/tr/pub/jpfs/issue (22 Ocak 2021).

(11) Kevin Muldoon-Smith, Cameron Forbes, Jonathan Pearson and Mark Sandford, A system wide perspective of local government finance in Germany, Lgiu's Local Democracy Research Center (July 2023), s. 16.

(12) https://theconversation.com/four-reforms-to-stop-english-councils-from-going-bankrupt (1 February 2024)

(13) Andersson, 2014: 3'dan aktaran M. Demir et al.



7 Şubat 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI - 7 ŞUBAT 2024 -

 


Erdoğan umutlu ama tedirgin (Berkant Gültekin)

2024 yerel seçimleri, uzun bir aradan sonra muhalefetin ittifak ya da işbirliği yapmaksızın gireceği ilk seçim olacak. Ülkede ittifaklar dönemi genel anlamda bitmese de muhalefet açısından bu konjonktürde son buldu. En azından 31 Mart seçimlerinde en kritik büyükşehirler için bu kesin.

Yaklaşan yerel seçimler büyük oranda İstanbul’daki sonuç üzerinden anlam kazanacak. İstanbul’u kazanan, yerel seçimin galibi olarak kabul edilecek. İktidarın da kente özel bir anlam yüklediği ortada. Muhalefetteki ayrışmanın, İstanbul’u 2019 öncesi pozisyonuna döndürme açısından Saray rejimine önemli bir fırsat sunduğu yadsınamaz.

2017’deki anayasa değişikliği referandumundan bu yana “hayır” diyen muhalefet cephesine üstün gelemeyen Erdoğan’ın, yeni dizilimde istediği denklemi bulması, kazanma umudunu artırdı. 2019’da birlikte hareket ederek İstanbul’u Saray’ın kontrolünden çıkaran muhalefet, bu seçimde ayrı adaylarla seçime girme politikası belirleyerek Cumhur İttifakı’nın adayı Murat Kurum’un kısıtlı avantajını kayda değer bir düzeyde büyüttü.

Muhalefet bu kez, birleşme değil ayrışma konusunda uzlaştı. Bu tablonun oluşmasında Mayıs seçimlerinin belirleyici bir etkisi var. Rejimi yenme amacına ulaşamayan muhalefet aktörleri, yeni dönemde, mümkün olan en yakın zamanda rejimi geriletme stratejisini rafa kaldırarak CHP ile araya çizgi çekti. Kendi talep, beklenti ve ihtiyaçlarını ön plana alan muhalefet partileri, farklı seçeneklere açık, bağımsız pozisyonlara çekildi. Hal böyle olunca muhalefetin yerel seçimlerde, asgari müşterekte bir araya gelebileceği ortak bir hedef de kalmadı.

Siyasette iddialı olmak adettendir ancak planlar, muhtemel sonuçlar üzerinden yapılır. Her ne kadar DEM Parti ve İYİ Parti, İstanbul’da seçim kazanma hedefiyle aday belirlediklerini söyleseler de geleceğe dair yol haritalarını bu beklenti üzerinden şekillendirdiklerini varsaymak pek mantıklı olmaz. İki parti de İstanbul’da seçimi Ekrem İmamoğlu ya da Murat Kurum’un kazanacağını biliyor ve hem bu iki isimden birinin alacağı galibiyetin politik sonuçları hem de kendi oylarının karşılığı üzerinden biçimlenecek şartlar üzerinden strateji kuruyor. Gerçekte ne DEM Parti’nin ne de İYİ Parti’nin İstanbul’u kazanmak gibi bir planı var. 31 Mart gecesi başarının çıtası, partilerin özgül siyasal varlıklarını tasdik edecek bir oy oranıyla seçimi bitirmek olacak. Bu bir noktada anlaşılır çünkü CHP’nin başrolde olduğu siyasal mücadele, bu partileri ister istemez eritiyordu.

CHP’nin yeni yönetimi ise bir önceki dönemden kalan siyasi enkazın faturasını ödüyor. Hoş, partinin yönetiminin değişmesine vesile olan da bu enkazın kendisiydi. Ancak muhalefet bileşenlerinin rejimi yenme uğruna CHP’ye verdiği kredinin 14-28 Mayıs’taki seçim başarısızlığının ardından tükenmesi, daha en başında geniş bir yerel seçim birlikteliğinin oluşmasının önünde ciddi bir engel teşkil ediyordu. Özgür Özel liderliğindeki CHP de bu engeli aşamadı.

