23 Mart 2024 Cumartesi

T24 KÖŞEBAŞI - 23 MART 2024 -

Küresel asgari kurumlar vergisi (III): Türkiye'ye olası etkileri (Binhan Elif Yılmaz)

Türkiye'de üretim yapan, faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerin vergi mükellefiyeti nasıl olacak?

Uluslararası vergi alanında son zamanların en önemli düzenlemelerinden olan küresel asgari kurumlar vergisi ile ilgili yazı dizisinin üçüncüsü ve sonuncusunda, bu uygulamanın Türkiye'ye olası etkilerini değerlendireceğim.

OECD/G20 BEPS Kapsayıcı Çerçevesindeki iki sütunlu yaklaşımda yer alan İkinci Sütunun küresel asgari kurumlar vergisinin ilkelerini belirlediğini önceki yazılarımda belirtmiştim. Amaç, kârların ekonomik faaliyetlerin gerçekleştirildiği, üretimin yapıldığı yerde vergilendirilmesini sağlamak. Buna göre çok uluslu şirketlerin faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki kurumlar vergisi oranıyla küresel asgari kurumlar vergisi oranı (yüzde 15) arasındaki fark kadar ek vergiyi, Gelire Dahil Etme Kuralına istinaden nihai olarak ekonomik faaliyetlerin gerçekleştirildiği, üretimin yapıldığı ülkede ödemeleri gerekiyor. Uygulamanın 1 Ocak 2024 ve sonrası vergilendirme dönemleri kapsayacak şekilde başlaması bekleniyor.  

Anlaşıldığı üzere küresel asgari kurumlar vergisi çok uluslu şirketler için yurt dışı kârlara uygulanacak bir vergi. Böylece asgari yüzde 15'lik kurumlar vergisi oranından daha düşük vergi uygulayan ülkelerde çok uluslu şirketler için bir ek vergi uygulaması olacak ve kârları vergi cennetlerine kaydırma avantajı ortadan kalkabilecek.

Örneğin çok uluslu bir şirket kazancını sağladığı ülkede yüzde 10'luk kurumlar vergisine tabiyse, ana ülkede yüzde 15'e ulaşmak için 5 puan ek vergi uygulanacak. Ek vergi sayesinde vergi gelirlerinde artış ortaya çıkacak.

Türkiye'de üretim yapan, faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerin vergi mükellefiyeti nasıl olacak?

Türkiye'de kurumlar vergisinde iki ayrı mükellefiyet şekli var. Kurumların kanuni merkezi ya da iş merkezinden biri ya da ikisi Türkiye'de ise tam mükellef, ikisi de Türkiye'de değil ise dar mükellef kurumdur. Dolayısıyla bir kurumun tam mükellefiyete tabi olması için kanuni ve iş merkezlerinden birinin Türkiye'de olması yeterlidir. Tam mükellef kurumlar gerek Türkiye içinde gerekse Türkiye dışında elde ettikleri kazançların tamamı üzerinden vergilendirilirler. Türkiye'de büro-acente bazında hizmet veren dar mükellefler, sadece Türkiye'de elde ettikleri kazançları üzerinden vergilendirilirler.

Çok uluslu şirketler birden fazla ülkede yönetimini ve merkezlerini dağıtarak faaliyet gösteriyor. O nedenle asgari kurumlar vergisinin mükellefi olacak çok uluslu şirketler bu iki mükellefiyetten birine girecek. Kanuni merkezi ya da iş merkezi Türkiye'de olmadığı için vergilendirilemeyen çok uluslu bir şirketin Türkiye'deki faaliyetinden elde ettiği kâr vergilendirilip vergi gelirlerini arttırabilir.

Türkiye'de kurumlar vergisi oranı kurum kazancı üzerinden 2004 yılında yüzde 33 iken 2006 yılı sonrasında vergi rekabeti ve ekonomik büyüme gerekçeleriyle yüzde 20'ye kadar indirildi. 2018-2020 yılları arasında yüzde 22 oldu. 2024 yılı için yüzde 25 oranında uygulanacak. Ayrıca elektronik ödeme ve para kuruluşları, yetkili döviz müesseseleri, varlık yönetim şirketleri, sermaye piyasası kurumları ile sigorta ve reasürans şirketleri ve emeklilik şirketleri için oran yüzde 30 olacak. 

Uygulanan bu oranlar sonucunda kurumlar vergisi gelirinin genel bütçe vergi gelirleri içindeki payı 2006'da oran indirimi sonucu önceki yıllardaki yüzde 10-11'lik seviyelerinden yüzde 8,4'e kadar geriledi. 2008-2015 arasında ortalama yüzde 10 olarak gerçekleşti. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ülkemizi tercih ettiği yıllarda kurumlar vergisi hasılatında artış görüldü. 2016-2019 yılları arasında yüzde 10-11'di. Ancak son yıllarda yaşanan yüksek enflasyonun şirketlerin fiktif kârlarını arttırıcı etkisiyle 2021'de yüzde 15,3, 2022'de yüzde 21,6 ve 2023'te de yüzde 17,5 civarına yükseldi.

OECD üyesi ülke olan Türkiye de OECD/G20 Kapsayıcı Çerçeve kararlarını kabul ettiği için yakın zamanda iç hukukta düzenlemelere gitmek durumunda. Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kapsayıcı Çerçeve kapsamının Türkiye ve ABD arasındaki son ortak beyanları uygulama konusunda siyasi uzlaşı zaman çizelgesinin revize edildiğini ve haziran ayı sonuna kadar uzatıldığını 12 Mart günü duyurdu (Türkiye ve ABD'nin 1. sütun yürürlüğe girmeden önceki geçiş sürecinde mevcut tek taraflı önlemlere yönelik geçici yaklaşım uzlaşısına ilişkin güncellenmiş ortak beyanına göre). Bu durumda küresel asgari kurumlar vergisinin yürürlüğe girmesi ile birlikte uygulamadaki Dijital Hizmet Vergisi benzeri uygulamaların sona ermesi bekleniyor. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu Dijital Hizmet Vergisi uygulayan ülkeler bu vergiden vazgeçecek. 2023 yılında bu vergiden 10,3 milyar TL vergi geliri tahsil edilmişti. Vergi gelirlerinin küçük bir kısmı ama yine de önemli bir gelirden vazgeçilmesi anlamına geliyor.

Türkiye'nin kurumlar vergisi hâlihazırda asgari kurumlar vergisi oranı olan yüzde 15'in üzerinde. Her ne kadar kurumlar vergisi oranı yüzde 15'in üzerinde olsa da belirli sektörlere, yatırımcılara veya bölgelere yönelik önemli vergi teşvikleri sağlanınca efektif vergi oranı diğer gelişmekte olan ülkelerden daha düşük hale gelebiliyor. Bu yeni durum bazı kazançları vergileme imkânı tanıdığından vergi gelirlerinin artması mümkün gözüküyor.

Teşvikler; genellikle çevre ve iklim değişikliği odaklı olup; örneğin elektrikli araçları geliştirme, yenilenebilir enerjiye yönelme, tarımı sürdürülebilir kılma, sıfır karbon, enerji dostu şehirler tasarlamaya yönelik kurumlara özel sübvansiyonlar, istisnalar, devlet kredileri, hibeler gibi teşvikler olabilir.

Ancak, vergi teşviki ya da istisnalar ile beraber efektif vergi oranı küresel asgari kurumlar vergisi oranının altına inerse ek vergi uygulanabilecek. Bu durumda teşvikin şirket için bir avantajı kalmayacak, çünkü vergi teşvikinin faydası, asgari kurumlar vergisi nedeniyle azalacak. Öte yandan şirkete tanınan vergi teşvikine rağmen efektif vergi oranı asgari kurumlar vergisi oranının üstünde kalıyorsa, bu durumda ek vergi uygulanmayacak.

