6 Mart 2024 Çarşamba

BİRGÜN KÖŞEBAŞI - 6 MART 2024 -

 


İmamoğlu mindere Erdoğan’ı çağırıyor (Berkant Gültekin)

Yerel seçim tarihi yaklaştıkça İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ile Murat Kurum arasındaki fark daha belirgin hale gelmeye başladı. İmamoğlu’na karşı “belediyecilik”, “şehir yönetimi” ve “hizmet” söylemleri üzerinden başarı kazanmaya çalışan iktidar cephesinin eli, Murat Kurum’un sönük performansı nedeniyle günden güne zayıflıyor.

Oysa en başta, muhalif ittifakın dağılmasının, iktidar blokunun bir arada durmaya devam ettiği koşullarda Kurum’u İmamoğlu karşısında avantajlı pozisyona getirdiği düşünülüyordu. Fakat İstanbul’da Saray tarafından ana hatları çizilen seçim kampanyası, hem inandırıcılık duvarına tosladı hem de Kurum’un kişisel yetersizliğinin getirdiği engellere takıldı.

***

Hatırlanırsa, adı aday olarak açıklandıktan sonra Murat Kurum, sosyal medya hesabından Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ile bilgisayar başında çalıştıklarını gösteren bir fotoğraf paylaşmıştı. Bu, “Benim arkamda devlet var” mesajıydı. İlerleyen süreçte Erdoğan’ın izlediği yerel seçim stratejisi de Kurum’un mesajını pekiştirdi. Gittiği her kentte merkezi yönetimin kendilerinde olduğunu hatırlatan Erdoğan, yerelin hizmet alabilmesi için belediye başkanlarının iktidar ile uyumlu çalışması gerektiği tehdidini savurup durdu. Bunu depremden en büyük zararı gören Hatay’da bile yapmaktan çekinmedi. Açık açık “Oy yoksa hizmet yok” demeye getirdi.

Kurum’un devlet destekli kampanyasının son halkası Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in açıklamaları oldu. Bakan Şimşek, geçen günlerde Bahçelievler’de düzenlenen bir etkinlikte, “Eğer büyükşehir iyi çalışırsa inanın daha verimli şirketlerimiz olur. Çünkü evden işe, işten eve daha az zaman harcarsınız. O nedenle Murat kardeşimiz gelirse metro çalışmaları hızlanırsa, herkes kazanır. Çalışan kardeşimiz kazanır daha az strese girer, şirketlerimiz kazanır daha yüksek verimlilikle çalışır” dedi. Yani Şimşek de İmamoğlu İBB Başkanı olduğu sürece hükümetin İstanbulluların hizmet alması konusunda zorluk çıkaracağını bir kabine üyesi olarak bizzat ikrar etti.

***

Arkasındaki büyük güce rağmen Kurum’un İstanbul’da beklenen heyecanı ve etkiyi yaratamamasının belli başlı bazı nedenleri var. Öncelikle, başarılı görünen bir belediye başkanına karşı seçimde zafer elde etmenin zorluğu, siyasette genel bir kural. Kurum en başta bu bariyeri aşamıyor.

Üstüne bir de 8 kilometrelik metroyu 8 adımla eleştirmek gibi akla ziyan mizansenlere kalkışarak pek parlak olmayan imajını daha da aşağı çekiyor. Konuşmalarından İstanbul’u fazla bilmediği, yönetmeye yeltendiği kenti iyi tanımadığı anlaşılıyor. Kurum bir yandan kentin ilçelerini karıştırıyor diğer yandan imza attığı gaflarla polemik rekabetinde de İmamoğlu’na karşı seri yenilgiler alıyor. İmamoğlu’nun kendisine yakıştırdığı “acemi aday” etiketini yakasından bir türlü sökemiyor.

Ayrıca eski bir Şehircilik Bakanı ve uzun yıllar İBB’yi yönetip kentteki sorunları derinleştiren bir iktidarın adayı olarak, İstanbul’a hizmete dair ortaya attığı vaatlerin altını güven harcıyla karamıyor. “Bugüne kadar neden yapmadınız?” sorusuna ikna edici bir yanıt verilemediği gibi, fiyaskoya dönüşen Fikirtepe, yıkıma davetiye çıkaran imar afları ve maden facialarını doğuran bürokratik onaylar sıra sıra dizilip Kurum’un arkasından geliyor.

Kurum, İstanbul’da 5 yılda 650 bin konut yapacaklarını iddia ediyor ancak temsil ettiği iktidarın deprem bölgesinde söz verdiği konutları teslim etme konusundaki başarısızlığı tüm çıplaklığıyla ortada duruyor. 6 Şubat depremlerinin ardından afet bölgesinde 680 bin konuta ihtiyaç olduğu saptanmış, Erdoğan bir yıl içinde 319 bin konutun depremzedelere teslim edileceğini söylemişti ancak bu ayın sonunda teslim edilen konut sayısı 75 bini (Hedefin yüzde 23,5’i) biraz geçebilecek.

Tüm bunların yanında Kurum’un bir diğer dezavantajı ise büyükşehirlerdeki özgün siyasi durum elbette. Muhalif ittifak kurumsal zeminde dağılsa da İstanbul’da iktidara karşı tutum alma dinamiği hâlâ aktif.

Sosyo-politik bilinç düzeyi daha yüksek olan ve ekonomik krizden ülkenin diğer bölgelerinde yaşayan nüfusa göre daha fazla etkilenen İstanbul halkı, yerel seçimleri aynı zamanda iktidarı cezalandırmanın bir durağı olarak görüyor. Muhalefete karşı “terör” ve “güvenlik” üzerinden yürütülen kara propaganda, İstanbul’da ve benzer özellikleri barındıran diğer büyükşehirlerde Saray’ın istediği sonuçları üretmiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıran taktik, İstanbul’u ve Ankara’yı kazandıramıyor.

***

Kurum’un merkezinde olduğu bir kampanyanın iktidarı seçim galibiyeti konusunda fazla ümitlendirmediği açık. Gelinen noktada İmamoğlu’un Kurum’a sağladığı üstünlük, onun gerçek rakibi Erdoğan’ı daha fazla sahaya müdahale etmeye zorluyor.

Ancak burada da hassas bir denge söz konusu. Seçimler yaklaşırken Erdoğan’ın İstanbul’da daha etkin rol oynaması, iktidar açısından, rejim karşıtı kesimleri bloklaştırarak CHP ve İmamoğlu’nun sağlamaya çalıştığı “taban ittifakı” olgusunu güçlendirme riskini içeriyor. Bu, muhalefet partilerinin seçime ayrı adaylarla girmesinin ortaya çıkardığı avantajın minimize olması demek.

Yine de Erdoğan’ın ipleri tamamen eline alacağı bir aşamaya geçmekten, ortaya kendini koymaktan başka şansı yok. Çünkü Saray, 31 Mart’ta Kurum’un yarattığı enerjiden daha fazlasına ihtiyacı olduğunu biliyor.

                                                             /././

Enflasyon bildiğini okuyor (Hayri Kozanoğlu)

TCMB’nin yıl sonu hedefini tutturması giderek zorlaşıyor. Bu yükseliş eğilimi sürerse haziran başında yıllık enflasyon %80’e dayanmış olacak. Üretimi artırmadan sırf parasal sıkılaşmaya dayalı bir strateji sonuç vermez.

TÜİK’e göre Şubat ayında enflasyon yüzde 4.53 arttı. Böylelikle yıllık tüketici enflasyonu yüzde 67.07’ye yükseldi. Önümüzdeki 3 ay da enflasyon, tırmanışını sürdürecek. Çünkü baz etkisi denilen, bir öncekini yılın aynı ayının devreden çıkması, yeni yılın verisinin hesaba katılması mekanizması aleyhine çalışacak. Dövizin baskılanması, vergi ve zamların ertelenmesiyle 2023’ün Mart-Nisan-Mayıs dönemi enflasyonları sırasıyla yüzde 2.29, yüzde 2.39 ve yüzde 0.04 açıklanmıştı. Bu eğilim sürerse Haziran başında yıllık enflasyon yüzde 80’e dayanmış olacak. Böyle bir durumda “dezenflasyon süreci başarılı yürüyor” algısını yaratmak olanaksız hale gelecek.

Merkez Bankası’nın (MB) 2024 yıl sonu yüzde 36 enflasyon hedefinin tutturulması için yılın geri kalan 10 ayının ortalama enflasyonunun  aylık  yüzde 2’ye gerilemesi gerekiyor. Tahmin üst bandı yüzde 42 oranının dışına çıkmaması için de aylık yüzde 2.6 ortalamasını tutturmak zorunlu. Açıkçası bu hedefleri yakalamak giderek zorlaşıyor.

İFTAR SOFRALARI YANDI

Verilerin ayrıntılarına göz attığımızda gıda fiyatlarının aylık yüzde 8.25 arttığını, yıllık artışın yüzde 71.12’yi bulduğunu gözlemliyoruz. Ramazan yaklaşırken iftar sofralarının temel direği tereyağında yüzde 16.99, peynirde yüzde 11.57, sütte yüzde 10.99’luk sıçramalar görüyoruz. Sabık Hazine ve Maliye Bakanı Nebati’nin ucuz diye hararetle tavsiye ettiği kuzu etindeki aylık artış oranı ise yüzde 14.81.

MB raporlarında da işaret edildiği gibi hizmet sektöründe fiyat katılıkları sürüyor. Ulaştırmada yıllık artış yüzde 77.98’i, sağlıkta yüzde 81.25’i, eğitimde yüzde 91.84’ü, lokanta ve otellerde yüzde 94.78’i buluyor. Kısaca tüketici fiyatlarında enflasyonun düşüşe geçeceğine dair hiçbir belirti bulunmuyor, yumurta fiyatlarındaki yüzde 6.25 düzeyindeki nazar boncuğu gerilemeyi bir yana bırakırsak!

ÜRETİCİ FİYATI YÜKSELİYOR

Bilindiği gibi birebir olmasa üretici fiyatları, maliyet kanalıyla tüketici fiyatlarını gecikmeli şekilde etkiler. Bir süredir küresel enerji ve emtia fiyatlarının düşük seyriyle üretici fiyatları yavaş artıyordu. Şubat’ta üretici fiyatları da kımıldadı ve aylık yüzde 3.74 artışla yıllık yüzde 47.29’u buldu. Mart-Mayıs arası 3 ayda 2023’ün üretici enflasyonları hep yüzde 1’in altında, yüzde 0.44, yüzde 0.81 ve yüzde 0.65 gelmişti. Bugünkü eğilim, Haziran başında üretici fiyat enflasyonunun da yüzde 60’u geçeceğini, yılın ikinci yarısında iyice yavaşlaması öngörülen tüketici fiyatlarını besleyeceğini düşündürüyor.

Özellikle ana sektör imalat sanayiinde ortalamanın üzerinde yüzde 56.71’lik bir enflasyonun ortaya çıkması kaygı verici. Sermaye mallarındaki artış da döviz kuru yavaş seyretmesine karşın yüzde 64.70 ile oldukça hızlı tempoda seyrediyor.

ENFLASYONDA ARZ FAKTÖRÜ

Enflasyonu analiz ederken piyasacı yorumcuların gözden kaçırdığı nokta, enflasyonun özünde arz kaynaklı bir sorun olduğudur. 2023 yılında tarım üretiminin yüzde 0.2 gerilediği, sanayi üretiminin ise nüfus artış hızının altında ancak yüzde 0.8 arttığı bir ekonomide enflasyonun ana dinamiklerinin başında üretim eksikliği gelir. Üretimi artırmadan sırf parasal sıkılaşmaya dayalı bir strateji sonuç vermez. Enflasyon bir kez artış eğilimine girince hem üreticilerin fiyat artışları için fırsatı ganimet bilmesi hem de tüketicilerin enflasyondan korunma kaygısıyla mal ve hizmet alımlarını öne çekmesi enflasyonu artırır. Bir de Mayıs 2023 seçimlerinden önce faizlerin suni biçimde düşük tutulup tüketimin iyice teşvik edilmesi olgusu eklenince bugün yaşanan kronik enflasyon kaçınılmaz hale gelir.

3 TEMEL YANLIŞ

Ekonomi yönetiminin açıklamaları bu zorlu süreçte 3 önemli yanlış yapıldığını düşündürüyor. Birincisi, MB’nin Para Politikası Kurulu Şubat metninde faiz artışlarının ancak enflasyon görünümünde belirgin ve kalıcı bir bozulma halinde artırılacağının beyanıdır. Azgın piyasalar daha yüksek faiz talep edecek, dört gözle beklenen yabancı sermaye girişi aksi takdirde gerçekleşmeyecektir. Bir faiz artışı ise, enflasyonun kalıcı ve belirgin bozulmasının itirafı anlamına gelecektir.

İkincisi, Türk lirasının reel biçimde değerleneceğinin söylenmesidir. Son haftalarda rezervlerdeki düşüş de göz önüne alınırsa dövizi tutmak giderek zorlaşıyor. Dövizdeki olası bir sıçrama dolaylı olarak enflasyonun daha da yüksek seyredeceğini ima ederek, MB’nin kredibilitesini zayıflatacaktır. Kaldı ki Orta Vadeli Program’da ortalama dolar kuru beklentisi 36.8 liradır. Yıla 29.50 lira dolar kuruyla başlandığı düşünülürse, bu kabaca yıl sonu 44.10 lira kuruna, yüzde 49.5’luk bir artışa işaret etmektedir. Bu dahi yüzde 36 enflasyon hedefinin üzerindedir.