Anamuhalefetin İstanbul ve Ankara’da kazanmak için güç birliğine ihtiyacı var. Ekrem İmamoğlu İstanbul’da, Mansur Yavaş da Ankara’da DEM Parti ve İYİ Partililerin oyunu almak zorunda. Aksi halde ittifak şeklinde seçime girme politikasından taviz vermeyen Cumhur İttifakı’nın adaylarına karşı ipi önde göğüsleme şansları bulunmuyor. Yavaş, İYİ Partileri yine ikna edebileceğini düşünüyor. İmamoğlu’nun İstanbul’da güvendiği faktör ise “taban ittifakı”. İBB Başkanı, partilerin kurumsal olarak yan yana gelemediği bir düzlemde, partilerin seçmenlerini “İstanbul’u rejime teslim etmeme” diskurunda birleştirmeye çalışıyor.  

İstanbul’da İmamoğlu’nun taban ittifakıyla seçimi kazanması halinde farklı bir gerçekliği konuşacağız. Zira bu, CHP’li olmayan muhalif tabanın, partilerinin adaylarından çok iktidara kaybettirmek amacıyla İmamoğlu’na yönelmesiyle mümkün olabilir. İşte bu cephe, belki de muhalif siyasi aktörlere, direnen milyonların öncelikli talebinin ne olduğuna ilişkin önemli bir mesaj verecek. İlk etapta istediğini alan Erdoğan’ı tedirgin eden de tam olarak bu.

                                                       /././

Yanlış yalnızlık (Kaan Sezyum)

Bu yazıyı yazmaya başladığım tarihten tam bir yıl önce, 6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler, Türkiye’yi yasa boğdu. Yüzlerce binanın yıkıldığı, on binlerce insanın hayatını kaybettiği ve yaralandığı bu afet, birçok açıdan hatalı müdahale, kibir ve eksikliklerle dolu bir süreçle yönetildi. Tabii ki herhangi bir kamu görevlisinin suçlu bulunamadı. Neredeydi bu suçlular, neredeydi bunca can kaybına göz yummuş, tepkisiz kalmış sorumlular? Kimse yok.

Bugün admin muhalefete gereken cevabı da verdi: "Muhalefet diyor ki ‘1 yıl geçti, ortada bir şey yok.’ Kahramanmaraş burada, zahmet olmazsa buraya bir turistik seyahat yapın."... Diyerek turistik seyahat önerdi.

Çarşambanın gelişi yıllar öncesindeki salılardan belliydi. Her depremden sonra “Gerekeni yapıcaz” diyen ve sadece imar affı, imar barışı, imar kavuştayı, imar cicilemesi gibi inanılmaz ve akılalmaz tedebirlerce yüzlerce şaibeli, ruhsatsız, gayri nizami yapılmış binaların, vatandaşa mezar olmasının yolu açıldı. İmar kısmı önemli. Bakın imar kısmı hep çok önemli. Rezerv alan, veresiye satan.

Toplum genelinde deprem bilinci ve afet eğitimi yetersizdi. Acil durum planları ve tahliye yolları gibi konularda gerekli hazırlıklar yapılmamıştı. Zaten yol filan da kalmamıştı. Düşünsenize ülkenizin en büyük şehrindeki çalışan havalimanının pistlerini ısrarla kıran, üzerlerine millet bahçesi yapan büyük akıl, deprem anında ne yapsındı? Sonuçta çok büyük afetlerde biliyorsunuz iktidarlar birkaç gün paralize olur. Dünyanın her yerinde böyledir. Yardım için yurt dışından gelen arama kurtarma ekipleri bile çaresizliklerini, bir süre sonra ülkeyi üzgün ve işlerini tamamlayamamış olarak terkettiklerinde açıklamışlardı.