Vergi teşvikleri bu vergi reformunda önemli bir yol ayrımı. Çok uluslu şirketler merkezlerini ya da şubelerini konumlandıracakları yerleri yeniden planlayabilir. O nedenle küresel asgari kurumlar vergisi oranını benimseyen ülke sayısı arttıkça, teşviklerin etkinliği azalabilir.

OECD/G20 Kapsayıcı Çerçevesi yine de vergi teşvikleriyle ilgili hedefler ne olursa olsun, şirketlerin yayıldıkları ülkelerde uygulanan kurumlar vergisi oranına dayalı vergi rekabetini ortadan kaldırmak için tasarlandığı konusunda iddialı…

Küresel asgari kurumlar vergisinin kapsamını belirlemek için kullanılan gelir eşiği, ülke bazlı raporlama için kullanılan ile eşdeğerdir. Asgari küresel kurumlar vergisi uygulaması, cirosu en az 750 milyon Euro olan şirketler için geçerli olacak. O nedenle bu gelir eşiğinin tespiti verginin uygulanmasında önemli bir konu. 2023 yılı itibariyle bu eşiğin üstünde Türkiye'de binin üzerinde çok uluslu şirket olduğu tahmin ediliyor, tabi raporlanmışsa. O nedenle vergiye tabi şirketleri belirleyen sınırlar çok yüksek olduğu için kısa vadede beklenen gelir artışı pek fazla olmayabilir.

Türkiye'de KVK m.32/A, indirimli kurumlar vergisini düzenliyor. Teşvik belgesi olan yatırımlardan elde edilen kazançlara uygulanan indirimli kurumlar vergisi bağlamında efektif vergi oranı yüzde 15'in altına indirilmiş oluyor. Bu durumda küresel asgari kurumlar vergisi uygulaması başladığında çok uluslu şirketin Türkiye'deki iştirak/şubelerinin indirimli kurumlar vergisi oranı küresel asgari vergi oranının altında kalacağından Türkiye yatırım avantajını yitirebilir. Ama normal şartlarda efektif vergi oranı yüzde 15'in altında kaldığından Türkiye'de alınmak üzere ek vergi getirilebilir.  

Türkiye, kurumlar vergisindeki teşvik düzenlemelerini gözden geçirerek küresel asgari kurumlar vergisine hazırlık yapmalıdır. Hatta diğer vergilerin (KDV, BSMV gibi) yüklerinin hafifletilmesine yönelik düzenlemeler yapılabilir.

Sonuçta dünyada mali, ekonomik ve çevresel adaletsizlikler artarak devam ediyor. Küreselde pandemi sonrasında servetin yaklaşık üçte ikisini en zengin yüzde 1'lik kesim elinde tutmaya başladı. Haliyle yoksulluk da arttı.

Emek üretim faktörü enflasyon altında ezilirken büyümeden aldığı pay sınırlı kaldı. Ama küreselde vergi reformları sermaye üretim faktörüyle, dolayısıyla dev çok uluslu şirketler ilgili yapılıyor.

Çok uluslu şirketlerin vergilendirilmesiyle başlanan sürecin bundan sonra zenginler için de devamının gelmesi dileğiyle.

                                                           /././

Geriye kalan sadece kemik ve bez parçaları (Gökçer Tahincioğlu)

Giden gelmiyor ama insanların verilecek bir yanıta, adaletin kırıntısına ihtiyacı vardı. Bağışlamak için küçücük bir neden… Ama olmadı…

Bakın koca bir devletin koca koca kurumları küçük bir çocuk gibi ne yalanlar söylemiş:

  • - Deprem oldu, borular patladı, su bastı, arşivdeki belgeler kayboldu…
  • - Bölgeye operasyon yapıldığına yönelik hiçbir kayıt yok.
  • - 11 kişinin gözaltına alındığına yönelik belge yok…

Küçük bir çocuk gibi benzetmesi uygun değil bu durum karşısında. Küçük çocuklar büyük ve karanlık yalanlar söylemez.

* * *

Yıllar önceydi.

Bolu Dağ Komando Tugay Komutanlığı'nda görevli bazı komutanların isminin geçtiği bir faili meçhul cinayetle ilgili başlatılan soruşturmayı o dönem çalıştığım Milliyet gazetesinde haberleştirmiştim.

Gazetenin dahili telefonundan, bilinmeyen bir numaradan arandım akşama doğru. Alaycı bir ses, öldürülen kişiye ve bana küfürler ediyor, hepimizin sonunun aynı olacağını söylüyor, bundan sonra eve gidip gelirken dikkatli olmamı öğütlüyordu.

Bütün bu soruşturmalardan, davalardan hiçbir şey çıkmayacağının altını kalın kalın çizerek.

Sırtını başkalarının, devletin gücüne dayayıp aklına eseni yapanlar böyle korkaktır… Kendi gücüyle konuşamaz, kendine güvenerek hareket edemez, arkasına aldığı güce rağmen ismini bile veremez.

Sonuçsuz kalma ihtimalinin yüksekliğine rağmen verilen adalet mücadelesi kadar, o adamın sözleri de haklıydı. Devletin bu cinayetler için adım atmayacağını biliyordu. Mücadele bitmeyecek olsa da haklılığı ne büyük can sıkıntısıydı.

* * *

Meşhur Bolu Tugayı'nın ismi, yıllar sonra, AKP-cemaat operasyonları/didişmeleri/rekabeti sürerken yeniden gündeme geldi.

Garip garip operasyonlara, soruşturmalara meşru bir zemin yaratmak adına, 90'lı yılların dosyaları da yeniden açılmış, şaşırtıcı bir biçimde hızlıca iddianameler hazırlanmaya başlamıştı.

Kimin açtığının bir önemi yoktu. Bu dosyaların tamamı yıllar önce davaya dönüşmüş olması gereken, AİHM kararlarına konu olmuş, kanıtları uzun mücadeleler sonucunda açığa çıkarılmış dosyalardı…

Ve başka bir akıl devreye girince, kumpas davalarının parçası sayılarak önemli bir bölümü sanıkları aklayarak sonuçlandırıldı.

* * *

O davalardan biri de Kulp davasıydı.

Bölgede görevlendirilen Tuğgeneral Yavuz Ertürk komutasındaki Bolu Dağ Komando Tugayı, 8-25 Ekim 1993 tarihleri arasında Kulp-Muş-Lice üçgeninde bir operasyon düzenledi.

Kulp Alaca Köyü ile Şenyayla bölgesi arasındaki operasyon ise diğer bölgelerdeki operasyonlardan farklıydı.

Yerleri yurtları belli, daha önce PKK tarafından da tehdit edildiklerini ancak örgüte yardım etmediklerini askerlere anlatan isimlerin de aralarında bulunduğu 11 kişi, askerler tarafından evlerinden çağrıldıktan sonra gözaltına alındı.

Ancak bir gözaltı merkezi yoktu.

Askerler, Kepir denilen bölgede, açık havada, soğuk havaya rağmen 11 kişiyi günlerce "gözaltında" tuttu.

Öyle bir tablo vardı ki yakınları kadınlar, dağa, tepeye tırmanıyor, "gözaltındaki" yakınlarına yemek getiriyordu.

Bir akşam, gözaltındaki isimlerden biri karısına, "artık yemek getirme" dedi, "bizi götürecekler."

Götürülmek iyiydi böyle bir ortamda. Götürülmek demek, resmi bir gözaltı kaydı, resmi bir merkez, avukat, adliye, mahkeme demekti… Götürülmek iyiydi…

* * *

Ertesi gün, 11 kişi gerçekten "gözaltında tutuldukları" yerde yoktular. Bölgedeki operasyonlarda gözaltına alınan diğer isimlerle birlikte, helikopterle götürüldükleri bilgisi verildi yakınlarına…

Ancak gözaltında değillerde, herhangi bir askeri-sivil merkezde değillerdi, adliyede değillerdi…

Bir daha hiçbirinden haber alınamadı…

* * *

Savcılığa başvuran aileler, bir yanıt alamayınca AİHM'ye başvurdular. 1997-98'de, Türkiye'ye gelen bir komisyon aileleri ve devletin gösterdiği tanıkları dinleyip rapor hazırladı.

