8 Mart 2024 Cuma

Ertuğrul Özkök'ten İmamoğlu'nu şaşırtacak yazı: Koç grubundan 'Kanal İstanbul' desteği..(soL-Görüş)+ Ertuğrul Özkök: Koç’un aktivist CEO’sunun salı akşamı yirmi patrona verdiği korkunç rakamlar (T24)

Ertuğrul Özkök'ten İmamoğlu'nu şaşırtacak yazı: Koç grubundan 'Kanal İstanbul' desteği..(EGE GALİP/soL-Görüş)

İBB Başkanı İmamoğlu AKP’nin adayı Kurum’a “Kanal İstanbul” üzerinden yüklenirken dikkat çekici bir çıkış Ertuğrul Özkök’ten geldi, üstelik bir Koç şirketi CEO’sundan aktararak...

Türkiye sermaye sınıfının simge kalemlerinden Ertuğrul Özkök bugünkü yazısında Koç Arçelik CEO'sunun anlattıklarından hareketle Kanal İstanbul’un iyi bir fikir olabileceğini savundu.

Ertuğrul Özkök'ün “Koç’un aktivist CEO’sunun salı akşamı yirmi patrona verdiği korkunç rakamlar” başlıklı yazısı "Miami'den ev almayın, boğazdaki yalınızı satın” spotuyla duyuruldu.

Özkök yazısında Salı akşamı İstanbul’daki Seraf adlı restoranda Koç Arçelik CEO’su Hakan Bulgurlu’nun yaptığı sunumu anlattı.

Özkök’ün aktardığına göre dünyada “iş insanlığı”nın yanı sıra “çevre ve iklim aktivisti” olarak da tanınan Hakan Bulgurlu, bir dizi patronu ve elbette Özkök’ü Antarktika’ya yaptığı geziyi fotoğraf ve videolarla anlatmak üzere davet etmiş.

O akşam o restoranda Abdullah Gül de başka bir masada yemek yiyormuş, Özkök yazısında Gül’ün de bu uzun masada olmadığına hayıflanıyor.

Çünkü uzun masadaki patronlara anlatılan rakamlar “korkunç”.

Uzun masadaki davetliler arasında Ülker, İstinye Park, Akfen Holding, Türkmen Holding, MNG, Tabanlıoğlu patronları, Mudo kurucusu Taviloğlu ve TÜSİAD YİK Başkanı Ömer Aras da bulunuyor. Masanın gazeteci konuklarıysa Zafer Mutlu ve Özkök.

Ve Bulgurlu konuşmaya başlıyor. Meğer amacı patronlara bir seyahati değil, dünyayı ve “hepimizi” bekleyen bir yakın tehlikeyi anlatmakmış.

Özkök Bulgurlu’nun sözlerini şöyle aktarıyor: “Bunları niye anlatacağım? Çok basit. Sizler patronsunuz, iş insanısınız. Bu ülkede, bu dünyada kim ama kim yatırım yapacaksa bu anlattıklarımı mutlaka dikkate almak zorunda.”

Merakla okuyoruz, patronların dikkate almaları gerekenleri…

Anlaşılıyor ki Antarktika’daki 2 büyük buzuldan biri ya da ikisi eninde sonunda kırılacak ve denizler yükselecek.

Özkök’ün aktardığına göre, küresel ısınma yüzünden dünyayı bekleyen en yakın tehlike 2030 sonuna dek suların 30 santim yükselmesi…

Zenginlere "Miami’den mortgage ile ev almayın" diyor Bulgurlu, "çünkü Miami su altında kalabilir". İstanbul’u merak ediyorlar tabii ve soruyorlar, Bulgurlu’nun yanıtı “şakayla karışık” şöyle oluyor: “Boğaz’da yalılarınız varsa satın”.

Ve işte burada zurna zırt diyor ve yazının amacı hasıl oluyor.

Özkök şöyle aktarıyor Koç CEO’sunun söylediklerinin Kanal İstanbul'la ilgili kısmını:

“Buna karşılık ilginç bir iddiayı da ortaya atıyor. Eğer suların bu yükselmesi tehlikesi varsa İstanbul Kanalı projesi, bunun etkilerini azaltmak için iyi bir fikir olabilir.”

Özkök “Tam şu yerel seçimler sırasında ilginç bir tartışma konusu…” diye de ekliyor.

Ve İstanbul seçimlerinde İmamoğlu ile Kurum arasındaki Kanal İstanbul atışması gerçekten “ilginç” bir hal alıyor.

İmamoğlu'nun siyasi kariyerinin yükselişinde arkasında duran en temel gücün Koç Grubu olduğunu düşününce, daha da "ilginç" bir hal alıyor.

Boğaz'daki yalıların büyük kısmının ya Koç ya Sabancılar'a ait olduğunu hatırlamaksa, ağızda kekremsi bir tat bırakıyor.

                                                          /././

Ertuğrul Özkök: Koç’un aktivist CEO’sunun salı akşamı yirmi patrona verdiği korkunç rakamlar (Ertuğrul Özkök | Zamanın Ruhu - T24)

"Miami'den ev almayın, boğazdaki yalınızı satın"

hakan bulgurlu sunum koç

Geçen salı akşamı İstanbul’un yükselen restoranı Seraf...

Geniş ana salonu tamamen dolu.

Bir masada eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dostlarıyla yemek yiyor.

Yan tarafta panolarla ayrılmış bir bölümde ise uzun bir masa kurulmuş.

Masanın uç tarafına bir ekran yerleştirilmiş.

Genç, fit bir erkek ayakta, ekranın kenarında konuşuyor.

Uzun masada ise Türk iş dünyasının tanınmış simaları oturuyor.

Masanın etrafındaki yirmi patron kimlerdi?

Ülker grubunun iki en üst patronu Murat ve Ali Ülker ile üçüncü kuşaktan Yahya Ülker'i görüyoruz.

Finansbank Yönetim Kurulu Başkanı ve TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Ömer Aras.

İstinye Park'ın iki patronundan Zafer Kurşun.

Akfen Holding Yönetim Kurulu Hamdi Akın, Türkmen Holding'in patronu Atilla Türkmen, Mudo mağazalarının kurucusu Mustafa Taviloğlu ve şirketin ikinci kuşak yeni, genç patronu Ömer Taviloğlu.

MNG’nin patronu Mehmet Nazif Günal...

Tabanlıoğlu grubunun patronu Murat Tabanlıoğlu

TV Yapımcısı Mustafa Oğuz

Münir Özkök, Alber Elvasvk, Agah Uğur, Engin Frayman, Murathan Günal...

Ve Seraf Restoranın sahibi Doğan Yıldırım

Masada 2 gazeteci var.

Zafer Mutlu ve ben…

Arçelik CEO'su Hakan Bulgurlu

Yirmi patrona konuşan kişi, tanınmış bir CEO ve aktivist

Yemeğin konuşmacısına gelince…

Koç grubuna ait Arçelik’in CEO’su Hakan Bulgurlu.

Uluslararası planda tanınmış bir iş insanı.

İş insanlığı başarısının yanında bütün dünyada bir çevre ve iklim aktivisti olarak tanınıyor.

Gecenin davet yazısında Hakan Bulgurlu’nun Antarktika’ya yaptığı geziyi fotoğraf ve videolarla anlatacağı belirtiliyor.

Yemekten önce hepimizi şaşırtan bir cümle

Ancak yemek başlamadan önce yaptığı konuşmada hepimizi şaşırtan bir şey söylüyor:

"Amacım size bir seyahati anlatmak değil. Asıl amacım bu dünyayı ve hepimizi bekleyen yakın ve açık bir tehlikeyi anlatmak."

Ve ekliyor:

“Bunları niye anlatacağım? Çok basit. Sizler patronsunuz, iş insanısınız. Bu ülkede, bu dünyada kim ama kim yatırım yapacaksa bu anlattıklarımı mutlaka dikkate almak zorunda.”

İçimden “eyvah” diyorum, “Uzun ve sıkıcı bir çevre kirlenmesi ve küresel ısınma nutku dinleyeceğiz.”

Ama daha üçüncü dakikada görüşüm tamamen değişiyor.

Masada bulunan bütün patronlar pür dikkat dinlemeye başlıyor.

Hakan Bulgurlu, Güney Kutbu'nda

Hep birlikte bir korku tüneline giriyoruz

Müthiş bir hikaye etme kabiliyeti, aynı ölçüde etkileyici bir üslup…

Ve hepimizin tüylerini dimdik eden rakamlar… Bilgiler…

Bütün masa küçük vagonların üstünde bir korku tüneline giriyor.

Hakan Bulgurlu’nun sunumu Himalayalar'ın Everest tepesine yaptığı tırmanışı ile başlıyor.

Yani zirveye kadar…

Bu seyahatle ilgili çok ilginç bilgiler ve görüntüler seyrediyoruz.

300 kişi tırmanmışlar, aralarından 14'ü ölmüş

Bizi ürküten ilk rakam Everest tırmanışını anlatırken geliyor.

300 kişilik bir grupla tırmanıyorlar.

Bu tırmanış sırasında 7 bin-7 bin 500 metre arasında on dört kişi hayatını kaybetmiş.

Kiminin oksijeni, kiminin suyu bitmiş. Kimi soğuğa dayanamamış.

Bir yerde okumuştum, Everest'te 8 bin metreye tırmanan her on kişiden 1'i hayatını kaybediyormuş.

Video görüntüleri içindeki kayıp dağcıların fotoğrafları

Video görüntüleri içinde küçük bir bölüm var ki kanımız donuyor.

Çadırların yanında yatan cesetler...

Bazıları daha önce tırmanışlarda ölen dağcılarmış.

Bazılarının üzerinde Amerikan, bazılarının üzerinde Kanada bayrakları örtülmüş.