İlk 48 saatte arama-kurtarma çalışmaları yetersiz kaldı. Farklı kurumlar arasındaki koordinasyon eksikliği ve iletişim problemleri, arama-kurtarma çalışmalarının gecikmesine neden oldu. Slogan atan 5 öğrenci olsa anında olay mahalline ışınlanıp gelen güvenlik güçleri; garda patlayan bomba sonrası ambulanstan önce gaz atan kuvvetler neredeydi? “Aman asker devreye girmesin, bekamız bekalanır” diye düşünüldüğü için, asker de eli kolu bağlı olanlara tanık olmak zorunda kaldı.

Hal böyle olunca arama-kurtarma çalışmalarına katılacak uzman ekip ve ekipman eksikliği hissedildi. Bu durum, enkaz altında kalan insanların kurtarılma şansını düşürdü. Bir de üstüne üstlük dahice bir kararla, geceleri daha insanlar enkaz altında yaşam mücadelesi verirken camilerden sela okutuldu. Enkaz altında karanlıkta ve soğukta hayata tutunan bir kişi için psikolojik destek dediğin böyle olurdu… Her saniyenin değerli olduğu, sessiz her anın başka bir canın yardım feryadını duymak için kullanılabileceği anları böyle değerlendirmeyi tercih etti bizi yönetenler. Tabii ki kimsenin suçu yok. Deprem olacağını kimse bilmiyordu. Ülke deprem ülkesi değildi, yıllardır bu ülkede hiç deprem olmuyor, hiç can kaybı yaşanmıyordu çünkü. Nereden bilebilirlerdi koskoca adamlar? Koskoca bıyıklı adamlar, koskoca bıyıklı ve sütten çıkmış ak kaşık gibi temiz bir vicdana sahip adamlar? Allah’ın lütfu işte. Bir saniye yoksa kader planı mıydı?

Felaketin sonrası da hayatlar aynı güzellikte devam etti. Depremden etkilenenler için yeterli barınma imkanı sağlanamadı. Çadır kentlerde yaşanan hijyen ve sağlık sorunları da büyük bir problem haline geldi. Hâlâ deprem bölgesinde bit ve salgın hastalık tehlikesi var. Depremden bir yıl sonra bile… Afrika bizi kıskanmasın. Kadınlarımız saçlarını kesiyor bitlenmemek için. İşte bu.

Depremin vurduğu illerde yurttaşlar günlerce çadır beklerken Kızılay’ın, AHBAP ve TEB’e çadır sattığı da ortaya çıktı. Kızılay Başkanı Kınık ise durumun "ahlaki olduğunu" ileri sürdü. Kızılay’ın işi neydi? Kızılay ne demekti? Kızılay, çadırdı. Kızılay ahlaki satıştı. Alakı da sattık bu arada, iyi de oldu. Ne gerek var zaten?

Onca yıldır toplanan deprem vergileri zaten nerede, kim nereden bilsin? Bir bakan “Gereken yerlere gitti” demişti. Bir başkası “Yol yabdık” dedi. Bir başkasının ise diyecek hiçbir şeyi yoktu. Ölüp gitmişti çünkü.

Bir anda ülkesinin en az 50 bin vatandaşının hayatının yok olmasını, hiçbir sorumlu bulamayıp olgunca karşılayan bir yönetim var. İnşaat konusunda dünya lideri olan ülkemizin, depremzedelere vaadi vardı. “319 bini 1 yıl içinde olmak üzere toplam 650 bin yeni konut yaparak depremzede vatandaşlarımıza teslim edeceğiz” denilmişti. Oysa şu anda 46 bin konut kura çekimine hazırmış. Olsun, bekleriz. Gerekirse ya da gerekmezse bir kere daha ölürüz. Nasıl olsa bin kere yaşıyoruz.

                                                              /././

İktidarın yaptıkları, yapacaklarının teminatı (Nurcan Gökdemir)

Erdoğan’ın Hatay’da, oy vermeyene hizmet verilmeyeceği sözleri öylesine söylenmedi, AKP seçim stratejisini bu tehdit etrafında şekillendirdi. Bir yıllık rakamlar da bunun itirafı niteliğinde, Antep’te yıkılan konutların yüzde 42’sinin ihalesi yapıldı, Hatay’da bu oran sadece yüzde 12.