2001'de AİHM, Türkiye'yi kayıplar nedeniyle tazminat ödemeye mahkûm etti. Helikopterle taşındıklarına, bir merkeze götürüldüklerine yönelik kayıt yoktu ama devletin beyanının aksine gözaltına alındıkları ve açık havada günlerce tutuldukları kesindi…

* * *

Olaydan tam 10 yıl sonra, AİHM kararını verdikten ve Türkiye bu karara rağmen harekete geçmedikten 2 yıl sonra, 2003'te, Alaca Köyü'ne 500 metre mesafede koyunları otlatan bir çoban, dere yatağında, toprak yüzeyine çıkan kemik ve bez parçalarını gördü. Hemen köylüleri ve avukatları haberdar etti. Diyarbakır İHD avukatları da geldiler olay yerine.

Kemikler muhafaza altına alındı.

Avukatların talebiyle, köyde yaşayan ve yakınları kaybedilenler, kemiklerin incelenebilmesi için kan ve doku örneği verdiler Adli Tıp'ta…

* * *

İnceleme 2 yıl sürdü.

Ve iki yılın sonunda Adli Tıp Kurumu, bulunan kemiklerin kaybedilen 11 kişiden en az 9'una ait olduğuna dair, yüzde 99,9 kesinlikle rapor hazırladı.

Düşünün, köyden, mezradan gözaltına alınıp, yakın bir mesafede günlerce tutulan ve sonra götürüldüğü söylenen insanların kemikleri, köyün yanı başından çıkıyor. Ailelerin yıllarca aradıkları yakınlarının kemikleri, bu kadar yakında…

Tuğgeneral General Yavuz Ertürk'ün 11 köylüyü öldürme emri vermekten yargılandığı Kulp Davası, zaman aşımından düşürüldü

* * *

Gözaltına alanlar belli, o gün orada görevli olanlar belli, kaybedilenler belli, çıkan kemiklerin kime ait olduğu belli.

Bu durumda ceza vermek zor olmasa gerek…

Ancak öyle olmuyor…

Genelkurmay Başkanlığı, o gün orada operasyon olmadığını söylüyor.

Olduğunu kanıtlamak yıllar sürüyor.

Askeri makamlardan, o gün orada kimlerin görevli olduğunun bilinmediği yanıtı geliyor.

İsimleri bulmak mümkün değil ancak komutan belli…

* * *

Dosya oradan oraya geziyor. Askeri savcılık, sivil savcılık, askeri savcılık, sivil savcılık…

Ve yıllar sonra, 2013'te, Bolu Dağ Komando Tugayı Komutanı Yavuz Ertürk, ifadeye çağrılıyor. Bir süre sonra açılacak davanın tek sanığı.

Dava, diğer bütün "yüzleşme" davaları gibi başka bir kente, Ankara'ya nakledildi.

Ülkenin belli bölümleri "güvensiz" bu mahkeme kararlarına göre.

Cennet vatanın bazı köşelerine, kentlerine nedense gitmek istemiyor kimse. Sanıklar bile…

11 kişi ölmüş, raporlar var ancak Ertürk ya da bir başka isim tutuklanmadı yargılama boyunca.

Önce yerel mahkeme, sonra istinaf beraat kararı verdi.

Yargıtay dosyayı karara bağlayacaktı ki, zaman tükendi…

Ne büyük aksilik ne büyük tesadüf!

* * *

Batman Barosu Başkanı Erkan Şenses, bölgede operasyon yapıldığını kanıtlayabilmek için ilgili askeri birimlerden bilgi alınmasını istedi.

Askeri birimlerden gelen yanıt, 1999'daki depremde boruların patladığı, su basması nedeniyle evrakın bulunamadığı oldu.

Küçük bir inceleme ile ortaya çıkarılabilir bu beyanların doğruluğu ancak elbette yapılmadı.

Şenses ve diğer avukatlar, yıllar boyunca mücadele ederek bütün olanı biteni açığa çıkardılar.

Ancak zaman doldu, diğer dosyalardaki gibi.

30 yıl, tam 30 yıl boyunca 11 insanı katledenler cezalandırılmadı.

Ve şimdi yakınlarına "kusura bakmayın, zamanaşımı" deniliyor.

Giden gelmiyor ama insanların verilecek bir yanıta, adaletin kırıntısına ihtiyacı vardı.

Bağışlamak için küçücük bir neden…

Ama olmadı…

Ellerinde sadece kemik ve bez parçaları kaldı.

                                                     /././

 Derin sahtecilik ve yapay zekâ (Mustafa Durmuş)

Derin sahtecilik olarak da bilinen sentetik medya alanındaki gelişmeler yüzünden medyadaki haber ve bilginin bir bilgisayar tarafından mı üretildiğini yoksa gerçekten yaşanmış bir olaya mı dayandığını bilmek giderek zorlaşıyor

Bir önceki yazımızda ele aldığımız dezenformasyonun en somut ve belki de en tehlikeli biçimlerinden biri "derin sahtecilik" (deepfakes) olarak da bilinen uygulamalardır.

Dijital medya kanallarında, dezenformasyon ve yanıltıcı içeriklerin önemli bir boyutunu fotoğraflar üzerinde yapılan dijital görüntü veya ses manipülasyonları oluşturur. Çünkü görüntüler ve fotoğraflar zihinde daha kalıcı ve güçlü bir etki yaratır. Bu güç, dijital görüntü manipülasyonları aracılığı ile dezenformasyon aracına dönüşebilir. Görüntü ve ses manipülasyonları, artık günümüzde kitleleri yanıltarak istenilen şekilde yönlendirmek, belirli bir bakış açısını dayatmak ve bir olayı çarpıtmak gibi farklı amaçlarla ve yapay zekâ teknolojileri ile kolay bir şekilde yapılabiliyor. (1)

Derin sahtecilik (deepfakes)

Derin sahtecilik olarak da bilinen sentetik medya alanındaki gelişmeler yüzünden medyadaki haber ve bilginin bir bilgisayar tarafından mı üretildiğini yoksa gerçekten yaşanmış bir olaya mı dayandığını bilmek giderek zorlaşıyor. Daha da önemlisi, sentetik medya (kısmen ya da tamamen bilgisayarlar tarafından üretilen medya) yapay zekâ araçlarının yaygınlaşmasıyla önem kazandı.

Bu derin sahtecilik gerçek insanların sesini ve görünüşünü taklit etmek için kullanılabiliyor. Derin sahteci medya etkileyici derecede gerçekçi ve fazla beceri ya da kaynak gerektirmiyor. Ayrıca derin sahtecilik ses teknolojisi, tespit edilmesini zorlaştıran bir gelişmişlik düzeyinde. Bu, birbirini izleyen teknolojilerin yüksek kaliteli içerik üretimini neredeyse herkes için erişilebilir hale getirdiği daha geniş çaplı dijital devrimin doruk noktası. (2)

Derin sahteciliğin, bir adayı güçlendirmenin ya da zayıflatmanın/itibarsızlaştırmanın, bir siyasal partinin altını oymaya yönelik bariz çabanın yanı sıra, ülkedeki farklı ulusal kimlikleri ve inanç gruplarını günah keçisi ilan etmeye ve sorumlu gazeteciliği şeytanlaştırmaya ve kadınları ve kız çocuklarını taciz edip korkutmaya dönük videolarla, onları seçime katılmaktan vazgeçirmeye dönük çok sayıda kullanım alanı söz konusu olabiliyor.

Bir örnek vermek gerekirse, Ocak ayı sonlarında, küresel pop ikonu Taylor Swift'in sahte pornografik görüntüleri X'te (eski adıyla Twitter) 47 milyon görüntülenmeye ulaştı. (3)

Bu tür içeriklerin bir bireyin ruh sağlığına verebileceği zararı hayal etmek zor değil. Ancak, derin sahteciliklerin genel ya da yerel seçimler üzerinde ne kadar etkili olduğunu henüz tam olarak bilemesek de, seçim süreçlerinde daha geniş bir ölçekte uygulandığından tüm toplumu tehdit edebilir.

