10 Şubat 2024 Cumartesi

Türkiye'ye özgü skandalın perde arkası: Yüzlerce insan göz göre göre böyle "öldürüldü" - Gökçer Tahincioğlu / T24

 

11 yıllık belgeler ve ifadeler dosyaya girmesine karşılık, gözaltına alınan, tutuklanan tek bir kamu görevlisi yok. Hatta, ifadesi şüpheli sıfatıyla alınan, soruşturma izni verilen bir kamu görevlisi de yok

Barbarlıklarıyla yeryüzünü yaşanmaz hale getiren insanlığın belki de en insani davrandığı konu hastaneler.

Bu nedenle İsrail'in insanlık dışı saldırılarına sessiz kalan dünya, hastaneler söz konusu olduğunda biraz olsun cümle kurabiliyor.

Savaşlarda hastanelerin vurulması savaş suçu sayılıyor. En kötü anda bile hastanelerin ayakta kalması için çaba gösteriliyor.

* * *

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 6 Şubat Maraş depremlerinin anma töreninde protesto edildiğinde, "yeri ve zamanı" olmadığını belirterek, tepki gösterenlere tepki gösterdi.

Ancak depremzedelerdin, Türkiye'nin aksine unutmadıkları vardı. Ve elbette birinci derecede sorumlu olan bir ismi karşılarında gördüklerinde yeri ve zamanı olduğunu düşünerek protesto haklarını kullandılar.

* * *

Depremin ardından Hatay Devlet Hastanesi ile İskenderun Devlet Hastanesi A Blok'un çöküşü günlerce tartışıldı.

Sadece hastanelerin çökmesi nedeniyle değil…

Hastanelerin depreme dayanıksız olduğunun önceden raporlanması, hatta İskenderun Devlet Hastanesi'nin internet sitesinde, 1968'de yapılan A Blok'un depreme dayanıklı olmadığının açıkça belirtilmesi nedeniyle…

Geride kalan bir yıllık süreçte, bu soruşturmalarda olan bitenler, yüzlerce kişinin nasıl göz göre göre öldürüldüğünü de ortaya koydu. Aynı zamanda Türkiye'nin cezasızlık sistemini de.

* * *

Sosyal Haklar Derneği'nin hazırladığı deprem raporuna göre, depremde, hastanelerde 228 kişi hayatını kaybetti. Bu bilinen, depremden hemen sonra ortaya çıkan sayı. Kaç kişinin çöken hastanelere götürülemediği için öldüğü, sonradan yaralıların kaçının yaşamını kaybettiği, kaçının zorunlu olarak hastane bahçesinde yapılan müdahale sırasında enfeksiyon kaparak yaşama veda ettiği bilinmiyor.

Skandallar zincirine dönelim. Önce Sosyal Haklar Derneği Raporu'ndaki ifadelere bakarak:

"Hatay Eğitim ve Araştırma Hastanesi, depremden önce bölgenin en yeni ve en büyük hastanesiydi.  2016 yılında hizmete girdi. Depremde ağır hasar gördü ve kullanılamaz hale geldi. Savcılık belgelerine göre en az 80 kişi hayatını kaybetti. Bu hastanede çocuk ve kalp yoğun bakım üniteleri vardı. Katlar arasında bağlantı sadece asansörlerle sağlanıyordu. Merdiven bağlantısı yoktu. Yangın merdivenleri ise sigara içilmesin diye kilitliydi ve depremde hastaları kurtarmak için buradan da müdahale edilemedi. Hatay Eğitim ve Araştırma Hastanesinin kentteki en modern ve en yeni sağlık kuruluşu olduğunu belirtmiştik. Deprem sırasında elektrikler kesildi, jeneratörler devreye girmedi. Elektrik olmadığı için yoğun bakımda olan hastalara, oksijen verilemedi. Hastalar dakikalarla ifade edilen sürede hayatlarını kaybetti. 6 Şubat depremlerinde henüz adı bile konmamış 29 bebek, toplamda 80 kişi bu hastanede hayatını kaybetti. 

* * *

SHD raporunda, bu ölümlerle ilgili başlatılan soruşturmada müfettiş raporlarının dosyaya girmesine rağmen tek bir kişinin bile gözaltına alınmadığı vurgulanıyor. Aylarca "gizlilik" kararı ile erişime kapatılan dosyanın savcısının değiştiği, soruşturmanın tamamlanması için yeni savcının beklendiği notu düşülerek. Müfettiş raporlarının kamu görevlilerinin sorumluluklarını açıkça göstermesine rağmen bugüne kadar işlem yapılmadığı da vurgulanıyor raporda.

* * *

"Yeni ve modern" denilerek yapılan hastaneyle ilgili tanıklıklar mühim.

Ortaya çıkan yeni bilgilere göre, dosyaya ifadeleri giren hastane çalışanları, hastanenin itirazlara rağmen göl havzasında kurulmuş olmasından dolayı şiddetli yağmurlarda hastanenin bodrum katlarını sürekli olarak su bastığını anlattı.

İfade verenler, elektrik hatlarının bodrum katlarında olması nedeniyle su altında kaldığını, bu nedenle elektrik sisteminin sık biçimde arızalandığını, bu hatların ve jeneratör sisteminin yukarı katlara çıkartılması için ödenek tahsisi talep edildiğini ancak bu talebin yerine getirilmediğini söyledi.

En fazla 500 bin TL masrafa neden olacağı söylenen bu talebin karşılanmaması nedeniyle, tedbir olarak, acil servisin girişinin 6 metre yükseltildiği, bunun dışında önlem alınmadığı da dosyaya girdi.

Ve tam da ifadelerde yer aldığı gibi, deprem sırasında elektrikler kesildi, jeneratörler devreye girmedi. 

