23 Mart 2024 Cumartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 23 MART 2024 -

 

Kısa söz uzundan hakkın alacak!(Atilla Aşut)

“Bu ülke uzun laftan battı!” demişti sevgili ustamız Şinasi Nahit Berker. O yüzden kısa tümcelerle konuşacağım bugün…

*

“FETÖ” dedikleri aslında AKP'dir! AKP’yi kazıdığınızda altından Fethullah çıkar!

*

"Cumhur İttifakı", Türk-İslam Sentezi'nin cisimleşmiş, ete kemiğe bürünmüş halidir.

*

Askerin, polisin, yargıcın başında türban olmaz! Olursa, o rejim “laik” olmaz!

*

Savaş karşıtlığı siyasal, felsefi ve etik bir duruştur; kriminalize edilemez!

*

Adıyaman seninle el ele verdi de başı göğe mi erdi? Orası hâlâ Acıyaman!

*

Diktatörler güçlü oldukları için değil, korktukları için saldırırlar!

*

Sağda ve solda popülist / medyatik aday arayışı, partilerin varlık nedeni olan ideolojik ayrımlarını görünmez kılıyor.

*  

Bazen doğru adayla kaybetmek, yanlış adayla kazanmaktan iyidir!

*

Murat Kurum konuşunca çok gaf yapıyor. Konuşmayıp pandomim yapsa daha mı başarılı olur acaba?

*

Atatürk'e "soysuz" diyen soysuzlar hakkında bugüne değin soruşturma açıldığını duyan oldu mu?

*

Bir yazarın silahı dilidir. Benim silahlı örgütüm Türkçedir!

* * *

-OKURDAN-

KİMDEN KORKMALI?    

Halimizin Halim Şefik’çesi

Açınca polis beyler
Attila Aşut'un kapısını
Binlerce kitapla karşılaştılar
Kitaplar arasında
Bir ışık adam gördüler
Alıp götürdüler
Kitaplar ağladı arkasından.

Korkacaksan
Kitapsızlardan kork
Kimseye zarar gelmez kitaplılardan!

(20 Mart 2024)

Nusret ERTÜRK / Ankara

(Eğitimci ve Yazar)

*

HAFTANIN NOTU

Bir Gözaltı Öyküsü

20 Mart sabahı evimizin kapısına gelen üç sivil polis, önce kimlik gösterdi ve İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü bir terör soruşturmasında “şüpheli” sıfatıyla sorgulanmak üzere götürüleceğimi söyledi. Ellerindeki dosyada “Yakalama ve Gözaltı Kararı” vardı. Ekip şefi, “Avukatınız varsa çağırın, yoksa biz barodan birini isteriz” dedi. O anda aklıma kimse gelmedi. Çünkü uzun süredir davalık işim olmamıştı. Beni Mustafa Kemal Mahallesi’ndeki Terörle Mücadele Şubesi’ne götüreceklerini söylediler. Durumu bir dostuma ve gazetemizin Ankara Bürosu’na bildirdim. Sonra ekip otosuna binerek yola çıktık. Soruşturmanın İzmir kaynaklı olmasına bir anlam verememiştim. Yol boyunca düşündümse de bir neden bulamadım.

Böyle durumlarda bir sürü bürokratik işlemin yerine getirilmesi gerekiyor. Önce muayene için hekime götürülüyorsunuz. Tabii, “muayene” lafın gelişi. Oturduğu yerden size bakıp  “Bir şikâyetiniz var mı?” diye soruyor hekim. Siz de “Yok” diyorsunuz. Böylece ilk “prosedür” evrak üzerinde tamamlanmış oluyor. Sonra Terörle Mücadele Şubesi’nde sorgu hazırlığı başlıyor. Ekip şefi, elindeki dosya ile birçok yere girip çıkıyor. Durmadan matbu evrak dolduruyor. Bu arada avukatlarımız Nihal Yıldırım Selvi ile Ezgi Ergen Sürer geliyor. Yaşımdan dolayı avukatların biraz kaygılı olduklarını seziyorum. Onlara iyi olduğumu söylüyorum. Sorgu başlayınca “İzmir” gizemi de çözülmüş oluyor. Meğer konu, Yeni Şakran Cezaevi’nde yatan bir hükümlüye üç beş kuruş harçlık göndermemle ilgiliymiş. Suçum ise “6415 Sayılı Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkındaki Kanun’a Muhalefet”miş! Sayın savcı, benim cezaevindeki bu garibana altı yılda posta havalesiyle gönderdiğim toplam 600 lirayı “Terör örgütü hükümlüsüne finansal fon sağlamak” diye değerlendirmiş! Hakkımda MASAK raporu bile hazırlatmış. Belli ki beni karapara aklayan fenomenlerle karıştırmış!

Tabii, işin içine “terör” suçlaması girince, bana “DHKP/C” örgütünün yapısı, çalışma biçimi, propaganda yöntemleri ve finans kaynakları üstüne akıl almaz sorular soruldu. 60 yıllık siyasal kimliğim ortadayken, hiç tanımadığım bir yapıyla ilgili sorguya çekilmek elbette canımı sıktı. Bu konudaki rahatsızlığımı dile getirince de sorguyu yapan görevli, soruların tamamen İzmir Savcılığı’nca hazırlandığını, kendilerinin bu konuda bir tasarrufta bulunmadıklarını söyledi.

En şaşırdığım konulardan biri de bana Güray Öz ve Erdem Gül ile ilgili sorular sorulmasıydı. Kıdemli meslektaşım ve yakın arkadaşım Güray Öz’le aynı gazetede çalıştığımızı; Cumhuriyet gazetesinin uzun süre Ankara Temsilciliğini yapan Erdem Gül’ün ise şimdilerde İstanbul Adalar Belediye Başkanı olduğunu, bu insanlarla tanışıp görüşmemden daha doğal ne olabileceğini söyledim.

Uzatmayayım, 10 sayfalık sorgu tutanağında buna benzer daha pek çok anlamsız soru vardı. Olayın ayrıntıları gazetelerde yer aldığı için burada ayrıntıya girmem gereksiz. Ancak “Haftanın Notu”nu, bu süreçte olağanüstü dayanışma gösteren dostlara gönül borcumu topluca ödeyerek noktalamak istiyorum.

Bu hukuksuz gözaltı sırasında yanımda olan TKP’li, Sol Parti’li ve CHP’li avukatlara; salıverildikten sonra telefonla arayan, çeşitli kanallardan destek ve dayanışma iletisi gönderen, sanal ortamda sayısız paylaşımda bulunan dost ve arkadaşlara; olayın başından sonuna dek beni hiç yalnız bırakmayan BirGün gazetesi çalışanlarına; yakın ilgilerinden onur duyduğum sevgili meslektaşlarıma, yazar örgütlerine ve basın kuruluşlarına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

Her biriniz benim için çok değerlisiniz.

Yaşasın dayanışma!

                                                              /././

Erdoğan’ın olumlu etkisi oluyor mu? (Nurcan Gökdemir)

Murat Kurum’un performansı nedeniyle Erdoğan'ın İstanbul'a ağırlık vermesi bekleniyor. Ancak seçmende ekonomik kriz hoşnutsuzluğunun arttığı tespit ediliyor. Mitinglerde coşkunun da yakalanamaması sebebiyle "Erdoğan'ın etkisinin" değerlendirildiği konuşuluyor. Bu soru AKP'nin siyasi tarihinde ilk kez gündemde.

Türkiye siyasetinde rakamlarla ispatlanan bir gerçek var: Yerel seçimlerde yurttaş iktidarla hesaplaşır... İktidar partileri her zaman yerel seçimlerde genel seçimlerdeki oy oranının bir miktar gerisine düşer. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından sonra 2004 yılında yapılan yerel seçimleri dışarıda tutarsak bugüne kadar yapılan tüm yerel seçimlerde AKP, bir önceki genel seçime göre yüzde 7’ye yaklaşan oranda daha az oy alabildi. 2007 genel seçiminde yüzde 41,67 olan oyu 2009’da 38,39’a, 2014 yerel seçimlerinde 2011’e göre yüzde 49,83’ten yüzde 43,16’ya, 2015’te 49,5 olan oy oranının 2019 yerel seçimlerinde yüzde 44,33’e gerilediğini biliyoruz. 2023 yılında yapılan genel seçimde ise AKP’nin oy oranı 2004 yerel seçimleri sonrası en düşük düzeye geriledi. 2002 yılında yüzde 34,28 ile iktidara gelen ve ondan sonraki tüm seçimlerde bunun üzerinde oy alan AKP ilk kez 14 Mayıs seçimlerinde yüzde 35,62’yi gördü. Bu seçimden de birinci parti olarak çıktı ama bazı kentlerde yüzde 10 düzeyinde oy kaybı yaşandı. Her seçimde tekrarlanan bu gerçek 31 Mart seçimlerine giderken AKP’nin önündeki olası başarısızlığın en büyük işareti olarak duruyor.

