6 Mart 2024 Çarşamba

Murat Kurum ve Binali Yıldırım'la aynı karede: AKP'li başkan fuhuştan tutuklandı + Murat Kurum'u protesto etmişlerdi... Kentsel dönüşüm mağdurları TRT ekibini kovdu! (Cumhuriyet)

Murat Kurum ve Binali Yıldırım'la aynı karede: AKP'li başkan fuhuştan tutuklandı (Cengiz Karagöz)

Elazığ Mollakendi ilçesinin AKP'li Belediye Başkanı Mehmet Enis Doğan fuhuş operasyonunda tutuklanırken Doğan'ın AKP'nin İBB Başkan Adayı Murat Kurum da dahil birçok AKP'li isimle fotoğrafları ortaya çıktı.

Elazığ’da polisin yaptığı fuhuş operasyonunda yakalanan 5 şüpheliden 4’ü tutuklandı. Tutuklananlar arasında Elazığ’ın Mollakendi ilçesinin AKP’li Belediye Başkanı Mehmet Enis Doğan da var. Cumhuriyet’in konuştuğu belediye yetkilileri Başkan Doğan’ın tutuklandığını doğruladı. Gazetemize konuşan belediyenin hukuk yetkilisi ise meselenin belediye ile ilgili olmadığını, başkanın şahsi suçlamayla tutuklandığını söyleyerek açıklama yapmadı. 

Öte yandan Elazığ Valiliği ise Başkan Mehmet Enis Doğan’ın İçişleri Bakanlığı’ndan görevden alındığını, önümüzdeki günlerde valiliğin resmi açıklama yapacağını söyledi. Elazığ İl Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdürlüğü Ahlak Büro Amirliği 27 Şubat’ta Cemre Fuhuş operasyonu gerçekleştirdi. Kentteki farklı adreslerde gerçekleşen fuhuş operasyonunda 5 şüpheli gözaltına alındı. Şüphelilerden 4’ü tutuklanarak cezaevine gönderildi. 

JET HIZIYLA GÖREVDEN ALINDI

Emniyet Müdürlüğü operasyonu şöyle duyurdu: "Elazığ Cumhuriyet Başsavcılığı koordinesinde İl Emniyet Müdürlüğümüz Asayiş Şube Müdürlüğü Ahlak Büro Amirliği tarafından CEMRE-2 operasyonu kapsamında, ilimiz merkezinde faaliyet gösteren (2) farklı güzellik salonunda çalışanları masaj adı altında Fuhuşa Teşvik, Aracılık veya Zorlama suçunu işledikleri tespit edilen şüpheli şahıslara yönelik 27.02.2024 günü yapılan operasyonda; (5) şüpheli şahıs yakalanarak gözaltına alınmış olup, Emniyet Müdürlüğümüzde tamamlanan işlemlerinin ardından 01.03.2024 günü sevk edildikleri adli makamlarca (4) şüpheli şahıs tutuklanmış, (1) şüpheli şahıs hakkında adli kontrol kararı verilmiştir. Ayrıca 128 şahsa idari para cezası uygulanmış olup, işyerleri ile ilgili idari işlem tesis edilecektir."

Tutuklananlar arasında AKP’li Mollakendi Belediye Başkanı Mehmet Enis Doğan da yer aldı. Başkanın jet hızıyla görevden alındığı öğrenilirken valiliğin önümüzdeki günlerde açıklama yapması bekleniyor.

                                                   /././

Murat Kurum'u protesto etmişlerdi... Kentsel dönüşüm mağdurları TRT ekibini kovdu! (Cumhuriyet)

İstanbul Başakşehir’de kentsel dönüşüm mağduru Şahintepelilerin AKP İstanbul adayı Murat Kurum’u protesto etmesinin ardından mahalleye ekip gönderen TRT Şahintepe’den kovuldu.

AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkan adayı Murat Kurum, geçen günlerde Başakşehir’de katıldığı bir program sırasında; Şahintepe Mahallesi’ndeki kentsel dönüşümde haklarının verilmediğini iddia eden yurttaşların protestosu ile karşılaştı.

Belgeselci Hakan Tosun, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, TRT ekibinin Şahintepe’den kovulduğunu söyledi.

Tosun, paylaşımında şu ifadeleri kullandı:

“Şahintepelilerin Murat Kurum’u protesto etmesinin ardından mahalleye ekip gönderen TRT, mahalleli tarafından “yalan haberlerinize izin vermeyeceğiz” diyerek mahalleden çıkarıldı.”

Atilio Borón: ‘Kapitalizm tüm farklılıkları över, sınıf farkları hariç’ - Yiğit Günay / soL-Söyleşi

 Latin Amerika’nın son 50 yılındaki tüm kavgaların parçası olan komünist, militan bir teorisyenle Atilio Borón’la soL okurları için söyleştik.

Arjantinli marksist sosyolog ve siyaset bilimci Atilio Borón’la İstanbul’da buluştuk. 80 yaşındaki teorisyen Türkiye’de geniş kitlelerce tanınmasa da, Latin Amerika’da durum tam tersi: Borón, kıtanın en fazla tanınan siyaset bilimcilerinden biri.

Atilio Borón’la teori-pratik ilişkisinden akademi dünyasına, dünya solunun durumundan emperyalizmin geldiği aşamaya kadar pek çok başlığı konuştuk. Bu uzun sohbetin sonunda vurguladığı noktayı, sabırsız okur için başta belirtebiliriz: Arjantin’deki faşist fenomen lider Milei’nin birkaç ay içinde düşeceğini tahmin ediyor.

İki hafta önce Havana’da, Uluslararası Sol Parti ve Hareketlerin Teorik Yayınları Zirvesi’nde sizinle beraberdik. Orada 92 yaşındaki Kübalı entelektüel Isabel Monal, çok dikkat çekici bir konuşma yaptı. Birçok konuya değindi, fakat bana kalırsa en çarpıcısı, dünya solunda birçok önemli kimliğe bolca vurgu yapılmasına rağmen toplumsal sınıflara hemen hiç yer verilmemesi analiziydi. Bu argümana geleceğiz, fakat soruyu düşünürken şunu fark ettim: İkiniz arasında bir paralellik var. İkiniz de Harvard mezunusunuz. 

Doğru.

Buradan başlamak istiyorum. Geriye dönüp baktığınızda, ABD’lilerin tabiriyle “canavarın karnında” geçirdiğiniz vakti nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok değerli bir deneyimdi. Ama başka bir bakış açısından da acı vericiydi. Çünkü bağımsız zekaları öğüten ve öğrencilerine format atan bir makinenin içine dalıyorsunuz. Ama ben Harvard’a girdiğimde epey bir mücadele deneyimi biriktirmiş, iyi bir teorik formasyonu olan, Şili’de Unidad Popular’ın (Halk Birliği İttifakı) iktidara gelmesiyle sonuçlanan süreç gibi önemli olayları bilfiil yaşamış bir öğrenciydim. Şili’deki hükümetin başına gelenleri, sağın tepkilerini, emperyalizmin neler yaptığını görmüştüm. Altı yıl yaşadığım Şili’de Allende dönemindeki deneyimim, beni ABD akademisinin baştan çıkarıcı “Sirenlerin çağrısı”na karşı kurşun geçirmez kılmıştı. 

Yine de, ne olursa olsun zor bir süreçti. Çünkü öğrenciden, araştırmacıdan, emperyalizmin işine yarayacak kullanışlı bir entelektüele dönüşmesine yönelik beklentinin yarattığı baskı büyük bir baskı. Doktora danışmanım, ki demokrat bir insandı, sağcıydı diyemem, ilk görüşmemizde bana dedi ki “Boron, çok önemli deneyimlere sahipsin, ama sistem karşıtı bir çizgiye girmekten kaçın, aksi halde sistem seni ezer”. 

Tavsiyeyi kavradım, ama benimsemedim. Harvard’dan olabildiğince faydalandım. Muhteşem bir kütüphanesi var, Widener Kütüphanesi. Bu kütüphanede Avrupa tarihini öğrendim, çok daha az biliyordum zira Latin Amerika’da Avrupa tarihinin detayları pek bilinmez. 

Tüm bunlar, özgün fikirlerimi daha da güçlendirdi. Döneme egemen olan neo-muhafazakar düşüncenin baş temsilcisi hocalarımla yaptığım tartışmalar da aynı şekilde. Misal, Samuel Huntington’ın öğrencisiydim, çok defa uzun uzun tartıştık.

