9 Mart 2024 Cumartesi

T-24 KÖŞEBAŞI - 9 MART 2024 -

 

8 Mart Dünya 'Emekçi' Kadınlar Günü kutlu olsun! (Binhan Elif Yılmaz)

2023 yılında üniversite mezunu kadınlarda işsizlik oranı yüzde 11,9 ve lise mezunlarında yüzde 17 iken erkeklerde işsizlik oranları sırasıyla yüzde 6,2 ve yüzde 7,7 olarak gerçekleşti

Geçmişi işçi hareketlerine dayanan "8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü", yüzyıldır Türkiye'de takvim yaprağında yer alıyor, ama sıradan bir gün sanılmasın. Emekçi Kadınlar Günü'nün varlık gerekçeleri, bugün bizlere çok makul gelen insana yaraşır çalışma şartlarına (eşit işe eşit ücret, cinsiyet farklılığının ücret ve çalışma koşullarına yansımaması, süre ve ortam olarak sağlıklı koşullar), oy kullanma ve seçme/seçilme haklarına sahip olmaktı.

Peki, hayatın her alanına emek veren kadınlar işgücü istatistiklerine nasıl yansıyor?

Kadınlar hayatın her alanına emek veriyor. Ancak işgücü piyasasında sunduğu emek ve aldığı karşılık, hâlâ tam olarak arzu edilen düzeyde değil. Hem işsizlik oranının yüksekliği hem de eşitsiz işgücü piyasası olanakları ile karşı karşıya kalmaya devam ediyor. 2023 yılının kasım ayından aralık ayına kadar 43 bin kadın daha işsiz kalırken, aralık ayında istatistiklere giren işsiz kadın sayısı 1.447 bin kişiye ulaştı

Aşağıda hazırladığım ilk grafikte 2005-2023 yılları arasında kadın ve erkek işsizlik oranları yer alıyorKadın ve erkek, 2005-2010 yılları arasında işsizlikte kısmen eşitlenmişti. 2010 sonrası kadın işsizlik oranında gerileme başlasa da erkek işsizlik oranı daha hızlı düştü. Ancak böyle devam etmedi. 2018 son çeyrekte kadın işsizlik oranı yüzde 17'leri gördü. Pandemiden çıkışta bu iki oran birkaç aylığına birbirine yakınlaştı ama son yılların ekonomi politikalarının emek üretim faktörüne ve onun getirisine etkisi sert oldu. TÜİK en son aralık ayı işsizlik oranını yüzde 8,8 olarak açıklasa da erkek işsizlik oranı yüzde 7,1 iken kadın işsizlik oranı yüzde 12.

Kadının eğitim düzeyine göre işsizlik verileri de oldukça yaralayıcı. 2023 yılında üniversite mezunu kadınlarda işsizlik oranı yüzde 11,9 ve lise mezunlarında yüzde 17 iken erkeklerde işsizlik oranları sırasıyla yüzde 6,2 ve yüzde 7,7 olarak gerçekleşti.

Aşağıda hazırladığım ikinci grafikte ise genç kadın ve genç erkek işsizlik oranlarının yıllar itibariyle nasıl değiştiğini görebilirsiniz (TÜİK işgücü istatistiklerinde genç nüfus 15-24 yaş arası olarak kabul ediliyor). 2005-2010 yılları arasında, yani yaklaşık 15-20 yıl öncesinin gençleri arasında işsizlik açısından cinsiyet farklılığı hemen hemen yoktu. İzleyen yıllarda genç kadın ve erkekler işsizlik oranlarında farklılaştılar. 2023 yılı biterken genç kadın işsizlik oranı genç erkek işsizlik oranının iki katına çıktı.

Bu arada Türkiye'de istihdam oranı da hep yüzde 50'nin altında kalıyor. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri, kadın istihdam oranının erkek istihdam oranının neredeyse yarısı olması.

Kadına dair resmî kurumların sunduğu verilere ulaşmak oldukça kolay. Peki nihai değerlendirmeyi bu verilere göre yapmamız mümkün mü? Pek değil. Çünkü her birimiz toplumun bir üyesi olarak kadının toplumdaki yerini farklı bölgelerde, farklı zaman dilimlerinde, farklı ekonomik sistemlerde gözlemleyebiliyoruz. Emeğinin değerini, ona duyulan saygıyı, çabasını görüp empati kurabiliyoruz, kurmalıyız.

Bir yandan da kadın kayıt içinde kalarak emeğini arz ederken, özellikle çocuk bakımı, ev işleri için bazen birden fazla kadının kayıt dışı emek arz etmesine yol açabiliyor. Kadının bir başka kadının emeğini talep etmesi, hem de kayıt dışılığın bir versiyonunun ortaya çıkması, Dünya Emekçi Kadınlar Gününde tartışılması elzem bir konuyu karşımıza çıkartıyor. Üstelik kapitalist sistemin tatmin edici ücret ve haklarla emeği ne kadar memnun ettiği sorgulanırken.

                                                            /././

İnsanları yakarak öldüren komutan, kaçırıp öldüren sahte "kahraman" (Gökçer Tahincioğlu)

Yakarak insan öldürenler, savunmasız bir gazeteciyi vuranlar, öldürdükleri insanların ceplerindeki parayı paylaşanlar kahraman, öldürülenler hain, terörist… Hak savunan avukatlar, öldürülenlerin yakınları vatan haini, zamanaşımına göz yumanlar vatansever öyle mi?

Ne yapıldığını ne yaşandığını unutturmadan, bıktırana kadar tekrarlayarak anlatabiliriz ancak insanlık suçlarını…

Deprem davaları zamanaşımına giriyor bu ülkede… Yıkılan binaların sorumluları korunuyor.

Maden katliamları cezasız bırakılıyor. Patronlara indirimli cezalar veriliyor, bürokratlar hakkında soruşturma bile açılmıyor.

İş cinayetleri konuşulmuyor bile. Daha fazla kazanmak için işçinin yaşamını çalanlar bir gün olsun cezaevine girmiyor.

Bütün suçlular vatan, millet sloganlarının arkasına gizleniyor. Memlekete asıl kötülükleri yapanlar bin yıldır korunuyor. O koruma kalkanına meşruiyet kazandırabilmek için sahte düşmanlar icat edilip, olmayan düşmanlarla birilerinin kahramanca savaştığı yalanları söyleniyor.

Bütün bu davalarda olanlar sürpriz mi?

Hayır, ipin ucu aslında "meşruiyet" oluşturulan davalara dayanıyor.

* * * 

Peki aslında ne oluyor?

Ankara'da görülen JİTEM davası, istinaf mahkemesinin beraat ve zamanaşımı kararlarını yerinde bulmasıyla sonlandırıldı. İstinaf mahkemesinin bir üyesinin kaleme aldığı karşı oy yazısı, çetelerin tarihini, nasıl cezasız bırakıldıklarını açıkça gösteriyor ve tarihe not düşüyor.

Davaya Yargıtay bakacak artık.

Ancak sadece son aylarda olanlara, birilerinin nasıl kollandığına bakalım ve neler planlandığı konusunda akıl yürütelim.

* * * 

1993-96 yılları arasında 19 insanın bir çete tarafından sistemli olarak kaçırılarak infaz edilmelerine ilişkin faili meçhul davasında, aralarında eski Bakan Mehmet Ağar'ın da bulunduğu 18 kişi yargılanıyordu.

Bu isimleri aklayan Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi, verdiği ilk beraat kararının bozulmasının ardından yeniden başlamak zorunda kaldığı yargılamanın ilk duruşmasında, salonu hayrete düşüren bir uygulamaya imza atarak, avukatlara yazılı olarak bir not iletti.

Bu notta, beraat kararının bozulmuş olmasına rağmen aslında istinaf mahkemesinin böyle bir yetkisinin olmadığı belirtiliyordu.

Daha ilk duruşmada, istinaf mahkemesinin, "Çeteyi ve kayıp silahları araştır" uyarısına karşılık mahkeme görüşünü açıklıyordu aslında.

Ağar, tek bir gün çapraz sorguya alınmadan yargılama yeniden beraat kararıyla bitirildi.

* * * 

İlk beraat kararını bozan istinaf mahkemesinin ikinci yargılama sonunda farklı davranabileceği öngörülüyordu aslında.

İklim değişmişti.