Üçüncüsü, kredi kartlarına düzenlemeler yapılacağının dile getirilmesidir. Bu adımların seçimden önce atılamaması üç aylık bir sürede tüketicilerin canhıraş biçimde mevcut koşullarla harcama yapmalarını davet etmiş, talebi daha da uyarıcı bir rol oynamıştır.

Özetle, piyasacı çevreler ekonomi yönetimine övgüler düzmeye devam ederken, enflasyon cephesinde iç açıcı hiçbir belirtiye rastlanamıyor.

                                                         /././

Daima geri (Kaan Sezyum)

Ülkede olan bitene maruz kaldıkça insan ister istemez koca bir çizgi filmin içinde olduğunu düşünüyor. Ancak çizgi filmlerde ya da absürt komedilerde olabilecek türde saçmalıklar, mantıksızlık ve akıl almaz olaylarla sürekli karşı karşıya geliyoruz. Dev bir deprem oluyor, yöneticiler günlerce yardıma gitmiyor. Gitseler bile kendi reklamlarını yapıyor, insanlara yollanan deprem kolileri aylar sonra belediyenin deposunda çıkabiliyor. Her an her şey oluyor ama hiçbir sorumlu bulunamıyor. Her şey bir anda oluyor "ve ancak" sonraki bir anda başka bir saçmalık olana kadar akılda kalabiliyor.

Son 20-25 yıl içinde fantastik sayılabilecek isimlerle, mantıksızlık yıldızı insanlarla, yüzsüzlük timsali bireylerle karşı karşıya kaldık. Kimisinin mecliste uyuması saçmaydı kimisi yazı yazmayı beceremiyor, kimisi daha doğru dürüst Türkçe konuşamıyordu. Ukrayna’ya “Ukranya” ya da “Urkanya” diyebiliyor bazısı. Bazısı dünyanın bir ucuna “Maske yolladık” diyebiliyor, kimisinin ise milyarlarca liralık vergi borcu tek kalemde silinebiliyordu.

Şimdi, yine bir seçime, belediye seçimlerine yaklaştıkça ise iktidar açıkça “Bize oy vermezseniz, sizin hizmet işleri zor olur” diyebiliyor ya da demokratik seçim sonucuna (hem de 800 küsur bin oy farkla) “Yanlışlık” diyebiliyor. Bunların yanında müessesenin ikramı olarak şeriat isteyenler, hilafeti özleyenler, Osmanlı’ya geri dönmek isteyenler de serpiştiriliyor. İşin güzeli günden güne saçmalık ve mantıksızlıkta kendimizi aşıyor, her seferinde daha da akıldan uzak, daha da anlamsız hareketler içinde tüm ülkeyi sefil bir halde yaşamaya mecbur bırakıyorduk. Mehmet Şimşek’in geçtiğimiz yıl 85 liraya yediği kumpir, şimdi aynı yerde 180 lira olarak bizi bekliyor. Sürdürülebilir fakirlik Türkiye için yeni bir yaşam biçimi haline geliyor.

∗∗∗

Halkımız da sağ olsun, bu konuda çok yardımcı oldu. İktidarın yıllar içinde ayrıştırdığı, adeta birbirine düşman ettiği kesimlerde yaşayan bireylere dönüştük sonunda. Kimse kimseyi dinlemiyor, bilimi zaten kimse dinlemiyor. Ufacık çocuklar strafordan yapılmış mezarların başında ağıt yakmaya zorlanıyor, travmalarımız üzerine travmalardan kaçak kat çıkılıyor. Din soslu, bayrak temalı, "Vatan elden gidiyor" serzenişli hamasi yaklaşımlar günden güne meyvelerini veriyor. Ülkede sanırsınız en büyük dert adaletsizlik değil de Netflix ve insanları cinsiyetlerinden başka yönlere yönlendirmesi.

∗∗∗

Gençler zaten iyice balataları yaktı. Konser yok, olan da iptal, hadi iptal edilmedi, bilet alıp gitmeye çalışsan ayrı bir dert. Dışarıya çıkmak, sosyalleşmek bambaşka bir zorluk. "Yaşam tarzına müdahale yok" kisvesi altında “1000 lira yapsak da içerler” düşüncesiyle vergilerle taçlandırılan alkol ürünlerinin saçma fiyatları nedeniyle, ülkenin bir kısmı kendi içkisini üretmeye başladı. Yasaklar ve zamlarla memlekette bir sürü Breaking Bad rakıcısı, viskicisi yetişti. Bunları geçtim fahiş alkol fiyatları nedeniyle toplum önce bonzai, sonra flakka, şimdi de kimyasallardan oluşan bir kokteylin içine atıldı. 90’lı yıllarda gençliğe sunulan eroin, yerini bambaşka kimyasallara bıraktı. Gençlik, sıkıntıları ve gelecek kaygıları yanında bir de bağımlılıkla mücadele etmek zorunda kaldı. Tüm dünyada insanlar medeniyete doğru ilerlerken, biz bir şekilde zamanda ve medeniyette geriye doğru koşar adımlarla yöneliyoruz.

∗∗∗

Bütün bunlar olurken, belediye seçimlerinin de etkisiyle artık iyice komik karakterler açıldı. Her gün yeni bir karakterin ve saçmalığın katıldığı dev bir oyun gibi sürekli hayrete düşerken, şaşırma eşiğimiz de azaldıkça azaldı.

Son olarak günden güne maruz kaldığımız içleri ısıtan gülümsemesi ve binbir türlü tavırlarıyla Murat Bey de pastanın üzerindeki çilek gibi oldu. Yani zamanında Binali Bey’e gülüyorduk, kendisinden özür diliyorum. Murat Bey’in yanında Binali Bey dahi çocuk gibi kalıyor. 3G ile ilk görüntülü konuşmayı yaparken telefonu istemsizce kulağına götürmesini bile özler olduk.

Şimdikiler doğa ve çevre katliamlarının altında imzaları bulunduğu halde hâlâ içleri ısıtan gülümsemelerin ve lüks yaşamlarının ardından bizlere bakıyor. Öyle bomboş bakışıyoruz işte.

                                                               /././

AKP’de İstanbul sıkıntısı çözülemedi (Nurcan Gökdemir)

İktidarın adayı Murat Kurum’un giderek bir komedi figürüne dönüşmesi AKP’yi kampanyasını revize etmeye mecbur bıraktı. Erdoğan bizzat İstanbul’da olacak ve bakanlıkların projeleri ile seçmenden destek arayacak.
TBMM’nin kapanması ve aday listelerinin 3 Mart itibarıyla kesinleşmesiyle siyasi partiler seçim kampanyalarına hız verdi. CHP’nin 2019 seçimlerinde kazandığı belediyeleri koruma, AKP’nin başta İstanbul olmak üzere kaybettiği belediyeleri geri alma, DEM Parti’nin iktidarın kayyum atama hevesini kıracak bir çoğunluğa ulaşma arayışıyla şekillenen kampanya liderlerin mitingleri ve adayların sokak sokak seçmenle temas kurmaya çalışmasıyla sürüyor.
Anamuhalefet partisi CHP, kurultay yaralarını aday belirleme sürecindeki krizlerle daha da büyüterek, örgütte hem kurultay hem adaylıklar dolayısıyla oluşan kırgınlıkları gideremeden kampanya için düğmeye bastı. 14/28 Mayıs seçimlerinden sonra umutsuzluğa sürüklenen seçmenler ve dağılan Millet İttifakı’nın desteğinden mahrum kalan CHP zorlu bir kampanya sürecine başladı.
AKP, Cumhur İttifakı’nın ikinci büyük ortağı MHP’nin desteğini bu seçim öncesi de sağladı ancak sürekli düşüş trendindeki oyları, yıpranan iktidarı ve başta ekonomi olmak üzere krize dönüşen sorunları ile zorlanıyor.
KURUM HAYAL KIRIKLIĞI OLDU
Tüm bunların üzerine seçimin simgesine dönüşen İstanbul’da YRP’nin oyundan mahrum kalması da İstanbul için AKP’nin önüne zaman zaman umutsuzlukların dillendirildiği bir mücadeleyi koydu. Her ne kadar “İmamoğlu-Erdoğan mücadelesi” olarak şekillense de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için gösterilen aday Murat Kurum’un komediye dönüşen kampanyası da beklenmedik olumsuz bir gelişme olarak AKP’nin önünde duruyor.
“AKP’nin adayı Erdoğan” algısını oluşturacak bir kampanya ile sonuç almaya çalışacak olan AKP’de, İstanbul kaygısı çok yoğun dillendiriliyor. Kurum ikna edemediği, coşturamadığı toplulukları bir de gaflarıyla şaşırtıyor, AKP’de, İmamoğlu’nun geride kalan 5 yıllık icraatının başarılarını parlatan, eksikliklerini iktidarın engellemelerine fatura eden kampanyasının sonuç vermesi, YRP’nin desteğinden mahrum kalınması ve DEM Parti’nin Başak Demirtaş’ı aday göstermemesi de moral bozuyor.
Tüm ülke genelinde meydanlara çıkması planlanan, kısa sürede 15’e yakın ilde miting yapan Erdoğan’ın kampanya trafiğinin İstanbul’a daha fazla ağırlık verecek şekilde revize edildiği konuşuluyor. Erdoğan’ın İstanbul’da daha fazla etkinlikte görünür olması, bakanlıkların İstanbul’a ilişkin projelerini vaat olarak dillendirmesi, Erdoğan’ın “vaatlerin teminatı benim” mesajı vererek Kurum’un kimliğinin tıpkı kabinede olduğu gibi “Teknokrat”lıkla sınırlandırılması AKP kulislerinde tartışılıyor.
ANKETLER ADETA BİRER KAMPANYA ENSTRÜMANI
Start alan kampanya ile birlikte anketler de hızlandı. Siyasi partiler anket sonuçlarına göre kampanyalarına yön verirken bir yandan da bu anketleri seçim kampanyasının bir enstrümanı olarak kullanıyor. Uzun zamandır güvenirliği tartışılan anketlerle ortaya konulan isabetsiz tahminlerin büyük bölümünün bilinçli olarak kamuoyuna yansıtılan sonuçlar olduğu da konuşuluyor. Partiler bazen seçmeni motive etmek bazen de rehavete kapılmalarını önlemek için istediği sonucu duyuruyor. Örneğin, CHP’nin kazanmasına kesin gözüyle bakılan bir kentte belediyenin yaptırdığı ankette AKP’den yüzde 14 dolayında daha fazla oy görünmesine karşın bu değil, parti genel merkezinin yaptırdığı ve yüzde 4 fark gösteren anketin açıklanması tercih ediliyor. Amaç partililerin “Zaten kazanacağız” diyerek çalışmamasını, AKP karşıtı ama CHP’ye de küskün” seçmenin sandığa gitmemeyi tercih etmesini engellemek.
Aynı durumu AKP’nin İmamoğlu’nun 3-4 puan Kurum’un önünde göründüğü ankete karşın “Yarışı başabaş” göstererek kazanma umudunu canlı tutma arayışında da görmek mümkün. Sözde anket sonuçlarını yaygınlaştırarak “Kazanabiliriz” umuduyla “Sola karşı olan muhafazakar” seçmenin özellikle de YRP seçmeninin sandığa gitmesini sağlamaya çalıştığı konuşuluyor.
Mevcut başkanların yerine yenilerinin aday gösterilmesi, bazı sürpriz isimlerin tercih edilmesi nedeniyle CHP’de yaşanan tartışmalı süreç kampanyaya da yansıdı. Parti örgütündeki küskünlüğün kampanyaya istekli bir şekilde katılmayı engellediği konuşulurken esas büyük tehlikeye dikkat çekiliyor: Sandık güvenliği. Her seçimde yeni bir tartışmalı yöntemi sahneleyerek sonuç alan AKP’nin karşısında başarıya ulaşmanın en önemli yollarından birinin sandıklara sahip çıkılması olduğu defalarca test edildi. 2019 seçim başarısını bunun getirdiği herkes tarafından kabul edildi. 31 Mart yerel seçimleri öncesi AKP karşıtı küskün seçmen, isteksiz ve umutsuz sivil örgütlenmeler dolayısıyla muhalefetin sandıklara sahip çıkmasının zor olacağı değerlendiriliyor. CHP Genel Merkezi örgütleri en az kampanya kadar sandıklara sahip çıkılması yönünde sürekli uyarıyor, bu konudaki eğitimlerin ciddiye alınmasını, örgütlenmelerin yaygınlaştırılmasını istiyor.
SEÇİM HEYECANI SEÇMENE GEÇMİYOR
Ancak seçime bir ay kala hala tüm partiler için en büyük sorun, seçim heyecanının liderler ve adaylarla sınırlı kalması. Düzen siyasetinden umudunu kesmeye başlayan seçmenlerin büyük bölümü henüz seyirci. Bugüne kadar sadece aday isimleri ile meşgul olan, belediyecilik adına umut veren bir program ve proje ortaya koyamayan partiler, geride kalan bir aydan daha kısa sürede seçmenin sandığa gitmesini sağlamak gibi zorlu bir görevle karşı karşıya.
                                                  /././
 Türkiye ne kadar  küçüldü? (Özgür Gürbüz)
TÜİK ya da hükümete göre Türkiye 2023 yılında yüzde 4,5 oranında büyüdü. Dünyanın sınırlı varlıklarını (kaynaklar) tüketerek yapılan mal ve hizmet üretimini ya da sermaye birikimini olumlu addedip, “Büyüdük” demek iktisat biliminin bu çağdaki en büyük ayıbı olsa gerek. Milyonlarca yılda oluşan petrolü saniyeler içerisinde yakıp tüketerek ürettiğiniz mal veya hizmet nasıl olur da bu gezegeni ileri götürür? Bizim artık büyüme rakamlarını bir kenara bırakıp ne kadar küçüldüğümüzü hesaplamamız gerek. Kirlenen havayla, azalan suyla ekonomik değeri kıyaslamak kolay değil. O yüzden de elimizde somut örnekleri olan bir veriden, Türkiye’nin orman varlığından yola çıkmak işimizi kolaylaştırabilir. Türkiye Ormancılar Derneği, "Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması" raporunda, orman varlığındaki kaybı detaylı bir şekilde anlatmıştı. Türkiye, her yıl yangınlarla kaybedilen orman alanının dört katından fazlasını madencilik, enerji, turizm ve ulaşım gibi ormancılık dışı amaçlara verilen tahsisler nedeniyle kaybediyor.  Hesaplayalım. Sadece 2012-2020 yılları arasında, ormancılık dışı faaliyetler için tahsis edilen orman miktarı 342 bin 846 hektar. 2021’deki büyük yangınlarda kaybettiğimiz orman alanından (139 bin hektar) 2,5 kat fazla. Aynı dönemde orman alanlarında enerji üretimi ve iletimi için verilen izinlerin yol açtığı kayıplar ise 126 bin 296 hektar. Madenler nedeniyle kaybettiğimiz orman miktarı da 87 bin hektar. Hepsinin toplamı 555 bin hektarı buluyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün bir hektar alanın ağaçlandırılması için istediği bedel 196 bin 24 TL. Bir hektar alanın yıllık bakım bedeli ise 12 bin 500 TL. Ekolojik kaygılarımızı bir kenara bırakıp sekiz yılda yok edilen alanları ağaçlandırmaya kalksak, beş yıllık bakım süresiyle birlikte ödeyeceğimiz miktar 145 milyarı buluyor. Dolar cinsinden karşılığı 4,5 milyar dolar. Gerçek büyümeyi hesaplamak istiyorsak, yurt içi hasıladaki artıştan, kaybettiğimiz ormanların değerini çıkarmamız gerekir. Bunu yaparken de “kirleten öder” tuzağına düşmemeliyiz. Ormanların, ne üretmek için feda edildiği, gerçek bir ihtiyacı karşılayıp karşılamadığı ve toplumsal (tüm canlıları kapsayan) fayda sağlayıp sağlamadığı da mutlaka belirlenmeli. Yoksa, “Öderim parasını, keserim ağacını” diyen patronlara yol açmış oluruz. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cihan Erdönmez, kullanıma açılan ormanların yeniden içinde canlıların barındığı gerçek bir ormana dönmesinin, en iyi koşullarda, 40-50 yılı bulacağını hatırlatıyor. Erdönmez, mermer ocakları gibi birçok açık maden işletmelerinin rehabilitasyonunun da mümkün olmadığına dikkat çekiyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün Türkiye’de kaç maden alanının rehabilite edildiğine dair verileri açıklaması ve örnek sahaları göstermesi halinde, bu alanlarda inceleme yapabileceklerini de belirtiyor.
Sadece orman mı? Otellere verdiğimiz sahiller, betona gömülen meralar, kurutulan dereler, çıkarılan ve yerine konulması mümkün olmayan madenleri de büyüme hesabının eksi hanesine yazmalıyız. Toprağa, havaya ve suya verilen zararın maddi karşılığını da düşündüğünüzde çoğu yerde eksi büyümelerle karşılaşabiliriz. Erzincan İliç’te kirlenen toprağın, Fırat Nehri’nin yarattığı ekonomik ve sosyal katkının kaybedildiğini düşünün. Son yıllarda yaşadığımız çevre felaketlerindeki doğal varlık kayıplarını büyüme tablolarına eklesek, Türkiye’nin küçüldüğünü bile görebiliriz. Büyüme hesaplarında yok edilen orman, mera, sulak alan, kıyı şeridi ve buralarda yaşayan canlılarla, bu doğal varlıklar sayesinde daha sağlıklı bir hayat süren insanın kayıpları yok. Klasik iktisat bunları görmüyor. Büyüme gözlüğüyle bakarsanız, açılan her madene, her enerji santralına veya her otele ülkenin büyümesine katkıda bulunan “yatırım” diyebilirsiniz. Ekoloji gözlüklerini takınca, “acaba” demeye başlarsınız. Yaşamı hesaba katmayan hesap olmaz.
                                                       /././