Hastanenin çöken ek bina kısmı konusunda da AKP milletvekillerinin, "Hastane kapatılırsa tepki çeker. Sıkıntı olur" dedikleri öne sürülüyor. Sıkıntı oldu ve en az 72 insan sadece bu bölümde hayatını kaybetti.

* * *

Bir diğer hastane, İskenderun Devlet Hastanesi, tarihe, depremden 11 yıl önce depreme dayanıksız raporu verilmesine rağmen kullanılmaya devam eden ve çöken hastane olarak geçti. Hastane yönetiminin, "depreme dayanıksız" raporuna hastanenin internet sitesinde yer vermesi aylarca konuşuldu.

Ancak belgeler internet sitesinde yer alan raporla sınırlı değil.

En az 76 kişinin yaşamını yitirdiği hastane ile ilgili raporlarda, daha çarpıcı bilgiler de var.

O raporlardan biri, 1 Temmuz 2012 tarihli.

Raporda, hastanenin 1968'de yapılan A Blok'u ile ilgili teknik inceleme sonuçları yer alıyor.

Ve incelemeyi yapan uzman, raporun sonunda şu ifadelere yer veriyor:

"…bina performans düzeyi 'göçme' durumu çıkmıştır. Bina, maruz kalacağı olası deprem anında göçme durumundadır. Hasarların çoğu performans değerlendirmesinde görüleceği üzere kesme ve eğilmeden kaynaklanmaktadır. Güçlendirilecek taşıyıcı eleman sayıları ve yüzdelerine bakılırsa yaklaşık yüzde 90 - yüzde 100 taşıyıcı elemanın güçlendirilmesi gerekmektedir."

* * *

Depremden 11 yıl önce yazılan bu ifadeler, en az 76 kişinin ölümünün nedenini net biçimde gösteriyor.

Depremden hemen sonra dosyaya giren bir ifade, hastane yetkililerinin çaresizliğini de ortaya koyuyor.

Hastanenin yoğun bakım ünitelerinin bulunduğu A Blok'ta görev yapan bir sağlık çalışanı, savcılık ifadesinde, depremden sonra başhekimin bir toplantı yaptığını, burada, kendi imkanlarıyla 2012'de depreme dayanıklılık testi yaptırdıklarını, 2013'te test sonuçlarını resmi yazı ile Hatay İl Sağlık Müdürlüğü ile Sağlık Bakanlığı'na gönderdiklerini anlattığını söyledi. Sağlık çalışanı, "Hatta zaman içerisinde yaptıkları yazışmalarda hastanenin dayanıksız olan bölümlerinin fotoğraflaması yapılarak CD içerisinde Sağlık Bakanlığı'na gönderdiğini bize anlattı. O zamana kadar kulaktan dolma biçimde bilgilerimiz vardı. Yazışmalar sonrasında yıkım ya da yenileme konusunda yanıt verilmediğini, sadece yeni hastane yapılacağı yanıtının verildiğini, hatta hastane bahçesinde bulunan SSK lojmanları için 2015'te yıkım kararı verildiğini ve bu lojmanların yıkıldığını söyledi" dedi.

* * *

11 yıllık belgeler ve bu ifadeler dosyaya girmesine karşılık, gözaltına alınan, tutuklanan tek bir kamu görevlisi yok. Hatta, ifadesi şüpheli sıfatıyla alınan, soruşturma izni verilen bir kamu görevlisi de yok.

Savcılık bir yıldır, ölenlerin yakınlarının ifadelerini alıyor. Bunun ne kadar süreceği de belirsiz.

Buna karşılık, artçı depremler sürerken, depremden iki ay sonra sağlık çalışanlarının binanın çökmeyen kısımlarına girerek çalışmaları için zorlandıkları, korka korka binaya giren çalışanların bu durumdan şikayetçi oldukları da biliniyor.

Bir sağlık çalışanının bu konuda verdiği, "Laboratuvar sonuçlarını almak ve numuneyi vermek için hızla ve korkuyla binaya girip çıkıyorduk. Bunu yapmazsak işten atılmakla tehdit ediliyorduk. Hasarlı kısımlar sadece alçı ve boya ile kapatıldı" ifadesi de dosyada…

* * *

Yıllar önce bu bina ile ilgili olarak rapor hazırlayan isimlerden, İnşaat Mühendisleri Odası Hatay İskenderun Temsilci Yardımcısı Levent Çeliktürk, depremden hemen sonra, "İskenderun Devlet Hastanesi için 10 yıl önceki yıkılır raporunu ben verdim. Yıkılması gerektiğine dair raporunu verdim. Bina performans analizini ben yaptım. Yüzde 100 yıkılabilir raporuydu" demişti. Bu bile tek başına sorumluların tespiti için yeterliyken, hiçbir işlem yapılmadı.

* * *

Deprem soruşturmaları müteahhitlerin geçici süreliğine tutuklanması, birkaç yapı denetim sorumlusunun soruşturulması ile geçiştiriliyor.

Sisteme ve sorumlularına dair tek bir adım atılmış değil.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, böyle bir ortamda seçilmemesi halinde İstanbul'da olası bir depremde olacakları anlatabiliyor.

İktidar temsilcileri, böyle bir ortamda, protesto haklarını kullananları eleştirebiliyor.

Ve jeneratöre 500 bin lira, hastane güçlendirmesine birkaç milyon lira ayrılmayan bir ortamda, "itibaren tasarruf edilmez" ifadesine sıkı sıkıya sarılarak hepsi hayatlarını konforlarından gram taviz vermeden sürdürebiliyor.

Türkiye için öyle "dış güçlerin oyununa", "düşman saldırılarına" falan gerek yok.

Kendi evlatları, memleketi yeterince meşgul ediyor.

