4 Mart 2024 Pazartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 4 MART 2024 -

Yıldönümü (Ali Sirmen)

Sevgili,

Mart ayı da geldi. Ünlü 1 Mart Tezkeresi’nin üstünden 21 yıl geçmiş. Hiç unutmuyorum. Tüm toplum ilk anda ABD’nin Irak’ı işgalinde Türkiye topraklarını kullanmasına izin veren tezkerenin geçtiğini sanmıştı. TBMM’de çoğunluk sağlanmıştı. Yazıişlerinin ilk manşetleri “Tezkere geçti” şeklindeydi. Sonra ayılmışlardı. Tezkerenin geçmesi için nitelikli çoğunluk gerekiyordu. O da sağlanamamıştı. CHP’nin büyük ölçüde karşı durmasıyla ABD isteğini elde edememişti.

Olayın üzerinden 21 yıl geçti. Bugün Türkiye sayıları bile tam olarak bilinmeyen göçmenlerle dolu bir ülke. Ortadoğu’da sınırlar allak bullak durumda. 21 yıl önce ne olmuşsa olmuştu. Ne olmuştu?

Geriye baktığımız zaman görünen o ki ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin ilk adımları atılmıştı. Projenin eşbaşkanı adaylığıyla iktidara gelen AKP nitelikli çoğunluk zorunluluğunu bilmeden tezkereyi geçirdiğini sanmıştı.

Aslında CHP’nin “Hayır” oylarına katılan AKP’lilerin dışında partinin çoğunluğu tezkereye “Yes” demişti. Ve o tarihten bu yana AKP GOP’un eşbaşkanlığına soyunmuştu. Türkiye dev adımlarla değişmişti. Ülkede egemen olan parlamenter rejim rafa kalkmıştı. Nasıl bir rejim olduğu da henüz belli değildi.

                                                 ***

Bir şey kesindi. Artık iki Türkiye vardı: Resmi Türkiye, gerçek Türkiye. Emperyalizm ile kol kola girmiş irticanın yeni resmi rejimi ılımlı yazılan ama uysal okunan yeni rejiminin etiketi şuydu:

Ilımlı İslam.

Gerçi İhvan yapılı irtica ile laik Cumhuriyet karşıtı irticanın, ortak metni kendi amaçlarına göre okumalarından dolayı değişik anlamlar çıkıyordu. Ama özde sonuç fazla değişmiyordu. ABD bölgeyi yeniden anladığı biçimde dizayn etmeye çalışırken AKP, yanında yardımcısı, ABD’ye TC’nin tasfiyesinde destek olacaktı.

Ortaya çıkan modelin bazı aksaklıkları vardı. ABD zaman zaman AKP’de görülen otonom davranışlardan hoşnut değildi. Ortağının gizil gücünün (potansiyel) ürünü olan denetlenmesi güç güdülerinin yarattığı sorunlardan şikâyetçiydi. AKP ise ABD’nin stratejik ortaklıkla asla bağdaşmayan bölgedeki güvenlik politikasının kendi bekasını tehdit ettiğini söylüyordu. Her ikisi de olayları bu duruma sokma sorumluluğunun TSK’ye ait olduğunu görüyorlardı. Ama her ikisi de ortak çıkarlarının altında yeni durumu istedikleri şekilde düzenleyecek yeni bir dönemi el ele büyütüyorlardı. Bu dönem sırasında AKP denetlenemez otonom davranışlardan vazgeçirilmeye, ABD ise Türkiye’nin kırmızı çizgisi ilan ettiği bölgedeki yeni oluşumlarla stratejik anlaşmalar imzalayacak ve bu yolu özde bir ama sözde karşıt şekilde yürüteceklerdi. Ortakların bölgeye ve de Türkiye’ye bakışlarında bir değişiklik olmadığı bu yeni dönemde ılımlı İslamın İhvancı eğilimleri AKP’de etkilerini sürdürmekteydi. Ama Washington İhvan’la balayına son vermişti. Şimdi aralarında uzlaştırılması güç bir sevgi ilişkisi vardı.

Ve 22 yılın sonunda AKP’nin ABD’nin desteğiyle sürdürdüğü Türkiye’nin İhvanlaştırılması politikasının yıkım aşaması başarıyla sona doğru getirilirken laik Cumhuriyetçi odakların bütün direnişlerinin kırılamamış olması yüzünden “yeniden yapım” aşaması henüz istenen sonuçları veremediğinden Türkiye’nin en yalnız, en sorumlu, en kaos içinde iflas etmiş iktidarı AKP sultasında yaşanmaya başlanmıştır.

                                                  ***

Her alanda karşılaşılan sorunların “kaotik tutarlılığı” (al işte bir oksimoron da benden!) içinde aynı tükenmişliğin emarelerini gösteren bu yeni dönemde her olasılığın önü açıktır. Ama görünen o ki AKP’nin hedeflediği amaçlarla, sahip olduğu avantaj ve desteklerin arasında yeterli oran mevcut değildir.

20 yıl önce Türkiye’nin eşiğinden adım attığı yeni düzen döneminin emarelerini bile doğru okumakta zorlananlar çoğunluktaydı. Bugün o günlerin tersine AKP’nin amaçlarını, büyük güç ortağı emperyalizm ile çelişkilerini, içinde bulunduğu güçlük çukurları karşısındaki aczini ve büyük iflasını herkes daha rahat görüyor.

                                                    /././

"Kürt Tilkisi" nasıl "Vatandaş Macit" oldu (Barış Terkoğlu)

Milletler elle değil tarihle kurulur. Yabancı yumruğuyla değil içindeki kurtlarla çürütülürler.

Haberler Süleyman Soylu’nun CHP’nin standını ziyaretini gösteriyor. Herkes şaşkınlık içinde. Bir eski İçişleri Bakanı’nın muhalif vatandaşın elini sıkmasının olağan olması gerekmez mi? Nedense değil. Bu sırada Gazeteci Timur Soykan’ın "Baron İstilası" kitabını okuduğum için "olağanüstü" sayılanın nedenini biliyorum.

"İstila" denilince, sanki dışarıdan ele geçirilmiş olanı anlıyoruz. Aksine, "baron istilası"nda zorlama yok. Timur Soykan’ın kitabı içeriden kapının açılmasıyla, baronların davet edilmesiyle, hatta koruma sağlanmasıyla istilanın yapıldığını gösteriyor. Haliyle, Yeni Zelanda’dan Karadağ’a dünyanın mafyasının Türkiye’de toplanmasının nedeni içerdeki hükümetin marifeti. Nedeni de sonuçları da politik.

Kitaptaki bir örnekle anlatayım…

ÇANTASINI UNUTAN "KÜRT TİLKİSİ"

Haberlerde okuduk. 15 Nisan 2022 sabahı, Marmaris’te, belediye işçisi Ali Eren, parkı temizlerken bir çanta buldu. Çantanın içinden 12 bin 400 dolar ve 2 bin 400 lira çıktı. Yoksul ve namuslu Ali Eren götürüp polise teslim etti. Polis de sahibini buldu. Marmaris’te zengin bir hayat süren Irak Kürdü Miran Othman’ındı.

Othman’ın hali öyle garipti ki…

Sanki çantası bulunduğu için mutsuz olmuştu. Kutlama fotoğrafının bile çekilmesini istemedi.

İşte bu garip haller Marmaris polisinin dikkatini çekti. Othman’ın parmak izini takip edince gerçeğe ulaştılar. Çantası bulunan kişi, kırmızı bültenle aranan uyuşturucu baronu Rawa Majid’di.

"Kürt tilkisi" lakaplı Rawa Majid, 1986 yılında Kuzey Irak’ta doğmuştu. Babası İsveç’e gidip sığınmacı olmuştu. Majid, genç yaşında sokak çetelerine katıldı. 2009’da kokain çetesine yapılan operasyonla yakalanıp hapis cezası aldı. 2015’de hapisten çıktığında artık kendi ekibini kurmaya karar vermişti.

Başardı da…

Stockholm merkezli uyuşturucu trafiğini artık onun çetesi yönetiyordu. Küçük çocuklar tetikçisi olmuştu. Arka sokak rapçileri onun için şarkı yazıyordu. Şifreli bir haberleşme sistemi kullanıyordu. Örgütünün arması bile vardı. Elinde silah tutan üniformalı bir tilki Majid’in çetesini simgeliyordu.

BARON TC VATANDAŞI

MİT’in FETÖ’nün Bylock’una sızması gibi… İsveç polisinin gizli haberleşme sistemine sızması Majid için dönüm noktası oldu. Polis, uyuşturucu pazarını yöneten çeteye 2020’de operasyon yaptı. Çok kişi yakalandı. Ama Majid Kuzey Irak’a kaçtı. İsveç onu Kuzey Irak’tan isteyince Majid kendisine daha güvenli bir adres buldu: Türkiye!

Peki nasıl? Nasıl oluyor da dünyanın her yerinde aranan bir baron Türkiye’de rahat edebiliyor.

Üstelik…

Timur Soykan’ın kitabından öğreniyoruz. Majid, uyuşturucu çetesini Türkiye’den yönetmeye devam etmiş. 2022’de Yunan asıllı Mikael Tenezos’un çetesine savaş açmış. İki çetenin karşılıklı saldırılarında ölümler ve yaralamalar olmuş. Ardından kendi çetesinden kopan “Çilek Adam” lakaplı İsmail Abdo ile kanlı bir mücadeleye girişmiş. Bu saldırılarda çocuklar bile hedef alınmış. Kısacası İsveç’in kırmızı bültenle aradığı baron, Türkiye’den çetesini yönetmeyi sürdürmüş.

Nasıl oluyor dedik ya… 

Yanıtı Majid yakaladıktan sonra olanlarda…

Haberlerde Majid’in sahte kimlikle yakalandığını okumuştuk. Meğer ortada bir sahtelik yokmuş! Majid, Kuzey Irak’a gittiğinde mahkeme kararıyla adını “Miran Othman” olarak değiştirmiş. Tu¨rkiye’ye geçtikten sonra ise 300 bin dolara Bodrum’da bir villa almış. Şak diye kendisine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hediye edilmiş. Vatandaşlık başvurusunda geçmişinin incelenmesi, parmak izinin kontrol edilmesi, sabıkası ya da hakkında arama kararının araştırılması gerekirken nasıl oluyorsa bu işlemlerden de kurtulmuş! Artık içimizden biri olan vatandaş Majid, Miran Othman ismiyle T.C. kimliği taşıyormuş!

Sonrası…

BARON SERBEST BIRAKILDI

Marmaris’te yakalanıp tutuklanan Majid için, İsveç hemen iade talebinde bulundu ama nafile… Bodrum 1. Sulh Ceza Hâkimliği, İsveç’te uyuşturucu ticareti ve çok sayıda silahlı saldırı ve cinayetten aranan Majid’in, yeterince tutuklu kaldığını söyleyerek 4. ayında tahliye etti.

Huylu huyundan vazgeçmez ya…

Majid dışarı çıkınca da değişmedi. Timur Soykan, Majid’in karıştığı uzun bir silahlı hesaplaşma zincirini kitabında anlatıyor. Majid’in adamları, İstanbul’da, Majid’in rakibi olan İsmail Abdo’nun bir adamını dövdü. Karşılığında, 6 Eylu¨l 2023 gu¨nu¨, Abdo’nun adamları, Majid’in evinin de olduğu İstanbul Sarıyer’deki Ağaoğlu Maslak 1453’deki bir kafede oturan Majid’in adamlarını taradı. Majid de karşılık olarak ertesi gün Abdo’nun İsveç’teki 60 yaşındaki annesini öldürttü. Abdo da intikamını 9 Eylül’de Majid’in kayınvalidesinin oturduğu binayı taratarak aldı…

Silahlı saldırılar, bombalamalar, bulunan sahipsiz cesetler sürüp gitti. Karşılıklı saldırılarda 13 yaşındaki bir çocuk bile hayatını kaybetti. Daha da ilginci, bu sırada İsveç polisi, İsmail Abdo’nun da Türk vatandaşı olup İstanbul’a gittiğini açıkladı!

BARONLAR NEDEN TÜRKİYE’DE

Timur Soykan’ın kitabı dünya baronlarının Türkiye’de toplanmasının üç temel nedenini de anlatıyor. 2008, 2013, 2016, 2018, 2019, 2020 ve 2022 yıllarında çıkarılan "Varlık Barışı" ile, kaynağı belirsiz para için Türkiye güvenli liman haline geldi. İkincisi, vatandaşlık kanununda yapılan değişiklikle sudan ucuza satılan Türk vatandaşlığı baronlara resmiyet sağladı. Son olarak ise, AKP Hükümetleri, çöken ekonomik ve siyasi sistemdeki boşluğu, mafyanın milyar dolarlarıyla ve silahlı gücüyle doldurma tercihinde bulundu. Sonucunda…

Dünya mafyası elini kolunu sallayarak ülkemizde dolaşıyor, uyuşturucu trafiğini yönetiyor, silahlı çatışmalara giriyor, üstüne vatandaş oluyor. Buna izin veren Hükümet, uyguladığı baskıyla, sadece muhalif olduğu için Türk yurttaşını kendi ülkesine yabancılaştırıyor. Bir İçişleri Bakanı’nın CHP’linin elini sıkmasına şaşırıyoruz da… Oysa asıl şaşırmamız gereken elin mafyasının adeta sırtının sıvazlanması! Yurttaşlığın mal değil hak olduğu gün, hakkımız baronlara satılmayacak.

                                                    /././

Konumuz parçalanma(I) (Ergin Yıldızoğlu)

Uzun yıllar, ekonomik-mali-teknolojik küresel bütünleşme sürecini konuştuk. 2008 finansal krizi, “deglobalization” (küreselleşmeden geriye dönüş) başladı savları, Çin’in yükselişi, pandeminin tedarik zincirleri üzerindeki etkileri bile “küreselleşmekte olan dünya” söyleminin etkisini kıramamıştı. Ancak son ekonomik, jeopolitik gelişmelerin etkisiyle bir “parçalanma” algısı ve söylemi iki yıldır giderek yerleşiyor. Bu “parçalanma” algısını, tarihsel bir hafızayla birleştirince korkutucu bir resim şekillenmeye başlıyor.