Kamusallık: Reislerin malikanesi Araştırma Merkezi olunca (Şükrü Aslan)

Türkiye’de kamu arazisini ve/veya binalarını bir şekilde kendi mülkiyetine veya kullanımına transfer eden idarecilerle karşılaşmak ne yazık ki olağandır. Fakat kendine tahsis edilmiş bu tür yerleri, kamusal yarar için terk eden idarecilerle karşılaşmak istisnai bir durumdur. Bugün bu istisna hallerin bir örneğine; İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun bir kararına yer vermek isterim. Sayın İmamoğlu, 2019’da İBB Başkanı olarak seçildikten sonra, uzun yıllardır İBB Başkanlarına tahsis edilmiş, Florya’daki konforlu başkanlık konutunu hiç kullanmadan kamusal hizmetlere tahsis etti. Oysa kendisinden önceki İBB başkanları, İstanbul’un kaotik ortamından azade bu müstesna alanı tereddütsüz kullanmışlardı ve bütün o süreç boyunca bu mekân İstanbullulara kapalıydı.

Bahse konu konut alanının da içinde olduğu Florya, geçmişte de sivil ve resmi ilginin çeşitli biçimlerde konusu olmuştu. Mesela 17. yüzyılda padişahın bahçesiydi. 1920-21 yıllarında Mösyö Gruber’in deniz kenarında bir tesis yaptırmasıyla, şehrin denize girmek için ilgi çekici yerlerinden birine dönüşmüştü. Bu ilgi 1931’de Solaryum Plajı, 1934’de Küçük Plaj ve Haylayf Plajı, 1935’de Kız Kulesi Plajı, 1936’da Havuzlubahçe ile devam etmiş ve Florya, İstanbullular için tercih edilen bir eğlenme-dinlenme mekânına dönüşmüştü.

∗∗∗

Ama elbette Florya’ya yönelik ‘sivil’ ilgiden çok daha fazlası, resmi alandan gelmişti. Feridun Kandemir’in yazdığına göre bu ilginin en güçlü örneği, Atatürk’ün Florya’dan geçerken alana dair bir inceleme yapması ve imarı için karar süreçlerini başlatması olmuştu. Bunun sonucu olarak Florya’da Cumhurbaşkanlığı köşkü yapılmış; bunu hizmet birimlerinin inşası takip etmişti. Yine bu sürecin bir parçası olarak Florya Korusu’nun tesisi için ilk adım da 1936’da Prost’un kent ve ağaçlandırma planıyla atılmıştı. Bölgenin şiddetli rüzgârdan korunması ve eğlenme-dinlenme ihtiyacına uygun hale getirilmesi amacıyla Bakanlar Kurulu tarafından 17 Ekim 1937 tarihinde bir özel kararname ile Florya korusu oluşturulmuştu.

İşte bu korunun içinde kalan ve bugün Küçükçekmece yönünde giderken Marmaray hattının sağ tarafında kalan köşk ve diğer yapılar uzun yıllar boyunca İstanbul Belediye Başkanlarının konutu olarak kullanılmıştı. Görünüşe bakılırsa başkanlar bu nezih mekânda ikamet etmekten pek memnunlardı. Fakat bu gelenek İmamoğlu ile kırıldı. Yaklaşık 100 bin metrekarelik alan ve villalar 2019’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda, onun kararıyla İstanbul Planlama Ajansı (İPA) ofislerine dönüştürüldü. Depo, havuz ve hobi odası kamusal etkinlikler için yeniden işlevlendirildi. Kampüs yayalaştırılarak içindeki ulaşım bisiklet ve elektrikli araçlarla sağlanmaya başlandı. Bu dönüşümle 4 bin metrekare yeni yeşil alan kazandırıldı. Koru içindeki tüm yapılar, araştırmacılar ve öğrencilerin İstanbul’a dair çalışmalarına imkân sağlamak üzere yeniden düzenlendi. İPA Ders, İPA Dijital, İPA Film, İPA Atölye, İPA Sergi gibi programlarla İstanbul’un geleceğini yeni bakış açılarıyla tasarlamak isteyenlerin rahatça çalışabileceği bir araştırma merkezine dönüştürüldü. İPA bu arada bir de bir İstanbul Kitaplığı oluşturdu ve daha çok kent araştırmaları, mimarlık, şehir planlama gibi uzmanlık alanlarında 20 binden fazla basılı kitap bu mekânda toplandı. 

∗∗∗

Özetle uzun yıllardır İBB Başkanları için steril bir alan haline getirilen Florya, bugün büyük bir bilimsel araştırma-çalışma merkezi olarak işlev görüyor. Bu radikal ve büyük dönüşüm kentin çoğu bölgesinde kaderine terk edilmiş veya bir tür işgal edilmiş onlarca başka mekân ve alanının yeniden kente kazandırılmasının bir parçası olarak gerçekleşti. Şehirde kamusal yararı gözeten bu karar ve uygulamalar hiç kuşkusuz oldukça anlamlı ve değerlidir. 

Benim de İstanbul’un mekânsal-toplumsal tarihine dair çeşitli akademik etkinlikler nedeniyle zaman zaman ziyaret ettiğim İPA Kampüs mekânını her gördüğümde, Sayın İmamoğlu’nun bu kararının, bu ülkenin ve şehrin geleceği için tüm kamu yöneticilerine örnek olması gerektiğini düşünürüm ve umut ederim. Kamusallığın rant amaçlı proje ve politik kararlarla adeta kemirildiği bir zamanda, yeniden kamusallığa dönüş anlamına gelen kararlara o kadar çok ihtiyaç var ki. Toplumsal adalet talebinin bir parçası olarak.

                                                              /././

Dolandırıcılar cumhuriyeti (Timur Soykan)

Türkiye’de bir dolandırıcılık holdingi kurulmuş. Farklı dolandırıcılık yöntemlerini aynı çatı altında birleştiren çete, İstanbul’da 4 çağrı merkezi kurarak onlarca dolandırıcıyı çalıştırmış. Çetenin elinde 80 milyonun kimlik bilgileri ve internet alışveriş verileri var. Kargoyu teslim almayan ve iade eden binlerce kişiyi dolandırmışlar. Jigolo tuzağına onlarca kişiyi düşürmüşler. Cinsel ilaç vurgunu ile insanları zehirlemişler.
Dolandırıcılar cumhuriyeti
Fotoğraf: Unsplash

Türkiye’de bir dolandırıcılık fırtınası yaşanıyor. Devlet, kişisel verileri koruyamadı ve on milyonlarca insanın kimlik, adres bilgileri ortalığa saçıldı, dolandırıcıların eline geçti. Memleket insanı sahipsiz ve yolunacak kaza dönüştürüldü. Adliyeler dolandırılan kişilerin suç duyurularıyla dolu ve savcılıklar şikayetlere yetişemiyor. Davaların açılması yıllar sürüyor.

İstanbul 21. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılaması başlayan çok çarpıcı bir örneğe mercek tutalım. İddianameden anlatıyorum:

Abdullah Coşkun Çelebioğlu. 45 yaşında. Bir dolandırıcılık holdingi kurdu. Farklı yöntemleri aynı çatı altında birleştirdi. O kadar rahattı ki; İstanbul’da Güngören, Esenyurt, Bahçelievler ve Bakırköy’de 4 ayrı çağrı merkezi açtı. Burada hafta içi her gün saat 09.00 ile 18.00 arasında, cumartesi günleri ise 09.00 ile 14.00 arasında mesai yapan dolandırıcılar, dolandırdıkları kişi başına prim alıyordu. Sadece Güngören’deki 1 numaralı çağrı merkezinde 30 dolandırıcı çalışıyordu.

Yöntemler çok basitti.

Abdullah Coşkun Çelebioğlu (Fotoğraf: BirGün)

BİRİNCİ YÖNTEM: KARGO İADE VURGUNU

Daha önce kargo şirketlerinde çalışan çete üyesi Oktay Mert, Türkiye’nin büyük iki kargo şirketinin yakın dönemli kargo bilgilerine sızıyordu. İnternetten verdiği siparişi almayan ya da iade eden kişileri çete lideri Abdullah Coşkun Çelebioğlu’na iletiyordu. Böylece; siparişi almayan kişilerin kimlik, telefon, adres ve daha önceki alışveriş bilgileri çetenin eline geçiyordu.

Birinci aşama: Abdullah Coşkun Çelebioğlu’nun bilgisayarında devasa bir veri havuzu oluşmuştu. Her gün veri havuzundan dolandırılmaya aday bin kişiyi seçip bir excel listesi hazırlıyordu. Bu listedeki isimleri 4 çağrı merkezinin yöneticilerine paylaştırıyordu. 

Her sabah çayını, kahvesini alarak çağrı merkezindeki bilgisayarını açan dolandırıcılar ekranda dolandırılacak kişilerin listesini görüyordu. İsimleri, adresleri, sipariş edip almadıkları ya da iade ettikleri ürün, alışveriş yapılan site veya işletme, teslim ve iade tarihi yazıyordu.