Kısacası, Harvard’da geçirdiğim vakit inançlarımı, kapitalist toplumu anlamak için marksizmin kilit olduğu düşüncemi, insanlığın sermaye mantığının onu sürüklediği felaketten kurtuluşu için devrimin kaçınılmazlığın görüşümü perçinledi. Bu teorik zemin, on yıllarca marksizm çizgisinde ilerlememi sağladı.

Bu noktada bir başka meseleyi biraz deşmek isterim. Sizin de üniversitede odaklanarak yürüttüğünüz teorik çalışmalarınızla, siyasi eylemliliğiniz arasındaki denge. Biz dünya devrim tarihinde bu dengeyi iyi kuran, başarılı örnekleri biliyoruz genelde, ama bu kurması hiç kolay olmayan bir denge. 

Kesinlikle.

Üstelik de akademi, bir kısmına sizin de değindiğiniz sebeplerle ayrıca zorlaştırıcı bir faktör. Danışmanınızla ilişkinizden bahsettiniz, alttan alta bu gibi girdiler var. Diğer yandan akademinin sunduğu kariyer olanakları, riskten kaçınma fırsatları küçümsenecek etmenler değil. Siz bir denge kurmayı nasıl başardınız? Bu ikisi, teoriyle pratik arasındaki sınırı nasıl görüyorsunuz?

Çoğu zaman aşması çok zor bir sınır bu. Bana kalırsa son bir asırda, 1920’lerden bugüne marksizm, “teorisist” olarak niteleyebileceğimiz bir yola saptı. Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler kitabında bunu çok iyi ortaya koyuyordu. Epistemolojik meselelerle, tamamen teorik sorunsallarla meşgul olup sınıf mücadelesinin somut biçimlerinden uzak duran bir marksizme işaret ediyordu. 

Ki ben, dünyanın periferisi olan Latin Amerika’dan dünyaya bakan bir aydın olarak Anderson’un söylemediği bir şeyi daha söylüyorum. Çok birikimli birçok marksist teorisyen, günümüz dünyasında emperyalizmin yakıcı rolünü kavramış değil. 

Ben 72 yılının ortalarında Harvard’a gittim. O dönem emperyalizm üzerine kitap bulmak çok zordu. Hangi yazar Lenin’in mirası üzerine kalem oynatacaktı? Çok az kişi. Saygıyla andığım Andre Gunder Frank, bir miktar Samir Amin ve kimi Latin Amerikalılar, Ruy Mauro Marini, Theotonio Dos Santos misal... Emperyalizm üzerine külliyat, esas olarak 1970’lerin ikinci yarısından itibaren gelişmeye başladı. Wallerstein’in eserleri gibi. 

Aşması çok zor dediğim sınıra dönelim. Pratikle bağlantılı bir teorik bir tartışma yürütmek için her zaman Avrupa’daki sınıf mücadelesinin gelişimini hesaba katmak gerekiyordu. Avrupa dediğimizde, merkez ülkelerden bahsediyorum: Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, bir ölçüde İspanya. Doğu Avrupa’yı unutuyorduk genelde, radarımızın dışında kalıyordu. 

Ama bu sınır değişse de varlığını korudu. Çünkü akademi, tüm dünyada sosyal bilimler çalışmak isteyenleri dönüştürmek konusunda inanılmaz bir beceri kazandı. Akademiyi esas olarak ABD sağı biçimlendirdi. Ki, bunu sadece ABD’yle sınırlı tutmamak lazım. Bolivya’da, Şili’de, Arjantin’de de böyle oldu. Herhalde Türkiye’de de böyle olmuştur.

Doğru.

İyi araştırma konusu nedir, makul temalar nelerdir, değer atfedilen düşünceler ve teorik çerçeve hangisidir… Tüm bunlar açısından akademi giderek daha etkili bir entelektüel diktatörlük inşa ediyordu. Bunu Latin Amerikalı ve Avrupalı birçok genç araştırmacıda gördük. 

Yeni nesil akademisyenler ve araştırmacılarda nasıl durum sizin gözlemlerinize göre?

Bir arayış var, bir kopuşun başlangıcı söz konusu belki, ama her durumda akademi dünyasına çok güçlü bir muhafazakarlık galebe çalıyor. “Devrim” sözcüğünün tamamen gündemden düştüğü, “sosyalizm” sözcüğünün tamamen gündemden düştüğü, Fukuyama’nın tezinin, yani kapitalizmin insanlığın varıp varacağı son gerçeklik olduğunun kabul gördüğü bir dünya bugün akademi. 

Bu tabloda büyük üniversitelerde eleştirel bir düşüncenin yeşermesi zor. Elbette ufak istisnalar var. Kaliforniya Üniversitesi’nden Ramón Grosfoguel örneğin. Ama genel olarak akademi dünyası çok standardize edildi, çok sıkı kontrol ediliyor. Marksist bir teorik çerçeve kullanacağınızı söylediğinizde araştırmanıza destek bulmanız çok zor. Bir şekilde kendinizi benzetmek zorundasınız.

Latin Amerika’daki araştırma merkezlerinde de bu durum var.

Türkiye’de de…

Çok büyük bir sorun bu. Entelektüellerin önemli bir kısmı, hiçbir önemi olmayan konulara yönelmek zorunda kalıyorlar.

Mesela Latin Amerika’da on yıldır demokrasiye geçiş konusunu tartışıyoruz. Ama bu tamamen biçimsel bir perspektiften tartışılıyor, demokrasinin gerçekten ne olduğuna değinilmiyor. Ben “Geçelim ama neye, nedir bu demokrasi, demokrasiyle toplumsal adalet, eşitlik arasındaki ilişki nedir” diye her sorduğumda “Hayır hayır” diyorlar, “Demokrasi bir prosedür meselesidir”, “procedural matter”, öyle diyorlar. Efendim yurttaşlar kaydolur, sandığa gider, oy verir, en çok oy alan… 

İyi de, bu geçişin demokrasi getireceği ne malum? Arjantin örneğine bakalım. 41 yıldır demokrasiye geçiyoruz, eskisinden daha kötü durumdayız. Bu başarısız olmuş bir geçiş. Latin Amerika’nın birçok ülkesinde aynısı oldu.

Sonra, bir de küreselleşme modası çıktı. Emperyalizm dememek için… Biz “küreselleşme, emperyalizmin bir üst aşamasıdır” diyorduk, Lenin’in dediği gibi, üretici güçlerin daha fazla nüfuz gücüne, daha fazla erişime sahip olduğu, egemen sınıflarla devlet arasındaki ilişkiyi ilkinin lehine daha eşitsiz hale getirdikleri bir aşama diyorduk. Ama tartışma buradan yürümedi.

Ardından “çeşitlilik” konusu geldi. Son dönemde çok etkili olan bir konu bu. Elli yıl öncesine göre bugün toplumların çok daha karmaşık ve çeşitli olduğu düşünülürse, bir gerçekliği var bu tartışmanın. Çeşitlilik meselesi, üstü çizilebilir bir konu değil. Ama Ellen Meiksins Wood’un son kitabında dediği gibi, “Kapitalizm tüm farklılıkları över, sınıf farklılıkları hariç”.

Tüm bu farklılıkları incelemek faydalıdır, ama kapitalizm, ulus, kuşak, cinsiyet vb. farklılıkları tanımak noktasında hoşgörülü bir tavır yakınsa da, bir farklılık var ki asla tanımayacak: Sınıf farkı.

Ellen Meiksins’in Wood’un “Sınıftan Kaçış” kitabından bahsediyorsunuz. Türkiye’de de epey ilgi gördü o kitap. 

Evet, “Sınıftan Kaçış”.