DAVOS - IMF - MÜNIH

Dünya Ekonomik Forumu yılın ilk zirve toplantısından sonra yayımladığı risk raporunda, dünya ekonomisinin pandemi, resesyon gibi riskler karşısında görece dayanıklı çıktığını vurguluyor; ancak genel olarak “sistemin” zayıflamakta olduğuna dikkat çekiyordu.  Rapor hazırlanırken ekonominin, siyasetin en etkili liderleri arasında Eylül 2023’te yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü orta düzeyde küresel felaket riski, diğer yüzde 30’u daha da çalkantılı koşullar bekliyordu. Beklentiler 10 yıllık zaman diliminde belirgin biçimde daha olumsuzdu, katılımcıların neredeyse üçte ikisi fırtınalı gelişmeler bekliyordu. Rapor, “Bu sonuçlar ekonomik, jeopolitik ve toplumsal kırılganlıkların artmaya devam edeceği bir küresel risk ortamına işaret etmektedir. Bugün ortaya çıkan endişe verici gelişmeler, önümüzdeki on yıl içinde kronik küresel risklere dönüşme potansiyeline sahiptir” diyordu. 

Yılın ikinci önemli zirvesi, Münih Güvenlik Konferansı’ndan yaklaşık 10 gün önce, IMF Genel Müdür Birinci Vekili Gita Gopinah, Foreign Policy’de yayımlanan bir denemesinde, “Bir dönüm noktasındayız. Pek çok ülke ‘friendshoring’ (dost ülkelerin ekonomilerine yönelmek-E.Y.), ‘riski azaltma’, ‘kendine yetmek’ adına engeller koydukça (küresel) ticaret parçalanıyor” diyordu. Gopinah, yazısında “yeni bir ekonomik soğuk savaşın en kötü senaryosundan kaçınmanın yollarını” araştırıyordu. Gopinah gittikçe artan parçalanmanın arkasında ülkelerin güvenlik kaygılarının olduğunu vurguladıktan sonra, “Jeopolitik kaygıların küresel ticareti ve sermaye akışını engellemesi ilk kez yaşanmıyor” diyor; I. Dünya Savaşı’nın küreselleşmenin altın çağına son verdiğini anımsatıyordu. Sonra ekonomik bunalım, milliyetçi ve otoriter liderler (Gopinah, faşizm kavramını kullanmıyor-EY) ve II. Dünya Savaşı...

15-18 Şubat arasından toplanan Münih Güvenlik Konferansı’nda küresel jeopolitik, yine Batı’nın bakış açısından tartışıldı. The Guardian’ın Avrupa muhabiri, Istituto Affari Internazionali (Roma) başkanı Nathalie Tocci’nin konferansta edindiği izlenim çarpıcıydı. Tocci Ukrayna Savaşı, İsrail’in Gazze işgali ortamında dünyanın “Batı ve geri kalanlar (Rusya, Çin ‘Küresel Güney’...) olarak ikiye bölünmeye başladığına” işaret ediyor “Bu da bizim güvenliğimizi tehdit ediyor” diyordu.

VE WEIMAR

“Zirvedekilerin” ortak sorunlarını konuştukları toplantılarda öne çıkan bir kaygı da giderek sertleşen siyasi kültürel kutuplaşmaların getirdiği risklere ilişkindi. Bu bağlamda öncelikle ABD’de olası bir Trump başkanlığına ilişkin tartışmaların yanı sıra geçen hafta Financial Times’da bir yorum şekillenmekte olan resmin bir parçasını daha yerine koyuyordu: Yazı, tarihin en karanlık sayfalarından birini anımsatarak “Almanya siyasetindeki parçalanma korkutucu derecede 1930’lara benziyor” diyordu. Almanya’nın en büyük kamuoyu araştırma kurumu Forsa Enstitüsü yaptığı bir araştırmanın sonucunda “Weimar ile bir karşılaştırma yaparken dikkatli olmak kaydıyla, Almanya’da mevcut parti ortamındaki parçalanmanın boyutu, 1930’larda Reichstag seçimlerindeki parçalanmaya korkutucu derecede benzemektedir” diyordu: Seçmen yine ana akım siyasi partileri terk ederek aşırı uçlarda toplanıyormuş. Forsa’ya göre, “Federal Meclis’e giren partiler için yüzde 5’lik bir baraj olmazsa, seçimler Nazilerin iktidarı ele geçirmesinin arifesindeki gibi siyasi olarak felç olmuş bir parlamento ortaya çıkaracak”. Almanya’da, Weimar (1918-33), Nazi rejimi gibi “tabu” konular, günlük tartışmalara girerken Yahudilerin devletinin Gazze’de bir soykırımla suçlanıyor olması da tarihin acı bir ironisiydi. “Weimar yıllarında” kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, halifelik, şeriat taleplerinin yükselmeye başlamış olması da... 

                                                      /././

Konumuz parçalanma(II) (Ergin Yıldızoğlu)

Son yıllarda silahlı çatışmaların, savaşların sayısında belirgin bir artış gözleniyor. Bu konuda gözlemler, araştırmalar yorumlar da çoğalıyor.

HEGEMONYA PARADOKSU

Bu yazının ilk bölümünde, küreselleşme tartışmalarındaki iyimserlikten, dünya ekonomisinin parçalanma eğilimlerine ilişkin kaygılara geçişi aktarmaya çalışmıştım. Bu kaygılara neden olan gelişmeler, tüm insanlığı ilgilendiren küresel ısınma, nükleer silahlar, “yapay zekâ”, bir büyük savaş riski gibi konularda büyük güçler arası işbirliğinin daha da zorlaşacağını düşündürüyordu. Bu tartışmalarda, özellikle Batı kaynaklarında konu hemen ABD liderliğinin artık “kurala dayalı küresel düzeni” sürdürme kapasitesini, diğer bir deyişle hegemonyasını kaybetmekte olmasına geliyordu.

Gerçekten de kapitalist devletler “dünyası” egemenlik ve bağımlılık ilişkileri dünyasıdır. Bu “dünyada” hegemonya “düzenin” güvencesidir. Hegemonya, dünya ekonomisinin kurallarını belirler, dayatır, büyük savaşları engeller, küçük savaşları düzenler, etkilerini sınırlar. Ancak kapitalizmin kaotik dünyasında “eşitsiz ve birleşik gelişme yasası” işlemeye devam eder. Zamanla, hegemonya merkezine rakip yeni ekonomik, siyasi askeri merkezler yükselmeye başlar. Yükselen güçler verili kuralları kendi çıkarları doğrultusunda değişmeye zorlar, “orta büyüklükte güçler” manevra alanlarını genişletir. Bu sürece paralel, ülkelerin içinde servet ve güç dağılımı da değişmeye başlarken sınıf çelişkileri sertleşir, egemen ideoloji verimliliğini kaybeder, kurulu düzeni sürdürmek zorlaşır. Bugün böyle bir dönemdeyiz ama ilk kez değil: 1914-39 dönemine bakmak yeter.

DÜZEN DAĞILIRKEN

Uppsala Conlict Data Program (Çatışma Verileri Programı-UÇVP) ve Peace Research Institute UÇVP’nin bulgularından derlenmiş bir grafik (Vox.com) “savaş” tanımına giren çatışmaların sayısının 2010’da 80+ düzeyinden 2023’da 180+ düzeyine çıktığını gösteriyor. UÇVP’nin hesaplamalarına göre bu tür çatışmalarda ölenlerin sayısı 2012’de 40 bin dolayında iken yaklaşık altı kat artarak 2022’de 283 binin üstüne çıkmış. Geçen hafta New York Times’da yayımlanan “Dünya çok daha kanlı bir döneme giriyor olabilir” başlıklı bir yorum Londra’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS), aralık ayı başında yayımlanan prestijli raporu Silahlı Çatışma Araştırması’na göre 2023 yılında dünya çapında çatışma sayısının 183 ile son 30 yılın en yüksek düzeyine ulaştığını aktarıyordu.

Gerçekten de haritaya şöyle bir bakmak yeterli: Gazze, Ukrayna, Myanmar, Sudan, Libya, Yemen, Etiyopya, Somali, Irak, Suriye, Ermenistan-Azerbaycan, İran-Pakistan, Hindistan-Çin gibi çatışmaların yanı sıra bir yazarın deyimiyle, “Atlantik’ten Kızıl Denize yürüseniz, yakın zamanda bir askeri darbe yaşamamış ülkeye rastlamazsınız: Gine, Burkina Faso, Çad, Nijer, Mali, Sudan...”

Bu darbeler ve çatışmalar insani felaketleri de beraberinde getiriyor. IISS’in raporu, Sudan’daki iç savaşta 10 binden fazla, Yemen’de yaklaşık 250 bin kişi, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, 2022’de nüfusun yaklaşık yüzde 6’sı ölmüş olabilir diyor. Bunlara Ukrayna savaşını, Gazze’deki yıkımı da eklemek gerekiyor. İslamcı teröristlerin Sahel ve Batı Afrika’daki saldırıları, Latin Amerika’da Ekvador, Kolombiya, Meksika’da uyuşturucu kartellerinin etkileri ve çatışmalarda öldürdükleri de var. Bir BM raporuna göre 2016-2022 arasında Latin Amerika’da cinayetler yüzde 400+ artmış ve bunların yüzde 90’dan fazlası uyuşturucu trafiğiyle ilgili rekabetten kaynaklanıyormuş. (Homicide and organized crime in Latin America and the Carribean -2023)

Tüm bu savaşlar ve çatışmaların hem nedenlerini hem de sonuçlarını “hızlandıran” küresel ısınmanın getirdiği kuraklık, açlık gibi sorunlar, Sudan’da 8 milyon, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 7 milyon, Suriye’de 6 milyon, Afganistan’da 5 milyon, örneklerinde gördüğümüz gibi toplam 110 milyon kişiye ulaşan küresel göç dalgasını besliyor. Bu göç dalgası gelip çarptığı yerlerde toplumsal eşitsizlikleri, ırkçı, yerlici, kültür savaşlarını sertleştiriyor; şiddet eğilimi faşist hareketleri, liderleri güçlendirerek siyasi dengeleri bozuyor.

Evet, “Dünya çok daha kanlı bir döneme giriyor”.

                                                   /././

Biden’ın Netanyahu’yu hizaya sokma girişimi (Mehmet Ali Güller)

İsrail’de Başbakan Binyamin Netanyahu ile Savaş Kabinesi üyesi Benny Gantz yine karşı karşıya geldi. Bu kez karşıtlığın tam ortasında ABD yönetimi var.

Olay şu: ABD yönetimi, Gantz’ı Washington’a davet etti. Gantz, önce ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile ardından da ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile görüşecek. Üstelik Gantz Washington’dan sonra Londra’ya da gidecek.

İSRAİL’DE KAÇ BAŞBAKAN VAR?

İsrail medyasına göre İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, bu ziyareti “onayı alınmamış ABD ziyareti” olarak niteliyor ve “İsrail’de yalnızca bir başbakan var” diyor!

Yine İsrail medyasına göre Netanyahu yönetimi, Washington’daki İsrail Büyükelçisi Michael Herzog’a, Gantz’ın ziyaretlerine dahil olmaması konusunda kesin bir talimat verdi.

Açık ki NetanyahuBiden yönetiminin kendisini aşarak planladığı bu ziyareti, başbakanlığına karşı bir hareket olarak yorumluyor.

BİDEN’IN NETANYAHU RAHATSIZLIĞI

Aslında Netanyahu’nun böyle düşünmesi kendisi açısından gayet normal. Çünkü ABD Başkanı Joe Biden, birkaç kez açık açık “Netanyahu’dan rahatsızlığını” dile getirmişti.

Biden örneğin 13 Aralık 2023’te “İsrail dünyanın desteğini kaybediyor” demiş ve Netanyahu’nun hükümetini değiştirmesi gerektiğini belirtmişti. Dahası Biden, çözüme karşıtlığı nedeniyle Netanyahu’nun da değişmesi gerektiğine işaret etmişti.

Biden son olarak 26 Şubat 2024’te NBC News’e verdiği röportajda da İsrail’in “inanılmaz derecede muhafazakâr hükümetini sürdürmesi halinde küresel desteğini kaybedeceğini” söylemişti.

SEÇİM YILININ İKİ ZORLUĞU

Peki Biden neden Netanyahu’dan rahatsız?

Çünkü Netanyahu hükümetinin Gazze’ye saldırılarını soykırım boyutunda sürdürüyor olması, ABD yönetimi tarafından savunulmakta zorlanıyor. Sadece 7 Ekim’den bu yana BM’de yapılan oylamalar incelense bile, ABD’nin nasıl da yalnızlaşmaya gittiği görülecektir.

Diğer yandan Netanyahu hükümetinin tutumu, ABD’yi Ortadoğu’daki müttefikleriyle, özellikle Körfez ülkeleriyle karşı karşıya getiriyor. Körfez ülkelerinin Çin’le ilişkilerini geliştirdiği bir süreçte, ABD’yle karşı karşıya geliyor oluşu, Washington’ın çıkarları açısından meseleyi iki kat daha önemli hale getiriyor.

Ayrıca Biden’ın açık mesajlarına kamuoyu önünde tepki gösteren Netanyahu görüntüsü de seçim yılında ABD yönetimini zorda bırakıyor. Üstelik Ukrayna faktörü de var.

Biden bu nedenle en azından İsrail-Filistin sorununda bir “ara çözüm”le seçime girmek istiyor. Bir parantez açarak belirtelim: Taktik düzlemde bir ara çözümden bahsediyoruz, stratejik düzlemde nihai çözümden değil elbette. Bu, kalıcı ateşkes üzerinden içi boşaltılmış bir Filistin Devleti kabulüne kadar uzanabilecek bir “ara çözüm”ü içeriyor.

ABD’NİN GANTZ SOPASI

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hem Savaş Kabinesi üyesi Benny Gantz ile hem de Savunma Bakanı Yoav Gallant ile derin ayrılıklar yaşıyor. Anımsayacaksınız, GallantNetanyahu’nun ortak basın toplantısı davetini reddedip ayrı basın toplantısı düzenlemişti. Hatta İsrail medyasına göre Netanyahu, Likud içinde kendisine darbe planlandığını bile düşünüyordu.

Dolayısıyla Gantz’ın Washington’a davetini elbette Netanyahu’yu baypas etme girişimi olarak okuyabiliriz. Ama şartları düşündüğümüzde, bu hamle, daha çok Biden yönetiminin Gantz sopası ile Netanyahu’yu hizaya sokma çabası olarak değerlendirilebilir.