Beklendiği gibi oldu…

Susurluk çetesinin eylemlerinin araştırılması yerine mahkemenin, "Susurluk çetesi üyesi Ayhan Çarkın'ın ifadeleri çelişkili, bant kayıtları yasadışı delil" gerekçesi yerinde bulunarak tekrarlandı.

Karşı oy kullanan üyenin kaleme aldığı muhalefet şerhi ise bir isyan niteliğindeydi.

Cinayetleri anlatan Çarkın'ın ifadelerinin ve cinayetlere ilişkin bant kayıtlarının ne kadar hukuki olduğunu anlatıyordu muhalif üye…

* * * 

Ancak bu karardan önce iklimin zaten değişmiş olduğunu görmek mümkündü.

Muhalif üyenin karşı oy yazısında da dikkat çektiği Kutlu Adalı cinayeti ile ilgili takipsizlik kararı bunun örneklerinden biriydi.

Organize suç örgütü lideri Sedat Peker, aylar önce, Susurluk çetesi üyesi olmaktan hükümlü, emekli yarbay Korkut Eken'in, 1996'da Kutlu Adalı'yı öldürmek için kardeşi Atilla Peker'i de alarak KKTC'ye gittiğini anlatmış, Atilla Peker de savcılığa bu konuda suç duyurusunda bulunmuştu.

Korkut Eken, bunun üzerine Atilla Peker'le adaya gittiğini doğrulamış ama Kutlu Adalı cinayeti ile ilgisi olmadığını söylemişti.

Savcılık, Eken'in böyle bir itirafı yokmuş gibi, söz konusu tarihte Atilla Peker'in cezaevinde bulunmasından dolayı KKTC'ye gidemeyeceğini belirterek dosyayı kapattı. Üstelik dosyaya zamanaşımı kaydı da düştü.

* * * 

Faili meçhul cinayetler davasında da aslında iki cinayet çoktan zamanaşımına girmişti.

Behçet Cantürk'ün ve Abdülmecit Baskın'ın 1993'te öldürülmelerine ilişkin dosyalar için zamanaşımı kararı verilmişti.

Bir ülke düşünün, faili meçhul cinayetler davasından 6 yıl sonra Susurluk çetesini tespit edip, hapisle cezalandırsın ancak 30 yıl boyunca bu çetenin öldürdüğü iddia edilen insanlarla ilgili davaları tamamlayamasın…

Kutlu Adalı cinayeti dosyasını 30 yıl boyunca bir zahmet araştırmasın…

* * * 

Öğüt ailesi

Bu ülkede, insanları yakarak öldüren kişileri kaçırmak da olağan elbette…

Olağan olağan karşılanabilen, "terörist, hain" sözlerinin arasında yok sayılmaya çalışılan bir olay yaşandı bu ülkede.

3 Ekim 1993'te, Muş Korkut'a bağlı Vartinis'te, Öğüt ailesinden 7'si çocuk 9 kişi, evlerinin içerisinde, bütün köyün gözü önünde yakılarak öldürüldü.

Yargıtay, onlarca kişinin katıldığı bu eylemin sorumlusu olarak dönemin Hasköy İlçe Jandarma Komutanı Bülent Karaoğlu'nu belirledi.

Yargıtay'ın kararından sonra bu insanlık suçunu işleyen Karaoğlu'nun tutuklanmasını talep etti avukatlar.

Ancak Kırıkkale 1. Ağır Ceza Mahkemesi, tutuklama talebini reddetti.

Sonra ne mi oldu?

Karaoğlu'nun ifadesinin alınması beklendi bozma kararından sonra.

Ve mahkeme, 3 Ekim 2023'te, 30 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğunu belirterek, davayı düşürdü.

Yargıtay kararının üzerinden bir yıl geçmişti.

Bu bir yıl boyunca tutuklama kararı verilmeyen Karaoğlu, elbette kaçmıştı.

Şimdi rahatça ortaya çıkabilir.

Vatana, millete hizmet ettiğini düşünenler, davanın zamanaşımına sokulmasını sağladı.

Kutlu Adalı cinayeti gibi, Behçet Cantürk, Abdülmecit Baskın cinayetleri gibi…

* * * 

Bir ailenin, köyünde olağan bir akşam geçiren bir ailenin yakılarak öldürülmesinden vahim ne olabilir ki?

Onlarca köylü tanık, bazı askerler tanık…

Memleketin en üst mahkemesi, Yargıtay cinayeti tespit etmiş…

Daha ne beklenebilir ki?

Öyle olmuyor…

Asla öyle olmuyor…

Yakarak insan öldürenler, savunmasız bir gazeteciyi vuranlar, öldürdükleri insanların ceplerindeki parayı paylaşanlar kahraman, öldürülenler hain, terörist…

Hak savunan avukatlar, öldürülenlerin yakınları vatan haini, zamanaşımına göz yumanlar vatansever öyle mi?

Değil değil elbette…

Biliyor aslında herkes olanı biteni…

Bu aktörlerin neden dışarıda tutulduğunu, kimin ne için korunduğunu biliyor.

Bazı akılların kimlere nerelerden verildiğinin, bu insanların koltuk korumak için neler yapabileceğinin bilindiği gibi.

                                                               /././

Hani ekonomi iyiydi? (Mustafa Durmuş)

Kuşkusuz siyasal iktidar, kendi neden olduğu ama içinden de bir türlü çıkamadığı ekonomik krizin faturasını emekçi halklara ödetebilmek için toplumsal bir rıza üretmek zorunda ya da bunun yetmediği yerde zora başvuracaktır. Bunun için de elde kalan tek veri olan ekonomik büyüme verisini bir başarı hikâyesine dönüştürüyor

Hatırlanacağı gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan birkaç gün önce açıklanan ekonomik verilerini değerlendirirken Türkiye ekonomisinin ilk kez 1,1 trilyon doların üzerinde bir büyüklüğe eriştiğini söyleyerek, muhalefete "hani ekonomi kötüydü" diye seslendi.

Siyasal iktidarın elinde ekonomik büyüme verilerinden başka nispeten pozitif gibi görünen veri olmadığından, büyüme verilerinin açıklanacağı günü heyecanla bekliyor ve o gün bir başarı hikâyesi anlatıyor.

"GSYH büyümesi" demode bir gösterge artık

Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYH), 1 yıl içinde hem özel sektör hem de kamu sektörü tarafından üretilen ekonomik çıktıların (mal ve hizmetler) toplam parasal işlem değerini ölçen bir kavram.

Ancak daha önce de defalarca vurguladığımız gibi, bir ekonominin iyi olma halini ya da sağlamlığını tek başına ekonomik büyüme (GSYH büyümesi) verisi ile açıklayabilmek artık mümkün değil.

Bu ölçüt ya da kavram, tarihsel olarak 1934 yılında, ABD ekonomisinin ne durumda olduğunu tam olarak görebilmek amacıyla Kuznets tarafından geliştirilmiş ve Keynes tarafından da benimsenmiş bir ölçüt.

Savaş sanayi büyüdüğünde ekonomi büyür

O yıllarda bile, Kuznets reklam harcamaları ve savaş harcamalarının bu ölçmeye dâhil edilmemesi gerektiğini söylerken, Keynes aksini savunuyordu ve sonuçta Keynes'in dediği oldu. (1) Yani savaş sanayi gibi öldürmeye ve doğayı yok etmeye odaklı bir sanayi ne kadar büyük olursa ve bu sektör ne denli hızlı büyürse, ekonomik büyüme de o kadar büyük olur ki ABD ekonomisi bunu somut örneklerinden birisidir. Peki, insanı ve doğayı yok eden böyle bir büyüme toplum lehine olabilir mi?

Bir kez daha vurgulayalım: Özellikle de 1990'lardan itibaren, neden olduğu sosyal sınıflar arasındaki ekonomik eşitsizlikleri artırmak, buna karşılık nitelikli ve iyi ücretli kalıcı istihdam yaratmamak,  finansal kırılganlıklara neden olmak ve ekolojik yıkıma yol açmak gibi pek çok gerekçeden ötürü, bu ölçüt en azından akademi dünyasında artık tek başına kabul edilebilen bir ölçüt değil.