KRİTİK KENTLER

Kampanya şekillendirilirken son seçimde büyük oy artışlarının yaşandığı kentlere özel ilgi gösterilmesi kararı verildi. 14 Mayıs seçimlerinde AKP, kalelerinden Isparta’da yüzde 15, Aksaray’da yüzde 13, Sivas ve Elazığ’da yüzde 14, Erzurum’da yüzde 11.5, Recep Tayyip Erdoğan’ın memleketi Rize’de, Maraş’ta, Konya’da yüzde 11, Urfa’da, Kayseri’de yüzde 10, Manisa’da yüzde 9, Ankara’da, Bursa’da yüzde 8, Antep’te, İstanbul’da 6.5 dolayında oy kaybetti. Bu kentlerdeki sorunun uygun aday belirleme, ittifaklar oluşturma, cömert vaatlerde bulunma ile aşılması için harekete geçildi. Bazılarında tabloyu olumluya çevirebilecek adımlar atılabildi ancak bu kentlerden gelen anketler hala AKP’yi sevindirecek nitelikte değil.

KILPAYI KENTLER

Bir de kıl payı sonuçlanan belediye başkanlığı seçimleri var: İlk seçimde yüzde 0,17 olan oy farkı ikinci seçimde yüzde 9,2’ye çıkan İstanbul, Cumhur İttifakı’nın MHP’li adayının yüzde 0,25’le kaybettiği Kırklareli, yine MHP’li adaya karşı AKP’nin yüzde 1,11 ile kaybettiği Aksaray, MHP’nin adayına karşı 0,37 ile kaybedilen Bartın, yüzde 0,93’le ittifak ortağı MHP’ye kaptırılan Karabük, yüzde 0,82 ile kazanılan Muş, 0,49’la kazanılan Giresun, yüzde 0,54’le CHP adayının seçildiği Yalova, yüzde 1,3’le AKP’nin kazandığı Balıkesir, yüzde 1,39’la zorlukla AKP’nin kazandığı Uşak…

Bu kentler de AKP’nin ajandasında özel bir yer aldı. Bunlardan belediye başkanlıklarının zorlukla kazanıldığı ya da kıl payı kaybedildiği yerlerde yapılan son genel seçimde de oy kaybı yaşananlar daha fazla dikkate alındı.

Bütün bunların yanı sıra AKP’nin yerel seçim yarışında önüne başka güçlükler de çıktı. Aday belirleme sürecinde yaşanan zorluklar, koordinasyonsuzluk, neredeyse tüm partiye hakim olan kakofoni ve esas önemlisi önlenemeyen enflasyon, büyük hayat pahalılığı, yoksulluk, hatta açlık sınırının altında yaşayan milyonlar…

31 Mart 2024 seçim kampanyası, 14-28 Mayıs seçimlerinde iktidarını ve Cumhurbaşkanlığı koltuğunu ikinci turda kıl payı koruyan Erdoğan’ın siyasi yaşamının en zorlu kampanyası olarak AKP tarihinde yer alacak gibi görünüyor.

Seçimin simge kenti olan İstanbul için aday olarak gösterilen Murat Kurum’un gafları, bilgisizliğini bakanlarını sahaya sürerek nötralize etmeye çalışan AKP’ye bir darbe de Ankara’dan geldi. Ankara adayı Turgut Altınok’un açıkladığı ve gizlediği mal varlığının büyüklüğü büyük bir tartışmayı ateşledi.

“Eriyen oylarına, şaibelerin karıştığı iddia edilen seçimlerle korunabilen iktidarına“ karşın “Siyaset ve seçim ustası” olarak lanse edilen Erdoğan, bu seçim için de başlangıçta kendisine “Aday benim” diyeceği bir kampanya hazırlattı. Tüm siyasi liderlerden daha önce meydanlara çıktı ve iktidar olanaklarını kullanarak oy arayışına başladı.

Doldurulamayan meydanlar, sınırlı da olsa dile getirilen eleştiri ve tepkiler Erdoğan’ın çok alışkın olduğu durumlar değil. Miting meydanlarında sergilenen acemice senaryolar, alanlara taşınan belediye ya da kamu çalışanları da Erdoğan’a alışkın olduğu bir kampanyayı yaşatmaya yetmiyor.

İSTANBUL TEREDDÜDÜ

Seçim kampanyasının son haftasına girilmek üzere iken seçimin esas mücadele alanı olarak kabul edilen İstanbul’da sahaya çıkması beklenen Erdoğan’ın tereddüt ettiği haberleri de yayılmaya başladı. Ekonomik krizin etkisiyle seçmende muhalefet partilerinin çok da katkısı olmasa bile kendiliğinden oluşan AKP karşıtlığının yeniden görünür olmaya başladığı tespiti AKP Genel Merkezi ve Saray’a anketler yoluyla ulaşmaya başladı. AKP'de Erdoğan’ın İstanbul kampanyası ile ilgili kararların gözden geçirildiği duyuldu.

Erdoğan son hafta İstanbul’da "Olacak mı olmayacak mı?" bunu hep birlikte göreceğiz. Buna kendisi karar verecektir, çevresindekilerin Erdoğan'a isteklerine aykırı bir telkinde bulunmasının çok mümkün olmadığı biliniyor. Ama “Erdoğan’ın fazla görünür olması kampanyayı olumsuz etkiler mi?” sorusunun AKP’nin siyasi yolculuğunda önemli bir kırılma noktası olduğunun altını çizmek gerek…

                                                             /././

Sandık taktiği mi yoksa çaresizlik mi? (Yaşar Aydın)

Ortada ne TOGG var ne İHA ne de SİHA. Erdoğan’ın son haftada halka sunacağı hiçbir şey yok. Kriz, düşük profilli adaylar, eski ortaklar Erdoğan’ın elini kolunu bağlarken belki de asıl taktiği mevcudu korumak.

Ülke daha seçim havasına giremeden oy atma zamanı geldi. Bunun bir nedeni ülkenin seçim yorgunu olması ve muhalefetin 28 Mayıs yenilgisiyse diğer nedeni de iktidarın özellikle de Erdoğan’ın izlediği seçim siyaseti oldu. Türkiye yıllardır her seçimde AKP-MHP blokunun sözcüsü Erdoğan’ın kendisini oylattığı, muhalefete karşı saldırgan bir siyaset izlediği seçim kampanyalarına tanıklık etti. Müjdeleri, montaj kasetler izledi.

Çok değil 10 ay öncesine dönelim:

Gabar Dağı’nda petrol ve Karadeniz’de doğalgaz bulunmuş benzin pompalarından evin mutfaklarına borular döşenmişti. Yenikapı açıklarına TCG Anadolu gemisi demir atmış ziyarete açılmıştı. İHA ve SİHA’lar göklerde uçuyor, konu ile ilgili festivaller düzenleniyordu. 6’lı Masa başta olmak üzere neredeyse tüm muhalefet terör odağı ilen edilmiş Erdoğan’ın da montaj olduğunu kabul ettiği görüntüler mitinglerde gösteriliyordu.

Mitingler taşlanıyor, hakaretler rutin konuşma dili olmuştu. Bakan, vali, kaymakam Türkiye’nin ilk “milli” aracı TOGG ile poz verme yarışına girmişti. Politika faizi yüzde 8’ler inmiş Bakan Nebati’nin gözünden ışıklar saçılıyordu. Deprem illerinde temeller atılmış anahtar teslim tarihi veriliyordu.

YEREL OLMASI MI ETKİLEDİ?

Açıkça ifade etmek lazım ki Erdoğan ve ekibi seçimi savaşa çevirerek her türlü yolu denedi ve kendisini iktidara taşıyacak sonucu aldı.

İktidarın seçimlere bir hafta kalmasına rağmen etkili bir kampanya yürütememesi sandığın “yerel” için kurulmuş olmasına bağlandı.

Etkisi var mıdır bilinmez ama 2019 yerel seçimlerinde bugün yaşanan hareketsizliğe benzer bir fotoğrafın olmadığını söylemek gerekiyor. Bu açıdan seçimlerde belediye başkanlarının oylanması durumu açıklamaya yetmiyor. Nihayetinde neredeyse her ilde miting yapan her gün bir televizyon kanalında konuşan Erdoğan varlığını devam ettiriyor. Ama mesele nerede ve ne zaman konuştuğunda değil ne konuştuğunda. Elde avuçta CHP’nin İstanbul İl başkanlığı binasının satın alınmasıyla 2019 görüntüsünden başka bir şey yoksa konuşmalardan birbirini tekrardan öteye gidemiyor.