Gökçer Tahincioğlu / T24

9 Şubat 2024 Cuma

Tek maddeyle 105 milyar TL gelir: Özel İletişim Vergisi - Murat Batı / T24

 

Genel bütçeye gelir kaydedilen ve depremin yaralarını sarmak amacıyla getirilen Özel İletişim Vergisi'nin de sadece deprem için kullanılması 5018 sayılı Kanun'un 13/g maddesi uyarınca mümkün görünmemektedir

Deprem dolayısıyla binlerce insanımızı kaybettik. Yitirilen canların yanında ayrıca milyarlarca liralık maddi zarar da doğdu. Devletin, ortaya çıkan bu tahribatın en azından belli bir kısmını telafi etmesi gerekiyor. Bu nedenle de farklı isimlerle -ancak her seferinde basın ve halk tarafından "deprem vergisi" denilerek- muhtelif vergiler konulup tahsil edilmektedir. 6 Şubat depremi için getirilen Ek MTV ve Ek kurumlar vergisine de deprem vergisi dedik. 

En bilinen deprem vergisi

17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin yarattığı tahribatı kısmen de olsa finanse etmek için 26 Kasım 1999 tarihli mükerrer 23888 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4481 sayılı 17.8.1999 ve 12.11.1999 Tarihlerinde Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla Bazı Mükellefiyetler İhdası ve Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile yeni vergiler getirildi. Bunlardan bazıları ek kurumlar vergisi, ek gelir vergisi, ek emlak vergisi, ek motorlu taşıtlar vergisi, özel işlem vergisi ve özel iletişim vergisi getirildi. Bu vergilerin hepsi birer deprem vergisidir.

Bu getirilen vergilerden bir tanesi adı herkesçe deprem vergisi olarak bilinen özel iletişim vergisidir. Aslında yukarıda belirttiğim gibi deprem vergisi adında bir vergi yok, bu ismi biz yakıştırdık. Bu verginin tam adı Özel İletişim Vergisi'dir. Hatta bu vergi Gider Vergileri Kanunu m.39'da düzenlemiş tek maddelik bir vergidir. Hatta ayrı bir kanunu yok; Özel İletişim Vergisi Kanunu diye bir kanun yok yani. Bu verginin düzenlendiği kanun, 6802 sayılı Gider Vergileri Kanunudur.

Özel İletişim Vergisi yani deprem vergisi bir yıllığına getirildi. 4481 sayılı Kanun'un 8'inci maddesinin ilk fıkrasında "31.12.2000 tarihine kadar uygulanmak üzere" denilerek kısıtlı bir süre için getirildi.

Ancak 31 Aralık 2000'de sona ermesi planlanan Özel İletişim Vergisi önce 4605 sayılı Kanunla 31 Aralık 2002'ye kadar daha sonra tekrar 31 Aralık 2003 tarihine kadar uzatıldı.

Bir yıllığına getirilen özel iletişim vergisi, 31.07.2004 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan 5228 sayılı Kanun m.38 ile 6102 sayılı Gider Vergileri Kanunu'nun 39'uncu maddesine eklenerek kalıcı ve sürekli hale getirildi. Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibariyle yaklaşık 24 yıl 2 aydır sürekli olarak alınmaktadır. Cep ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu tv yayınlarından, internet hizmeti faturalarından vs. yüzde 10 oranında özel iletişim vergisi (deprem vergisi) alınmaktadır.

Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu?

Özel İletişim Vergisi bir yıllığına getirildi ama bugün itibariyle yaklaşık 24 yıldır devamlı surette tahsil edilmektedir. Aşağıda tabloda 1999 yılından 2023 yılı sonuna kadar olan özel iletişim vergisi tahsilatı yer almaktadır.

24 yılın en yüksek tahsilatı 16 milyar 650 milyon TL ile 2023 yılında  gerçekleşmiştir. Bu gelirin tamamı hazineye doğrudan gelir yazılmaktadır. 2023 yılı sonuna kadar toplamda 104 milyar 890 milyon TL özel iletişim vergisinden hasılat sağlanmıştır.

Bu tutarlar, tahsil edildiği yıllardaki nominal değerler dikkate alınarak yazıldı. Yani herhangi bir şeye endekslenmeden bulunan değerlerdir. Şayet ilgili yıldaki dolar, Euro gibi bir yabancı para kuru ile endekslenseydi çok daha farklı bir sonuca ulaşılacaktı.

Hatta 2023 yılında tahsil edilen 16 milyar 650 milyon TL'lik tutarı 29 Aralık 2023 tarihli Merkez Bankası dolar alış kuru ile değerlersek yaklaşık 566 milyon ABD Doları yapacaktır. Bu tutar 2023 yılında tahsil edilen toplam vergi gelirinin yüzde 0,36'lık kısmına yani toplam vergi gelirlerinin yaklaşık üç yüzde birine tekabül gelmektedir. Diğer vergilere oranla oldukça düşük bir orana sahiptir.

Diğer taraftan 2024 yılı Bütçe Kanunu uyarınca 2024 yılında tahsil edilmesi hedeflenen özel iletişim vergisi tutarı ise 2023'e oranla yüzde 125,52 artış göstererek 37 milyar 550 milyon TL hedeflenmiştir. 

Doğrudan depreme harcanabilir miydi?

Cevabı şimdiden vereyim: hayır. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu'nun 13/g maddesinde "Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır." ilkesine yer verilmiştir. Bu, literatürde ademi tahsis ilkesi olarak da bilinir. 5018 sayılı Kanun'un (I) sayılı cetvelinde yer alan genel bütçeye doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve toplandığı yer ya da konusuna bakılmaksızın bütçe kanununun izin verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilmektedir.

İşte tam da bu noktada genel bütçeye gelir kaydedilen ve depremin yaralarını sarmak amacıyla getirilen Özel İletişim Vergisi'nin de sadece deprem için kullanılması 5018 sayılı Kanun'un 13/g maddesi uyarınca mümkün görünmemektedir. Toplanan vergiler havuza oradan da başka yer ve hizmetler için harcanmak üzere başka yere aktarılır. Bu nedenle özel iletişim vergisi namı diğer deprem vergisi bu şekilde bir vergi olarak kaldığı sürece bunu doğrudan deprem için kullanmamız mümkün değildir.