Böylece en başta sözünü verdiğimiz noktaya varmış olduk: Isabel Monal de bu noktayı vurguluyordu. Ama Monal zirvedeki konuşmasında sınıf meselelerinden uzaklaşmaya dair vurgusunu, Latin Amerika’da sonra yirmi yılda tanık olduğumuz süreci eleştirmeye de vesile etti. Elbette Arjantin’in yeni faşistine de geleceğiz birazdan, ama oraya doğru yaklaşmak adına şunu sorayım: Latin Amerika’da olanları nasıl değerlendiriyorsunuz? Biraz perspektif de katmak için ekleyeyim: Burada, Türkiye’de, ki bana kalırsa birçok ülkede de benzer durum yaşandı, 2000’li yıllarda Latin Amerika solu birçokları için umut kaynağı oldu. Akademide dahi Zapatistalar üzerine, Brezilya’da Lula iktidarı üzerine hem okunuyor hem yazılıyordu, São Paulo Forumu’na büyük önem atfediliyordu… Geldiğimiz noktada, sizce ne eksikti bu yirmi yılda?

Tüm bu deneyimler elbette incelenebilir. Zapatistalar konusunda örneğin, ben çok ağır eleştirilerde bulundum. Mücadelelerinin kahramanca niteliğini övmekten geri durmadım, Meksika toplumunun küçük bir kesimi olsa da bir kesimi büyük oranda mücadeleye katmalarını önemsedim. Ama Zapatizmin bir çıkmaz sokağa girdiğini dile getirdim.

Lula’nınki ve benzer süreçlere gelirsek, hep söyledik, orada çelişkilerle dolu bir süreç yaşandı. Hep destek veriyorduk ama sınırlarına da hep dikkat çekiyorduk. Hem Lula’nın sınırlarına, ki bugün de bu sınırlara sahip… Lula çok iyi bir insan, yüreğinin solda attığına da şüphe yok, ama tarihin akışını sola çevirecek toplumsal güçleri arkasına almak noktasında Brezilya’da hep sınırları oldu. İlk hükümet döneminde bu açıkça görüldü.

İdeolojik söyleme bakarsak, bu sınırlar daha da açık görülüyordu. Lula örneğinde, sadık bir muhalefete sahip olduğunu düşünme, gelirlerin aşağıya doğru yeniden dağıtımı konusunda çok aktif bir siyasete sahip olma maharetini gösterirse halk kitlelerinin düşüncelerini dönüştürebileceğine inandı.

O dönemki ilk dalga Latin Amerika hükümetlerine baktığımızda, belli bir ekonomisist eğilim görürüz. Aynısı Arjantin’de Kirchner hükümetiyle tekrarlandı, Bolivya’da Evo’yla, Ekvador’da Correa’yla tekrarlandı. Niye? Çünkü bunlar bir şekilde büyük güç odaklarına kafa tutan süreçlerdi, bunların çıkarlarını tersyüz edebilmek için tabanda köklü dönüşümlere muhtaçlardı, ama ekonomide iyi gidişin yeni hükümete yönelik bir bağlılık yaratacağına inanıyorlardı. 

Bu elbette olmadı. Misal, 2022’de Lula Bolsonaro’ya karşı seçimi kazandığında, Bolsonaro’ya giden oyların ciddi bir kısmı geçmişte Lula’ya oy verenlerden gitti. 

Dolayısıyla tüm bu süreçler, Latin Amerika’daki güç dengelerinin sınırlarını ortaya koydu. Bazıları bir adım daha ileri gitmeyi başardı, bazıları belli momentlerde, felç oldular demek istemiyorum, ama ilerlemeyi başaramadılar. Venezuela’da Chávez’le bolivarcı devrim büyük ileri adımlar attı.

Ama bir ileri sıçrayış daha gerekiyordu ve o sıçrayış asıl zor olan. Ama burada bir şeyi iyi anlamamız lazım: Latin Amerika hâlâ ABD’nin arka bahçesi olmayı sürdürüyor. Dolayısıyla dünyanın bu kısmında maceraya atılmaya gönüllü herkes, emperyalizmin ablukasını, saldırısını hesaba katmak zorunda. Birçok ülke, ABD’yle iyi ilişkiler kurma isteklerine rağmen buna maruz kaldı. Venezuela bugün tek taraflı 900’den fazla yaptırımla karşı karşıya. Nikaragua benzer durumda. Küba’dan hiç bahsetmeyelim. 

Velhasıl, benim bu süreçlere dair entelektüel ve siyasi tavrım hep yanlarında durmak ama egemen sınıflar ve emperyalizmin direncini kırmak için aşılması gereken sınırlara işaret etmek oldu. Tabii bunu söylemesi kolay, bunun için toplumsal bir güç ortaya çıkarmak gerek. 

Aslında Brezilya’da bu toplumsal güç vardı. Ama Lula’nın çok vahim bir hatası yüzünden bu güç hareketsiz hale geldi. Çünkü Lula, ekonomi danışmanları yüzünden çok istikrarsızdı. Efendim işte “Başkanım, sokaklarda PT (Brezilya İşçi Partisi) çok fazla varlık gösteriyor, piyasalar tedirgin oluyor, piyasalar tedirgin olursa yatırım gelmez” diyorlardı. Dolayısıyla PT’nin, buna eklemlenen Topraksızlar Hareketi’nin ve diğer güçlerin varlığı giderek törpülendi, geriledi. Ben o dönem bu yaklaşımı eleştirmiştim, “Piyasalar her zaman tedirgindir” demiştim, “Piyasaların sokaktaki hareketlilik nedeniyle tedirgin oldukları tam bir saçmalık. Marx bunu çok iyi ortaya koydu, piyasalar her zaman spekülatif bir tedirginlik içindedir”. 

Sonuçta Lula bu hareketsizleşmeye yol açtı ve bu pahalıya patladı. Dilma [Roussef] hükümeti, egemen güçler karşısında paralize oldu. Bence bu çok vahim bir hataydı.

Chávez bu toplumsal hareketliliği çok daha canlı tuttu, ama o da lanet olası bir hastalığın ölümü erken çağırmasıyla ortadan kalktı.

Sonra, başka sorunlar da var elbette. İç çatışmalar, bölünmeler… Bolivya’da yaşananlara bak mesela. Aynı hareketten gelmelerine rağmen Evo’yla [Morales] devlet başkanı Lucho [Arce] arasındaki kavga…

Bence bunlar Latin Amerika’daki sol süreçlerin sınırlarını üreten etmenler. Ben her seferinde daha ileri gitmeyi savundum. Ama ideolojik tartışmalar kısır kaldı, geçmişin bakiyesi kavramlara hapsoldu, Arjantin’de örneğin popülist milliyetçilik etkili oldu, belli ilerici yönleri olan devletçi bir milliyetçilik savunuldu, marksizmin kavrayışına uzak bir ulus kavramı benimsendi.

Peki, kendi cephemizden konuştuk. Latin Amerika’nın hâlâ ABD’nin arka bahçesi olduğuna değindiniz. Şu fikre katılır mısınız: Emperyalizm, bir süredir, herkesçe anlaşılabilen, kavranabilen bir model ortaya koyamıyor. Örneğin, diyelim bir otuz yıl önce, Latin Amerika’da veya bizim bu taraflarda bir darbe yaşandığında iktidarın nasıl bir ekonomik model ortaya koyacağını, nasıl bir siyasi sistemi savunacağını az çok kestirebiliyorduk. Artık, diyelim Gürcistan’da bir renkli devrim oluyor, iktidara gelenin neye benzediği dahi anlaşılamıyor. Sınıflandıramıyoruz. Dahası, artık Bolsonaro’lar var, Milei’ler var. Bunlar yeni fenomenler. 

Çok açık ki karizmatik kişiliklerden, veya medyatik kişiliklerden medet umuyorlar. Çünkü Milei karizmatik falan değil, ama medyadaki ilişkileri çok kuvvetli. Bolsonaro da öyle. Bugün esas hedefledikleri, son otuz kırk yılda elde edilmiş toplumsal ilerlemeleri yok etmek. En azından Latin Amerika’da böyle, Ortadoğu’ya dair genellemeler yapmak istemiyorum, her örneğin koşulları farklı.

Arjantin örneğine bakalım. Arjantin’de 65 yaşın üzerindeki yurttaşların yüzde 92’si emeklilik sistemine dahil. Çok verimli bir sistem bu. Kısmen finansman eksikliği var, buna rağmen çok işe yarıyor. Bu sistemi ortadan kaldırmak istiyorlar.

Yani, artık örneğin Washington konsensüsü [IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların dayattığı neo-liberal politikalar] gibi bir modelleri yok. Washington konsensüsü çok ayrıntılıydı, tamamen formüle edilmişti. Artık yalnızca yumruk sallıyorlar, devirebildiklerini yok ediyorlar. Stratejik kurumları özelleştirebiliyorlarsa, yapıyorlar. İş Kanunu’nu ortadan kaldırabiliyorlarsa, kaldırıyorlar. 