İkinci aşama: Çağrı merkezindeki ‘SMS’ci’ denilen dolandırıcılar, patates hat olarak adlandırılan Türkiye’deki yabancı uyruklular üzerine alınmış telefon numaralarından listedeki isimlere şu mesajı atıyordu:

“Tüketici Kanunu’na aykırı olarak teslim alınamayan kargonuz sebebiyle firmamızın oluşan zararından dolayı hakkınızda icra takibi başlatılacaktır. En kısa sürede iletişime geçiniz.” Mesajın sonuna ‘Avukat D. C.M.’ gibi isimleri yazıyorlardı.

Üçüncü aşama: Eğer mesajı alan kişi, bu numarayı ararsa ‘Uzlaştırmacı’ denilen ve avukat rolü konusunda uzmanlaşmış dolandırıcı telefonu açıyordu. Hukuki terimleri kullanan bu kişiler, “Kargoyu teslim almadığınız için şirket zarara uğradı ve size dava açacak. Eğer kargo bedelini öderseniz ürün size gönderilecek ve dava açılmayacak” diyordu. Bu kişileri ödeme yapmazsa icra yoluyla çok daha büyük zarara uğrayacaklarına ikna ediyorlardı. Mesela; “Bu 950 TL’yi ödemezseniz, mahkeme masraflarıyla birlikte 10 bin TL tahsil edilecek” diyerek insanları korkutuyorlardı.

PRİM KODLARI BİLE VAR

Dördüncü aşama: Korkan kişi, ödemeyi kabul ederse IBAN’cı devreye giriyordu. Patates hatlardan IBAN bilgilerinin olduğu SMS’i dolandırılan kişiye gönderiyordu. Açılabilecek davalara mani olabilmek için banka işleminin açıklama kısmına ‘Ürün bedeli’ ve ‘CH’ ile başlayan kodlar yazmalarını istiyorlardı. ‘CH’ ile başlayan ve ‘CH01’, ‘CH02’, ‘CH03’… ‘CH25’, ‘FC01’ diye devam eden bu kodlar, dolandırıcının kim olduğunu belli ediyordu. Dolandırıcı banka işlem açıklamasına eklenmiş kod sayesinde çeteden prim alıyordu.

Çete lideri Abdullah Coşkun Çelebioğlu, dinlemeye takılan bir konuşmasında işlerinin çok iyi olduğunu ve çalıştırdığı dolandırıcılara verdiği prim ile övüyordu:

“Ya Okan, 40-50 bin arası haftalık dağıtıyorum şu anda…  Ekstra dün prim dağıttım 20 bin lira filan. Bugün prim dağıttım 30 bin lira. Günü geçmeden haftalıkları alıyorlar. Yüksek oranda primlerini alıyorlar. Ibancı dediklerimiz var. Haftada haftada 3 milyar prim alıyor. Parayı oluk oluk bunlara saçıyorum. Akıllarını oynattılar, deli gibi saldırıyorlar işe. Daha önceki yerde hiç paralarını alamamışlar. Maaşları, primleri kalmış.”

Her gün onlarca kişinin para yatırdığı çetenin banka hesapları ise farklı kişilerden kiralanmıştı. Hesaplarda gezdirilen bu para sonunda ATM’lerden çekilerek ya da e-hesaplara aktarılarak çete liderine ulaşıyordu.

Sadece tek ödeme yaparak kurtulan mağdurlar şanslıydı. Çoğu zaman parayı yatırdıktan sonra ‘muhasebeciler’ telefonla arıyor ve “İşlem açıklamasını yanlış yazmışsınız’ diyerek ilk ödemenin iki katı kadar para talep ediyordu. Bu parayı 24 saat sonra iade edeceklerini söyleyen dolandırıcılar zincirleme şeklinde vurgunu sürdürüyordu.

37 TL İLE BAŞLADI, 151 BİN TL KAPTIRDI

Bu konudaki çok çarpıcı bir örnek iddianamede ‘46. Eylem’ başlığında anlatılıyor:

30 Nisan 2021’de Ahmet Ö.’nün telefonuna ‘Tandoğan Ecza Deposu’ndan sipariş edip almadığınız ürünlerin kargo bedeli tarafımızca ödenmiştir. 170… no’lu hesaba 37 TL yatırmadığınız takdirde ev adresine şirket avukatlarınca icra takibi başlatılacaktır’ diye mesaj atıldı. Ahmet Ö. böyle bir sipariş vermediği için mesajı dikkate almadı. Ancak 5 gün sonra telefonunu avukat olduğunu söyleyen bir kişi aradı. Hakkında icra takibi başlatıldığını söyledi. Hukuki terimlerle çok inandırıcı konuşan bu kişi “İcra takibinin kaldırılması için 9 bin 700 TL yatırmalısınız. 200 TL’yi masraf olarak alacağız ve 24 saat içinde 9 bin 500 TL’yi hesabınıza iade edilecek” dedi. Ahmet Ö. bu kişinin avukat olduğuna inanarak 4 Mayıs 2021 günü 9 bin 700 TL’yi kendisine verilen hesaba gönderdi. Ama 9 bin 500 TL iade olmadı. Telefon numarasını tekrar aradığında avukat rolünü oynayan dolandırıcı “İşlem açıklamasını yanlış yazmışsın. Haciz başlayacak. Süre geçti. 14 bin 500 TL daha göndermen gerekiyor” dedi. Ahmet Ö. 14 bin 500 TL daha gönderdi. Ertesi gün ise dolandırıcı telefonda “22 bin 400 TL daha yatırmazsan gönderdiğin bütün para yanacak. Bu parayı da gönderirsen hepsini şirket iade edecek” diye konuştu. Ahmet Ö. bu parayı da gönderdi.

Maalesef bitmedi.

Aynı gün kadın dolandırıcı tekrar aradı ve “Hacizlik olmuşsunuz. İade işlemini yapamıyoruz. 54 bin TL daha hesaba göndermeniz gerekiyor. Bu para yatınca hepsini iade edeceğiz” dedi. Sadece 24 saate sığmasına şaşılacak dolandırıcılık devam etti. Aynı kadın Ahmet Ö.’yü aradı. Bu kez “İşleminizi çözmeye çalışıyorum. 45 bin 300 TL daha yatırırsanız tüm paranızı iade ediyoruz” dedi. 37 TL’lik olta ile başlayan tuzakta boğulan Ahmet Ö. 45 bin 300 TL’yi de verilen hesaba havale etti. Ama parası iade edilmedi. Ertesi gün yine bir kadın “Gönderdiğiniz 20 bin TL askıda kaldı. Onu da gönderirseniz tüm paranız iade olacak” dedi. Ahmet Ö. nihayet dolandırıldığını anladı. 37 TL isteyen mesajla başlayan dolandırıcılıkta 151 bin 400 TL dolandırılmıştı.

PARANIN YOLCULUĞU

Ahmet Ö.’nün gönderdiği paraların bir kısmı kripto paraya dönüştürüldü. 990 TL’si Konya Otogarı’ndaki bir ATM’den çekildi. 1.980 TL’si Van Edremit’teki bir ATM’den alındı. Dolandırıcılıkta kullanılan telefon ise Trabzon Akçaabat’tan baz sinyali veriyordu.

Ahmet Ö.’nün arandığı cep telefonu numaraları yabancı uyruklu ve Türkiye’de nerede olduğu bilinmeyen yabancı uyruklu şahıslara aitti. Sahipsizler memleketini, kontrolsüz göç dolandırıcılar için bir cennete dönüştürmüştü. Bu soruşturmayı yürüten savcı, çaresizce göç il idare merkezlerine yazı yazıp patates hatların sahiplerini bulmaya çalışıyordu. Gelen yanıtlarda telefon hatlarının sahibi yabancı uyrukluların bulunamadığı bildiriliyordu. 

İddianamede patates hattın sahibi olarak Suriyeli isimler yer alıyor.

Bu karmaşık organizasyonda paranın gittiği kişi belliydi: Abdullah Coşkun Çelebioğlu. Banka işlemlerinin açıklamasında ‘CH’ ile kodu başlayan dolandırıcı da iyi bir prim almıştı.

Para trafiği diğer örneklerde de dikkat çekiciydi. Engelli, akıl hastanesinde tedavi gören ya da hiçbir geliri olmayan kişilerin hesapları kullanılmıştı. İfadelerinde açtıkları hesapları kiralamaları karşılığında 1000 TL ile 3 bin TL arasında değişen paralar aldıklarını ifade ederken büyük dolandırıcılık çarkının farkında değildiler.

İKİ YIL BOYUNCA DOKUNULMADI

2020 yılında başlayan dolandırıcılık faaliyeti, iki yıl sonra 2022’de polis tarafından takibe alındı. Polisin tespitlerine göre; çete sadece bir günde çağrı merkezlerinden 1000 kişiyi arıyor, yine tek günde ortalama 200 bin TL kazanıyorlardı. Savcılık 9 bin kişinin dolandırıldığını tespit edebildi.

İddianamede onlarca mağdur sıralandı. Kimi elbise kimi mutfak robotu kimi krem kimi bahçe malzemesi alıp iade etmişti ve hepsi zincirleme şekilde dolandırılmıştı. Dolandırılan miktarlar 150 TL ile 200 bin TL arasında değişiyordu.   

Çete lideri Abdullah Coşkun Çelebioğlu’nun konuşmaları kaydediliyordu. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kişisel verilerinin dolandırıcılıktaki değeri bu konuşmalardan anlaşılıyordu. Abdullah Coşkun Çelebioğlu, elinde 80 milyon insanın kimlik, adres, telefon bilgilerinin olduğunu ve bunları tanesi 1 TL’den diğer dolandırıcılara sattığını anlatıyordu.

‘DİNİ ÜRÜN VE CİNSEL İLAÇ ALANLAR AYNI’

Dinlemeye takılan bir konuşması şöyleydi:

“Abdullah Coşkun Çelebioğlu: Yüz milyon data var. Hesabını yaptığın zaman yüz milyon lira para yapar.

Okan Y: Nüfus 80 milyon. Nasıl yani?

Abdullah Coşkun Çelebioğlu: Sadece şey yapmıyor ki adam. Cinsel de alıyor, Kuran-ı Kerim de alıyor, zayıflama ilacı da alıyor mesela. Anladın mı?

Okan Y: Ha ha hah…

Abdullah Coşkun Çelebioğlu: Yani Türkiye’nin nüfusu 80 milyon ben de 100 milyon data var. Hesabını yap işte.

Okan Y: Ahaha…

Abdullah Coşkun Çelebioğlu: Almanya’dan bile sipariş ediyor adam.”

Polisin dinlemelerinde dolandırıcıların, tuzağa düşüremedikleri kişilere küfür ve hakaretleri de kayıt altına alındı. Çete üyeleri, dolandıramadıkları kişilere sadece küfür etmiyor, ayrıca eşek anırma sesi de dinletiyordu.

İKİNCİ YÖNTEM: CİNSEL TAKTİKLER

Abdullah Coşkun Çelebioğlu’nun diğer faaliyeti cinsel güç arttırıcı ilaç satışı ile dolandırıcılıktı. Çete İstanbul Şişli’deki bir eczanenin adını kullanarak internet sitesi açmıştı. Sosyal medyada düşük fiyattan cinsel güç arttırıcı ilaç sattıklarına dair ilanlar vererek olta atıyorlardı.

Ayrıca çete, daha önce internetten cinsel güç artırıcı ilaç alan kişilerin bilgilerine sahipti. ‘Çağrıcı’ denilen kişiler, kendilerine telefon numaraları verilen bu kişileri arıyor ve cinsel güç arttırıcı ilaç siparişi alıyorlardı.

‘Paketçi’ adı verilen çete üyeleri, sipariş veren kişilere, merdiven altı atölyelerde sahte olarak ürettikleri ve paketledikleri sahte ilaçları gönderiyordu. Savcılık incelemesinde bu sahte ilaçların insan sağlığını tehdit eden maddeler içerdiği belirlendi.

Çete sahte ilaç göndermekle de yetinmemişti. Çoğu zaman siparişi gönderdikleri yalanını söyleyerek “İlacı teslim almadınız. Kargo masrafı nedeniyle şirketimiz maddi zarar gördü. İcra başlatılacak” diyerek korkutuyorlar ve para talep ediyorlardı.

Mesela; cinsel güç arttırıcı ilaç sipariş eden bir kişiyi icraya vermek tehdidiyle önce 15 bin TL, daha sonra “Tüm parayı iade edeceğiz” diyerek 25 bin TL daha dolandırmışlardı.

Diğer örnekte ise Rize’de yaşayan T. A.’ya ‘Dr. Nilgün K. Hocadan sertleşme, erken boşalma, penis boyu sorunlarınıza ücretsiz çözüm” yazılı bir mesaj geldi. Bu mesajın içinde ‘testini.yap.com’ linki vardı. Bu linki tıklayan T.A.’yı kendisini Dr. Nilgün K. olarak tanıtan bir kadın aradı. Cinsellik sorunlarıyla ilgili konuştuktan sonra 100 TL karşılığında iki ilaç siparişi aldı. Ancak kargo şirketinden bu paketi alan T.A. içinde bal ve baharat rengi olan bir ürün gördü. Dolandırıldığını anlayarak CİMER’e başvurdu. Bu şikayeti inceleyen polis de Abdullah Coşkun Çelebioğlu’nun çetesine ulaştı.