6 Şubat 2023 günü iki ayrı depremle sarsılan, evleri başlarına yıkılan, sevdiklerinin ölümüne çaresizce tanıklık eden 11 ilin acıları aradan geçen bir yılın sonunda katlanarak sürüyor. Barınma, beslenme, ayakta kalma, yaşama mücadelesi içinde yas tutmaktan bile mahrum kalan depremzedeler bu süreçte bir yandan da çare bekledikleri yöneticilerinin hoyratlığının hedefi oldu. Bu hoyratlık, AKP’ye oy vermeyen Hatay gibi yerlerde ise katlandı. Son örneğini geçtiğimiz gün yaşadık.

GARİP BIRAKTIK İTİRAFI

Bu kentlerden en büyük yıkımın yaşandığı Hatay’daki Antakya Spor Salonu’nda düzenlenen AKP Hatay İlçe Belediye Başkan Tanıtım Toplantısı’nda şu sözler yankılandı: "Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı".

Recep Tayyip Erdoğan adayları Mehmet Öntürk’ü tanıtırken “Hatay harapsa bu iktidarın görevini yapmadığı anlamına gelmez mi?” sorularının sorulmasına yol açacak şu sözleri de ekledi konuşmasına:

“Şu anda Hatay’daki mevcut yerel yönetim, maalesef şu deprem olayından sonra ‘bad-el harab-ül Basra’ (Basra harap olduktan sonra) oldu. Nerede belediye başkanı? Yok. İşte şimdi, 31 Mart akşamı yeni bir dönemi, ben inanıyorum ki Mehmet Öntürk kardeşim ve ekibiyle ayağa kaldıracaktır.”

İlk yanıt bu sözlerin hedefi olan CHP’li Başkan Lütfü Savaş’tan geldi. Muhalefet partisinden aday olarak seçildiği için seçmenleri cezalandırılan Savaş’la ilgili bir parantez açalım. Lütfü Savaş’ın önce AKP’den Antakya Belediye Başkanı seçildiğini, Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday gösterilmeyince partisinden istifa ederek CHP’ye katıldığını ve seçildiğini hatırlatalım. Lütfü Savaş’a 2022 yılında AKP’den yine bir teklif geldiği ve kamuoyuna yansıyan bu haberin AKP tarafından da yalanlanmadığı biliniyor. Bir hatırlatmada daha yarar var, Savaş’ın istifasına yol açan ve kendisinden esirgenen adaylığa o dönemde şimdi CHP Milletvekili olan Sadullah Ergin, Recep Tayyip Erdoğan tarafından layık görülmüştü. Türkiye’deki siyaset yapma tarzını yansıtan bu parantezi kapatarak devam edelim

SEÇİM STRATEJİSİ Mİ?

Savaş, eski lideri Erdoğan’a, “Vicdanen analize muhtaçtır, hukuken analize muhtaçtır, psikolojik olarak analize muhtaçtır. İnsana dair böyle bir duygu olmaz, olamaz. Kendisini ve partisini tercih etmediği için, hem de depremzedelerin önünde, deprem bölgesinde 10 binlerce canın öldüğü ortamda yardım etmediğinin ifadesi bu. Başka bir ifade değil" karşılığını verdi. Çok sayıda siyasetçi, muhalefet partilerinin bölge milletvekilleri, yurttaşlar bu sözlere “Vicdansızlık, insan yaşamı üzerinden partizanlık” karşılıkları verdi. Bu, öylesine ağızdan dökülen sözler, gizlenen niyetin dillendirilmesi değil Hataylıların bir yıl boyunca her an deneyimledikleri bir gerçekti.

Erdoğan, her seçimde uyguladığı ve çoğu zaman sonuç aldığı siyaset stratejisini sokaklarında, meydanlarında, mezarlıklarında hala çığlıkların atıldığı, acının kasıp kavurduğu bu bölgede de belediye başkanlığını kazanmak için sahneleyeceğinin işaretlerini verdi:  “Oy verirsen, hizmet alırsın, vermezsen garip bırakırım, mahzun bırakırım”.

