25 Mart 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 25 MART 2024 -

 

Emekli yoksulluğu ve sefaleti: Sorumlu AKP zihniyeti! (Aziz Çelik)

Emekliler geçen hafta ülke genelinde alanlara çıkarak sorunlarını gündeme getirmişti. (Fotoğraf: BirGün)

Emeklilerin yaşadığı yoksulluğun ve sefaletin nedeni AKP zihniyetidir. AKP hükümeti seçim öncesi emekli aylıklarının sefaletinin yarattığı öfkeye karşı yamalar yapmaya ve “müjde” balonları uçurmaya çalışıyor. Ancak mızrak çuvala sığmaz. Ne seçim öncesi ne de seçim sonrası AKP’nin neoliberal zihniyetiyle emeklilerin ferahlaması mümkün değil. Emeklilik sistemindeki sorunlar geçici değil yapısal, konjonktürel değil sistemiktir.

Emeklilerin hali malum. Uzun söze gerek yok! Sefalet düzeyinde aylıklara mahkum edilen emeklilerle dalga geçercesine 2024 “Emekliler Yılı” ilan edilse de güneş balçıkla sıvanmıyor.  Seçimlere bir hafta kala emeklilerin seçimlerine en büyük gündemi olmasının sebebi emekli aylıklarının sefalet düzeyine düşmesidir. Bunun yarattığı panik ile her gün bir müjde balonu uçuruluyor. Çeşitli yamalarla emeklilerin gözü boyanmaya çalışılıyor. Emeklilerin yaşadığı sefaletin, son yıllarda enflasyon ve ekonomik sorunlardan kaynaklandığı ve kaynak olmadığı iddia ediliyor. Emeklilerin hali pürmelaline bu yazıda yeniden değinmeyeceğim. Bu konuda DİSK-AR tarafından hazırlanan ve editörlüğünü yaptığım Avrupa’da ve Türkiye’de Emeklilerin Durumu raporunda detaylı veriler var: arastirma.disk.org.tr/?p=11042

Emeklilerin yaşadığı sefaletin sebebi ne tek başına enflasyon ne de kaynak sıkıntısıdır. Asıl sebep AKP hükümeti tarafından 2006 ve 2008 yıllarında bile isteye ve “sosyal güvenlik reformu” adı altında çıkartılan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanunudur. Bu yasa ile Türkiyenin emeklilik sisteminde emekliler aleyhine vahim değişiklikler yapıldı. Bugün emekli aylıklarının sefalet aylığına dönüşmesinin asıl sebebi budur.  AKP bunu bilerek ve isteyerek, kamusal emeklilik sistemini zayıflatmak için yaptı! Şimdi bu gerçeği saklamanın, yamalarla çözüm aramanın manası yok. Mesele sistemik değil de konjonktürel bir meseleymiş, enflasyon olmasaymış, ekonomik sıkıntılar olmasaymış emeklilerin durumu daha olurmuş gibi yapmanın alemi yok. “Kaynak yok” saçmalığının ise hiç alemi yok!

5510 KARŞI DEVRİMİ!

2006-2008 yıllarında “reform” adı altında sunulan 5510 karşı devrimi emeklilere yoksulluk ve sefalet getirdi. Bu gerçeğin üstü örtülemez. Emekliler bugüne adım adım getirildi. 5510 karşı devrimi “yapısal reformlar” adı altında yapıldı. En büyük destekçileri liberal finansçılar ve ekonomistlerdi. Sosyal güvenliği şirket gibi yönetmek istiyorlardı. Nitekim öyle de oldu ama olan sayıları 16 milyona yaklaşan emekliye oldu. Şimdi bir hafıza tazeleyeyim ve 2006-2008 yıllarında yapılan karşı-sosyal güvenlik devrimiyle emeklilerin neler kaybettiğine bakalım. Bu bir fikri takip yazısıdır!

Türkiye’de emeklilerin bugün yaşadığı sorunların büyük bölümü 2006 yılında yürürlüğe giren ve 2008 yılında köklü değişiklikler yapılan 5510 sayılı SSGSS Kanunu’ndan kaynaklanıyor. 5510 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikler emekli aylıklarının ciddi biçimde düşmesine yol açtı.

5510 sayılı SSGSS Kanunu ile emekli aylıklarının sistemli bir biçimde düşürülmesi süreci başladı. Bilindiği gibi emekli aylıkları için dört unsur büyük önem taşımaktadır: 1-Güncelleme katsayısı, 2-Aylık bağlama oranı (ABO), 3-Aylıkların alt sınırı, 4-Aylıkların artırılma yöntemi.

Emekli aylığı, güncelleme katsayısı kullanılarak hesaplanan aylık ortalama kazanç ile aylık bağlama oranının çarpımı sonucu bulunur.  Bir çarpma işleminin ki çarpanını da düşürürseniz sonuç düşer! Alt sınır ve aylıkların artırılma biçimi ise aylıkların korunması ve artırılması açısından önem taşıyan diğer iki unsurdur. 5510 sayılı Yasa bu dört konuda ciddi hak kayıpları ve geriye gidişler yarattı. Tek tek anlatayım:

1- Güncelleme Katsayısı Düşürüldü

Güncelleme katsayısı sigortalının geçmişteki prime esas kazancının veya ödediği primlerin bugünkü değerini bulmak için yaşamsal önemdedir. Güncelleme katsayısı aylık ortalama kazancın bulunması için kullanılan bir değişkendir. Geçmişteki prime esas kazançların bugünkü değerine ulaşması için geçmiş prime esas kazançların enflasyon oranında artırılarak bugüne taşınması gerekir. Ancak yeterli değildir.

Eğer dönem boyunca ekonomide meydana gelen büyüme (gayri safi yurt içi hasıla -GSYH- artışı) dikkate alınmazsa gerçek anlamda bir güncelleme yapılmamış olur. Sigortalının kazançlarına refah payı (büyüme payı) eklenmemiş ve bu yüzden kazanç ve primler gerçek değerleriyle güncellenmemiş olur.  Böyle olursa emekli yoksullaşmış olur. Bu yüzden güncelleme yapılırken hem enflasyonun hem de büyümenin dikkate alınması gerekir.

2000-2008 arasında güncelleme yapılırken Tüketici Fiyatları Endeksi’nde (TÜFE) meydana gelen artış ve büyüme oranının yüzde 100’ü hesaba katılıyordu. Böylece büyümenin tamamı güncelleme katsayısına yansıtılmış oluyordu.

5510 sayılı Yasa ile güncelleme katsayısında GSYH artışının etkisi yüzde 100’den yüzde 30’a düşürüldü. Güncelleme katsayısı halen TÜFE ile büyüme oranının yüzde 30’unun toplamından elde ediliyor. Diğer bir ifade ile büyüme oranının yüzde 70’i güncelleme katsayısında artık dikkate alınmıyor.

Bu değişiklik son derece yaşamsaldır. Büyümenin yüzde 100’ü yerine yüzde 30’unun dikkate alınması emekli aylıklarında vahim kayıplara yol açtı. Bir örnekle anlatayım. 2008-2023 arası Türkiye’nin toplam büyümesi yüzde 109,5 olarak gerçekleşti. Eğer resmi enflasyon ve büyümenin yüzde 100’ü dikkate alınarak prime esas kazançlar güncellenseydi bambaşka bir tablo olurdu. Örneğin 2008 yılında prime esas kazancı brüt ortalama asgari ücret tutarında  (623 TL) olan bir sigortalının güncellenmiş prime esas kazancı 2023 yılı sonunda 15 bin 727 TL olacaktı. Ancak artık büyüme oranının yüzde 30’u hesaba katıldığı için 2008’deki asgari ücret tutarındaki prime esas kazancın güncellenmiş 2023 değeri 9 bin 802 TL’de kaldı ve asgari ücretin çok altına düştü. Bu durum diğer yılların prime esas kazancının güncellenmesinde de yaşandığı için güncellenmiş toplam prime esas kazanç düşmüş oldu.

2- Aylık Bağlama Oranı Düşürüldü

Gelelim ikinci değişken olan aylık bağlama oranına (ABO). Sigortalının belirli bir prim ödeme gün sayısı karşılığında güncellenmiş aylık ortalama kazancının ne kadarının emekli aylığı olarak ödeneceği aylık bağlama oranına bağlıdır. Aylık bağlama oranının yüksek olması daha yüksek emekli aylığı anlamına gelmektedir.

5510 sayılı Yasa ile güncelleme katsayısını düşürmekle yetinmediler, aylık bağlama denkleminin diğer çarpanı olan aylık bağlama oranını da düşürdüler. İşçiler için bu oran 1999 öncesinde ilk 5000 gün için yüzde 60 sonraki her 240 gün için yüzde 1 idi. 25 yıllık sigortalılıkta eğer 9000 bin eksiksiz prim yatırılmışsa aylık bağlama oranı yüzde 77’ye kadar yükseliyordu. 2000 yılından sonra 25 yıl ve 9000 gün prim ödenmesi durumunda aylık bağlama oranı yüzde 65 olmaktaydı. Emekli Sandığı’na tabi kamu çalışanları için ise bu oran 25 yıllık çalışma süresi için yüzde 75 ve 25 yıldan fazla çalışılan her yıl için yüzde 1’di.