Endonezya, Slovakya, Türkiye

Nitekim Ocak ayında yayımlanan bir makalede genel seçimlerin 14 Şubat'ta yapılacağı Endonezya'da, sosyal medyada büyük hacimli paylaşımlar yapmaları için para ödenen "buzzers" sürüsünün tüm hızıyla çalıştığına vurgu yapılıyordu. Bunların amaçları seçmenleri etkilemekti. Öyle ki dijital gürültünün ortasında, Monash Üniversitesi'nin Jakarta kampüsündeki sosyal bilimci Ika Idris ve meslektaşları, nefret söylemindeki değişikliklerin yanı sıra, bir başkan adayını Çince konuşurken gösteren ve Çin ile yakın bir ittifakı ima eden yapay zekâ tarafından üretilen 'deepfake' video gibi yanlış bilgilerin seçmenler üzerindeki etkisini izlemeye çalışıyorlardı. (4)

Keza Endonezya'daki son seçimlerde merhum Başkan Suharto'yu "dirilten" bir derin sahteci/deepfake video yayınlandı. Bu video görünüşte insanları oy vermeye teşvik etmek amacıyla hazırlanmıştı ancak Suharto'nun liderliğini yaptığı siyasi parti tarafından hazırlandığı için propaganda yapmakla suçlandı.

Derin sahteciliğin daha bariz bir kullanımı siyasi adaylar hakkında yalanlar yaymaktır. Örneğin, Slovakya'nın Eylül 2023'teki parlamento seçimlerinden günler önce yayınlanan yapay zekâ tarafından üretilen sahte ses, İlerici Slovakya Partisi lideri M. Šimečka'yı bir gazeteciyle oylamaya nasıl hile karıştırılacağını tartışmış gibi göstermeye çalıştı. Bu video seçim kampanyasının son günlerinde yayınlandı zira bu dönem dezenformasyon ve manipülasyon saldırıları için en uygun zaman öyle ki buna yanıt verebilmek için çok az zaman kalıyor.(5)

Aslında bu durum Türkiye için de yabancı değil. 14-21 Mayıs 2023 Genel Seçimleri sırasında muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı olan K. Kılıçtaroğlu'nu Kandil ile aynı videoda gösteren ve sonrasında bunun kurmaca olduğu Cumhurbaşkanı tarafından dahi kabul edilen bir sahte video (6) bizzat Erdoğan tarafından kullanılmıştı.

Yapay zeka ve dezenformasyon

Yapay zekâ, insan zekâsı süreçlerinin makineler, özellikle de bilgisayar sistemleri tarafından simüle edilmesidir. Yapay zekanın spesifik uygulamaları arasında uzman sistemler, doğal dil işleme, konuşma tanıma ve makine görüşü gibi uygulamalar yer alır. Aslında çoğu zaman, yapay zekâ olarak adlandırılan şey makine öğrenimi gibi teknolojinin sadece bir bileşenidir.

Genel olarak, yapay zekâ sistemleri büyük miktarlarda etiketli eğitim verisi alarak, korelasyonlar ve örüntüler için verileri analiz ederek ve gelecekteki durumlar hakkında tahminler yapmak için bu örüntüleri kullanarak çalışır. Bu şekilde, metin örnekleriyle beslenen bir sohbet robotu insanlarla gerçekçi iletişim kurmayı öğrenebilir veya bir görüntü tanıma aracı milyonlarca örneği inceleyerek görüntülerdeki nesneleri tanımlamayı ve açıklamayı öğrenebilir. Yeni, hızla gelişen üretken yapay zekâ teknikleri gerçekçi metinler, görüntüler, müzik ve diğer medyayı yaratabilir. Özetle, yapay zekâ, yaşama ve çalışma tarzımızı değiştirme potansiyeli açısından önemlidir. (7)

Yapay zekâ: Öğrenen ve zekâsını artıran robot

Yapay zekâ ile sadece önceden programlanmış talimatları yerine getiren değil, aynı zamanda deneyim ve yeni durumlarla, daha fazla yeni program ve talimat öğrenen makineler de kastedilir. Yani yapay zekâ, aslında öğrenen ve zekâsını arttıran robotlar anlamına gelir.  Bu, robotların gelişimi artan zekâya sahip daha fazla robot yapabilecekleri noktaya kadar sürebilir.  Gerçekten de bazı insanlar yapay zekânın yakında insan zekâsını geçeceğini iddia etmektedirler. (8)

"Otomasyon, önceden programlanmış görevleri çok az veya hiç insan müdahalesi olmadan tamamlayarak insan emeğinin yerini alan her türlü teknoloji" olarak tanımlanabilir. Yapay zekâ ise,  bir görevi tamamlamak için mevcut verileri kullanan ve eylemlerini yeni bilgilerin ve programlamanın yorumlarına göre uyarlayabilen bir otomasyon türü olarak ele alınabilir.

Birçok görev için, ChatGPT veya benzer şekilde ayarlanmış bir yapay zekâ ideal bir çalışandır. Kodlamadaki temel ve sözdizimi hatalarını hızlı bir şekilde bulabilir ve bunlar için doğru düzeltmeleri önerebilir. Büyük veri setlerini analiz edebilir. Okunması kolay birçok içerik yazabilir. Çocuklara öğretilebilecek veya okullarda öğretmenlere yardımcı olarak kullanılabilecek temel şablonlar oluşturabilir. Power point slaytları oluşturabilir, hatta nazik e-postalar bile yazabilir. (9)

Yaratıcı (jeneratif) yapay zekâ: İyi mi, kötü mü?

Günümüzde, yaratıcı yapay zekâ (gen AI), genel yapay zekânın ötesinde, inovasyon, büyüme ve üretkenlik alanlarında dönüştürücü etki potansiyeli ile siyasal örgütler ve siyasal partiler için çok önemli fırsatlar sunuyor. Öyle ki güvenilir yazılım kodu, metinler, konuşma metinleri, yüksek doğrulukta görüntüler ve etkileşimli videolar üretebiliyor. (10)

İyiye bir örnek olarak; Varşova'nın 325 kilometre (200 mil) doğusundaki Poznan'da teknoloji araştırmacıları, mühendisler ve çocuk bakıcılarından oluşan bir ekip küçük bir devrim üzerinde çalışıyor. Ortak projeleri olan "Insension", ileri derecede zihinsel ve çoklu engelleri olan çocukların başkalarıyla ve çevreleriyle etkileşime girmelerine ve dünyayla daha bağlantılı hale gelmelerine yardımcı olmak için yapay zekâ destekli yüz tanıma özelliğini kullanıyor. Bu, hızla ilerleyen teknolojinin gücünün bir kanıtıdır. (11)

Diğer taraftan, yaratıcı yapay zekâ ile ilişkili riskler, temel eğitim verilerinde gömülü olan yanlış çıktılar ve önyargılardan, büyük ölçekli yanlış bilgilendirme ve siyaset ve kişisel refah üzerinde kötü niyetli etki potansiyeline kadar uzanıyor. Nörobilimdeki gelişmeler özgür düşünceye yönelik bu tehdidi daha da artırıyor.