AKP’Lİ DEĞİLSEN EV YOK

“Bu ağızdan kaçan bir söz, gizlenen niyetin açığa çıkması değil” dedik. Bu politikayı deprem sonrası öncelikli gereksinim olan barınma hakkının karşılanmasında bile görmek mümkün. Depremden sonra görkemli törenlerle TOKİ eliyle başlatılan ve çoğunun ihalesi iktidara yakın müteahhitlere verilen konut inşaatlarının yapılacağı il ve ilçelerin seçilmesinde de gördük bu anlayışı.

İhaleler başlarken T24 Yazarı Çiğdem Toker, konut yapılacak bölgelerin seçiminde AKP’li belediyelerce yönetilen yerlere öncelik verildiğine dikkati çekti. Aradan geçen bir yılın sonunda İnşaat Mühendisleri Odası’nın yaptığı bir çalışma da depremzede yurttaşın barınacağı konutların inşaatında tamamen politik tercihlerin hâkim olduğunu gözler önüne serdi. Depremde en fazla binanın yıkıldığı ya da kullanılamaz hale geldiği Hatay’la daha az etkilenen Antep’e yapılan konutların sayısında Erdoğan’ın hizmet anlayışı somutlandı.

Bu tabloya göre, orta ve hafif hasarlı yapılar hariç olmak üzere, deprem bölgesindeki 11 il kapsamında yıkılan veya yıkılacak olan toplam 674 bin 416 bağımsız bölüm bulunuyor. Bir yılda bunların sadece 108 bin 936’sının ihalesi tamamlanabildi. Bir kısmının inşasına henüz hiç başlanmadı, tamamlanma oranı yüzde 70’in üzerinde olanların sayısı ise 25 bin 119, yani hedefin sadece yüzde 8’i gerçekleşebildi.

PARTİZANLIKLA KATMERLENDİ

Başarı örneği denilemeyecek bu tabloya bir de partizanlık eklenince durum daha da ağırlaştı. AKP’li Belediye Başkanı Fatma Şahin’in yönettiği Antep’te kullanılamayacak durumdaki konut sayısı 45 bin 758 iken ihalesi yapılan konut sayısı 18 bin 826, yüzde 70’in üzerinde tamamlananlar ise 7 bin 149. Hatay’da ise 258 bin 974 konut ya yıkıldı ya da yaşanamayacak kadar büyük hasar gördü. Ancak 31 bin 654 konutun ihalesi tamamlandı ve sadece bin 185’inin gerçekleşme oranı yüzde 70’in üzerine çıktı. Oransal olarak bakıldığında tablo daha da çarpıcı, Hatay’da ihalesi yapılan konutların oranı yüzde 12 iken Antep’te bu oran yüzde 42’ye yaklaşıyor. Tamamlanma oranı yüzde 70’in üzerindekilere bakıldığında da Hatay’da yıkılan ya da yıkılmak zorunda olunan 213 bin 216 daha fazla konut varken bitme aşamasına yaklaşan konutların oranı Antep’e göre neredeyse altı bir oranında.

Tablo bize şunu gösterdi özetle, Erdoğan’ın dediği gibi “Yaptıkları yapacaklarının teminatı”… Bu yerel seçimde sadece deprem bölgesi değil tüm Türkiye ya “Buna ortak olmayacağız, hizmet herkesin hakkı” diyecek ya da sandığa giren oyunun kendisine karşı şantaj malzemesi olarak kullanılmasına sessiz kalacak.

                                                      /././

Nasıl unutmayız? (Özgür Gürbüz)

50 binden fazla canımızı kaybettiğimiz bir depremi unutmak mümkün mü? Elbette hayır. Ne aileleri unutur ne dostları. Ne de uzaklardan yürek acısını paylaşanlar. O zaman neden her deprem, her afet ve her katliam sonrası “unutma, unutturma” diye haykırıyoruz?

Biz aslında bir depremi felakete dönüştüren koşulları ve dönüştürenleri unutmamaktan bahsediyoruz. Kahramanmaraş’ta zemin kattaki pastanenin kestiği kolon nedeniyle 36 kişiye mezar olan Ezgi Apartmanı’nı unutamayız. Kolonu keseni de göz yumanı da…

Yapı denetimini ticari bir faaliyete dönüştüren, bu yüzden de bugün yerle bir olan 40 bin binanın sorumlusu bu çarpık yapılaşma sistemini icat edenleri de unutamayız. Dere çakılı ve kum kullanılan İsias Oteli’ni yapanları da.

Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çeviren, yeşil alanıyla, nüfus planlamasıyla, sosyal alanlarıyla birlikte planlanması gereken bir dönüşüme sırtını çeviren siyasetçileri de unutamayız.

Asbestli inşaat ve yıkıntı atıklarını ayrıştırmadan, verimli arazilere ve yerleşim yerlerinin yakınlarına kontrolsüz bir şekilde yığanları da unutamayız.

Seçim kazanmak, rant sağlamak amacıyla imar barışı ve affı çıkarıp, kentsel plan ve güvenlik kurallarını ihlal ederek, binlerce insanın hayatını riske atanları da unutamayız.

86 milyon nüfusun yüzde 37’sini beş kente tıkıştıran, rantı artırdığı için dikey betonlaşmayı teşvik eden, fay hatlarını ciddiye almadan yapılaşmaya izin veren yerel yöneticileri de merkezi idareyi de unutamayız.

∗∗

Büyük bir deprem bekleyen 16 milyonluk İstanbul’u daha da büyütmeye çalışan, Kanal İstanbul gibi projelerle deprem sonrası karşılaşılacak afetin boyutlarını artırmayı planlayan çılgınları da unutamayız. Bu suçları işleyenler koltuklarından edilmeden, adalet karşısına çıkarılmadan acılar hafifler mi?

İhmalleri, hataları, çıkarları için insanların hayatlarını önemsemeyenleri ve yapılması gerekenleri yapmayanları unutursak, 6 Şubat’ta, 17 Ağustos’ta kaybettiklerimizi de unutmuş sayılırız. Hataylılar dün yaptıkları protestolarla, ihmalleri olduğunu düşündükleri siyasi parti temsilcilerini unutmadıklarını, iktidar ya da muhalefet ayırt etmeden gösterdiler. Biz uzaktakilerin de aynı tepkiyi vermesi gerekir ki yitirdiklerimizin fotoğraflarına, dostlarımızın yüzüne bakabilelim. Deprem öncesi bizi yönetenlere tüm hatalarına rağmen oy vermeye devam edersek hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlamamız ve herkese anlatmamız gerekiyor. Çoğu insan bu ilişkiyi kuramıyor, onlara kızarak, küserek pes edemeyiz.

∗∗

Geçmişteki hataları tekrarlayanlar kadar kentlerimizi geleceğe hazırlanmayanlar da suçlu. Yeniden inşa edilen kentlerde beton kalitesi dışında ne değişiyor? Yeşil alanları, bisiklet yolları ve yaya alanlarıyla yeni kentler mi planlanıyor yoksa yıkılan binanın yerine yenisi mi dikiliyor. TOKİ’nin ya da inşaat şirketlerinin yaptığı yeni apartmanların kaçında üst düzey yalıtım, çatısında güneş paneli koyup elektrik üretmeye olanak tanıyacak bir planlama var?

∗∗

Birbirlerini gölgelemeyen binalar mı yapılıyor yoksa güneyi kuzeyi bilmeyen mimarların çizdiği pencereli beton bloklar mı? Geleceğin akıllı evleri mi inşa ediliyor yoksa 60-80 yıl ayakta kalması dışında bir beklentimizin olmayan klimaya bağımlı hücreler mi? Deprem sonrası elektriksiz kalan kentlerimizi mikro şebekelerle, güneş enerjisi gibi şebekeden bağımsız seçenekler ve elektrik depolama tesisleriyle donattık mı? Geri dönüşümden yeraltına alınmış altyapıya, atık sularını arıtacak tesislerden elektrik şarj istasyonlarına kadar her şeyi planlanmış, dört dörtlük kentler kurarsak, depremde yitirdiklerimize en saygın özürlerimizi göndermiş, onların anısını Türkiye’nin en modern yerleşim yerlerini kurarak yaşatmış olmaz mıyız?

Hatırlamak böyle bir şey, unutmak ise bildiğimizi okumak.

