Komünistlerin sözünü patronlar teyit etti: Koç'tan sonra SASA'cı da 'büyük saldırı'yı açıkladı (soL-Özel)
İbrahim Erdemoğluİktidar seçimlere hazırlanırken, ''kemer sıkma'' politikalarına alıştırma görevini patronlar devraldı. Türkiye'nin 1 numaralı dolar milyarderi kamu emekçileri ve emeklilerden ''kurtulmayı'' önerdi.
Yerel seçime artık haftalar değil, günler kaldı. En çok konuşulan gündem, haliyle seçimler.
Ancak bir süredir komünistler "Asıl mesele seçimden sonra emekçilere karşı başlatılacak saldırı, buna hazırlanmamız gerekiyor" diye ısrarla vurguluyordu.
Türkiye'de emeğiyle geçinenler için esas mücadelenin 1 Nisan'da başlayacağını, bu defa meşhur "sahte umut Sasa hisseleri"nin sahibi olan patron açıkladı.
Saldırının zemini uzun süredir inşa ediliyor.
AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve ekonomi yönetimi aylar öncesinden enflasyonun Mayıs-Haziran aylarında zirve yapacağını söyledi. Emekliye ek zam ihtimaline kapı kapatıldı, kamuya personel alımı kısıtlandı.
Geçtiğimiz yıllarda faiz artırımını çare olarak sunan patronlar ve iktisatçılarsa, faizin yüzde 50'ye dayandığı bugünlerde milyonları ''kemer sıkma'' politikalarına hazırlıyor.
Enflasyonu şirket kârlarının değil ücret artışlarının körüklediğini savunan bu kesime göre, önümüzdeki aylarda ücretlerin daha da baskılanması, işsizliğin ve vergilerin artması normal. Bu yükün emekçilere fatura edilmesiyse kaçınılmaz. Peki, gerçekten öyle mi?
Kamu emekçisi 'fazla', emekli 'yük' oldu
"Acı reçete"yi sunan son isim Erdemoğlu Holding'in patronu İbrahim Erdemoğlu oldu.
Ekonomi Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Vahap Munyar'ın ofisinde ziyaret ettiği Erdemoğlu, tespitlerine ''İnsanlar kolaya alıştı, şimdi kemer sıkmaya başlayınca sudan çıkmış balık gibi hissediyorlar. Tatlı tatlı yersen acısını sonradan çekersin. Şimdi bedel ödeme dönemindeyiz'' uyarısıyla başladı.
Forbes'un dolar milyonerleri listesine göre 2,9 milyar dolarlık servetiyle Türkiye'nin en zengini ünvanını koruyan İbrahim Erdemoğlu, kamu emekçilerini ''fazlalık'', emeklileriyse ''yük'' olarak niteledi.
Dikkat çekense kamu maliyesine ilişkin ''çözüm'' önerileri oldu.
Patronların bildiği tek çözüm: Kov ya da maaşını düşür
Kamu emekçilerinin sayısındaki artışı 22 yıl öncesiyle kıyaslayan Erdemoğlu, ''ya işten çıkarın ya da maaşlarına el atın'' diyerek hem bütçe açığını hem de kamu hizmetlerini azaltmanın ''tek seçenek'' olduğunu söyledi.
''2002 yılında kamuda 2.5 milyon kişi çalışıyordu. Şimdi 6 milyona yakın kamu çalışanı var. Bu durum büyük kambur. Ya kamuda çalışan sayısını hızla azaltacaksın ya da maaşlarını düşük tutacaksın. Başka seçenek yok.''
Erdemoğlu, kamu çalışanlarının sayısını fazla bulan ilk patron değil. Türkiye'nin en büyük sermaye grubu olan Koç Holding'in patronu Rahmi Koç da geçtiğimiz aylarda 3,5 milyon kamu emekçisini ''gereksiz'' bulmuştu.
Büyük yalan: Memur ve emekli maaşları son 13 yılın en düşük düzeyinde!
Ancak milli gelir verileri, Türkiye'nin en zenginlerini yalanlıyor.