5510 sayılı Yasa ile aylık bağlama oranları ciddi bir biçimde düşürüldü. 5510 sayılı Yasa ile 25 yıl ve 9000 gün prim ödeyenlerin aylık bağlama oranı yüzde 50, 7200 gün prim ödeyenlerin aylık bağlama oranı ise yüzde 40’a düşmektedir. Ayrıca Yasa ile tavan sınırlaması getirildi ve aylık bağlama oranlarının yüzde 90’ı geçemeyeceği hükme bağlandı.

Sonuç olarak emekli aylığını belirleyen her iki değişken de küçültüldü ve her iki değişken de düştüğü için aylıklar eski sisteme göre ciddi biçimde gerilemiş oldu.

2000’lerin başlarında en düşük emekli aylıkları asgari ücretin üzerine çıkabiliyordu. Şimdi asgari ücretin çok altına düşmesinin temel nedenleri bu yasal değişikliklerdir.

3- Aylıkların Alt Sınırı Düşürüldü

Emekli aylıklarının alt sınırı yaşamsal bir konudur. Alt sınırın düşük olması özellikle aylık bağlama oranlarının düşük olması durumunda ciddi sorunlara yol açabilir. Eğer emekli aylıkları belirli bir alt sınırla korunmazsa düşük gelirli çalışanların emekli aylıklarında çok ciddi düşüşler olabilir. Emekli aylıkları asgari ücretin yarısına, dahası üçte birine kadar gerileyebilir.

İşçi emeklilerin aylık alt sınır aylığı 1999 öncesinde yüzde 70 idi. 5510 sayılı Yasa’nın 55. maddesi ile yüzde 35-40 olarak belirlendi. Örneğin 2008 yılında işe giren bir çalışan alt sınırdan prim ödediğinde 7200 gün prim ödeyerek emekli olursa emekli aylığı prime esas kazancın yüzde 40’ına kadar gerileyebilecektir. Prime esas kazancın alt sınırından 9000 gün prim ödeyen bir çalışanın emekli aylığı ise (enflasyon ve büyüme oranlarını sabit varsayarak) prime esas kazancın yarısına kadar gerileyebilecektir. Bunun anlamı emekli aylıklarının ve gelirlerinin asgari ücretin yarısına ve hatta daha altına düşmesidir.

Yeri gelmişken söyleyelim. Zaman zaman ileri sürülen “2008 öncesi dönemde ‘en düşük emekli aylığı asgari ücretim 110’undan az olamaz’ şeklinde bir yasal düzenleme vardı ve AKP bunu 2008’de kaldırıldı” iddiası gerçek dışıdır. Böyle bir yasal düzenleme hiç olmadı. Emekli aylıklarının düşüş sebebi yukarıda anlattığım değişikliklerdir. AKP bunları anlattığım şekilde yaptı. Yanlış bilgiyle doğru eleştiri olmaz.

4- Büyümeden Emekliye Sıfır Pay

Emekli aylıklarının bir kez saptandıktan sonra nasıl artırılacağı da son derece önemlidir. Enflasyon ve büyüme oranları emekli aylıkları açısından yaşamsal öneme sahiptir. Emekli aylıkları enflasyondan korunmalı ve ülkedeki refah artışından pay almalıdır. 5510 sayılı Yasa’nın 55. maddesi emekli aylıklarının her yıl ocak ve temmuz aylarında TÜİK tarafından açıklanacak Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) yıllık değişim oranında artırılmasını öngörüyor. Emekliler ekonomik büyümen zırnık pay alamıyor!

Emekli aylıklarının artışının sadece resmi enflasyona hapsedilmesi emekli aylıklarının düşmesine ve emeklilerin yoksullaşmasına yol açtı. Emeklilerin milli gelir içindeki payı düştü ve refahları azaldı.

Bu nedenledir ki bağlandığında ortalama düzeyde olan bir emekli aylığı zamanla en düşük aylık seviyesine doğru gerilemektedir. Emekli aylıklarının gerçek değerini koruyabilmesi için, ilk hesaplanışında da daha sonra artırılmasında da büyüme oranının tümünün dikkate alınması gerekir.

Bu dört önemli değişiklik emekli aylıklarının bugünkü sefalet düzeyine gerilemesinin temel sebepleridir. İşte bu nedenlerle emekli aylıkları bir yandan asgari ücrete diğer yandan kişi başına milli gelire göre önemli ölçüde geriledi ve dibe vurdu.

AKP hükümeti şimdi, 31 Mart 2024 seçimleri öncesi bu tablonun yarattığı yoksulluk ve öfkeye karşı yamalar yapmaya “müjde” balonlar uçurmaya çalışıyor. Ne seçim öncesi ne de seçim sonrası hükümetin benimsediği neoliberal zihniyetle emeklilerin ferahlaması mümkün değil. Mızrak çuvala sığmaz. Emeklilik sistemindeki sorunlar geçici değil yapısal, konjonktürel değil sistemiktir. Emeklilik sisteminde kapsamlı kamucu bir dönüşüme ihtiyaç var.  

                                                              /././

Serbay Mansuroğlu: Defne yeni bir hikâye arıyor (Berkant Gültekin)

Güzel başlangıçlar bazen büyük zaferler kadar değerlidir. Defne şimdilerde tam da böyle bir başlangıca ev sahipliği yapıyor. İlçeyi hak etmediği yalnızlığından kurtarmak için yola çıkan SOL Parti adayı Serbay Mansuroğlu, “Defne yeni bir hikâye arıyor” diyor.

Hatay Defne’de SOL Parti Belediye Başkan Adayı Serbay Mansuroğlu, seçime sayılı günler kala çalışmalarını yoğun bir tempoda sürdürüyor.

Defne, depremin büyük yıkım yarattığı Hatay’da, binlerce canın kaybedildiği felaketten en ciddi şekilde etkilenen merkezlerden biri. 150 bin nüfuslu ilçede, depremin üstünden 14 aya yakın bir süre geçmesine rağmen bilinen hayata dönüş belirtisi oldukça az.

İnsanların bir kısmı başka yerlere göç etmek zorunda kalmış. On binlerce depremzede, 22 konteyner kentte ve daha ne kadar kalacaklarını bilmedikleri 21 metrekarelik geçici evlerinin içinde yeni bir başlangıç yapmaya dair umutlarını diri tutmaya çalışıyor. Barınma gereksiniminin insana yarışır standartlara ne zaman ulaşacağı onlar için büyük bir soru işareti.

İlçe tam anlamıyla kaderine terk edilmiş halde. Halk ne merkezi ne de yerel yöneticilerden memnun. Zaten bunun tersi nasıl mümkün olabilir ki… İnsanlar yağmuru, onu pencereden izlemek için değil, soludukları havaya toz bulutu karışmasın diye bekliyor. Esnaf ekmek savaşını güçlükle ayakta duran hasarlı binaların altında veriyor. Eğitim konteyner sınıfların içinde türlü imkansızlıklar altında sürdürülmeye çalışılıyor. İlçede bir yerden bir yere ulaşmak dev bir sorun. Yollar çukurdan, engebeden geçilmiyor; toplu taşıma ise yok. Okul çıkışlarında pek çok öğrencinin evine gitmek için otostop yaptığını görüyorsunuz. Öğretmenler, çocukların birçoğunun eğitim üzerinden bir gelecek hayali kuramadığını belirtiyor.

Tüm bu kaosun ortasında kapitalizmin adaletsiz çarkları AKP Türkiye’sine özgü karakteriyle dönmeye devam ediyor. Hatay’da inşaat, lojistik ve bunlarla bağlantılı sektörlerde iş yapan sermaye grupları, felaketin ardından her türlü denetimden uzak şekilde başlatılan ama bir o kadar da “organize” yürütülen yıkım-yapım sürecinde kârlarını katlıyor. Yaşama emeğiyle tutunmaya çalışan Hataylılar işsizlik cenderesinde günden güne yoksullaşırken, bölgenin ve ülkenin zenginleri süreci büyüyerek geçiriyor.

“İŞ BAŞA DÜŞTÜ”

İşte SOL Parti’nin ve Serbay Mansuroğlu’nun “İş başa düştü” diyerek yola çıkmasının altında, Defne’nin ve Defnelilerin uğradığı bu haksızlıklar yatıyor. Serbay Mansuroğlu doğup büyüdüğü, okuduktan ve BirGün’ün sayfalarında ödüllü haberlere imza attıktan sonra döndüğü memleketini ayağa kaldırmak için arkadaşlarıyla saygıyı hak eden bir irade ortaya koyuyor.

Birçok Defneli gibi yol arkadaşlarıyla birlikte yaşamını konteynerde sürdüren Mansuroğlu, öncelikli meselenin barınma sorununu çözmek olduğunu vurguluyor. Bunun için belediyenin kaynaklarının seferber edilmesi gerektiğini düşünüyor. Belediyenin borçlarının bekleyebileceğini ama barınma hakkının ertelenemeyeceğini dile getiriyor. Yaptığı ziyaretlerde her Defnelinin bir an önce hak ettiği evlere yerleşmesinin birinci görevleri olduğunu söylüyor. Yanı sıra, yetkiyi almaları durumunda ilçenin bozuk ve çamurlu yollarını düzeltmek için de hızlı hareket edeceklerini söylüyor.

“Neden birleşmediniz?”