Bu yüzden bunu bir fona dönüştürelim diye öneriler de bulundum defalarca. Ve 21 Mart 2023 tarihli Resmi Gazete'de yer alan 7441 sayılı Kanunla Afet Yeniden İmar Fonu kuruldu ama bu Fon yaklaşık bir yıldır kurulmuş rağmen kendisinden pek bir haber alınamıyor. Fon hakkında detaylı bilgi için bu yazıya bakabilirsiniz.

Murat Batı / T24

11 Oscar adaylığı alan özgün ve çarpıcı bir film - Atilla Dorsay / T24

 Yorgos Lanthimos, artık çağın önemli sanatçıları arasında yer alabilir sanıyorum..

(Poor Things)

Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Senaryo: Tony McNamara, Alasdair Gray 
Görüntü: Robbie Ryan
Müzik: Jerskin Fendrix
Oyuncular: Emma Stone, Willem Dafoe, Mark Ruffalo, Ramy Youssef, Jack Barton, Kathryn Hunter, Charlie Hiscock, Vicki Pepperdine, Attila Dobai, Christopher Abbott, Hanna Schygulla

Searchlight Pictures yapımı, 2023

Yılın en tartışılan ve farklı görüşlere yol açan filmlerinden biri. Ama genelde çok beğenildi; festivallerde boy gösterdi, büyük ilgi gördü. Ve şimdi tam 11 dalda Oscar adayı. Aralarında en iyi film, yönetmen ve iki baş oyuncusu da var: Emma Stone ve Mark Ruffalo. Merak etmez misiniz?

Hikâye İskoç kökenli yazar Alasdair Gray tarafından yazılmış ve 1992'de yayımlanmış. Süha Sertabiboğlu tarafından da dilimize çevrilmiş. Bu arada söyleyeyim; son derece görkemli basın gösteriminde bu kitap gelenlere dağıtıldı, başka küçük hediyelerin yanı sıra... Teşekkür ederiz!...

Film siyah-beyaz görüntülerle açılır. Çarpık planlar ve tuhaf çerçevelemelerle  Ekranda korkunç bir yüz belirir: belki Frankenstein  veya  Dracula gibi klasikleri (ki ilk örnekleri 30'lu yıllarda yapılmıştı) hatırlatan... Büyük oyuncu ve de özlediğimiz Willem Dafoe'yi dönemin usta cerrahı Godwin Baxter olarak görürüz. Yüzü sanki kesilip biçilmiş parçalardan oluşan bir ürkünçlük anıtıdır!... Önce öğrencilerine mesleği üzerine konferans verir; sonra da ölüm kokan bir odada bir ameliyata girişir... Ve bir genç kız onu izler. Bir kara-film (iki anlamda) estetiği içindeki bu bölümler hayli çarpıcıdır.  

Demek ki yanı başında ona sevgiyle sarılan ya da birine yumruk atan (!) bir genç kız vardır. Zihinsel yaşıyla beden yaşı henüz eşleşmemiş olan Bella Baxter... Soyadını bu 19. yüzyıl bilim adamı ve cerrahından almıştır; çünkü ona hayat veren odur. Yani bir anlamda babası... Bella yetişkinliğine rağmen küçük bir çocuk gibi konuşur; "Ben istiyor, ben bir yere gidecek" gibi ilkel cümlelerine bazen de "Bella Tanrı'yı seviyor" türünden daha ciddi laflar ekler. Yürüyüşü bir kukla, robot veya otomat gibidir. Ve tüm bunlar garip bir müzik eşliğinde, yer yer slow-motion (yavaşlatılmış) görüntülerle verilir. Seyircide uyanan, bir tür dehşet duygusudur.

Yaklaşık yarım saat sonra, film birden renklenir. O sıralarda Bella'nın sırrı da anlaşılmaya başlar. O Londra köprüsünden kendini atarak intihar eden Victoria Blessington'un bedenine yerleştirilen bir çocuk beyninin ürünüdür. Ve bu da elbette ünlü cerrahımızın eseridir. Bella yavaş yavaş zihnen de büyür (ki burası benim nasıl olduğunu pek kavrayamadığım bir gelişme!). Ve her şeye daha incelikli biçimde bakmaya başlar. Kendi lüks konağında yaşarken, artık dışarı çıkmayı, dünyayı görmeyi, her yeri dolaşmayı ister.

Ve bu değişim, bu her yeri tanıma arzusu ona önce yoğun biçimde seksi, sonra da aşkı getirir. Arada mastürbasyon da vardır, sevicilik de... Ve seks filmin önemli bir bölümünü işgal eder. İnsana biraz "illallah!" dedirtecek kadar... Bu arada olgunlaştıkça dünyayı gerçekten tanımaya başlar. Önce Lizbon... Ki renkli bölüme geçiş bu güzel kente çok yaraşır. Orada balkondan "fado" söyleyen kadın görüntüsü de unutulmaz. Dans sahnesiyse bir komedi zirvesidir.

Sonra bir gemi yolculuğuna çıkılır. Ve gemide biraz "entel" konuşmalar yapılır, felsefe konuşulur. Bella giderek farklılaşmakta, olgunlaşmaktadır. Bebek beyni artık iyice gelişmiştir. Daha sonra İskenderiye'ye gelirler. Orada güverteden aşağı bakıp gördükleri tam bir trajedidir. Yıkıntılar içinde yatan ölü bebekler, uzanmış yatan cesetler... Sanki günümüzün Gazze manzarası... Ve Bella ilk kez gerçek hayatın acılarını duyar; bir küçük yardım işine bile girişir.