Kürt seçmenin bazı illerinin sonucuna direkt etki edecek güçte olması DEM konusunda da volümün düşmesine neden olunca geriye seçimsiz günlerin bildik çok konuşanı ama konuşmasında hamasetten başka bir şey olmayan Erdoğan kalıyor.

Kurultay yorgunu durumuna, Millet İttifakı’nın dağılmasına ve DEM’in aday çıkarmasına rağmen CHP’nin büyükşehirlerde kazandığı illeri koruduğunu gösteriyor.

MUHAFAZA ETSE YETECEK

Hatta üzerine bir iki şehir eklenme şansı elinde tuttuklarını kaybetmesinden daha güçlü bir ihtimal olarak ortada duruyor. Kuşkusuz bu durumun ilk nedeni illerdeki adayların CHP’nin önünde bir oy potansiyeline ulaşması.

Bununla birlikte iktidarın ülkeyi içine sürüklediği durum da en az belediye başkanlarının performansı kadar seçimleri belirleyici konumda. Öyle ki Erdoğan ekonomi başlıklı vaat bile veremiyor. Bir aydır tek söylediği “sabredin düzelecek” oldu.

Sadece 10 ay önce yaşanan seçimde vaat olarak sunduğu hiçbir şey gerçekleşmediği gibi ülke daha kötüye gitti. Kasada para, borç isteyecek ülke kalmadı. Yine bir ülke düşünün ki halinden memnun olanların oranı yüzde 20’lerde. Ama tüm bu koşulara rağmen hâlâ birinci parti olarak kalan AKP ve Erdoğan orta yerde duruyor. Yani söyleyecek sözü olmasa da, elindeki kadro yıpranmış olsa da devlet olanaklarını da arkasına alan Erdoğan iddiasını muhafaza ediyor. İşte tam da burada akla soru geliyor. Belki de 22 yıl sonra ve üstelik ülke bu durumdayken iktidar için “muhafaza” kelimesi bu seçimin başarı çıtası olmuştur. Kim bilir?

Bu sorunun yanıtını almak için ilk olarak hafta sonu Ankara ve İstanbul mitinglerini sonra da 6 günlük İstanbul koşturmasını beklememiz gerekecek.

ŞAPKA VE TAVŞAN MESELESİ

Yılardır izlediğimiz Erdoğan’ın tüm mermilerini son haftaya bıraktığı bir seçim olmadı. Son hafta genellikle pastanın üzerindeki çilek tarzında geçti. Erdoğan genellikle son haftayı kampanya boyunca anlattığı, tekrarladığı, iyice pekiştirdiği söylemi hedef seçmenin kanaati haline getirmeye yönelik bir hamle olarak planlar. Yanı şapkasından çıkaracağı tavşanı asla son haftaya bırakmadı.

Bu seçim kampanyasını diğerlerinden ayıran başlıklarından biri de bu. Net bir hedef ortaya koymadan zaman zaman çelişen açıklamalarla arayışta olan bir görüntü sergiledi. Daha çok maçı uyutmayı tercih eden, rakip adayların hata yapmasını kollayan, beraberliğe razı bir takım görüntüsü verdi.

Şapkanın içinde tavşan kalmadıysa, adaylardan da istediği performansı alamayacağını görmüşse aslında çok da yanlış bir taktik değil.

Her şeye muktedir olduğu düşünülen Erdoğan, emekliye müjde diye verdiği vaadin banka promosyonu olduğu düşünülürse beraberlik yani durumu muhafaza edebilmek hiç de kötü bir sonuç olmayabilir.

Belki Erdoğan kampanyasına bir de buradan bakmak gerekiyor.

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 23 MART 2024 -

 

Aman, Beni Bırakma...(Işık Kansu)

MHP, son 50 yıldır, siyaset ağacında adeta bir ökse otu gibi yaşıyor.

1970’lerde Süleyman Demirel’in Adalet Partisi ile koalisyondaydılar. 1980’lerde Turgut Özal’ın ANAP’ının kuruluşuna önemli bir kadro gücü verdiler. 1990’larda Bülent Ecevit ile ortaklık yaptılar.

Şimdi de AKP ile birlikteler.

Bilindiği üzere, ökse otu, konakçı olduğu ağaçların dallarına saldığı köklerle beslenen bir bitkidir. Üstünde yaşamını sürdürdüğü ağacı için için kemirir, zayıflatır ama öldürmez. Çünkü doğası gereği onunla var olmak zorundadır, onsuz tek başına yaşayamaz, o kurursa kendisinin de yok olacağının ayrımındadır.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, Saray’daki AKP’linin “Bu benim son seçimim” sözlerine karşılık yaptığı açıklamayı bu açıdan değerlendirmek gerekir. “Ayrılamazsın” dedi Bahçeli, “Beraberindeyiz, yeni yüzyılın kurtarıcı lideri olarak sizi görmek istiyoruz.”

Saray’daki AKP’li yeni yüzyılın kurtarıcı lideriyse eğer, MHP’ye ve onun liderine ne gerek olduğuna ilişkin soru haklı olarak akıl karıştırıyor. Sorunun yanıtını da bir eski MHP’li, İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Tolga Akalın verdi. Yakın geçmişte MHP içerisinde büyük bir politik mücadele yaptıklarını anımsatan Akalın, “Biz MHP’yi aldık, Tayyip Erdoğan bizim elimizden aldı Devlet Bey’e iade etti. Niye? Erdoğan muhalefetini tanzim etmek sureti ile iktidarını devam ettirebilen bir politik liderdir.”

Yani demek istiyor ki MHP, AKP’nin tutsağı; AKP de MHP’nin yaşam kaynağıdır.

Aralarında büyük bir tutku var.

Bu öylesine bir tutku ki Bahçeli’ye, doğum gününde Erdoğan’a 70 tane kırmızı gül göndertiyor.

Sahicilik

Gazeteci-yazar Arthur Conan Doyle, yarattığı roman kahramanı, dedektif Sherlock Holmes’e, bir kitabında şu sözü söyletir:

“Bu dünyada yaptıklarımızın zerre kadar önemi yok. Asıl önemli olan insanları neler yaptığına inandırabildiğindir.”

Meslek büyüğümüz, değerli ağabeyimiz Ali Sirmen’in aramızdan ayrıldığından bu yana, İngiliz yazarın özlü sözü kulağımızda çınlıyor.

Ali ağabey, genç Cumhuriyet’in yetiştirdiği ilk kuşağın evladıydı. Üstün bilgelikle insan yetiştiren, insanı insan olarak çoğaltan duru bilincin ve kolay kolay elde edilemez birikimin seçkin örneğiydi.

Ali ağabeyin yaşamı, ömür denen kısa zaman içinde insanın isterse neler yapabileceğinin ve yaptıkları konusunda inandırıcı olabileceğinin kanıtlanma sürecidir.

Her yanıyla sahicilik yani...

Kazıkçı Lokanta!

Yandaş gazetelerden birinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kent Lokantaları’ndan halka para ile yemek sattığı haberleştirildi. Habere göre; çorba, türlü, pilav, cacık ve ekmekten oluşan öğün, halka Kent Lokantaları’nda 29 liraya satılıyormuş.

Bir karşılaştırma yapmak için çoğunluğunu iktidar milletvekillerinin oluşturduğu Meclis lokantasında fiyatlara bir göz atalım:

Hem emekli olan hem de vekil olarak görev yapan yaklaşık 300 vekilin maaşının 230 bin lira, emekli olmayan milletvekillerinin ise 110 bin lira olduğu TBMM’nin lokantasında çorba 10, türlü ise 30 lira.

Kent Lokantaları, çok kazıkçı doğrusu. Milletvekilinin 40 liraya yediği yemek, halka 29 liraya satılır mı hiç!

                                                       /././  

Nuland’ın istifası: Ukrayna stratejisinin çöküşü (Mehmet Ali Güller)

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın istifası sıradan bir olay değil. Çünkü hem Nuland sıradan bir diplomat değil hem de istifasının gerisinde “istifaya zorlanma” işaretleri var.

İstifanın nedenlerine geçmeden önce, bilmeyenler için Nuland’ı tanıtalım:

Kurabiyeci diplomat

Victoria Nuland, her şeyden önce ABD’nin “operasyonel” diplomatlarındandı.