Alternatif iyilik ölçme yöntemleri konusunda sayısız öneri ve uygulama söz konusu. Öyle ki IMF bile düzenli çıkarttığı bir dergi olan Finance & Development'in Mart sayısında ekonomik büyümeye eleştirel yaklaşan önde gelen iktisatçıların makalelerine yer verdi. Bu iktisatçılar arasında, Ghosh, Coyle, Deaton, Raworth ve Rodrik gibi alanında çok meşhur iktisatçılar var. (2)

Kaldı ki bir an için GSYH büyümesini tek başına başarı ölçütü olarak kabul etsek dahi durum bu siyasal iktidarı haklı çıkarmıyor. Zira siyasal iktidar da, bu ve gelecek yıl ekonominin şu ana kadarki hızda büyüyemeyeceğini kabul ediyor.

Tekno şirketlerin yarısından küçük bir ekonomi

Ayrıca, ülke ekonomisinin tarihsel olarak nereden nereye geldiğine ve diğer ülke ekonomilerini ne durumda olduğuna da bakmamız gerekiyor. Ancak diğer bazı ekonomilerle kıyaslamadan önce 1,1 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğü dünyadaki bazı büyük teknoloji şirketlerinin piyasa değerleri ile kıyaslayalım.

BIS bünyesinde yapılan bir çalışmaya göre (3), (1 Nisan 2023 itibarıyla), dünya teknoloji şirketi devleri olan Apple'in 2,4 trilyon dolar, Microsoft'un 2,1 trilyon dolar, Google'ın 1,4 trilyon dolar, Amazon'un 1,1 trilyon dolar ve Facebook'un 0,6 trilyon dolar piyasa değeri söz konusu. Bu şirketler yıllık gelirlerinin yüzde 68'ini şu anda en revaçta gelir biçimi olan iletişim teknolojileri ve bunlarla ilgili mal ve hizmet satımından elde ediyorlar. 

105 trilyon dolarlık dünya ekonomisi

Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) 2023 Dünya Ekonomik Görünümü raporundaki son tahminlerine göre, 2023 yılı sonunda dünya ekonomisinin 105 trilyon dolarlık bir gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYH) sahip olması ve bir önceki yıla göre 5 trilyon dolar daha büyük olması bekleniyor. (4)

Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki payı sadece yüzde 1

Şimdi, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki payını 2003, 2017 ve 2023 yılları itibarıyla kıyaslamakta yarar var.

AKP'nin ilk iktidar yılı olan 2003'te Türkiye'nin GSYH'si kabaca 261 milyar dolardı. Buradan bakınca ekonominin son 22 yılda 4 kat büyüdüğü açık ama diğer ekonomiler sabit kalmıyor, onlar da büyüyorlar. Hatta Türkiye 2003 yılında G20 üyesiydi (o tarihte 16'ncı sıradaydı) zira G20'nin kurulduğu 1999 yılından bu yana bu yapının bir üyesi.

Şimdi dikkat! 2016 yılında Türkiye ekonomisinin büyüklüğü yaklaşık 898 milyar dolar, 2017 yılında ise yaklaşık 891 milyar dolardı. Dünya ekonomisinin büyüklüğü ise aynı yıllarda sırasıyla 76,5 trilyon dolar ve 81,4 trilyon dolardı.

Yani Türkiye ekonomisinin büyüklüğü her iki yılda da dünya ekonomisinin yüzde 1'ini aşıyordu. Bugün 105 trilyon dolarlık dünya ekonomisinin içinde Türkiye ekonomisinin payı yüzde 1. Yani 22 yılda payımız yüzde 1'i geçmedi. Hatta bazı yıllarda bu pay yüzde 0,98'e geriledi. O halde başarı bunun neresindedir?

Peki ya diğer göstergeler?

Bir ekonominin iyi olma halini sadece ekonomik büyüme verisi ile sınırlı tutmamak ve başka ekonomik ve sosyal verilere ya da göstergelere de bakmak lazım.

Bu bağlamda Türkiye ekonomisinin performansını görebilmek için, 2024 yılına ilişkin hem ekonomik büyüme hem de enflasyon verilerini birlikte, üyesi olduğu G20 ekonomileri ile kıyaslamakta fayda var.

Nitekim OECD'nin öngörülerine göre bu yıl G20 ülkeleri de, Türkiye ekonomisi de yüzde 2,9 büyüyecekler. Yani bu yılki büyüme açısından Türkiye ekonomisinin G20 ülkelerine bir üstünlüğü olmayacak. (5)

Kaldı ki aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, Türkiye 2023 yılında, başta Çin, Endonezya ve Hindistan ekonomileri olmak üzere bazı ekonomilerden daha yavaş büyüyebildi, Enflasyon, bütçe açığı ve işsizlik gibi veriler açısındansa bu ülkelerle kıyaslanamayacak kadar kötü durumda. 

(Bloomberg, IMF, TÜİK)

Enflasyon "dananın kuyruğunun koptuğu" gösterge

Ancak asıl ayrışma enflasyon oranlarında yaşanacak zira OECD G20 ülkelerinde bu yıl ortalama yüzde 6,6 enflasyon yaşanacağını ileri sürüyor.

Oysa bir OECD üyesi ülke olarak, Türkiye'de enflasyon oranının (resmi enflasyon) yüzde 60-70 arasında olması bekleniyor. Bu da halkın refah durumunu ya da yoksulluğunu en fazla etkileyen faktör olarak enflasyonun G20 ülkelerinin yaklaşık 10 katı olacağını ortaya koyuyor.

Eğer bu bir ekonomik başarıysa, siyasal iktidarın bunu bundan böyle enflasyon altında ezilen kitlelere nasıl anlatabileceği de merak konusudur. Açıkçası özellikle de toplumun en zor durumda olan ve aldığı ücretlerin GSYH içindeki payı sadece yüzde 4,5 olan 16 milyona yakın emeklinin (6) isyanı bundan böyle toplumun kolayca ikna edilemeyeceğini gösteriyor.

Bu arada belirtmekte yarar var: 2012 yılından bu yana her yıl hazırlanan "2022 Natixis Global Retirement Index" adlı bir endekste 44 ülkedeki emeklilerin yaşam standartları ve refah durumları sıralanıyor.  "Emeklilerin Durumu Endeksi" olarak dilimize çevrilebilecek bu endeksteki yerimiz 44 ülke arasında 41'nci sıra. (7) Yani fazla söze gerek yok.

Diğer yandan iktidarın bu kesimlerin haklı taleplerine olan duyarsızlığı ise bundan böyle 4 yıl boyunca seçim yapılamayacağı ile ilgili olabilir. Ancak bunun da bir garantisi yok.

Kuşkusuz Türkiye'nin halini ekonomik büyüme verilerinden daha iyi anlatacak başka göstergeler de var. Bunlardan birisi örneğin Küresel Refah Endeksi. Nitekim Londra merkezli Legatum Enstitüsü'nün hazırladığı bu endeksin 2023 yılı sonuçlarına göre, Türkiye 100 üzerinden 55,5 puan ile 167 ülke içinde ancak 95'nci sırada yer alabiliyor. (8)

Ancak endeksin detayları çok daha önemli zira dört alt alanda ülkenin hem sıralaması hem de puanı çok daha kötü. Bunlara göre: "Güvenlik ve Emniyet Göstergesi"nde (savaş, çatışma, terör ve suçun bireylerin güvenliğini hem derhal hem de daha uzun süreli etkiler yoluyla ne ölçüde istikrarsızlaştırdığını ölçüyor) ülkenin puanı 45,7 ve dünya sıralamasındaki yeri 147.

"Kişisel Özgürlük Göstergesi" temel yasal haklar, bireysel özgürlükler ve toplumsal hoşgörü alanlarındaki ilerlemeyi ölçüyor. Türkiye'nin puanı 30,2 ve dünya sıralanmasındaki yeri 152. "Yönetişim Göstergesi" iktidar üzerinde ne ölçüde kontrol ve kısıtlama olduğunu ve hükümetlerin etkili ve yolsuzluğa bulaşmadan çalışıp çalışmadığını ölçüyor. Türkiye'nin puanı 36,9 ve sıralamadaki yeri 128.  Son olarak "Sosyal Sermaye Göstergesi", bir ülkedeki kişisel ve sosyal ilişkilerin, kurumsal güvenin, sosyal normların ve sivil katılımın gücünü ölçüyor. Ülkenin puanı 45,0 ve dünya sıralamasındaki yeri 137.