Bu çabanın işe yarayıp yaramadığının ilk göstergesi de “ramazanda ateşkes” sağlanıp sağlanmayacağıdır büyük olasılıkla...

                                                  /././

 ‘Ya benimsin ya da kara toprağın!’ (Işıl Özgentürk)

Saat sabah 9: Boşanmak isteyen bir kadın kocası tarafından öldürüldü. Saat 12: İki yıl önce boşanan bir kadın eski kocası tarafından öldürüldü. Saat 15: Bir kadın ve yedi yaşındaki oğlu boşanmayı kabul etmeyen kocası tarafından öldürüldü. Saat 18: Bir kadın bir gün önce cezaevinden çıkan kocası tarafından öldürüldü. Saat 21: Bir kadın boşanmak istediği kocası tarafından öldürüldü. Saat 24: Bir kadın kocası tarafından öldürüldü. Koca aynı silahla intihar etti. Saat gecenin 3’ü: Öldürülmekten korkan, bu nedenle ailesinin yanına sığınan bir kadın boşanmak istemeyen kocası tarafından öldürüldü. Saat sabahın 6’sı bir kadın kocası tarafından öldürüldü.

Evet dostlarım şaşırdınız mı?

Geçtiğimiz hafta ülkemizde 24 saat içinde yani üç saatte bir toplam sekiz kadın ve bir çocuk erkekler tarafından öldürüldü. Erkek vatandaşlar boşanmayı bir türlü kendilerine yediremiyorlar. Öte yandan çocuk tecavüzü konusundan dünyada bir ikinciliğimiz var! Şu lanet olası söz erkeklerin arasında fazlasıyla itibar görüyor: “Ya benim olursun ya da kara toprağın!” Bu sözün bu kadar itibar görmesi psikologların, sosyologların birinci meselesi olmalı. Ama ben işleri kolaylaştıracak bir kanunun çıkmasını hiç de uzak görmüyorum. Kanunun başlığı: “Kadın öldürmek suç değildir ve hiçbir cezası yoktur! Hatta öldürenler, özellikle devlet tarafından ödüllendirilir!”

Yok artık, demeyin. İçinde bulunduğumuz durum zaten bu, kanun onu resmileştirecek. Yani hâkimlerin, savcıların işlerini kolaylaştıracak. Çünkü o hâkimler ki altı yaşındaki yeğenine tecavüz eden bir adamı, “Kızın göğüsleri çıkmamış” diyerek serbest bırakıyor. Kanun çıktığında adalet dağıtıcıları (!) kadın katilleri için tuhaf indirim halleri bulmaktan kurtulacaklar, işler çabucak bitecek. Ölmüşse bir kadın ölmüş, bir kız çocuğuna tecavüz edilmiş, ne olmuş yani? Hâkimlerin kapı gibi indirim hakları var!

Böyle bir kanun sizi şaşırttı mı? Yapmayın, ülkede bir salgın var.

Bu salgın adalet mekanizmasının işlerini yoğunlaştırıyor Adeta ayin gibi her gün bir erkek ya da pek çok erkek kadınları öldürüyor. Ve öldürülen kadınların büyük kısmının daha önceleri karakollara korunmak için başvurdukları görülüyor. Kadın daha ne yapsın, korunmak için devlete başvuruyor. Ama kadın, devletin umuru değil.

Buradan yurttaşlarını korumakla yükümlü yetkililere sesleniyorum. Ülkemizde bir kadın, korunmak için devlete başvuruyorsa bu kadın gerçekten öldürülmeye çok yakındır. Aksi takdirde yüzyıllardır süren mahalle baskısı nedeniyle kadınlar öyle küçük dayaklar, küçük tehditler için karakola başvurmazlar. Batılı hemcinslerin aksine sabırla beklerler. Ancak bıçak kemiğe dayandığında devletin kapısını çalarlar. Karakollara yapılan “Beni ve çocuklarımı koruyun!” çağrısı gerçek bir ölüm çığlığı gibidir.

Yetkilisiniz kadınlar size gözleri patlamış, çeneleri kan sızarak geldiğinde bile onları korumak yerine, “Aile kutsaldır” sözcüğüne sığınıp o kadınları evlerine gönderdiniz. Size dilekçeler uzatıldı ne yaptınız? “Kadın kısmının dilekçesi mi olur, hadi canım sende” diye düşündünüz, üstelik bir erkeğin kafası bozulunca bir iki tokat atmasını da içten içe onaylıyorsunuz. Bu arada bir kadın ölmüş, ne olmuş yani? Devletten koruma isteyen, devlete sığınan ve sizin koruyamadığınız kaçıncı kadın ölümü bu? Kaçıncı çocuk tecavüzü?

Onları hastanelerde bile korumadınız.

Onların soluk alan canlılar olduğunu bile unuttunuz.

Onların anne olduğunu unuttunuz.

Onların kardeş olduğunu unuttunuz.

Kapınıza yardım için gelen bir kadının üç gün sonra ölüsünü almak için evinin kapısını gittiğinizde vicdan denen şey gelip sizi bulmuyor mu? O gün karınızın, çocuklarınızın yüzüne nasıl bakabiliyorsunuz? Gece uykunuz bölünmüyor mu? Ölen bir can, bir gün önce sizin karşınızda yalvarıyordu. Unuttunuz mu?

Bu ülkede bir kadın öldürüldüğünde bütün kadınlar öldürülmüş demektir. Sizin karınız da sizin kardeşiniz de! O şikâyetler boşuna yapılmıyor. Artık öğrenmiş olmanız gerek, bu kadar ölümden sonra! Yok eğer “Kadınlar ölebilir” diyorsanız açıkça ifade edin. Ve “Kadın öldürmek suç değildir” başlıklı kanunu bir an önce çıkarıp çoğunluğu sizin gibi düşünen savcıları, hâkimleri de indirim mazereti bulmaktan kurtarın! 

                                                     /././

Babıali'ye Son Tren (Orhan Bursalı)

Bir hınzırlık yapayım: “Uğur (Dündar), Tuzla yedek subay okulundan bölük arkadaşım (1965 yılı, 73. dönem 3. Bölük). Yaşı en küçük olduğu halde boyu en uzun olduğu için ‘kıdemli’ seçilmiş ve askerlik mesleğindeki becerisiyle de başta komutanlar herkesin takdirini kazanmıştı. Gür sesiyle komutlar verip bizi rap rap öyle bir yürütürdü ki iddiaya girerim karşı tepeler bir daha böyle bölük görmemiştir.”

Müjde! Haluk Şahin anılarını yazmaya başladı. Birinci cildi elimde: Babıali’ye Son Tren. Yukarıda yaptığım alıntıyı şüphesiz ilginç olsun diye seçtim ama bir nedeni de Haluk’un anlatmasına bakılırsa askerliği bu kadar iyi yapan ve seven Uğur Dündar acaba tezkere bırakır mıydı ve onu bir paşa olarak mı tanırdık düşüncesine saplanıp kalmam.

BÜYÜK BİR RESMİ GEÇİT

Haluk Şahin hem gazeteci hem gazeteciliğin emeritus profesörü hem şiir denemeler ve roman yazmış, başyazarlık, köşe yazarlığı, tv programcılığı gibi yazarlıkla ve meslekle ilgili her işe bulaşmış. Yazılarını zaten severim, çok başarılıdır, Cumhuriyet’in kargaşa döneminde de bize geldi ve yazdı, ayrılması yazık oldu. Şimdi şurada yazılarını yayımlıyor, son yazısının adresi: https://haluksahin.net/2024/02/26/beni-bogazicine-neden-almadilar-ya-da-demireli-bile-ozlemek/ 

Kitabı çok önemli, gazeteciliğe başladığı TRT’den itibaren Babıali’nin çeşitli kapıları. Büyük bir resmi geçit. Çok iyi bir hayat hikâyesinin yanı sıra, yaşadığı olayları şüphesiz tanınmış kişilerle örerek keyifle okuduğum bir anı kitabı çıkarmış ortaya.

1961 ANAYASASI ÇOCUĞU

Haluk Şahin ile aramızda altı yaş fark var.

Bu onu 1961 Anayasası çocuğu yapıyor. Henüz ortaokuldaydım. Liseyi bitirdiğimde de ben 68 kuşağının çocuğu olarak hayata atılacaktım. 67 sonunda ben ver elini Berlin derken o ver elini İndiana Üniversitesi diyordu. 74’te o TRT’de başlarken biz de Mamak hapishanesinde yargılanıyor ve sanırım temmuzda af ile çıkıyorduk. Gazeteciliğe de Yeni Ortam’da çevirmen olarak başlıyordum.

O 1961 Anayasası özgürlüklerinin üstüne 68 kuşağının müthiş mücadelesini ABD’de ekliyordu. Ben de lisede gözümü açtığım solculuğumu 68’de Berlin’de mücadele içinde pekiştiriyor ve Haluk’un yaşadığı Doğan Avcıoğlu ve Yön dergisi fırtınasını sonradan hayatıma ekliyordum.

1961 özgürlükleriyle 68 gençliği birbirinin devamıydı.

Aramızdaki altı yıl farkı, ABD’de yaptığı akademik çalışmalarıydı.

GENÇLER AÇIKLARINI KAPATABİLİR

Kitap bize çok şey anlatıyor. Biz, Şahin’in bu renkli hayat izdüşümü içinde belleklerimizi tazeler ve dönemin başka yönlerini öğrenirken özellikle o dönemlere yabancı kalmış gençler için de hızla açıklarını kapatacak bir kitap özelliğini de taşıyor.

Haluk, ABD ve Türkiye’de gazeteciliğin sadece ve sadece gerçekleri kamuya aktarmak konusundaki evrimini de anlatıyor.

Milliyetçi Cephe hükümetleriyle birlikte TRT işi bitiyor ve kitap kahramanımıza işsiz ve üstelik 1980 darbesine gidecek ve her gün cinayetlerin işlendiği vuruşanlar Türkiye’sinde yeni bir yaşama başlıyordu. Kapısının önünde bir gencin öldürülmesiyle ani bir kararla ver elini Amerika ve üniversiteler ve başarılı akademik çalışmalar.

Ama yüreğinde Türkiye hep var. 80 darbesi sonrası Türkiye’ye dönüşünü ve Nokta dergisi yayın müdürü olarak gazeteciliğe başladığını görüyoruz. İşte esas Babıali’de başlayan esas yolculuk.

Nokta, çok ilginç bir macera olarak kitapta. Ve Tuğrul Eryılmaz’ın yıllar sonra itirafı: “Ya Haluk, Nokta’dayken seni sabote ettik. Sürekli komplolar kurduk!”

Ayrıntılar kitapta: Biz Kitap.

                                                   /././

Önce şu ti meselesini halledelim... Bu irade nerede var? (Orhan Bursalı)

Geçen gün bir toplantıda İstiklal Marşı okunacak, pek çok kez olduğu gibi Atatürk ve arkadaşlarına saygı çerçevesinde 30 saniyelik ti borusu eşliğinde dalgalanan Türk bayrağı karşısında hazır ola geçtik. Epey bir süredir sinir oluyorum. Ta Prof. Hasan Yazıcı’nın Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergimizde yıllar önce (2004) yayımladığımız ti üzerine yazısından beri, lanet diyorum.

Bugün ABD için savaşan ve ölen askerler için yapılan törenlerin şaşmaz boru sesi.

Biz bu tiyi almışız ve kendi askerisivil devlet saygı müfredatımıza dahil etmişiz.

Kopyacıyız. Hazıra konmakta birinciyiz.

Avrupa ülkelerinde, İngiltere, Fransa, Almanya bu tiyi kullanıyor mu? Ama bizim dışımızda bizim gibi yaratıcılıktan nasibini pek az almış ülkelerde çalınıyor olabilir. Bilenler varsa bildirsin lütfen.

Hasan Yazıcı’nın CBT’deki yazısı gördüğüm kadarıyla bu konuyu ele alan bir ilk. 2005’te intihal (aşırma) üzerine Tabipler Odası’ndaki panelde de yaptığı “Niye Aşırıyoruz?”, başlıklı konuşmada da ti konusunu aşırmaya özel bir örnek olarak almış.

DİYOR Kİ YAZICI:

“Geçen yıl sayın Bush eşiyle beraber Ankara’yı ziyaret etti. Anıtkabir’de hazır ola geçtiler. Ti çaldı. Ti ile beraber Bush’un suratından bir gülümseme geçti gibi geldi bana. Sonra tekrar kendini toparladı.

Düşündüm. Anıtkabir’de çaldıkları parça, Montgomery Clift’in yıllar evvel İnsanlar Yaşadıkça filminde boru ile çaldığı o çok güzel müzik parçası. Adına Taps deniyor. Amerikan İç Savaşı sırasında askere ‘yat borusu’ olarak ortaya çıkmış. Yıllar içinde giderek askeri cenaze marşı haline gelmiş ve Amerikalılar için belki ulusal marşları kadar önemli bir parça. Eğer ulusalcı bir Amerikalıya Taps çalarsanız hemen ayağı kalkıyor, elini göğsüne koyup sözlerini söylemeye başlıyor.

Bush, Beyaz Saray’da oturuyor. Az ötede Arlington Ulusal Mezarlığı var. Arlington mezarlığında Taps her gün çalınıyor ve Bush da bunu dinliyor. Manzarayı gözünüzün önüne getirin: Adam Türkiye’ye gelmiş ve Atatürk’ün, en büyük Türkün huzurunda, hazır olda. Çalan ise Taps.”

Yazıcı, İletişim’den çıkan Bir Aşırma kitabının içinde de (s. 127-128) konuya değiniyor.

Ti üzerine sonra da yazılmış, aynı hikâye. 2011’de Prof. Mustafa Kaymakçı da “Ti sesi nereden geliyor” diye araştırmış. Ve ti sesinin kaldırılması ve yerine bir beste yapılması için müzisyenlerimizi göreve çağırmış.

NE KADAR DOĞRU!

Konuyu cumartesi günü Ahmet Yavuz’un Kadıköy Tarihçi Kitabevi’nde yaptığı konuşma sonrası, Yazıcı’yı görünce gündeme getirdim, şimdi de bu yazıyla bu ti sesinin törenlerden tamamen kaldırılması çağrısında bulunuyorum. Öncelikle Anıtkabir’den. Atatürk’e büyük saygısızlık. Ti yine Anıtkabir’de çalındı yazıları yazmayayım.

Ti sesi belli ki devletçe topluma şırınga edildi.