TÜİK'in yayımladığı son Devlet Hesapları raporuna göre, 2022 yılında devletin çalışanlara yaptığı ödemelerin (maaş ve ücretler ile işverenin sosyal katkılarının toplamı) GSYH’ye oranı yüzde 6 oldu. Bu son 13 yılın en düşük düzeyi.
Yurtdışıyla kıyaslamak gerekirse, bu oran yüzde 10,1 olarak gerçekleşen Avrupa Birliği ortalamasının da oldukça altında.
İbrahim Erdemoğlu kimdir?
İbrahim Erdemoğlu denince ilk akla gelen, tartışmalı SASA hisseleri ve şirketteki sendikasızlaştırma operasyonu. Erdemoğlu'nun sahibi olduğu SASA hisselerinin değeri ciddi bir şekilde yükselmiş, bu yükseliş nedeniyle şirketin değerinin şişirildiği iddia edilmiş ve zaman zaman hisseler, değerlerindeki hareketlilik nedeniyle işleme kapatılmıştı. Öte yandan İbrahim Erdemoğlu, fabrika ve işyerlerinde sendika düşmanı tavrıyla biliniyor. SASA'yı devraldıktan sonra bu fabrikada önce DİSK Tekstil arkasından Petrol-İş'in örgütlülüğünü yok etmek için sistematik bir çaba içerisine girmişti. SASA'da türlü uygulama ve baskılarla önce DİSK Tekstil'in daha sonra da Petrol-İş'in yetkisi düşürüldü.
Sermayenin borazanı Özgür Demirtaş: 'Emeklilik saadet zinciri'
Erdemoğlu'nun bir tespiti de zam talebiyle sokaklara inen emeklilere dairdi. Bu defa Türkiye'yle dünyayı kıyaslayan Erdemoğlu, ''emekliler SGK için büyük yük'' dedi, ''bu yükten kurtulmalıyız'' mesajını verdi.
''Dünyada birçok ülkede 4 çalışana karşı 1 emekli şeklinde bir denge var. Bizde 1.6-1.7 çalışana karşılık 1 emekli var. Bu, SGK için büyük yük. Sürdürülebilir bir durum değil.''
Erdemoğlu'nun tespitini bir adım ileriye taşıyan isim iktisatçı Özgür Demirtaş oldu. Emeklilik sistemini saadet zinciri dolandırıcılığına benzetti.
"Gençler çalışırken, sepete para atarlar. Yaşlılar emekli olunca sepetten para alırlar. Gençler sayıca fazlayken sistem işler... Aksi olunca bu Ponzi üstüne çöker.''
Fakat veriler, Erdemoğlu ve Demirtaş'ın yüzünü güldürmeyecek türden.
Emeklilerin nüfusa oranı artarken, milli gelirden aldıkları pay düşüyor. Özellikle 2021 ve 2022 yıllarında emeklilerin gayrisayfi milli hasıladan aldıkları pay ciddi anlamda azaldı.
2009 yılında emekli aylıklarının gayrisafi milli hasılaya oranı yüzde 6,82'ydi. 2022 yılında bu oran 4,46’ya kadar düştü.
Üstelik bu zaman diliminde emekli sayısının nüfusa oranı yüzde 12,6’dan yüzde 16,3’e çıktı.
Öte yandan aralıksız artan iş arayan emeklilerin oranı Aralık ayı itibariyle yüzde 55'i aştı.