Sonuç olarak

Kuşkusuz siyasal iktidar, kendi neden olduğu ama içinden de bir türlü çıkamadığı ekonomik krizin faturasını emekçi halklara ödetebilmek için toplumsal bir rıza üretmek zorunda ya da bunun yetmediği yerde zora başvuracaktır. Bunun için de elde kalan tek veri olan ekonomik büyüme verisini bir başarı hikâyesine dönüştürüyor.

Bu yüzden de, başta sol sosyalist muhalefet olmak üzere, tüm demokratik muhalefetin bu durumu teşhir etmesi ve yerine hakiki, emekten yana ve eşit bölüşümcü, doğadan yana, farklı kimliklere eşit yaklaşan, toplumsal cinsiyet eşitlikçi ve nitelikli- iyi ücretli kalıcı bir tam zamanlı istihdam yaratan bir ekonomik büyümenin nasıl sağlanabileceği üzerine kafa yorması gerekiyor.

Bunun için de aslında kapitalizmi karşısına alması ayrıca, özellikle de yaklaşan yerel yönetim seçimlerinden hareketle, yerel demokrasi ile güçlendiren yeni bir demokrasiyi inşa etmesi gerekiyor.

Bu bakış açısından hareketle asgari bir alternatif sol program olarak şunlar talep edilebilir:  

(i) Yurttaşlara bağış, ya da yardım değil, adil ücret geliri sağlanmalıdır. 

(ii) İşçilerin emekçilerin reel ücretlerini koruyabilmeleri için örgütlenmelerinin ve grevli toplu sözleşmeli haklarının önündeki engeller kaldırılmalıdır. 

(iii) Devlet uygulayacağı sosyal politikalarla emek sömürüsünü asgariye indirgemelidir. 

(iv) Stratejik sektörler kamulaştırılmalı ve ücretsiz ve nitelikli kamusal eğitim, sağlık, ulaştırma ve sosyal güvenlik hizmetleri korunmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. 

(v) Kamusal hizmetleri fonlayabilecek dik artan oranlı gelir ve servet vergileri hayata geçirilmelidir.  

(vi) Yurttaşların toprağa ve konuta adil erişimi sağlanmalıdır.  

(vii) Yerinden yönetim uygulamalarıyla güçlendirilmiş demokratik bir siyasal iktidar ve kamu yönetimi inşa edilmelidir.


Dipnotlar:

  1. Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windsmill Books, 2017, s. 280-286.
  2. Finance and Development, International Moetary Fund (March 2024), Volume 61, Number 1.
  3. Sebastian Doerr, Jon Frost, Leonardo Gambacorta ve Vatsala, "Big techs in finance", IS Working Papers, No 1129 (16 October 2023), s. 8, https://www.bis.org (8 Mart 2024).
  4. International Monetary Fund, World Economic Outlook Update, January 2024.
  5. OECD Economic Outlook, Interim Report (February 2024), s. 5.
  6. https://bes.org.tr/aziz-celik-enflasyona-ezdirmedik-ve-kaynak-yok-aldatmacasi-emeklileri-ezdiler (15 Ocak 2024).
  7. 2023 Natixis Global Retiremend Index, Good News. Bad News, Retirement security improves but few feel more secure, s. 59.
  8. The Legatum Prosperity Index 2023, https://www.prosperity.com/rankings (8 Mart 2024).
(T-24)

8 Mart 2024 Cuma

Evrensel GÜNDEM - 8 MART 2024 -

 "Yoksulluk ve savaş politikaları derinleştikçe en büyük mağdur kadınlar oluyor"

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde açıklamalarda bulunan İHD ve EŞİK: "Çözüm üretmesi gerekenler fail oluyor. Yasalar ihlal ediliyor. Kadınların kazanımları yok ediliyor"

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) açıklamalarda bulundu.

Bu yıl da binlerce kadının katlediliğini hatırlattığ İHD yaptığı açıklamada, "Kadına yönelik şiddet tüm boyutlarıyla devam ederken bizler insan hakları savunucuları kadınlar olarak bir kez daha 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde kadın hakları mücadelesine bağlılığımızı dile getiriyoruz. Kadın kurtuluş mücadelesi devam ediyor. Ama dünyanın birçok bölgesinde yaşanan savaşlar da devam ediyor. Erkek egemen ve militarist devlet politikaları maalesef ki kadınlara savaşı dayatıyor. Savaşın en büyük mağdurları da kadınlar oluyor. Bugün dünyanın birçok bölgesinde Rojova’da, Filistin’de, İsrail’de, Libya’da, Suriye’de, Ukrayna’da kadınlar, savaş mağduru oluyorlar" ifadeleri kullanıldı.

Erkek egemen şiddetin kadınlara dayatıldığının altının çizildiği açıklamada İHD, "Coğrafyamızda da yerleşik devlet politikası erkek egemen şiddeti ve feodal değer yargılarını kadınlara dayatmaya devam ediyor. Kadınların kendi mücadeleleri sonucu elde ettikleri en büyük kazanım olan İstanbul Sözleşmesi’nden imza çeken resmi yetkililer, kadınlara maalesef ki ayrımcı politikalar uygulamaya devam ediyorlar. Kadına yönelik şiddet ve kadınlara karşı ayrımcılık konusunda iç hukuk uygulanmadığı gibi altına imza atılan uluslararası sözleşmeler de sürekli ihlal ediliyor. Çözüm üretmesi gerekenler fail oluyor. Yasalar ihlal ediliyor. Kadınların kazanımları yok ediliyor" diye belirtildi.

"DEVLET DİLİ, KADINLARA-LGBTİ'LERE YÖNELİK NEFRET VE ŞİDDET İÇERİYOR"

İktidarın, kadınların hukuk alanındaki kazanımlarını ellerinden alınmaya çalıştığının vurgulandığı açıklamada İHD, "Kadına yönelik şiddeti, resmi politika haline getiren iktidar anlayışı maalesef ki kadınların hukuk alanındaki tüm kazanımlarını da ellerinde almaya çalışıyor. Bugün nafaka konusunda dönen tartışmalar işte bu anlayışın ürünü. Devlet dili kadınlara ve LGBTİ’lere yönelik maalesef ki şiddet ve nefret üreten bir yaklaşımı sergiliyor. Bu erkek egemen, feodal ve militer anlayış, devletin tüm imkanları kullanılarak, topluma dayatılmaya çalışılıyor" ifadeleri kullanıldı.

Kadınların yaşamın her alanında baskıya ve ayrımcılığa maruz kaldığının belirtildiği açıklamada iHD, "Sokakta şiddete uğruyoruz, evde şiddete uğruyoruz, gözaltında şiddete uğruyoruz, cezaevinde şiddete uğruyoruz ve iş yerlerimizde şiddete uğruyoruz. Yoksulluk ve kriz yükseldikçe savaşçı politikalar daha da derinleşiyor ve bu savaşçı politikaların en büyük mağdurları da kadınlar oluyor. Coğrafyamızda bir yıl önce yaşanan büyük depremin acıları ve sıkıntıları maalesef kadınlar açısından hala devam ediyor. Barınma hakları tamamen yok edilmiş olan kadınlar büyük bir yoksulluk içinde yaşamaya devam ederken, temel ihtiyaçlarına bile ulaşamıyorlar. Devletin kullandığı şiddet dili maalesef ki topluma yayılıyor. Bu şiddet dilinin toplumsallaşması sonucunda kadın cinayetlerinde büyük bir artış var. Son bir ayda 36 kadın, erkekler tarafından katledildi, 17 kadın da şüpheli bir biçimde yaşamını yitirdi. Bu sayılar son derece korkunç olduğu gibi aynı zamanda kadına yönelik şiddetin de büyüklüğünü gösteriyor" diye altı çizildi.

"KADINLAR EYLEMLERDE POLİS TACİZİYLE KARŞILAŞIYOR"

Kadınların ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin baskı altında olduğuna işaret edildiği açıklamada İHD şu şekilde açıklamasına devam etti: "Kadın örgütleri maalesef ki yaptıkları sokak gösterilerinde sürekli polis taciziyle karşılaşıyorlar, işkenceye ve kötü muameleye maruz kalıyorlar. Yine adli ve siyasi nedenle cezaevinde olan kadınlar, çıplak arama dayatmasına maruz kalıyorlar çeşitli işkence ve kötü muamele uygulamalarına maalesef ki maruz kalıyorlar. Geçtiğimiz yıl Kandıra Cezaevi’nde yaşamını yitiren adli mahpus Duygu Koral’ın yaşadığı işkence sonucunda yaşamını yitirmiş olması, cezaevinde kadına yönelik şiddetin en somut örneği idi. Ayrıca cezaevlerinde çok sayıda hasta mahpus kadın bulunmaktadır. Maalesef ki ağır hastalıkları olan kadın mahpuslarla ilgili olarak Adli Tıp Kurumu’nun verdiği tıp etiğinden yoksun raporlar nedeniyle hasta mahpus kadınlar, cezaevinde yaşamaya devam etmektedirler."