Sonra Paris gelir. Ama karlar altında... Orada seksin zirvesine çıkma şansı olur. Asıl önemlisi, seksten para kazanmayı öğrenir. Ve buna, yani fahişeliğe alışır!... Genelev gibi çalışan bir otelde iş tutar. Daha sonra gittiği Londra'da da çok farklı olmayacaktır.

Ama ya aşk? Onun da sırası gelir. Doktorun yardımcısı, alabildiğine naif ve saf Max ona tutulmuştur, tek isteği de evlenmektir. Ve teklifini yapar. Ama o hareketli yaşam Bella'yı avukat Duncan'la karşılaştırır. Ve yeni bir ilişki doğar. Ama talih Bella'yı yeniden yaratıcısıyla bir araya getirecektir. Ve ona "Ben senin eserinim" diyecektir.

Bu karmaşık filmin 140 dakika olması boşuna değil... Böylesine çok şeyi anlatmak, aynı filmin içine kitch, gore (kan, kanlılık), seks, duygusallık ve komediyi koymak kolay mı? Yani tam bir mozaik-film!... Bunlara ayrıca özenli bir biçimciliği, çok canlı renkleri, usta işi özel efektleri ekleyin... İşte o 140 dakika böyle geçiyor!...

Ama belki en önemlisini henüz yazmadım. O da filmin dokusuna ve yapısına sinmiş olan o modern feminizm... Gerçekten de filmin tüm erkek karakterleri belli ölçülerde zayıf, ezik, hatta acınası kişilikler... Film boyunca kendilerini sürekli gülünç ve zavallı durumlara düşüren... O ünlü cerrah, kimilerinin sadece isminin ilk bölümü olan God-Tanrı diye andıkları Godwin Baxter'in bile büyük yarası ortaya çıkar: Babası genç yaşında onu hadım etmiştir!... Diğer kişiler de öyle: Genç aşık Max'tan deneyimli Duncan'a... Çabucak çöken, kolayca teslim olan, hatta ağlamaya başlayan tipler...

Oysa tüm kadınları temsil eden ve hayatı tümüyle kavrayan Bella ne denli güçlüdür!... Tüm kitap (veya hikâye veya film) boyunca gösterdiği pozitif enerji, onu tek başına bir modern feminizm öncüsü yapar. Bu açıdan, bu film belki daha çok kadınlara hitap edecek!

Bu arada o sözünü ettiğim gemi yolculuğunda, Bella yaşlı hanımefendi Martha ile tanışır. Öylesine iç içe dost olurlar ki... Kadın ona çok amiyane biçimde "kulak arasının bacak arasından daha önemli olduğunu" anlatır. Bu kısacık rolde efsane Alman (aslında Polonyalı) oyuncu Hanna Schygulla filme ve feminizm mesajına bir boyut daha ekler.

İşte karşımızda böyle bir film var!... Oyunculardan özellikle filmi alıp götüren, Bella rolündeki Emma Stone; modern Frankenstein suratlı Willem Dafoe; Bella'nın aşıklarından Duncan'da Mark Ruffalo, Max'ta Ramy Youssef büyük katkıda bulunmuşlar. Görüntülerde Robbie Ryan da övülmeli.

Gelelim yönetmene... Yorgos Lanthimos 1973 doğumlu bir Yunan yönetmen. 1990'ların ortalarından itibaren önce sayısız müzik videosu çekmiş. 2000'lerdeyse az, ama öz filmler: Köpek Dişi, Lobster - İstakoz, Kutsal Geyiğin Ölümü, Sarayın Gözdesi... Ve bu film. Artık çağın önemli sanatçıları arasında yer alabilir sanıyorum.

Atilla Dorsay / T24




8 Şubat 2024 Perşembe

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 8 ŞUBAT 2024 -

 Zonguldak'ta madende meydana gelen göçükte bir işçi yaşamını yitirdi (soL)

Zonguldak Kilimli'de özel maden ocağında meydana gelen göçükte bir işçi yaşamını yitirdi, cesedine 5 saat süren çalışma sonrası ulaşıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/zonguldakta-madende-meydana-gelen-gocukte-bir-isci-yasamini-yitirdi-390258)

Depremzedeye yapılan 10 bin TL’lik yardımı bile toplanan bağışlardan vermişler (Mehmet Özer-EVRENSEL)

Erdoğan tarafından duyurulan depremzedelere hane başına 10 bin TL destek ödemesinin devletin bütçesinden değil, AFAD’a vatandaşların yaptığı bağışlardan karşılandığı ortaya çıktı.(https://www.evrensel.net/haber/510076)

Diyanet çalışanlarının yüzde 80'i kurumda torpil olduğunu kabul etti (soL)

Diyanet çalışanlarının yüzde 80’i, başkanlık içinde torpil olduğunu belirtti. Başkanlık bünyesinde görevli personelin yüzde 30’u ise “Diyanet İslam’a ilişkin en saygın kurumdur” görüşüne katılmadı.(https://haber.sol.org.tr/haber/diyanet-calisanlarinin-yuzde-80i-kurumda-torpil-oldugunu-kabul-etti-390262)

96 kişi ölmüştü: 'Kaldıracak kolon bile bulamadılar, 1,5 sayfa iddianame yazdılar' (soL)

Adana’da yerle bir olan Hasan Alpargün Apartmanı’nda yakınlarını yitirenler, "Vinçlerin kaldıracak kolon bile bulamadığı bina için 1,5 sayfa iddianame yazdılar. Geri kalanı ölenlerin listesi" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/96-kisi-olmustu-kaldiracak-kolon-bile-bulamadilar-15-sayfa-iddianame-yazdilar-390261

İzmir'de 2,5 milyarlık vurgun: Holding patronu dahil 30 gözaltı (soL)