Bu bağlamda, kötüye kullanıma bir örnek olarak; Çin'in başkenti Pekin'de, yapay zekâ destekli yüz tanıma, hükümet yetkilileri tarafından vatandaşların günlük hareketlerini izlemek ve tüm nüfusu yakın gözetim altında tutmak için kullanılıyor. Bu aslında aynı teknolojidir ancak sonuç temelde farklıdır. Bu iki örnek, daha geniş kapsamlı yapay zekâ sorununu özetlemektedir: "Temel teknoloji kendi içinde ne iyi ne de kötüdür, her şey onun nasıl kullanıldığına bağlıdır". (12)

Yapay zekâ ürünü haber yayınlayan internet sitelerinde tamamen yanlış bilgileri öne çıkaran içerikler üretilebiliyor. Bunlardan biri olan CelebritiesDeaths.com, bu yılın Nisan ayında, "Biden öldü. Harris başkanlığa vekâlet ediyor, konuşma saat 09.00'da" başlıklı haber yayınladı.  Haberde 80 yaşındaki ABD Başkanı Joe Biden'ın "uykusunda huzur içinde" öldüğü iddia ediliyordu. (13)

Yapay zekâ ve emeğin sıradanlaştırılması

Günümüzde yapay zekâ ile ilgili tartışmalar, esas olarak onun emeği sıradanlaştırması ve işleri işçilerin elinden alıp almamasıyla sınırlı olarak yürütülüyor.

Nitekim yapay zekâ, hamburger yapmak, hastalara bakmak, makale yazmak (ChatGPT), karmaşık matematik ve bilgisayar kodlaması yapmak, illüstrasyonlar yapmak, karmaşık yasal belgeleri analiz etmek ve hatta kimin işe alınacağına ve işten çıkarılacağına karar vermek gibi çok çeşitli işlere entegre ediliyor. Yapay zekânın insan çalışanların yerini tamamen almasına ilişkin örnekler de giderek artıyor. (14)

Bu bağlamda, yapay zekâ aracılığıyla sermaye sınıfının işgücü piyasalarını ve ekonomiyi temelden yeniden şekillendirmeye hazırlandığını görmek gerekiyor. Bu durum emekçiler aleyhine gelişeceğinden ekonomideki eşitsizlikler daha da kötüleşebilir.

Nitekim bazı araştırmacıların gerçekleştirdiği bir araştırmanın sonuçlarına göre, yapay zekâ derin sahtecilik ve yanlış bilgilendirme gibi daha geleneksel risklerinin dışında, arta yolsuzluklar, popülizm ve seçkincilik biçiminde demokratik kurumları aşındırarak, demokrasi için de büyük bir tehdit oluşturuyor. Zayıflayan demokrasi ise eşitsizlikleri dizginleme konusundaki gücünü kaybedecektir. Bu durum, demokrasinin aşınması ve eşitsizliğin artması şeklinde kısır bir geri besleme döngüsü yaratabilir ve bu döngü, işçilerin yapay zekâ tarafından büyük ölçekli olarak yerlerinden edilmesi gibi ekonomik bir şokun ardından hızla hızlanabilir. Sonuç, gelir eşitsizliklerinin belirgin bir şekilde arttığı ve sıradan vatandaşların sesinin iyice zayıfladığı bir durum olabilir. (15)

Ancak, yapay zekânın sınıf perspektifinden analizi, onu insan emeğini sıradanlaştırmak ve yerini almak üzere tasarlanmış en son teknoloji türü olarak görürken, onun insan işçileri geçersiz kılıp kılmayacağı, onların işini kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı ya da daha fazla emek sömürüsüne neden olup olmayacağı, özetle sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesine, dolayısıyla da ikili arasındaki güç ilişkisine ya da dengesine bağlı olacaktır. Nitekim güçlü sendikalar ve örgütlü bir işçi sınıfı, artan üretkenliğin meyvelerini emekçiler lehine yeniden bölüştürebilir veya çalışma koşullarını iyileştirebilir.

Propaganda makinesi olarak yapay zekâ

Yapay zekânın bir diğer boyutu etkili bir propaganda makinesi olarak kullanılabilmesidir. Öyle ki dil bilimci Chomsky'nin rıza ürettiğini düşündüğü propaganda makineleri artık neredeyse yüzde yüz yapay zekâ güdümlü bir konumdalar. Bu işi yapan bir devlet ya da hükümet değil - daha önce hiç görmediğimiz bir kültürel ölçekte yapay zekânın dil kapasitesidir. Marksist gelenekte buna ideoloji denir. Üretim ve kültürün sürekliliği hiç bu kadar gerçek olmamıştır. (16)

Devam edecek: Yapay zekânın seçimler üzerindeki olası etkileri


Dipnotlar:

  1. https://www.guvenliweb.org.tr/blog-yazdir/dijital-mecralarda-dezenformasyon (13 Mart 2024).
  2. https://theconversation.com/deepfakes-are-still-new-but-2024-could-be-the-year-they-have-an-impact-on-elections (19 March 2024).
  3. Margrethe Vestager , "How to Think About AI Policy", https://www.project-syndicate.org/magazine/europe-ai-regulation-focuses-on-uses-not-technology-by-margrethe-vestager (11 March 2024).
  4. Deepfakes, trolls and cybertroopers: how social media could sway elections in 2024, https://www.nature.com/articles (31 January 2024).
  5. https://theconversation.com/deepfakes-are-still-new-but-2024-could-be-the-year-they-have-an-impact-on-elections (19 March 2024).
  6. https://onedio.com/haber/kilicdaroglu-nun-deep-fake-cikisinin-ardindan-o-goruntuler-yeniden-gundemde ( 4 Mayıs 2023).
  7. https://www.techtarget.com/searchenterpriseai/definition/AI-Artificial-Intelligence (18 Mart 2024).
  8. https://thenextrecession.wordpress.com/robots-and-ai-utopia-or-dystopia-part-one (23 August 2015).
  9. https://www.indiatoday.in/opinion-columns/story/chatgpt-must-lead-to-basic-income-for-everyone-and-an-end-to-bullshit-jobs-opinion (23 December 2022).
  10. https://www.mckinsey.com/capabilities/risk-and-resilience/our-insights/implementing-generative-ai-with-speed-and-safety (13 March 2024).
  11. Vestager, agç.
  12. Agç.
  13. https://tr.euronews.com/2023/05/02/rapor-yapay-zekayla-kurulan-haber-siteleri-yanlis-bilgilerin-yayilmasina-neden-oluyor (2 May 2023).
  14. Robert Ovetz, "AI and the Future of Work", https://www.dollarsandsense.org (Kasım/Aralık 2023).
  15. Stephanie A. Bell and Anton Korinek, "AI's Economic Peril", Journal of Democracy , Volume 34, Number 4, October 2023, Johns Hopkins University Press, https://muse.jhu.edu (18 Mart 2024).
  16. https://jacobin.com/2024/01/the-silicon-tongued-devil (18 Mart 2024).
       
(T24)                                                     

22 Mart 2024 Cuma

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 22 MART 2024 -

Sendikacılık tarihine kara bir leke (Serkan Deniz ÖZKAN Tüm Bel-Sen Denizli Şube Başkanı - EVRENSEL)

"Hizmet-İş Denizli Şubesi işçinin sırtına sokulmuş bir bıçak olduğunu defalarca olduğu gibi tekrar göstermiş ve işverenin emir erinden öte bir yapı olmadığını yeniden ispatlamıştır."(https://www.evrensel.net/haber/513813/sendikacilik-tarihine-kara-bir-leke)

Zehirli reçete (Evrensel)

Enflasyon ve işsizlik artarken Merkez Bankası faizi yüzde 45’ten 50’ye çıkardı. Rezerv yakmasına rağmen dövizi de tutamayan iktidar, taviz konusunda ne kadar kararlı olduğunu gösterdi (https://www.evrensel.net/haber/513833/zehirli-recete)

DOSYA-I / İstanbul’da üç kritik ilçe: Fatih, Eyüp, Üsküdar | Eyüpsultan'da seçimin nabzı: Koku, park, uyuşturucu, ulaşım ama ille de geçim (Şerif Karataş-Evrensel)

Eyüpsultan’ı 1999’dan bu yana AKP yönetiyor. Geçen seçimde AKP ile CHP arasında kıyasıya bir yarış yaşandı. İlçede seçim çalışmaları sürerken yurttaşın gündeminde ise geçim derdi var. (EYÜPSULTAN’IN SEÇİM KARNESİ)