Devletin ordu kanadından başladığını kabul etmemiz gereken bu uygulama, giderek sivil toplantılarda saygı duruşlarını da esir aldı.

Yapmayın kardeşim! Kaldırın şu boru sesini! Yerine bir şey koyamazsak sessizlik en iyisi! Bu aşırma utanç verici. Herhalde ABD’den daha iyisi yapılamaz inancı veya ruhlara ve bilince işleyen Amerikancılık ve aşırmacılık sonucudur.

PEKİ NE ZAMAN BAŞLATILDI?

Bu konuda rivayet muhtelif. Kaymakçı, Kore Savaşı’yla birlikte bizim müktesebata girme olasılığından bahsediyor. Kanıt yok.

Bazıları 12 Eylül 1980 darbeci generallerinin uygulamayı başlattığını söylüyor. Mümkündür. Bence de baş şüpheliler. En Amerikancı generaller onlar. Amerikalılar da zaten darbe için “Bizim çocuklar başardı” demişlerdi. Bu utanca son verelim.

Hiçbir belediyede ve sivil toplantılarda saygı duruşlarında tiye yer vermeyin lütfen.

                                                  /././

3 Mart 1924 (Özdemir İnce)

Anayasamızın 174. maddesi, sekiz Devrim Yasası’nın korunmasıyla ilgili olup anayasanın ilk dört maddesinden sonra en önemlilerinden biridir:

“Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”

Bu sekiz yasadan 3 Mart 1924 tarihli olanları, Cumhuriyetin temellerini atmış ve Türkiye’yi laikleştirmiştir:

1) Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı hanedanı mensuplarının Türkiye dışına çıkarılmasına ilişkin yasa

2) Öğretim Birliği Yasası

3) Şeriye ve Evkaf ve Harbiye bakanlıklarının kaldırılmasına ilişkin yasa

Cumhuriyeti kuran ve düzenin laikleşmesini hazırlayan yasalar bugün tamı tamına 100 yaşında. 100 yaşında ama bugün ülkede her on AKP’linin dördü şeriat ve halifelik istemekte; iktidar, Öğretim Birliği Yasası’nı delik deşik etmekte.

Osmanlı hanedanının monarşik iktidarı, 1517 yılında, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip Memluk devletine son vermesiyle birlikte halifelik makamına sahip oldu. Ama bu el koyma halifelik geleneğine aykırı olmaktan başka Osmanlı Devleti’ne teokrasiyi de getirmişti. Geleneğe göre Hz. Muhammed’in ailesinden birinin halife olması zorunluydu. Tuhaftır ki bu el koyuşa karşı çıkan Araplar halifeliğin kaldırılmasına da karşı çıktılar ama aynı Araplar, son padişah ve halife V. Mehmet Reşat dünya Müslümanlığını İtilaf Devletlerine karşı savaşa çağıran cihadı ekber ilan ettiği zaman da cihada katılmak yerine İngiliz ve Fransız sancağı altında Osmanlı Müslümanlarını öldürmeye devam etmişlerdi. Cumhuriyet halifeliği kaldırarak teokrasinin yükünden kurtuldu ve laikliğin önündeki ilk engel kalkmış oldu.

Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ile Harbiye Bakanlığı’nın kaldırılması sivilleşmenin ve dinsel kisveden kurtulmanın yolunu açtı. Böylece diniye ve askeriye iktidar ve hükümet dışında bırakılarak rejim sivilleşti ve demokrasi ile laikliğin önü iyice açıldı. Şeriye ve Evkaf Bakanlığı’nın yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.

Gelelim Öğretimin Birleştirilmesi Yasası’na: Mustafa Kemal Paşa 16 Temmuz 1921 Ankara Maarif Kongresi açılış konuşmasında gerilememizin en önemli nedeninin şimdiye kadar izlenen eğitim ve öğretim sistemleri olduğunu vurgulamıştı. Daha sonra 1 Mart 1923 TBMM açılış konuşmasında şöyle demişti: “... Efendiler! Memleket evladının ortak ve eşit olarak almaya zorunlu oldukları ilimler ve fenler vardır. Yüksek meslek ve ihtisas sahiplerinin ayrılabileceği öğretim derecelerine kadar, eğitim ve öğretimde birlik, sosyal toplumumuzun ilerlemesi ve yükselmesi açısından çok önemlidir.” Bu düşünce 2.3.1924 tarihli Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesinde ifadesini buldu:

“Milli Eğitim Bakanlığı, dini bilgiler konusunda yüksek uzmanlar yetiştirmek üzere üniversitede bir ilahiyat fakültesi kuracak ve [ayrıca] imamlık ve hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesiyle görevli memurların yetişmesi için de ayrı okullar açılacaktır.”

Öğretim Birliği Yasası’nın en önemli yanı ülkeyi gericilik ve “istemezükçü” isyan hareketlerinin kaynağı, Türk ve Türk dilinin düşmanı olan medreseden kurtarmasıdır. Türk düşmanı Nizamülmülk’ün Nizamiye Medreselerini örnek alan medresede Türkçe yasaktı, öğretim Arapçaya benzemeyen Arapça ile yapılmaktaydı. Medresenin yerine kurulan imam hatip okulları da AKP iktidarı tarafından yeni medreseye dönüştürülmüştür. Mezunları şu anda devlet bürokrasisini istila etmiştir.

Uzun sözün kısası anayasa ve kurumları gibi 3 Mart 1924 tarihli Devrim Yasaları yürürlükte değildir. Bu nedenle, Cumhuriyet karşıtı AKP en kısa zamanda iktidardan uzaklaştırılmalı, devrimin rönesansının yolu açılmalıdır.

                                                     ***

Duyuru: Laiklik Meclisi’nin düzenlediği “Laiklik Günü” kutlaması 3 Mart 2024 Pazar günü saat 14.00’te, Ankara’da İnşaat Mühendisleri Odası, Teoman Öztürk Salonu’nda yapılacaktır. Lütfen katılın.

                                                   /././

3 Mart’ı bayram gibi kutlamak (Zülal Kalkandelen)

Bugünkü yazıma, geçen yıl bugün, genel seçim öncesinde yayımlanan yazımı sonlandıran satırlarla başlıyorum:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan devrim sürecinde laikliğin önü 3 Mart 1924’te kabul edilen yasalarla açıldı. Bu tarih, Türkiye’de tüm ilericilerin, aydınların, devrimcilerin bayram gibi kutladığı bir tarih olmalıdır çünkü 23 Nisan 1920 ve 29 Ekim 1923 kadar önemlidir.

3 Mart’ı, 100. yıldönümünde bayram havasında kutlamak için laik Cumhuriyete sahip çıkın!”

100 YILDA NEREDEN NEREYE...

3 Mart 1924’te TBMM’de Üç Devrim Yasası’nı kabul edenler, bu ülkenin tarihinde çığır açtı ancak önümüzde açılan o ufuk, devrimin yoluna bir çığ gibi düşen siyasal İslamcı gericilikle kapatıldı.

Görevi yasaların şeriata uygunluğunun denetlenmesi olan şeyhülislamlık kurumunun yerine kurulan Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı), laik bir devlette yer alması düşünülemeyeceğinden devrimin gereği olarak kaldırılması zorunluydu. 429 sayılı yasayla Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nın yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, Müslümanların inanç işleriyle ilgilenmek üzere Başbakanlığa bağlı olarak kuruldu, ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğü oluşturuldu. Fakat bugün Diyanet, AKP’nin gerici politikalarını uygulayan bir kuruma dönüştü. 429 sayılı kanun, amacı dışında bir işleve hizmet eder hale geldi.

Aynı gün kabul edilen 430 sayılı Öğretim Birliği Yasası (Tevhidi Tedrisat Kanunu), laik, bilimsel, çağdaş bir eğitimle yetişen kuşaklar yetiştirmek amacıyla çıkarıldı. Medreseler kapatılarak ilkokul haline getirildi, Din İşleri Bakanlığı’na bağlı okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak eğitim laikleştirildi. Bugün ise tarikatlar ile cemaatlerin okullardaki faaliyetleri ve ÇEDES projesi ile laik ve bilimsel eğitimden eser kalmadı. Artık devlet okullarındaki derslere imamlar girerken, çocuklar dersten çıkarılıp camiye götürülüyor.

431 sayılı yasa ile hilafet kaldırılarak ümmet toplumu yerine yurttaşlık temelinde bir ulus devlet olma bilinci geliştirildi. 8 Nisan 1924’te şeriye mahkemeleri kapatılınca cumhuriyetin laikleştirilmesi hız kazandı. 17 Şubat 1926’da Medeni Kanun kabul edildikten sonra 10 Nisan 1928’de anayasanın 2. maddesinden “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” hükmü çıkarıldı. Laiklik ilkesi, bütün bu gelişmelerden sonra, 1924 Anayasası’na 5 Şubat 1937’deki değişiklikle devletin niteliği olarak eklendi.

LAİKLİK İÇİN BİRLİK OLMALI

1919’da Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tarihten itibaren düşünürsek, 18 yıla yayılan eşsiz bir mücadele bu. Günümüzde ise sanki bunlar yaşanmamış gibi, anayasaya karşı olmasına rağmen, sokaklarda gericilerin hilafet ve şeriat sloganları yankılanır oldu!

Bu geriye gidişin temel nedeni, bir karşıdevrim tarikatına dönüşen AKP’nin kendisine mürit yetiştirme planıdır. Bugün adliye binalarında şeriat çığlıklarının atıldığı, müfredata yaratılış teorisi sokulurken integralin çıkarıldığı, çocukların sınıfa konan maket mezar ve “kurban” üzerinden acı ve şiddete maruz bırakıldığı, dinci gericiliğin azdığı bir dönemdeyiz!

Peki ne yapmalı? Öncelikle birlik olup sesi yükseltmek gerek. Bu ilerici yurtseverlerin birincil görevi! 3 Mart’ı Laiklik Günü kabul eden Laiklik Meclisi, bu nedenle saat 14.00’te Ankara İnşaat Mühendisleri Odası’nda bir toplantı düzenliyor. Eğitim-İş Sendikası, 15.00’te Tandoğan Meydanı’nda açıklama yapmak için çağrıda bulundu. Başka kentlerde de çeşitli eylemler var.

CHP Gaziantep Milletvekili Avukat Hasan Öztürkmen ise Üç Devrim Yasası’nın kabul edildiği günün Laiklik Bayramı olarak kutlanması için yasa teklifi vermiş. Gerçeği kendimize hatırlatalım: 3 Mart’ı, gericilik yüz yıl önceki gibi tepelendiğinde, laikliği yeniden kazandığımızda bayram gibi kutlayacağız.

(Cumhuriyet)

Gamze Yücesan Özdemir ile 'Proleterlerin Gündüzü' üzerine - Özkan Öztaş / soL-Söyleşi


Proleterlerin Gündüzü'nün yazarı Gamze Yücesan Özdemir "Bu kuraklık ancak sınıf kültürünü, sınıf bilincini ve gündelik hayatın devrimci praksisini var edecek iletişim süreçleriyle yeşerebilir" diyor.

Gamze Yücesan Özdemir'in kaleme aldığı Proleterlerin Gündüzü günümüzde işçi sınıfı kültürü ve iletişimi başlığına mercek tutuyor. İmge Kitabevi tarafından yayımlanan ve geçtiğimiz günlerde ikinci baskısıyla okurlarına kısa zamanda yeniden bir merhaba diyen çalışma, hem güncel hem de tarihsel sorular etrafında işçi sınıfının mücadelesi, devinimi ve iletişimi başlıklarında kültürel ve sınıfsal çalışmalara özgün bir katkı sunuyor. 

soL okurlarının köşe yazılarından da aşina olduğu Gamze Yücesan Özdemir, işçi sınıfının bugün yaşadığı sorunları tarihsel ve ekonomik bağlamda ele alırken aynı zamanda iletişim çağındaki "iletişimsizliği" ve buna bağlı olarak işçi sınıfının örgütsüzlüğünü, örgütlenme arayışlarını, geçmiş deneyimleri, kazanımlarını ve bugün içinde olduğu güncel problemleri kadrajına alıyor. 

Gamze Yücesan Özdemir ile son kitabı Proleterlerin Gündüzü çalışmasını soL okurları için konuştuk. 

'Siyasal alanı kimliklere bölmek, kültürel ayrılıklarla parçalamak, farklılıklara ayırmak sınıfı siyasetsiz bırakıyor' 

Kitap kritik bir soruyla başlıyor. Sömürü bu kadar artmışken işçi sınıfı neden siyasetsiz? Ve daha sonra da merceği iletişim ve iletişim araçlarına odaklıyor. Buradan başlayalım. İşçi sınıfı neden siyasetsiz? İletişim araçlarının buradaki etkisi nedir?

Bugün işçi sınıfı ciddi anlamda geçim derdinde ve yaşam mücadelesi veriyor. Artan ekonomik zorlukların ve derinleşen sömürünün altında zorlanıyor. Diğer yandan gündelik hayatın sınıfsal karakteri siyasal alana taşınamıyor. Siyasal alanı kimliklere bölmek, kültürel ayrılıklarla parçalamak, farklılıklara ayırmak sınıfı siyasetsiz bırakıyor. Son otuz senede önerilen piyasa, kimlik, müzakere, etnisite, farklılıkların öne çıkarılması eksenli çözümler apaçık bir şekilde işleri katlanılamaz hale soktu. Ve bugün de geçerlidir dünün emekçileri için geçerli olan. Bu kuraklık ancak sınıf kültürünü, sınıf bilincini ve gündelik hayatın devrimci praksisini var edecek iletişim süreçleriyle yeşerebilir. 

'Otobüs ya da metro, artık, geçmişte olduğu gibi beklenmedik karşılaşmaların, tanımadıklarla şakalaşmanın yeri değil'

İletişim araçlarının yaygınlaşması iletişimsizliği ortadan kaldırmak yerine bilakis bu iletişimsizliği besliyor, büyütüyor, diyorsunuz. Yani bir yanıyla iletişim çağında iletişimsizlik yaşıyoruz. Ama ek olarak buna eşlik eden bir proleterleşmeden söz ediyorsunuz. Bu bağlantıyı nasıl tarif ediyorsunuz? Neler örnek olur buna?