Çete aynı yöntemi Kuran-ı Kerim siparişleri alarak da uygulamıştı. Kuran-ı Kerim, siparişlerini göndermiyorlar, daha sonra kargonun teslim alınmadığını söyleyerek icraya vermekle korkutup dolandırıyorlardı.

ÜÇÜNCÜ YÖNTEM: JİGOLO TUZAĞI

544 sayfalık iddianamede dolandırıcılık çetesinin çağrı merkezlerinden çok farklı yöntemlerin uygulandığını görüyoruz. Mesela hastaneye yatan bir kişinin bilgilerini alarak tedavi masrafı olarak on binlerce lira alıyorlar. Tezgahlardan biri ise jigolo tuzağı. 

Bir örnekle anlatalım:

T.Ş.’nin instagram hesabına 14 Aralık 2020 günü ‘Jigololuk yaparak para kazanabilirsin’ diye mesaj geldi ve bazı kişisel bilgilerin yanı sıra telefon numarası istendi. T.Ş. istenilen bilgileri verdi ve ertesi gün cep telefonundan arandı. Öncelikle sitelerine üyelik adı altında 400 TL yatırması istendi. Parayı yatırdıktan sonra aynı gün telefonu yeniden çaldı. Dolandırıcı, ‘Esra isimli bir kadın seninle buluşmak istiyor. 4 bin TL ödedi. Bu parayı alabilmen için 800 TL komisyonunu yatırman gerekiyor” dedi. T.Ş. 800 TL’yi de kendisine verilen hesaba yatırdı. Bir saat sonra kendisini ‘Esra’ olarak tanıtan bir kadın telefonla aradı ve “Parayı yatırdım, Yalova’dayım, hemen gelebilir misin” dedi. T.Ş, çalıştığını ancak akşam gelebileceğini söyledi. Ama kadın bunu kabul etmedi. Ertesi gün dolandırıcılar yeniden T.Ş.’yi aradı ve “Esra ikinci bir görüşme için 4 bin TL daha yatırdı. Ancak bu parayı alabilmen için 1.600 TL daha yatırman gerekiyor” dedi. T.Ş. itiraz etse de daha önce yatırdığı parayı da alabilmesi için 1.600 TL’yi yatırması gerektiği söylendi. Bu parayı da hesaba gönderdi. Ama bir saat sonra arayan dolandırıcı üyeliğinin devam etmesi için 2 bin TL daha göndermesini istedi. Toplamda 6 bin 800 TL dolandırılan T.Ş. internette jigolo tuzağı hakkında araştırma yapınca dolandırıldığını anladı ve şikayetçi oldu. Soruşturmada çete tarafından T.Ş. gibi çok sayıda kişinin tuzağa düşürüldüğü tespit edildi.

DOLANDIRICININ ÇİFTLİĞİ

Abdullah Coşkun Çelebioğlu’nun dolandırıcılık vurgunun küçük bir kısmı tespit edilebildi. Silivri’de büyük bir çiftlik almıştı. Buraya kızılgeyik, alageyik, tavus kuşu, devekuşu, yarış atları koymuştu. Eylül 2022’de yapılan operasyonda Abdullah Coşkun Çelebi’nin eşi, kardeşinin de arasında olduğu 31 kişi tutuklandı. Önceki gün başlayan davada kargo şirketleri, giyim mağazalarının da arasında olduğu Türkiye’nin dört bir yanından 331 müşteki yer aldı. Ancak şikayetçi olmayan mağdur sayısının çok daha fazla olduğu biliniyor. İddianamedeki şüpheli sayısı ise 82.  Çete lideri ve yöneticileri tutuklu.

Bu dava Türkiye’de yurttaşların sahipsizliğini, kişisel verilerin dolandırıcıların elinde satılık olduğunu ve dolandırıcılık fırtınasını gözler önüne seriyor.

                                                   /././

SOL Parti eyleminde İranlı kadının gözyaşı (Yaşar Aydın)

SOL Parti’nin İstanbul yürüyüşünde karşılaşılan İranlı kadınlar uyardı: ‘‘Sakın teslim olmayın.’’ Rejimin önündeki en büyük engel de tam olarak bu, halkın emperyalizm eliyle beslenen gericilikle mücadelesi.

Hafta sonu SOL Parti ülkenin birçok şehrinde “Her türlü gericiliğe ve şeriata karşı Devrimci Demokratik Cumhuriyet” yürüyüşleri düzenledi. Genci yaşlısı yüzlerce insan kent sokaklarında karanlığa karşı mücadele ve birlik çağrısı yaptı.

Bu adreslerden biri de İstanbul’du. Mehmet Ayvalıtaş Parkı’ndan iskele meydanına kadar süren yürüyüşe hafta sonunu Kadıköy’de geçirmeyi tercih eden binlerce insanın alkışları eşlik etti.

SOL Parti’nin sandık ve aday karmaşası dışında memleketin gerçek sorunları ve halkın talepleri etrafında başlattığı eylemlilik hiç kuşku yok ki çok anlamlı. Ama bu yazının konusu bu değil. En azından direkt olarak o değil. Yazı konusu İstanbul’da yapılan yürüyüş sırasında yaşanan bir olay.

Kortej halinde yürüyüş devam ederken yanda devam eden hararetli sohbet herkesin ilgisini çekti. Sohbetin bir tarafı SOL Partili kadınlardı ama diğerlerini tanıyan yoktu. Kısa süre sonra durum anlaşıldı. İranlı iki kadın birkaç kelime bildikleri Türkçe ile yürüyüşün nedenini sormuşlar. SOL Partililer zor da olsa ülkede gerici uygulamalara karşı mücadele çağrısı olduğunu anlatmaya çalışmışlar. Sonra kortejde ülkesi İran’dan ayrılmak zorunla olan SOL Parti üyesi bir arkadaşın oluğunu fark edip onu da sohbete dâhil ettiler.

Ne olduysa bundan sonra oldu. Türkiye’de verilen mücadele anlatıldıkça İranlı kadınların gözleri yaşla doldu. Sonra onlar İran’ı ve yaşadıklarını anlatmaya başlayınca anlatan da dinleyen de gözyaşlarına boğuldu.

Bir yandan yürüyüp, diğer yandan ağlayıp yanındaki Türkiyeli kadınlara sarılan İranlı kadınların çağrısı en az gerçekleşen eylem kadar anlamlıydı.

Bize yapılan çeviriden mealen İranlı kadınlar şunları söyledi: “İslamcı faşist bir rejimin ne demek olduğunu en iyi biz biliyoruz. En küçük hak için bile büyük bedeller ödüyoruz. Sakın vazgeçmeyin, sakın teslim olmayın. Bir kez bile her şeyi ele geçirdiklerinde hayatınızı elinizden alıyorlar. Özellikle de kadınların. Yüreğimiz sizinle.”

KARANLIK MUTLAKA YENİLMELİ

Kucaklaşma, akan gözyaşları, uzun iç çekmeler kuşkusuz yukarıda anlatılandan çok daha fazla, çok daha ileri. Türkiye ile neredeyse aynı tarihlerde aydınlanma mücadelesine giren ama sonra adım adım gerici bir iktidara dönüşen İran, hem orada yaşayanlara hem de Türkiyelilere sanılandan çok daha fazla şey anlatıyor, anlatmalı.

Emperyalist güçlerin ülkelere adeta el koyarak yaptıkları müdahalenin “Afganistan, İran, Türkiye ya da başka bir ülke hiç fark etmez- ortak özelliği ilerici birikimler budanırken gericiliğin desteklenmesi olarak özetlenebilir. Türkiye neredeyse 70 yıldır benzer bir sürecin içinde. Eğer Türkiye’de İran ya da Afganistan’a dönüşmemişse bunu her türlü bedeli ödeyerek yurtlarını savunan devrimcilere, ilericilere borçludur. Onların verdiği, vermeye devam ettiği mücadelenin halkın içinde yarattığı birikim ve direnme cesareti bugün bile iktidarın önündeki en büyük engel olarak duruyor.

Siyasal İslam her dönem emperyalistlerin ve onların Türkiye’deki işbirlikçileri için ülkeyi yönetmeyi kolaylaştıracak bir aparat oldu. Bugün de durum farklı değil. Hatta en iyi örneği sayılabilir.

Siyasal İslam üzerinde pekiştirilen toplumun, iktidara her türlü manevra olanağı verdiği gibi gerçek sorunlar etrafında saflaşmaları da zorlaşıyor.

Erdoğan, AKP ve Cumhur İttifakı bu elverişli alanı asla terk etmez. O zaman yapılacak bir tek şey var. Büyük ve örgütlü bir meydan okuma. Anadolu’nun birikimi buna yeter de artar bile.

∗∗∗

DİPNOT

Murat Kurum gölgeden çıkamaz

Bazı insanlar vardır ki hayatları güneşte gölge, yağmurda saçak altı aramakla geçmiştir. Sığınacak bir yerleri yoksa konuşamazlar bile. Gölge altından seslenirler. AKP’nin İBB adayı Murat Kurum da tam böyle biri. Tüm çabasına rağmen Erdoğan olmadan sesi bile duyulamayacak bir isim. Bürokratlığı da bakanlığı da böyleydi.

Bu durum şimdi bir açmaz yarattı. Seçimi kazanması için gölgeden çıkması gerekiyor. Denettiler ama gördüler ki güneş altında hiç çalışmayan bedeni bu durumu kaldıramıyor. O zaman tekrar gölgeye çektiler. Tek adamların gölgesi o kadar güçlü olur ki altında ot bile bitmez. Cumhur İttifakı tam da bunu yaşıyor. İsmi var kendileri yok adaylarla yapılan seçim çalışması buraya kadar.

                                                        /././

Erdoğan’ı bozan Bermuda üçgeni (Yaşar Aydın)

AKP ve Erdoğan 2017 referandumundan bu yana büyük kentlerin önemli bölümünü kaybediyor. Sadece referandum değil. Genel seçim, cumhurbaşkanlığı ve yerel seçimlerde de durum çok farklı değildi. Özellikle 30 Mart 2019 seçimleri bu durumun en somut örneği oldu. 

Kuşkusuz büyük kentlerde AKP’nin oyunun düşmesi tesadüf değil. Özellikle kentlerde yaşayan iki toplumsal kesim kadınlar ve gençlerin AKP’ye desteği sürekli aşağıya doğru iniyor. 

Bu durumun en önemli nedeni; AKP politikaları ilk elden gençleri ve kadınları hedef aldı, gündelik hayatlarını olumsuz etkiledi. 

KENTLERDEKİ YIKINTI 

Türkiye’de 18 ile 24 yaş arasında yaklaşık 8 milyon 500 bin civarında seçmen var. Gelecek kaygısı, eğitimde yaşanan sorunlar ve işsizlik gençlerin kâbusu olmuş durumda. TÜİK verilerine göre gençler arasında geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 32,3 civarında. Yani genç seçmenin en az 3 milyona yakını işsizlikle boğuşuyor. Bir başka veri var ki o daha da vahim. Ne eğitimde ne istihdamda yer bulamayan gençlerin sayısı en az 2 milyon. 

Kadınlar, özelikle de genç kadınlar iki kat daha fazla eziliyor. Yine TÜİK verilerine göre geniş tanımlı genç işsizlik oranı kadınlarda yüzde 40’ın üzerinde gerçekleşti. Her 5 kadından sadece 1’i kayıtlı ve tam zamanlı istihdam ediliyor. İstihdamda yer alması gereken her 3 kadından birinin de işsiz olduğunu belirtmekte fayda var. 

DENGE AYAĞI KIRILDI 

Büyük kentlerde AKP’ye hayır diyen milyonlarca genç kadının politik ağırlığını destekleyen iki kesim vardı. Biri AKP’nin kuruluşundan bu yana desteği esirgemeyen Anadolu şehirleri ve köyleri. Diğeri ise milyonlarca emekli. 

Yaş dilimi olarak AKP’ye en yüksek desteğin 60 yaş ve üzeri olduğu biliniyor. Yaşlılık parası dâhil uygulanan sosyal yardımlar iktidarla emekliler arasında hak edilmemiş bir köprü kurulmasını sağladı. Muhafazakârlıkla birleşen sosyal yardımlarla birlikte emekli ve yaşlıların, yüzde 60’ların üzerine çıkan desteği AKP’nin yıkılmaz bir kale haline gelmesinin en önemli dayanağı oldu. 

Erdoğan’ın kişisel oyu ile birlikte Anadolu’nun birçok kentinde Cumhur İttifakı ipi göğüsleyecek gücünü koruyor. Ekonomik kriz karşısında koruma kalkanlarını tamamen kaybetmeyen bu kesim hala AKP ve Erdoğan’ın arkasında durmaya devam ediyor. İşte tam bu noktada Erdoğan’ın belli oranda beklediği ama bu ölçüde tahribat yaratacağını düşünmediği bir kesimden emeklilerde büyük bir çözülme yaşadı. Büyük kentlerde zor şartlarda hayat kavgası veren yaklaşık 10 milyon emekli isyan bayrağını çekti. 

EMEKLİ NE YAPACAK? 

EYT’lilerle birlikte Türkiye’de emekli sayısı 16 milyonu buldu. Toplam nüfus içinde yüzde 20’lere yaklaşan emekli sayısı seçmenlerin yüzde 25’inden fazlasını oluşturuyor. Ne olduysa ne yaşandıysa burada yaşanmaya başlandı. Kriz derinleştikçe, hayat pahalılığı artıkça bu seçmen kitlesinde öfke büyüdü. 