Hatay’da sol seçmen, gerek büyükşehirde gerekse de Defne’de sol parti ve yapıların birleşmemesini büyük bir kayıp olarak görüyor. Halk bu nedenle sosyalistlere kırgın. Yerel seçimle ilgili sohbetlerde ilk dile getirilen mesele solun kuramadığı ittifak. Böylesi bir güç birliği oluşturulamadığı için “değişim” talebi bir türlü tek seçenek etrafında somutlanamıyor. Bu durum da Hataylı sol seçmeni, AKP karşısında kazanması en muhtemel seçeneğe oy vermeye mahkûm ediyor. Çünkü solun dağınık haliyle içinden bir seçim galibi çıkarabileceğine ihtimal verilmiyor. Hatay halkını haksız bulmak zor. Tabii sağlıklı bir ittifak için, tüm sosyalist yapıların dar grupsal çıkarları bir kenara bırakarak halkın acil talepleri etrafında yan yana gelmeyi kabul etmesi gerekiyor.

SOSYALİST KADROLAR

Mansuroğlu’na göre kendini diğer sol adaylardan ayıran en temel fark, sosyalist kadrolarla yola koyulması. Bunu, “Halk CHP’yi eleştiriyor ama Defne’deki sol adaylar eski CHP’lilerle yönetime talip oldu” sözleriyle izah ediyor. SOL Parti’nin belediye meclis adaylarının sosyalist fikirleri içselleştirmiş kadrolar olduğuna dikkat çeken Mansuroğlu, değişim iddialarının sadece kağıt üstünde kalmadığını, pratikte de bunu temsil ettiklerini kaydediyor.

Hatay’da yerel seçim öncesi halktaki en belirgin duygu, siyasilere dönük öfke. Oyunu CHP’ye vermeye devam edeceğini söyleyen yurttaşların büyük kısmı, sözünün bir yerine mutlaka eleştirel bir ifade sıkıştırmayı ihmal etmiyor. Birçoğu “AKP’ye karşı mecburen” CHP’den vazgeçemediğini söylüyor.

Mansuroğlu’nun deyimiyle “Defne’de yeni bir hikâye” isteyenlerin sayısı hiç de az sayılmaz. Bunu sokaklarda, mekanlarda gözlemlemek mümkün. “Değişim” Hatay’da ve Defne’de ortak beklenti. Değişim diyen herkes aklından birebir aynı şeyi geçirmiyor olabilir ama kadim kentin sakinlerinin bir arayışın içinde olduğu her hallerinden belli. Halk kendine başkandan çok, yoldaş arıyor. Burası açık.

Boğma rakı etkisi

Serbay Mansuroğlu’nun en dikkat çeken vaatlerinden biri boğma rakı tesisi. Yöre kültüründe boğma rakının özel bir yeri olduğunun altını çiziyor Serbay; Tekirdağ rakısı gibi Defne’nin de bu alanda bir marka olabileceğini söylüyor. Boğma rakı tesisi hem laikliğe dair yaşamsal değerleri savunmak hem de ilçenin kalkınma yolculuğunun bir parçası olabileceği düşünülerek hedeflerin ön sırasına koyulmuş. Seçim gezilerinde boğma rakı vadinin ne kadar etkili olduğu ve karşılık bulduğu anlaşılıyor. Neredeyse her iki kişiden biri rakı vaadinin Defne için çok doğru bir proje olduğunu belirtiyor.

ONU GÖRENİN YÜZÜ GÜLÜYOR

Diğer adaylara nazaran seçim çalışmalarına geç başlayan Serbay Mansuroğlu ve arkadaşları, bu dezavantaja rağmen kısa sürede önemli mesafe kat ettikleri görüşünde. Sahada da bunu kanıtlayacak emareler göze çarpıyor. Defne’nin sokakları SOL Partililer yürüdüğünde başka bir havaya bürünüyor. Güzel başlangıçlar bazen büyük zaferler kadar değerlidir. Defne şimdilerde tam da böyle bir başlangıca ev sahipliği yapıyor.

Belki de elini sıkan herkesin Serbay Mansuroğlu’na gülümsemesi bundandır. Çaldığı her konteyner kapısı, girdiği her ekmek teknesi, çamurlu kaldırımda karşılaştığı her yüz, eski bir dostu görmüşçesine Mansuroğlu’nun elini içten bir tebessümle sıkıyor. Tokalaşmaları kimi zaman bir kahkaha, kimi zaman sıcak bir kucaklaşma takip ediyor.

İnsanlar bir adaya değil de Defne’ye sarılıyor sanki. Defneli bir kadın, Mansuroğlu’nun iki elini avuçlarının içine alıp “Biz sola gideceğiz” deyiveriyor. Oy tercihinden bağımsız, ahali onun ve arkadaşlarının inadında Defne’nin yarınını görüyor. Nasıl ki o inat felaketten hemen sonra dayanışmaya hayat verdiyse şimdi de kenti yoktan var edecek siyasi faaliyeti örgütlüyor.

Defne’yi anlatan duvar yazısı

Defne, öteden beri muhalif karakterli bir ilçe. 2017’deki başkanlık referandumunda yüzde 93,5’lik oranla “Hayır” rekoru kıran bir “kale”den söz ediyoruz. Son cumhurbaşkanlığı seçiminde de aynı duruşu sergilediler. 31 Mart'ta da burada muhalefet içi bir yarış olacak. SOL Parti'nin yanı sıra CHP, TKP ve TİP de kendi adaylarıyla seçime giriyor. Ne var ki Defneliler, iktidar karşısındaki baş eğmez tutumlarına cevabı yıllardır ayrımcılıkla, yok sayılmayla aldılar. Depremden sonra yaşananlar da bunun devamı aslında. Gördükleri muamele Defneliler için şaşırtıcı değil. Ama Defneliler birbirlerini ve kentlerini çok seviyor. Bir duvar yazısı, onların yurtlarına olan bağlılığını başka hiçbir söze gerek duymadan anlatmaya yetiyor: “Gitmedik ki geri dönelim”.

                                                              /././

IŞİD, Moskova saldırısı, Hibrit Savaş (İbrahim Varlı)

Temmuz ayında Hindistan’da düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi’nde konuşan Rus lider Putin, dış güçlerce Rusya’ya karşı hibrit savaş yürütüldüğünü söyleyecekti.

Saptama yeni değildi. Putin ve diğer Rus yetkililer "hibrit savaş" vurgusunu öncesinde sıklıkla dile getiriyorlardı.

Moskova’da Crocus Konser Salonu’na yönelik IŞİD’in gerçekleştirdiği ve en az 133 sivilin katledildiği saldırı Rusların “hibrit savaş” vurgusunu akıllara getirdi.

Hibrit (melez) savaş tanımlaması görece yeni olsa da farklı araç ve yöntemlerin bir arada kullanıldığı, geleneksel savaşlardan farklı bir savaş dinamiğini tanımlıyor. Her türlü taktik, yöntem ve silah birbirine bağlı olarak kullanılabiliyor.

Ve bu “melezleşen” savaşların en çarpıcı uygulama sahası da Ukrayna. Köktendinciler, paramiliter milisler, paravan örgütler, özel askeri şirketler, faşist yapılar, ayrılıkçı gruplar hepsi birden devrede.

MELEZLEŞEN SAVAŞLAR

ABD/NATO’nun yayılma hamlesine karşı 24 Şubat 2022’de Rus ordusunun saldırısı ile başlayan Ukrayna Savaşı, 21. yüzyıla özgü yeni nesil savaş türünün en kanlı örneklerinden.

Tam da bu nedenle Ukrayna’da savaş içinde savaş yaşanıyor.

Hibrit savaşı ilk kavramlaştıran isimlerden birisi ABD Ordusundan emekli Frank G. Hoffman.

NATO’nun dergisi NATO Review’de “Hibrit Savaş – Yeni Tehditler, Karmaşıklık" başlıklı makalede hibrit savaşın giderek daha da önem kazanmakta olduğu şu sözlerle vurgulanıyor: "Hibrit savaş, geleneksel ve geleneksel olmayan güç araçları ve bir devleti veya kurumu çökertecek yöntemlerin bir füzyonudur. Bu araç veya yöntemler bir düşmanın zayıf noktalarından faydalanmayı ve sinerjik etkiler yaratmayı mümkün kılmak amacıyla senkronize şekilde harmanlanmıştır. Kinetik araçlar ve kinetik olmayan taktikleri bir araya getirmenin amacı düşman bir devlete mümkün olan en büyük hasarı vermektir.”

Aynı makalede hibrit savaşın belirgin özellikleri şöyle tanımlanıyor: “Birincisi, savaş ve barış zamanı arasındaki çizgi belirsizleşir. Bu da savaş eşiğini tanımlamayı veya kestirebilmeyi güçleştirir. Dolayısıyla savaş olgusu da belirsizleşir. Hibrit savaşın ikinci belirgin özelliği ise belirsizlik ve dayandırma ile ilişkilidir. Hibrit saldırılar genellikle çeşitli belirsizliklerle doludur. Bu belirsizlikler hibrit aktörler tarafından suçun ve mukabelenin bir yere veya kişiye dayandırılmasını güçleştirmek için gayet bilinçli bir şekilde yaratılır ve geliştirilir. Diğer bir deyişle, hibrit saldırıya hedef olan bir ülke ya hibrit saldırıyı tespit edemiyor ya da bu saldırıyı yapan devlet veya sponsoruyla ilişkilendiremiyordur.”

GERASİMOV DOKTRİNİ

Jeopolitik mücadelenin, güç-nüfuz kapışmasının şiddetlendiği küresel düzende, güç merkezleri her türlü yol ve yöntemi, taktik ve teknikleri bir arada kullanıyor. Dünya değişiyor, haliyle savaşların biçimleri de.