Canlı renklerden oluşan giysileri içinde rengarenk, sanki canlıymış gibi donmuşlar.

"Görüntüleri veremem, dağcılık etiğine aykırı"

Tabii gazeteci olarak o kareleri almak istiyorum.

“Bu tırmanışın etik kuralları var. Ailelerine saygıdan bu fotoğrafları yayınlamıyoruz.”

Hakan Bulgurlu, hayatını kaybeden bir Fransız kadının hikayesini anlattı. Suyu bitmiş. Bulgurlu, “Kalan suyumu onunla paylaştım” diyor.

Orada bir ay eksi otuz beş derecede kalmışlar.

Google'da bir arama yaptım ve orada ölmüş dağcıların fotoğraflarını buldum ama Hakan Bulgurlu'ya söz verdiğim için burada kullanmıyorum.

Hakan Bulgurlu, Everest'te iklim değişikliği dövizi açarken

Antarktika'ya turist olarak gitmek var, bir de böyle

Sonra Antarktika’ya yaptığı geziyi anlatmaya başlıyor.

Antarktika'ya 2 türlü gidilebiliyor.

Biri kıyılara…

Buraya gitmek pahalı ama parası olan binlerce insan gidiyor.

Mesela bu konuşmayı o masada bizimle izleyen Zafer Mutlu da kıyılara turistik gezi yapanlardan.

Ancak Antarktika’nın bilimsel araştırmalar yapılan kara kısmına yılda sadece 400 kişiye izin veriliyor.

Önce Antarktika ile ilgili ilginç bilgiler verdi.

Şu karşıda gördüğün yer var ya, orayla aramızda 16 saat fark var

Kıtanın en güney ucuna kadar inmişler.

Orada çok küçük bir daire etrafında on altı ayrı saat dilimi yaşanıyormuş.

“Bizim kamp kurduğumuz yerden Amerikalıların araştırma merkezi çıplak gözle rahat görünüyordu. Ama orasıyla bizim bulunduğumuz yer arasında on bir saat fark vardı” diyor.

Antarktika kara parçası üzerinde, Kuzey Kutbu ise deniz üzerinde

Antarktika aslında bir kara parçası üzerinde duruyor.

Bu toprağın üstünde 3 kilometre derinliğinde bir buz tabakası var.

Bu kara kısmı bir çanak şeklinde.

Bu çanağın kenarında 2 çok büyük buzul var.

"Bunlardan biri veya ikisi er veya geç kırılacak. İşte o zaman denizler yükselecek" diyor.

Kuzey kutbunun altında ise kara parçası yok.

Buzun altı tamamen su.

Antarktika

Antarktika'da bir yangın çıkarsa söndürülemez

Antarktika ile ilgili en çarpıcı bilgilerden biri şu:

Burası çok kuru. Havada hiç nem yok. Yani burada çok kolay yangın çıkabilir.

Ama yanıcı madde ve orman olmadığı için yangın tehlikesi yok.

Yaptıkları yürüyüş sırasında vücutlarından çıkan su, buzdan bir kafes oluşturuyormuş.

“Giydiğiniz ceketin önünü açarsanız bu buz toz halinde dışarı fırlıyor” diyor.

İşte bu noktadan itibaren tüylerimizi diken dike eden bilgiler gelmeye başlıyor.

Arkadaşlar biliyor musunuz, geçtiğimiz şubat ayının ilk 8 günü...

Verdiği ilk rakam şu:

"Geçtiğimiz 2023 yılında her ay, dünyanın geçmiş ortalamasından daha sıcaktı."

Özellikle eylülden sonraki sonbahar ve kış ayları yüzde 0.84 ile yüzde 0.95 derece daha yüksekti.

İkincisini ise şu çarpıcı rakamla veriyor:

“Arkadaşlar biliyor musunuz, geçtiğimiz şubat ayının ilk 8 günü, dünya tarihindeki en sıcak günlerdi."

2022'de 2023 için hedef koyduğumuz 1.5 derece artışı bu yıl sonunda geçeceğiz

2024 muhtemelen 2023'ten daha sıcak olacak.

Beklenti ise şu:

2024'te küresel ısınma 1.46 derece artmış olacak.

Bunun anlamı ne?

Dünya, 2022 yılında Paris'te bir iklim konferansı yaptı.

Bu konferansta bütün dünyaya küresel ısınmanın 2030'a kadar 1.5 derece ile sınırlandırılması hedefi kondu.

Oysa bu düzey, 2024'ün sonunda aşılmış olacak.

Eriyen buzullar, fotoğraf: AA

Kuzey ve Güney Kutup buzulları eriyip denizler 65 metre yükselirse

Gelelim bu ısınmanın sonuçlarına…

Yeryüzündeki Kuzey Kutbu ve Antarktika'daki buzların hepsi bu küresel ısınma yüzünden erirse ne olur?

Hesabı yapılmış.

Denizlerin seviyesi altmış beş metre yükselir.

Bunun altmış metresi de sadece yukarda anlattığı Antarktika'daki buzların erimesi ile meydana gelecek.

İyi haber: Önümüzdeki 200 sene, 65 metre yükselmesi mümkün değil

İyi habere gelince…

Bunun öyle 100-200 sene içinde olması mümkün değil.

Çünkü denizin 120 metre yükselmesi ancak on iki bin yıl içinde mümkün olabiliyor.

Bu da bir yüzyılda 1 metre demek.

Yani bırakın bugün benim gibi yetmiş altı yaşında olmayı, henüz doğanlar için bile böyle bir tehlike yok.

Ama 2030'a kadar çok daha “açık ve yakın bir tehlike” var.

Sular 30 santim yükselirse, nüfusu 100 binin üzerinde 4 bin şehir yok olur

Suların otuz santim yükselmesi…

Ne mi olur?

Bugün dünyadaki insanların üçte biri sahillerden 100 kilometre içeriye kadar uzanan bantlarda yaşıyor.

Bu da nüfusu 100 binin üzerinde 4 bin sahil şeridi demek.

Sular otuz santim yükselirse…

Mesela Miami sular altında kalır.

Miami'den ev almayın, boğazdaki yalınızı satın

Bulgurlu, "Bugün Amerika'da normal bir mortgage süresi otuz yıl. Yani Miaimi'de morgtage'la ev almak artık akıl karı bir iş değil" diyor.

Ya İstanbul?

Şakayla karışık söylüyor:

“Boğaz”da yalılarınız varsa satın."

Biraz abartılı gelebilir size.

Bu yüzyılın sonuna kadar sadece Antarktika ve Grönland 3 metre yükseltebilir

Ama son bazı araştırmalar sadece Antarktika ve Grönland'daki buzların erimesinin bu yüzyıl sonuna kadar sularda 3 metre yükselmeye yol açacağını iddia ediyor.

Buna karşılık ilginç bir iddiayı da ortaya atıyor.

Belki itiraz edeceksiniz ama Kanal İstanbul iyi bir çözüm olabilir

Eğer suların bu yükselmesi tehlikesi varsa İstanbul Kanalı projesi, bunun etkilerini azaltmak için iyi bir fikir olabilir.

Tam şu yerel seçimler sırasında ilginç bir tartışma konusu…

Ve bütün bunların sonunda mesele “Karbon salım” meselesine geliyor.

Bugün yatırım yapacak bütün şirketlerin temsilcilerine sesleniyor:

“Yatırım yapacaksınız, karbon salım meselesini çok ciddi biçimde düşünün…”

Çünkü bu anlattığımız apokaliptik senaryonun en büyük sebeplerinden biri karbon salımı olacak.

Dünya beyaz eşya pazarında en büyük oyunculardan biri haline gelen Arçelik ve Beko'nun bu konuda yaptığı çalışmaları anlatarak sunumu tamamlıyor.

Keşke Abdullah Gül de o salona gelip izleseydi

Çok uyarıcı bir konuşmaydı.

Bence Bulgurlu bunu bütün şirketlere, siyasetçilere, üniversite öğrencilerine tam da bu ilginç seyahat görüntüleri ile böyle etkileyici bir hikayecilikle anlatmalı.

Ben ayrılırken eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hala oradaydı.

İçimden keşke onu da davet etseydik ve o da dinleseydi diye geçirdim.

Jones Ana ve süpürgeli kadın ordusu - HATİCE EROĞLU AKDOĞAN / soL-Özel

 

Mücadeleci kadınlar denildiğinde ABD’de ilk akla gelen isimdir Mary Harris, diğer adıyla Jones Ana.

“Ölüler için dua edin,

yaşayanlar için cehennem azabı gibi savaşın.”

Mother Jones

19’uncu yüzyıl, işçi sınıfı açısından çok hareketli ve sıcak bir yüzyıldır. Avrupa’nın dışında, yeni kıtanın kuzeyinde üretime dayalı önemli bir sermaye birikimi sağlanmaktadır. Ağır çalışma koşulları, salgın hastalıklar nedeniyle Avrupa’daki birçok ülkeden daha iyi bir yaşam hayali için Kanada ve ABD topraklarına göçen yoksul yığınlar vardır. Sonradan “Jones Ana” olarak ünlenen emekçi ve örgütçü bir kadının, Mary Harris’in ailesi de bunlardan biridir.

Mary Harris’in 1837’de İrlanda’da dünyaya geldiği söylenir ancak söz konusu tarih onun vaftiz tarihidir. Doğumunun güçlü bir ihtimalle 1830 olduğu yazılır. Ailesi, kızları okul çağındayken İrlanda’da yaşanan büyük kıtlığın ardından Kanada’nın Toronto şehrine göç eder. Mary, Toronto’da okula başlar ve öğretmen olmayı hayal eder. Yetişkinliğinde zamanın çok geçerli bir mesleği olan terziliği de öğrenir. Genç kadın, öğretmenlik yeterliliğine ulaştığında ailesiyle birlikte bu sefer ABD’ye göç eder ve Memphis'te öğretmenlik yaptığı bir zamanda Çelik Dökümcüleri Sendikası’nın devrimci üye ve yöneticisi George Jones ile 1861’de evlenir. Mary Harris’in bu evlilikten 1867 yılına kadar peş peşe dört çocuğu olur. Bu arada çalışmayı bırakmıştır, eşinin kazancı ile geçimlerini sürdürmektedirler.