Bir yanda iletişim araç ve imkanları hiç olmadığı kadar çoğalmış durumda. Diğer yanda ise proleterleşme dalgasıyla toplumun geniş kesimlerinin yazgısı ortaklaşmış durumda. Emeğinizi satmadan yaşama imkanlarınız her geçen gün azalıyor, emeğinizi satma zorunluluğunuz her geçen gün artıyor, düzenli iş imkanları her geçen gün daralıyor. Bu tabloda beklenen ise yazgıları ortaklaşanların dert, itiraz ve taleplerinin iletişim yoluyla daha kolay birbirine iletmesi ve daha kolay bir araya gelmeleri. Oysa ki iletişimsizlik artıyor. Metroya ya da otobüse bindiğimizde o kalabalık içinde herkesin yalnız olduğunu görüyoruz. Ya telefonla konuşanlar var ya da telefon ekranlarına bakanlar. Otobüs ya da metro, artık, geçmişte olduğu gibi beklenmedik karşılaşmaların, tanımadıklarla şakalaşmanın yeri değil. Ya da o günkü tek toplumsal bağı bu olabilecek yalnız insanların moralini yükseltecek iletişim zamanı ve mekanı değil.

Kitapta belki de en öne çıkan vurgulardan biri iletişimin sınıfsallığı üzerine. Yani araçlara kim sahipse biçimi de o belirliyor, diyorsunuz. Burjuvazinin iletişimi deyince neyi kastediyorsunuz? Bu iletişim bu düzenin devamlılığını nasıl sağlıyor?

Bu kitapta tam da söylediğiniz gibi iletişimin sınıfsallığını görünür kılmayı amaçladım. Hiçbir toplumsal olay sınıfsal çıkarlardan bağımsız değil. Sınıflı toplumlarda iletişim bu toplumların taşıdığı çelişkileri bünyesinde taşıyor. Bir yanda var olan yapının yeniden üretimini sağlamaya dönük pratikleri içeriyor, diğer yanda ise başka bir dünyayı düşleyenlerin, öfkelerini, hayallerini, sözlerini birleştirmesine ve büyütmesine imkan tanıyor. Sıklıkla başvurulan Marx ve Engels’in “egemen sınıfın düşüncelerinin her çağda egemen düşünceler” olduğu sözleri egemenlerin geniş kitleler üzerinde “kolektif” bir eğilim ve düşünce oluşumunu amaçladıklarına işaret ediyor. Buna egemen iletişim ya da burjuva iletişimi diyebiliriz.

Egemen iletişim yaşamın sürdürülmesini kolaylaştırır, başka türlü bir yaşam olabileceğini düşünmenin yollarını tıkar, egemen sınıfların egemen düşüncelerinin bir biçimi olarak bütün toplumun ortak hayatını belirler. Onun için asıl olan “düzen”dir. Toplumda ortaya çıkabilecek kargaşaya, yıkıcılığa karşı düzenin devamını sağlamak ve mevcut yapının korunmasını ve kendisini yeniden üretmesini hedeflemek egemen iletişimin temelidir.

Sınıfın iletişim 'yaralarından' söz ediyorsunuz kitapta. Nedir bu yaralar? Neden kaynaklanır? Bir de neden bu konu irdelerken özellikle 'yara' kelimesini tercih ettiniz? Kanayan şey nedir burada?

Egemen iletişim egemenlerin iletişimidir ve işçi sınıfında yaralar açar. Sınıfın kolektif eyleme, kolektif üretme ve kolektif direnme süreçlerini zedeler. Bazen insanları karamsarlığa, çaresizliğe iter bazen de doğrudan içine alarak dönüştürür. Nedir bu yaralar? Bireycilik, edilgenlik, tek yönlülük, hiyerarşi, pragmatizm, toplumsal düzeni meşrulaştırma. Bu yaralar sınıfın siyaset üretememesiyle, özneleşememesiyle etki üretir genelde. Kanama metaforu da bugünün kabul edilemez koşulları altında çile çekmek, acı çekmek ama bugünü değiştirme gücünü gösterememe durumuna gönderme yapar.

Kitapta ayrıca Marksizm açısından iletişim-sınıf ya da bir bütün olarak mücadele süreçlerinde kimi sapaklar tarif ediyorsunuz. Bu sapaklar kısaca neler? Bu sapakları ya da yol ayrımlarını tarif ederken neyi gözettiniz?

Öncelikle şunu belirtmeliyim, kültür ve iletişim çalışmalarındaki sol liberal hakimiyet Marksizmin gündelik hayatı, kültürü ve ideolojiyi açıklamakta yetersiz kaldığını söyledi ve söylüyor. Söylüyor da kendisinin ortaya koyabildiği, çözebildiği, hiçbir şey yok. Dünya hakkındaki bilgimizi bir satır bile artırabilmiş değiller. Bu noktada bugün çok net bir şekilde yüksek sesle söylemeliyiz: Sınıfın gündelik hayattan işyerine, yabancılaşmadan siyasallaşmaya, iktisadi varoluştan siyasal/ideolojik varoluşa kadar tüm boyutları Marksist geleneğin konusu, derdi, çabası ve mücadele alanı olmuştur.
 
Buradan hareketle Marksizmin içinde sınıf, kültür ve iletişim tartışmalarını takip edebileceğimiz izlekleri tartıştım: Marksist kültür-emek tarihçileri, siyasal Marksizm, yapısalcı Marksizm, devrimci romantizm, kültür-ideoloji çalışmaları, emek süreci teorisi. Bu izleklerde zaman içinde ortaya çıkan sapakları saptamaya çabaladım. Sapakları Marksist teorinin açıklama, anlama ve dönüştürme edimlerinden ve de en önemlisi devrimci içeriğinden vazgeçme olarak tanımlayabiliriz.

'Bir Marksistin teorisini yapamayacağı tek şey hayal kırıklığıdır'

Gündelik hayatın devrimci dönüşümlerine dair 'iyimser' tarif edilebilecek bir tutum gözetiyorsunuz. Bu konuda gerçekten iyimser misiniz? Ya da neden iyimser olmalı insan? Bugün bu iyimserliği besleyen şeyler neler?

Bir devrimcinin, bir Marksistin teorisini yapamayacağı tek şey hayal kırıklığıdır. İşçi sınıfının geleceğe dönük hayal ve umutları içinde yaşadığımız toplumun beklenti ve umutlarıdır. İşçilerin bugüne dair direngenlikleri, inatları ve yurttaş olarak kabul edilme üzerine kurulu umutları, mücadelenin önümüzdeki dönemde üzerinde örüleceği hatları gösteriyor. Bu hatlar basit olduğu kadar gerçekçi, sade olduğu kadar heyecan verici, net olduğu kadar umut verici. Ülke genelinde zor koşullar işçilerin sınırlarını oluştururken diğer yandan geleceğe ilişkin beklenti ve umutlarının da menzilini belirliyor. Bu sınırların ve menzilin zorlanması, direnme ve talep noktalarının açığa çıkabilmesi, örgütlenebilmesi ise işçi sınıfı iletişimiyle mümkün. Sınıfın imkanlarını yükseltmenin ve parçalanan toplumsallığı koruyabilmenin en önemli olanaklarından biridir bu.

Fatsa, 15-16 Haziran, Tekel...

Sınıfın, bireyin ya da bir bütün olarak işçilerin dönüşümünü tarif ederken bir dizi örnek veriyorsunuz ama iki örneği de merkeze alıyorsunuz. Biri Fatsa diğeri de Tekel Direnişi. Neden bu iki örnek özellikle çalışmalarınızın merkezinde yer aldı? Sizin hayatınızdaki yeri ve önemi nedir? Bir de burayı "Yıldızın parladığı anlar" olarak tarif ediyorsunuz. Bu kavram akıllara hemen Zweig'ı getiriyor. Bir yanıyla Zweig da gündelik olana dikkat çeken yazarlardan. Fatsa ve Tekel'de yıldızın parladığı anlar neler sizce?

Yıldızın parladığı anlar Zweig’ı hatırlatıyor ilk anda haklısınız. Ama kitaptaki yıldız işçi sınıfının mücadelesine gönderme çünkü işçi sınıfının mücadelesi yıldızlara doğru ve yıldızlarla birlikte olmuştur. Kızıl yıldız, beş köşesi ile beş kıtaya başka bir dünya kurma çağrısıdır. Karanlıkta yolunu kaybedenlere gideceği yönü gösterir. Che'nin yıldızlı beresi, başka bir dünyayı kurma iradesinin simgesidir. 1970’li yıllarda bu ülkede de Devrimci Yol hareketinin yıldızlı yumrukları vardır.
 
Yıldızın parladığı anlarda Fatsa var, Tekel var ama 15-16 Haziran, Alpagut ve Yeni Çeltek özörgütlenme deneyimleri, 1966 Çıplak Ayaklıların Yürüyüşü, 1968 “İşçi Arkadaş Üstünü Aratma” eylemi de var. Tüm bu anlar işçilerin sadece hayallere sahip olduklarını değil, aynı zamanda bunu gerçekleştirmeye güçleri olduğunu da gösterdi. Bahsi geçen bu anlarda bir birleşme oldu, emeğin programında, projesinde, özlemlerinde birleşme. “Emek birleştirir sermaye böler” diyoruz ya işte tam buradaki birleşme. Sahibi olduğumuz toplumun egemen ve onurlu varlıkları olarak geleceği hep birlikte her birimiz için kurma serüveninde önemli bu uğraklar. İşçi sınıfının kendisini kurtarırken isteyerek ya da istemeden bütün bir toplumun kurtarıcısı olduğunu gösteren uğraklardan bahsediyorum. Bu yüzden önemli bunlar. Tüm bu anlar farklı bir yaşamın mümkün olabileceğini görünür kıldı, gündelik hayatın devrimci özünü ortaya çıkardı, gündelik hayatı kesintiye uğrattı ve şenliği geri getirdi. Yaşananları unutmamak, duyguyla aklın buluştuğu uzun soluklu umuda da çağrı bir anlamda.

İşçi sınıfının devinimi ve iletişimi konu olunca bir tür "biz olma" duygusuna dikkat çekiyorsunuz. Burayı biraz açar mısınız? Gündelik hayatta ve mücadelede "biz olmaktan" kastınız nedir? Nasıl olunur?

Sınıf kültürü ”biz” olunabildiği anlarda görünür oluyor. Sınıf kültürünün ortaklaştığı duygular, değerler ve ilkeler var ve bunlar geçmişten geleceğe aktarılıyor. “Biz” olabilme hali kolektif eylemlerde, direnişlerde ve grevlerde oldukça görünür oluyor. Bu süreçlerde temel motif ise iletişim. Kolektif eylemler ve yapılar sınıf mücadelesinde etkili oldukça güçleniyor, gelişiyor; sınıf mücadelesinde geri düştükçe de geriliyor. Kolektif eylem için, kolektif davranma yeteneği için geçen yüzyılın nesnel koşullarının artık olmadığı tartışılıyor. Bunu var edebilmenin koşulları önümüzde gerçek sorular olarak duruyor.

Karadeniz'in fırtınalı insanlarının türküleriyle yazıldı bu kitap

Gamze Yücesan Özdemir'in yazılarını ya da bir bütün olarak üretimlerini takip edenler bir vesile kendisinin Karadenizli olduğunu anlıyor. Buna bazen örneklerinde bazen de anekdotlarında rastlamak mümkün. Belki de kendisinin Orhan Kemal ile birlikte en çok duygusunu yansıttığı şeylerden biri Karadeniz. 

Kitabı yazarken de kendisine en çok eşlik eden şarkıların Kazım Koyuncu'ya ait olduğunu söylüyor. Bu ayrıntıyı da "Karadeniz’in fırtınalı, kolay heyecanlanan, birden parlayan insanlarının türküleriyle yazıldı kitap." sözleriyle özetliyor. Sanat mevzusu kitabın içinde de özel olarak ele alınıyor. Sohbetimize kitabın bu bölümüyle devam ediyoruz Karadeniz parantezinden sonra.

'Son yıllarda işçilere dair sanat zayıflıyor'

Sınıfın sanatından söz ediyorsunuz kitabın sonlarına doğru. Bir sürü örnek var. Kitaplar, gazete yazıları, filmler, şarkılar ve daha nicesi. Bir yandan kıymetli de bir derleme olmuş okur açısından. Peki bugün. Sınıfın sanatı konusunda ne düşünüyorsunuz? Üretimleri nasıl buluyorsunuz? Nicel ve nitel açıdan değerlendirdiğinizde bugün geçmişin tekrarı ya da nostaljisi diyebileceğimiz ürünlere daha sık rastlıyoruz gibi geliyor bana. Bugüne ayakları basan üretimler neler sizce?

İşçi sınıfı için sanatın her dalı kıymetlidir. Çünkü “anlatılmaya ve okunmaya değer” bir hayatları olduğunu görmek ve daha iyi bir yaşam arzusu onları güçlendirir. İşçi ve emekçilerin gündelik hayatları, dertleri, sevinçleri, umutları, mücadeleleri ve kavgaları sanat eserlerinde, romanlarda, filmlerde, şarkılarda yer bulur. Kültür-sanat ürünleri işçilerin gündelik hayatlarını ören düşünsel, duygusal ve toplumsal davranış ve deneyimlerinde iz bırakırlar. Kendine dair bir imgeye sahip olmak, az şey değildir.

Son yıllarda işçilere dair sanat zayıflıyor, onlar hakkında çok az roman yazılıyor, çok az film çekiliyor. İşçileşme hızla devam ederken bu azalmayı nasıl anlamak ve açıklamak gerekiyor? Aydınların, edebiyatçıların, film yönetmenlerinin, senaristlerin kaleminde ve kamerasında işçiler neden daha az yer alıyor? Bu sorulara cevap vermek çok önemli kuşkusuz ama ben kitapta tüm soruları yanıtlama iddiasından çok üzerine düşünme ve tartışma çağrılarını amaçladım.

'Devrim internetten yayınlanacak'

Ve dijital kültür ve dijital iletişim araçları. Sanki bugünün mücadelesinde dijital araçlar ya hiç önemsenmeyen ya da mutlaklaştırılan bir sarkaçta salınıyor gibi. Bu açıdan da bir "doğruda durma" ihtiyacı var sanırım. Ne görmezden gelen ne de hayatın "gerçekliğinden" kopan üretim ve araçsallaştırma ile ilerlemeli belki de. Siz nasıl bakıyorsunuz? Ya da kitaptaki sorusuyla devrim internetten yayınlanacak mı?