Hibrit savaş üzerinde çalışmalar yapan Rus General Valery Gerasimov’a göre 21. yüzyılda artık savaş alanları ve savaş dışı bölgeler arasındaki çizgiler bulanıklaşmaya başladı. Klasik savaşın kuralları temelinden değişti. “Gerasimov Doktrini” olarak bilinen yaklaşıma göre saldırıların herhangi bir yerde ya da her yerde olabileceği anlamına gelen bu “hibrit savaş” gelecekteki savaşların temel karakteristiği olacak.

UKRAYNA’DAKİ SAVAŞIN TÜRLERİ

Geleneksel (konvonsiyonel) yöntemler ile geleneksel olmayan (hibrit) yöntemlerin aynı anda kullanıldığı Ukrayna’da üç farklı savaş türü ile karşı karşıyayız.

Konvansiyonel Savaş: İki ülke ordusunun karşı karşıya geldiği Ukrayna savaşı geleneksel yani konvansiyonel yönü olan bir savaş. Klasik savaş tanımlamasının tüm veçhelerini burada görmek mümkün. Cephe çatışmalarının, bilinen taktiklerinin, stratejisinin yaşandığı bu savaş bununla sınırlı değil.

Hibrit Savaş: Paramiliter güçlerin, örgütlerin, devlet dışı aktörlerin, özel askeri şirketlerin, ayrılıkçı yapıların birden kullanıldığı hibrit savaşın en çarpıcı örneği Ukrayna. Konvansiyonel yani geleneksel savaşın yanında ikinci bir savaş stratejisi olarak devrede. Büyük bir dezenformasyon ve siber saldırılarla da beslenen bu savaş türünün örneklerine saha çokça rastlayacağız.

Vekâlet Savaşı: Görünürde savaşanlar Ukrayna ve Rusya. Ancak Ukrayna, Rusya ile Batı emperyalizmi arasındaki hegemonya/güç mücadelesinin kanlı sahnesi. Bu nedenle “vekâlet savaşının” da en bariz örneklerinden. ABD’nin, NATO’nun, Batılı ülkelerin Ukrayna’ya silah, para, istihbarat ve lojistik desteği vekâlet savaşının özelikleri. Suriye, Libya, Yemen vekâlet savaşının sürdüğü diğer ülkelerden.

IŞİD NEDEN SALDIRDI?

Moskova’daki saldırı tam da “hibrit” türden. Saldırıyı IŞİD-Horasan üstlendi, Rusya Ukrayna’yı ve Kiev’e destek veren Batı’yı suçladı. Ukrayna ve ABD saldırıyla bağlantıları olmadığını açıklarken yaşanan belirsizlik tam da “hibrit savaş” türünün göstergesi.

Tacik kökenli radikal İslamcıların taşeron olarak kullanıldığı IŞİD-H’nin üstlendiği katliam belirsizlikler silsilesi içerisinde, belki de hiçbir zaman tam olarak açığa çıkarılamayacak.

KAYBEDEN KALKAR

Kullanışlı bir savaş aparatı olduğu tescillenen IŞİD-H, ABD’nin hedefindeki Rusya, İran gibi ülkeleri vurmayı sürdürüyor. Moskova’daki katliam son olmayacak. Türkiye de tehlike altında. Yaşanan bu katliam bir kez daha gösterdi ki emperyalist devletler, güç merkezleri ve işbirlikçileri arasındaki çatışmaların bedelini halklar ödüyor. Moskova “Crocus City Hall” konser salonundaki kanlı saldırı pek çok şey anlatıyor.

                                                            /././

1 Nisan 2024 için bir öngörü (Selçuk Candansayar)

Yerel seçime bir hafta kaldı. 1 Nisan pazartesi günü nasıl bir Türkiye’ye uyanacağımızı seçmenlerden çok adaylar merak ediyor olabilir mi? Ne muhalif seçmenin henüz Mayıs 2023 hayal kırıklığından sıyrıldığını gösteren herhangi bir coşku ne de iktidara oy veren seçmen de umduğunu bulamadığını düşündüren herhangi bir tepki var mı? Türkiye, Mayıs 2023 tarihinden daha iyi durumda değil, o yüzden iktidara oy verenlerde ‘Çok doğru bir karar vermişiz, hadi yerel yönetimleri de kazanalım’ havası da yok. Muhalefet de ise ‘Cumhurbaşkanlığını kaybettik ama AKP oyları düşüşte, yerel yönetimlerde başarılıyız, üstelik yeni bir yönetim oluştu, artık ittifak da yok, bu yeni bir durum, şimdi daha fazla yerde seçimi kazanalım’ heyecanı da yok…

Gündelik hayatın siyasallaşması, örgütlenme, bilinçlenme, parti çalışmaları gibi bireylerin siyasetin öznesi olabildiklerini hissettikleri dönem 2015 yılında bitti. Olağan, ortalama bir demokraside 2013 yılında hükümet istifa eder ve erken seçime gidilirdi. Muhalefet bu siyasal eylemi demokratik yolla gerçekleştiremedi. O dönem Kürt siyasetinin çekinceleri de eklenince iktidar ömrünü genel seçime kadar uzatabildi. 2015 yılında seçmen, iktidarı sandıkta değiştirmeye çalıştı. Bu değişimin keskin bir geçiştense yumuşak kavga etmeden bir uzlaşı olmasını diledi. RTE-AKP bu çekingen değişim talebine öylesine şiddet dolu bir karşılık verdi ki, o günden bu yana çok küçük bir azınlık dışında hemen herkesin hayatı öylesine kötüleşti ki, benzer bir değiştirme çabasının çok daha büyük bir yıkıma neden olabileceği kaygısı yerleşti. 2015 yılında muhalefet yine iktidarın stratejisine boyun eğdi ve Kasım seçimlerindeki yenilgiyi kabullendi. 2015 yılından bu yana katliamlar, darbe girişimleri, işten çıkarılmalar, yaygın gözaltı ve tutuklamalar, pandemi, ardından hayat koşullarının çok ama çok ağırlaşması, deprem ve doludizgin hayat pahalılığı ile neredeyse 10 yıldır bir kargaşa içinde sürükleniyor ülke…

∗∗∗

Türkiye toplumunu bir kişi olarak düşünelim ve o ortalama kişinin kendi hayat koşullarının yönetimini vereceği yine bir kişiyi seçtiğini varsayalım. O kişinin kendisine ve siyasal alana bakışını anlamaya çalışalım. O bir kişi sanki siyasetten yılmış durumda, ama siyaset yapmaktan yorulmak gibi değil, sandık siyasetinden bıkmış ve umutlarını tüketmişe benziyor. Öncesi de var ama AKP döneminin en önemli özelliklerinden biri siyasetin her geçen yıl seçim-sandık-oy kullanmakla sınırlanması galiba. Çeşitli aralıklarla sandığa gidiyor, oy veriyor ve hayat “aynı şekilde” akıp gidiyor. O kişi oy verme davranışı ile gündelik hayattan eğitime, sağlıktan iş ve barınma gibi kendi hayatını seçtiğinin farkında. Kendi hayatını bir kişinin yönetimine teslim ediyor. Böylece sorumluluktan da kurtuluyor ve sadece bekliyor. Her seçim döneminde sandığa giderken göz ucuyla muhalefette hazır bekleyene bakıyor, ondan bırakın daha iyi hayat koşulları vaadini, kendisini iktidarın olası hışmından koruyabileceği güvencesi bile hissedemiyor.

AKP, başından bu yana yürüttüğü toplumu düşmanlaştırma, bölme stratejisinde beklemediği bir başka bölünmeye neden olmuş olabilir. Bu bölünmede muhalefetin de rolü var. Muhalefetin bir türlü umut aşılayamaması, iktidarın ise beni seçmezsen daha beter ederim tehdidi arasında sıkışıp kalmış durumda. 2019 yılında madem sandıktan başka bir siyaset imkânı kalmadı ben de başka türden bir bölünmeyi sağlayayım diyerek iktidarı paylaştırdı. Böylece değiştiremediği iktidarın gücünü, yerel yönetimleri muhalefete vererek sınırladı.

2019- 2023 döneminde bu ikili yönetimin özel bir zararını gördüğünü söyleyemeyiz, yararını da görmedi. Ama RTE’yi sınırlayabildi. HDP’li belediye başkanları dışında kayyum ataması olmadı. Kayyumla yönetilen belediyeler de ise öyle kör gözün parmağına bir zarar ortaya çıkmadı. Dahası bölgedeki orta sınıfın görece rahat ettiği bile söylenebilir. İnsanlar işine gücüne gidebiliyor ve hayat sürüyor, politik eylemin risklerinden korunmuş bir kitle var bölgede.

∗∗∗

2023 Mayıs seçimine giderken muhalefet yine iktidarı değiştirebileceği ve bunu sorunsuz, sıkıntısız yapabileceği izlenimi veremedi. Cumhur ittifakı sürecinde olup bitenler, Hatay’da şimdiki yerel seçimde görülen “şahane yüzüne gözüne bulaştırma” beceriksizliğinin aynısıydı. Siz bakmayın muhalif orta sınıfın hayal kırıklığı dolu öfkesine, Türkiye toplumunu onlar değil, o bir kişi temsil ediyor ve o bir kişi 2023 Mayıs seçiminin sonucunu hiç şaşırtıcı bulmamış olabilir.