Aynı yıl, yani 1867’de Memphis'te yayılan sarıhumma hastalığı işçilerin ve yoksulların kabusu oldu. Evlerin kapıları kapandı. Hastalığa yakalananlar kendi kaderiyle baş başa kaldı. Belediyenin at arabaları sabahın erken saatlerinde evlerin kapısına geceden ölenlerin cesedini toplamak için uğruyordu. Mary Harris Jones’un evi de sarıhummanın şiddetle abandığı evlerdendi.  Mary perişan haldeydi.  Salgında dört çocuğunu ve eşini kaybettiğinde tarifsiz bir acı içindeydi. Avrupa’da proletaryanın yoksulluğunun rengi neyse o dönemde ABD’de de oydu.

Salgının etkisini yitirmesinden sonra Mary, Chicago’ya taşındı ve hayatını terzilik yaparak kazanmaya başladı. Terzilik yaptığı semt lüks yaşam sürdüren zengin bir çevreydi. O yüzden Mary, zenginlik ve yoksulluk arasındaki uçurumu daha kolay fark etmekteydi. 1871’de Chicago’da büyük bir yangın yaşandı. Mary yangında  terzi dükkanı dahil her şeyini kaybetti. Bundan sonra Chicago’nun yeniden inşası ve onarımı başladı. Önemli bir dayanışma hareketi olarak kurulan Emek Şövalyeleri’ne1 katıldı.

Mary Harris Jones, yoksulluğun dibindeki işçilerle işte bu çalışmalar sırasında daha çok yakın olmaya başladı ve bundan sonra da günlük geçimini sağlayacak bir çalışmanın dışındaki zamanını yoksulluğa ve ağır sömürüye karşı işçilerin bilinçlenmesi ve örgütlenmesi mücadelesine kendini adadı. Bunun için şehir şehir, eyalet eyalet dolaşmaya başladı. Nerede büyük bir grev olsa ya da grevin başarısı tehlike arz etse Mary Jones oraya koşmaktaydı.

İleri görüşlü ve pratik zekalı oluşu, zor ve karmaşık görünen işlerin hakkından gelme başarısında kendini gösteriyordu. Onun yaşının getirdiği tecrübeye ve zekasına işçiler hayran kaldı. Ona inandılar ve saygı duydular. 1890’lı yıllara gelindiğinde işçiler, halk ve resmi makamların dilinde o sadece “Jones Ana”ydı. ABD basını da ondan ilk olarak 1897’de “Jones Ana” olarak bahsediyordu. Daha sonraki yıllarda 1902’deyse hakkında bir soruşturma başlatan bölge savcısı onu “Amerika’nın en tehlikeli kadını” olarak ilan edecekti.

Jones Ana, kadınlarla birlikte güçlü

Jones Ana’nın mücadele yılları, hızla çoğalan ABD işçi sınıfının ağır sömürü altında sefil bir hayat sürdüğü dönemlere denk gelir. On dört saate ulaşan uzun çalışma saatleri, çocuk işçilik, kadın emeğinin daha ucuz oluşu, barınma koşullarının yetersizliği, aşırı yorgunluk ve yetersiz beslenmeden kaynaklı erken ölüm gibi toplumsal bir tablo söz konusudur.

Maden şirketlerinin üretim için maden çıkaracakları sahalarda kurdukları maden kasabaları aslında birer toplama kampını andırır. İşçiler sıkça kan kusar.  Babaları erken yaşta hayata veda ettiğinde yerini çocukları almaya başlar. Kasabada her şey madeni işleten şirkete aittir. İşçinin yaşadığı baraka niteliğindeki ev, kilise, otel, okul vs. patronundur. Dolayısıyla silahlı muhafızların olduğu açık alan bir kampta işçilerin bağımsız olarak örgütlenmesi, harekete geçmesi çok zor olmaktadır.

İşçiler Jones Ana’nın faaliyetlerini duymuş, biliyorlardır. Jones Ana da aslında onları biliyordur.  İşçiler patronu nasıl dize getirecekleri konusunda mektup yazarak Jones Ana’yı yardıma çağırır. Jones Ana’nın kasabaya geleceği söylentisi bile polis şefini öfkelendirmeye yeter, gelirse öldürüleceğine dair tehditler de bununla birlikte yayılır. Örgütsüz işçileri sendikaya üye yapmakta ve başarısızlığa mahkum görünen greve yeni bir çehre kazandırmakta ya da bir yerdeki grevin yakın çevresindeki işçiler tarafından desteklenmesini sağlamakta işçi sınıfının “Jones Ana”sı çok sayıda başarılı çalışmaya imza atmıştır. Polisin ve işletmecinin gözlerinden uzak, geceleri yol kenarlarında, dağ başında yapılan miting ve toplantılar,  bildiriler dağıtmalar,  gazete çıkarmalar,  yürüyüşler, dayanışma/yardım ziyaretleri, onun hayatının toplumsal pratikteki belli başlı biçimleridir.

Jones Ana’nın direnişleri başarıya ulaştırmak açısından uyguladığı yöntemlerden biri, işçi eşlerini de direnişin önemli bir öznesi haline getirmekteki başarısıdır. 1889’dan önce Pensilvanya’daki işçiler örgütsüzdü. Çalışma şartları çok ağırdı. Avrupa’dan gelen ya da getirilen yeni göçmen işçilerle ücretler iyice ucuzlatılıyordu. Jones Ana anılarında “Şirket barakalarındaki aileler domuzlardan beter durumda yaşıyordu. Çocuklar ailelerinin cehaleti ve yoksulluğu nedeniyle öldüğünde buna içten içe seviniyorlardı” diye bahsettiği Pensilvanya Arnot’ta dört beş aydır süren bir madenci grev vardı.

Patron,  işçilerin işe dönmesi için hazırlanan metni imza için doktor, rahip, eğitimci vasfı olan kişilerle tek tek evlere gönderiyordu. İmzacı işçiler çoğalmış olarak hafta başı işe gitme hazırlığındaydı.  Sendika başkanı, hemen Jones Ana’nın örgütlenme çalışması yaptığı Barnesboro’ya telefon ederek tez yollu Arnot’a gelmesini talep etti. Jones Ana ancak pazar öğleden sonra dağ yollarından geçerek maden işçilerinin kampına ulaşabildi ve hemen bir toplantı organize ederek yüzlerinde yılgınlık okunan işçilere “Söz vermelisiniz. Ayağa kalkın ve grev zafere ulaşıncaya kadar kardeşlerinize ve sendikaya bağlı kalacağınıza söz verin” diye seslendi. Erkekler kem-küm ederken, kucaklarında çocuklarıyla kadınlar ayağa kalkarak, ertesi gün kimsenin işe gitmemesini sağlayacaklarına söz verirler.

Maden kasabasında şirketin bir oteli vardı ve işçiler Jones Ana’ya otelde bir oda ayırtmışlardı. Jones Ana, şirketin talimatıyla gece otelden çıkarılınca bir işçinin evine misafir edildi. Ama sabah erkenden gelen yeni bir haberle, o işçi de ailesiyle birlikte evden atıldı. Tüm eşyaları bir at arabasının içinde evden ayrıldılar. Bu manzara kamptaki işçileri çok öfkelendirdi ve madene inmemeye kesin karar verdiler. İşçiler işe dönmekten vazgeçince sırada işverenin grev kırıcısı getirme çalışması vardı. Jones Ana, ellerinde kovaları, süpürgeleri ve paspasları olan bir kadın ordusu örgütlemeye karar verdi.

Maden ocakları Drip Mounth’ta idi. Jones Ana eğer oraya kadar kadınlarla birlikte yürüyüşe geçerse kendisini tutuklayacaklarını ve kadınların başsız kalacağını düşünerek, öncülük yapması için İrlandalı bir kadını seçti. Bunun nedenini de  “Kırmızı bir iç eteği bulmuş ve onu pamuklu, ince bir geceliğin üzerine geçirmişti. Çoraplarının biri siyah biri beyazdı. Dağınık kızıl saçlarına, kırmızı, püsküllü, küçük bir eşarp bağlamıştı. Yüzü kızarmıştı, gözleri kızgındı. Ona baktım ve bir patırtı koparabileceğini hissettim” şeklinde açıklamıştı. Jones Ana, lider tayin ettiği kadına gerekli talimatları vermişti. İlk grev kırıcılar katır ve ya eşek sırtında göründüğünde kadınlar, liderleri öncülüğünde bağırmaya ve teneke kovalara vurmaya başladılar. Polis şefinin ilk başta İrlandalı kadına yaklaşarak “bayan, katırları ürküteceksiniz” dediğinde kadın “katırların da senin de canın cehenneme” diye sert çıkmasıyla geri çekildi.  Gürültüden ürkmeye başlayan katırlar sırtlarındaki grev kırıcıları yere atıp dereye aşağı yöneldiler, grev kırıcıları da aynı şekilde onların peşinden koşarak kaçmaya başladı. Kadınların taktiği çok başarılıydı.

O günden sonra kadınlar, grev kırıcılarına karşı battaniyeye sarılı bebeklerini kucaklarında taşıyarak direnişte aktif rol almayı sürdürdüler. Jones Ana kadınların hareketini şöyle değerlendirdi: “Kadınlar şirketin grev kırıcı getirmesini engellemek için madenleri sürekli gözlediler. Her gün, bir ellerinde süpürge ya da paspasları ve diğer kollarında küçük battaniyelere sarılmış bebekleriyle madenlere gittiler ve kimsenin ocağa girmemesine dikkat ettiler. Ve bütün gece boyunca da nöbet tuttular. Onlar destansı kadınlardı. Gelecek uzun yıllar boyunca, büyük bir ülkenin ilerlemesi uğruna mücadele ettikleri için, ulusumuz onları derin bir saygıyla anacaktır.”