Örneğin Brezilya’da Bolsonaro döneminde sendikal harekete neredeyse öldürücü bir darbe vuruldu. Çünkü Brezilya’da o dönem, Bolsonaro öncesinde, işçilerin maaşlarından ufak bir kısım doğrudan kesilip sendikalara aktarılıyordu. Şimdi işçilerin bizzat bankaya gidip sendikaya göndereceklerini belirterek özel bir havale işlemi yapmaları gerekiyor. Bu da ekonomik durumu kısıtlı çoğunluğun “Bu ay sıkışığım, sonra öderim” demesine ve sendikal hareketin tamamen güçten düşmesine yol açıyor.

Artık sağ, 90’lardaki kadar sağlam bir cephaneye sahip değil. Ama bu halleri de işçi sınıfı için öldürücü olabiliyor. Arjantin’e bakın. Milei, çok radikal bir girişim. Devlet müdahalesine, sosyal yasalara, emeği koruyan yasalara karşı acımasız bir saldırı. 

Biraz da deneysel görünüyor.

Evet, kesinlikle. Haklısın, şimdiye kadar böyle bir şey denenmemişti. İnsanlar “Bolsonaro da böyleydi” diyor, hayır, hayır, Bolsonaro Milei’nin istediklerinden bazılarını yapmıştı, ama Milei çok daha fazlasını arzuluyor. Milei için meselenin özü, piyasaların düzenlenmesi ve denetlenmesi açısından devletin yok edilmesi. Ulus fikrinin ortadan kaldırılması. Milei için “ulus” sözcüğü hiçbir anlam taşımıyor. Ulusal toplumu ve ulusal devleti yok edecek bir kapitalizm istiyor. Milei için ulusal egemenlik bir masal. Malvinas [Falkland] Adaları’nı İngiltere’ye hediye ediverir. Patagonya’yı İsrail’e veya kim isterse ona veriverir. 

Milei çok daha radikal bir deney ve bunu bir önceki başlığımızla, ABD’nin Latin Amerika’yı eskiye kıyasla çok daha fazla arka bahçesi gördüğü gerçeğiyle birlikte ele almamız gerek. Meksika dışında tüm Latin Amerika’yı kapsayan ABD Güney Komutanlığı’nın şefi Laura Richardson, bu görevi üstlendiği iki yıldır söylüyor bunu. “Latin Amerika’nın çok zengin doğal kaynakları var ve bunlar bizim” diyor. Latin Amerika ülkeleri arası ilişkiler kavramı yerine Neighbourhood [komşuluk] sözcüğünü kullanıyor. “İki asırdır barış içinde yaşadık” diyor. Yahu, siyasi suikastlerin darbelerin bir listesini yapmaya kalksak kıta tek bir an barış yaşamadı, ama neylersin, böyle diyor. “Doğal kaynaklarımızı korumalıyız” diyor. Kime karşı? Mahallenin dışındakilere karşı. Bizi bölmek isteyenlere karşı. Ve Çin’i, Rusya’yı ve İran’ı anıyor.

Bu bağlamda, ABD’nin elinde 90’lı yıllardaki Washington konsensüsü gibi ayrıntılı bir program yok, tam da bu yüzden bugün çok daha agresif yanıtlar veriyor. Çünkü Ortadoğu’da zemin kaybediyorlar. Asya’da, Uzak Asya’da zemin kaybediyorlar. ABD Afrika’da ortadan kayboldu. Afrika’da etkisi kalmadı. Eski sömürgeci Avrupa devletlerinin de kalmadı.

Son dönemde çok büyük sorunlar yaşadılar.

E bak, Macron gitmek istedi gidemedi, Mali’den kovaladılar çünkü Fransızları.

Velhasıl, bu tabloda ABD, bizim üzerimize daha fazla çullanıyor. Kumandan Fidel Castro’nun bana söylediği bir sözü sık sık hatırlarım, Che’den alıntıyla diyordu ki “ABD dünyanın geri kalanında işler kötü gittiğinde stratejik arka bahçesine çullanır, o da biziz, Latin Amerikalılar”. Bu yüzden işler zor burada, hükümetler güçsüz, radikal bir dönüşüm iradesi yok. Bazılarında var bu, Bolivya’da Lucho Arce’de var, Kirchner’de kısmen vardı, fakat ABD bu bölgeyi çok sıkı kontrol ediyor. 

Sohbete saatlerce devam edebiliriz açıkçası, ama yavaş yavaş sonlandıralım. Fidel’i andınız. Fidel, çok fazla şeyi barındırıyordu içinde. Bu yüzden Raúl, “Fidel Fidel’dir” diye özetliyordu onu. Ama Fidel’in tartışmasız bir yönü var: O hep, bitmek tükenmek bilmez bir umut kaynağı oldu. Siz umutlu musunuz?

Evet, elbette.

Sizin umudunuzun kaynağı ne?

Tarihsel açıdan bakarsak, hep ilerlemeler ve gerilemeler oldu. Şu an karmaşık bir andayız. Ben belli bakımlardan, Latin Amerika’ya baktığımda, bir gerileme görüyorum. Sağ güçler yükseliyor. ABD’de Demokrat Parti ve küreselci elit liderliğin mutlak dekadansının ardından Trump geliyor.

Ama aynı zamanda umutluyum. Çünkü artık ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan beri on yıllar boyunca ortaya koyduğu mutlak hegemonyayı sürdürmesinin önüne geçecek güç odakları ortaya çıkmış durumda dünyada. Ben ABD literatürünü hep takip ederim, son iki üç yıldır “Neden biz savaşları kazanamıyoruz” sorusuna yanıt arayan kitap ve makalelerin sayısındaki artış çok şaşırtıcı. 

Bir yandan da, bu doğru. ABD’nin son savaşlarına bakarsanız, kazanamadı. Sadece yıkıcı bir yenilgi tattığı Vietnam değil mesele, Libya’da tüm yaptıklarına rağmen sonuç bir katliam oldu ve bugün Libya’yı kontrol edemiyorlar. Savaş sanatı hakkında denildiği gibi, zafer, düşman güçleri mağlup etmek değildir yalnızca, o ülkeyi baştan düzenlemektir.Si

Bir hegemonya inşa etmelilerdi.

Bir hegemonya inşa etmelilerdi, evet. Beceremediler. Irak’ta beceremediler, Suriye’de beceremediler, yirmi yıl sonra Afganistan’dan utanç verici şekilde ayrıldılar. Kızıl Deniz’den geçiş konusunda onca sorun yaşamalarına rağmen dünyanın en yoksul, en geri kalmış halklarından [Yemen’deki] Husilerle başa çıkamıyorlar. 

Yeni bir gerçeklik var ortada. ABD eski gücünde değil ve bu görünüyor. 

Siz bunu bir “düşüş” [declinación] olarak tarif ediyorsunuz.

Evet, yazdım bunu, ABD’nin düşüşü tartışılmaz. Şu an tartışılmakta olan, Brzezinski’nin, Kissinger’ın, başkalarının tartıştığı ABD’nin düşmekte olup olmadığı değil, bu düşüş eğrisinin açısı. Bir uçağın yere çakılması gibi mi olacak? Hayır. Peki bir uçağın yavaş yavaş, sakince yere inmesi gibi mi olacak? O da değil. Britanya İmparatorluğu gibi düşmeyecek. Onunki on yıllar sürdü. ABD’nin düşüşü, büyük çatışmalara, savaşlara, kavgalara sahne olacak. Zaten oluyor. Ukrayna’da, Gazze’de, Yemen’de görüyoruz.