Seçime bir hafta kala öngörüm seçmenin merkezi ve yerel iktidarı paylaştırarak, merkezdeki iktidarın gücünü sınırlamaya devam edeceği, yerel yönetimleri de çok çarpıcı bir değişime izin vermeden muhalefette bırakacağı yönünde.

∗∗∗

1 Nisan’da yeni ve şaşırtıcı bir sabaha uyanmayacağız. Toplum hâlâ gerçeğe toslamış durumda değil. Toslayacağı gerçek ise meselenin iktidarı değiştirip değiştirmemekten çok başka bir yere evrildiği olacak.

Çok söylenen derinlerde biriken fırtına, dip dalga vesairenin bu iktidar muhalefet yapılarından birini seçmek üzere biriktiğini sanmak yanıltıcı olabilir. Toplumun dibinde ve ruhların derinliklerinde açlık, işsizlik, geleceksizlik ve umutsuzlukla biriken karanlık bir şey birikiyor, hayra alamet olmayan bir şey. İktidarı da muhalefeti de tasfiye edecek ama kimsenin de yararına olmayacak daha karanlık bir dönem.

                                                              /././

Kazanınca nehrin yatağı değişecek (Yaşar Aydın)
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Cumhuriyet’in 100’üncü yılında seçimin kaybedilmesinin hayal kırıklığı yarattığına dikkat çekerek, "Şimdi ikinci yüzyılının ilk seçimini kazanmak 2028’e giderken siyaseti dengeleyecek" dedi.

Gözlerin çevrildiği 31 Mart yerel seçimlerine 1 haftadan az bir süre kalırken Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel son süreci BirGün’e değerlendirdi.

Özel, "Önceki ittifak ortaklarımızın seçmenleri başka bir partiye oy verirlerse seçimleri AK Parti kazanıyor. CHP’ye oy verirlerse seçimleri Türkiye ittifakı kazanıyor ve kaybetmemiş oluyorlar. Saraya itiraz eden, MHP’nin tutumuna itiraz eden, Cumhur İttifakı’nın yaklaşımına itiraz edenler seçim kaybetmemiş olacak" ifadelerini kullandı.

Kampanya boyunca Türkiye ittifakından söz ettiniz. Seçime bir hafta kala başarılı oldu mu?

Bu sözü sadece bir kampanya olarak düşünmek yanlış olur. Teorik bir arka planı var. İktidar eliyle Türkiye o kadar kutuplaştırıldı ve kimlikleri üzerinden ayrıştırıldı ki ülkeyi yaşanmaz hale getirdiler.

Cumhur İttifakı bileşenlerinde kendilerini milli, geri kalan herkesi hain gören bir anlayış var. Bu zaman zaman solcuların, kimlik üzerinden Kürtlerin geçmiş zamanlarda Tayyip Erdoğan’ın ağzından mezhep üzerinden Alevilerin başına geldi, geliyor. Onlardan olmayan herkesin hain olduğu bir dönem yaşıyoruz. Kendilerine oy veren Kürt, makbul Kürt, vermeyen terörist. Kendilerini Mayıs ayında destekleyen Yeniden Refah baş tacı, ama şimdi ip cambazı, zübük, şantajcı. Herkes Erdoğan’ın varlığında hainliği tadıyor. Erbakan Hoca’nın gerçek oğlu da olsanız fark etmiyor.

MHP’nin kurduğu milliyetçi söylem dışlayıcılık konusunda iktidardan farklı değil. Buna yeni kurulan milliyetçi partiler de eşlik etti. Hepsi birden dışlayıcı bir milliyetçi dil kullanıyorlar.

Biz kapsayıcı, bu ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi eşit gören bir anlayışı egemen kılmaya çalışıyoruz. O yüzden sadece bir kampanya sloganı değil.

Sahada karşılığı oldu mu?

Seçim kampanyası boyunca inanılmaz bir karşılık gördük. Türkiye ittifakının kimseyi dışlamadığını, CHP’ye kaybettirme refleksiyle yola çıkmış, ittifaktan ayrılmış partilerin seçmenleriyle sandıkta ve sahada bir araya geldiğimizi görüyoruz.

Bu tabloyu yaratan etkenlerden birinin de bizim tarzımız olduğunu düşünüyorum. Erdoğan kendisinden ayrılan Hocanın oğlu da olsa çok ağır sözler söylerken biz “canları sağ olsun” diyoruz. Kavga etmiyoruz. Çünkü eski dosttan düşman olmayacağını biliyoruz. 2019’u birlikte kazananlar belediye başkanlarından da memnun olduğuna göre neden iktidara kazandıracak oy kullansınlar ki?

Şunu ifade etmem lazım. Önceki ittifak ortaklarımızın seçmenleri başka bir partiye oy verirlerse seçimleri AK Parti kazanıyor. CHP’ye oy verirlerse seçimleri Türkiye ittifakı kazanıyor ve kaybetmemiş oluyorlar. Bu durum değişmedi. Saraya itiraz eden, MHP’nin tutumuna itiraz eden, Cumhur İttifakı’nın yaklaşımına itiraz edenler seçim kaybetmemiş olacak. Kendi verdiği oyla, kendine niye seçim kaybettirsin?

Erdoğan ve partisi 10 ay önce seçim kazanmış görüntüsünde değil. Bu manzaraya baktığınızda “CHP Kurultay’dan daha az hasarlı çıksa durum farklı olurdu” diyor musunuz?

Adaylıkların belirlenmesi sürecinde çok objektif kriterler uygulamak istedik. Ama zaman çok dar olduğu için ve bir an önce adaylaşma sürecinin başlaması gerektiğinden bunu bütün topluma anlatıp tam bir mutabakat sağlayamadık. Partide aday yapamadığımız bazı arkadaşlar bunu başka şeylere bağladılar. Oysaki bizim birinci kriterimiz memnuniyet anketleriydi. Ve memnuniyet anketlerinden çıkan örneğin Mersin, Adana, Aydın gibi genel Kurultay’da tam karşımızda en sert şekilde yer almış belediye başkanları aday oldu. Çünkü memnuniyet anketleri çok iyiydi. Birçok yerde de Kurultay’da bizle birlikte olmalarına rağmen aday olamayanlar oldu. Zamanımız yeterli olsaydı ve bu objektif kriterleri herkese tam benimsetmiş, hatta belki bir bütün olarak imza altına alabilmiş olsaydık hepimiz çok daha iyi olurduk. Sizin de mitingimizi takip ettiğiniz Manisa’da merkez ilçenin birinde sekiz diğerinde yedi adayı ankete soktuk. Birinde iki aday sivrildi ve biz de ikisi arasında ön seçim yaptık. Diğer ilçede dört aday öne çıktı. Ama aralarında bir kadın olduğu için pozitif ayrımcılık yaptık ve adayımız oldu. Biraz zamanımız olsa zamana yayılmış, objektif ve herkes tarafından kabul edilmiş kriterlerle ilerlerdik ve çok daha iyi olurdu.

Bu kısım parti ile ilgili olan kısmı. Kampanya için geç kalındığını düşünüyor musunuz?

Kampanya süresinde gördüm ki dokunduğunuz her yerde bir sonraki ölçüm hem parti hem aday olarak çok daha iyi bir yere geliyor. Bu ölçüme dayanarak son hafta farkı kapattığımız yerlere ya da risk gördüğümüz yerlere giderek destek vereceğiz. Biz 35 gündür aktif kampanya yürütüyoruz. Nefes almadan günde üç dört mitingle kırk gündür bir kampanya yapıyoruz. Bunu 100 güne yaymayı çok isterdim. Öyle bir zamanım olsaydı elini kaldırmadığım aday bırakmazdım. Yürüttüğümüz kampanya bizim güçlü yanımız oldu. Müziğiyle, sloganıyla, o bizim oynadığımız filmleriyle bütün halinde kazanan bir kampanyaydı. Ama görüyoruz ki “işimiz gücümüz Türkiye” kampanyası tuttu.

Anlattığımız belediyecilik anlayışı, öğrenciye, gence, kadına dokunan çözümlerimiz her yerde inanılmaz işlediğini görüyoruz. Bu kampanyayı daha uzun süre yapabilseydik çok daha iyi sonuçlar alacaktık. Böyle bir dezavantajı oldu o işin. Yani yüz gün kampanya zamanımız yetseydi alacağımız oyu toplamda üç puan daha arttırabilirdik.

Türkiye 10 ay önce çok önemli bir seçimi geride bıraktı. Şimdi de yerel seçimler var. Yerel seçim ülke için ne ifade ediyor, neleri değiştirecek?

Yerel seçimin bence Türkiye’de iki anlamı var. Türkiye’de önemli sayıda belediye muhalefete geçti. Ve bir belediyecilik anlayışı ortaya kondu. Bizim ‘halkçı belediyecilik’ dediğimiz hizmet belediyeciliği, israf yerine hizmeti ön plana çıkaran, belediye başkanlarının ihalelerle yandaşları zengin etmek yerine öz kaynaklarıyla önemli yatırımlara imza atan bir anlayışı ortaya koydu. Kreş yapan, yurt yapan dayanışmayı merkeze olan bir anlayış. Pandemide bu anlayış çok ön plana çıktı. Derinleşen ve süren ekonomik krizde de önemli oldu. CHP’nin seçimi kazandığı yerlerde yarattığı pozitif reaksiyonla belediyecilik anlayışımız çok önemli bir yere geldi. Bu seçim iyi belediyeciliğin ödüllendirileceği, bizde olmayan yerlerde de talep edileceği seçim oldu.