Arnot’taki grev bir süre daha devam etti. İşveren çevredeki çiftçileri de grev kırıcılığı yapmaları için ikna etmeye çalıştı. Çiftçiler de çoğunlukla İsviçre’den göçüp gelmiş bir kesimdi. Jones Ana kurduğu ekiple çiftçileri tek tek ziyaret ederek durumu anlattı ve maden işletmecisine yüz vermelerine engel oldu ve çiftçiler madene gitmediler.  Arnot’ta grev başarı ile sonuçlandı. İşçiler bir yıl sonra Arnot zaferini kutlamak için şenlik düzenleyip Jones Ana’yı da davet ettiler. Kendisine altın bir saat hediye etmek istediler ama Ana, “küçük çocukların ekmek parası” dediği o saati almayı reddetti.

İşçilerin iyi örgütlenip başarılı direnişler yapmasına karşı, işletme sahipleri resmi kolluk güçleri ve özel güvenliğe yaslanmak dışında bir de silahlı gangsterleri devreye sokuyorlardı. Gangsterler örgütçü işçileri tehdit edip öldürüyor, toplantı basıyor, işçi evlerini tarıyor, yol kesiyor vs. idi. Öldürdükleri sendikacı ve işçi liderlerinin haddi hesabı yoktu. Lattimer kömür bölgesinde de örgütlenmek zorlu ve kanlıydı ve bölgede 26 sendikacı öldürülmüştü.  Eğer Jones Ana, Lattimer’e adım atarsa onu da öldüreceklerini ilan etmişlerdi.

Jones Ana tehditlere aldırmadan sıkı korunan ve gözetlenen Lattimer’e ulaştı. Çalışmalarını yine geceye göre ayarlamıştı. Toplantılarını yol kavşağında yaptılar. Lattimer’deki grevi kırmak için sabah eşek ve katılarıyla birlikte madene grev kırıcıları getirilecekti. Jones Ana eşliğindeki işçilerin aldığı karara göre grev kırıcılarını madende bekleyecek üç bin işçi de şafak vakti gizlice ocaklara sokulacaktı. Ve öyle de yapıldı.  Sabah olduğunda Jones Ana kadınlardan kurulu bir tabur hazırlamıştı. Eşleri gün doğmadan madene gizlenen kadınlar kocaları evdeymişçesine sabah ellerinde süpürgeleriyle dışarı çıkıp kapıyı süpürür gibi “bugün işe gitmek yok” diye söylenerek etrafı süpürüyorlardı.  Eşekleriyle sabah madene çalışmaya giden işçileri ise içeridekiler geri göndermek için hazır bekliyordu.

İçerideki işçilerin kavga ve tartışma sesini bastırmak için kadınlar süpürgeleriyle kovalara vurarak büyük bir gürültü çıkarıyor ve şarkılar söylüyorlardı. Kadınları gören direniş kırıcıları da hayretler içinde “aman tanrım yaşlı ana ve ordusu” diyerek şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı. Grev kırıcılığına giden her işçi geri çıktığında dışarıda bir alkış kopuyordu. Tabi grev kırıcılar sabah madene giderken Jones Ana “eşekler grev kırıcılığı yapmayacak, eşekler grev kırıcılığı yapmayacak” diye seslenerek ortalıkta yaygara koparmıştı. Eşekler girdikleri ocaktan binicilerinden daha önce çıkıyordu. Grev kırıcılığı yapan erkekleri de  dışarıda onları pataklamaya hazır eşleri karşılıyordu.

Nihayetinde şirket müdürü alana gelerek Jones Ana’dan kadınları alıp alandan götürmesini istedi. O da hiçbir işçinin burnunun kanamayacağına dair bir şart koşarak bunu kabullendi. Şirket grev bitene kadar maden sahasının kapalı olduğuna dair afişler astırmak zorunda kaldı. Bu arada sendika başkanı John Mitchell, Mary Jones’in maden sahasına geldiğinden önce haberi olmamıştı. Sonradan “ana biliyorsun seni öldürmekle tehdit ettiler, sahaya gitmekten korkmadın mı” dediğinde “Ait olduğum sınıfın kurtuluşuna hizmet edecekse, hiçbir şeyle karşılaşmaktan korkmam”  karşılığını almıştı. Lattimer’de grev başarıya ulaştı. Jones Ana ise “teneke tavalar ve ıslıklarla yürüyerek taştan duvarları yıkmayı başaran o cesur kadınları asla unutmadığını” anılarında üstüne basarak ifade eder.

Pennsylvania Hazelton’da, Shamokin taş kömürü sahasında işçiler çok kötü olan çalışma şartlarına karşı grev kararı almış; 150 bin işçi greve çıkmıştı. İşçiler her ne pahasına olursa olsun kazanmak istiyordu. Sendika liderlerinden biri greve çıkmadan aldığı paranın yarısını ailesine bırakmış, yarısını da grevle ilgili yer kiralama ve benzeri masraflar için kendine ayırmıştı. Jones, Ana grevin başarısı için Shomakin’e ulaştığında işçilerin gittiği kilisenin papazı, işçilere işe dönmelerini bunun karşılığını da cennette alacakları yönünde bir konuşma yapıyordu. Jones Ana da kilisenin yakınında bir yerde toplanan işçilere  “Çocuklar bu grev çağrısı, siz, karılarınız ve çocuklarınız ölmeden önce cennetten bir kırıntı elde edebilesiniz diye yapıldı” sözleriyle sesleniyordu. Şirketin tehditleri, papazın karşı propagandası işe yaramadı. Toplantı yapmaları  için hiç bir salondan izin çıkmamasına  karşın Jones Ana ve işçi liderleri bütün bir kampı örgütlemeyi başardı.

Grev  başarıyla sonuçlandı. Tabi Hazelton grevinin başarısı yakındaki bir maden işletmesi olan Coaldale’deki işçilerin destek vermesine bağlıydı. Onlar da dayanışma greviyle bunu sağladılar. Ama Coaldale madenlerinde işçilerin dayanışma grevine çıkmasında kadınların önemli bir rolü oldu. Zaten Jones Ana erkekleri greve çıkarmak için Hazelton’daki kadınlardan özellikle yardım istemişti. Kadınlar evdeki işleri ve çocukları grevdeki kocalarına bırakarak paspasları, kovaları ve teneke tavalarıyla dışarı çıktılar. Kadınlar, tavaları zil gibi birbirine vurarak on beş kilometre ötedeki dağlık alan  Coaldale maden kampına doğru akşamın karanlığında yürüyüşe geçtiler. Yolda devriye gezen şirketin silahlı milisleri kalabalığı geri çevirmek için durdurdu.

Jones Ana’da en öndeydi. Milislerin albayı ile Jones Ana arasında şöyle bir konuşma geçti:

“Albay, Amerikan işçileri ne duracak ne de geri dönecek. İşçiler ilerleyecek…”

“Süngüleri taktıracağım”

“Kime karşı?”

“Seninkilere.”

"Biz düşman değiliz. Biz sadece kardeşleri ve kocaları ekmek kavgası veren bir grup kadınız. Coaldale’deki kardeşlerimizin kavgamızda bize katılmasını istiyoruz. Çocuklarımız uğruna, memleket uğruna, bu dağ yollarındayız. Biz kimseye zarar vermeyeceğiz ve eminiz ki siz de bize zarar vermeyeceksiniz.”

Kafilenin geçişine yine de izin vermediler. Saat gecenin üçü idi. Sabaha kadar orada karşılıklı beklediler. Gün ışıdığında karşılarında paspasları, teneke tavaları olan kadınları gördüklerinde hem şaşırmış hem gülmeye başlamışlardı ki küçümser bir eda ile kadınların geçmesi için yolu açtılar. Uzun ve zahmetli yürüyüşten sonra kadınlar maden kampına erişmişti. İşçiler işe gitmek için hazırlanıp kapıya çıktıklarında kadınlarla yüz yüze geldiler. Kadınlar, ellerindeki tavaları birbirine vurarak  “sendikaya katıl, sendikaya katıl” diye slogan atmaya başladılar. Jones Ana ve kadın ordusu sahada sadece madencileri değil madene grev kırıcı taşıyan arabacıları hatta şirketin güvenlik işlerinde çalışan milisleri bile ikna etmişlerdi. Milislerin yaşadığı lojmanın mutfağında onlarla birlikte yemek de yediler.

Evet, Hazelton grevi başarılı oldu ama Jones Ana önderliğindeki kadınların dağ başındaki Coaldale kampındaki  işçilerini örgütlemesinin bunda payı çoktu. Kadınlar bu eylem sürecinde 50 kilometrelik yol katettiler. Hazelton’da sendika başkanı Mitchell’e, “Jones Ana vahşi bir kadın çetesiyle dağların tepesinde kıyameti koparıyor” haberi ulaştığında irkildi.  Sonradan Jones Ana’dan öğrenmişti ki hiçbir mülke zarar verilmemiş ve kimsenin de burnu kanamamıştı. Gerek sahada görev yapan şerif, gerekse de maden patronları, Jones Ana’nın kadınların arasında olduğunu ne anlamış, ne de bu yönde bir ihbar almıştı. Hatta bir keresinde kadınların önüne çıkan şerif karşısındakinin Jones Ana olduğunu anlamadan aralarından aşağıdaki şekilde bir diyalog cereyan etmişti:

“Tanrım, şu Jones Ana kesinlikle tehlikeli bir kadın” deyince Jones Ana;

“Onu niçin tutuklamıyorsunuz?”