Ukrayna’da 2014’te düzenlenen “turuncu darbe” sırasında eylemcilere dağıttığı kurabiyelerle hafızalara kazınan Nuland, Rusya’yı hedef alan Ukrayna stratejisinin uygulayıcılarındandı.

Hatta Nuland, “Ukrayna halkının jeopolitik yönelimini” değiştirmek için yaklaşık 5 milyar dolar harcadıklarını da övünerek açıklamıştı.

İllüzyonist Atlantik medyası tarafından “demokrasi” diye pazarlanan 2014’teki Maydan olayları, yani turuncu darbe, arkasında bizzat ABD’nin olduğu ve Rusya’yı hedef alan kapsamlı bir operasyondu.

Bizzat ABD Başkanı Barack Obama, 3 Şubat 2015’te CNN’e verdiği röportajda ABD’nin bu hükümet darbesindeki rolünü ortaya koymuştu: “Putin, Maydan protestoları ile Ukrayna’da yönetimin değişiminde bizim aracı olmamıza hazırlıksız yakalandı.”

Kısacası Nuland’ın elinden yenen, aslında kurabiye değildi; Ukrayna’nın Rusya’ya karşı “ileri karakol” yapılmasında yutulan zokaydı!

Nuland’ın son başarısızlığı

Bugün sürmekte olan Ukrayna-Rusya savaşı, gerçekte 2014’te başlayan bir Rusya-ABD çatışmasıdır.

Ve tüm bu süreç boyunca, Nuland hep başrolde oldu. Son olarak 31 Ocak 2024’te Kiev’i ziyaret eden Nuland, buradan Putin’“savaş alanında güzel sürprizler” sözü vermişti! Sözünü tutamadan istifa etmek zorunda kaldı.

Nuland’ın son görevi, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski ile Genelkurmay Başkanı Zalujni arasındaki sorunları çözmekti. Çözemedi, Zelenski yeni bir genelkurmay başkanı atadı, Zalujni Londra’ya büyükelçi olarak gönderildi.

ABD’nin Ukrayna hesabı tutmadı

ABD’de Nuland’ın istifası sonrası ona ateş püskürenler, izlediği çizginin doğurduğu sonuçlara tepki gösterenler var. Bunlardan biri de CIA’in eski üst düzey yetkililerinden olan terörle mücadele uzmanı ve gazeteci Philip Giraldi. Eski CIA yetkilisi Giraldi, “Nuland’ın ABD-Rusya ilişkilerini bozarak dünyayı nükleer savaşın eşiğine getirdiğini” belirtti.

Kurabiyeci Victoria Nuland’ın “kötü mirası” ortada. Ama meseleyi şöyle de yorumlayabiliriz: Nuland’ın istifası, uygulayıcısı olduğu Ukrayna stratejisinin çöküşüyle ilgilidir. Çünkü:

-2014’teki darbe sonrasında Ukrayna’yı NATO’ya üye yapacaklardı, olmadı. Tersine Donbas’taki Rus nüfusun yaşadığı bölgeler bağımsızlık kararı aldılar. Bağımsızlık kararı alan bölgelerden Kırım Rusya’ya katıldı.

-Sonrasında Ukrayna cephesi üzerinden Rusya’yı gerileteceklerini düşündüler, olmadı. Bu kez Kırım’dan sonra Donbas cumhuriyetlerini de kaybettiler.

-Güya yaptırımlarla Rusya’nın ekonomisi bozulacak ve muhalefet Putin’i devirecekti; tersine Avrupa ekonomileri bozuldu, Putin yüzde 88 ile başkanlığını pekiştirdi.

Kısacası ABD’nin Ukrayna stratejisi başarısız oldu, Putin Ukrayna’nın hem en önemli sanayi bölgesini hem de Karadeniz açısından en kritik olan yerleri Rusya’ya kattı.

Olan Nuland’ların kurabiyesini yiyerek “zehirlenen” Ukraynalılara oldu. Yönetenlerin emperyalistlerin çıkarlarına alet olduğu yerde, bedelini kanlarıyla hep yoksul halk ödüyor ne acı ki...

                                                     /././

Son ‘Şeker Abi’miz de gitti (Miyase İlknur)

Nadir Nadi’nin sağlığında Cumhuriyet gazetesi ile özdeşleşmiş, birkaç kuşağın bilincinin, ideolojisinin oluşumunda rol oynamış bazı yazarlara gazete içinde “Nadir Bey’in yazarları” denirdi. İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Oktay Akbal, Ali Sirmen, Melih Cevdet Anday ve Sami Karören’den oluşan bu yazarlar, Cumhuriyet’i Cumhuriyet yapan değerlerdi. Okurlarımız da Cumhuriyet’i onlarsız düşünemezdi. Nitekim gazete içi kavgalarda bu yazarların “Bize eyvallah” deyip gittiklerinde her seferinde bir dibe vuruş ve sonrasında De Gaulle gibi dönüşleriyle yeniden toparlanma kaç kez yinelendi.

Gazetede “Nadir Bey’in yazarları”ndan hazzetmeyenler de bu gruba “Şeker Abiler” lakabını takmıştı. Müstehzi bir amaçla takılan bu lakap bence çok yerinde olmuş. Zira Melih Cevdet Anday hariç hepsiyle çalıştığım, dostluk kurduğum bu abilerin her biri gerçekten de çok şekerdi.

Sadece şeker mi?

Çocukluğumuzdan beri okuduğumuz, okudukça aydınlandığımız bu şeker abiler, gençlik yıllarımızın Kutupyıldızı’ydı. Dünyada ve ülkemizde yaşanan olayları, onların ele alış ve kavrayışı, geleceğe ilişkin öngörüleri ufkumuzu açıyordu.

Mesleğe 80’li yılların başında Türk Haberler Ajansı’nda başladığımızda öğlen yemeklerini Gazeteciler Cemiyeti’nin üst katındaki lokantada yerdik. Fişle biz tabldot yerken paravanla ayrılmış diğer bölümde Oktay Akbal, Melih Cevdet Anday, Sami Karaören, yurtdışından gelmişse eğer Ali Sirmen’in de katıldığı öğlen buluşmalarındaki sohbeti dinlemek için adeta nefesimizi tutardık. Meslek büyüklerimiz olmanın ötesinde her biri bizler için efsane olan bu abilerimizi hem rahatsız etmemek hem de onların konuşmalarından bir şey kapabilmek adına çatal bıçak seslerini çıkarmayacak sessizlikte yemeğimizi yerdik. Gün gelip onlarla aynı kurumda çalışmak, onlarla dost olmak ve aynı masada yemek yiyip sohbet etmek o yıllarda bizim için ulaşılması hayli güç bir hayaldi.

İlhan Selçuk’tan sonra Oktay Akbal’ı kaybettik. Ali Sirmen geriye kalan son Şeker Abi’ydi. Gazete çalışanları için İlhan abi sonrası bizim kutbumuzdu.

Biz Cumhuriyet çalışanları ve okurları için bu isimler yazar olmanın ötesinde bir anlam taşırdı. Kalemi iyi olan pek çok yazar geçti Babıâli’den. Refik Halid Karay’dan bu yana say say bitmez. Ama fikirleri ile toplumu aydınlatan ve öngörüleriyle bizleri yanıltmayan kaç yazar-çizer sayabiliriz ki?...

Sirmen’in mizah zekâsı

Ali Sirmen, mesleğe Akşam’da başlamış sonrasında Yeni Ortam’da devam etmişti. Ruh ikizi Uğur Mumcu ile yolları Yeni Ortam’da kesişmişti. İlhan Selçuk’la da 12 Mart’ta açılan Madanoğlu davasında. Hiçbir darbe Ali abiyi pas geçmedi maşallah. Madanoğlu davasında çok yatmadı ama 12 Eylül’deki Barış Derneği davasında dört yılı mahpushanede geçti. Mapusluğu bile eğlenceye çevirmeyi bilmişti.

Müthiş bir mizahi zekâya sahip olan Ali abi, kendisi gibi hazırcevap ve hınzır Hüseyin Baş’la birlikte en çok da Ataol Behramoğlu’nu sarakaya almış o günlerde.

Gazeteye son geldiğinde odama inmiş ve börek ısmarlamamı istemişti. Börek alması için emektarımız Mesut Bey’i çağırdım. Mesut Bey haklı olarak hangi böreği alacağını sordu. Ben de Ali abiye dönerek;

- Ali abi, peynirli mi, kıymalı mı, yoksa ıspanaklı börek mi, dedim.

Başını muzip bir ifade salladıktan sonra şöyle demişti:

-Mek parmak Carmakçun için alma Agop’un ahını sözünü bilir misin? 