2019 yerel seçiminde AKP ilçede yüzde 49.11 ile belediye başkanlığını kazanırken, CHP yüzde 47.40 oy almıştı. 14 Mayıs 2023 milletvekili seçiminde Cumhur İttifakı yüzde 45.95 oy aldı: AKP 35.57, MHP yüzde 5.51, Yeniden Refah yüzde 4.06, BBP yüzde 0.81. Millet İttifakı 39.69 oy aldı: CHP yüzde 30.02 İyi Parti yüzde 9.67. Emek ve Özgürlük İttifakı yüzde 9.18 oy aldı: Yeşil Sol yüzde 4.98, TİP yüzde 4.20. Ata İttifakı yüzde 3.2 oy aldı: Zafer Partisi yüzde 2.97, Adalet Parti yüzde 0.23. KP, SOL Parti ve THK’nin içinde olduğu Sosyalist Güç Birliği İttifakı ise yüzde 0.23 oy almıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk turda Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 48.58, Recep Tayyip Erdoğan yüzde 46.38, Sinan Oğan yüzde 4.77, Muharrem İnce yüzde 0.26 oy aldı. İkinci turda ise Kılıçdaroğlu yüzde 52.09, Erdoğan yüzde 47.91 oy aldı.(https://www.evrensel.net/haber/513739)

DOSYA-II / İstanbul'un kalbi Fatih'te kıyasıya yarış: AKP'nin kalesini yoksulluk sallıyor (Şerif Karataş-Evrensel)

Tarihi yarımada sınırlarını kapsayan Fatih’te, geçim derdi öne çıkıyor. AKP’nin "kalesi" olarak bilinen ilçede bu seçimde seçmen tercihinin değişme ihtimali var. (FATİH’İN SEÇİM KARNESİ) 2019 yerel seçiminde Fatih’te AKP’nin adayı oyların yüzde 53.03’ünü alarak belediye başkanı oldu. CHP oyların yüzde 36.08’ini alırken, Demokrat Parti yüzde 4.40, Saadet Partisi 3.08, HDP ise oyların yüzde 2.17’sini almıştı. 14 Mayıs milletvekilliği seçimlerinde Cumhur İttifakı oyların yüzde 51.89’ni aldı: AKP yüzde 42.35, Yeniden Refah yüzde 4.54, MHP yüzde 4.44, BBP yüzde 0.56. Millet İttifakı yüzde 32.6 oy aldı: CHP yüzde 23.92, İyi Parti yüzde 8.68. Emek ve Özgürlük İttifakı yüzde 10.69 oy aldı: Yeşil Sol yüzde 7.75, TİP yüzde 2.94.  Ata İttifakı yüzde 2.86 oy aldı: Zafer Partisi yüzde 2.61, AP yüzde 0.25. TKP, SOL Parti ve TKH’nin oluşturduğu Sosyalist Güç Birliği İttifakı da yüzde 0.24 oranında oy aldı.(https://www.evrensel.net/haber/513835)

Et fiyatları yükselince kemiğe talep arttı (Evrensel)

Kasaplarda daha önce halka ücretsiz olarak verilen, etinden sıyrılmış kemiğin kilosu 25 TL’den satılıyor.(https://www.evrensel.net/haber/513845)

Tayaş Gıda’da işçilere tarihi geçmiş ramazan erzağı verildi (Hasret Gültekin KOZAN-EVRENSEL)

Gebze'de faaliyet yürüten Tayaş Gıda’da işçilere tarihi geçmiş ürünlerin bulunduğu ramazan kolisi dağıtıldı.(https://www.evrensel.net/haber/513806)

Gamze Yücesan-Özdemir: ‘İşçi sınıfının zamanları çalınmış, mekanları istila edilmiş’ - Hilal Tok / Evrensel

Neoliberal siyaset ve iktisat politikaları işçi sınıfını ve halkın büyük kesimlerini yan yana duramayacak ve söz söyleyemeyecek şekilde tahrip etmiş, sözsüz ve eylemsiz bırakmıştır.

Gamze Yücesan-Özdemir’in geniş bir zamana yayılan işçi sınıfı etnografisi birikimlerine dayanarak hazırladığı “Proleterlerin Gündüzü” işçi sınıfının kültür ve iletişim deneyimlerine odaklanıyor. Kültür ve iletişimin çok katmanlı ve çelişkili yapısını kapsayabilmek için gündelik hayattan sendikalara, sınıf bilincinden sanata, öz örgütlülükten dijital kültüre zemindeki pek çok taşa basarak yol alan çalışma üzerine Yücesan ile konuştuk. İletişim ve kültürün siyasal tavrı nasıl etkilediğinden, egemen iletişimin tahakkümünün açtığı yaralara kadar; "Bugün 'Proleterlerin Gündüzü' bize ne anlatıyor?" sorusuna yanıt aradık.

Çalışmanızda "İşçi sınıfı neden sessiz, siyasetsiz?" sorusu ile başlıyorsunuz. Siyasal tavırların kültür ve iletişimle üretildiğini vurguluyorsunuz. Siyasal tavırları, siyasetsizliği kültür ve iletişim nasıl belirliyor?

Gündelik hayatta sınıfsal çelişkilerin çok keskin yaşandığı bir dönemdeyiz. Salgın, kriz, hayat pahalılığı, işsizlik ve aklımıza hemen geliveren birçok şey… İşçi sınıfı sessiz ve siyasetsiz derken, gündelik hayatın sınıf karakterinin politik hayata taşınamamasını vurguluyorum aslında. Sınıfsal sorunların siyasallaşamamasını kastediyorum. Tam da bu noktada, işçi sınıfı kültürü ve iletişimi, sınıfın ortaklaştığı bu sorunları, dertleri, talepleri ve umutları politika alanına çıkarabilme gücüne sahiptir. Sınıf mücadelesinin harcı ve mayasıdır. Yaşamın her alanı, sokakları, meydanları, iş yerleri, fabrikaları bu mücadelenin mevziisi olarak görülebilir. Yaşamın içindeki her konu bu mücadelenin nesnesidir ve emekçi sınıfların her bileşeni de bu mücadelenin öznesidir aslında. Tüm bu alanlarda ve süreçlerde kültür ve iletişim kurucudur.

‘EGEMEN İLETİŞİM İÇİN ASIL OLAN DÜZENDİR’

İletişimin bir sınıfsallığı olduğunu sık sık vurguluyorsunuz. Egemen iletişimin işçi sınıfında yaralar açtığını belirtiyorsunuz… Egemen iletişim sınıflar üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?

Egemen iletişim başka türlü bir yaşam olabileceğini düşünmenin yollarını tıkıyor. Onun için asıl olan “düzen”dir. Yaşanan hayatı bize olağan ve olanaklı tek hayat olarak benimsetir. Egemen iletişim sınıfın kolektif eyleme, üretme ve direnme süreçlerini zedeler, sınıfta yaralar açar. Bazen insanları karamsarlığa, çaresizliğe iter. Bazen de doğrudan içine alarak dönüştürür. Nedir bu yaralar? İlki bireycilik. Bireycilik, işçi sınıfının toplumsal varoluşunu ve kolektif doğasını yaralıyor. Gerçek bir bireyselliğin üretilemediği koşullarda bireycilik, bencillik ve kendine kapanma olarak karşımıza çıkıyor. İkincisi, işçi sınıfını iletişimin pasif alıcısı olarak konumlandırmak, yani edilgenlik. Bir diğeri ise iletişimin tek yönlülüğü. Burada başat unsur gönderici ve onun hedefleridir. Güç ondadır, diyaloğa kapalıdır. Bir başka yara ise hiyerarşidir. Egemen iletişim hiyerarşiktir. Gönderici ile alıcı arasında eşitsiz bir ilişki vardır. Bu da işçi sınıfının itirazlarını ve taleplerini dillendirme potansiyellerinin yok edilmesine kapı açar. Bir başkası ise toplumsal düzeni meşrulaştırmadır. Bu meşrulaştırma, sınıfın düşünsel ve yaratıcı potansiyelini mevcut yapılanmalara sıkı sıkıya bağlı dar güncellikler içinde harcar, tüketir.