31 Mart seçiminin diğer önemli yanı 2019’da oluşan ittifakın olmadığı, HDP’nin geçen seçimlerde olduğu gibi AKP karşısında konumlanmadığı üstelik kısa süre önce önemli bir seçim kazanmış iktidarın varlığını koruyor olmasıdır.

Cumhuriyetin yüzüncü yılında, cumhuriyeti kuran partinin adayı küçük bir farkla seçimi kaybetti. Bu durum büyük bir hayal kırıklığı, umutsuzluk yarattı. Şimdi cumhuriyetin ikinci yüzyılının ilk seçimine giriyoruz. Bu seçim geneldeki gücün yerelden dengelenmesi için çok kıymetli olacak. 2024’ün ilk seçimini CHP’nin kazanması 2028’e giderken Türkiye siyasetini çok başka yerden ve çok güçlü bir şekilde dengeleyecek. O yüzden bu seçimler sadece bir yerel seçim değil.

Öncelikle emeklinin, işçinin, memurun, çiftçinin, gençlerin memnuniyetsizliklerini, iktidar partisine tepkilerini gösterebilecekleri bir seçim olduğunu da söylemeliyiz. Güçlendirecekleri muhalefet önümüzdeki süreçte iktidar alternatifi olabilmesinin kapısını aralayacaktır.

                 Özgür Özel Manisa-Denizli yolunda Yaşar Aydın’ın sorularını yanıtladı.

Seçimin sonuçları kadar, sonrası önemli. Biz CHP olarak sadece 31 Mart’ta değil, aynı zamanda 1 Nisan’a talibiz. Partideki değişimi ve dönüşümü partinin siyaset yapış biçimine aksettirmeyi özellikle ve özellikle emekten yana, yoksuldan yana, çiftçiden yana örgütlenme hakkından yana ve Türkiye’de gasp edilen anayasa hakları geri almaktan yana siyasetimizin derinleştirilmesi içinde önemli. Düşünün ki bugün Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonları Meclis’in kapısında üç kişi açıklama yapsa yaka paça gözaltına alınıyor. Başbakana yazar kasanın atıldığı dönemden Cumhurbaşkanı’na kağıt mendil gösterilemediği bir ülkeye geldik. Cumhurbaşkanına ayakkabı kutusu gösteren ev hanımlarının tutuklandığı bir yere geldik. Cumhur İttifakı, cumhuriyetin yüzüncü yılında devletin bütün imkanlarını kullanarak ve yasa dışı yöntemler kullanarak iktidarını cumhuriyetin ikinci yüzyılına taşıdı. İkinci yüzyılın ilk seçiminde iktidar yenilgiyi tatmalı..

CHP ve Özgür Özel başarı çıtasını nereye koyuyor?

Üç dört ay önce fotoğrafa baktığında gördüğünüz şey muhalefet blokunun dağılmış olduğu DEM’in kendi adayları ile seçime girdiği ve iktidarın kendini tahkim ettiği olacaktır. Dolayısıyla neredeyse seçim başlamadan bitmiş havası vardı. CHP’nin kendi belediyelerini muhafaza etmesi bile imkansız görünüyordu. Ama şimdi tüm Türkiye olarak başka bir şey konuşuyoruz. Hiçbir başkan tabii ki elde olan hiçbir belediyeyi kaybetmeyi istemez. Ama seçimlerden elimizdeki büyükşehir belediye sayısını koruyan veya en azından onun hemen üstüne çıkan bir sonucu başarı olarak görürüm. CHP’nin tek başına bunu sağlayabilmesi çok kıymetli. Diğer hedefimiz toplam belediye sayısını artırmak. Bunu da başaracağımızı görüyorum.

Son genel seçimlerde ittifak olarak girdiğimiz seçimde oy oranımız yüzde 25 oldu. Bu oy oranını tek başına korumak ve üzerine koymak başarıdır. Yüzde 30’a yaklaşan ve aşan bir oy oranı beni çok mutlu edecektir.

Yapılan her kamuoyu araştırması bir öncekinden daha iyi çıkıyor. Sürekli yukarıya doğru çıkan bir eğri var. Pazar günü durumu göreceğiz. Doğrusal bir çıkışta mıyız yoksa gücümüzü katlayarak mı artıracağız göreceğiz.

                                                          ∗∗∗

MANİSA VE DENİZLİ’DE SEÇİMİ KİM KAZANACAK?

CHP genel başkanı Özgür Özel’in Manisa ve Denizli mitinglerini takip ettik. Bu süre zarfında sadece Genel Başkan Özel’le sohbet etmedik aynı zamanda gidilen şehirde olan biteni anlamaya çalıştık konuşulanlara kulak kabarttık.

Manisa ve Denizli’ye 2 ay öncesine kadar neredeyse Cumhur İttifakı’nın güle oynayacağı kentler olarak bakılıyordu. Manisa’da MHP, Denizli’de AKP’nin iktidarı komşu iki ili aynı zamanda ittifakın sembollerinden yapmıştı. Ama sokağa çıkınca görüldü ki rüzgar tersten esmeye başladı.

Bunun birkaç nedeni var. Birincisi iktidara ve cumhurbaşkanına tepki göstermekte zorlanan Cumhur ittifakı seçmeni yerelde kendini daha özgür hissediyor. Buna bir de adaylara dair itiraz eklenince daha önce oy desteği verdiği partiye karşı kendince çok daha meşru bir noktada duruyor. Buna bir de yerellerde kendiliğinden oluşan ittifaklar eklenince muhalefet lehine rüzgar yön değiştirdi. CHP’nin motivasyonunu artıran diğer bir hamlesi Manisa’da Şehzadeler ve Yunusemre Denizli de ise Merkezefendi ve Pamukkale gibi merkez ilçelerde çıtayı yükseğe koymak oldu. Kent merkezindeki iddialı görüntü büyükşehrin tamamına yansımasına neden oldu. 

Denizli’de AKP adayı bir adım önde olsa bile Manisa’da seçim bıçak sırtı noktaya geldi. Muhalefete bir hata yetecek mi o test edilecek. Manisa’nın kazanılmasısının Özgür Özel’in siyasal serüveni için başka bir anlam taşıyacağı da çok açık.

(Birgün)


Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 25 MART 2024 -

 

Mesele Havala değil karapara (Barış Terkoğlu)

Her sabah uyanıyorsun. Bir başka operasyon. Dünyanın en ünlü baronları, malları, adamları Türkiye’de yakalanıyor. Uyuşturucunun nasıl geldiğini haberlerde okuyorsun. Muzun arasında, peynir kovası ile TIR zulasında... Peki paralar nasıl taşınıyor?

Gazetemizin yazarı Murat Ağırel’in yeni çıkan Havala kitabı bu soruya bir yanıt veriyor. Kitap, Türkiye’ye gelen uyuşturucunun ve karaparanın peşine düşerken eski bir kapının yeniden açılışını da göstermiş. 

NEDİR BU HAVALA 

Hepimiz havaleyle para gönderiyoruz. “Havala”dan geliyor. Hikâyesi çok eski. Bir zamanlar İpekyolu üzerinden yapılan ticarette kullanılıyordu. Esası bir güven ilişkisine dayanıyor. Bir başlangıç noktası ile bir sonuç noktası arasında paranın taşınmasına yarıyor.

Diyelim İstanbul’dan Hindistan’a para ya da altın göndereceksiniz. İstanbul’da alıcı kuyumcuya veriyorsunuz. Size bir kod veriyor. Bu kodu siz ya da alacaklınız Hindistan’daki anlaşmalı vericiye götürüyor. Paranızı ya da altınınızı o veriyor. Elbette bu işlemde aracı da olanlar da banka gibi komisyonunu alıyor. Para taşınırken elinizdeki kod dışında bir iz de kalmıyor. İşte Ağırel’in kitabına adını veren Havala sistemi tarihte böyle kuruldu.

Kolombiya’dan Mersin’e gelen uyuşturucuları hatırladınız mı? Muz konteynerinde yakalandı. Ancak uyuşturucu parasının Bakırköy’deki bir döviz bürosundan ödendiği ortaya çıkınca Havala sisteminin karapara transferinde kullanıldığı da anlaşıldı.

Ağırel sistemin nasıl çalıştığını anlamak için Almanya’ya gitmiş. Almanya’dan Türkiye’ye para transfer eden Havalacıların yargılandığı dosyayı bulmuş. Olan biteni aktarmış. Düsseldorf Savcılığı’nın yürüttüğü soruşturma karapara trafiğini açığa çıkarmış. Sadece tek dosyada 200 milyon Avronun üzerinde karapara hareketi tespit edilmiş. 19 Kasım 2019’da harekete geçen savcılık, aralarında kuyumcuların da olduğu 60’dan fazla adrese baskın yapmış. Kapılar kırılmış, kepenkler kaldırılmış, kasalar açılmış. Duisburg’daki bir kuyumcuda o kadar bu¨yu¨k miktarda nakit ve altın ku¨lçe ele geçirilmiş ki mu¨fettişler bunları taşımakta zorlanmış. İddianamede 6 kişinin ismi var. Sistemin Tu¨rkiye’deki ayağında başlangıçta Yalçın ve Mustafa Karasu’nun kurucusu olduğu Karasu Alyans döviz bürosu bulunuyordu.