"BİRÇOK TRANS KADINLAR ERKEKLER TARAFINDAN KATLEDİLİYOR"

Trans kadınların da büyük baskılara maruz kaldığının ve yaşam haklarının ihlal edildiğine dair vurgu yapılan açıklamada İHD, "Barınma hakları, devlet güçleri tarafından engelleniyor. Örneğin birkaç gün önce İstanbul’da, Beyoğlu Bayram Sokakta yaşayan trans kadınların evleri mühürlendi, birçoğu yaşlı ve hasta olan trans kadınlar, devlet güçleri tarafından maalesef ki sokağa atıldılar" diye belirtildi.

İHD'nin açıklamasında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ayrımcı sığınmacı politikalarından en çok kadınların etkilendiğini ve sığınmacı kadınların, gerek yaşamın içinde gerek sokakta gerekse geri gönderme merkezlerinde şiddete ve nefret diline maruz kaldıkları ifade edildi.

8 MART HAFTASINDA "1 GÜNDE 8 KADIN KATLEDİLDİ" MANŞETLERİ ATILDI

2009 yılından bu yana kadın cinayetleri ile ilgili gerçek verilerin açıklanmadığın belirtildiği açıklamada EŞİK, "Bağımsız örgütlerin kendi olanakları ölçüsünde açıkladıkları veriler gerçeği tam olarak yansıtamadığı halde bütün toplumun dehşete düşmesi, olağan akışı durdurup ne yapmalı diye düşünmesi gerekir. Ama öyle olmuyor. Yoksulların hayatı değersizleştiriliyor, kadınların hayatı hiç umursanmıyor" diye kadın cinayetlerine vurgu yapıldı.

"Sadece 8 Mart’larda, 25 Kasım’larda değil, her zaman “Kadın erkek eşitliği sağlanmadıkça daha çok kadın cinsiyete dayalı şiddete maruz bırakılacak ve şiddetin son eylemi olarak yaşam hakkı elinden alınacak” diye ifadelerin kullanıldığı açıklamada EŞİK, "Bu gerçek bilinmediği için değil, tam tersine bilinip umursanmadığı için bırakalım eşitliği sağlamayı eşitlikten adım adım uzaklaştıran politikalar uygulanıyor, eşitlik karşıtı ve laikliğe aykırı söylemler teşvik ediliyor. Laiklik ve eşitlik karşıtı toplum düzeni yerine şeri hukuka geçilmesini yasalaştırma girişimlerinde 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra son dönemece girildi. “Aileyi koruma” yalanına sığınarak kadınları kimliksizleştirmeye ve eşitsiz güç ilişkilerinin egemen olduğu, adil paylaşımın olmadığı reisli, ataerkil aile modelini kalıcı hale getirmeye çalışıyorlar" diye belirtti.

"KADINLAR UCUZ VE GÜVENCESİZ İŞGÜCÜ HALİNE GETİRİLİYOR"

EŞİK açıklamasının devamında şu ifadeleri kullandı: "İŞİD ve Taliban uygulamalarındaki gibi kadınların nefes alması bile erkeklerin iznine bağlansın istiyorlar. İktidar, sınırlarını kendisinin belirlediği bir toplum tahayyülünü ve aile modelini hepimize dayatarak, geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirerek, cinsiyetçi uygulama ve söylemlerin dozunu artırarak kadınların ve LGBTİ+’ların yaşam hakkını tehdit ediyor. Erkek egemen siyasetin bizi giyim, yaşam tarzı, inanç, kimlik ve benzeri üzerinden etiketleyerek ortak mücadelemizden koparmasına, kutuplaştırmasına izin vermeyeceğiz.Yerel seçimler sürecini, eşitlikçi, kamucu, demokratik yerel yönetim yarışından çıkarıp ırkçılık, rantçılık ve nefret söylemi yarışına dönüştüren, yoksulluğu, 6 Şubat afetinin yaralarını sarmaya çalışan halkların yoksunluklarını hatta ve hatta Filistin’de yaşanan soykırımı bile oy şantajı için kullananlara hatırlatıyoruz; Yönetmeye talip olduğunuz bu şehirlerde nasıl yaşayacağımıza biz karar vereceğiz."

"5 ACİL ŞARTIMIZDAN VEZGEÇMEYECEĞİZ"

Geçmişte kadınların özgürlükleri için yaptıkları mücadelelere değinilen açıkamada EŞİK, "8 Mart 1857’de, insanca çalışma koşulları ve daha iyi ücret için direndikleri fabrikada diri diri yakılan New York’lu dokuma işçisi 129 kadını ve onları unutturmayan, seçme seçilme hakkı için, eşit işe eşit ücret hakkı için, hatta pantolon giyebilme hakkı için sokaklara çıkan tüm kadınları selamlıyoruz. 8 Mart’ın dünya kadınlarının eşitlik ve özgürlük için buluştukları bir gün olması bu mücadele sonucu gerçekleşti. Onların mücadelelerine bu topraklarda devam edeceğiz" ifadeleri kullanıldı.

AKP, Bursa’da bir okulda seçim propagandası yaptı 

31 Mart yerel seçimleri öncesinde AKP okulları propaganda alanına çevirmeye devam ediyor.

AKP’li Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş 31 Mart yerel seçimleri öncesi Bursa’da Dr. Ayten Bozkaya İmam Hatip Ortaokulunda ‘Ramazan Günlüğüm’ adlı kitap dağıtılırken kitapta Aktaş’ın seçimlerde kullandığı ‘Bursa İçin Canla Başla’ sloganı yer aldı. Yine aynı okulda ÇEDES projesi adı altında TÜGVA'nın düzenlediği yarışmanın broşürleri mevzuata aykırı şekilde değerler kulübünde olan öğrencilere değil bütün okula dağıtıldı.

"AİLE BİLGİLERİNİN BİR DERNEK İÇİN ÇOCUKLAR ÜZERİNDEN İSTENMESİ”

Yaşanan olayı gündeme getiren TÖB-SEN Bursa İl Temsilcisi Serkan Bebek, “Dr. Ayten Bozkaya İmam Hatip Ortaokulunda, ÇEDES projesi adı altında TÜGVA'nın düzenlediği yarışmanın broşürleri mevzuata aykırı şekilde değerler kulübünde olan öğrencilere değil bütün okula dağıtılmış. Çocuklarla evlere gönderilen yarışma broşürleri üzerinden çocuklardan ailelerinin kimlik bilgileri anne ve baba isimleri istenmiş. Okullarımızda eğitim gören çocuklarımızın aile bilgilerinin bir dernek için çocuklar üzerinden istenmesi aynı zamanda bir suçtur” dedi.

OKULLARDA AKP PROPAGANDASI

Yine aynı okulda Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından okuldaki bütün çocuklara "Ramazan Günlüğüm" isimli kitabın ücretsiz dağıtıldığını vurgulayan Bebek, “Kitabı incelediğimizde belediyenin ücretsiz verdiği kitap görüntüsünden çok bir partinin belediye başkan adayının propagandasını yaparcasına belediye başkan adayının fotoğrafı ve seçim zamanı kullanılan ‘Bursa İçin Canla Başla’ sloganının yazılı olduğu görülüyor. Çocuklarımız üzerinden belediyenin kaynakları kullanılarak yapılan bu seçim propagandasını kınıyoruz” dedi. (Bursa/EVRENSEL)

AKP'li Antep Belediyesi itirazlara rağmen 2 milyon metrekare alanı satışa çıkarıyor

AKP'li Antep Büyükşehir Belediyesi 5. Zırhlı Tugay arazisinden 2 milyon metrekare alanı yargı kararları ve meslek odalarının itirazlarına rağmen imara açtı.

AKP'li Antep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, 2019 yerel seçimleri öncesinde 'Medeniyetler Şehri' adıyla bir proje duyurdu. Proje kapsamında merkeze bağlı Şehitkamil ilçesindeki 11 milyon 500 bin metrekarelik alanın imara açılmasına karar verildi. Proje, 2021’in mart ayında Antep Büyükşehir Belediyesi Meclisi'nden geçerek askıya çıkarıldı.