Benim umudumun kaynağı, bunun karşısında, dünyada çok kudretli güç odaklarının ortaya çıkmış olması. En başta, artık ABD’den üstün bir ekonomik güç olarak Çin. Yine askeri, teknolojik ve ekonomik bir güç olarak Rusya. Ki 90’lı yıllar boyunca Rusya’nın artık bir ceset olduğunu varsaymışlardı, ABD kaynaklı makalelerde Rusya’nın artık bir geleceğinin olmadığı yazılıyordu. Bense hep 18’inci asrın ortalarından yakın zamana kadar Avrupa sahnesinde kilit rol oynamış bir ülkenin iz bırakmadan ortadan kaybolamayacağını söylüyordum. Yeniden ortaya çıkacak diyordum, çıktı. Hindistan ortaya çıktı, 2030 itibariyle dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olacak, birkaç yıl kaldı. Nijerya, Endonezya, Pakistan, Bangladeş, Mısır gibi güçler yükseliyor, Türkiye elbette, anmazsak eksik kalır. BRICS ortaya çıktı. Uluslararası arena tamamen değişmiş durumda. Bu tablo, emperyalizmin gerilediği, daha adil, daha barışçı bir dünyaya giden yolda bana umut veriyor.

Umarım sizin umudunuz önce ve kısa zaman içinde Arjantin’de vücut bulur. 

(Gülerek) Evet, evet, evet… Arjantin’de çok büyük bir saldırı yaşıyoruz ama gelinen noktada toplumsal güçler bir araya gelmiş ve çok büyük bir karşıtlık geliştirmiş durumda. Bence Milei büyük bir kasırgaya yol açacak ama tahminim Nisan veya Mayıs ayı gibi sonu gelecek. Çok büyük bir siyasi kriz yaşanacak.

Bu krizden çıkışın bir sol çıkış olacağını söylemiyorum. Ama en azından Arjantin’de bir faşist hükümetin yerleşmesinin önüne geçilecek.

Yiğit Günay / soL-Söyleşi

Anagold’u, Anagold’a çalışan şirkete denetletmişler! - Bahadır Özgür / duvaR

 

İliç’te tam da felaketin yaşandığı bölgede daha önce gerçekleşen liç yığını kayması için Çevre Bakanlığı, denetimi özel bir şirkete yaptırmış. Üstelik o şirket, 2009’dan beri Anagold ile çalışıyor.

İliç’teki felaketin sorumluluğunu sahada görevli birkaç mühendise yıkmaya çalışıyorlar. Oysa olay yaşandığı günden beri ortaya çıkan pek çok resmi belge, başta dönemin Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanı Murat Kurum olmak üzere, bürokratların ve şirketin üst yönetiminin sorumluluğu olduğunu kanıtlıyor. Bakanlık neredeyse doğru düzgün bir kez bile denetlememiş madeni. Daha önce yaşanan ve gizlenen liç yığını kayması ve zehirli atık sızıntısı üzerine yapılan denetim ise Anagold’dan taşeron işler alan özel bir şirkete yaptırılmış. Sadece bu skandal bile Kurum’un sorumluluğu için yeter.

İliç’teki felaketi başından itibaren yakından izleyen ve ortaya çıkardığı belgeler ile iktidarın, devletin sorumluluğunu kanıtlayan CHP Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, geçen hafta önemli bir belge paylaştı. Belge, 2022 yılında meydana gelen yığın liçi kayması ile yine aynı yıl gerçekleşen zehirli atık sızıntısı üzerine yapılan denetime ilişkindi.

Bakanlığa bağlı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü’nün resmi yazısında, Anagold Madencilik’te 27 Mart 2022 günü yaşanan kayma sonucunda, sahanın tamamında Maden Atığı Depolama Tesisi Onay Belgesi’nde belirtilen şartlara dönülmesi, boru hatlarında meydana gelebilecek arıza durumlarını önceden haber verecek otomasyon sisteminin kurulması ve yaşanan kazaların tekrarlanmaması amacıyla alınması gereken ilave tedbirlerin bakanlığa bildirilmesi istendiği belirtiliyor.

Bakanlık yetkililerinin bu bilgileri istediği kurum ise dikkat çekici. Ore Mineral Sondaj Mühendislik. Üstelik şirketin bakanlık adına yığın liçi ve atık barajı inşaatlarının denetiminde görevlendirildiği de anlaşılıyor. Yani Murat Kurum’un başında olduğu dönemde Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı, en önemli konudaki denetimi özel bir şirkete havale etmiş. Ayrıca şirket 2022’deki iki olay sonrasında da gerekli önlemlerin alınıp alınmadığını raporlamış.

Deniz Yavuzyılmaz, devletin denetim görevinin bir şirkete verilmesinin skandal olduğunu belirtiyor. Ama iş bununla da kalmıyor.

Yavuzyılmaz’ın belgeyi paylaşması üzerine konuştuğum şirketin yetkilileri, kendilerinin uzmanlık alanı kapsamında liç yığını ve atık barajı inşaatlarının standartlara uygun olup olmadığını bakanlığın isteği ile raporladıklarını, denetimin de bakanlık gözetiminde yapıldığını, görev alanları dışında bir denetim işlerinin olmadığını açıkladılar. Bakanlık tarafından verilen görev haricinde Anagold ile bir iş yapıp yapmadıklarına dair soruya ise şu yanıtı verdiler: “Düzenli olmamakla beraber 2009’dan beri Anagold ile de çalışıyoruz. Bizim alanımız ağırlıklı olarak altın madenlerindeki inşaatlar zaten. Kimlerle çalıştığımız şirketimizin açık kaynaklarında, internet sitesindeki referanslarda yer alıyor. İnşaat yapmıyoruz, yapılan inşaatların teknik vb. yönden uygunluğunu kontrol ediyoruz. Anagold’da da kontrol yetkimiz sınırlı. Asıl sorumlu bakanlık yetkilileri. Biz uzmanlık çerçevesinde raporlama yaptık.”

Ne var ki, Yavuzyılmaz’ın ortaya çıkardığı belgeye bakıldığında Anagold’un çalışmaya devam etmesini sağlayan yasal onayın şirketin yaptığı denetim ve hazırladığı rapor sonucunda verildiği açıkça anlaşılıyor. Yani bakanlık 2022’de iki vahim olay yaşanmasına rağmen tarafsız, resmi bir denetim yapmak yerine, Anagold ile iş yapan şirketin denetimini yeterli görmüş. İliç’te bugün yaşanan felaket de tam olarak denetlendiği söylenen bölgede gerçekleşti.

Dolayısıyla bakanlık yetkililerinin ‘asli kusurlular’ listesinin en tepesinde yer alması gerekiyor. Lakin kamuoyu manipüle ediliyor, sanki bir ‘doğa olayı’ yaşanmış gibi davranılıyor. Depremden sonra ülkenin karşılaştığı en büyük felakette sorumluluğu bulunan Murat Kurum ile şirketin üst düzey yöneticileri, ilk günden başlayan çabayla bu suçtan kurtarılıyor.

Bahadır Özgür / duvaR



T24 KÖŞEBAŞI - 6 MART 2024 -

 



Çocuklar okula aç gitmemeli (Çiğdem Toker)

Bütün mesele bir iktidarın bütçede tercihlerinin ne olduğudur. Bu ülkenin okula aç giden milyonlarca çocuğa, örgün eğitimde bir öğün sağlıklı yemek sunacak kaynağı fazlasıyla vardır.

Çocukların aç kalmaması, en temel sorunumuz olmalı. Çünkü öyle, en temel sorun aslında. Ama bu önemlinin önemlisi konu, gürültülü bir gündemin görünmez dişlileri arasında ezilip sesi duyulmaz halde.

Tekrar edeyim: Çocukların okula aç gitmemesi hepimizin derdi olmalı. Bu, bizim ülkemizde biraz da çocukların beslenmesi, sağlıklı büyümesi konusunda birinci derecede sorumlu olan devlet üzerine düşeni yapmadığı için böyle. Devlet derken de daha çok merkezi yönetimi kastediyorum. Siyasi iktidarı yani. (Sorunun önemini bilen, bu konuyu çalışan bazı yerel yönetimlerin olanakları zorlayarak çaba gösterdiğine tanığız.)

Programa girdi çıktı

Aslında bazı sivil toplum kuruluşları, platform ve demokratik kitle örgütleri, okullarda bir öğün ücretsiz yemeğin çocukları sağlanması konusunda ısrarlı bir kampanya yürütmüş ve konunun kamuoyu gündemine girmesini sağlamıştı.

Bu konunun bir numaralı muhatabı olan iktidar da okul öncesi çocuklara bir öğün ücretsiz yemek sağlamayı 2023-2024 programına almış ancak sonra uygulamadı.