                                                               /././

İstanbul’un ulaşım hafızası: Tramvay (Şükrü Aslan)

İstanbul’da kent içi ulaşımda tramvayın öyküsü, kendi başına sosyolojik bir okumaya konu edilebilir. Zira bu öykü ülkenin ve kentin gerilimli sosyo politik geleneklerinin toplandığı bir hafıza alanıdır. Bu hafızanın da gösterdiği gibi raylı sistemlerin inşasında İstanbul’un, hem dünyadaki ilk, hem de sonuncu kentlerden biri olduğunu söylemek mümkün. Çünkü dünyanın ilk metrolarından biri 1871’de Beyoğlu-Karaköy arasında inşa edilmiştir ama İstanbul raylı sistemler yönünden bugün küresel diğer kentlerle karşılaştırıldığında hâlâ geridedir.

Cumhuriyetin İstanbul’a dair ulaşım seçenekleri içinde bir raylı sistem olarak tramvay önemli bir yer oluşturmuştu. 1926’da Dersaadet Tramvay Şirketi ve İstanbul Şehremaneti işbirliğiyle Fatih-Edirnekapı tramvay hattı inşa edilmiş ve 1929’da törenle açılmıştı. O yıllar da şehrin zenginlerinden Süreyya Paşa da Üsküdar-Kısıklı-Alemdağ Halk Tramvayları Şirketini kurmuş ve bu hattı inşa edip 1928’de açmıştı. Bu şirket 1929’da Nafıa Vekaleti ile anlaşma içinde hisselerin çoğu İstanbul Belediyesine ait olan Üsküdar–Kadıköy Havalisi Halk Tramvayları TAŞ adını almış; aynı yıl Üsküdar-Haydarpaşa tramvay hattını da inşa etmişti. Bu hatların açılışı görkemli resmi törenlere konu oluyordu. Mesela Kadıköy-Feneryolu hattının temel atma törenine Başbakan İnönü de katılmıştı. Bu hat sonra Bostancı’ya uzatılmış ve yeni bazı hatların inşasıyla şehrin farklı bölgeleri tramvaylarla birbirine bağlanmıştı.

∗∗

Ne var ki Türkiye çok partili hayata geçtikten sonra, ulaşım tercihini karayolu taşımacılığı lehine değiştirmiş ve buna uygun olarak kent içi raylı sistemlerden; dolayısıyla tramvaylardan da vazgeçmişti. Bu yeni tercih, önceden inşa edilmiş raylı hatların sökülmesine bile sebebiyet vermişti. Nitekim 1960’ların ikinci yarısında İstanbul’da tramvay hatları artık yoktu. Avrupa yakasında son tramvay 1960’da Topkapı-Eminönü arasında, Anadolu yakasında ise 1966’da Kadıköy-Üsküdar arasında çalışmıştı. Artık motorlu kara taşıtlarının zamanıydı. Hatta bu taşıtlara sahip olma seviyesi ‘gelişmişliğin’ bir ölçütü sayılıyordu. Hakim söylemde karayolu ve raylı sistemlere yüklenen anlam o kadar keskindi ki birincisi özgürlüğe, ikincisi ise totaliter rejimlere aitmiş gibi anlatılıyordu.

İstanbul, işte bu düşünsel iklim içinde 1980’li yıllara geldi ve bu süre içerisinde belediye başkanları, raylı sistemleri inşa etmedi. Hatta kent içi ulaşımda tramvay seçeneği gündeme dahi gelmedi. Bu tutum 1989’da İBB başkanlığına seçilen Nurettin Sözen’le kırıldı. Sözen’in vaatleri içinde raylı sistemler ve bir parçası olarak tramvay önemli bir yer tutuyordu. Ne var ki ana akım medya raylı hatların inşasına dair haberleri dahi hafife alıyordu. O kadar ki 1992 yılında Taksim- Levent Metrosunun temeli atıldıktan bir gün sonra tanınan bir gazeteci, açılan çukuru ölçmüş ve 35 santim olduğunu yazarak gırgır geçmişti.