-Bilirim elbet. Mek parmak rakı için alma Agop’un ahını anlamında kullanılır da şimdi sen börekten vazgeçip rakıya mı gidelim diyorsun?

-Yahu onu demiyorum, beni niye börekte tek seçeneğe zorluyorsun; üç çeşidini de söyle hepsinden tadalım. Börek için alma Ali Sirmen’in ahını demek istiyorum.

Sohbetlerde yaptığı espriler ile dostlarını gülme krizlerine sokardı. Espri yaparken de kendisi gülmez ve en ciddi tavırla derdi diyeceğini. Keşke diplomasi ve siyaset yazarlığı dışındaki yazılarında da bu yönünü sergileseydi. Türkiye büyük bir mizah yazarı kazanmış olurdu.

Güle güle Ali abi, uğurlar olsun.

                                                  /././

Altınok’un imar görüşmesi (Murat Ağırel)

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ve yeniden aday olan Mansur Yavaş bir miting konuşmasında başkan adaylarının mal varlıklarını açıklaması gerektiğini belirtti. Hemen sonrasında mal varlığını paylaştı. Ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu mal varlığını açıkladı. Sonrasında Murat Kurum önce sözlü sonra yazılı paylaştı. AKP’nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Adayı ve Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok önce “Mülk Allah’ındır biz emanetçiyiz” diyerek açıklamaktan çekindi. Daha sonra “Ben ne zaman istersem o zaman paylaşırım” dedi. Sonrasında ise listeler paylaştı. Evet listeler!

15 Mart tarihinde sosyal medya hesabından mal varlığını açıklayan Altınok, 22 arsa (kendi üzerine), 11 konut (kendi üzerine), 1 benzin istasyonu (kendi üzerine), 2 bina (kendi üzerine), 25 tarla (kendi üzerine), aile şirketi hissedarlığından 67 konut (şirketteki payına düşen), 5 dükkân (şirketteki payına düşen) olmak üzere birçok mülke sahip olduğunu duyurdu.

Tabii listedeki taşınmazların fazla olması, marketten süt, yoğurt, tereyağı, peynir alırken bile iki kere düşünen herkesin hem dikkatini çekti hem de seçmenin homurdanmasına neden oldu.

Bu akıl almaz zenginliğin kaynağı neydi?

Listedeki taşınmazları inceledim tek tek. Toplam 6 milyon metrekare (6 bin dönüm) araziden bahsediyoruz. Bazı ülkelerin yüzölçümünden büyük bir mülkiyet bu...

Beyan edilen arazilerden biri başka kişiler üzerine olan parseller ile birleştirilerek parsel oluşturulmuş ve kat karşılığı inşaat ile anlaşılmış. 

Son aşamada Turgut Altınok, Sinan Aygün, Rifat Hisarcıklıoğlu, Salih Bezci, Ahmet Kuru, Ali İhsan Oğultürk, Bekir Akar ortak duruma gelmiş ve “Elmar Tower” inşaatı yapılmış.

İşte bu plazadan Turgut Altınok’un ortak olduğu şirkete 183 daire kalmış. Dairelerin kiralık bedelleri ortalaması 19 bin Türk Lirası, satılık ise 3.5 milyon Türk Lirası bedeli var.

Turgut Altınok mal beyanında arazilerinin ve dairelerinin tutarlarını belirtmemiş.

Bu bilgileri kamuoyuna aktardıktan sonra Antalya’daki bir haber kaynağım yine Altınok ailesine ait olan Aksu ilçesi Altıntaş Mahallesi’nde bulunan arazilerinin de kat karşılığı verildiği ve buraya 660 konut yapıldığı bilgisini paylaştı.

Burayı araştırdım.

Gerçekten de 12 bin 129 metrekare arazi var. Yine kat karşılığı ile Ramazan Karabulut ile anlaşılmış. Hatta emlaknews. com.tr haber sitesi başta olmak üzere 2022 yılında her yerde de haber olmuş. Turgut Altınok’un aile şirketinde de ortağı olan Hacı Altınok’un arsa sahibi olduğu belirtilmiş. Bu bilgiyi resmi kaynaklardan da doğrulattım. 

Ve soru sordum...

“Burada yapılan arazi veya 660 daire mal beyanında yok. Neden?” dedim. Tabii kamuoyu da aynı soruyu sormaya başladı. Altınok önce NOW TV muhabirinin bu soruyu sormasına “Babadan kalma efendim babadan kalma” diye cevap verdi. Sonrasında Barış Terkoğlu, Altınok’un ablası ile görüştü ve ablası “Daha fazla malımız var ama intikal yapılmadığından gözükmüyor. Turgut arazilerini Antalya’da olduğu gibi değerlendirdi” dedi.

Turgut Altınok ise katıldığı programda “600 dairem yok tapularını açıklayın” dedi. Sanırım inşaattan Altınok ailesi payına düşen daire sayısı projedekinden az. Kaç tane var 300, 200, değişir mi?

İnşaat tamamlanınca elbet tapu çıkar. Turgut Bey de bunu biliyor.

Ancak sorularımıza devam edelim.

Mesela eski Aksu Belediye Başkanı İsa Yıldırım’ın yanına gittiğini sayın başkan doğrulayacaktır. Hatta gittiğinde yine yapılan 660 dairenin karşısında bulunan 15451 ada 1 parselde kayıtlı bulunan Abdülkadir Kart ve Hacı Altınok üzerine kayıtlı arsada OPET Petrol İstasyonu imarı için konuştuğunu da doğrulayacaktır. Benzin istasyonu yapıldı. Abdülkadir Kart, AKP Rize milletvekili ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kapı komşusu. ASL İnşaat’ın sahibi kamudan 5 milyara yakın ihale almış bir iş insanı aynı zamanda.

Bir de Altınok Gayrimenkul 2020- 2022 tarihleri arasında vergi ödememiş. Matrahsız. Mutlaka giderleri vardır ve mali evraklarında görünecektir. Ancak bakkaldan aldığımız sakıza, açtığımız lambaya vergi ödeyen biz aciz kullar bu kadar mal varlığına karşı vergi verilmemesinin sırrını merak ediyoruz.

Sayın başkan hakkımda savcılığa suç duyurusunda bulunmuş. Artık belki vergi verilmemesi ve üzerine kayıtlı yüzlerce dairenin cevabını mahkemeler yolu ile öğreneceğiz. 

                                                    /././

Nart Bozkurt’la halkçı belediyecilik söyleşisi (Şükran Soner)

Cumhuriyet okurlarına öncelikle Cumhuriyet TV’den yapılan çok boyutlu yayınlarını en güvenilir, en çok izlenenlerin, en başlarına koymayı seçtikleri için teşekkür borcumuzu iletmek isterim. Kâğıt üretiminin ülkemizde, sağ liberal iktidarlarının topunun katkıları ile ortadan kaldırılmasından sonra, kaçınılmaz en pahalı olsak da zararına satış noktalarına düşmemiz sonrası, Cumhuriyet Vakfı olarak ayakta dik durabilmemizin sırrı sizsiniz.

Elbette elimizden geldiğince ortak değerler savaşımında öncü, dik duranlarla, sizleri buluşturmak da bizim öncelikli gazetecilik sorumluluğumuz. Aynı zamanda Cumhuriyet’in kurucularına borcumuz. Biliyorum, pandemi, kuşaklar arasında yaşanan kopukluk, kaçınılmaz toplumsal değerlerimizle olan bağlarda derin yaralar açtı. Gerçeği ile sahteleri birbirine çok karıştı. Ağzını açan, adaylar değil sadece onları çarpıtarak en sahtelerini pazarlama yarışına girenlerin de ağızlarından, “Halkçı, sosyal belediyecilik” kavramları hiç düşmüyor.

Tam da bu nedenle Nart Bozkurt’tan acele konuğum olmasını istedim. Yayını izlerseniz, bilinçaltınıza kazılmış sosyal belediyecilik üzerinden, öncelik sıralamalarınıza ışık tutabilir.

Öncelikle deneyimlerini, birikimlerini borçlu olduğu geçmişinden, birikimlerinden, çalışmalarından kimi satır başlarını paylaşmalıyım. Bozkurt ailesinin geçmişi, Cumhuriyet’in, Atatürk Devrimciliğinin, eğitim, kültür, sanat seferberliği yıllarına uzanıyor. Nart Bozkurt, dedesinin kütüphanesinden ülkemiz, dünyanın çocuk klasiklerini bulup okuyabiliyor olarak büyüyor.