2 MİLYON METREKARE ALAN SATIŞA HAZIR HALE GETİRİLDİ

ArtıGerçek'ten Sinan Şahin'in haberine göre proje kapsamında ilk etapta parselasyonu yapılan 2 milyon metrekarelik alan (Adliye ve Kalyon Stadyumu arasındaki yolun sol tarafının tamamı) satışa hazır hale getirildi. Ancak kentteki Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) temsilcileri, siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri, projede kamu yararı olmadığı gerekçesiyle karara karşı çıkarak konuyu yargıya taşıdı.

BELEDİYE YARGI KARARLARINI DİNLEMEDİ

Süreç içerisinde Antep 3. İdare Mahkemesi, şehircilik ve planlama ilkelerine ayrılı olduğu gerekçesiyle önce yürütmenin durdurulması ardından da planın iptaline karar verdi. Ancak Antep Büyükşehir Belediyesi her defasında imar planını yeniden revize ederek projeyi devam ettirdi.

İMAR PLANI ÜÇÜNCÜ KEZ YARGIYA TAŞINDI

Antep Büyükşehir Belediyesi, planın yargı tarafından iptal edilmesi ihtimaline karşı yeni imar planı hazırlayarak askıya çıkardı. Bu gelişmenin ardından CHP’li Meclis üyeleri ve meslek odaları, daha önce iki kez yargıdan dönen planın iptali için üçüncü kez mahkeme yoluna başvurdu.

"AKP DIŞINDA BÜTÜN ŞEHİR KARŞI ÇIKIYOR"

Artı Gerçek'e konuşan Büyükşehir Belediyesi Meclis üyesi CHP'li Beyhan Külekçi, "AKP dışında bütün şehir yapılaşma olmasın istiyor. Bunun sebebi de merkezdeki yoğun sıkışıklık. Çünkü şehrin artık biraz etrafa dağıtılması, merkezin rahatlatılması gerekiyor. 11 milyon 500 bin metrekarelik bir alanın zamanla imara açılması ile birlikte nüfus ve trafik yoğunluğu da beraberinde geliyor. İpek yolunda zaten aşırı bir yoğunluk var. Bununla birlikte kent merkezi tam bir keşmekeş haline gelecek."

Eski Antep Barosu Başkanı avukat Bektaş Şarklı da TMMOB adına açtıkları her iki davayı da kazandıklarını hatırlatarak, "Kamuya ilişkin alanların az olması, araç ve trafik yoğunluğunun düşünülmemesi, hastane ve okul gibi kamu kuramlarının bulunmaması nedeniyle şehircilik ve planlama ilkesine aykırı bulunarak iptal edildi. Ama Büyükşehir Belediyesi buraya gözünü dikmiş. Buradaki gelir iştahını kabartıyor ki bu imar değişiklikleri ile kente, yeşile sahip çıkmaya çalışan meslek odalarının ve duyarlı yurttaşların tüm girişmelerini sonuçsuz bırakıyorlar."

"KENTİN BİR DEPREM TOPLANMA ALANI YOK"

Mahkeme kararlarının ısrarla uygulanmadığını dile getiren Şarklı, kentin bir deprem toplanma alanına sahip olmadığını vurgulayarak şöyle konuştu: "Uygulamamasının bir cezai müeyyidesi de yok. Yine davalar açılacak, yine planlar iptal edilecek ama buradaki rant o kadar büyük ki Büyükşehir Belediyesi buradan vazgeçmiyor. Tugay arazisindeki yeşil alan bir kaç yıla kadar muhtemelen yok olacak. Orada yeşil alan bırakmayacaklar. Buna izin vermemeye çalışıyoruz. Toplumun da buna duyarlı olması lazım. Deprem süreci yaşadık. Kentin bir deprem toplanma alanı yokken sürekli çok katlı bina dikme sevdasından maalesef Büyükşehir belediyesi vazgeçmiyor."

AB Uyuşturucu Raporu: Avrupa’ya Türkiye limanları üzerinden geliyor

"AB Uyuşturucu Piyasaları Raporu"nda Afganistan kaynaklı eroinin büyük ölçüde Türkiye’deki limanlar aracılığıyla AB ülkelerine gönderildiği belirtildi.

Avrupa Birliği Polis Teşkilatı uyuşturucu raporunu açıkladı. "AB Uyuşturucu Piyasaları Raporu'na göre, Türkiye merkezli suç şebekelerinin Avrupa'da eroin ticaretindeki hakimiyeti sürüyor. Raporda, Afganistan kaynaklı eroinin büyük ölçüde Türkiye’deki limanlar aracılığıyla AB ülkelerine gönderildiği belirtildi.

Europol ve Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi (EMCDDA) tarafından hazırlanan “AB Uyuşturucu Piyasaları Raporu” Perşembe günü açıklandı.

BBC'den Yusuf Özkan'ın haberine göre, Avrupa Birliği'nin uyuşturucu ticareti üzerine hazırladığı son rapora göre, Avrupa'ya yönelik eroin ticaretinde Türkiye'nin rolü büyük önem taşıyor. Europol tarafından yayımlanan "AB Uyuşturucu Piyasaları Raporu"na göre, Afganistan kaynaklı eroinin Avrupa'ya ulaştırılmasında Türkiye'deki limanlar kilit bir geçiş noktası olarak öne çıkıyor. Raporda, asetik anhidrit gibi eroin üretiminde kullanılan temel kimyasalların da Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşındığı belirtiliyor.

31 MİLYAR AVROLUK PAZAR

Avrupa uyuşturucu pazarının değerinin en az 31 milyar euro olduğu tahmin edilirken, Avrupa'da en yaygın tüketilen uyuşturucunun esrar olduğu, kokainin ise ikinci sırada yer aldığı ifade ediliyor. AB Uyuşturucu Raporu’na göre, amfetamin, metamfetamin, MDMA ve sentetik uyuşturucular ile esrar genellikle Avrupa’da üretiliyor.

Kokain, Avrupa ülkelerine Güney Amerika’dan geliyor. Rapora göre, kokain ticareti özellikle Hollanda, Belçika ve İspanya üzerinden yürütülüyor ve Avrupa'daki limanlar, bu uyuşturucunun dağıtımında ana giriş noktaları olarak kullanılıyor.

Europol, eroin ticaretinde Türkiye merkezli suç örgütlerinin etkinliğinin sürdüğünü ve Türkiye'nin, eroinin Avrupa pazarına girişinde merkezi bir rol oynadığını vurguluyor. Rapora göre, Avrupa Birliği'ne yönelik eroin kaçakçılığı giderek artan oranda deniz yollarına, özellikle de küresel konteyner trafiğine ve Türkiye'den kalkan feribotlara dayanıyor. Europol’e göre “Türk suç örgütleri, Avrupa pazarına yapılan toptan eroin kaçakçılığında hakimiyetini sürdürüyor”.

İçişler Bakanlığı 2023 Uyuşturucu Raporu’nda da, Türkiye'nin Balkan Rotası üzerinde önemli bir konuma sahip olduğu ve eroin yakalamalarında rekor seviyelere ulaşıldığı ifade ediliyor. Bu durum, Türkiye'nin AB pazarlarına eroin girişinin engellenmesi adına kritik bir noktada olduğunu gösteriyor.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Aralık ayında yaptığı açıklamada, koltuktaki 6 ayında 132 bin uyuşturucu operasyonu yapıldığını söylemişti.

(Evrensel)


Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 8 MART 2024 -

 

FETÖ’ye oy veren 6 bin 323 hâkim ve savcı şimdi nerede? (Barış Pehlivan)

Mademki gazeteciliğin olmazsa olmazı fikri takip...

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sessiz kalmamız mümkün değil" dediği Danıştay kararını tartışmalıyız. Sahi, HSK tarafından ihraç edilen çok sayıda yargı mensubunun göreve iade edilmesi ne anlama geliyordu?

Bir bilene, TSK'de yıllar önce FETÖ soruşturması başlatan askeri hakim Ahmet Zeki Üçok'a sordum.

Bakın, Üçok rakam rakam hangi gerçekleri hatırlattı...