“Tanrım, yapamam. Paspasları ve süpürgeleriyle o kadın çetesini peşime düşürmüş olurum ve hapishane hepsini alacak kadar büyük değil. Bunlar adamın hayatını kaydırırlar.”

Sendika başkanı Mitchell şaşkındı.  “Aman Tanrım, Ana, eve sağ salim döndün mü barı, neler yaptın sen öyle?” dedi.

“Beş bin adamı çekip çıkardım ve örgütledim. Zamanımız artınca, arabacıları da örgütledik, kampa hiçbir grev kırıcıyı taşımayacaklar.”

“Canınız yanmadı ya, Ana!”

“Hayır, can yakan bizdik.”

“Patronların adamları peşinize düşmedi mi?”

“Hayır, biz onların peşine düştük. Onların karıları ve bizim kadınlarımız kediler gibi bağrıştılar. Müthiş bir kavgaydı.”

Çocuk işçiliğinin yasaklanmasında

Jones Ana 1903 baharında Pensilvanya Kensington’da  çoğu genç kadından oluşan 75 bin tekstil işçisi greve çıktı. Grevci işçilerin on bini çocuktu. Ki 12 yaşın altındaki çocukların çalıştırılması yasaktı. Babaları ya madende ölmüş ya da çalışırken sakatlanmış çocukların anneleri, çocuklarını olduğundan büyük göstererek üç dolar haftalık için işe gönderiyordu. Jones Ana sendikaya gelip gitmelerinden dolayı öteden beri çocukların içinde bulunduğu vahametin yakın tanığıydı. Kiminin bir parmağı yok, kiminin parmağı eklem yerinden kopmuş, kimi de sıska ve kamburu çıkıktı.

Grev sırasında Kensington’a giden Jones Ana çocuk işçilerin dururumu ile yakından ilgilendi. Çocukların okul yerine, işte olmasının yasadışı bir durum olduğunu kamuoyuna yaymak için grevdeki çocuklarla belediyenin önünde bir miting düzenledi. Jones Ana gazetecilerin de izlediği mitingde elleri ezilmiş, parmakları eksik çocukları kürsüye çıkartarak çevreye ve gazetecilere gösterdi. Amacı çocuk işçiliğinin yasaklanmasıydı. Yaptığı konuşmada “Philadelphia’nın köşklerinin, bu çocukların kırılmış kemikleri, titreyen yürekleri ve eğik başları üzerine inşa edildiğini; onların kısacık yaşamının zenginlerin mutluluğu için harcandığını”  haykırdı. Çocuk işçiliği ertesi gün gazetelere haber oldu ve kamuoyunda tartışılmaya başlandı. Ama sorun tez unutuldu.

O sene, yüzyıl önce çalınan özgürlük çanı ABD’de dolaştırılıyor ve çanın çevresinde kalabalıklar toplanıyordu. Jones Ana çocuk işçilerin sesini duyurmak için özgürlük çanının dolaşılmasını fırsat bilip çocuk işçilerle çanın gezdirildiği yerlere doğru uzun bir yürüyüş planladı. Yürüyüşü grevci işçiler arasından bir kadın ve erkek ile bir grup çocukla beraber yaptı. Kimi eyaletlere girişleri valilik tarafından yasaklandı ama Jones Ana’nın ısrarlı girişimleriyle bu ve benzeri yasaklar aşıldı. Bazen kentlerin dışında kamp kurarak, bazen sendikaların ev sahipliğinden yararlanarak,  bazen de kendilerine otel odalarını açan işletmecilerin yardımıyla halkla bütünleşik büyük bir eylem gerçekleştirdiler. Çocukların ellerinde “Madene Değil Okula Gitmek İstiyoruz” yazılı dövizlerini taşıdılar. Yüzlerce dost ve destekçi kazandılar. Kasabalarda, şehirlerde mini mitingler yaptılar. Üniversite önlerinde akademisyenlerle birlikte toplantılar düzenlediler. Jones Ana’nın birlikte kahramanca mücadele ettiği kadınların yerini bu sefer çocuklar almıştı. Eylem çocuk işçiliğini ABD’de güncel ve tartışılan bir konu haline getirdi. Kensington’daki tekstil grevi başarısızlıkla sonuçlandı ancak çok geçmeden Pensilvanya’da 14 yaş altı çocukların çalıştırılmasını yasaklayan bir yasa çıkarıldı.

***

20.yüzyılın başı itibarıyla ABD’de kadınların oy kullanma, seçme/seçilme gibi talepleri için mücadele yürüten kadınlardan,  Jones Ana’nın kendi hareketlerine katılma talebi de gelmiştir. Jones Ana emekçilerin can yakıcı sorunları ile o kadar içli dışlı olmuştu ki “cehennemden kurtulmak için oya ihtiyacımız yok” diyerek süfrajetlere katılmayı reddetti. Bu tavrı onun kadın hakları karşıtı olduğu eleştirilerine yol açınca “sınıfıma özgürlük getiren hiçbir şeye karşı değilim” diye de net bir tavır koydu.

Jones Ana başta maden ve demir çelik, iplik, hazır giyim olmak üzere çok sayıda iş alanında işçilerin örgütlenmesinde, direnişe çıkması ve grevlerin başarıya ulaşmasında 60 yıldan fazla bir süreçte olağanüstü mücadele yürüttü. Çokça ölüm tehditli aldı. Tutuklandı, yargılandı. Haklılığına olan inancıyla kendisini yargılayan kimi savcı ve hakimi ikna etmeyi başardı. Katıldığı son grev 1919’daki çelik işçileri grevi oldu. Ondan sonra aktif saha eylemleri yerine sendika eğitimcisi, organizatör ve deneyimlerini paylaşan biri olarak çalışmalarına devam etti. 1919’dan sonra otobiyografisini de yazmaya başladı ve 1925’te 83 yaşındayken “ ve son cümlesi “Gelecek işçilerin güçlü, nasırlı ellerindedir” diye biten otobiyografisi yayımlandı. Ömrünün son yıllarını Adelphi Maryland’da yol ve mücadele arkadaşlarının çiftliğinde geçirmeye başlamıştı. Doğum tarihini 1830 olarak kabul edenler onun 100. yaşında (30 Kasım 1930) hayata veda ettiğine vurgu yaparlar.

Vasiyeti gereği cenazesi, İllions’ın  Virdin kentindeki madencilerin yattığı mezarlığa defnedildi. Amerika’da 11 Ekim Madenciler Günü olarak bilinir. Jones Ana’nın anıt mezarını aralarında 16 bin dolar para toplayan maden işçileri yaptırdı. Anıt mezar 1936’da açıldığında 50 bin kişi ziyaret etti. 1976 yılında onun unvanının ilk hecesinden oluşan (Mother Jones=MoJo), MoJo adlı radikal bir dergi yayın hayatına girdi ve hala yayımlanmaktadır.

  • 1.Emek Şövalyeleri 1869’da kurulmuş yasal olmayan bir işçi hareketidir. Emek Şövalyeleri ortaya çıkışından sonra hızla güçlenmiş ve ABD işçi hareketine örgütlenme ve birlikte hareket etme bilinci kazandırmıştır. 1880 yılında üye sayısı bir milyona ulaşmıştır. İşçilerin direnişlerine yönelik bir takım provakatif şiddet eylemleri Emek Şövalyeleri’nin suçlanmasına neden olmuştur. Sendikaların güçlenmeye başladığı bu yıllardan sonra Emek Şövalyeleri’ne ilgi de gittikçe azalmaya başlamıştır.

T-24 KÖŞEBAŞI - 8 MART 2024 -

 

Çocukların yemek bütçesi nerede?(Çiğdem Toker)

Anaokuluna giden bütün çocuklara bir öğretim yılı boyunca çıkarılacak bir öğün ücretsiz yemeğin, devlete toplam bedeli 11 milyar 200 milyon TL. Bu nasıl bir tutar biliyor musunuz? Devleti soyan sahte fatura, paravan şirket çetesinin, kamuya verdiği zararın yarısı bile değil

Çocukların okullarında, günde en az bir öğün sağlıklı ve doyurucu yemeğe ulaşabilmesi, iktidarın harcama tercihleriyle ilgilidir. Başka hiçbir şeyle değil.

Çocukların beslenme çantaları boşsa, harçlık alabilen, kantinlerde niteliksiz gıdalara para harcamak zorunda kalıyorsa bu, trilyonlarımızı yöneten iktidarın, bütçe kaynaklarını çocuklar için harcamak istemediği, öncelikleri arasına girmediği anlamına gelmektedir.

"Kaynak yok" kadar büyük bir aldatmaca azdır. Buna hiç kanmayın. Bütçenin, mali konuların teknik diline de bakmayın. Bir iktidar çocukların aç kalmamasını dert ediyorsa, kaynağı da bulur. Daha doğrusu bu, zaten aranması gereken bir harcama kalemi değildir. Orada durmaktadır. Gelir İdaresi teşkilatının büyük özverilerle topladığı (ya da toplayamadığı) vergiler nerede duruyorsa, orada.

Büyük siyasal dikkat

Bütün mesele, adeta yedi yirmi dört "millilik de millilik" diyenlerin yüzünü nereye döndüğü, büyük siyasal dikkatin nereye odaklandığıyla ilgilidir. Örneğin büyük siyasal dikkat, git git bitmeyen koridorlarıyla şehir hastanelerine, paralı otoyollara, tünellere, havalimanlarına odaklanmışsa; Hazine ve bakanlıklar, bizim ortak varlığımız olan bütçeyi, dolar "üç lirayken beş lirayken" finans sistemine borçlu kılmışsa, bu; siyasal tercihin o şirketler, o bankalar için kullanıldığı anlamına gelir.