Dün şubat ayı enflasyon verileri açıklandı. TÜİK'e göre TÜFE geçen ay yüzde 4,53 oranında arttı. Yıllık enflasyon yüzde 67,07'ye yükseldi. Resmi gıda enflasyonu yüzde 7,1. Gıda fiyatlarındaki artışın, şubat ayındaki aylık artışta önemli rol oynadığı belirtiliyor.

Gıda fiyatları, 2021'e göre yaklaşık dört beş kat arasında artmış durumda. Toplumun en yoksul, güvenceden yoksun kesimlerini daha sert etkileyen gıda enflasyonu, milyonlarca vatandaşın gıdaya erişemememe, çocukların beslenememesiyle sonuçlanıyor. Üstelik bu sonuç, sürekli bir nitelik kazanmaya başladı. Çocuklarsa bu krizden payını en fazla alan kesim.

Gıda Mühendisi Dr. Bülent Şık, bu konu üzerinde uzun zamandır farkındalık oluşturmaya yönelik bir çaba içinde. Çabanın yaygınlaşıp yeniden sonuç doğuracak şekilde kamuoyu ve siyasi iktidarın gündemine girmesi amacıyla da "Türkiye Okul Yemeği Koalisyonu" kurdular. Koalisyon'a ilgi duyabilecek meslek örgütü, platformlarla genişlemeyi planlıyorlar.

Aslında bu koalisyon dünya ölçeğinde 2020 yılında kuruldu. Bütün çocukların beslenmesi, sağlıklı gelişebilmesi için kurulan Uluslararası Okul Yemekleri Koalisyonu'nun hedefi, 2030'a kadar her çocuğa dünya çapında günde sağlıklı bir öğün yemek sağlayabilmek. Bu Koalisyon'u, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı da destekliyor.

Peki Türkiye, 96 üye ülkenin yer aldığı bu koalisyonun bir üyesi mi?

Tabii ki hayır.

Türkiye okul yemeği koalisyonu

Dr. Şık, bianet'te kaleme aldığı (2 Mart 2024) yazıda, "Gıda krizi çocukların sağlıklı büyüme ve gelişme hakkının bir ihlali olarak görülmelidir" diyor. Haklı. "Çocuklar geleceğimiz" ifadesini bu kadar sık tekrarlayıp milyonlarca çocuğun okula aç gidebilmesine tepkisiz, seyirci kalan bir ülkede yaşıyoruz. Dr. Bülent Şık, çocuklara iyi bir hayat sağlamanın kamusal bir görev olduğunu hatırlatıyor. Ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin katılımıyla kurulan Türkiye Okul Yemeği Koalisyonu'na tüm sivil toplum örgütlerini ve her kesimden duyarlı vatandaşları destek olmaya davet ediyor.

Gerçekten de 20 milyon öğrencinin örgün eğitim aldığı Türkiye'de (Milli Eğitim İstatistikleri-Örgün Eğitim 2022-2023 verileri) milyonlarca çocuğun okula aç gittiği tespitinin bir dayanağı var.

Eğitim Reformu Girişimi'nin 2020 yılı Eğitim İzleme Raporu, Türkiye'de 5. sınıf öğrencilerinin yüzde 40'ının, 8. sınıf öğrencilerinin ise yüzde 46'sının okula "her gün veya neredeyse her gün" aç gittiğini belirtmiş.

İktidarın gündemine girmeli

Bu sayılar dehşet verici. Çocukların açlığını dert etmeyen, dikkate almayan, bunun için bütçe ayırmayan bir iktidarın tercihlerini yeniden gözden geçirmesini sağlamak zorunlu.

Bakın tam da bu satırları yazarken, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in yeni yaptığı bir konuşmadan başlıklar düştü ekrana. Şimşek, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) Araştırma Merkezi ile DEİK işbirliğince düzenlenen "İstanbul KÖİ Haftası"nda ekonomik programı katılımcılara anlatmış. Fiyat istikrarını sağlamak, mali disiplini yeniden tesis etmek, cari açığı azaltmak, büyümede yeniden dengelenmek, verimlilik ve rekabet gücünü arttıracak yapısal reformmlar" diye uzayan bir liste. Bu kelimelerin hiçbirinde insan ve aç kalan çocuklar yok. Hadi o kadar haksızlık etmeyelim ve diyelim ki "bütün bunlar sağlandığında zaten gelir dağılım düzelecek"? Acaba? Büyük bir soru işaretiyle karşı karşıyayız. Yabancı yatırımcı ve karar alıcıların bulunduğu bir salonda konuşan Şimşek'in konuşma metninde okula aç giden çocukları görmek belki fazlaca iyimser bir beklenti.

Bütün mesele bütçedeki tercihler

Ama sonuçta Milli Eğitim Bakanlığı'nın bütçesine, çocuklara günde bir öğün ücretsiz yemek sunulmasını mümkün kılacak bir ödeneğin konulmasında Şimşek'in ne diyeceği, kararının ne olacağı büsbütün de önemsiz değildir. Günün sonunda bütün işler dönüp dolaşıp Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ne diyeceğinde kilitlenmiş olsa da böyledir.

Bütün mesele bir iktidarın bütçede tercihlerinin ne olduğudur. Bu ülkenin okula aç giden milyonlarca çocuğa, örgün eğitimde bir öğün sağlıklı yemek sunacak kaynağı fazlasıyla vardır.

Bu kaynaklardan birinin ne olabileceğine bir sonraki yazımda değineceğim.

Yazının başlığı olan Türkiye Okul Yemeği Koalisyonu'nun çağrısını tekrarlayarak bitiriyorum:

Çocuklar okula aç gitmemeli.

                                                              /././

Enflasyonun yükselişi daha ne kadar devam eder? (Binhan Elif Yılmaz)

Yılın ilk iki aylık enflasyon oranı toplamı yüzde 11,54’e ulaştı. Ocak ayında ücretlere, maaşlara yapılan zamlarda erime de hızlanıyor.

TÜİK’in açıkladığı şubat ayı TÜFE beklentilerin üzerinde aylık yüzde 4,53 (beklenti yüzde 4) ve yıllık yüzde 67,07 (beklenti yüzde 66) oldu. Ayrıca hem İTO ücretliler geçinme endeksi (yüzde 4,07) hem de ENAG’ın şubat enflasyonundan (yüzde 4,34) daha yüksek geldi. TÜİK aylık bazda bu iki oranı geçse de yıllık bazda iki enflasyon oranının da altında kaldı.

Şubat ayı çekirdek enflasyonda (C-Endeksi) yıllık artış yüzde 72,89 ile manşet enflasyonun üzerinde gerçekleşmiş durumda. Bir ay önce yüzde 70,5’ti. Çekirdek enflasyon, enerji, gıda, alkollü içki, tütün ve altın hariç fiyat değişimlerini gösteriyor. Yakın geçmişteki en yüksek enflasyon oranı olan ekim 2022 enflasyon oranı yüzde 85,5 iken bile çekirdek enflasyon yüzde 70,5’tu. Bu arada diğer özel kapsamlı enflasyon göstergeleri de yıllık bazda önceki aya göre artış gösterdi.

TÜİK’in açıkladığı yıllık manşet enflasyon yüzde 67,07 olmakla beraber ana harcama grubuna göre TÜFE; gıdada yüzde 71,2, sağlıkta yüzde 81,25,  eğitimde yüzde 91,84,  lokanta ve otellerde yüzde 94,78 ile manşetin üzerine çıktı.

Aylık bazda da gıda TÜFE yüzde 8,35, eğitim TÜFE yüzde 12,76, lokanta ve oteller için fiyat artışı yüzde 5,43 olarak gerçekleşti.

Aylık olarak en yüksek artış gösteren eğitimin TÜFE madde sepeti içindeki ağırlığı sadece 1,67. Bu ağırlık yüksek olsaydı bu ayki manşet enflasyonu yükseltici etkisi daha fazla olurdu.

Yıllık hizmet enflasyonu da hız kesmedi ve bir ay önceki seviyenin beş puan üzerine çıkarak yüzde 94,4’e ulaştı. Diğer yandan hizmet enflasyonu eğitim, lokanta, otel gibi tüm alt gruplarda da artmaya devam etti.

Şubatta fiyatı en çok artan kalemler içinde ortaöğretim var (yüzde 21,8). Bunun dışında gıdada da elbette herkesin gördüğü gibi et var (yüzde 14,8) ama fiyat artış oranı daha da yüksek.