-Danıştay’ın FETÖ iltisakı nedeniyle ihraç edilen 435 hâkim ve savcıyı görevlerine iade etmesi ve eski ÖSYM Başkanı Ali Demir’in FETÖ üyeliği suçundan beraat etmesiyle tartışma yaşanıyor. Sizin bakışınız ne bu yaşananlara? 

15 Temmuz sonrası başta TSK olmak üzere yargıda, Emniyet’te ve birçok kamu kurumunda FETÖ temizliği yapıldı. Ancak hepimizin malumu olan, AKP’li birçok üst düzey yöneticisinin, teşkilat mensuplarının, onların çocuklarının, damatlarının ve akrabalarının bu terör örgütü ile olan ilişkileri maalesef FETÖ ile mücadelenin başarılı olmasını engelledi. Bakan onayı ile kamu görevinden uzaklaştırma yetkisi veren KHK’nin süresinin 31 Temmuz 2022’de sona ermesiyle de FETÖ ile mücadele resmi olarak sona erdi.

-Özellikle 2010’da yapılan seçimlerle Fethullahçıların HSYK’yi ele geçirmesi Türk yargısında büyük bir dönüşüme neden oldu. Balyoz’dan Ergenekon’a, Askeri Casusluk’tan Kozmik Oda’ya kadar kumpas davaları ile binlerce kişi hukuksuz olarak bu HSYK’nin atadığı hâkim ve savcılar tarafından hapse atıldı, görevlerinden alındı. Kanaatimce FETÖ yargısının hüküm sürdüğü 2010-2014 yılları arası Türk hukuk tarihinin en karanlık dönemi oldu.

Haklısınız. Türk adalet sistemi dört yıllık süreçte hukuk tarihinin en karanlık, en hukuksuz günlerini FETÖ güdümlü bu HSYK döneminde yaşadı. 2010 yılında 10 bin 739 olan hâkim savcı sayısı, bu heyetin görev yaptığı dört yıllık süreçte neredeyse tamamı FETÖ ile iltisaklı 4 bin 273 kişi alınarak 15 bin 12’ye çıkarıldı. Keza Yargıtay’da 107 yeni üyelik kazandılar. Böylece Türk yargısı adeta FETÖ yargısına dönüşmüştü.

-Sadece yargı değil TSK, Emniyet, üniversiteler yani neredeyse tüm kamu kurumları FETÖ’nün kontrolüne geçmiş; uluslararası ilişkilerden tutun da ticari hayata kadar Fethullahçıların etkili olmadığı hiçbir alan kalmamıştı.

Ne yazık ki o günler çabuk unutuldu. Danıştay’ın kararı olmasaydı kimse FETÖ’yü hatırlamayacaktı. Toplum, medya sanki o günler hiç yaşanmamış gibi duyarsız ve FETÖ’nün yeniden yapılanmasına sessiz. Unutmamak lazım; Türk yargı sistemindeki karanlık gidişi gören diğerleri, yani FETÖ üyelerinin dışında kalan sosyal demokratlar, Ülkücüler, muhafazakârlar, dindarlar hepsi bir araya gelerek “Yargıda Birlik Platformu” adı altında toplandı. Sonunda da 2014’te yapılan HSYK seçimlerini kıl payı kazandılar. 

 

 

‘O 2 binden fazla hâkim ve savcı halen Türk yargısında’

-Bu seçim sonuçları ile bugünkü durum arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

HSYK’nin açıkladığı resmi seçim sonuçlarına göre durum şu: 12 Ekim 2014 HSYK seçimlerinde oy kullanan 373 Yargıtay üyesinin 196’sı, 151 Danıştay üyesinin 73’ü, 11 bin 618 adli yargı üyesinin 5 bin 319’u ve 1147 idari yargı üyesinin 735’i olmak üzere toplam oy kullanan 13 bin 289 yargı mensubunun yüzde 47.58’i, yani 6 bin 323 hâkim ve savcı FETÖ adaylarına oy verdi.

-Peki, Fethullahçılara oy veren o 6 bin 323 hâkim ve savcı şimdi nerede?

Bu hâkim ve savcıların 4 bin 102’si FETÖ iltisakı nedeniyle ihraç edildi.

-Ya geriye kalanlar?

FETÖ’ye oy veren 196 Yargıtay üyesinden 133’ü ihraç edildi, 63’ü halen Yargıtay’da görev yapıyor. Herkesin konuştuğu Danıştay’da FETÖ’cü adaya oy veren 73 üyeden 43’ü ihraç edildi, 30 üye görevlerine devam ediyor. Adli yargıda FETÖ’ye oy veren 5 bin 319 kişiden 3 bin 236’sı ihraç edildi ancak 2 bin 83’ü adliyelerde hâkim ve savcı olarak görevlerine devam ediyor. İdari yargıda ise FETÖ’cü adaylara oy veren 735 kişinin 690’ı ihraç edildi, 45’i halen görevde.

-Kuşku yok ki Fethullahçı adaylara oy vermiş olmaları onların FETÖ’cü olduğunu göstermez.

Ben kimseye FETÖ’cü demiyorum. Türk yargısının ölüm kalım mücadelesi olan 2014 HSYK seçimlerinde FETÖ’nün adaylarına oy veren 2 binden fazla hâkim ve savcının Türk yargısında halen fiilen görev yapmaya devam ettiklerini söylüyorum. Zaten şimdi baksanız bunların çoğu renklenmişlerdir. Menzilci, Süleymancı, Hakyolcu, Nurcu vb. olmuşlardır.

-Renklenmeyi kısaca açıklasanız...

FETÖ’cüler kendilerini gizlemek için çeşitli kisvelere bürünür. Sosyal demokrat da olurlar, Atatürkçüden daha Atatürkçü de... Tarikatlara karışıp en derin Menzilci, Süleymancı olurlar. İşte buna renklenme denir. Bukalemun gibi, girdiği yerin rengine bürünürler.

-Sizce son günlerde yargının içerisindeki çekişmelerde bu durum etkili midir?

Bence Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasındaki çatışmaya bu gözle bakıldığında süreçleri bilenler farklı sonuçlar çıkarabilir.

-Nasıl yani?

ByLock, Bank Asya, ankesör delilleri ile ilgili alınan kararların nasıl yok sayıldığına bir bakın. 15 Temmuz öncesi FETÖ’cülere sınav sorularının verildiği herkes tarafından bilinirken, bu hususta kesinleşmiş mahkeme kararları varken, dönemin ÖSYM başkanı olan Ali Demir FETÖ üyeliğinden beraat ediyor. Bazı acımasız FETÖ üyelerinin nasıl tahliye edildiklerini inceleyin. Bir de bu kararları, HSYK’nin FETÖ’cü adaylarına oy veren adli yargının içerisinde bulunan 2 binden fazla hâkim ve savcıyla birlikte değerlendirin. Birçok çatışmanın nedenini anlayacaksınız.

Helal mi haram mı? (Özdemir İnce)

Mümtaz, ferasetli, hak sever, merhametli, dürendiş (akıllı, uzak görüşlü) ama madrabaz, cambaz halkımızın vaziyetinin durumu, amelleri (amacı gerçekleştirmek için yapılan işler) ve emellleri beni çok kaygılandırıyor ve karamsar yapıyor. Yaptıkları ama kötü olduğundan kuşkulandıkları işlerin varsa cezasını bir avukata sormak yerine Diyanet TV’de Diyanet İşleri Başkanlığı Yüksek Kurulu’na soruyorlar. Bu acayip işler sanki AKP iktidara geldiğinden beri kullanışlı oldu. Bir örnek verelim:

Dindar ve sıkı ahlak sahibi bir vatandaş, Diyanet TV’de yayımlanan “Diyanet’e Soralım” programına, AKP saltanatı döneminde pek revaçta olan torpille işe girmek hususunda bir soru yöneltmiş ve DİB Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi bir zat şöyle cevap vermiş:

“Bir kişinin hak etmediği işe girmesi, o şekilde girmesi kul hakkıdır, vebaldir, mesuliyeti vardır, başkalarının haklarını gasp etmek vardır. O şekilde işe girmesi kimsenin tasvip edeceği bir şey değil, hoş değil. Fakat girdikten sonra emek verdi, bir mesai harcadı ve onun karşılığında da bir kazanç elde etti. Onu ayrı tutmak lazım. Yani işe girdikten sonra elde edeceğimiz kazanç, tamamen meşrudur. Emeğimizin karşılığıdır. Yapılan iş de meşrudur. Oradan elde edilen kazancın, işe girme sebebimizle ayırt etmemiz lazım. Farklı tutmamız lazım. Yani elde edilen kazanç helaldir.”