Bütçeden milyarlarca lira önce bu hastaneleri, yapan şirketlere aktarılır. (Sonra da içeriği halktan kaçırılan 25 yıllık sözleşmelerin süresi, 3-4 yıl düşürmekle övünülür.)

Çocuklara günde bir öğün ücretsiz yemek sağlanması, bir önceki yazının konusuydu. Bunun kamusal bir sorumluluk olduğunu, bunun en çok iktidarın bütçe tercihleriyle ilgili olduğuna dair saptamayı dile getirmiştim. İlgi gördü ve paylaşıldı.

O yazıda çocukların sağlıklı büyüyüp gelişmesine katkıda bulunacak devlet kaynaklarının aslında fazlasıyla var olduğunu belirtmiştim.

Devleti dolandıranlar

Demir Yumruk operasyonunu hatırlar mısınız? Demir çelik piyasasını sahte faturalarla manipüle ederek bozan, paravan şirketler kurup devleti sahte faturalarla milyarlarca lira zarara uğratan firmalara yönelik bu operasyon, 2022 yılında düzenlendi. Başta Ankara olmak üzere, 29 ilde düzenlenen bu operasyonla ilgili olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın hazırladığı iddianamesi tam 1354 sayfaydı.

Kamyon kamyon belge, mücevher, bavullar dolusu para ele geçirilmiş, 105 milyar liralık sahte faturayla devletin 25 milyar lira zarara uğratıldığı haberlere yansımıştı.

O iddianamede en sık (çok sayıda şüpheli ve çok sayıda firma olduğu için onlarca kez) tekrarlanan bölümü aktarıyorum:

Devlet mamelekinin aktif kısmını eksiltmek

"Suç örgütü faaliyeti kapsamında

- gerçekte ticari bir alım olmamasına rağmen gerçek bir ticaret varmış gibi tanzim edilen sahte faturaların düzenlendiği; (…);

- sahte faturaların komisyon karşılığında satıldığı; hileli hareketin ortaya çıkmaması amacıyla gerçek bir ticari ilişkinin var olduğu izlenimi verilebilmesi için çek keşide edildiği; çekin suç örgütü faaliyeti kapsamında suç örgütü yöneticilerinin emir ve talimatları doğrultusunda keşideciden teslim alındığı ve kurye, şüpheliler tarafından arka yüzlerinin belli bir sistematik izlenerek ciro edildiği;

- son cironun da şüpheli kuryeler tarafından yapıldığı ve çeklerin suç örgütü üyesi kuryeler tarafından bankadan tahsil edilerek paranın geri keşideci şirkete teslim edildiği;

- bu yolla sahte fatura satan şirketin komisyon ücreti şeklinde haksız menfaat temin ettiği; sahte fatura satın alan şirketin KDV iadesinden kaynaklı haksız menfaat temin ettiği; gerçek bir ticaret olmaksızın gerçekleştirilen hileli hareketler neticesinde KDV iadesi yapan Devlet mamelekinin aktif kısmının eksildiği; kamu kurum ve kuruluşlarının zararına olarak dolandırıcılık suçunun bu yöntem ile işlendiği"

Bayburt grubu faturaları da var

Devleti dolandırmaya yönelik bu sistemde çok sayıda şirket yer aldı. Gözaltı ve tutuklamalar oldu. Bu davanın iddianamesi, devletin nasıl dolandırıldığı, hangi yöntemlerin nasıl kullanıldığı açısından öğretici. Şirket isimleri kullandıkları sahte senetlerin örnekleri, görsellerinin de yer aldığı şirketler arasında, geçen hafta patronunun dolandırıcılıktan ceza aldığını yazdığım Bayburt Grubu şirketleri de var. (İddianamenin 317, 333, 334, 341. Sayfalarında ayrıntılı olarak anlatılıyor.)

25 milyar liralık zarar ve çocuk yemeği

Devletin bu sahte fatura düzeni kuranlar tarafından uğratıldığı 25 milyar liralık zarar çok büyük bir tutar. 8 milyondan fazla emekliye 3 bin liralık bayram ikramiyesi ödenecek kadar. Yani bu şirketler, kurdukları sahte fatura düzeniyle emeklinin maaşından çocukların yemeğinden çalıyor aslında.

Basit bir hesap daha yapalım. Bugün İBB'nin Kent Lokantaları'nda sunduğu üç öğün yemeğin bedeli 40 TL. Devletin bir çocuğa bir öğün için yapacağı harcamada bu tutarı esas alırsak 22 gün üzerinden ayda 880 TL, 9 ayda yaklaşık 8 bin TL'ye karşılık geliyor.

Bu dönemin başında Milli Eğitim Bakanlığı'nın ücretsiz yemeği kestiği ana okullarındaki öğrenci sayısının yaklaşık 1 milyon 400 bin olduğu belirtiliyordu. Yine 40 TL'yi ve 1 milyon 400 bin anaokulu öğrencisini esas alalım.

Anaokuluna giden bütün çocuklara bir öğretim yılı boyunca çıkarılacak bir öğün ücretsiz yemeğin, devlete toplam bedeli 11 milyar 200 milyon TL.

Bu nasıl bir tutar biliyor musunuz?

Devleti soyan sahte fatura, paravan şirket çetesinin, kamuya verdiği zararın yarısı bile değil. Üstelik o şirketlerin bir kısmına, TMSF kayyım olarak atansa bile, bir kısmı hâlâ faal ve piyasada iş yapıyor. (Sahte faturayla devleti dolandırmanın, kamu inşaatlarında malzemeden çalmak anlamına da geldiğine hiç değinmiyorum bile…)

Misal, iktidar, devleti bu kadar rahat dolandırabilen şirketlerin bu kadar rahat hareket etmesini önceden önlese bu zarar oluşmayacak.

Anlaşılıyor mu "kaynak yok" demek, neden büyük bir yalandır.

"Kaynak yok"un doğru söylenişi, "Kaynağı iyi yönetemedik, devletin zarara uğratılmasına engel olmadık olamadık, kaynağı oraya değil buraya kullanmayı tercih ettik, siz onun için yoksulsunuz, açsınız"dır.

                                                               /././

Küresel asgari kurumlar vergisi (I): Dev şirketlerin kârlarının vergi cennetlerine gitmesi önlenebilir mi? (Binhan Elif Yılmaz)

Küresel düzeyde asgari kurumlar vergisi hayata geçmek üzere. Neden böyle bir uluslararası irade oluşuyor? Ulaşılması hedeflenen amaçlar neler? Küresel asgari kurumlar vergisi nasıl uygulanacak? Beklenen vergi geliri ne kadar? Küresel asgari kurumlar vergisinin şirket sermayesi ve kararları üzerindeki ilk etkiler neler olacak? Türk şirketleri nasıl etkilenecek? Tüm bu soruların cevaplarını aradığım bir yazı dizisi hazırladım. Bugün ilkini okuyacaksınız...

Dev şirketlerin büyük miktardaki kârları vergi cennetlerine aktarılmaya devam ediyor. AB Vergi Gözlemevinin hazırladığı 2024 yılı Küresel Vergi Kaçakçılığı Raporuna göre, 2022 yılında vergi cennetlerine aktarılan kâr, 1 trilyon dolar. Bu tutar, çok uluslu şirketlerin ana merkezlerinin bulunduğu ülke dışındaki tüm kârlarının yaklaşık yüzde 35'i kadar.

Vergi cennetlerine giden kârların ardından ortaya çıkan kurumlar vergisi geliri kaybı da oldukça ciddi düzeye ulaşmış durumda. Kayıp, küresel olarak toplanan kurumlar vergisi gelirlerinin neredeyse yüzde 10'una eşdeğer.

ABD'li çok uluslu şirketler, küresel kâr değişimlerinin yaklaşık yüzde 40'ından sorumlu. Rapora göre bu durumdan en çok etkilenenler Batı Avrupa ülkeleri.

Aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi, cennet birden fazla. 2004 yılında İsviçre bu alanda en iyi konumdayken izleyen yıllarda cazibesini kaybetmiş görünüyor. Asya ülkeleri ise 2004 yılından sonra vergi cenneti olma kapasitesini bir hayli geliştirmiş durumda.

Kaynak: Küresel Vergi Kaçakçılığı Raporu-2024 (AB Vergi Gözlemevi)

Yine aynı rapora göre 2001 yılında küresel milli gelirin yüzde 9,4'ü vergi cennetlerindeki küresel finansal zenginlik iken bu pay 2020'de yüzde 14'e kadar yükseldi. 2022 itibariyle küresel milli gelirin yüzde 12'si vergi cennetlerindeki küresel finansal zenginliklerden oluşuyor. Ayrıca bu zenginlikler yüksek servet sahibi kişilere ait.

Haliyle bu zenginliklerin önemli bir kısmı vergi otoritelerine beyan edilmiyor. Rapordaki hesaplamalara göre yalnızca vergi cennetlerindeki bu finansal zenginliklerin yaklaşık yüzde 25'i vergi dışı kalmış durumda.

Zengin demişken; özellikle milyarderler ödediği tüm vergiler itibariyle daha düşük vergi oranlarına tabi olabiliyorlar. Teknik olarak milyarderlerin düşük vergi oranlarına sahip olmalarının temel nedeni, çoğu ülkede özellikle gelir ve kurumlar vergisinden kaçınmak için kendilerine ait dev şirketleri kullanabilmeleri. Vergi cenneti ülkelerde dev şirketler kurarak, birden fazla şirkete bölünerek, kâr payı dağıtan halka açık şirketler oluşturarak kâr payları üzerinden vergi ödemekten kaçınmaları/kaçırmaları mümkün olabiliyor.

Aşağıdaki grafik de oldukça çarpıcı. Amerika, Fransa ve Hollanda'da servet sahipliği arttıkça tabi olunan vergi oranları da düşüyor. Oysa vergide adaleti sağlamak için az kazananın az çok kazananın çok vergi ödemesi gerekiyordu.