‘YENİ İLETİŞİM OLANAKLARI YENİ KAPILAR AÇABİLİR’

İşçi sınıfı iletişiminde etki, ikna propaganda nasıl olmalı sorusuna da yanıt arıyorsunuz. Burayı biraz açar mısınız?

Son dönemde propaganda ve ajitasyon denince bir yanda propagandayı Almanya’da Nazilerin faşizmin etkin bir silahı olarak kullanmaları ve Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’in ünü akla geliyor. Diğer yanda ise kitleleri yanıltma, yalan haberlerle etkileme gücüyle siyasal alanda iktidar, piyasada reklamcılar hatırlanıyor. İşçi sınıfı iletişiminde propagandayı, etkiyi ve iknayı kuşkusuz ki tümüyle ayrı bir yerden değerlendiriyoruz. Çünkü tüm kavramlar ve teoriler gibi propaganda ve ajitasyon da sınıfsaldır.

Sınıf mücadelesine yeni işçileri kazanırken, onları hem etkilemek hem de ikna etmek gerekmeyecek mi? Propaganda ve ajitasyon konusu işçi sınıfı iletişiminde bilincin, kültürün, mücadelenin örülmesinde ve örgütlenmesinde zengin yönlere işaret ediyor. Lenin "Ne Yapmalı?"da propaganda ve ajitasyona netlik getirir. Propaganda birçok düşünceyi bir bütün halinde kavranır kılarken, ajitasyonda kitleye en bildiği ve en çarpıcı olgular canlı sözcüklerle aktarılır. Bu ihtiyacı günümüzde eleştirel pedagoji kavrayışıyla ve yeni iletişim olanaklarıyla birlikte düşünmek bize yeni kapılar açabilir.  Bu da sessizliği ve hareketsizliği yırtmaya imkan verebilir. İşçi sınıfı iletişimi ve kültürünün bu unsurlardan nasıl yararlanabileceği sorusu ise hepimizin üzerine düşünmesi gereken bir soru olarak duruyor.

‘İŞÇİLERİN KENDİLERİNİ ÜRETEBİLECEĞİ ZAMANA VE MEKANA İHTİYACI VAR’

İşçilerin büyük bir bölümünün iş yerindeki sosyal ilişkilerini iş yeri dışına taşımadığını vurguluyorsunuz. Mekan kısıtlılığının burada önemli bir etken olduğunu değerlendirirken sendikaların da böylesi mekanlar olarak kullanılmadığını belirtiyorsunuz… Geçmişte farklı olduğu örneklere rastlıyoruz. Bu değişimin nedenleri konusunda ne söylersiniz?

İşçilerin gündelik hayatlarına ve toplumsallaşma deneyimlerine baktığımızda, birçoğunun iş yerindeki sosyal ilişkilerini iş yeri dışına taşımadığını görüyoruz. Sosyalleşilen mekanlarda ise köy, hemşeri dernekleri ve lokallerin yeri yok denecek kadar az. Sendika ve iş yerlerinin sosyal tesisleri de bir araya gelme mekanı olarak kullanılmıyor. Dolayısıyla günümüzde işçi kamusallıklarının yok olmasından ya da zayıflamasından bahsediyoruz. Bu zayıflamanın ardındaki nedenlerden en önemlisi neoliberal siyaset ve iktisat politikalarının yarattığı parçalanmadır. Üretimin örgütlenmesindeki parçalanma, iş yerlerini bölüp parçalamıştır. İstihdam biçimlerindeki parçalanma, aynı iş yerinde işçi sınıfı içinde kadrolu, taşeron ve sözleşmeli gibi katmanlar yaratmıştır. 

Bir başka neden ise dijitalleşmenin zamanı ve mekanı parçalamasıdır. Dijital kültür hem üretim noktasında iş yerlerinde hem de toplumsal ve gündelik hayatta yer ve zaman birlikteliğini yok ediyor. Aynı zamanda ve yerde bulunup birbirinden uzaklaşan emekçilerden bahsediyoruz. Bireycilik çok daha kolay filizleniyor. Günümüzde zamanlar çalınmış, mekanlar istila edilmiştir.

Dolayısıyla bir yandan neoliberal siyaset ve iktisat politikaları işçi sınıfını ve halkın büyük kesimlerini yan yana duramayacak ve söz söyleyemeyecek şekilde tahrip etmiş, sözsüz ve eylemsiz bırakmıştır. İşçi sınıfı ortak hareket edebilmeye ve kendi sözlerini söyleyebilmeye olan inançlarını yitirmiştir ve “Sessizce sözleri elinden alınmaktadır”.

Buna karşın işçi kamusallıklarıyla emekçiler kendi pratik politik tecrübelerini yaratabilirler. İşçi kamusallıkları, onların tecrübe, beceri ve deneyimlerinin karşı stratejiler biçiminde güç kazandığı anlara ve mekanlara işaret eder. Dolayısıyla işçilerin kendilerini üretebileceği zamana ve mekana ihtiyacı var. Onlar, kendilerine ait olmayan bir dünyada kendilerine ait zamanı ve mekanı örgütlemek zorundalar.

SINIFIN DUYGULARINI ANLAMAK VE ‘BİZ’ OLMAK…

Çalışmanızda sık sık vurguladığınız “Biz olma” duygusu odak noktalardan biri. Biz olma duygusu nasıl sağlanacak?

Kitapta “biz” duygusunu vurguluyorum. Burada hem “biz” hem de “duygu” önemli. Duygular sosyal bilimlerde hep çok konuşulan ve tartışılan başlıklardan biridir. Ama görece yeni olan, duyguları anlamaya çalışırken sınıf dışı akımların bu alanda kendine önemli bir alan açmış olması. Bu yaklaşım duyguları bireyler üzerinden analiz ederken, duygulardaki yıkıcı etkinin baskınlığını da öne çıkarıyor: Acı, nefret, korku, iğrenme, utanç. Kitleselleşmiş duygular ise çoğu zaman intikam arzusu, hınç ve linç olarak şekilleniyor. Bu tarz analizler sınıfı ilişkiselliği içinde ve tarihsel koşullarıyla kavramakta kimi eksiklikler taşıyor. Tam da bu noktada duygulara tarihsel maddeci bir çözümlemeyi yeniden taşımak gerekiyor.

Tarihsel maddeci bir yaklaşımla baktığımızda işçi sınıfının “biz” olma duygusu görünür olur. Duygular gücünü, güçsüzlüğünü, şiddetini nesnel koşullar içerisinde işçilerin karşılaşmalarından ve iletişiminden alır. Aynı topraklarda aynı hikayeyi anlatıp, aynı hikayeyi dinleyen ve aynı hikayeye ağlayan insanların birlikteliğinde büyüyen duygulardır bunlar.

Kolektif eylemlerde, grevlerde, iş yerindeki öğle yemeklerinde, servislerde “biz” olunur. Bu anlarda işçiler sermaye sınıfı karşıtlığını deneyimlerken gündelik hayatlarına, ailelerine, arkadaş çevrelerine ve tüm toplumsal ilişkilere de sınıf kültürü içinden bakarlar.

“Biz” adalet, hakkaniyet arayışında ve dayanışma içinde şekillenir. Duygular sömürünün, eşitsizliğin, açlığın ve yoksulluğun ortaya çıkardığı yapıların ürünüdür. Dayanışma ve paylaşım içinde var olur.

Duyguların sınıfsal varoluşuna ve “biz” oluşuna en çarpıcı örnek bu topraklarda yaşayan işçilerin çoğunun “ben” dememesidir. Sendika eğitimlerine memleketin dört yanından işçiler gelir, uzun yolculuklar yapmışlardır. Eğitimin başlayacağı sabah, uzak yollardan gelmiş işçiye sorarsınız "Nasılsın?" diye. "İyiyiz" der. "İyiyiz." "Ben"den devrim çıkmaz, "biz"i olmayan devrim olmaz. 