2023 yılında açıklanan resmi enflasyon yüzde 53,4 oldu. Bir de hissedilen enflasyon var. DİSK-AR tarafından yapılan araştırmaya göre hissedilen enflasyon yüzde 106,9 oldu. Yani işçi ve memur emeklisinin aldığı zammın iki katından büyük bir orandan bahsediyoruz. Emeklileri enflasyon karşısında korumak şöyle dursun tam anlamıyla paspas olmaları sağlandı. 

Bir de buna düşük bayram ikramiyeleri ve zam vermemenin komik gerekçeleri eklenince, emekli ve Erdoğan arasında “gönül köprülerinin” yıkılması anlamına geldi. Son günlerde tüm televizyon kanallarında emekli gündemli açıklamaların olmasının nedeni de bundan başkası değil. 

İKTİDAR KAZANIR MI? 

Önce gençler durumu kavradı. Ardından çalışan kadınlar hızla Erdoğan’ın yanından uzaklaştı. Eğitimli, çalışan, genç ve kadınların aldığı siyasal tavırla birlikte değişim talebinin arkasında durmaları yüzde 50’lik bir kuvvet yarattı. Ama iktidarı yenmeyi sağlayamadı. 

Şimdi bu kesime bir de emekliler eklendi. Böylece rejimi derin sulara gömecek üçgen tamamlanmış oldu. 

Peki, Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nı yenmek için bu yeterli mi? Bu soruya büyük bir rahatlıkla ve net bir şekilde “evet” demek mümkün değil. Muhalefet partileri birçok kez yaptığı gibi kendi derdine düşüp halka sırtını dönerse Erdoğan tekrar sandıktan çıkabilir. 

Yerel seçime bir ay kala muhalefetin şansı hala var. İttifak ve aday tartışmalarını bir kenara bırakıp gençlerin ve kadınların eşitlik, özgürlük ve laiklik mücadelesinin parçası olan, emekçinin, emeklinin hak kavgasında yerini belli eden bir muhalefet sadece sandık anını değil sandık sonrasını da iktidar cenahı için cehenneme çevirebilir. Tablo ortada. 

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 6 MART 2024 -

 

Laiklik nedir? (Ali Sirmen)

Mümtaz Soysal o enfes yazılarından birini şöyle bitiriyordu yıllar önce: 

“Türkiye daha bu konuyu uzun süre hararetle tartışacaktır. Laiklik Türk demokrasisinin en kritik sorunudur.”

Haklıydı. Hele siyasal İslamın boy gösterdiği ülkelerde laiklik karşıtları alanı kolayca terk edecek görünmüyordu. Aslında tartışma yalnızca İslam toplumlarına ait değil. Demokrasi söz konusu olduğu zaman toplumun ortak yaşamından elini çekmesi gereken din buna bir türlü gönül rahatlığıyla yanaşmıyordu. Oysa demokrasi büyük ölçüde din ve vicdan özgürlüğü olan laiklik olmadan olamazdı. Laiklik demokrasinin olmazsa olmazıydı. Türkiye laiklik ilkesinin anayasasına kayıtlı olduğu üç ülkeden biridir. Mümtaz Soysal’ın da öngördüğü gibi uzun yıllarda tartışmanın odağı oldu. Ve olmayı da sürdürecek, şu anda da her şeyle tartışma konusu olan Cumhuriyetin en sıcak çatışma alanı. 

***

Sanayi Devrimi’ni yakalayamamış olan Türkiye’nin ıskaladığı Rönesans, Reform ve Aydınlanmanın yaşanmadan gündeme girmiş olması egemen din faktörünün Cumhuriyete toplumsal yaşamın tümünü kontrol etmek itirazıyla karşı çıkması kaçınılmazdı. Bu durum hayatın tümünü denetlemek savında olan siyasal İslama özgü değildir ve hiçbir yerde din sivil hayat üzerindeki egemenliğinden vazgeçmeyi itiraz etmeden kabullenmemiştir. Kilise ile sivil toplumun yüzyıllar süren mücadelesinde kimi toplumlarda kilise dirençli çıkmış ve sivil otorite üzerindeki kontrolünden kolayca vazgeçmemiştir.

Burada yeri gelmişken bir aldatmacaya değinmek gerekir. Aralarında çok katı bir ast-üst ilişkisi olan dinsel kuruluşlar sivil toplum değillerdir. Nitekim Fransa’da sivil okuldan bahsederken laik okullar kastedilmektedir. O bakımdan laik olmayan eğitimden söz ederken tarikat ve cemaatleri “sivil olarak” nitelemek mümkün değildir. 

Laiklik mevcut değilse bir yerde demokrasi de yok demektir. Demokrasinin özü, düşünce ve inanç özgürlüğü olduğuna göre laik düzen dinin temellerini ne yadsır ne de doğrulamaya çalışır. Dolayısıyla ladini (din karşıtı değil din dışı, dinle ilgilenmeyen, dinle her ikisinin de kendilerine ait sorumluluk alanlarıyla uğraşmak güdümünde olan) de değildir. O dinin varlığıyla ilgilenmez. Yalnızca kendi yetki alanına giren sivil yaşamın müdahalesine karşıdır. Yani laik düzen din ve vicdan özgürlüğünün savunuculuğunu herkes adına üstlenir. Eğer ibadet özgürlüğü sınırlanıyorsa orada laiklerin ciddi itirazlarıyla karşılaşması lazımdır. Yani “bir zamanların seçme saçma sorularından biri olan önce laiklik mi yoksa demokrasi mi” sorusunun bir anlamı yoktur. Eğer laiklik yoksa ve herhangi birisi tarafından yok ediliyorsa devletin derhal duruma el koyarak müdahalenin menedilmesini sağlamak görevidir laik düzenlerde. O açıdan bir zamanlar kimi sosyal demokratların, daha doğrusu demokratik sosyalistlerin şu ifadeleri akla geliyor: “Biz de laiklikten yanayız ama din ve vicdan özgürlüğüne saygılı laiklikten!” Sanki din ve vicdan özgürlüğüne saygısız bir laiklik olabilirmiş gibi... Din ve vicdan özgürlüğüne saygılı olmayan uygulamalar zaten laiklik değildir.

***

Laik düzende devletin dini inançların her birine eşit mesafede bulunması ve bunlar arasında birinin veya birilerinin diğerlerinin özgürlüğüne karışmasına izin vermemesi, yansızlık (nötarite) yalnızca buna saygı göstermek, inançların tehdit altında olması karşısında hareketsiz kalıp duruma müdahale etmemek, laik düzenin gereğini yerine getirmemek halinde laiklikten söz edilemez.

Bu durumda önde gelen isimleriyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu bizzat kendi kararıyla sabit bulunmuş olan AKP’ye karşı yaptırım olarak Hazine yardımının azaltılması gibi ihlal fiilinin ağırlığı ile orantılı olmayan ve herhangi bir caydırıcı yanı da bulunmayan kararlar verilen ülkelerde laikliğin gerçekten korunduğu söylenemez.

                                                   /././

Bir çocuğun yargıyla tanışması (Barış Pehlivan)

Cinsel suç mağduru çocuk sayısı, dokuz yılda yüzde 287 arttı. Ben demiyorum, o çok sevdikleri TÜİK söylüyor. Keza, okuduğum iddianamelerden ve cezaevindeki tanıklıklarımdan bile bu artışı gözlemliyorum. 

Maalesef yine öyle bir dosya var masamda.

Ayrıntılara girip yeni bir mağduriyet yaratmayacağım. Lakin yazmam gerekenler var.

Ö.G. henüz 14 yaşında bir öğrenciydi. Şırnak’ta yaşıyordu. Okulundaki E.B. adlı edebiyat öğretmeninin kendisini istismar ettiğini söylüyordu. 

O anları, tanık olan arkadaşı ve yazışmalarla kanıtlıyordu. Adli görüşme raporunda çocuğun beyanlarının samimi olduğu yazıyordu. Kaldı ki aksini gösterecek şekilde öğretmeniyle hiçbir husumeti de yoktu. Sanık öğretmen E.B. ise öğrencisinin suçlamalarını kabul etmiyordu.

İddianame yazıldı, E.B’nin “çocuğun cinsel istismarı” suçundan cezalandırılması istendi. Yapılan yargılama sonucunda da duruşma savcısı “sanığın eylemleriyle öğretici ve eğitici olmasının getirdiği kolaylıktan da faydalanılarak çocuğa karşı cinsel istismar suçunu işlediğine” dair mütalaa verdi. 

Peki, Cizre 1. Ağır Mahkemesi’nde geçen hafta görülen duruşmada ne karar çıktı? 

Yazayım: “Sanığın üzerine atılı suçu işlediğinin sabit olmadığı anlaşıldığından” beraatına karar verildi. 

Lakin, savcının ceza istediği sanık için verilen bu beraat kararına mahkeme başkanının da itirazı vardı. Yani sanık E.B’yi kurtaran karar oyçokluğuyla çıkmıştı.

‘KANIT’ SORUNU

Bu dosyayı Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği adına takip eden avukat Arzu Sena Topuz’u aradım. Verilen beraat kararını şöyle yorumladı:

“Maalesef çocuğa yönelik istismar eylemlerinin her bölgede var olduğunu ve her meslek mensubu tarafından gerçekleştirilebildiğini görüyoruz. Bu kadar derin bir sosyal gerçekliğin karşısında ise maalesef böylesi suçların kanıtlanmasının zorluğu gerçekliğiyle karşılaşıyoruz. Her ne kadar cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda en esaslı kanıtın mağdurun beyanı olduğunu sürekli hatırlatsak da maalesef bu dosyadaki gibi daha fazla delilin talep edildiği mahkeme kararlarıyla da halen karşılaşmaktayız.

Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar zaten yapıları gereği kimsenin görmeyeceği şekilde işlenir. Cizre’deki dosyamızda ifadelere katılan pedagoglar tarafından küçüğün ifadelerinin çelişkisiz ve samimi olduğuna dair raporlar dosyaya sunulmuştur. Savcılık tarafından verilen mütalaada küçüğün, sanığa iftira atmasını gerektirecek herhangi bir durum bulunmadığı ve ifadelerinin tutarlı olduğuna dair değerlendirme yapılmıştır. Suçun varlığının bu denli açık olduğu bir dosyada delil yetersizliği sebebiyle verilen beraat kararı tam da yukarda anlatmış olduğumuz cezasızlık sistemini yaratacak türden bir karardır. 

Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği olarak maalesef girdiğimiz her istismar dosyasında; istismarın delilinin beyan olduğunu, çocuğunun zaten halihazırda rızasının olamayacağını, çocukların istismar edildiklerinde korkudan tepki veremeyeceklerini, küçüğün eylem anında değil de biraz zaman geçtikten sonra uğradığı eylemin istismar olduğunu fark edebileceğini yeniden anlatmak zorunda kalıyoruz.”

Avukatlar Cizre’deki dosyada verilen karara itiraz edecek. Belki böylece istismar mağduru çocuğun adalete olan inancı yeniden yeşerecek. Takipçisi olacağım...

Murat Kurum kazanırsa aslında kim kazanacak? (Murat Ağırel)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanı seçiminin bitmesinin hemen akabinde partililere yaptığı konuşmada hedef olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kazanılmasını koymuştu.

Erdoğan’ın adayı Murat Kurum’un bakanlığı döneminde gerçekleşen bir dizi proje ve harcamayı inceledim.

Şaşıracağınız şeyler var. Kurum, imar affından yararlanan 7 milyon adet bağımsız bölüme “yapı kayıt belgesi”nin verildiğini, bunların 5 milyon 848 bin adedinin ise konutlardan oluştuğunu beyan etmişti.

Özür dilerim... Kurum bu kanuna “imar affı” değil “imar barışı” diyor. İmar barışını da “vatandaşımızın elektriğini, suyunu, doğalgazını alabilmesi amacıyla yapılmış bir düzenlemedir” diye savunuyor.

Oysa imar affı veya imar barışı ruhsata aykırı belge vermek demek. Ruhsata aykırı yapı ne demek? Mevzuata uygun olmayan veya yapı ruhsatlarına uygun olarak yapılmayan, tamamlanmayan yapılar belediye yahut valiliklerce ruhsata aykırı olarak kabul ediliyor. Bildiğiniz kaçak işler...

HER YERDE FERYAT

CHP İzmir Milletvekili Kamil Okyay Sındır, TBMM’de dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’a sunduğu soru önergesinde, Elazığ ve Malatya illerinde imar barışından sonra yapı kayıt belgesi verilen yapı sayısını sormuştu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Malatya’da toplamda 22 bin 329 adet yapı kayıt belgesi düzenlendiğini aktarmıştı. Cumhurbaşkanı 2019 yerel seçimleri sürecinde meydanlarda “Kahramanmaraş’ta imar barışı ile 144 bin 566, Hatay’da 205 bin Hataylının sorununu çözdük” demişti. Söz konusu afla birlikte 6 Şubat depreminin vurduğu 10 ilde Hatay’da 56 bin 464, Kahramanmaraş’ta 39 bin 58 olmak üzere toplam 294 bin kaçak yapının affedildiği ortaya çıktı. Aslında yurttaş kaçak yapısını adeta itiraf ve ihbar etmişti. Yapı kayıt belgesi verilmeden bu binalar kontrol edilebilirdi.

53 bin 537 yurttaşımız can verdi.

Yasa kimin döneminde çıktı, kim övüne övüne anlattı? Murat Kurum...