Manşet enflasyon üzerindeki artışlar gelir dağılımını daha da bozuyor. Çünkü düşük gelir grubundakilerin gelirlerinin hemen hepsi manşet enflasyon oranının üstünde enflasyona sahip ürünlere harcanıyor ve o nedenle açıklananın üzerinde enflasyona maruz kalınıyor. O nedenle manşet enflasyon üstünde artış olan ve hayatın vazgeçilmez harcama gruplarının toplam tüketim içindeki payı büyüdükçe hissedilen enflasyon TÜİK'in açıkladığı enflasyonun üzerinde oluyor.

Bu arada yılın ilk iki aylık enflasyon oranı toplamı yüzde 11,54’e ulaştı. Ocak ayında ücretlere, maaşlara yapılan zamlarda erime de hızlanıyor. Öte yandan artan nominal ücretler nedeniyle ücretliler gelir vergisi tarifesinde üst dilimlere çıkmaya başladılar bile. Ücretleri hem enflasyon hem de vergi eritiyor.

ÜFE de şubat ayında arttı. ÜFE aylık yüzde 3,74 yıllık 47,29 olarak gerçekleşti.  Gıdada üretici fiyatları yüzde 62,79 oldu. Bu rakam önümüzdeki aylarda gıda fiyatlarında yükselişi temsil ediyor. Sağlık TÜFE zaten yüzde 81,25’ti, ÜFE tarafında da temel eczacılık ürünlerinde yüzde 72,4 oldu. Aylık bazda madencilik ve taş ocakçılığında ÜFE yüzde 4,29 ve yıllık bazda yüzde 85,84’e ulaştı. Dayanıklı ve dayanıksız tüketim mallarında ÜFE aylık bazda yüzde 5’i geçti ama enerji ve elektrik, gazda aylık ÜFE negatif geldi. Unutmayalım, ÜFE’den TÜFE’ye geçiş riski hep var.

Görüldüğü gibi enflasyon aylık ve yıllık olarak yükselmeye devam ediyor.  Öngörülerimize göre haziran ayına kadar yüzde 70 civarına çıkıp ardından geçen yılın temmuz ve ağustos aylarındaki yüzde 9’u aşan enflasyonun baz etkisiyle düşecekti. Ancak haziran ayına kadar yüzde 75’in üzerini test edeceğe benziyor.

Geçen hafta Sao Paulo’da G-20 ülkeleri 2024 yılının manşet enflasyonuna ilişkin öngörüleri değerlendirdiler. 2024’te G-20’nin gelişmekte olan ekonomilerinin enflasyon oranı, Arjantin'in yüksek enflasyonu nedeniyle yüzde 10’lar civarında gerçekleşecek. Türkiye’nin 2024 enflasyonunun yüzde 54,5 olacağı ve 2025 yılında yüzde 39,2’ye gerileyeceği öngörülüyor. Diğer yandan Arjantin’in enflasyon tahmini de 2024’te yüzde 253,4 seviyesinden 2025’te yüzde 59,6’ya inmesi yönünde (2024’te yüzde 2,8 küçülerek). Tahminler tutarsa Arjantin 2024’te enflasyon oranını yüzde 77 azaltmayı başaracak ve enflasyonda dillere destan ülke olan Arjantin ile 2025’te enflasyon oranında birbirimize yaklaşmış olacağız!

                                                               /././

"Faiz sebep enflasyon sonuç" teorisinden "enflasyon düşünce maaşlar artar" teorine hızlı geçiş (Mustafa Durmuş)

2026 yılı sonuna (2027 diyelim) şunun şurasında ne kaldı ki? Sadece 3 yılcık. "Sabır", "şükür" … O da olmazsa 4 yıl seçim yok nasıl olsa…

Evvelsi gün Cumhurbaşkanı Erdoğan, "emekliye istenen seyyanen zammın ancak enflasyonu düşürerek verilebileceğini" söyledi.

Şunun şurasında enflasyonun düşmesine sadece 3 yıl var!

Bakan Şimşek'e göre ise iktidarın hedefi, "yüksek enflasyonu sıkı para ve sıkı maliye politikalarını sürdürerek 2026 yılı sonunda tek haneye düşürülebilmek".

Bu kuşkusuz sadece bir temenniden ibaret, yani gerçekleşmeyebilir (muhtemelen de gerçekleşmeyecek).

Sıkı para ve sıkı maliye politikası demekse; faiz oranlarının artırılması nedeniyle kredi kartı ve tüketici kredisi borçluları başta olmak üzere, tüm kredi borçlularının daha fazla faiz ve halkın da genel olarak daha fazla vergi ödemesi, bu arada ekonomi de yavaşlayacağından dolayı, işsizliğin daha da artması demek oluyor.

Kısaca, toplamda 3,3 trilyon TL'yi aşması beklenen bütçe açığı dikkate alındığında ve bu açık daraltılmadan yabancı kaynağın ülkeye girmesi zor olduğundan, 1 Nisan'dan itibaren artık sadece kemerler değil, ümükler de sıkılacak gibi görünüyor.

Ama olsun 2026 yılı sonuna (2027 diyelim) şunun şurasında ne kaldı ki? Sadece 3 yılcık.

"Sabır", "şükür" … O da olmazsa 4 yıl seçim yok nasıl olsa…

Sabredelim biraz! Zaten mesele "sabır, şükür, tevekkül, sınav"dan oluşmuyor mu AKP'li seçmen tabanında?

İktidar, ayrıca önümüzdeki 4 yıl daha seçim yapılmayacağının rahatlığıyla da, bu tutumunu rasyonalize ediyor ve faturayı başta emekliler ve emekçiler olmak üzere tüm halka kesiyor. Bunu yaparken de iktisat bilimine yeni katkılarda bulunmayı ihmal etmiyor.

Öyle ki (eğer bu açlık ve yoksulluk koşullarına dayanamayıp emekliler açlıktan ölmezlerse), müjdeli haber gerçek olacak ve tek haneye düşen enflasyondan, emekliler de dolaylı olarak faydalanacaklar ve maaşlarına zam yapılmış gibi rahatlayacaklar.

Tam alışacakken…

Tam Nasreddin Hoca'lık bir durum:

"Zorlu bir kış olmuş… Nasrettin Hoca'nın parası tükendikçe tükenmiş. Ne yapacağını şaşırmış. Sonunda çareyi masrafı kısmakta, aza katlanmakta bulmuş. Bu arada, eşeğinin yemini kıstıkça kısmış Nasrettin Hoca. Azaltmış… Azaltmış… Her gün biraz daha azaltmış… Hayvancığız, yavaş yavaş gücünü yitirmeye başlamış. Yemini azaltmasına karşın, eşeğin yaşadığını gördükçe seviniyormuş Nasrettin Hoca. Ve günbegün yemi azaltmayı sürdürmüş. Ama bir sabah ahıra gittiğinde ne görsün, hayvan ölmüş. Nasrettin Hoca ah çekmiş derinden: 'Tam açlığa alışırken öldü zavallıcık…' (Fıkra Hakan Dikmen'den alıntıdır)."

Kıssadan hisse: Siz siz olun eşek olmayın, yoksa semer vuran çok olur…

                                                             /././

Ayhan Bora Kaplan dosyasında yer alan teşhis tutanağındaki polis müdürü! (Tolga Şardan)

Ayhan Bora Kaplan dosyasındaki teşhis tutanaklarından birisi, çok önemli bir isme ait. Bu isim, Kaplan'ın yanı sıra Ankara'daki bazı polis operasyonları sürecinde adı gündeme gelen bir dönemin Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Alp Aslan.

Ankara'da, Ayhan Bora Kaplan'ın liderliğindeki suç örgütüne yönelik soruşturma tamamlanıp yargı aşamasına geçilecek yakın zamanda.

Kaplan soruşturması çerçevesinde klasörlerce evrak var doğal olarak.

İfadeler, teknik takip raporları, HTS adıyla bilinen telefon iletişim tespit tutanakları, bilirkişi raporları, savcılık soruşturma kayıtları, kriminal laboratuvar sonuçları ve diğer tutanaklar.

İşin özeti, binlerce sayfalık doküman.

Savcılık ve polis soruşturması çerçevesinde elde edilen bilgilerden oluşan dosyaları incelemeye başladım. Epeyce zaman alacak. İnceledikçe ortaya çıkan sonuçlar zaman içinde Büyüteç'in konusu olacak.