Holding patronu Sedat Ocakçı, "yüksek kâr vaadiyle nitelikli dolandırıcılık" suçlamasıyla Adana’da yakalanarak İzmir’e getirildi. Yeğeni iddiaya göre 2,5 milyar lirayla Dubai’ye kaçtı.(https://haber.sol.org.tr/haber/izmirde-25-milyarlik-vurgun-holding-patronu-dahil-30-gozalti-390259)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 8 ŞUBAT 2024 -

 

Kılıçdaroğlu’nun yasaklanan videosu (Barış Terkoğlu)

O aday mı, bu aday mı diye tartışıyoruz. Oysa Türkiye’nin asıl seçimi sandıktaki adaylar arasında değil. Freni olmayan, düzelteni olmayan, itiraz edeni olmayan bir demokrasiye doğru gidiyoruz. Muhalefet ise kafasını ilkesiz aday tartışmalarından kaldırıp sistemin kurtuluşu için bir çıkış yolu üretemiyor.

Örnek vereyim...

Önümde AYM’nin yeni bir kararı duruyor. 

Hatırlayın, CHP’nin önceki genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bir zamanlar, akşam videolarıyla halkın karşısına çıkıyordu. İçlerinden biri o günlerde damara basmıştı. Zira elini kolunu sallayarak dolaşan uyuşturucu baronlarına dokunuyordu. Dönemin İçişleri Bakanı Soylu’yu hedef alıyordu.

31 Ekim’de Kılıçdaroğlu, CHP Yoksulluk Dayanışma Ofisi kurucusu ve danışmanı Hacer Foggo ile kamera karşısına geçti. 7 dakika 12 saniyelik konuşmasını şu notla paylaştı: “Türkiye’de bir metamfetamin salgını var. Saray’ın düzeni bu salgını besliyor. Bakmayın ‘Okul önünde uyuşturucu satanın bacaklarını kırarız’ palavrasına. Bugün size Saray’ın karapara ile bu zehri nasıl sokaklarımıza davet ettiğini anlatacağım. Kirli paranın sonucudur bu.”

Gerçekten de adına “Metin” denen ucuz ve kimyasal uyuşturucu, yoksul mahallelerde kol geziyordu. Aile faciaları birbirini takip ediyordu. Öyle ki bir genç, annesinin kafasını kesip sokağa atmıştı. 

Yoksul halkın uyuşmasının bir ekonomi politiği vardı. Kirli parayla yakından ilgiliydi. Uluslararası hesaplaşmalarını İstanbul sokaklarında gören mafyanın sonucuydu. Mafyayla fotoğraf çektirip ona pasaport veren politikacılar, zehrin siyasi sorumlusuydu. Kılıçdaroğlu da “Fotoroman Süleyman” diyerek bu ilişkiyi anlatmıştı. 

Videoyu izledik, tartıştık. Sonrasında Kılıçdaroğlu da Foggo da CHP’den tasfiye edildi. Soylu da bakanlığı kaybetti. Devamında neler olduğuna bakmadık.

VİDEOYA POLİS YASAĞI

Dönemin İçişleri Bakanı Soylu değil ama ona bağlı Emniyet Genel Müdürlüğü mahkemeye başvurdu. Kılıçdaroğlu’nun paylaşımına erişim engeli kararı istedi.

Videoda uyuşturucuya yol verenler eleştiriliyordu. Emniyet neden rahatsız olsun ki? Hepimizin bildiği gibi, “teşkilat”ı yöneten politikacı, kendi siyasi hesaplaşmasına devletin polisini aracı etmişti. Ankara 4. Sulh Ceza Hâkimliği, 4 Kasım’da videoyu yasakladı. Kararda yer alan ifadeler çok ilginçti:

“Belirtilen suçlamalar hakkında hiçbir somut bilgi, belge ve olay belirtilmediği, belirtilen beyanların siyasi eleştiri sınırını aşıp uyuşturucu ile mücadele eden tüm devlet kurumlarının tüzel kişiliğine karşı suç isnat eder nitelikte olduğu ve bu yolla devlet kurumlarına ülke içinde ve ülke dışında güvenin sarsılmasına neden olunduğu, talebe konu açıklamaların kişilik haklarını ihlal edici nitelikte olduğu görülmekle...”

Mahkemeye göre karaparanın Türkiye’ye girişini sağlayan düzenlemeleri eleştirmek, baronlarla fotoğraf çektiren politikacıları hedef almak devlete güveni sarsıyordu!

Kılıçdaroğlu’nun yaptığı itirazlardan bir sonuç çıkmadı. 12 Aralık’ta avukatı Celal Çelik AYM’ye başvurdu. Ve karar çıktı...

AYM’DEN KILIÇDAROĞLU KARARI

Karara göre AYM, Kılıçdaroğlu’nun başvurusunu doğrudan görüşmemiş. Bir dizi dosyayla birleştirmiş. Nihayetinde Kılıçdaroğlu’nun ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiş. 18 bin lira manevi tazminata hükmetmiş. Yeniden yargılama için de dosyayı Ankara 4. Sulh Ceza Hâkimliği’ne göndermiş.

Uymak zorunda mı? Teoride öyle ama Can Atalay kararına bakılırsa hâkim, “Bana ne AYM’den” diyebilir!

Türkiye, ana muhalefet liderinin ya da cumhurbaşkanı adayının bile uyuşturucu kullanımını eleştiremediği bir düzene doğru gidiyor. Devletin partileştiği, yargının emre amade olduğu, Meclis’in işlevsizleştiği, bürokrasinin kuralsızlaştığı bir düzende, sistem bütün frenlerini kaybediyor. AYM’yi kapatma çağrıları gerçekleşmese bile nisan ve mayısta, Erdoğan yeni üyeler atayarak AYM’yi de devreden çıkaracak. Haliyle, hiç görevi olmadığı halde, belediyeler, adeta sistemde tek itiraz noktası haline gelmiş durumda. “Yerel ile merkez uyumlu olsun” sözleri, iktidarın 31 Mart’ta bütün karşı çıkışları bitirmek isteğini gösteriyor. Mayıs ayında başlayan “sistemin muhalefetsizleşmesi” süreci martta tamamlanmaya çalışılıyor. Siyaseti seçimlere indirgeyen muhalefet, seçimleri de siyasetsizleştirip kişilere bağlayarak süreci bir kez daha okuyamadığını gösteriyor. Bu ilkesiz adaylık kavgası, “devlet benim” diyenlerin “benim devletim”i yaratmasına belki de son fırsatı sunacak.