İliç Çöpler Altın Madeni için uzmanlar, yurtseverler haykırdı: “Maden zehir saçıyor.” Dinlemediler. Kimyasal atık dağları derelere karıştı. Göçükte kalan dokuz işçi halen aranıyor. Dinlemeyen kim? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı! Bakan kimdi? Murat Kurum.

Çorum’da 6, Manisa’da 4, İstanbul’da 3 yıldır TOKİ’nin teslim etmediği evler nedeniyle vatandaşlar feryat ediyor. Eski CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen yazılı önergesinde TOKİ’ye karşı açılan davaların sayısını sormuş Kurum da yanıt vermişti. 2002 ve 2019 yılları arasında TOKİ’ye karşı açılan dava sayısının 47 bin 424 olduğunu açıkladı. Kurum, bu davaların 25 bin 968’inin TOKİ Başkanlığı aleyhine sonuçlandığını ve 167 milyon 730 bin TL tazminat ödendiğini bildirdi.

İmamoğlu’nun göreve geldikten sonra yaptığı en iyi işlerden birisi vakıf ve dernek adı ile örgütlenen cemaat, tarikat ve siyasi yapılanmalara tahsis edilen kamu mallarını, nakdi yardımları kesmesi ve taşınmazları geri almasıdır.

Öğrenciler barınma sorunu yaşarken dinci vakıflara ve derneklere yurt binaları, taşınmazlar tahsis edildi, yetmedi tadilatları yapıldı.

İmamoğlu’nun belediyeden kamu malı tahsis etmediği tarikat ve cemaatlere ait vakıf ve dernekler, bu sefer tahsisi başka kurumdan yaptırdı: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan! O dönemde de bakan Murat Kurum’du.

2023 yılına bakalım. Başakşehir’de Hazine’ye ait 14 bin 305 metrekare taşınmaz 49 yıllığına ücretsiz olarak bakanlık tarafından İlim Yayma Cemiyeti’ne verildi. Devamla Arnavutköy’de yine Hazine’ye ait 17 bin 900 metrekare arsa Hayrat Uluslararası Öğrenci Derneği’ne 49 yıllığına ücretsiz tahsis edildi.

Bakırköy Şenlikköy’de 8 bin 419 metrekare taşınmazın üzerinde bulunan 925 metrekare öğrenci yurdu, 625 metrekare kültür merkezi, 49 yıllığına ücretsiz Türkiye Gençlik Vakfı’na (TÜGVA) tahsis edildi. Yahu üzerinde 324 yataklı 5 yıldızlı otel bulunan, 114 bin metrekare yüzölçümü olan Yassıada’yı aylık 360 bin TL’ye kiraya verdiniz. Bakın aylık diyorum!

Kentsel dönüşüm diye başlanan Fikirtepe projesi “rant tepesi” oldu. Kentsel dönüşüm adı altında 2-3 katlı evler yıkıldı; 15-20-30 katlı, estetiği olmayan, dip dibe kazuletler dikildi.

Gerçekten İstanbul’u kazanmanız halinde kamunun malını bu vakıf ve derneklere peşkeşe özür dilerim “tahsise” devam edecek misiniz?

Kentsel dönüşüm adı altında daha da nefes almayan İstanbul’a devam edecek misiniz?

Görüyoruz ki Murat Kurum kazanırsa İstanbul halkı için kayıp, rant peşinde koşanlar, tarikatlar ve inşaatçılar için kazanç olacak.                                                                                                                    /././

Koyunun yünleri hikâyesi ve Şimşek’in müthiş çaresizliği (Orhan Bursalı)

Cumhurbaşkanının açıklamasını anımsıyorsunuz. Emeklilere 7 bin TL seyyanen zam yapılmasının hesabını seçim konuşmasında yorumluyor ve mealen bu mümkün mü, “1.6 trilyon TL tutar ki bu para zaten Hazine’de yok” diyordu.

Özgür Özel’in basit hesabı: “3 Kasım 2002’de en düşük emekli maaşı 1.5 asgari ücretti. Bugünkü hesapla 25-26 bin lira olması gerekiyor. O gün en düşük emekli maaşı tam sekiz çeyrek altın alıyordu. Şimdi en düşük emekli maaşı 10 bin lira, 2.5 çeyrek altın bile almıyor.”

Kıyma hesabı: “2018’in bin lirası 22 kilo kıyma alıyordu, bugünün 3 bin lirası sadece 6 kilo kıyma alıyor. O günden bu güne emeklinin sofrasından 18 kilo kıymayı çaldılar.”

Sadece emekliler mi? Asgari ücret ile çalışan milyonlarca emekçi de aynı durumda. Trilyonlarca lira çalışanların cebinden yürütüldü.

Erdoğan ekliyordu“Çalışacağız, çok çalışacağız, kazanacağız ve maaşlarınızı artıracağız...”

1.6 trilyon TL aslında emeklilerden eksiltilen paradır. Şüphesiz ki onların hakkıdır. Yoksulluk sınırı 16 bin TL olarak açıklanmışken en düşük emekli aylığının 10 bin TL’de tutulması için politikacının halk karşısında artık yüz kızarıklığına bile ihtiyaç duymadığının ve büyük bir eşik atladığının kanıtıdır.

KOYUNUN YÜNLERİ HİKÂYESİ

Erdoğan’ın ülkede yarattığı büyük yoksulluğa karşın sizi zenginleştireceğiz vaadi ise Nasrettin Hoca’nın fıkrasını çağrıştırıyor:

Adamın biri Nasrettin Hoca’dan borcunu istemiş.

Hoca: “Şu anda yok ama, çok yakında ödeyeceğim. Evin önüne çalı ektim! Koyun sürüsü geçerken yünleri çalıya takılacak. Bizim hatun bu yünleri toplayacak, yıkayacak, tarayacak, eğirecek, dokuyacak, ben de götürüp satacağım. Paranı o zaman öyle ödeyeceğim.”

Üstelik fıkradaki gibi halkın iktidara gönüllü verdiği borç da yok. Kötü yönetim, har vurup harman savurmak ve bilinçli olarak yaratılan yoksullaşma ve büyük eşitsizlik ile halkın emeği ile cebinden enflasyon, pahalılık ve ekonomik krizle yürütülen trilyonlar...

Yani bugünkü ortam siyasetin ve yönettiği devletin gücüyle yaratıldı.

MEHMET ŞİMŞEK’E İNANAN VAR MI?

Sabahleyin Mehmet Şimşek’in bir TV ekranından tek yönlü açıklamalarını dinliyorum. Seçim sonrası sürpriz vergiler vb. ile kimse karşılaşmayacak diyerek muhalefetin 1 Nisan’dan itibaren karşılaşacağı ekonomik zorluklar konusunda halkı ve seçmeni uyarıcı konuşmalarını yalanlamaya çalışıyordu.

Şimşek’in programı ayarladığı belliydi, yerel seçimlerde seçmenden sandığa yansıyacak büyük tepkiyi önlemek amaçlıydı.

Bu program bile iktidarın sandık korkusunu gösteriyordu.

Söylediği hep “Genel olarak... Genel olarak... Genel olarak” laflarıyla yeni vergileri reddediyordu.

Peki özel olarak? Fiyatlarını tamamen iktidarın belirlediği mal ve hizmetlerin fiyatları ne olacak: Benzin, doğalgaz başta olmak üzere tüketimi kısmak için özel vergiler vb.?

Şimşek, “Dünya ile görüşüyorum, seçimlerden sonra Türkiye’ye büyük yatırımlar girecek” derken inandırıcılığı dibe vuruyordu.

NEDEN ŞİMDİ DEĞİL DE SEÇİMDEN SONRA?

Seçimden sonra yabancı paraya ülkeyi dünyanın en dikensiz gül bahçesine, muazzam kazançlar sağlayacağı bir ortama dönüştüreceğiniz için olmasın sakın?

TÜİK ilk kez aylık enflasyonu doğru açıkladı, hatta ENAG’ın da üzerinde.

Mahfi Eğilmez yorum yaptı:

“Şeffaf bir enflasyon ile IMF için anlaşmanın ortamı mı yaratılıyor?”

Hiç şaşmam, krizden çıkabilmelerinin tek koşulu, halkı daha da yoksullaştırmak ve sonra da IMF’den 100 milyar dolar civarında alınacak borçla çarkları çevirmek...

Şimşek’in tek çaresi ve reçetesi bu olabilir.

                                                          /././

Dünya laiklik günü (Özdemir İnce)

Çağının çağdaşı olmak çağına “layık” olmaktır. Karanlığı görmek yetmez, karanlıkta da göreceksin. Aklın gözüyle göreceksin. Layık sözcüğü, nitelikleri, özü, hareketleri, davranışları ile birlikte bir şeyi elde etmeye hak kazanmış olanı ifade eder. Yani bir kişiye uygun olan, “yaraşan” anlamına gelmektedir. Çağının çağdaşı olan (kişi, ulus, halk) 100 metre atletizm yarışında “çağ” adlı atletle birlikte ipi göğüsler ve en kötü olasılıkla birinciliği göğüs farkı ile kaybeder.

Çağının çağdaşı olmak için ilk koşul “laik düşünceli” olmayı gerektirir. Ama insanlık bu aşamaya gelmek için büyük acılar çekti, varlığı zaman zaman paramparça oldu. Toplumsal yönetimlerin ortaya çıkmasından itibaren devletin yönetim erkine sahip olan makam Tanrı’nın da temsilcisiydi. Bu cehennem ABD’nin kurulmasıyla, 1789 Fransız İhtilali’yle sona erdi. İnsan Hakları Bildirisi yayımlandı. Fransız İhtilali hem soylu sınıfa (aristokrasi) hem de kiliseye ve din adamı sınıfına (le clergé) karşı yapılmıştı. Fransa hükümeti din ile devlet arasındaki ilişkileri 31 Aralık 1905 tarihli bir yasayla tamamen ayırdı... Aslında dinler, din olarak zararsızdır. İktidar-din adamları ortaklığı topluma egemen olmak için dinleri kullanır. Ülkemizde, Cumhuriyet ve laiklik düşmanı olan, şeriat ve hilafet isteyen kitleyi yaratan ve yönlendiren tarikatlar, şeyhler, hocalar ve imamlardır. Çünkü Cumhuriyetin Devrim Yasaları ile sömürü ve istismar olanakları ellerinden alındı.

Laikliğin tam anlamıyla egemen olması için devlet ve dinin ayrılması yetmez. Laikliğin okulda ve yargıda ödünsüz uygulanması gerekir. Günümüzde laik yasaların yerine şeriat yasalarının ve Mecelle’nin uygulanması olanaksız. Yargıçlar kararlarında kayırmacı olabilirler ama şeriat dogmalarını ve Mecelle’yi yasanın yerine kullanamazlar.

AKP’nin laik Cumhuriyeti yıkmak için yoğun bir ön hazırlık yaptığı anlaşılıyor. AKP, TBMM, anayasa ve onun kurumlarını yıkmadan önce ilkin Öğretim Birliği Yasası’na aykırı olarak bir meslek okulu olan imam hatipleri genel lise haline getirip üniversite kapılarını açtı ve bu yolla meslekleri dinselleştirdi. Bu konuda bilgi için benim İmam-Hatip Saltanatı ve İmamokrasi (Tekin Yayınları, 2015) adlı kitabımın adını verebilirim.

Değerli okurlar, laikliğin ılımlısı, ılımsızı, az şekerlisi, şekerlisi, inançlara saygılısı falan filan yoktur; sadece gerçek laiklik vardır. Gerçek laiklik bireyi, toplumu, devleti ve devlet kurumlarını dinlerin, din adamlarının saldırısına karşı korur. Ama laik olmayan teokratik düzende devletin dini egemendir ve vatandaşlar arasında eşitlik yoktur; sadece egemen dinden olanlar ve ötekiler vardır. Öyle ki AKP düzeninde olduğu gibi din sonunda partileşir ve onun emrine girer.

Laiklik ile demokrasi yaşıttır, dahası ikiz gibidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasının 2. maddesinde “Cumhuriyet Devleti”nin temel niteliklerinden biri laikliktir, ayrıca 14 ve 24. maddeler de bu maddeye açıklık getirir.

Madde 24: Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14’üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.

Madde 14: (Değişik: 3/10/2001- 4709/3 md.) Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.

Bir de 1982 Anayasası’nda, eşitlik ilkesi vardır: 10. madde şöyle demektedir: “Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”

AKP ve İslamcı tayfa ile tarikatlar bu maddeye eşitlik ilkesi dolayısıyla son derece karşıdırlar. Bu ilkeyi yok etmek için laik okulları medreseye çevirmek, hak etmedikleri görevlere gelmek için sınav sorularını çalmak, mülakatlarda rakipleri ezmek için her türlü hileyi yaparlar.

Mustafa Kemal Atatürk ile kurucu babaların kurduğu Cumhuriyet çeşitli komplolarla, çevrilen fesatlarla henüz hurdaya çıkmasa da çokça hırpalanmıştır.

Onu korumak için, ona karşı ve düşman olanlar kadar cesur ve savaşkan olmak zorundayız. Dün, 4 Mart, Dünya Laiklik Günü idi. Kutlu olsun!

                                                   /././

Rant, yandaşa ihale, israf (Öztin Akgüç)

AKP’nin yönetim anlayışı, uygulaması rant, ihale, israf sözcükleriyle özetlenebilir. Rant, genel tanımıyla, emeğe dayanmayan, katma değer yaratmayan, bir anlamda havadan inme kazanç değer artışıdır. İktisat yazınında rant kavramı geniş bir anlam taşır. Ayrıca “üretici rantı”, “tüketici rantı” söylemleri vardır. Burada kastedilen, toprak rantıdır. Arazi, aynı konumda, aynı kalitede yeniden üretilemediğinden toprak sahipliği, değer artışı sağlar. Kentler büyüdükçe, nüfus arttıkça, kentin merkezi, ilk yerleşim yerleri rant yaratır. Toprak rantının oluşması olağan olaydır. Oluşan rantın, değer artışının da vergilendirilmesi yoluyla topluma kazandırılması hakça olur.