∗∗

Nurettin Sözen bu iklim içinde sonraki belediye başkanlarının devam ettirmek durumunda kalacakları gayet güçlü temeller attı. 1990’da İstiklal Caddesi’nin yayalaştırılması ile Nostaljik Tramvay hattının inşası bunun ilk örneğiydi. Kent içi ulaşımda tramvayın yeniden ve daha büyük ölçekli işlevler yüklenmesinin en büyük adımı ise Sirkeci-Cevizlibağ tramvay hattının inşasıydı. Bu inşanın bir özelliği de kent içi ulaşımı ücretsiz hale getirmek için bir denemeye imkan sunmasıydı ki tramvay bir yıl ücretsiz çalışmıştı. Bu hat Sözen’den sonra Bağcılar ve Kabataş’a uzayacak ve yanısıra 2003’de Kadıköy-Moda nostaljik Tramvayı, 2007’de de Şehitlik ile Mescid-i Selam arasındaki yeni hatlarla İstanbul’da kent içi ulaşımda hatırı sayılır bir ölçeğe varacaktı.

İstanbul’da son tramvay hattı Alibeyköy-Eminönü arasında inşa edildi. Hattın ilk bölümü 2021’de Cibali-Alibeyköy arasında, son bölümü de 30 Ağustos 2023’de Cibali-Eminönü arasında İBB başkanı Ekrem İmamoğlu’nun katıldığı törenlerle açıldı. İBB, bu adımlarla yüz yıl önce başlayan ve fakat uzun süren kesintiden sonra Nurettin Sözen ile yeniden kurulan tramvay hatlarını inşa politikasını sürdüreceğini ilan etti. Dünyanın ilk metrolarından birini inşa eden bu şehir, bugün aynı anda çok sayıda metro hattı inşasını sürdürerek hem geleneğine dönüyor hem de tramvaylarla kurulan kentin hafızasını yeniden inşa ediyor.

(BİRGÜN)

6 Şubat 2024 Salı

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI -6 ŞUBAT 2024-

 

İskenderun’da sessiz yürüyüş: "Hatay halkından intikam alındı" (Birgün)
İskenderun'da 6 Şubat depremlerinde yaşamını yitirenler anıldı. Depremzedeler AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hatay’da sarf ettiği sözleri kınayarak, kendilerinden intikam alındığını vurguladı.(https://www.birgun.net/haber/iskenderunda-sessiz-yuruyus-hatay-halkindan-intikam-alindi-504299)

Çağlayan Adliyesi'nde silahlı saldırı: Yerlikaya '3'ü polis 6 kişi yaralı' dedi (soL)
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya saldırıya ilişkin "Bugün saat 11.46’da İstanbul Çağlayan Adliyesi C Kapısı önündeki kontrol noktasına saldırı girişiminde bulunulmuştur. 1’i kadın 1’i erkek 2 saldırgan ölü ele geçirilmiştir. 3’ü polis memuru olmak üzere 5 kişi yaralanmıştır. Kahraman polislerimizi tebrik ediyorum. Yaralılarımıza acil şifalar diliyorum. Gelişmeleri kamuoyuyla paylaşmaya devam edeceğiz" dedi.

Yerlikaya yaptığı ikinci açıklamada şunları söyledi: "Bugün Çağlayan Adliyesi C Kapısı önündeki kontrol noktasına yönelik terör saldırısı girişimi gerçekleşmiştir. Etkisiz hale getirilen E.Y. ve P.B adlı hainlerin DHKP/C terör örgütüne üye oldukları tespit edilmiştir. Saldırı girişiminde bulunan teröristler etkisiz hale getirilirken, 3’ü polis 3’ü vatandaşımız olmak üzere 6 kişi yaralanmıştır. Yaralılarımıza acil şifalar diliyorum."

AFAD Başkanı depremde günlerce gidilmeyen yerleri yok saydı: 'Gecikme olmadı' (soL)
Geçtiğimiz 6 Şubat'taki Kahramanmaraş merkezli depremlere ilişkin konuşan AFAD Başkanı Okay Memiş, depremin ilk günlerinde 'aciz kalındı' algısını yaratmak için sahte haberler üretildiğini iddia etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/afad-baskani-depremde-gunlerce-gidilmeyen-yerleri-yok-saydi-gecikme-olmadi-390187)