“Dijital teknolojileri ya hiç önemsenmeyen ya da mutlaklaştıran bir yaklaşım var” diyerek çok güzel tanımladınız yaşadıklarımızı. Ve “doğruda durma” ihtiyacına vurgu yaptınız. Dijitalleşmeyi tartışırken önemsemeyen ya da mutlaklaştıran tüm yaklaşımlarda teknoloji ve toplum ilişkisinin bir belirlenimcilikle açıklanması var. Teknolojik belirlenimcilik, toplumsal değişimin temeline teknolojik gelişmeleri koyuyor, teknolojinin değiştirme potansiyelini her şeyin üzerinde görüyor ve onu “engellenemez bir güç” olarak algılıyor. Teknoloji, toplumsal dönüşümün baş aktörü olarak diğer unsurları (iktisadi, siyasi ve ideolojik) belirliyor.

Doğruda durma ise, tarihsel maddeci bir teknoloji kavrayışına işaret ediyor. Bu yaklaşıma göre toplum sınıflardan oluşan tarihsel ve toplumsal bir bütünlük ise teknoloji de bu bütünlüğe içkindir. Tarihsel maddeci yaklaşım içinde hem teknoloji hem de teknolojik pratikler taraflıdır. Yani teknoloji toplumsalın içinde belirleyen değil belirlenen konumdadır. Bugün insanlığın elindeki bilimsel ve teknolojik birikim, işçilerin ve emekçilerin, toplumun zihinsel üretimini ortak çıkarlar için örgütleyebilmesine imkan tanıyor. Tüm insanları ilgilendiren bilginin açık ve kolay erişilebilir olması, insanların kendi kendilerini yönetmeleri konusunda geçmişte var olmayan bir imkana da işaret ediyor. Bu ise ancak sınıf mücadelesi perspektifiyle mümkün. Aksi takdirde emekçilerin kolektif üretkenliği kendisini bir anda burjuvazinin hizmetinde bulabilir. Öyleyse şunu diyebiliriz: Toplumsal muhalefet alanı ancak sınıf mücadelesi olarak örüldüğünde ”devrim internetten yayınlanacak.”

Kitap boyunca bir usta öğretmen ya da yazılı kağıdının başında ciddiyeti ile gülümseyen bir hoca gibi Orhan Kemal'e rastlıyoruz. soL'daki köşe yazılarınızda ve kitabın girişinde de buna dair anekdotlara alışkın aslında okurlar. Ama ben biraz daha açmak istiyorum bunu.
Orhan Kemal... Hem kitabın durduğu yer yani işçi sınıfının iletişim araçları açısından nerede duruyor. 

Evet Orhan Kemal… Yazdığı her satırla benim hayatımda olduğu kadar bu kitapta da yer alıyor. Onun insanları, benim insanlarım oldular hep. Orhan Kemal bu memleketin insanına değer verir, kendisini onların içinde ve onların parçası olarak tanımlar. Onların geçim derdi, gelecek derdi, çocukların eğitimi ve sağlığı onun derdidir. İşçiler, emekçiler, cesaretleriyle, korkaklıklarıyla, neşeleriyle, öfkeleriyle gerçektirler Orhan Kemal için. Onun edebiyatını eşsiz kılan kapkara, korkunç, kederli gerçeklikler içinde parlayan umuttur. Çünkü memleket insanı cesareti, korkaklığı, çelişkisi, naifliği, sevinci ve üzüntüsü geleceği kuracak olandır. Bugünün Orhan Kemallerini arıyoruz. Ve biliyoruz ki ancak ve ancak sol kendini yeniden memleket insanının içinde tanımladığında yeni Orhan Kemaller de çıkacak.

'Bu da benim diyalektik çelişkim olsun'

Söyleşimizi bitirirken Gamze Yücesan Özdemir ile Orhan Kemal'e geliyor söz yine. Söyleşi için seçtiğimiz fotoğrafa bakarken sol omuz başında yine Orhan Kemal beliriyor. Orhan Kemal'in okuma şansı olsaydı ne derdiniz ona diye sorunca önce bir duraksıyor ve düşüncelere dalıyor. "Hiç böyle düşünmemiştim. Ama kitabı ona uzatırken, 'Sizinkileri yazmaya çalıştım' derdim herhalde. O da sanki gülümser ve sanki 'Evet, benimkiler' derdi." diyor.

Kütüphanede ve evinin çatı katındaki çalışma odasında sabahın ilk ışıklarını selamlarken tamamladığı çalışmasına en çok tükettiği kahveler eşlik etmiş. Bir yandan gülüyor bunu anlatırken "Hem işçi sınıfı hem de Karadeniz çay diyor ama ben kahve içerek yazdım. Bu da benim diyalektik çelişkim olsun." diyor. 

İşçi sınıfının yeni iletişim biçimlerinin doğuracağı yeni Orhan Kemaller'in iyimserliğiyle bitirdik sohbetimizi. Okuru çok olsun.

Özkan Öztaş / soL-Söyleşi


T24 KÖŞEBAŞI - 4 MART 2024 -

 

Bir tartışma: Maliye, gecikme faizini yanlış mı uyguluyor? (Murat Batı)

Gecikme faizi, vaktinde tahakkuk ettirilmeyen vergilerin sonradan ikmalen, re’sen ya da idarece tarh edilmesi münasebetiyle verginin normal vade tarihinden tahakkuk tarihine kadar aylık yüzde 3,5 oranında hesaplanan bir tür alacaktır

Sahip olunan paradan mahrum kalma karşılığında faiz alınır. Anayasa Mahkemesi Faiz; ekonomik açıdan, paranın fiyatıdır. Herhangi bir kimse, kendisine ait olmayan bir parayı, hangi isim altında olursa olsun, belli bir süre kullandığında, paranın asıl sahibine 'faiz' ödemek zorundadır. Parayı nakit olarak elinde bulunduran kimse, 'bugünkü' ihtiyaçlarını karşılayabildiği gibi, piyasanın 'yarına dönük' olanaklarından da yararlanabilir. Elindeki parayı başkasına veren veya kendine belli tarihte ödenmesi gereken bir miktar para olduğu halde bu parası ödenmeyen kimse ise bu imkânlardan yararlanamaz. Bu nedenle parayı kullanan kimsenin, parayı kullanmaktan vazgeçen kimseye bu kaybını ödemesi gerekir. İşte faizi doğuran temel neden budur.” şeklinde verdiği kararda[1] faiz almanın gerekçesini vurgulamış.

Aynı kararda "devlet alamadığı vergi borçlarından ötürü bazı hizmetleri yerine getirememekte, dolayısıyla da borçlanmakta ve bu nedenle de mahrum kaldığı bu alacak için faiz uygulamaktadır" demektedir.

Bahsi geçen bu faiz, 213 Vergi Usul Kanunu’nun (VUK) 112’nci maddesinde düzenlenen gecikme faizidir. Hemen belirtelim gecikme faizi, 6183 sayılı Kanun’un 51’inci maddesinde düzenlenen gecikme zammı ile aynı şey değildir, ikisi teknik olarak birbirinden farklı şeylerdir.

Gecikme faizi, vaktinde tahakkuk ettirilmeyen vergilerin sonradan ikmalen, re’sen ya da idarece tarh edilmesi münasebetiyle verginin normal vade tarihinden tahakkuk tarihine kadar aylık yüzde 3,5 oranında hesaplanan bir tür alacaktır.

Buna göre VUK m.112/ilk fıkra uyarınca gecikme faizi “İkmalen, re'sen veya idarece tarh olunan vergiler…” için hesaplanır. Sorun tam da bu noktada başlamaktadır. VUK m.112’de gecikme faizinin sadece vergiler üzerinden hesaplanacağı açıkça belirtilmiştir.

Ancak ikmalen, re’sen veya idarece tarh edilen harç ve resimler üzerinden de gecikme faizi alınmaktadır. Örneğin Muhasebat Genel Müdürlüğü’nün yayımladığı bütçe istatistiklerine göre Vergi, Resim ve Harç Gecikme Faizlerinden 2023 yılında 1 milyar 328 milyon TL tahsil edilmiş. Bunun ne kadarının harç ve resimlerden alındığı açıklanmadığı için ben de toplam tahsilatı yazdım.

VUK m.112’de geçen vergiler ifadesinden vergi, resim ve harçları mı anlamamız gerekir sorusuna cevap olarak VUK m.1, m.2 ve m.3/A-ilk fıkra gösterilmektedir. VUK m.3/A-ilk fıkra Bu Kanunda kullanılan "Vergi Kanunu" tabiri işbu Kanun ile bu Kanun hükümlerine tabi vergi, resim ve harç kanunlarını ifade eder.” şeklindedir. Bu fıkra, VUK hükümlerinde vergi kanunu geçen yerlerde harç kanunu da anlamalısınız denilmektedir ki doğrusu da budur. Buraya kadar hemfikiriz ancak konuyu lafzen yorumladığımızda farklı bir sonuca ulaşmaktayız ki o da; VUK m.112’de vergi kanunu tabiri geçmemekte ve sadece vergiler ibaresi geçtiği hususudur. Bu nedenle VUK m.112’nin yani gecikme faizinin harç ve resimlere uygulanmaması gerekir gibi bir sonuç mu çıkmaktadır?

Benim anladığım: gecikme faizi sadece vergilere uygulanmalıdır. Çünkü gecikme faizinin düzenlendiği VUK m.112’de sadece “vergi” kelimesine yer verilmiş olup vergi ile sınırlı olması istenmemiş olsaydı “vergi ifadesi yerine “Vergi Usul Kanunu kapsamındaki alacaklar” ifadesine yer verilirdi[2].

Öte taraftan VUK m.112’de geçen vergiler ifadesini daha geniş yorumlayıp harç ve resimleri de kapsayacak şekilde düşünebilir miyiz? Bunun için öncelikle Anayasa’nın 73’üncü maddesine bakmak lazım. Anayasa m.73’e “vergi ödevi başlığı verilmesine karşın bu başlık sadece vergileri değil resim, harç ve benzeri gelirleri yani kamusal güce dayalı tüm mali yükümlülükleri kapsamaktadır. Ancak aynı maddenin sadece kenar başlığı ile ilk fıkrasında geçen vergi kavramı genel anlamda düşünülmelidir. Zira madde hükmünde vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler denilerek her kamu alacağını kendi özelliklerine göre sınıflandırmıştır. Aynı durum 6183 sayılı Kanun’da da bulunmaktadır.

Hatta bir an VUK m.3/A-ilk fıkrada geçen vergi kanunu tabirinin harçları da kapsadığını yani Harçlar Kanunu’nda geçen harçlar üzerinden gecikme faizinin alındığını varsayalım. Bu kez Harçlar Kanunu ek madde 1/5.fıkra dikkatimi çekiyor. Bu madde “Bu maddede sayılan işlem veya faaliyetlerin kısmen veya tamamen gerçekleştirilmemesi hâlinde, gerçekleşmeyen kısma ait alınmayan harç, mükelleflerden, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre ceza ve gecikme faizi ile birlikte geri alınır.” şeklindedir. Bu madde uyarınca gecikme faizi sadece bu madde de sayılan alacaklara özgü gibi bir sonuç çıkmaktadır. Yanılıyor muyum? Bilemedim.

Hatta özellikle tapu harçlarının eksik tahakkukundan kaynaklı alınan gecikme faizlerini VUK’un vergi hataları kapsamına alınarak değerlendirilmesi de gerekebilir.

Bu arada amacım burada bu konuyu akademik bir zemine taşıyıp tartışma olanağı yaratmaktır. Zira esas amaç üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değildir. Vergi İdaresinin bu sorunlu konuları bir an önce masaya yatırıp çözmesi gerekmesi kanaatindeyim. Çünkü bu konuyu birçok kıymetli akademisyen ve uygulamacı ile konuştuğumda çok farklı görüşler ortaya çıkmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin 16.10.1990 tarih ve 1990/32 esas sayılı kararı “Yasalar her şeyden önce sözü ile uygulanır. Yasaların metninin, içerdiği sözcüklerin hukuk dilindeki anlamlarına göre anlaşılması gerekir. şeklindedir.

Bir başka husus

VUK m.112/3.fıkra 2577 sayılı İdari Yargılama Kanunu’nun 27’nci maddesinin üçüncü fıkrasına atıf yapmaktadır. Ancak İYUK m.27’nin iki ve üçüncü fıkraları arasına 02.07.2012 tarihli 6352 sayılı Kanun m. 57 ile yeni bir fıkra eklenmişti. Bu yeni fıkra üç (3) numarasını almış, VUK m.112/3’ün atıf yaptığı fıkra dört (4) numaralı fıkra olmuştur. Yani VUK m.112/3, hãlã İYUK m.27/3’e atıf yapmakta ama gerçekte atıf yapılan bu fıkra -2012’den bu yanadır- dördüncü fıkradır.

Kanun koyucu bu yeni fıkrayı diğer fıkralardan sonra gelmek üzere eklemek yerine neden araya sıkıştırdığı hususunda da fikrim bulunmamaktadır. Esas sorun VUK m.112/3’te olduğu gibi İYUK m.27/3’e atıf yapan başka kanun var mı bilemiyorum ama en azından bu gözetilerek şu iş doğru düzgün yapılabilirdi.

En azından buradan Hazine ve Maliye Bakanlığı’nı uyarmış olayım: lütfen VUK m.112/3’te yer alan “2577 sayılı İdarî Yargılama Usulü Kanununun 27 nci maddesinin 3 numaralı fıkrası gereğince….” cümlesini “4 numaralı fıkrası” diye düzeltiniz[3].

-----------------------------

[1] Anayasa Mahkemesinin 27.9.1988 tarih ve E.1988/7, K. 1988/27 sayılı kararı

[2] Mustafa Balcı, Kamu İcra Hukuku ve 6183 sayılı Kanun Uygulaması, Oniki Levha Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, Eylül, 2023, s.195.

[3] Bu konuyu hatırlattığı için Sayın Av. Oğuzhan Aslan’a teşekkür ederim.

                                                                    /././

Çöken bir kent ve 31 Mart yerel seçimleri (Mustafa Durmuş)

Adaylardan birisi, hiçbir ekolojik kaygıya sahip olmadığı gibi, doğayı büyük ekonomik ve siyasal rantlar elde etme aracı olarak gören, Kanal İstanbul Projesi’nin savunucularından olan eski Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum.