Gizliliğe çok önem veriyorlar. Para işlemleri sırasında kodlar kullanıyorlar. Telefonlarda da iletişim bilgileri kodlanarak kaydediliyor. Mücevher dükkânındaki ödeme noktasında, yatırma ve çekme işlemlerini el yazısıyla belgeleyen bir not defteri tutuluyor. Bu arşiv du¨zenli olarak siliniyor. Ayrıca takip edilen Hasan Kaplan, Tu¨rkiye’deki yatırma ve çekme işlemlerini du¨zenli olarak sanık Yalçın Karasu’ya teleks yoluyla bildiriyor.

SORUN HAVALA DEĞİL KARAPARA

Türkiye’deki şirketlerin benzeri Almanya’da da kurulmuş. Dosyaya göre, sistem, sanıkların bir döviz bürosunda işlem yaptırıp hesap açtırmasıyla başlamış. Almanya’dan Türkiye’ye hızlı ve uygun fiyatlı para transferine büyük bir talep olduğunu görmüşler. Kendileri de sisteme dahil olmuşlar. Sistem için gereken nakit para hem Almanya’da hem de Türkiye’de hazırlanmış. 

Şüphelilerin kullandığı mekânlar da başka para işlemleri için kullanılıyormuş. Bu mekânlarda, şüphelilerden biri tarafından iletişim kurulan ve müşterilerin paralarını sistem aracılığıyla transfer eden kişiler para yatırıyormuş. Sonra da örgütün yöneticilerden biri alıyormuş.

Almanya’da bir yatırım yapıldığında, Yalçın Karasu, Mehmet Güzel’e uygun miktardaki parayı ödemesi talimatını veriyor. Sonra müşterilere ödemeler gerçekleştiriliyor. Sistemin büyümesinin ardından yeni mücevher dükkânları da sisteme dahil edilmiş. Sistemin bir de Kıbrıs ayağı kurulmuş. Alman polisinin yaptığı soruşturma sonucunda günde 1 milyon Avroya kadar transfer yapıldığı belirlenmiş. Ancak sistemle Türkiye’ye çok daha fazla ödeme yapıldığı da anlaşılmış. Ağırlıklı olarak Türkiye’ye yapılan transferlerdeki mali dengesizliği telafi etmek amacıyla Almanya’da 6 tonun üzerinde altın alınıp satılarak elde edilen gelir Türkiye’deki nakit toplama noktalarına ödeniyormuş.

Almanya’da karapara sahibi kişiler Türkiye’ye paraları aktarabilmek için bu sistemi kullandılar. 200 milyon Avro’nun çok üzerinde bir rakamdan bahsediliyor.

Soruşturma Türkiye’ye de uzandı. Almanya’dan buraya Havala ile PKK, IŞİD ve FETÖ gibi örgütlerin para transferleri tespit edilmiş.

Kuşkusuz karaparanın bir kısmı mafyanın ya da örgütlerin faaliyetlerinde kullanıldı. Esas olarak ise Varlık Barışı gibi yasalar sayesinde sisteme sokuldu. Belki de ev alınıp vatandaşlık da elde edildi. Haliyle Ağırel’in kitabı bize gösteriyor ki sorun Havala’da değil karaparada. Onu ülkeye çağıranda. Parayı temizlediğimiz gün ülke de temiz olacak.

                                                       /././

Neoliberal ayetullahların kafası karıştı...(Ergin Yıldızoğlu)

Bu ayetullahların itikadının temelinde “rasyonel beklentiler” dogması yatar. Bu dogmaya göre insan ekonomik çıkarlarını bilir, onlarla uyumlu rasyonel tercihler yapar.

Bill Clinton başkanlık seçimlerine giderken ünlü olmuş bir söz vardı “It’s economy stupid” (“ekonomidir, ekonomi aptal”... dış politika ya da başka bir şey değil gibi... ). O dogmaya göre seçimleri, ekonomi iyiyse iktidardaki kazanır, kötüyse muhalefetteki... Seçim kampanyasında olumlu ekonomik beklentiler yaratmak çok önemlidir.

Bu ayetullahlar, 2008 finansal krizinin ertesinde “gerçek hayatın”, o zaman FED başkanı Greenspan’ın değimiyle “kafalarındaki ideolojiye (dogmalaraEY) uymadığını fark ettiler.” Bu “uyanış” kısa sürdü, dogma yeniden egemen oldu.

‘Ekonomi değil, aptal!’

Şimdi ABD’de yaşanmakta olanlar karşısında ayetullahların kafası yine karışmış: “Seçmen neden ekonomideki iyileşmeyi görmüyor, rasyonel davranmıyor?” tartışması, New York Times, Financial Times, CNN gibi yayınlarda canlandı.

Gerçekten de ABD’de ekonomik göstergeler iyiye doğru işaret ediyor ama seçmenin gözünde Başkan Biden’ın konumu iyileşmiyor. Bu sırada, Türkiye’de çok derin bir ekonomik kriz var, yoksulluk hızla arıyor, orta sınıf hızla “aşağı düşüyor”, neoliberal Ayetullahların çözüm önerilerinin kötüyü daha kötü yapacağını halk görüyor ama 20 yıldır ülkeyi yöneten AKP’nin seçmenden aldığı destek yüzde 30+’larda oturmuş, yerinden kıpırdamıyor.

Bir Financial Times yorumuna göre ABD’de “yeni kural” artık, “Ekonomi değil, aptal!” (John Burn-Murdoch, 22/03). ABD’de ve Türkiye’de ekonomik toparlanma veya açlık, yoksulluk seçmenin belli bir kesiminin düşüncesini etkilemiyor. O zaman soralım: “Ekonomi değilse ne?”

‘Ekonomi değilse ne?’

Olgular anlamlarını ancak bir “anlamlar sistemi” (daha teorik bir ifadeyle bir “hakikat rejimi”) içinde kazanırlar. Amerika’da, Türkiye’de, belli bir ekonomik olgu, toplumun farklı kesimlerince farklı anlamlandırılıyorsa bu kesimlerin farklı “anlam sistemleri” (hakikat rejimleri) içinde düşündükleri sonucunu çıkarmak gerekir: Birbiriyle uyuşmayan iki “kültür” farklı talepler, beklentiler zemininde toplumu ikiye bölmüştür diyebiliriz. Buna karşılık, henüz kutuplaşmamış, siyaseti çok parçalı Avrupa ülkelerinde, seçmenin ekonominin durumuna ilişkin algısıyla hükümete karşı tutumu arasında hâlâ belirgin bir pozitif korelasyon görülüyor (FT, agy).

Karşımızda ilginç bir simetri var: ABD’de ekonomi olumlu sinyaller verirken Biden’ı suçlamaya devam eden, Türkiye’de derin ekonomik krize karşın, bu ekonomiyi bu hale getiren yönetimi desteklemeye devam eden seçmen kesimleri birbirine çok benziyor: ABD’de ve Türkiye’de bu tür seçmenin büyük bir kısmı dini “hakikat rejimi” içinde düşünüyor, yaşıyor.

ABD’de bu tür seçmen, yabancı (Müslümanlar, Yahudiler, “Lationo”lar gibi) düşmanlığı, kadın hakları, LGBTQ hakları, doğum kontrolü, silah merakı, şiddet eğilimi gibi konularda tercihlerini kökten dinci Hıristiyanlık temelinde şekillenmiş bir “hakikat rejimi” içinde yapıyor. Türkiye’de de söz konusu ettiğim seçmen de tercihlerini, kökten dinci bir Sünni Müslümanlık temelinde şekillenmiş bir “hakikat rejimi” içinde yapıyor. Türkiye özelinde bu hakikat rejimi, ek olarak beden estetiği (kılık, kıyafet, sakal saç), zaman ve mekân kullanımı/denetimi üzerinden bir “biyopolitik” de dayatıyor.

Türkiye’de muhalefet değil ama rejim, bizim yaklaşık 20 yıldır vurguladığımız bu gerçeğin farkında. O güvenle ülke kaynaklarını talan etmeye devam ediyor. Neoliberalizmin ayetullahları, ekonomide çok daha büyük yıkımlar pahasına, finans-kapitalin talepleri doğrultusunda, faizleri daha fazla yükseltmekten kamu harcamalarını kısmaktan, kaynakları talan etmeye gelecek uluslararası spekülatör sermayeye güven vermekten, rahatlıkla ve halk sınıflarının içine düşeceği zorlukları düşünmeye gerek duymadan söz edebiliyorlar. Bunlar “dinci hakikat rejiminin” egemenliğine güvenerek olası bir tepki riskinden de kaygılanmıyorlar.

Hem rejime hem de neoliberal awyetullahlara karşı, “ya bize dinsiz derlerse”“ya bize illiberal/devletçi/ popülist filan derlerse” korkusuyla, dinci “hakikat rejimine”, liberalizme karşı kültürel mücadeleden kaçtıkça bu durumun içinden çıkılamaz. 

                                              /././

Moskova’ya terörist saldırının siyasi arka planı (Mehmet Ali Güller)

22 Mart’ta Moskova’da bir konser salonunu hedef alan ve 130’dan fazla insanın ölümüne yol açan terörist saldırı, Rusya’nın da merkezinde olduğu geniş coğrafyamızdaki güç ilişkileri açısından dikkat çekici. 

O nedenle saldırının siyasi arka planını analiz etmeliyiz öncelikle...