Dikkat çeken fotoğraf teşhis tutanağı

Dosyaları incelerken şimdiye kadar iddia olarak kalan bir sürecin en net delillerinden birisi gözüme ilişti.

Kaplan'ın siyaset ve bürokraside, özellikle adliye ve emniyetteki bağlantılarını artık bilmeyen kalmadı.

15 Temmuz 2016 gecesi FETÖ'nün başarısız darbe girişimi sırasında TRT Genel Müdürlüğü'ne dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu ve amcasının oğlu Sadık Soylu tarafından davet edildikten sonra yeraltı dünyasında hızla basamakları çıkan Kaplan'ın karıştığı suçların, adliye ve emniyetteki bağlantılar vasıtasıyla nasıl karanlığa gömüldüğü şimdilerde açığa çıkıyor, tek tek.

Adli soruşturma çerçevesinde hazırlanan dosyanın en önemli kayıtlarından birisi de "teşhis tutanağı" olarak bilinen evraklar.

Teşhis tutanağı adli soruşturma süreçlerinde aynı zamanda dosyada olması gereken "kıymetli" evrak sınıfından.

Herhangi bir olayla ilgili yürütülen adli soruşturmada şüpheli veya suçtan zarar görenlere, karşı taraf için yaptırılan işlem.

Bir nevi olayın içindeki kişi / kişiler hakkındaki "doğrulama" delili.

Ayhan Bora Kaplan dosyasındaki teşhis tutanaklarından birisi, çok önemli bir isme ait.

Bu isim, Kaplan'ın yanı sıra Ankara'daki bazı polis operasyonları sürecinde adı gündeme gelen bir dönemin Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Alp Aslan.

Aslan'ı, Büyüteç'in takipçileri yakından tanır.

FETÖ'nün Genelkurmay İmamı ve başarısız darbe girişimini FETÖ adına organize ettiği iddiasıyla aranan Adil Öksüz'ün Sincan'dan kayıplara karışmasında adı ilk kez gündeme geldi. Bu konuda adli ve idari olarak yargılandı, beraat etti. Ama ardında soru işaretleri bırakarak.

Peşinden, Soylu döneminin Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz'ın sağ koluydu. Teşkilatın en önemli birimlerinden olan Organize Suçlarla Mücadele Şubesi'nden sorumlu emniyet müdür yardımcısıydı.

Kaplan'ın adının karıştığı mafya olaylarının yaşandığı dönemde görev başındaki isimdi.

Hakkında kimi iddialar bulunduğu dönemde, Emniyet Genel Müdürlüğü'nce, en üst makam olan Polis Başmüfettişliği'ne Soylu'nun imzaladığı kararnameyle terfi ettirildi. Buna rağmen, polis başmüfettişi olmayıp geçen yılki seçimlere kadar görev yerini korudu.

Ali Yerlikaya'nın İçişleri Bakanı olmasından kısa süre önce Ankara Emniyeti'nden ayrılıp Emniyet Genel Müdürlüğü'ndeki polis başmüfettişliği görevine başladı.

Ayhan Bora Kaplan'a yönelik soruşturma çerçevesinde de İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya tarafından açığa alındı.

Polis Müdürü Aslan teşhis edildi

Dosyada yer alan evraktan birisi de, Kaplan soruşturmasında "kendisinden rüşvet istendiği ve istenilen rüşveti verdiği" yönünde ifade veren bir kişinin Alp Aslan'a yaptığı teşhise ait işte bu tutanak.

Siyaset ve bürokraside büyük yankıları olan soruşturmanın en heyecanlı ve hızlı günlerinde, 3 Ekim 2023 günü Engin Şahin adlı şikayetçi, kendisinden istenilen rüşveti bizzat verdiği polis müdürü olarak Alp Aslan'ı teşhis etti.

İki polis memurunun kendisine gösterdiği on kişi arasından 3 numaralı fotoğrafta Polis Müdürü Alp Aslan'ı tanıyan ifade sahibi Engin Şahin'in verdiği bilgiler sonrasında hazırlanan tek sayfalık "Fotoğraf Teşhis Tutanağı"nda şu değerlendirme yapılması dikkat çekici.

"(...) Yukarıda bulunan tabloda soldan 3. (üç) sırada olan şahıs ifademde, ben ifade verdikten 2 veya 3 gün kadar sonra, Abuzer Say beni arayarak Alp Aslan'ın benimle birlikte yemek istediğini söyledi ve Tepe Prime'nın zemin katında bulunan et restorantında yanımda çalışan Merve Atalay, Abuzer Say, Alp Aslan ve yanında ismini şu an için hatırlamadığım bir şahıs ile beraber akşam 20:00 sıralarında yemek yedik ve başımdan geçen konu hakkında konuştuk.

Alp Aslan, ‘Ayhan'ın (suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan... Y.N.) kendisinden it gibi korktuğunu ve gerekenin neyse kendisinin yapacağını' söyledi ve aynı gün saat: 22:00 sıralarından mekandan ayrıldık. Ertesi gün Abuzer Say, beni arayarak ‘abi, Alp Müdür'e gereğini yapmamız gerek' dedi. Ben de ‘gereken neyse yapalım' dedim. Abuzer Say bana ‘300 bin lira gerekli olduğunu' söyledi. Ben de bu parayı ödemeyi kabul ettim.

Şu an net tarihini hatırlamıyorum ancak 2021 yılı Temmuz ayının ilk haftasında Tepe Prime'da zemin katta bulunan şu an ismini hatırlamadığım bir et restorantında Abuzer Say isimli şahıs ile buluşmak için randevulaştık. Saat: 08:00 - 09:00 sıralarında Abuzer SAY ile buluşarak benden istedikleri 300 bin lira parayı Alp Aslan'a vermesi için Abuzer Say isimli şahsa elden nakit olarak verdim.' (…) şeklinde beyanda bulunduğu Alp Aslan isimli şahıstır. Kesin ve net olarak teşhis ederim. 

Düzenlenen fotoğraf teşhis tutanağı tarafımızdan tanzimle altı birlikte imza altına alınmıştır. 03.10.2023 saat 19.00. (...)"

Memurlar ile ilgili ayrı soruşturma

Aslan'a rüşveti verdiğini iddia eden Şahin'in verdiği bilgi ve yaptığı teşhis tutanağındaki tespitler halen Ankara Adliyesi'ndeki soruşturma çerçevesinde araştırılıyor.

Bu arada Kaplan'la ilgili yapılan soruşturma kapsamında polisler başta olmak üzere çeşitli kamu görevlileriyle ilgili ayrı bir soruşturma dosyasına devam ediliyor. Fakat bu dosya ile ilgili kulislerde ilginç bir iddia da dolaşıyor.

İddiaya göre, memur suçlarına yönelik soruşturma dosyası beklendiği hızda yürütülemiyor nedense? Savcılık ve emniyet boyutunda "bir şeylerin beklendiği" yönünde değerlendirmeler var.

Hatırlanacağı üzere, Kaplan soruşturması devam ederken, dosyayı yürüten kaçakçılık suçlarıyla mücadele bürosundan sorumlu Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Ahmet Yıkılmaz, HSK tarafından görevden alınmış ve tenzil-i rütbe ile Yargıtay'a savcı atanmıştı.

Dört kentin emniyet müdürü değişti

Mersin'de ortaya çıkarılan makaron kaçakçılığı olayıyla bağlantılı olarak görevden alınan Mersin Emniyet Müdürü Mehmet Aslan'ın yerine Kayseri Emniyet Müdürü Kamil Karabörk atandı.

Karabörk'ün yerine ise, Van Emniyet Müdürü Atanur Aydın atandı. Aydın'la ilgili kısa bir bilgi vereyim. Soylu döneminde, Servet Yılmaz'ın ekibi olarak önce Hakkari'ye atandı. Buradaki görevini tamamladıktan sonra batıya atanmayı beklerken ilginç bir atamayla bu kez Van Emniyet Müdürü oldu.

Soylu'nun ekibine yönelik kadro tasfiyesi yapan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın böylesi bir atamayı imzalaması ilginç. Merkeze alınmayı bekleyen Aydın'ın, Kayseri Emniyet Müdürü atanması, bir bakıma piyango oldu kendisine.

(T24)