Güneşi görmek için bulutların dağılmasını beklemek yetmez. En azından kafanı kaldırıp bakmak da gerekir.

                                                     /././

Trump korkusu paniğe dönüşüyor (Ergin Yıldızoğlu)

Ya başkanlık seçimlerini kazanırsa artık deneyim de kazandı... Bir felaket olacak”“Avrupa’yı Trump’tan korumanın yolları”... Kamuoyu yoklamaları Trump’ı, hakkında açılan davalara karşın Biden’la başa baş, çoğu zaman da önde göstermeye devam ettikçe korku, paniğe dönüşmeye başladı. Bu “paniğin” arkasında, biri ABD’de liberal demokrasinin diğeri de “ABD’nin kurduğu uluslararası düzenin” geleceğiyle ilgili etken var.

TRUMP TEFLON GİB O KADAR DA ZEHİRLİ

Trump hakkında açılmış, tecavüzden mali yolsuzluğa, devlet sırlarını alıp evine götürmeye, halkı isyana teşvik etmeye kadar 19 dava var. Adamın, pedofil Jeffrey Epstein’in partilerinde gayet samimi pozlarda çekilmiş resimleri ortalıkta dolaşıyor. Bunlar Trumpçı seçmenin umurunda değil. Trump’ın popülaritesi Ocak 2023’te yüzde 40.3’ten Ocak 2024’te yüzde 43.2’ye yükselmiş. İki yıldır anketlerde hep 1-2 puan farkla bazen Biden, bazen Trump önde görünüyor.

Trump artık hiç çekinmeden, giderek daha faşizan bir dili kullanıyor; taraftarlarında, “Taylor Swift’in derin devletin ajanı” olduğuna kadar uzanan paranoyak bir ruh halini kışkırtıyor; devletin denetleme ve dengeleme kurumlarını kendi taraftarlarıyla doldurmaya niyetli, medya ve muhalefet üzerinde baskı kurmaya kararlı olduğunu açıkça dile getiriyor. Tüm bunlar ABD’de, liberal demokrasinin tehdit altında olduğunu söylüyor. 

Geçen hafta Council on Foreign Relations Başkanı Richard Haass, aynı kurumdan ve Washington Post yazarı, tarihçi Max Boot, neo-con akımın en aşırı kanadından John Bolton, The Economist, Foreign Affaires, yorumlarında Trump’ın “ABD liderliğinde kurulmuş”kurala dayalı uluslararası düzene vereceği zararları anlatıyorlardı: NATO’dan çıkma arzusuna, küresel ısınma karşısındaki inkârcı tavrına, Avrupa, Japonya gibi müttefikleri küçümsemesine, Çin ile ticaret savaşına, dış politikada içe dönme arzusuna, Rusya’da Putin, Kuzey Kore’de Kim Jong Un gibi otokratik liderlerle kurduğu “yakın” ilişkileri dış politika sanmasına işaret ettiler.

Aslında, Trump’ın bizzat kendisi de o iki etken gibi daha derin bir dinamiğin ürünü. Panik de bu dinamiğin, iç savaş, parçalanma olasılıklarına kadar uzanan potansiyellerini ve onları engelleyecek araçların eksikliğini hissetmekten kaynaklanıyor.

İŞÇİ SINIFI VE ‘TEMSİLCİSİ’

New York Times’ın araştırmacı yazarı Edsall, bir grup sosyal bilimciye “Ülke geri dönüşü olmayan bir yolda mı” diye sorduğunda hemen hepsi, ABD’de vatandaşların geleneksel ortak değerleri artık paylaşmadıklarına, sert kültür savaşlarına işaret etmişler. Diğer bir deyişle düzeni ayakta tutan egemen ideoloji verimliliğini kaybetmiş.

Bunun arkasında, öncelikle mavi yakalı (ağırlıklı olarak erkek) işçi sınıfının, özellikle sendikalı, vasıflı kesimini istihdam eden sanayi, tarım, madencilik sektörlerinde 1980’lerden bu yana küreselleşme döneminde yaşanan aşınma yatıyormuş: 1980-2023 arasında çalışılan saat başına çıktı yüzde 126 artarken ortalama ücret artışı yüzde 27’de kalmış; imalat sanayisinde 5 milyon iş yok olmuş (Economic Policy Institute).

Buna karşılık, genelde üniversiteli, beyaz yakalı işçileri istihdam eden, finans, teknoloji, hizmet sektörü büyümüş. Esas olarak daha çok büyük-kentli ve coğrafi olarak hareketli bu kesim özellikle, cinsellik, aile, ırk, çevre, göçmenlik alanlarında geleneksel mavi yakalı işçilerden farklı değerler geliştirmeye başlamış. 

Bu zeminde işçi sınıfının gerilemekte olan sanayi dallarında, kırsal bölgelerde, küçük kasabalarda yaşayan kesimi ve bunun etrafında şekillenmiş diğer sosyal tabakalar, geçmişi geri getirecek, kaynakları savaşlarda değil, istihdamı artıracak alanlarda kullanacak, çocuklarını savaşlarda harcamayacak bir temsilci ararken, sosyalist düşünceden yoksun ortamda “kapitalist gerçekçilik” altında, zengin “çok başarılı” ve demagog bir işadamı onları temsil etme iddiasıyla ortaya çıkınca bu yeni “lidere” yönelik çok güçlü adeta kimliklerinin bir parçası haline gelen bir özdeşleşme ilişkisi oluşmuş. 