Küresel ısınmanın sonuçlarından birinin deniz suyunun seviyesindeki yükselme olduğu bir gerçek. Bu da son yıllarda giderek hızlanan küresel ısınma ve iklim değişikliğinin sonucunda dünyanın pek çok bölgesinde, aralarında mega kentlerin de bulunduğu yerleşim alanlarının bir süre sonra sular altında kalabileceğini gösteriyor.

Küresel ısınma artıyor

O halde öncelikle, son 2-3 yıldır küresel ısınmanın ne durumda olduğuna bir göz atalım. 2021 yılı Eylül ayında, Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından yayınlanan bir rapor, ülkeler tarafından hâlihazırda açıklanan iklim taahhütlerinin dünyayı yüzyılın sonuna kadar 2,7°C’lik ısınmaya doğru bir yola sokacağını öngörüyor. (1)

Daha da kötüsü, son Hükümetler arası İklim Değişikliği Panelince (IPCC) hazırlanan raporun yazarlarının çoğunluğu (214 bilim insanı) çok daha karamsar zira küresel ısınmanın bir krize dönüştüğünü düşünüyorlar. Bu yazarlar gezegenin geleceği konusunda oldukça endişeliler, feci değişikliklerin bizleri beklediğine inanıyorlar.

Nature Bilim Dergisi’nce yapılan bir ankete katılan bu yazarların yaklaşık yüzde 60’ına göre, sanayileşme öncesi koşulları ile karşılaştırıldığında, yüzyılın sonuna kadar dünya en az 3°C ısınacak. Küresel ısınmanın 3°C’yi bulması, her yıl çok büyük sıcak hava dalgalarının ortaya çıkma ihtimalinin yüzde 75 artacağı ve su taşkınları ve sel riskinin iki katına çıkacağı anlamına geliyor. (2)

IPCC’nin 9 Ağustos 2021 tarihli raporunda ise (3) küresel ısınma senaryolarına yer veriliyor. Raporda küresel ısınmanın başta 1,5 °C derece ve 2 °C derece olmak üzere, çeşitli derecelere çıkması senaryoları ve bu senaryolar altında doğa ile ilgili olarak ve ekonomik ve sosyal ne türden etkilerin ortaya çıkabileceği konuları da modelleniyor. Aşağıdaki tablo bu senaryoları özetliyor.

2023 yılı son 125 bin yılın en sıcak yılı oldu

Natura Dergisi’nde geçtiğimiz yılın 10 Kasım’ında yayımlanan bir araştırmaya göre, 2023 yılı şu ana kadarki en sıcak yıl oldu ve dünya genelinde yaklaşık 7,3 milyar insan en az 10 gün boyunca küresel ısınmadan büyük ölçüde etkilenen sıcaklıklara maruz kaldı. İnsanların dörtte biri son 12 ay içinde tehlikeli düzeyde aşırı sıcaklarla karşı karşıya kaldı.

Araştırmacılar, son 12 aydaki ortalama küresel sıcaklığın, 1850-1900 yılları arasındaki sanayi öncesi dönemin 1.32 ºC üzerinde olduğunu ve Ekim 2015-Eylül 2016 arasında kaydedilen 1.29 ºC’lik bir önceki rekoru geride bıraktığını belirlediler. Bu bulgu, Avrupa Birliği'nin Copernicus İklim Değişikliği Servisi’nin Ekim ayına kadar olan ortalama sıcaklığın sanayi öncesi ortalamanın 1.43 ºC üzerinde olması nedeniyle, 2023’ün kayıtlara geçen en sıcak takvim yılı olacağını öngördüğü sırada ortaya çıktı. Bilim insanı Pershing’e göre, “2023 yılı gezegenimizin yaklaşık 125.000 yıldır yaşadığı en yüksek sıcaklıkları gördü.” (4)

“Devrilme noktalarını” aşıyor muyuz?

Dünyanın dört bir yanından 200 bilim insanı geçen yıl yapılan Dubai’deki COP 28 BM iklim görüşmelerinde sunulmak üzere yeni ‘Küresel Devrilme Noktaları Raporu’nu yayınladı.

Rapora göre, iklim değişikliği dünyayı çok sayıda gezegensel ‘devrilme noktasını’(tipping point) aşma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Bu noktaların aşılması, insanların geçim kaynakları için hayati önem taşıyan doğal sistemler üzerinde geri dönüşü olmayan etkilere yol açabilir. Raporu yöneten iklim bilimci Tim Lenton, “bu devrilme noktaları, insanlığın daha önce hiç karşılaşmadığı büyüklükte tehditler oluşturuyor, kutup buzulları, mercan resifleri ve diğer dünya sistemleri yakında geri dönülemez eşikleri aşabilir” diyor. (5)

Nitekim, Karayipler’de yetişen mercan benzeri bir sünger olan 300 yıllık Ceratoporella Nicholsoni gibi uzun ömürlü deniz süngerlerinden elde edilen kanıtlar, gezegenin 2015 Paris İklim Anlaşması’nda ulusların kaçınmaya söz verdiği küresel ısınmanın kilometre taşı olan 1,5 °C'yi çoktan geçtiğini gösteriyor. (6) Daha da korkutucu olansa, 8-11 Şubat 2024 tarihleri arasında küresel yüzey sıcaklığının sanayi devrimi öncesi seviyenin 2,0°C üzerinde olduğu 4 günün üst üste yaşanmış olması. (7)

Son olarak, küresel ısınmanın öngörülenin üzerinde artmakta olduğunun bir diğer kanıtı da, örneğin Türkiye’nin birçok bölgesinde Şubat ayında adeta yaz günleri yaşıyor olmamız değil midir?

O halde 1,5 °C derece yerine 2,0 °C ya da daha fazla derecelik ısınma olursa ne olur? 

Öncelikle, aşırı ısınan iklimde giderek daha sık görülen aşırı hava koşulları, insan sağlığı, ekosistemler, ekonomiler, tarım, enerji ve su kaynakları üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. En ölümcül doğal tehlikelerden biri olan sıcak hava dalgaları her yıl binlerce insanı öldürüyor. Yüksek sıcaklıklar orman yangını riskini artırır. Ortaya çıkan kirlilik ve pus milyonlarca kişinin sağlığını olumsuz etkiliyor.

Sağlık sistemleri yetersiz kalabilir

Keza sıcak yaz günleri her zaman sağlık komplikasyonları riski taşır. Ancak iklim değişikliği uzun süreli aşırı sıcak dönemlerinde artışa neden olur. Bu yüzden, daha fazla insan sağlıkla ilgili komplikasyonlar yaşar ve tıbbi bakıma ihtiyaç duyar, böylece artan sıcaklıklarla ilgili hastalık vakalarında bir artış olur. Sıcağa bağlı hastalıklar için ilave ayakta veya yatarak tedavi başvurularında, sıcaklara bağlı hastalık için ek acil servis başvurularında ve çoğunlukla sıcaklıklara bağlı hastalıklar için hastaneye yatışlarda artışlar ortaya çıkar.

Aşırı sıcakların insan sağlığına etkileri

İnsan vücudu, şiddetli soğuğa veya sıcağa maruz kaldığında bile sıcaklığını kendi kendine düzenleyebilecek bir özelliğe sahiptir. Vücut aşırı sıcağa hem artan terleme hem de buharlaşmalı- soğutma yoluyla uyum sağlar. Ancak nem seviyeleri buharlaşmayı engellediğinde ve su ve tuz kaybı kan basıncını düşürdüğünde ve elektrolit dengesizliğine neden olduğunda, vücut uzun süre ısıya maruz kaldığında, termoregülasyon için doğal sistemler başarısız olabilir. Bebekler ve küçük çocuklar, hamile kadınlar ve yaşlılar vücut sıcaklıklarını düzenlemekte daha fazla zorlanırlar ve aşırı sıcak olayları sırasında daha büyük risklerle karşı karşıya kalırlar (tıpkı kalp hastalığı, hipertansiyon, diyabet ve solunum yolu hastalıkları gibi kronik sağlık sorunları olan kişiler de olduğu gibi). (8)

Sıcaklık ile ilgili hastalıklar arasında en çok kramplar, sıcaklık bitkinliği ve sıcak çarpması göze çarpar. Isı krampları, egzersiz sırasında kas ağrısı veya spazmları ve aşırı terleme ile ortaya çıkar. Sıcaklık bitkinliği, vücut normal çekirdek sıcaklıklarını korumak için mücadele ettiğinde ortaya çıkar; Semptomlar arasında hızlı kalp atışı (hızlı nabız), kas krampları, soğuk ve nemli cilt, mide bulantısı veya kusma, yorgunluk, baş dönmesi, baş ağrısı veya bilinç kaybı yer alır.

Sıcaklık ile ilgili en ciddi durum olan sıcak çarpması, sıcaklık düzenlemesi başarısız olduğunda ve vücut sıcaklığı 103 Fahrenheit derecenin (39,4°C) üzerine çıktığında ortaya çıkar. Sıcak çarpması nabzın artmasına, terlemenin azalmasına, cildin ısınmasına ve kurumasına neden olur. İnsanlar ayrıca baş ağrısı, mide bulantısı, baş dönmesi, kafa karışıklığı veya oryantasyon bozukluğu ve bilinç kaybı yaşayabilir. (9)

Ekonomi ve alt yapı üzerindeki etkiler

Ancak aşırı sıcak hava dalgalarının etkileri bireysel sağlığın ötesine geçer. Öyle ki bunların daha geniş sosyal ve ekonomik sonuçları da mevcuttur. Örneğin, aşırı ısı yol yüzeylerine zarar verebilir ve hatta demiryolu raylarının bükülmesine neden olabilir. Isı dalgaları ayrıca elektrik üretimini, mahsul sulamayı ve içme suyu tedarikini etkileyerek su mevcudiyetinin azalmasına neden olabilir. Örneğin 2022'de kavurucu sıcak, Fransa’daki nükleer santrallerin daha yüksek nehir sıcaklıkları ve düşük su seviyeleri soğutma kapasitelerini etkilediği için tam kapasitede çalışamayacağı anlamına geliyordu. Araştırmalar, aşırı sıcakların Avrupa’da ekonomik büyüme üzerinde şimdiden olumsuz bir etkiye sahip olduğunu ve büyümeyi son on yılda binde 5’e kadar düşürdüğünü gösteriyor. (10)

Sosyal ve politik etkiler

Aşırı sıcaklar insan toplumlarını çok daha kötü bir duruma sürükleyebilir. Daha fazla finansal istikrarsızlık, yerinden edilme, çatışma veya kutuplaşmaya neden olacak negatif devrilme potansiyeli de söz konusudur ve bunlar dünya sisteminin daha fazla devrilme noktasını sınırlama çabalarını engelleyebilir. Hatta sürdürülebilirlik geçişlerini tamamen raydan çıkartabilecek daha fazla otoriterlik, düşmanlık ve yabancılaşma ile karakterize edilen bir sosyal sisteme geçişe neden olabilir. (11)

Yükselen sular, sular altında kalacak olan kentler

IPCC’nin yayımlanan son ‘Sentez Raporu’na göre, (12) bu çaptaki bir küresel ısınma, deniz seviyesinin yükselmesi ve aşırı iklim değişiklikleri dâhil olmak üzere, yaygın ve hızlı küresel değişikliklere yol açarak yaşamlara, geçim kaynaklarına ve doğal sistemlere daha yaygın zararlar verecektir. Şimdi doğan bir çocuğun, yaşamı boyunca, büyükanne ve büyükbabalarının çektiğinden ortalama olarak birkaç kat daha fazla aşırı iklim olayına maruz kalması muhtemeldir.

İşin vahim taraflarından biri ise, küresel ısınma 1,5 °C ‘de tutulabilse bile, deniz seviyesinin yükselecek ve aşırı hava koşullarının gerçekleşme oranının 4 kat artacak olmasıdır. Eğer 1,5 °C yerine 2,0 °C’lik bir küresel ısınma söz konusu olursa, 2021 yazında görülen ve eskiye göre 5 kat daha artan sıcak hava dalgaları bu kez 14 kat artacaktır. Deniz seviyesi 2100 yılına kadar 2 metre yükselebilecek ve bu durumda başta New York, Washington ve Şanghay olmak üzere bazı mega kentler sular altında kalacaktır. (13) Kısaca, rapora göre, eğer küresel çapta acil önlemler alınmazsa sonuç tam bir felaket olacaktır.

İşin gerçeği, 2040 yılından önce 1,5 °C’lik bir ısınma gerçekleşirse 2050 yılında ısınma 1,8 °C ve 2100 yılında ise 2,5 °C olacaktır. (14) Bu daha fazla kuraklık, daha fazla su baskını ve sel yaşanacak ve daha fazla ekonomik zarar ortaya çıkacak demektir. Bu felaketlerin birçoğunun (deniz seviyesinin yükselmesi, buzullardaki erime, okyanusların ısınması ve asitlenme oranının artması) artık telafi edilebilmesi ise imkânsız olacaktır.

Gezegen 2,7 °C - 4,0 °C ısınırsa…

Bir öngörüye göre, eğer gezegen 2,7 °C - 4,0 °C arasında ısınırsa şunların yaşanması kaçınılmaz olacaktır: Hava son 5 milyon yıldır görülmemiş ölçüde ısınacak. Devasa boyutta ve daha sık hortumlar görülecek. İtalya, İspanya, Yunanistan çöle dönüşecek. 2100 yılına kadar deniz seviyesi 1.24 metre yükselecek ve Amsterdam ve New York gibi kentler sular altında kalacak, Güney’de kuraklık yaşanacak. Yağmur ormanları yok olacak. Tahıl üretimi üçte bir oranında azalacak, ciddi bir gıda yetersizliği ve açlık sorunu yaşanacak. Soluduğumuz hava, içtiğimiz su, aldığımız besinler, günlük rutinimiz, her şey değişecek. Bu kitlesel göçlere ve uluslararası çatışmalara neden olacak. 2030 yılına kadar iklim değişikliği yüzünden yılda 530 bin insan hayatını kaybedecek. (15)

Peki deniz suyu yükselirken aynı zamanda toprak da çöküyorsa?