Eğitim olanaklarından yararlanmış sorumlu birey kimliği ile tanışmamız, 1980’li yılların sonrası İnsan Hakları Derneği’nin, Av. Nevzat Helvacı başkanlığında, aralarında Muzaffer Erdost, Vecdi Timuroğlu, Mehmet Ali Aybar, Emil Galip Sandalcı, Adalet Ağaoğlu gibi insan hakları, değerlerinde öne çıkmış isimlerin katılımlarıyla kuruluş yıllarına uzanıyor. İlk kez söyleşimizde dinlediğim etkileşimlerinin, benim için de ne kadar özel geçerli olduklarının sevincini paylaştım.

                                                         ***

Cezaevleri kapılarının, dayanışmanın öncüleri olan dirençli kadınlarımız, anneler, eşler, kız kardeşler, arkadaşlar ülkemizde hem kadın hakları hem de insan haklarının öncülüğünde çok çaba gösterdiler. Bizleri utandırarak seyirci kalmamaya zorladılar. İyi ki zorlamışlar, evrensel insan hakları örgütleri ile kaçınılmaz yoğun ilişkilerim olsa da pek çok kavramdan, insan haklarına ilişkin değerlerden habersiz yaşamışım.

Yayaların kaldırımlarda özgür dolaşabilmeleri, yeşil alanlar, bisiklet yolları, çocukların uçurtma şenlikleri içinde, parklarda oynama hakları ile yeni yeni tanışıyorduk. İşte Nart Bozkurt hepimiz gibi yeni yeni keşfettiği bu hakların, ülkemizde de yaşama geçirilebilmesi yolunda sorumlu çalışma ortamını o dönemin Ankara Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen’in danışmanı olarak yakalamıştı. Parklar, belediyenin kültür alanları, heykel çalışmalarına nokta konulmayan bir hızla iş üretiliyordu.

Duyuyor, uzaktan hayranlıkla izliyordum, ancak içinden yaşadıkları gerçeklerin altı çizilesi örneklerini hiç bilmiyordum. Mutsuz, kolayca güdülebilen öfkeli insanlarımızın elbette heykellere olan düşmanlıklarının çok örneğine tanıklık ediyorduk. Ancak Çankaya Belediyesi’nin yaptırdığı, parkta eğlenen torunlarının, çocukların yanında örgü ören kadın heykelinin kırılmasa da etrafı zincirlerle sarılı polis korumasına alındığını bilmiyordum. Ders almış olarak direnen Zonguldak maden işçisinin heykeli elçilikler arasına yapılmışken de onun da zincirli, polis korumasında tutulmasını da...

Zevkli izlenceler diliyorum...

(Cumhuriyet)

soL KÖŞEBAŞI - 23 MART 2024 -

Siyasetin tasfiyesi (Aydemir Güler)

Partisizleşme yoluyla siyasetin tasfiyesi, bir model. Sahipçisi çok. Politizasyondan yana sıkıntısı olmayan halkı örgütlü kılmak, bir başka model. Sahipçisi TKP.

Siyasetle, toplumsal sorunlarla ilgili kesimler sık sık kitlelerin halinden şikâyet eder. Kimse okumuyor, düşünmüyor, anlamıyor… Entelektüel ortamlarda kolayca onay bulan bu fikir aslında hayli zayıftır. Eğer kast edilen ilgisizlik ise, Türkiye hiç de apolitik değildir. Bu kadar dertli ve gergin bir ülkede nasıl siyaset dışı kalınabilir ki? Kalınamıyor…

Bir zamanlar pop kültür ve futbol gerçekten siyasetin üstünü örtmeye yarardı. Sadece kulüpler değil stadyumları dolduran yüzbinler de çoktandır siyasetin tam göbeğinde. Televizyon dizileri ideolojik mücadelenin önde gelen aracı… Din de bir zamanlar, gerçek dünyanın sorunlarını havale etmeye yararmış. İş çoktan değişti…

Hayır, hiçbir şey siyasallaşmayı gizlemek için kullanılmıyor. İnsanların birbirlerine hangi partiye oy vereceğini sormanın mahrem sayıldığı, ayıplandığı, bayağı depolitize edilmiş ülkeler var dünya üzerinde. Türkiye hiç öyle değil.

*    *    *

Bizim sorunumuz bilmemek, ilgilenmemekten ziyade, bayağı yüksek siyasallık düzeyiyle son derece düşük örgütlülük arasındaki çelişkidir. Bu çelişki entelektüele katlanılmaz gelse de, geniş kitlelerin kendilerini var edebilme yöntemi haline geldi. Yani işe yarıyor! 

Örgütsüz insanlar kendi başlarına çözüm üretemeyeceklerinin farkındalar. Çareyi güçlüye sığınmakta buluyorlar. Güçlü dediğin aslında sorunların yaratıcısıymış, başlarına gelen felaketin sorumlusundan başkası değilmiş; bunu bilmez de değiller. Elbette örgütlülüğün kırk yılı aşkın zamandır ağır biçimde cezalandırılmış olmasının da payı büyük bu tabloda.

Burada şikâyetin manası, işlevi yok. Örgütsüzlüğün ilacı örgütlenmektir ve günümüzde devrimcilik başka ilkelerin yanı sıra, tam da kitlelerle örgütleyici bir ilişki kurup kuramadığınızla ölçülmek durumundadır. Bu sınavdan geçer not alamayıp mangalda kül bırakmamak veya suçu “okumayan, düşünmeyen” halka yıkmak, aptalca bir aydın apolitizmidir. Bunu gayet politik örgütler de yapabiliyor!

*    *    *

Düzen siyaseti ise kitlelerin politizasyonundan pek memnun olmadığını bu seçimde sergilemiş bulunuyor. Zira yüksek politizasyonla düşük örgütlülüğün kalıcı bir denge oluşturması olanaksızdır. Endişeliler…

Yoksa bir parti, kendisini sembolize eden, her görene hatırlatan amblemini neden geri çeker? Bugün iktidar partisi seçimde parti kimliğini, mümkün olsa tümden iptal edecek! 

AKP’nin dibinden ayrılmayan MHP faşistlere özgü o vurgulu partizan kimliğini yardakçılıkla likide ediyor. Bir parti sabah akşam başka bir partiyi niye över! Överse kendisini geri çekmiş olur.

Görece daha yeni sahneye çıkmış bir parti, içine girdiği denklemin neresinde olduğunu en güçlü biçimde ilan etmez mi? Öyle olmalı; ama görüyoruz ki, muhalefet etmek için piyasaya çıkan Yeniden Refah ve Zafer partileri bugünkü iktidar bloğundan fazla uzaklaşmamak diye bir ilkeye sahipler. Oradan dökülenleri toplayacaklar çünkü. 

Ana muhalefette durum daha vahim. Başkentte CHP listeleri AKP-MHP’lilerle dolup taşıyor. İstanbul’da belediyeciliğin sağı solu olmaz diyen afişler asılıyor; “İmamoğlu aklın yolu” imiş! CHP’nin iktidardan farkı, tarikat bağlarının karşılaştırılamayacak kadar zayıf olması. Ama CHP adayları bundan pek memnun olmasalar gerek, kendilerine tarikat arıyorlar. Daha önemlisi, laiklikle özdeş görünmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. 

Feodaller, taşrada seçimlerde partileri aralarında bölüşmezler. Bir aşiret temsilcilerini partilere dağıtır. Yani feodalite düzen partilerinin listelerine el koyar. Sonuç olarak aynı soy isimleri rakip listelere yerleşir. Bu durum metropollerde müteahhitlik şirketleriyle sürüyor! Partinin önemi yok, sermayenin önemi var…

Eskiden bir parti kendisini ve bütün adaylarını aynı seslenmeyle özdeş hale getirmeye çalışırdı. Akılda kalacak çarpıcı bir seçim sloganı! Şimdi partiler atomlarına, yani adaylarına ayrışıyor. Her özel isim bir slogan. Şurası mesut olacaktır, burası sinemdedir, beriki yavaş değil hızlıdır… Adayın ismine göre aynı parti bir kente barış, ötekine savaş vaat edebilir! Sonuç olarak aynı partinin farklı seçim çevrelerinde ortak bir dile sahip olması ilkesi artık terk edilmiştir. 

Galiba bütün adaylarını bir “Reis” siluetinin arkasına saklayan AKP, bu ilkenin en önemli istisnasını oluşturuyor. Ama iktidar partisinin her şeyi olan “en büyük başkan”, diğer başkan adaylarını eziyor. AKP, belki de bu nedenle, muhalefetin darmadağınık halini fırsata çeviremeyecek… Yani durum daha kötü. Ampul karartılıyor, ama ışık saçan aday çıkmıyor! 