/././
Sermayenin iki programı (ÖZGÜR ORHANGAZİ* - sol/GÖRÜŞ)
"Esasında 'rasyonalite'ye değil Türkiye kapitalizminin sınırlarına dönülmüş durumda. (...) Yani mesele 'rasyonalite' yahut 'liyakat' değil politik güç meselesidir."“Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor”(T.C. Hazine ve Maliye Bakanı, 6 Haziran 2022)
“Bir sınıf savaşı var, savaşı veren benim sınıfım, zenginler sınıfı ve biz kazanıyoruz.” (ABD’li sermayedar Warren Buffett, 26 Kasım 2006)
Mayıs 2023 seçimleri sonrasında atanan yeni Hazine ve Maliye Bakanı ile Merkez Bankası başkanı, iktisatçılar arasında bir sevinç dalgasına yol açtı ve iktidarın “rasyonel” ekonomi politikalarına dönüşü kutlanmaya başlandı. Her ne kadar Merkez Bankası başkanı 6 ay sonra hakkında çıkan haberlerden sonra “görevden affını” istese de bu sefer de yeni atanan Merkez Bankası başkanının akademik başarıları övülmeye başlandı. En yeni başkanın da “rasyonel” politikalara devam edeceği ilan edilirken Türkiye tarihinde benzeri pek olmayan sert bölüşüm şokunun etkileri halen devam ediyor. Son birkaç senede reel ücretler hızla geriledi, ücretli çalışanların büyük bir kısmı asgari ücret civarında bir ücrete mahkûm edildi, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlikler arttı. Çalışanların toplam sayısı artarken milli gelirden aldıkları pay sert bir biçimde geriledi, buna karşılık sermayenin milli gelirden aldığı pay yükseldi. Ekonomik büyüme devam etse de bu büyüme geniş kesimler için ne gelir artışı ne de yeterli iş olanakları yarattı. Türkiye’nin baş döndürücü bir hızda değişen gündemi içerisinde bu yaşananların da sağlıklı bir değerlendirmesi yapıl(a)madı. Ekonomiye dair tartışmalar çoğunlukla faiz ve para politikası üzerine sığ değerlendirmelerle sınırlı kaldı.
2021’in ikinci yarısından itibaren uygulamaya konulan düşük faiz politikası ya “irrasyonel” olarak nitelendirildi ya da iktidar ve sermaye çevreleri içerisindeki bazı grupların iç gerilim ve rekabetlerinin bir yansıması olarak değerlendirildi. Halbuki, bir bütün olarak bakıldığında, bu politika çerçevesinin emeğe karşı topyekûn bir saldırıyla sermayenin karlılığını artırmayı hedeflediği ve başarılı olduğu açıktır. Faizleri aşağı çekip ilk başta kurun yükselmesine izin verilen bu programla tetiklenen yüksek enflasyon, çalışanların reel ücretlerini düşürmekle kalmadı, aynı zamanda, onların kıdem tazminatı ve emekli aylıkları gibi birikmiş kazanımlarını da reel olarak eritti. Çalışanların genel olarak örgütsüz, güçsüz ve dağınık olmalarını fırsat bilerek ve TÜİK’in gerçek enflasyonun çok altında gösterdiği manipüle edilmiş enflasyon oranları baz alınarak büyük çoğunluğun ücret artışları enflasyonun altında tutuldu. Bu esnada ürün ve hizmetlerinin fiyatlarını diledikleri gibi yükseltebilen şirketler kâr marjlarını artırdı, kârlılık rekorları kırdı. Enflasyonun oldukça altında kalan faiz oranları ile de şirketlere bir yandan eski borçlarını eritme bir yandan da negatif reel faizle yeniden borçlanma ve bu yolla bilançolarını temizleme, iyileştirme imkânı sunuldu. Şirketlere ek olarak negatif reel faizlere erişimi olan varlıklı kesim, konut, arsa, otomobil piyasalarında yüksek spekülatif gelir elde edip varlıklarını artırırken küçük tasarruf sahiplerinin tasarrufları enflasyon ve kur manipülasyonu ile eritilip servet transferi sağlandı. Bu süreçte varlıklı kesimler varlıklarının bir kısmını yurt dışına ve vergi cennetlerine taşımaya devam etti.