Kaynak: Küresel Vergi Kaçakçılığı Raporu-2024 (AB Vergi Gözlemevi)

Örnekler, grafikler çoğaltılabilir. Bir yandan adaletin sağlanması ve toplum vicdanının rahatlaması için bu kârların görünür hale gelmesi ve vergilendirilmesi gereği ortada. Diğer yandan devletlerin kamu geliri ihtiyacı giderek artıyor.

Çok uluslu dev şirketlerin kârlarının vergi cennetlerine gitmemesi için bir yol haritası var mı?

Yukarıda bahsettiğim bu tür vergi uyumsuzluklarının azalması için uluslararası irade şart görünüyor. OECD'nin 2012 yılından bu yana BEPS Eylem Planı var. Bu plan, çok uluslu şirketlerin sınır ötesi işlemlerde vergi düzenlemelerini ihlal etmesini önleyici Matrah Aşındırması ve Kâr Kaydırması Eylem Planı'dır. Ayrıca 2017 yılında OECD bünyesinde 38 ülkeyi kapsayan çalışmalar başlamıştı.

Küresel asgari kurumlar vergi, Birleşmiş Milletler Üst Düzey Paneli (FACTI) tarafından 2021 Şubat ayında sunulan Sürdürülebilir Kalkınma İçin Finansal Bütünlük Raporu'nun da ana tavsiyelerinden biriydi.

Ayrıca Ekim 2021'de 140 üye ülkeden 136'sının kabul ettiği OECD/G-20 BEPS Kapsamlı Çerçevesi ortaya çıktı. Vergileme alanındaki bu sorunu aşmada iki sütunlu bir yaklaşıma yer verildi. Birinci Sütun, temelde dijital hizmet sağlayıcısı çok uluslu teknoloji şirketlerinin vergi ödeyeceği yere vurgu yaparken, İkinci Sütun küresel asgari kurumlar vergisinin ilkelerini belirliyor.

Ancak BEPS planının ilerlemesine rağmen küresel kâr değişimlerinin çok az değiştiği görülüyor. Bu değişim nedeniyle küresel vergi geliri kaybının, toplanan kurumlar vergisi gelirinin yaklaşık yüzde 10'unda sabit kaldı. Küresel düzeyde bir asgari kurumlar vergisini hayata geçirmek bir çözüm olabilirdi.

Küresel asgari kurumlar vergisi düşüncesi nasıl doğdu?

Hükümetler, pandemiyle mücadelede yavaşlayan ekonomik aktivite seviyesini arttırmada genişletici para ve maliye politikalarını uyguladılar. Tüm bu önlem ve destekler, mali disiplinden uzaklaşmayla sonuçlandı ve ekonomik göstergeler derinden etkilendi. O nedenle hükümetlerin yeni gelir kaynakları arayışına başlamaları kaçınılmaz. Ayrıca dünya artık daha kirli, iklim değişiklikleriyle mücadele ve sürdürülebilirlik çok maliyetli hale geldi. Kaynak arayışları çoğu zaman borçlanmayı bir finansman aracı olarak karşımıza çıkarsa da devletlerin temel ve vazgeçilmez gelir kaleminin vergiler olduğu unutulmuyor.

Küreselleşmenin sermaye önündeki engelleri kaldırması ve doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yıllar itibariyle artışı, ülkelerin birbirlerinden bağımsız bir şekilde vergi politikası izlemelerini engelliyor. Ülkeler, vergi politikalarını düzenlerken diğer ülkelerin vergi politikalarını da göz önüne almak durumunda kalıyor.

ABD seçimlerinin ardından başkanlık koltuğuna geçen J. Biden, Covid-19 ile mücadelede açtığı destek paketlerinin finansmanı için kendinden beklenmeyen bir alanda, vergi alanında bir mücadele başlattı. J. Biden, küresel kurumlar vergisi oranının asgari yüzde 15 olması önerisini getirdi. Bu konuda uzlaşma çağrısı cevap buldu, G-7 ülkeleri de destek verdi ve süreç küresel vergi reformuna dönüştü.

Küresel düzeyde asgari kurumlar vergisinin hayata geçirilebilmesi için G-20 ülkelerinin de uzlaşmaya destek vermesi gerekiyordu. Ülkelerin maliye-para politikası yetkilileriyle yapılacak toplantılarda alınan kararlar ve anlaşma hükümleri ulusal parlamentolarda onaylanırsa, 2024 yılı gelmeden hayata geçeceği 2021 yılı sonlarına doğru kesinleşmiş gibiydi. Geçtiğimiz hafta G-20 maliye bakanları ve merkez bankası başkanları Brezilya'nın Sao Paulo kentinde toplandılar. Bu konu yine gündemdeydi.(Yazı dizisi devam edecek, görüşmek üzere.)

                                                                /././

Tutuklanan mühendis anlatıyor: İliç’te “o” sabah neler yaşandı? “Ben, bakanlık tarafından denetim görmedim” (Tolga Şardan)

Toprak altında kalan dokuz kişinin cansız bedenlerinin bulunmasından da umut kesildi

İliç’te Anagold firmasının sahibi olduğu altın madeninde yaşanan facia halen gündemdeki yerini koruyor.

Dokuz kişinin, kayan toprağın altında kalarak yaşamını yitirdiği olayla ilgili her gün yeni bilgiler ortaya çıkıyor.

Facianın ardından başlatılan adli soruşturma çerçevesinde tutuklanan firma personeli var.  Savcılık soruşturmasında son olarak geçen hafta sonu tutuklanan iki mühendisin ifadeleri oldukça önemli bilgiler içeriyor.

Mühendis Akpolat’ın anlatımlarından anlaşılacağı üzere, 13 Şubat sabahı altın madeninde ne yaşandığı net biçimde görülüyor.

Aynı ifadeye göre, şimdiye kadar kulakta kulağa yayılan ancak somut olarak ortaya konulamayan bakanlık denetimi konusu da aydınlığa kavuştu böylelikle.

Sözü çok uzatmadan tutuklanan Anagold firması mühendisi Kaan Murat Akpolat’ın anlatımlarına geçeyim.

Firmada 17 aydır “asistan proses mühendisi (süreç yöneticisi)” olarak çalışan Akpolat’ın ifadesinin özeti şöyle:

“(...) Yığın liçin başlayış tarihini tam olarak bilmemekle birlikte 10 yıldır yapıldığı hakkında durum almıştım. ABD firması olan GRE firması tarafından bir dizayn projesi hazırlanır. Bu hazırlanan proje Türkiye’de onaylanır. Bu onay işleminden sonra Anagold AŞ’nin proje departmanına gelir ve bu departmandaki haritacılar tarafından liç alanının sınır bölgeleri belirlenir.

Bu sınırlara göre kırıcı biriminden malzeme geçirilerek aglemeratör cihazından gerekli karışım ve işleminden sonra bant sistemi ile liç alanına malzeme yığılmaya başlanır. Malzeme yığıldıkça yayılma işlemi dozerler ve iş makineleri vasıtasıyla yapılır. Sonra boru döşeme işlemi yapılır ve borulara solüsyon verilir. Ben işlemlerin bu şekilde yapıldığını biliyorum.

“Bakanlık tarafından denetim görmedim”

İki – üç aylık ara dönemlerde çok küçük boyutta çatlakların görüldüğü ve denetçi firma olan GRE firmasına bunların fotoğraflarının gönderildiği, firma tarafından da çatlakların kendi malzemesi ile harmanlanarak çatlakların kapatılması hususunda tavsiye alınıyordu. Bu kapatılan çatlaklar, doğal çatlaklardır. Daha önce büyük çatlaklar görülmedi. GRE firması yaklaşık 3 ayda bir denetlemeye gelir.

Ben bakanlık tarafından denetim görmedim. Belki müdürlerimiz tarafından bu denetim gözlenmiştir. Liç sahasından oksit proses birimi, çevre departmanı, iş sağlığı birimi, jeoteknik birimi ve proje departmanı sorumludur.

Sabah 08.00'de neler yaşandı?

Olayın meydana geldiği 08.00 sıralarında yığın liçi operatörü olan Nazım Köse, üretim müdürü Şenol Demir’i aradı. Şenol Demir ile ben aynı odayı paylaşırım. Nazım Köse, Şenol Demir’e yığın liçi serim alanında kırıklar olduğunu söyledi.

Daha sonra ben ve Şenol Demir, doğrudan bize bildirilen kırıkların olduğu sahaya gitmek için yola çıktık. Nazım Köse, Şenol Demir’i daha tecrübeli olduğunu gördüğü için onu aramış olabilir. Zaten bir kişiye haber verildiğinde yeterli oluyor. Sahaya çıktıktan sonra zaten biz de amirimiz olan Murat Bayrakdar’a çatlaklarla ilgili bilgi vermiştik. Alana vardığımız zaman günlük yapılan üretim toplantısına Time’s programı üzerinden katıldık. Hatırladığım kadarıyla, arabayı ben kullanıyordum. Benim telefonumdan mı, yoksa Şenol Demir oturumu üzerinden toplantıya katıldım hatırlamıyorum.

“Otuz işçi çalışıyordu”

Toplantıda yığın liçi süpervizörü Kenan Öz, yığın liçte oluşan kırıklardan oksit baş mühendisi Murat Bayrakdar’a bilgi verdi. Çünkü Kenan Öz’ün de yığın liç alanı kontrol görevi vardır. Biz zaten çıktığımızda kendisi oradaydı.  Murat Bayrakdar ise, herkese bilgi vererek sahaya geleceğini söyledi. Şenol Demir ve ben şu anda sahada olduğumuzu buraya gelmeleri gerektiğini Murat Bayrakdar‘a söyledik. Soysal Doğan da o sırada orada bulunmaktaydı.