İşçi sınıfının bir kesiminin ve onun etrafındaki orta sınıfların öfkesi artarken bu öfkeyi düzenin sınırları içinde tutan egemen ideoloji ve siyasi partiler verimlilikleri hızla kaybediyorlar. Trump ve “süreç olarak faşizm” işte bu gelişmelerin ürünleri. Korkunun paniğe dönüşmeye başlamasının esas nedeni de burada yatıyor.

                                                  /././

Suriyesiz bölge güvenliği olmaz (Mehmet Ali Güller)

Birkaç haftadır Türkiye-İran-Irak üçgeninde önemli güvenlik temasları yapılıyor. İstihbaratçılardan cumhurbaşkanlarına uzanan temaslar var. İran Cumhurbaşkanı Reisi Türkiye’deydi. Önce MİT Başkanı İbrahim Kalın, ardından da Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ile Genelkurmay Başkanı Org. Metin Gürak Irak’taydı.

İran Cumhurbaşkanı Reisi, Ankara’da şu önemli denklemi kurdu: “Türkiye’nin güvenliğinin bizim güvenliğimiz, bölge ülkelerinin güvenliğinin bizim güvenliğimiz olduğuna ve bölge ülkelerinin herhangi biri için en ufak bir güvensizliğin tüm herkese zararı olduğuna inanıyoruz.”

Irak Başbakanı Sudani de Milli Savunma Bakanı Güler ve Genelkurmay Başkanı Org. Gürak’“Türkiye ile Irak’ın güvenliğinin birbiriyle bağlantılı olduğunu” söyledi.

Sonuç olarak hem Tahran hem de Bağdat, “kolektif güvenlik” temelli denklemler ortaya koydular.

KOMŞUYA RAĞMEN DEĞİL, KOMŞUYLA BİRLİKTE

Peki AKP hükümeti de böyle düşünüyor mu? “Irak’ın güvenliği Türkiye’nin güvenliğidir” diyor mu, “İran’ın güvenliği Türkiye’nin güvenliğidir” diyor mu?

Jeopolitikçi bir yaklaşımla “terörü kaynağında yok etme” adı altında, sürekli komşunun toprağında derinliği artırarak hat inşa etme çizgisinin bir çıkmaz olduğunu daha önce bu köşede birkaç kez ele almıştık. Son olarak Bahçeli’nin Irak’ın 35 km derinliğindeki kalıcı üsleri korumak için 60 km derinlikte “huzur hattı” önermesini eleştirmiştik. Çünkü bu jeopolitikçi yaklaşımın, yarın da 60 km derinlikteki hattı 100 km’den koruma ihtiyacını doğuracağını belirtmiştik.

Bu jeopolitikçi anlayışın yerini, “kolektif güvenliğin” alması gerektiğini söylemiş, “komşuya rağmen komşunun toprağında” çizgisini, “komşuyla birlikte” çizgisine dönüştürmenin önemine işaret etmiştik.

SURİYE’NİN TOPRAK BÜTÜNLÜĞÜ

Türkiye, İran ve Irak arasında, “senin güvenliğin benim güvenliğimdir” anlayışıyla bir “kolektif güvenlik” oluşturulabilirse bu bölge için çok önemli bir adım olur.

Ancak yetmez. Çünkü bölgesel “kolektif güvenliğin” sağlanabilmesi, Suriye’nin de denkleme dahil edilebilmesiyle mümkündür.

Bir kere bölgeye stratejik düzlemde tehdidin kaynağı ABD’dir. ABD, Suriye’nin kuzeyinde bir koridor inşa etmeye çalışarak sadece Suriye’yi değil, Türkiye’yi, Irak’ı ve İran’ı da tehdit etmektedir.

ABD’nin 2003’te Irak’a saldırısı öncesinde bölge ülkelerinin gördüğü, işaret ettiği ama uygulayamadığı denklemdi: Irak’ın toprak bütünlüğü, Türkiye’nin toprak bütünlüğüdür, Suriye’nin toprak bütünlüğüdür, İran’ın toprak bütünlüğüdür.

Bugün de son 10 yıldır olduğu gibi Suriye’nin toprak bütünlüğü Türkiye’nin toprak bütünlüğüdür, Irak ve İran’ın toprak bütünlüğüdür.

AKP’NİN SORUNU KANGRENLEŞTİREN HAYALİ

Peki o zaman Suriye neden denklemde değil? Daha da somutlaştırırsak Ankara neden hâlâ Şam ile normalleşmekte direniyor?

Geçen seneki adımların “asker çekme” konusunda tıkandığını yazmıştık. Rusya bunu artık resmi olarak da ilan etti. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Alexander Lavrentyev, “Türkiye’nin Suriye’ye uzun vadede asker çekme güvencesi vermediği için sürecin durduğunu” açıkladı.

Bakın, kısa ya da orta vadede değil, uzun vadede bile AKP hükümeti Suriye’ye “asker çekeceğinin güvencesini” vermiyor!

Neden? Çünkü iktidar hâlâ, imkânsızlığına rağmen, Suriye topraklarında bir “ÖSO nüfuz bölgesi” kurabileceğini hayal ediyor. Ancak bu hayal, bölgede yeşermekte olan “kolektif güvenlik” anlayışını sabote ediyor.

Ankara, Şam ile anlaşıp “güncellenmiş Adana Mutabakatı” ile çözeceği sorunu, kangrenleştirmektedir. Üstelik bu durum, sığınmacı sorununun çözümünü de geciktirmekte, giderek o sorunun da kökleşmesini sağlamaktadır.

(Cumhuriyet)