Sınavlarda kopya çekerek başarılı olan vicdan sahibi bir gencimiz, yaptığı işten dolayı vicdan azabı çektiği için aynı programa bu hususta soru sormuş: “Üniversitede bazı sınavlarda kopya çektim ve mezun oldum. Acaba mesleğimi yaptığımda kazandığım maaşa bir sıkıntı, halel gelir mi?”

Soruyu yanıtlayan ulema zat şöyle buyurmuş:

“Kopya çekmek, hak etmediğimiz bir şeyi elde etmeye çalışmaktır, bir bakıma hak gaspıdır ve hırsızlıktır. Bunu tasvip etmek, takdir etmek mümkün mü? Vicdanlı hiç kimse bunu kabul edemez. Dolayısıyla kopya çekmeyi teşvik etmek, bunun üzerinde maddi manevi hatta belli bir makamı, mevkiyi, konumu elde etmek, o hırsızlığın basamaklarını aşarak elde edilmiş bir sonuçtur. Yapılan iş haksız bir kazanımdır. Fakat bunun üzerine bir iş bulunmuş ve iş neticesinde de bir mesai sarf ederek elde edilmiş kazanç, haram olarak değerlendirilemez. O ayrı bir şey. Karıştırmamak lazım. Yapılan iş yanlıştır fakat yaptığımız işin karşılığında emek vererek aldığımız maaş helaldir.”

Torpille işe giren yurttaşın ve sınavlarda kopya çeken delikanlının durumlarını değerlendiren ulema zat, yapılan işin yasa açısından suç, İslam açısından haram olduğunu bile bile bu sayede elde edilen kazancın helal olduğunu söylemekte. Bu durumda bize de bir yorum yapmak düşüyor: Bir yöntem suç ya da haram olabilir yeter ki (kendince) yararlı (?) bir sonuç versin.

Suça karşı hoşgörülü bu kafa yapısının yasal olmayan bu işleri AKP saltanatı döneminde deterjanlı bir eylem haline geldi. Bundan cesaret alarak ve örnek sayıp anonim bir ulema zata iki soru yöneltmek istiyorum:

Hocam seçimlerde rakiplerini ve seçmenleri tehdit etmek helal midir?

Halk da iyidir ama cahildir. Ancak bu cehalet münevverin dediği cehalet değildir, bir başka cehalettir. Bu halk dinini bilmez. Kendi menfaatine asidir. Bilmez. Kendi aleyhine mi, tersine mi bilemez. O zaman ne yapacaksın?

“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” atasözündeki gibi önce nazikçe öğüt verilir, eğer bu öğüt işe yaramazsa daha sert bir uyarı yapılması gerektir. Kendi iyiliği bilmez adam. Para kimdeyse onun yanında olacaksın. Züğürdün yanında ne işin var? Züğürdün biti kanlansın diye ona neden arka çıksın? O hesap, seçimde tehdit iyi niyetli ve yol gösterici olup günah, haram değildir.

Hocam yönetimde partizanlık etmek haram mıdır?

Saban nedir? Toprağı süren, toprakta karıklar açan, onu altüst eden alettir. Eskiden iki öküz çekerdi sabanı ama iki öküzün de ortak huylu olması lazımdır; biri çeker, biri kendi kafasına giderse olur mu, olamaz. Teşbihte hata olmaz, iki öküzün de aynı partiden olması iyidir. Bu sebeple de koalisyon kötüdür. Biri çeker, biri çekmez. Ama artık traktör var. Var ama bir de süreni var. O zaman sürücü derdi çıkar. Çıkar mı? Çıkar! İşte o zaman da sürücü senden olacak. Partizanlık bu manada haram değildir.

Gün gelecek bu tiksindirici eril şov bitecek! (Zülal Kalkandelen)

Bugün yine tarihin en sahte şovlarından biri sahnelenecek. Kadın katillerinin cezalarında “iyi hal” bahanesiyle indirim yapanlar, tecavüzcüleri serbest bırakanlar, kadına saygıdan söz edecek.

Türkiye’nin kadını şiddete karşı koruyan en etkili uluslararası sözleşmeden bir kişinin imzasıyla bir gecede çekilmesine seyirci kalanlar, kadına şiddete karşı olduklarını duyuracak.

İktidarda oldukları süre boyunca kadın haklarında büyük bir gerilemeye yol açan AKP’liler sosyal medya hesaplarından kadına olan “sevgi ve saygılarını” anlatan paylaşımlar yapacak.

İktidarda olmasalar da kendi örgütlerinde kadınları siyasette bir süs gibi geri planda tutan siyasetçiler de kadına eşitlikten söz edecek.

AKP'li Cumhurbaşanı, 27 Nisan 1985’te Milli Gazete’ye verdiği röportajda, “Kadının yeri evidir. Oy kullanmanın dışında hiçbir siyasal katılma göstermemelidir. Türkiye’nin bu anarşik ortama gelmesinin nedeni, kadının evden dışarı çıkması, şefkat ve sevgiden mahrum terörist gençliğin yetişmesine neden olmuştur” dememiş gibi, Gezi’de sokağa çıkan kadınları “sürtük” diye nitelememiş gibi, “Kadın erkek eşitliği fıtrata ters” dememiş gibi, 8 Mart mesajında, “Kadınlara hak ettiği değeri vermek; inancımızın, kültürümüzün, medeniyetimizin, anayasa ve yasalarımızın bize emridir” diyecek.

***

Cumhuriyet Devrimi’nin tüm kazanımlarını yerle bir etmeyi amaçlayan gericiler, laik hukukun simgesi Medeni Kanun’u değiştirmeyi hedeflemiyormuş gibi, kadın hakları konusunda konuşup rol yapacak.

Türkiye Kadın Milli Voleybol Takımımızdaki oyunculara “baldırı çıplak” diyerek cinsiyetçi hakaretlerde bulunan Diyanet hukuk müşaviri, halkın ödediği vergilerle oluşan bütçeden maaş almaya devam edecek.

Toplumun hemen her alanında yönetimi kadınlara bırakmamak için kıyasıya yarışanlar, kadınlara ne kadar değer verdiklerini anlatacak.

Kadınların toplum içinde attığı kahkahaya, mini eteğine “ahlaksızlık” diyen din tacirleri, halkın parasını çalıp çırpmayı, hak yemeyi, iftira atmayı, yalan söylemeyi sürdürecek.

Çocukların bacağından, annesinin dizinden tahrik olan onursuzlar, toplumun ahlak bekçiliğine devam edecek.

Kadınları evde sigortasız çalıştırarak sömürenler, bugün sosyal medyada “Çiçeğimizsiniz” diyerek kadınlara olan “sevgisini” gösterecek.

Dört beş erkeğin konuk olduğu TV programlarına tepki gelmesin diye arada bir kadın çağırıp kendince eşitlik sağladığını düşünenler, kadınların öneminden bahsedecek. Mesleğinde başarılı bir kadından “ünlü birinin eşi” olarak söz eden medya çalışanları, yayınlarında kadın haklarını savunduklarını iddia edecek.

Erkeklerin konuşup yönettiği bu ülkede seslerini duyurmak için her yıl sokağa çıkan kadınlar yine şiddet görecek, gazlanacak

Dünyanın birçok yerinde kadınlar sokaklarda barış içinde dans edip geleneksel yürüyüşü gerçekleştirirken, AKP Türkiye’sinde kadınlar yerlerde sürüklenecek.

Bütün bunlar kadının hak ettiği şekilde toplumsal hayatta ön plana çıkmasını sağlayan Cumhuriyet Devrimi’nin gerçekleştiği ülkemizde yaşanacak.

Ancak bütün bunlar olurken kadınlar da seslerini yükseltmeye devam edecek. Zulüm arttıkça çıkan ses de yükselecek. Büyük bir Kadın Devrimi’nin yolunu açan, gururla andığımız laik Cumhuriyetin 100 yıl önceki kazanımlarını geri almalarına izin verilmeyecek.

Evde, işte, sokakta, her yerde kadınların sesi yükselecek. O ses, yalnızca 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde değil, her gün yükselecek.

Ve emin olun, gün gelecek bu tiksindirici eril şov sona erecek!

(Cumhuriyet)