Toplantıdan hemen sonra kendi aramızda görev dağılımı yapıldı. Ben jeoteknik bölümünden asistan mühendis Berkay Mısır’ı aradım. Üstü olan Ali Rıza Kalender’i de alarak sahaya gelmesi gerektiğini söyledim. Bu talimatı Murat Bayrakdar’ın talimatı olarak verdim. Toplantı bittikten sonra ben ve Şenol Demir arabadan inerek kırıkları incelemeye başladık. Yaklaşık 30 kadar proje departmanına bağlı işçi mebran serme işleri yapıyorlardı.

“Alanı boşaltın, yolu kapatın”

Daha sonra kırıkların olduğu yere İSG’den mühendis Gizem Gazcı, çevre departmanından mühendis Recep Çalı, oksit başmühendisi Murat Bayrakdar geldi. Biz jeoteknik ekibini beklerken, Murat Bayrakdar alanı boşaltmamızı ve yolu kapatmamızı söyledi.

Yığın liç giden iki yol vardır. Biri ocak tarafından, diğeri borulama ofislerinin olduğu yerdedir. Yolu borulama ekibi ofislerinin önünden kapatılması, gelenleri borulama ekibinin bulunduğu yere gitmesi Murat Bayrakdar söyledi. Ocak tarafındaki yol üzerine iş makinesi, malzeme götürüp daha sonra dubalar konuldu. Borulama ekibinin bulduğu ofisin önüne de dubalar konuldu.

Alanda bulunan işçiler, proje departmanı işçileriydi, kendilerine çıkmalarını söyledik. İşçiler malzemelerin olduğunu söylediler. Ben, boşaltmanın hızlandırılması ve bilgilendirme amacıyla proje departmanında çalışan mühendis İshak Aslan’ı arayarak bilgi verdim. İshak Aslan da sahaya geldi.

“Müdürler toplantısı”

Murat Bayrakdar, saat 10:00’da yapılacak olan müdürler toplantısında bu gördüklerini anlatacağını söyleyerek alandan ayrıldı. Biz de bu sırada alanın boşaltılması ve kapatılma işlemlerini, malzemeleri güvenli alana çekme işlemlerini yapıyorduk. Alanla ilgili tüm talimatları bize Murat Bayrakdar verdi. Daha sonra Şenol Demir de alandan mail atmak için ayrıldı.

Şenol Demir yol kapatma bilgilendirme mailini 10:50’de iş güvenliği departmanı, bakım departmanı,  oksit proses operasyon departmanı, sülfit proses operasyon departmanı, maden departmanı ve Anagold bünyesinde çalışanların bulunduğu İliç White isimli ortak mail grubuna, yolun ikinci bir bildirime kadar kapatıldığına dair mail gönderdi.

“Radar haritasında gördük”

Bildiğim kadarıyla bu İliç White gelen mail bildirimden taşeron yetkililerin bilgisi yoktur. Biz alanı boşalttıktan sonra jeoteknik departmanından Berkay Mısır ve tanımadığım iki kişi alana geldiler ve inceleme yaptılar. Radar haritasını bana Berkay Mısır gösterdi ve durumu bana anlattı. Bir hareketin olduğunu ancak asıl departmandan sorumlu Ali Rıza Kalender’in gelip bakması gerektiğini, Ali Rıza Kalender’in geleceğini söyledi. Bana radar haritasının fotoğrafını gösterdi. Daha sonra Murat Bayrakdar, İSG başmühendisi Burak Artal, çevre mühendisi Can Serdar Hastürk, operasyon başkan yardımcısı Ian Guille ile birlikte olay yerine gidip keşif yapmakta iken, Murat Bayrakdar’ın beni çağırması üzerine, bu keşfe daha sonra katıldım.

“Görüntüleri gönderdim”

Burada bulunanlara Berkay Mısır’ın bana anlattıklarına anlattım ve gönderdiği radar görüntüsünü gösterdim. Berkay Mısır bana tam bir anlam veremediğini, olayın önemi ile alakalı Ali Rıza Kalender’i işaret etti. Ian Guille, görüntüleri mail olarak atmamı istedi. Saat 10:52’de mail yoluyla görüntüleri gönderdim. Alanda iken Murat Bayrakdar alanı kapatıldığını, ara ara saha denetimi yapılmasını Ali Rıza Kalender geldikten sonra beraber sahayı inceleyeceğini söyledi.

Murat Bayraktar, Ian Guille’ye alanda bulunan solüsyonu nasıl yönetilmeyeceğini kesilip kesilmeyeceği ile ilgili oksit departmanı ile bir toplantı yapılacağını, karar için Ian Guille’ye sorulacağını söyledi. Saatini tam hatırlamadığım bir zamanda, ancak saat 12:00 civarı olabilir, Ali Rıza Kalender şirkete geldi. Murat Bayraktar, Ali Rıza Kalender, ben ve tanımadığım bir kişi alana çıktık. Ali Rıza Kalender, alanı inceledi. Alanda yığın liç çalışmaların durması gerektiğini, inşaat işlerinin çalışabileceği alanda oturma hareketi meydana geldiğini, bu yarıkların çimento ile birlikte iş makinaları ile kapatılabileceğini söyledi.

“Toplantı yaptık”

Ali Rıza Kalender, böyle bir tavsiyede bulunabilir ancak biz liç alanındaki talimatları Murat Bayraktar’dan alırız ve ona göre iş durdurması veya başka bir iş yaptırabiliriz. Murat Bayraktar, Ali Rıza Kalender’in mail olarak gönderilmesini ve teknik bir bilgilendirme göndermesi gerektiğini yoksa dediklerini yapmayacağını söyledi.

Biz aşağı indik ve solüsyonu nasıl yönetileceğine dair toplantı yapmaya saat 13:20 civarında başladık. Bu toplantıda ben, Şenol Demir, asistan proses mühendisi Elif Reyhan, ADR süpervizörü Adnan Keklik, borulama süpervizörü Soysal Doğan vardı. Biz, bu toplantıda solüsyonun kesilmesi halinde nasıl yönetilebileceğini aktardık. Bu konuştuklarımızı Murat Bayraktar’a söyledik.

“Çimento ile düzeltilir”

Murat Bayraktar bunu soracağını ve kararı bize söyleyeceğini söyledi. Çok kısa süre sonra bize döndü ve ‘solüsyonu kesin’ dedi. Biz de solüsyonu kestik. Adnan Keklik, kendi birimine bağlı bir kişiyi arayarak solüsyonu kesmesi gerektiğini söyledi. Ali Rıza Kalender, oluşan yarıklarla ilgili bir mail gönderdi. Ancak yukarıda alanda söylediği işçilerin girebileceğini yönelik bir bilgi yoktu. Alanın çimento ile düzeltilebileceği söyledi. Yığın liçi operasyonunun durmasını bildirdi.

“Borulardan ses geldi”

Bu olay, Murat Bayraktar’ın solüsyon kesim için Ian Guille’den onay almaya gittiği sırada gerçekleşti. Maili kendi bilgisayarından Murat Bayraktar’ın söylediklerini yazarak ve Murat Bayraktar’a mail olarak gönderdim. 15-20 dakika sonra ismini hatırlamadığım bir kişiden ‘borulardan ses geldiği’ söylendi. Ben, Elif Reyhan ve Adnan Keklik, borulama ofisinin oraya doğru yola çıktık. Borulardaki solüsyon akışından Adnan Keklik sorumlu olduğu için ben ve Elif Reyhan da liç sahasında kontrol görevimiz olduğu için beraber gitme kararı aldık.

“Kırıklar artmış, çıkmayın”

Adnan Keklik’in kendi görevi olduğu yönünde bir değerlendirme yaptığını düşünüyorum. Zira, Murat Bayrakdar bana böyle bir talimat vermedi. Bu sırada Berkay Mısır’la karşılaştık. Berkay Mısır bize ‘kırıklar artmış, bence çıkmayın’ dedi. Biz alanı biri inşaat müdürü (farklı firma, ismini Patrik olarak biliyorum) ve tanımadığım diğer iki yabancıya bu kişilerin inşaat işinden anladıkları ve inşaatın durumuna bakacaklarını söylediler.

Ben de bu alanda yetkili olduğum için beraber çıkmıştım. Bu sırada Murat Bayrakdar’ın talimatı ile olduğunu bildiğim Kenan Öz, Ramazan Çimen, Soysal Doğan,  İshak Demir ve bir operatör daha denetimdeydi. Biz onları alanı boşaltmalarını söyledik. Ben söyledikten 5 -10 dakika sonra kayma meydana geldi. Murat Bayrakdar, bana alandan çatlak fotoğraflarını göndermemi istedi. Ben sadece Soysal Doğan ve İshak Demirel’e, liç 30’da fotoğraf çekmelerini söyledim.

“Günde 7-8 ton malzeme yığılıyor”

Ben, Elif Reyhan ve üç yabancı inceleme yapmak için en üst liç koduna çıktık. Burada bulunduğumuz sırada toprak kaymaya başladı. Olay bu şekilde meydana geldi. Benim zamanımda fazla yükleme olmadı. Sadece su birikintisi ara ara oldu ama küçük işlemlerle giderildi. Şu sıralar, günde yaklaşık 7 - 8 ton malzemenin yığıldığını biliyorum. Zaten bu, mail yoluyla bildirilmektedir. (...)”

* * *

Mühendis Akpolat’ın anlatımlarıyla İliç faciasının röntgeni net biçimde çekildi kanımca.

Yazının girişinde dikkat çektiğim gibi; aynı ifadeyle, Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın maden alanında en azından 17 aydır denetleme yapmadığı da anlaşıldı.

Ve, toprak altında kalan dokuz kişinin cansız bedenlerinin bulunmasından da umut kesildi.

(T-24)