*    *    *

Bu tablo siyaseti tasfiye etmektedir. Bu kadar politize olmuş bir toplumun stadyumlara ve pembe dizilere mahkûm edilmesi hayaldir. Uyuşturucu bağımlılığı bir yere kadar yaygınlaştırılabilir. 

Böyle olunca sözünü ettiğim tasfiye bir “partisizleşme” biçimini alıyor. Dedik ya, memleketin sorunu örgütsüzlük. Düzen de bütün ağızlardan örgütün, yani partinin ne gerekli ne önemli olduğunu söylüyor. 

İşin tuhaf tarafı bu dalga, solu da etkisi altına almış durumda. Hangi sol partinin nerede neden aday çıkardığını, ne kadar CHP’ye ne kadar DEM Partiye eklemlendiğini çözebilene aşk olsun! Düzenin kiri pası, onun eteklerine tutunan solun üstüne akıyor, bulaşıyor. Doğrusu oradan uzak durmaktır.

Partisizleşme yoluyla siyasetin tasfiyesi, bir model. Sahipçisi çok.

Politizasyondan yana sıkıntısı olmayan halkı örgütlü kılmak, bir başka model. Sahipçisi TKP.

                                                            /././

Türkiye sermayesinin Irak’a akması ne anlama geliyor? (Erhan Nalçacı)

Böylece ABD ile yakınlaşma Türkiye’yi sadece kuzeyde Rusya ile karşı karşıya bırakmıyor, güneyde Hint Okyanusunda Çin ile de gerilmeyi getiriyor.

Türkiye sermaye sınıfının özellikle son 10 yılda kritik ikileminin Türkiye’nin ABD’ye bağlı bir emperyalist unsur mu yoksa kendi için emperyalist bir devlet mi olacağı olduğunu tartışmıştık. Hemen sonrasında ABD’ye doğru çubuk bükmenin belirtilerinin arttığını izledik.

Bu ikilemin muhalefetle (kaldıysa) AKP arasında olduğu sanılmamalı, aksine her düzen partisinin içinde bulunuyor. Ancak kritik yarılmanın AKP’nin içine yerleştiğini biliyoruz ve seçimden sonra bu fay hattının ne yönde ve nasıl kırılacağını göreceğiz.

Türkiye sermayesi tekrar ABD’ye bağlansa bile bunun eskisi gibi olmayacağını, yayılmacı bir devlet olarak son dönemde geliştirdiği yeteneklerle farklı bir düzeyde bağlanacağını söyleyebiliriz.

Ancak bu genellemeler soyut ve anlaşılmaz gelebilir, en iyisi bugün Irak’a Türkiye’den sermaye ihracatının aldığı son duruma göz atmak olacak.

Irak aslında petrol zengini bir ulus olmasına karşılık Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra emperyalist yeniden yapılandırma içinde ABD’nin düzeltici savaşına maruz kaldı. Ülke yıkıldı, talan edildi, bütünlüğü bozuldu, ABD müttefiki fiili bir Kürt devleti oluştu içinde. Hala tam bir egemenlik hakkından bahsedemeyiz, çünkü ABD’nin işgali sınırlansa da sürüyor.

Irak burjuvazisi bu zorluklar arasında kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor.

Dünya ise 19. ve 20. Yüzyıllardan çok farklı, artık metalar başta Çin olmak üzere doğuda üretiliyor ve batıya akıyor, hammaddeler ise doğuya taşınıyor. Bu karşılıklı büyük hacimli ticaret yolları emperyalist hegemonya mücadelesinin başlıca aracı ve hedefi haline geliyor.

Irak devleti 2005’te bu gerçeğe dayanarak Basra Körfezi’nden Avrupa’ya kara yolunu kullanarak metaların taşınacağı bir güzergâh üzerine çalışmaya başladı. Önce Irak-Suriye-Türkiye yolu düşünülmüştü, ancak ABD’nin alçakça gerçekleştirdiği Suriye komplosu bunu imkânsız kıldı. Ve aşağıdaki haritada görülen Iraklıların Kuru Yol dedikleri Türkiye tarafının Kalkınma Yolu diye tanımladığı alternatif güzergâh ortaya çıktı.

2023’de imzalanan anlaşmaya göre Kalkınma Yolu güzergâhı görülüyor.  Basra Körfezi’ndeki Faw Limanı’ndan başlayan yol Bağdat ve Musul’dan geçerek Ovaköy Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriyor ve oradan Mersin Limanı’na ve Avrupa ülkelerine uzuyor.

2023’de Türkiye ve Irak devletleri arasında imzalanarak yürürlüğe giren anlaşma 22 milyar Dolarlık bir yatırımı gerekli kılıyor ve Türkiye tarafı 6-7 milyarlık kısmını yükleniyor. Birkaç hattan oluşan hızlı demiryolunu ve paralel seyreden karayolunu ise Türkiyeli şirketler inşa edecekler. 2029’da tamamlanması beklenen proje yol boyunca sanayi ve ticaret bölgelerinin oluşturulmasını da öngörüyor. Bunda da Türkiye sermayesine öncelikli bir pay düşüyor. Kalkınma Yolu Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı’ndan gerçekleşen ticaret yollarına göre ulaşım süresini anlamlı derecede kısaltıyor ve iki ülkeye önemli bir vergi geliri bırakıyor.

Türkiye işçi sınıfı emekçilerin iktidarında ülkeler arasındaki iktisadi ve kültürel işbirliği ile sınırları eritmeyi ajandasına yazıyor zaten. Bu nedenle böyle bir bütünleşme projesine karşı olmaz. Ancak emperyalizmin günümüzdeki dünyasında her sermaye ihracatı boyutuna göre bir hegemonya inşasına evriliyor.

Emperyalizm sermaye ihracatına ve buna dayalı tekelci sermayeye ait devletin başka bir ülkeyi kendi çıkarı doğrultusunda yönetmesine dayanır.

Dışişleri Bakanı Fidan geçen gün verdiği demeçte “Süleymaniye, Bağdat, Kerkük ve Musul’da geleceği hep beraber kuracağız” dedi. Bundan 30 sene önce böyle bir laf söylenemezdi, bu doğrudan bir ülkenin yönetilmesine katılacağız anlamına geliyor.

Geçen hafta Bağdat’ta Fidan, Kalın ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in katılımı ile Irak devleti yetkilileri ile bir zirve yapıldı. İki ülke arasında “terörle mücadele, ticaret, su ve ulaştırma” alanlarında ortak daimi bir komitenin kurulmasına karar verildi. Irak tarafı ilk kez PKK’yi “yasaklı örgüt” statüsüne itti.

ABD işgali sonrasında Irak’ta çok fazla çıkar grubu bulunuyor. Bu projenin gerçekleşmesi için güvenlik sorunundan Kürt sermayesinin Irak devletinden ayrışan çıkarlarına kadar bin bir başlık var. ABD’nin projeyi engelleyici potansiyelinin yanı sıra İran’ın bölgesel çıkarlarına ve Irak’taki yönetebildiği unsurlara da bakmak gerekiyor. Türkiye’nin yaza doğru planlandığı büyük çaplı sınır ötesi operasyon da dâhil karmaşık formülü kavramaya çalışmak gerekiyor.

Ancak sürece ABD’ye bağlı bir emperyalist unsur olma yönünden bir kez bakalım. 

2019’da Basra Körfezi’nde yapımı süren devasa büyüklükteki Faw Limanı’nın inşası ve işletilmesine Çin talipken muhtemelen ABD’nin yönlendirmesi ile inşaatı Güney Koreli bir firma aldı.

Her ne kadar bu yolun işlemesi Çin ile olan ticarete bağlı olsa da yolun hegemonyasının bir NATO ülkesine kayması Çin için sorun olacaktır. Sürekli alternatif ticaret yollarının arayışında olan ve kendi hegemonyasını da bunun üzerine inşa eden Çin burada bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya bulunuyor. Kendi için emperyalist olmayı amaçlayan bir Türkiye burjuvazisi için Çin’in hegemonyasında kendisini var etmek söz konusu olabilirdi. Ancak ABD’ye bağlı bir emperyalist unsur olarak Türkiye Çin’e ve İran’a karşı itilme tehlikesi ile karşı karşıya. 

Buradaki büyük formül ABD aracılığı ile Türkiye’yi Kürt siyasetleri ile uzlaşmaya, Suriye devletine daha çok zarar vermeye doğru da itecektir.

Böylece ABD ile yakınlaşma Türkiye’yi sadece kuzeyde Rusya ile karşı karşıya bırakmıyor, güneyde Hint Okyanusunda Çin ile de gerilmeyi getiriyor.