ABD IŞİD’e, Rusya Ukrayna bağına işaret ediyor

Moskova’daki terörist saldırının ortasında, daha operasyon sürerken ABD’li yetkililerin “Saldırıya Ukrayna’nın ya da Ukraynalıların dahli olduğuna ilişkin bir emare yok” açıklaması yapması, fazlasıyla şüpheli.

Oysa Putin başta Rus yetkililer “Ukrayna bağı”na işaret ediyor, teröristlerin Ukrayna’ya geçme hazırlığındayken yakalandığının altını çiziyor.

Öte yandan saldırıyı IŞİD’in üstlenmesi meseleyi daha da ilginç kılıyor. ABD’nin “kullanışlı düşmanı” IŞİD, ağırlıklı olarak üç aydır “yeniden” sahnede: ABD’nin hedef aldığı ülkelerde; İran, Türkiye, Irak, Suriye ve Rusya’da saldırılar düzenliyor!

3 Ocak’ta İran’ı, 22 Mart’ta Rusya hedef alan kanlı saldırılar, yeri, büyüklüğü ve etkisi bakımından iki ülke için de ilkti. Bu iki takvim arasında, Irak, Suriye ve Türkiye’de de IŞİD eylemdeydi.

YPG devletçiği kaldıracı olarak IŞİD

Bölgenin son dönemdeki en önemli tartışma konularının başında, ABD’nin askeri varlığı sorunu geliyor. Rusya, İran ve Türkiye’nin oluşturduğu Astana Platformu’nun da ele aldığı konulardan biri bu.

İşte ABD’nin Irak ve Suriye’den çıkarılmasının gündeme geldiği, Iraklı yetkililerin “IŞİD bitti, topraklarımızda ABD’ye gerek yok” dediği ve “IŞİD karşıtı koalisyonun” varlığının müzakere edilmeye başlayacağı süreçte IŞİD ortaya çıktı ve üç aydır saldırılar düzenliyor.

IŞİD, 2014’ten itibaren ABD tarafından PYD/YPG’ye uluslararası meşruiyet sağlamanın aracı olarak değerlendirilmişti. “Kötü IŞİD’e karşı insanlığı savunan iyi PYD/YPG” teması Atlantik medyasında ince ince işlendi. Böylece Suriye’nin kuzeyinde bir PYD/YPG devleti yolunun taşları döşenmiş oldu.

Ancak ABD’nin Irak’tan çekilmesi demek, Suriye’den de çekilmeye mecbur kalması demekti. ABD’nin Suriye’den çekilmesi ise PYD/YPG devleti inşa sürecinin çökmesi demekti.

İşte IŞİD’in tam da bu süreçte, ABD’nin bölgedeki varlığını sürdürmesine gerekçe üretecek şekilde yeniden aktif olması, elbette onun “kullanışlı düşman” olma özelliğiyle ilgiliydi.

Ukrayna cephesine özel savaş ihracı

Meselenin Ukrayna cephesi boyutu da önemli. ABD’nin daha çatışmanın ortasında parmağıyla IŞİD’i gösteren tutumu karşısında, Rus yetkililerin “Ukrayna bağı”na dikkat çekmesi önemli. Önümüzdeki günlerde netleşecektir.

Bu boyut konusunda bir siyasi arka plan analizinde altını çizebileceğimiz iki unsur var:

1) “Nuland’ın isrifası”nı ele aldığım 22 Mart tarihli son yazımda anımsatmıştım. Kiev’i son olarak 31 Ocak’ta ziyaret eden ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Ukrayna operatörü Nuland, buradan Putin’e “savaş alanında güzel sürprizler” sözü vermişti!

2) “Ukrayna’ya özel savaş ihracı” başlıklı 2 Mart tarihli yazımda iki olasılığı incelemiştim: “ABD ve İngiltere nasıl ‘uzun savaş’ sürdürecek? Ya Ukrayna’ya ‘savaşacak asker’ gönderecekler ya da Ukrayna’ya ‘özel savaş’ ihraç edecekler.”

Kısacası, Orta Asya’dan Ukrayna’ya, Irak ve Suriye’den Karadeniz’e, geniş coğrafyamızda çok boyutlu bir güç mücadelesi sürmektedir; sadece faile işaret eden parmaklara bakmak aldatıcı olabilir, o nedenle geniş siyasi arka plana bakılmalıdır. 

                                                 /././

Erdoğan ekonomiyi neden çökertti? İki kötümser yanıt (Orhan Bursalı)

Bir bilmecem var çocuklar, diye başlar masal... Şimdi o masalın içindeyiz. Evet madem faizler enflasyonun nedeniydi, yani yüksek faiz enflasyona yol açıyordu, şimdi “baş ekonomist” RTE faizleri neden yüzde 50’ye yükseltti? Soran yok.

2023’ün şubatında faizi yüzde 8.5’e indirirken o tarihte TÜİK’in yalancı rakamı bile enflasyonu yüzde 55.18’i gösteriyor, ENAG ise enflasyon yüzde 126.91 diye bas bas bağırıyordu.

Bir ekonomi bilmezlik miydi, yoksa bir inanç mıydı, yoksa dünya ekonomi tarihine yeni bir model hediye edebilecekleri sanrısı mıydı? Bütün uşak medyası alkış tutuyordu (şimdi de faiz yüzde 50’ye alkış tutuyorlar!)

Yüzde 8.5 faiz indirimi, ekonomiyi mezara götüren tabuta çakılan son çivi oldu. Bugün yaşadıklarımızın hepsinin başlangıç tarihi...

Faizi bugün yüzde 50’ye çıkartması, tüm yoksulluğun, çöküşün nedeni benim itirafıdır.

Okurum, işadamı T.A. üşenmemiş, çöküşün ekonomik kronolojisini yazıp göndermiş.

SON DOĞRUCU DAVUT

Naci Ağbal’dı, MB başkanı olarak faizi, 19.03.2021’de 19’a çıkararak yıllık tüketici enflasyonunu 16’larda tutmaya çalıştı. Tabii faizi yükseltmek ne demek, hemen görevden alındı ve yerine doğrudan Saray’ın emir ve talimatlarını uygulayacak Şahap Kavcıoğlu’nu getirmesiyle büyük savrulma veya fırtınalı denizlerde gördüğümüz hortumlama başladı.

Şahap Kavcıoğlu gösterge faizini 19’dan düşürmeye başladı.

Faiz Tüketici enflasyonu; yıllık

Bu dönemde doların yükselişini dizginlemek için kur korumalı mevduat ucube sistemiyle Hazine’den 1 trilyonluk yük getirildi. Para babalarının hesaplarına aktarıldı.

SON ÇARK

Genel seçimlerde hemen sonra baş ekonomistimiz, içinden yaaa böyle değilmiş olay, veya yeter zenginlik devretme diyerek Mehmet Şimşek Hazine ve maliye bakanı, Hafize Gaye Erkan da 9 Haziran’da Merkez Bankası başkanı yapıldı.

RTE’nin NAS NAS dediği faizler artırılarak enflasyon yakalanmaya çalışıldı. Önce yüzde 8.5 yüzde 15, sonra yüzde 30, atlayarak 40, 45 ve geçen hafta yüzde 50 ilan edildi. Şubatta faiz yüzde 45 iken TÜİK’in enflasyonu 67.07 ENAG’ın ise yüzde 122 idi. 

Faiz enflasyonu yakalamaya çalışıyor ama ENAG enflasyonu hâlâ iki kat.

Fakat tüm bunlar bir bilmecem var çocuklar sorusunun yanıtını vermiyor.

RTE ve çevresindeki adamları neden faizi indirirsek enflasyonu da indiririz, düşüncesine saplandılar, hesapları neydi?

EN İYİMSER YANIT:

Faizi iyice düşürürsek, ucuz para ile yatırımlar patlar, ekonomi iyice canlanır, mal bollaşır, enflasyon da dizginlenir.

Evet ekonomiyi öldürmediler ama pahalılıkla milleti süründürdüler. Bir kısım iyice zengin olurken eşitsizlik ve yoksulluk tepe yaptı. Yatırım? Kimse ekonominin çarklarının tersine çalıştırıldığı bir dönemde olayın ne zaman patlayacağını göremeyeceği ve okkanın altına gideceğini gördüğü için yatırım matırım hak getire. Tam tersine, birileri milyarların nasıl yurtdışına taşındığını, kasalara kilitlendiğini gösterebilse. Hesap kitap işi!

KÖTÜMSER YANIT 1:

İktidar zenginini daha zengin yapmak ve halkın varını yoğunu enflasyona yedirerek sınıfsal bir zenginlik değişimini gerçekleştirmek. Bunun en büyük kanıtı belirli bir orta sınıfın yok olması ve yaşam kalitesinin asgari ücretle neredeyse denkleşmesidir.

KÖTÜMSER YANIT 2:

İktidara bağımlı, vereceği sadakalara bakan, verirse yine devlet/AKP iktidarı verir, biraz daha yalvaralım düşüncesinde çok daha büyük bir seçmen kitlesi yaratmak. Cehalet ve birikiminin, ideolojik/dinsel sarmalın hapsettiği kitlenin varlığı bir sanı değil, sosyolojik gerçektir.

Yerel seçimleri tüm bunları kısmen test edecek sonuçlar üretecektir.

Acaba meydanlarda bu gerçeği dile getirmek çok mu zor, bilmiyorum. Nasıl anlatırız sıkıntısı yaşıyor olabilirler.

(Cumhuriyet)