Toprak rantı, idari kararlarla da oluşturulmaktadır. Eleştiri konusu, etik olmayan idari kararla rant oluşturulmasıdır. İdari kararla, imara kapalı bir alanın imara açılması, bir alanının kamu yararı gerekçesiyle önce kamulaştırılıp ardından imara açılması; inşaat izinlerinde, önce verilen yapılaşma oranının daha sonra yükseltilmesi, sınırlı kat müsaadesinin artırılması, toprak rantı oluşturmanın örnekleridir. AKP yönetimi, idari kararlarda, tercihlerde doğal olmayan toprak rantı yaratmaktadır.

Kaygım İstanbul’da yeşil kalmış bölgelerin, askeri tesislerin şehir dışına çıkarılması sonrası, zamanla imara açılmasıdır. İstanbul’da, 4. Levent, İTÜ yerleşkesi arası ve paraleli Ayazağa gerçekten “kupon” değerlidir. Erdoğan’ın İBB ısrarının bir nedeni de kupon arazi olabilir.

Kamu kurumları, idareleri bir işi, hizmeti özel teşebbüsler, kişiler aracılığı ile gerçekleştirmede en uygun koşulları sağlayabilmek için başvurdukları bir yöntem, usul ihaledir. İhalede hizmetin, gereksinimin en elverişli biçimde zamanında, kamu yararına uygun maliyetle karşılanması amaçlanır. İhalenin rekabete açık, şartnamenin ve sözleşmenin nesnel ölçülerle hazırlanması, tekliflerin kamu yararı gözetilerek değerlendirilmesi gerekir. Ancak AKP döneminde ihale yöntemi, gerek merkez gerek yerelde yandaş müteahhide, siyasal yakınlarına kaynak aktarma düzeneği olarak kullanılmaktadır.

Oy-hizmet takası, “alınan oya göre hizmet söylemi”, yalnız siyasal etiğe değil, kamu görevi ve vergileme gerekçesine de aykırıdır. Kamu hizmeti, Erdoğan’ın iktidarın bir inayeti, ihsanı değil görevidir. Hizmetin bedeli de vatandaş tarafından vergi olarak ödenmektedir. Vergi kamu hizmetlerinden harcanmak üzere hükümetin, yerel yönetimlerin toplumdan yasalara uygun olarak topladığı paradır. Vergiyi haklı kılan, meşrulaştıran, kamu hizmetlerinin görülmesi için toplanması, harcanmasıdır. Vergi dairelerinde slogan da “Ödenen vergi, kamu hizmeti olarak geri döner”. Vergi, kamu hizmeti olarak geri dönmüyorsa, dönmeyecekse toplanan para devlet zoru ile alınan haraç olur. Gerçi AKP’nin yalnız oy vermeyene değil oy verene de hizmet götürdüğü de kuşkuludur. Kamu kaynaklarının önemli bir bölümü, gösteriş harcamalarına, algı yönetimine, yandaş desteğine ayrılmaktadır.

Günümüz dünya siyasal döngüsünde, Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığının giderilmesi, savunma sanayisini geliştirmesi önemli ve önceliklidir. Geçen seçimlerde “Karadeniz doğalgazı”, yerel seçim öncesi de havacılık sektörü ürünlerinin tanıtımı övgü kaynağıdır. Dünya ekonomisinin eksenini de oynatacağı söylenen Karadeniz doğalgazından sisteme ne miktar gaz verildiği, gereksinimin ne ölçüde karşılandığı konusunda kamuoyu aydınlatılırsa yararlı güven verici olur.

Algı yönetimi operasyonunda çok ileri gidildiğinde gerçek başarılarda inandırıcılık azalır. AKP, Ankara ve İstanbul’da, kendi başkanlık döneminde yaratılan sorunları çözeceğini savunmaktadır. İsmet İnönü’nün bu bağlamda vecizesi, “Kişi geçmişte ne yaptıysa gelecekte de aynını yapar”. AKP tarafından yapılacak rant yaratma, yandaşa kaynak aktarma, gösteriş ve savurganlığa engel olunması gerekir

                                                  /././

Yaşam için duvarlar yıkılır (Şükran Soner)

Bütün canlılar için geçerli yaşam güdümüz. İkili Almanya’nın birleştirilmesiyle toplumsal patlama sonrası yıkılan duvarın önünde anı fotoğrafı çektirmemek söz konusu olabilir miydi? Çok çelişkili olasılıkları üreteceği tartışmalarını ciddiye almak başka, yıkılmış upuzun duvarın önünde fotoğraf çektirmek coşkusuna katılmak çok başkaydı. Çocukluk arkadaşım, nükleer santraller karşıtı savaşımın da dünya çapında ünlülerinden, Dr. Ali Nadir Savaşer de içlerinde, Berlinli dostlarla fotoğraf çektirmenin ötesinde, öngörüleri paylaşmak anlamlıydı.

Özetle o tarihlerdeki verileri ile bile çok yüksek sayılarla işçi, aydınlarımızın yaşadıkları hızla birleşmekte olan ikiliden tekliye geçişin sonuçları üzerinden, kişisel kaygılar söz konusuydu. Kazanmak için çok bedeller ödedikleri haklar kazanımlarının sonrası için, Doğu’dan başlayan akımla gelecek kendi ırklarından çalışanların ürpertisi olsa bile... Yaşam içgüdüsü ile gelişecek sonuçların olumlu olacağı yargısı “Bizim 68’liler”, solcular arasında içgüdüsel gelişmiş bir kazanımdı.

Gençliğin eylemcilikteki patlaması, 15-16 Haziranlarla, işçi sınıfı üzerinden çok daha etkin bir yolculuğun, kazsanımlarının önünü açmıştı. Berlin’de yaşayan, birikimlerinin Türkiye’de edinilenlerine, Almanya’da katkı üzerine katkı yapmışlar, canlıları bütünlüğü içinde kucaklayan birikimleriyle, kaygıların olmadığı yaklaşımlarıyla beni de sarmalamışlardı. “Yaşam için duvarlar yıkılır” sezgilerim, o günlerden bu günlere pusulam olmakla kalmadı, güçlendikçe güçlendi. Duvarları yıkan, dipten gelen dalgaların yükselişini gözlemledikçe, gözlerimin içine ışıklar doluveriyor...

                                                   ***

Seçimler çok yaklaştı ya... Bir yerlerden, çoklu tehditler patlatılıveriliyor ya... Kimi dostların kaçınılmaz içten bir ürperti yaşamamaları, elbette söz konusu değil. Biraz uzaktan bakıldığında, ürpertilerin yerine kaçınılamaz değişimin habercileri olarak da görülebilirler. Demem o ki en çok korkan canlı, en haksız, en çok can acıtandır da... Seçimlerin son günlerine doğru belli ki daha acımasız, bir o kadar da daha tutarsız, haksız tehditlerin patlamalarının altında kalacağız.

Bu ara bilemem ne kadar ayrımdayız. En ağır suçlular, suçlar ile, en insancıl en duyarlı hak arama savaşçılığının iç içe girdiği dizilerin yayımlandığı bir dönemin, kanallar arası yarışı var. Dizilerin gündemleri ile, ülkemizin, dönemin güncel sorunları arasındaki bağların sıcaklığı üzerinden geçmişten günümüze sayısız verilen örnekleri de siyasi tartışmacılıklar içinden de izliyoruz ya... Kimi istenmeyen dizilere yasaklamalar da geliyorken. Yargı eliyle, sansürün sayısız yolları ile günde birden çok olayla, yüzleşiyoruz ya...

Saray, tek adam rejiminin hiç çekilmeyen elinin sonuçları üzerinden artık çok sıkın ötesinde, günlere, saatlere sıkışmış yeni gelişmelerin, her koldan birden savaşları üzerinden haberciliğie geçişi yaşıyoruz. Parti başkanlarından, en iddialı adaylara, marka olmuş yazarlara, uzmanlara uzanan çıkışlarda, ortaya saçılan, flaş flaş flaş örnekler... Kalabalıklar zorunlu raylı sistemler üzerinden itiş kakış yolculuk yapabilmenin yarışında uzman kesilmişler. Daha fazla kazık yememek, oyuna düşmemek kaygısında gözlerini cep telefonlarından ayıramaz hallerde, bir diğerinin izlediğine takılıp oyuna, tufana düşmeme derdindeler...

Seçmen, oyunu daha büyük bir kazık yemeden kullanmaya kararlı. Yaşamını sürdürebilmenin tek çaresinin anahtarını keşfetmiş gibi duruyor. Haydi hayırlısı...

                                                    /././

Zehrinizi akıtmayın, din sömürüsüne son verin! (Zülal Kalkandelen)

Sosyal medyada bir video dolaşıyor. AKP’nin ittifak ortağı MHP’nin Arnavutköy ilçe başkanı Temel Bedir, bir seçim çalışmasında, “Biz Allah’ın resulu peygamber efendimizin yanındaki sahabeleriz. İki yolunuz var, ya Cumhur İttifakı’nın yol bellediği Allah’ın yolunda gideceksiniz ya da Ebu Cehil’in yolunda gideceksiniz” diyerek AKP’ye oy vermeyenleri kâfir ilan etmiş.

Siyasetçilerin önemli bir kesimi, yerel seçime doğru yine dini siyasete alet etmekten geri kalmıyor, inancı kullanarak yurttaşlar arasında ayrıma neden olacak söylemlerde bulunmaktan çekinmiyor.

Laik bir ülkede Temel Bedir’in sözleri suç unsuru oluşturur. Cumhur İttifakı’na oy vermeyenleri Hazreti Muhammed’e muhalefeti ve Müslümanlara karşıt olan davranışlarıyla tanınan Ebu Cehil’e benzetmek, halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu değil de nedir? Bedir’in toplantısında olan bir seçmen, seçimde Cumhur İttifakı’na oy vermeyecek birine saldırsa ya da gidip muhalif bir adayın toplantısını bassa, Bedir bu sözleriyle o kişiyi kışkırtmış olmaz mı?

Bedir’in sözlerini söyleyen muhalefetin bir adayı olsaydı, savcılar yine sessiz mi kalacaktı? Adalette çifte standardın alışılagelmiş bir durum haline getirildiği bir ülkede huzur ve barış olur mu?!

GENEL SEÇİMDE TÜRBAN SİYASETİ GÜNDEMDEYDİ

Din üzerinden siyaset yapanlar, bu ülkede hiç bitmediği gibi yakın zaman önce genel seçim sırasında da sahnedelerdi.

Hatırlayalım: 14 Mayıs genel seçimlerinden önce türban konusu siyasete hâkim olurken Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Konya’daki üye katılım programında ne demişti?

“Sayın Kılıçdaroğlu bir teklif yaptı. Sayın Erdoğan bu yasa teklifine yaklaşımında bütün başörtülü kadınlarımızın izzet, onur sembolü olan başörtüyü gollük pas diye nitelendirdi, bir anayasa teklifi getirdi. Sayın Erdoğan şunu demeli: ‘Meclis, 400 milletvekilinin üstünde bir oyla başörtüsünü kabul ederse anayasa değişikliğini referanduma götürmeyeceğim.’ Çünkü referanduma götürürse, yüzde 10 bile, yüzde 20 bile Allah’ın emrine hayır oyu verirse, vebali Erdoğan’ın üstüne olur. İnsanları Allah’ın emrini reddeder pozisyona düşürmemen lazım Erdoğan.”

Davutoğlu, referanduma gidilmemesi için, açıkça muhalefetin AKP’nin anayasaya aykırı değişiklik teklifine evet demesi gerektiğini söylüyordu.

RAMAZAN ÖNCESİNDE SİYASETÇİLERE UYARI

O tarihte medyada Millet İttifakı’na yönelik eleştirilere sansür uygulanırken ben bu olayı, “AKP’nin türban teklifine karşı çıkmak, ‘Allah’ın emrini’ reddetmek midir?” başlıklı bir yazı ile bu köşeye taşımıştım.

Türban ve örtünme konusunda ilahiyatçılar arasında da farklı yorumlar yapılırken bunlar “Allah’ın emri” olarak nitelenmiş...

Türban “izzet, onur sembolü” olarak gösterilince onu kullanmayan kadınların onursuz olarak algılanmasına yol açılmış...

Ve böylece AKP’nin türban ile birlikte, çarşaf ve peçeye de kamuda serbestlik kazandırma sonucunu yaratacak anayasa değişikliği teklifine hayır oyu verenlerin, “Allah’ın emrine” karşı çıktıkları algısı yaratılmıştı.

Siyaseti bu tehlikeli söylemlerden arındırmanın tek yolu, dini konular üzerinden siyasi rant sağlamaya son verilmesi yani laikliğin anayasada yazdığı şekilde uygulanmasıdır.

İnanç ya da inançsızlık bireyin tamamen kendisinin karar vereceği bir konudur. Ramazan ayı öncesinde siyasetçilere bu hatırlatmayı yapmak yerinde olur: Zehrinizi siyasete akıtmayın, din sömürüsüne son verin, dilinize hâkim olun!

(Cumhuriyet)