Türkiye işçi sınıfı siyaseti emperyalizmin her çeşidini karşısına alarak AKP’nin içindeki fay hatlarını ve kırılmanın getireceği olası sonuçları dikkatle izliyor.  

                                                           /././

Halk sağcı mı? (Orhan Gökdemir)

Cumhuriyetin ve laikliğin artık emekçilerin bir sorunu olduğunun farkındayız. Çünkü cumhuriyet yoksa laiklik yoksa halk da yok. Ve bunları kabul ediyorsa bir halk kesinlikle soldadır. 

Halkımız sağcı mı? Seçim sonuçlarına bakılacak olursa sağcı. Peki sağcılık ne? Sözlük anlamıyla “toplumsal hiyerarşiyi veya toplumsal eşitsizliği kabul eden veya destekleyen siyasal duruş veya etkinlik”, özetle “gericilik, tutuculuk” demek. Bir halk eşitsizlikten yana olabilir mi, mevcut hiyerarşiyi kabul edebilir mi, gerici olabilir mi? Sorumuz bu.

Önceki gün AKP’nin ve bilumum sağcıların kalesi olan İstanbul Arnavutköy’deydik. AKP önde her türlü sağcılığın cirit attığı bir yer Arnavutköy. Şehrin kıyısında bir yer burası, sokakları çamur içinde. Tabii yoksulluk da diz boyu. Hüda-Par dolaşıyor sokaklarında ama artık TKP de var. İlçenin arka sokaklarından birindeki Arnavutköy İşçi Evi arı kovanı gibiydi dün. Yağmurlu bir havada koşup gelenler işçi evinin mütevazı salonuna sığmadı. Orada bir saat boyunca halkın çıkarına olanı anlattık, “sizin olanı sizden çaldılar, biz de onlardan alacağız, halkın olanı halka vereceğiz” dedik. Bunu ilk kez duyanlar çoğunluktaydı belli ki ama “olur mu” diyen çıkmadı aralarından. 

Perşembe günü akşamı az gerideki Başakşehir Şahintepe Mahallesinde “Şahintepe Halk Dayanışması”nın konuğuyduk. Rezerv alan ilan etmişler mahalleyi. Devlete çökenler mahalleye de çökme planı içindeydi özetle. Onlar da el koymanın, kamulaştırmanın sorunların tek çözümü olduğunda hem fikir. Sadece bizden çaldıklarına el koymakla yetinemeyiz tabii. Bunun ön şartı devleti halkı için bir devlet haline dönüştürmek. 

Halk ülkedeki eşitsizliğin, yoksulluğun, kışkırtılmış gericiliğin, sınırsız özelleştirmenin arkasında yatan emperyalist yağmanın farkında. Ama eli kolu bağlı, çaresiz hissediyor kendini. Var olan seçenekler arasında bir kurtuluş yolu arıyor haliyle.

Peki, ne diyeceğiz bu halka? Hangi gerekçeyle kızacağız, küseceğiz, sağcılıkla itham edeceğiz. Sağcılık arayan önce sağlı sollu muhalefet partilerine bakmalı. Hepsi gericiliğin diliyle konuşuyor, hepsi gericilikle yarış içinde. Seçim çalışmasını Nakşi şeyhinin mezarında başlatan, seçmene “zikirmatik” ve seccade dağıtan güya sol partiler var aralarında. Mitingi “tilavetle” açıp, koltuğuna imam üfürüğüyle oturanlardan daha sağcı değil halk. Adını koyalım, “toplumsal hiyerarşiyi veya toplumsal eşitsizliği kabul eden veya destekleyen siyasal duruş veya etkinlik” sağcılık için “efradını cami ağyarını mani” bir tanımsa eğer buna halktan çok CHP uyar.

***

Bunun için halka anlattığımız ilk şey “yıkmak” ve “el koymak”. Kısa komünizm programı bu. Mevcut hiyerarşiyi kabul etmiyoruz, yıkacağız diyoruz. Toplumsal eşitsizliği reddediyoruz. El koymak tarihsel deneyimimiz, “kamulaştırma” diye özetliyoruz. 

Kamulaştıracağız çünkü halka ait ne varsa özelleştirdiler, sermayeleştirdiler. Mülksüzleştirenleri mülksüzleştireceğiz, dediğimiz bu. Yıkacağız diyoruz çünkü yıktıklarımızı yeniden yaptılar. El koyacağız diyoruz çünkü el koyduklarımızı bizden çaldılar. Vatanı mülkü sanan yeni nesil zombiler dolaşıyor ortalıkta. Laiklik diyoruz çünkü hilafet ilan ettiler. Cumhuriyet diyoruz çünkü monarşiyi geri getirdiler. Fransız Devriminden bu yana bütün devrimlerin yaptığı gibi çürüyeni-çürüteni yıkacağız ve yerine yenisini kuracağız. Halkımıza eşitlikçi sosyalist bir cumhuriyet borcumuz var. Davasına tarafız, toplumdan, eşitlikten, barıştan, çevreden, emekten yanayız. Cumhuriyetin ve laikliğin artık emekçilerin bir sorunu olduğunun farkındayız. Çünkü cumhuriyet yoksa laiklik yoksa halk da yok. Ve bunları kabul ediyorsa bir halk kesinlikle soldadır. 

***

Ülkeyi, şehirleri yağmalama, özelleştirme ve sermayeleştirme şekillendirdi. Sağcı-sermayeci-piyasacı partiler geldiler, inşaat yaptılar ve arsa rantı yarattılar. Yarattıkları bu rantı yandaşlarına ve büyük sermayeye aktardılar. Susasanız su, acıksanız ekmek parayla artık. Eğitim, sağlık paraya tahvil edildi, patronlara teslim edildi. Devlet, bir parti başkanının yönettiği kuralsız bir anonim şirket. O devletin bütün varlıklarını o şirketin patronuna teslim edip adına “varlık fonu” dediler. Devlet artık bir fondan ibaret.

Belediyeler de öyle, şirketleşti tamamı, piyasaya göre çalışır hale getirildi. Bir sürü “ceo” ve onların başında yönetiyormuş gibi yapan bir patrondan oluşuyor belediye. Tarikatların, gerici dernek ve vakıfların tek beslenme kaynağı bunlar. Halktan çalmak için bir düzeneğe dönüştürdüler belediyeleri. Yani hem çalıyorlar hem çaldırıyorlar. Bu talanın devam etmesi bir yalanın devam etmesine bağlı. “Aman AKP gitsin de” diyenler işte bu yalana yaslanıyor. AKP gitse de gitmese de büyük sermaye kazanmaya devam ediyor çünkü. Yağmayı bile dinselleştirdiler arada. Hırsızlık israf, yağma haram. En gerici en sağcı partiyi bile temize çekmeye yarıyor bu denklem. AKP’den kurtarma misyonu gerçek sağcılığı görünmez kılıyor, halk nezdinde meşrulaştırıyor. 

***

Ama çıkış yok bu yoldan. Düzen çürüyor ve sadeleşiyor. Sırları çürüyüp döküldükçe şeffaflaşıyor, temelindeki sınırsız yağma bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Artık karşı karşıya duran iki sınıftan ibaretiz. Yağmacılar bir tarafta ve yağmacılara direnenler diğer tarafta. 

Halk da sadeleşiyor. Solculuk dediğimiz halkın fıtratındandır. Halkın yıkıp el koymadan tebaa ve ümmet olmaktan sıyrılması, bağımsız bir varlık olarak ortaya çıkması imkansızdır çünkü. Ve eğer halk bunlara arkasını dönme eğilimindeyse, sağcılaşıyorsa, halk olmaktan da uzaklaşıyor demektir.

Bunun için halka anlattığımız ilk şey “yıkmak” ve “el koymak”. Kısa komünizm programıdır. Mevcut hiyerarşiyi, toplumsal eşitsizliği reddediyoruz. El koymak tarihsel deneyimimiz, “kamulaştırma” diye özetliyoruz. 

Sadece halk değil vatan da yıkma ve kamulaştırma eyleminin sonucu olarak ortaya çıktı. Monarşileri devirdik ve mülklerini kamulaştırdık. Kamu ve kamusal alan o ilk eylemimizin sonuçlarıdır. El koyan halk yönetme hakkı elde edince adına cumhuriyet dedik. Halk ve yurttaş kurumsallaşmış dinden de yakasını kurtarmalıydı, laikliğin temelidir. Kentler artık bizimdi, komün de, belediye, bu el koymanın getirilerindedir. Ne güzel, komün komünizmden, Türkçesi paylaşmaktır, geliyor. Esası birlikte üretmek ve ürettiklerimizi paylaşmaktan ibarettir. Sadeleşiyoruz.

(soL)