Aşağıdaki görsel Nature Sustainability Dergisinde (NS) yayınlanan çok yazarlı yeni bir makalenin verileri esas alınarak, Planet Anomaly tarafından hazırlandı ve 1 Mart’ta “visiualcapitalist.com” adlı bir sitede yayımlandı. (16)

Bu çalışmada dünyanın en yüksek çökme hızına göre sıralanmış ilk 10 mega kenti inceleniyor. Grafik, NS tarafından yayınlanan ve kıyı şeridinin 50 kilometre içinde yer alan 48 yüksek nüfuslu kıyı kentindeki toprak çökme değişikliklerini izlemek için uydu verilerini kullanan bir makaleye dayanıyor. Veri toplama çalışmaları 2014’ten 2020’ye kadar olmak üzere 6 yılı kapsıyor. (17)

Bu çalışmada, bilim insanları uydu tabanlı radar kullanarak dünyanın en büyük 48 kıyı kentinin göreceli toprak çökme derecesini ölçtüler. Bu kentlerin neredeyse tamamının 1 dereceye kadar toprak çökmesi yaşadığını ve 44’ünde bazı alanların denizin yükselmesinden çok daha hızlı bir şekilde battığını tespit ettiler. Bu süre zarfında, inceledikleri şehirlerden 44’ünün - çoğu düz, alçak nehir deltaları üzerine inşa edilmiş, yoğun nüfuslu, gelişmiş mega kentler - deniz seviyelerinin yükselmesinden daha hızlı batan alanlara sahip olduğunu buldular.

Yer altı sularının çekilmesi ve yüzeydeki ağır inşaatlar

Çalışmaya göre, özetle, küresel ısınma yüzünden dünya genelinde buzulların erimesi deniz seviyelerinde artışa neden olurken, birçok kıyı kenti de hızlı bir şekilde toprak çökmesi ile karşı karşıya kalıyor zira yeraltı suları çekiliyor ve bu yüzden de toprak çöküyor veya toprağın üzerindeki şehirlerin büyük ağırlığı nedeniyle toprak dibe doğru sıkışıyor.

İstanbul çökmekte olan ilk 10 kentten 7’ncisi

Özetle, toprak çökmesi, genellikle yeraltı suyunun aşırı çekilmesi veya üzerindeki binaların ağırlığından dolayı zeminin sıkışması nedeniyle bir arazi alanının kademeli olarak batması anlamına geliyor. İstanbul ise, kentin suyunun yüzde 97'sini 8 bölgesel rezervuardan çekiyor. Hızla artan nüfusunun artan talepleri nedeniyle sürekli çökme riski altında (İstanbul’da ölçülen çökmenin zirve hızı: 19 mm/yıl; ortanca hız: 6 mm/yıl). (18)

Kentlerin sular altında kalmasının bir nedenini oluşturan deniz seviyesinin yükselmesiyle birlikte, genellikle büyük ticaret merkezleri olan ve milyonlarca insana ev sahipliği yapan büyük kıyı kentlerinin yaşanabilirliği konusunda endişelenmek için haklı nedenlerimiz var elbette.

Ancak bizi yönetenler küresel ısınmayı umursamadıkları gibi, kıyı kentlerinin kendilerinin nasıl battığı ile de ilgilenmiyorlar. Oysa bu gerçeklik, yükselen deniz seviyelerinin (şu anda ortalama 3,7 mm/yıl) etkilerini çok daha kötüleştirebilecektir.

Aksi olsaydı, İstanbul’un tam bir inşaat alanına dönüştürülmesinin yanı sıra, yıllardır bir yıkım projesi olduğu bilim insanlarınca da ileri sürülen Kanal İstanbul Projesi ,İktidar Bloku tarafından bu kadar sahiplenilmezdi. Kâr ve rant hırsının bir kentin yok olması pahasına savunulabilmesi ise belki akıl tutulması, belki de gözü kâr ve rant büyümesi gibi bir durum ile izah edilebilir.

Sonuç olarak

Dünyanın batma tehlikesi içinde olan ilk 10 büyük kentinden 7’ncisi İstanbul ve bu kenti yönetmek için 31 Mart’ta yerel yönetim seçimleri yapılacak.

Adaylardan birisi, hiçbir ekolojik kaygıya sahip olmadığı gibi, doğayı büyük ekonomik ve siyasal rantlar elde etme aracı olarak gören, Kanal İstanbul Projesi’nin savunucularından olan eski Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum.

Kısaca, Murat Kurum’un İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi durumunda İstanbul’un çöküşü kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla, İBB seçimleri sadece inşa edilmekte olan bir yeni faşizmi durdurmak için değil, aynı zamanda İstanbul kentini çöküşten kurtarmak ve onu içinde yaşanabilir bir kent haline getirmek için de son derece önemlidir.

Henüz çok geç olmadan buradan bir kez daha seslenmekte yarar var: 31 Mart yerel seçimlerinde başta İstanbul olmak üzere, olabildiğince en geniş coğrafyada en kapsayıcı bir demokratik seçim cephesini oluşturmak bir yurttaşlık sorumluluğu ve görevidir.

Anahtar sözcükler: 31 Mart seçimleri, Aşırı sıcaklar, Ekolojik yıkım, İBB Seçimi, İklim değişikliği, Kent uzlaşısı, Küresel ısınma, Rant, Toprak çökmesi.

Dip notlar:

1) https://www.unep.org/resources/emissions-gap-report-2021 (26 October 2021).

2) Jeff Tollefson, “Top climate scientists are sceptical that nations will rein in global warming”, https://www.nature.com (1 November 2021).

3) IPCC, Climate Change 2021, The Physical Science Basis, https://www.ipcc.ch/report, s. 18 (9 August 2021).

4) Earth just had its hottest year on record — climate change is to blame, https://www.nature.com (10 November 2023).

5) https://www.nature.com (6 December 2023).

6) https://www.nature.com (5 February 2024).

7) https://twitter.com/EliotJacobson/status/1759026794752303322 (18 Şubat 2024).

8) https://www.americanprogress.org/article/the-health-care-costs-of-extreme-heat (27 June 2023).

9) Agm

10) https://theconversation.com/european-heatwave-whats-causing-it-and-is-climate-change-to-blame (14 July 2023).

11) https://theconversation.com/climate-tipping-points-are-nearer-than-you-think-our-new-report-warns-of-catastrophic-risk (6 December 2023).

12) https://theconversation.com/it-can-be-done-it-must-be-done-ipcc-delivers-definitive-report-on-climate-change-and-where-to-now (20 March 2023).

13) https://www.commondreams.org/views/was-avoidable-climate-activists-say-about-apocalyptic-un-climate-report (11 August 2021).

14) https://thenextrecession.wordpress.com/climate-change-the-fault-of-humanity (11 August 2021).

15) Jason Hickel, The Divide, A Brief guide to global inequality and its solutions, Windmill Books, 2017 , s. 247-248.

16) Cheryl Tay, Eric O. Lindsey, Shi Tong Chin, Jamie W. McCaughey, David Bekaert, Michele Nguyen, Hook Hua, Gerald Manipon, Mohammed Karim, Benjamin P. Horton, Tanghua Li & Emma M. Hill , “Sea-level rise from land subsidence in major coastal cities”, https://www.nature.com, Nature Sustainability volume 5, s.1049–1057 (2022); https://www.visualcapitalist.com/cp/visualized-which-coastal-cities-are-sinking-the-fastest (1 March 2024).

17) İnterferometrik sentetik açıklıklı radar (InSAR), farklı zamanlarda çekilen iki görüntüyü kullanır ve bunlar daha sonra bir interferogram oluşturmak için karşılaştırılır. Bu interferogram, zaman içinde uydunun görüş hattındaki bir referans noktasına göre toprak hareketindeki değişiklikleri gösterir. Araştırmacılar, bu interferogramların bir serisini analiz ederek her şehir için yer yüzeyinin uzun vadeli hızını tahmin edebilirler.

 18) Bak: Görsel.

(T24)

Beşiktaş'tan Galatasaray'ın paylaşımına sert tepki: Miyavlama duyduk...-T24

 

Beşiktaş, Galatasaray'ın sosyal medya paylaşımına cevap verdi. Beşiktaş'tan yapılan paylaşımda, "Tenhada özür dileyip süklüm püklüm olanların dışarıda kükrediğini söylüyorlar. Oysa biz sadece miyavlama duyduk!" ifadeleri kullanıldı.

Beşiktaş, Galatasaray'ın derbi sonrası sosyal medya hesabından yapılan paylaşıma sert tepki gösterdi.

Beşiktaş'ın sosyal medya hesabından yöneticileri Kaan Şakul'un paylaşımını alıntılayarak "Tenhada özür dileyip süklüm püklüm olanların dışarıda kükrediğini söylüyorlar. Oysa biz sadece miyavlama duyduk!" ifadelerini kullandı.

Siyah-beyazlıların yönetim kurulu üyesi Kaan Şakul açıklamasında şu ifadeleri kullandı:

"Galatasaray Spor Kulübü yönetim kurulu, biz sizi bize yakışır şekilde yönetim kurulu olarak maç öncesi, maç boyu ve maç sonu ağırladık. Ancak, biz sizi daha ağırlıyorken resmî hesabınız, bu ahlaksız mesajı attı ve sizi uyardık, sildirin dedik, haklısınız tamam dediniz, olmamış bu mesaj dediniz, kendi aranızda watsapp grubunuzda yazıştınız ve bize dönüp sildiremiyoruz dediniz! Olan biten budur. Bir daha semtimizde havlayamayacak köpeklere yalan haber yaptırıp kendinizi daha fazla küçültmeyin. Size yakışmaz dedik ama demek ki yakıştığına karar verdiniz! Halbuki sabahtan tweet silmeye antrenmanlıydınız. İçeride başka dışarıda başka konuşmanız da geleneğiniz haline geldi. Son kez aşağıdaki terbiyesizliği derhal giderip, bu ahlaksız mesajı silip özür dilemeye davet ediyorum, yoksa bir daha bize yakıştığı gibi değil size yakıştığı gibi muamele görürsünüz!"

Galatasaray'ın paylaşımı:

Protokol karıştı iddiası

Beşiktaş Başkanı Hasan Arat’ın, Galatasaray’ın derbi sonrası paylaşımının ardından sarı kırmızılı yöneticilere bağırarak "Bu rezalet nedir? Sabrımızı zorlamayın. Bedelini ağır ödersiniz." Dediği ve protokol tribününün karıştığı iddia edildi.

Arat'ın tepkisinin ardından Galatasaray yöneticisi Metin Öztürk'ün özür dilediği öne sürüldü.

Öte yandan DHA'dan Serhan Türk'ün haberine göre Metin Öztürk bu iddiayı yalanladı. Öztürk şunları söyledi:

"Maç sonu bizi güvenlik icin protokolde tutuyorlardı. Protokoldeyken Hasan Arat Başkan ile maça gelen tüm Galatasaray yönetim kurulu üyelerimizle sohbet ediyorduk. Sonra Beşiktaş yöneticisi Burak Aslan yanımıza geldi, paylaşımı gösterdi. Bu ne diye sordu sosyal medya paylaşımı dedim. Hasan Arat da bunu kaldırın yoksa misliyle cevap veririz. Baskanım sosyal medya paylaşımı kalkmaz ama taraftarınız kurucu baskanımız Ali Sami Yen’e saatlerce küfür etti. Asıl özür dilenecekse Ali Sami Yen’den ötürü bizden özür dilenmesi lazım dedim."

(T24)

2 Mart 2024 Cumartesi

Aziz Çelik, madde madde anlattı: En düşük emekli aylığının 15 bin TL olması mümkün - BİRGÜN

 

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 'bütçeye getireceği yük' gerekçesiyle emekli aylıklarına yapılacak zamma kapıyı kapatmasının ardından konuya ilişkin sosyal medya hesabından 6 maddelik bir paylaşım yapan Prof. Dr. Aziz Çelik, en düşük emekli aylığının 15 bin TL'ye tamamlanması ve aylıklarda 5 bin TL artışın mümkün olduğunu kaydetti. Çelik, "Emekliler için kaynak var, irade ve tercih yok" dedi.

Prof. Dr. Aziz Çelik, yüksek enflasyona rağmen 'bütçede yaratacağı yük' gerekçe gösterilerek yeterli iyileştirme yapılmayan emekli aylıklarına yönelik değerlendirmelerde bulundu.

Mevcut bütçe büyüklükleri içinde bile en düşük yaşlılık (emekli) aylığının 15 bin TL'ye tamamlanması ve aylıklarda 5 bin TL artışın mümkün olduğunu ifade eden Çelik, "Emekliler için kaynak var, irade ve tercih yok" dedi.

"YILLIK MALİYET YAKLAŞIK 900 MİLYAR LİRA"

Çelik, "X" sosyal medya hesabından yaptığı altı maddelik paylaşımda, emekli aylığına yapılacak olası zammın mümkün olduğunu vurguladı. 

Bütçeden Sosyal Güvenlik Kurumu'na (SGK) aktarılan kaynakların bütçeye oranının 2008'den bu yana uzun yıllar yüzde 15-20 aralığında seyrettiğini kaydeden Çelik, "2024 bütçesiyle bunu yüzde 10'a çekmeye çalışıyorlar. 2024'te bütçeden SGK'ye transfer için ayrılan kaynak 1,2 trilyon lira" dedi.

Çelik, şöyle devam etti: 

"16 milyon emekliye ve hak sahibine 5 bin TL artış yapmanın yıllık maliyeti yaklaşık 900 milyar liradır. Bütçeden SGK'ye aktarılan kaynak yüzde 17 olursa emeklilere 5 bin lira zam yapılabilir. 2008 sonrasında çok daha yüksek oranlarda kaynak aktarmak mümkün oldu. Şimdi neden yüzde 10'a düşürüyorsunuz? Kaynak var. Geçmiş yıllarda bütçeden SGK'ye aktarılan oran korunursa kaynağın lafı olmaz."

ERDOĞAN KAPIYI KAPATMIŞTI

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, emeklilere seyyanen zam önerisini kapıyı kapatmış, yurttaşlardan 'sabır' istemişti.

Erdoğan, "Birileri çıkıyor emekli maaşlarına 10 bin lira, 7 bin lira seyyanen ekleyelim diyerek kendi akıllarınca emeklilerimizi tahrik ediyor. 16 milyon emeklimiz var. Emekli maaşlarına 7 bin lira eklemek demek, bütçeden yaklaşık 1,4 trilyon liralık 10 bin lira eklemek demek. 1,9 trilyon liralık bir kaynağı buraya aktarmak demektir. Mevcut maaşların tutarından söz etmiyorum. Sadece 7 bin lira ya da  10 bin lira olarak ifade edilen ek artışın maliyetini anlatıyorum" diye konuşmuştu.

(BİRGÜN)