Sınıfın duygularına yönelik en çarpıcı analizin Marx’tan gelmesi hiç de şaşırtıcı değil. "Bu kadar çok sesli türküde eksik olan yüreğin sesi" diyor Marx. Sınıfın duygularını anlamak yani.

'SINIFTAN KAÇIŞ POLİTİK BOŞLUK YARATIYOR'

Sınıf dışı akımlarla bir tartışma da var kitabınızda. Hatta bazı sapmaların tehlikeli olduğunu vurguluyorsunuz. Neden? Bugüne baktığımızda sınıf dışı akımlar nasıl bir yer tutuyor?

Tam da belirttiğiniz gibi, sınıf dışı akımları, onların kurduğu anlatıları ve yordamları sınıfsal bir duruşla sorguluyorum. Sınıf dışı akımlar, son dönemde karşımıza post-Marksizm, postmodernizm, postyapısalcılık olarak çıkıyor ve oldukça önemli bir yer kaplıyorlar. Bu akımlar, öncelikle kapitalizmde iktisadi ve siyasi alanı ayırıyorlar. İktisadi ve siyasi alanı ayrı ayrı ele almak ise kapitalizm içi reformizm çabalarına denk düşüyor. Sınıf mücadelesini, sömürüyü ve iktisadi alanı görmeyen ve siyasal alandaki mücadeleleri demokrasi başlığına sıkıştıran bir reformizmdir bu. Aslında sınıftan kaçarak, açıkladıklarından daha çok şeyin açıklanmasını da imkansız hale getiriyorlar.

Sınıftan kaçış hızlandıkça ortaya da bir boşluk çıkıyor kuşkusuz. Politik boşluk ise, biliyoruz ki, doğası gereği derhal doldurulur. Ve hemen kültüralizm, kimlik siyaseti, radikal demokrasi söylemleri sınıf siyasetinin boşalttığı yeri dolduruyor. Şunu söyleyebiliriz, sınıf dışı akımlarla, kimlik siyasetinin referanslarıyla (etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel) toplumun geniş kesimlerini haberdar etmek ve belki harekete geçirmek, diğer stratejilere göre, daha kolay. Ne var ki bu çerçevedeki mücadeleler, merkezinde işçi sınıfının bulunduğu hiçbir sorunu çözmüyor. Kimlik ve etnisite temelli sorunların özgünlüğünü görmek ile bu sorun alanlarını tüm toplumsal kurtuluş mücadelesinin temeli haline getirmek arasında ciddi teorik ve politik farklar bulunuyor. Bu nedenle toplumun çözümlenmesinde her zaman üretim güçleri ve ilişkileri ekseninde ilerlemek gerektiğinin altını çiziyorum. Kimlik temelli egemenlik biçimleri, sınıf ilişkilerini belirlemekten çok sınıf ilişkilerince belirleniyor. Kuşkusuz siyasal süreçler karmaşık süreçlerdir ve yapısal ilişkilerin görünümü her zaman olduğu biçimiyle ve açıkça ortaya çıkmıyor. Fakat şunu da bir kere daha vurgulamak istiyorum: Sınıf dışı unsurlar ve öteki toplumsal konumlar kapitalizm ötesinde bir siyasal ufku var edemezler.

'ANLATILMAYA VE OKUNMAYA DEĞER GÖRÜLMEK EMEKÇİLERİ GÜÇLENDİRİR'

İşçi sınıfı kültürünü, gündelik hayatını taşıyan kimi sanat örnekleri verirken bugün sanatçıların kaleminde, kamerasında işçilerin daha az yer aldığını vurguluyorsunuz…

İşçi ve emekçilerin gündelik hayatları, dertleri, sevinçleri, umutları, mücadeleleri ve kavgaları sanat eserlerinde, romanlarda, filmlerde, şarkılarda yer bulur. İşçi sınıfı için sanatın her dalı kıymetlidir. Çünkü “anlatılmaya ve okunmaya değer” bir hayatları olduğunu görmek onları güçlendirir. Kültür-sanat ürünleri işçilerin gündelik hayatlarını ören düşünsel, duygusal ve toplumsal davranış ve deneyimlerinde iz bırakırlar. Kendine dair bir imgeye sahip olmak, az şey değildir.

Son yıllarda işçilere dair sanat zayıflıyor, onlar hakkında çok az roman yazılıyor, çok az film çekiliyor. İşçiler ve sanat arasındaki sınırlar kalınlaşıyor. İşçileşme hayatın her alanında ve anında hızla devam ederken bu azalmayı nasıl anlamak ve açıklamak gerekir? Aydınların, edebiyatçıların, film yönetmenlerinin, senaristlerin kaleminde ve kamerasında işçiler neden daha az yer alıyor? Burada solun kendini memleket insanının içinde tanımlamasındaki zayıflıktan bahsetmek mümkün sanıyorum. Ne zaman ki sol,  kendini bu memleketin insanının içinde ve onların parçası olarak tanımlar, işte o zaman bu coğrafyanın sanatçıları da edebiyatçıları da bu duyguyu tanımaya başlarlar. Ve işçiler, emekçiler, cesaretleriyle, korkaklıklarıyla, neşeleriyle öfkeleriyle tekrar hem solun hem sanatın hem kameranın hem de kalemin konusu, mücadelesi ve meselesi olurlar.

'ESAS ÖRGÜTLENME BİREBİR İNSAN İLİŞKİSİNDEN GEÇER'

Dijital imkanlar açısından, örneğin kamu işçileri, bir ek zam mücadelesi yürütüyor. Başlarda fabrikalarda eylemler yapılırken şimdi sadece sosyal medya kampanyası ile devam eder hale geldi. Bir yandan da üretimi etkilemeyen bu biçime eleştiriler de var. Siz ne söylersiniz?

Dijital kültür ve dijital imkanlar üzerine düşünürken hepimiz farkında olmadan teknolojinin her şeyi belirlediği fikrine düşmeye çok hazırız. Bu yaklaşıma teknolojik determinizm ya da teknolojik belirlenimcilik deniyor. Teknolojik determinizm teknoloji-toplum ilişkilerinde egemen ve liberal bir yaklaşım. Bu yaklaşıma göre, teknoloji ilerliyor ve biz toplum olarak bunu yakalamaya çalışıyoruz. Diğer bir deyişle, teknoloji kendi başına bir lokomotif ve toplumun tek yapacağı şey buna uyum sağlamak. Teknolojiyle kurulan bu belirlenimci ilişki, ister iyimser ister kötümser olsun, bir tür efsunlanma/büyülenme hikayesidir.

Bu efsunlanmadan kurtulmak, bugünü-yarını açıklamak ve değiştirmek ancak teknolojiyi ve onun toplumsal ilişkilerini sorgulayan bir teoriyle ve yaklaşımla mümkün. Bu yaklaşım da tarihsel maddeciliktir. Tarihsel maddeciliğe göre toplum sınıflardan oluşan tarihsel ve toplumsal bir bütünlüktür ve teknoloji de bu bütünlüğe içkindir. Teknoloji toplumsal yaşamın ve sınıf ilişkilerin içinde şekillenir, yapılanır. Bu anlamda bir mücadele alanıdır. Teknolojiye dönük değerlendirmelerimizi de bu çerçevede yapmalıyız.

Sanal ortam “sahadaki” savaşımların yerini alamaz kuşkusuz. Diğer yandan maddi savaşımların kendilerini gösterebilecekleri ve birbirleriyle ilişkiye girebilecekleri bir ortam yaratır. Dolayısıyla dijital ortamların örgütlenmeye katkılarını değerlendirirken esas örgütlenmenin birebir insan ilişkisi üzerine temellendiğini, bir ikna süreci olduğunu unutmadan dijital alanı mücadeleye eklemlemeliyiz.

Hilal Tok / Evrensel