Ücretlerin gerilediği, çalışma şartlarının ağırlaştığı, iş cinayetlerinin çoğaldığı, işsiz sayısının artmaya devam ettiği bu koşullar altında Mayıs 2023 seçimlerine gidilirken sosyal yardımlar ve asgari ücrette yapılan (ve kısa sürede enflasyona yenilecek olan) artışlar iktidarın bir lütfuymuş gibi kullanıldı. Emeğe karşı yapılan bu açık saldırı sırasında “rasyonel/irrasyonel” politika tartışmalarıyla zihinler bulandırıldı, geniş kitleler seçimleri muhalefetin kazanıp kötü gidişatı tersine çevireceği vaadiyle bu saldırıya karşı protesto gösterisi bile düzenlememeye davet edildi; başka bir deyişle pasifize edildi.
Kısacası “liyakat yoksunu” yönetici ve bürokratların uyguladığı “irrasyonel” bir program değil, Türkiye kapitalizminin içinde debelendiği yapısal sorun ve kriz eğilimlerinden yükü geniş emekçi kesimlere yıkarak çıkmayı deneyen açık bir sermaye programı devreye sokulmuştu.
Ne var ki sermayenin bu programı, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunu olan döviz açığı sebebiyle çok uzun bir süre devam ettirilemeyecek bir programdı. Düşük faizle desteklenen ekonomik büyüme, üretimin ithalata bağımlı yapısı nedeniyle dış ticaret açığına yol açmaya devam ediyor, ihracattaki artış bu açığı kapamaya yetmiyordu. Buna ek olarak bankaların ve şirketlerin dış borç yükü, uluslararası finansal sermayeye düzenli faiz ve kâr payı ödemeleri gerektiriyor, bu da döviz ihtiyacının devamına katkı sunuyordu. Dolayısıyla bu programı sürdürebilmek için devreye sınırlı da olsa bazı sermaye kontrolleri ile bankacılık ve döviz düzenlemeleri sokuldu. “Dost” ülkelerden Merkez Bankası’nın ödünç aldığı döviz rezervler, yabancılara vatandaşlık satışları ve ülkenin uluslararası mafya cenneti olmasına göz yumulması ile bu döviz açığı geçici olarak kontrol altında tutulmaya çalışıldı.
Mayıs 2023 seçimleri sonrasında ise “rasyonel” politikalar dönüş adı altında sermayenin ikinci programı devreye sokuldu. Bu program ise tanıdık bir program ve esasında seçimler öncesinde muhalefetin iktidara gelirse uygulamayı vaat ettikleriyle büyük oranda uyumlu. Yüksek faizler, geniş kesimler üzerindeki vergi yükünün artırılması, sermayeye çeşitli teşvikler ve kamuda tasarruf söylemiyle sosyal harcamaların azaltılmasından müteşekkil bir “kemer sıkma” programı. Programın öncelikli amacı döviz açığını kapatmak üzere yurtdışından para çekmek olarak öne çıkıyor. Bu amaçla uluslararası finansal sermayeye faiz artışları yoluyla yüksek getiri vaat edilirken bir yandan da onlar için “güvenilir” isimler ülkeye para çekmek için kapı kapı dolaşmaya başladı.
Tüm bunlar yapılırken programın önemli bir hedefi de çalışanların yaşadığı reel ücret kaybının telafi edilmemesini sağlamak olarak karşımıza çıkıyor. Yani birinci programın emeğe karşı kazanımlarının korunması. Nitekim programın yürütücüleri ücret artışlarının enflasyona yol açtığı iddiasıyla bu artışların geçmiş enflasyona göre değil beklenen enflasyona göre yapılması gerektiğini savunmaktan geri durmuyor. Bunun anlamı, çalışanların son senelerde yaşadıkları reel ücret kayıplarının kalıcılaştırılması olacaktır. Bu tür programlar aynı zamanda işsizliği artırıcı programlardır ve bazı görece küçük ve fazla kârlı olmayan işletmelerin finansman yükünün artmasından ötürü tasfiyesini de içerebilir. Ek olarak elde kalan kamu varlıklarının, yer altı ve yer üstü zenginliklerin yerli ve uluslararası sermayeye satılması gündemdedir. Zaten halihazırda kamunun doğru düzgün sağlamadığı eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha da aşınması, daha fazla piyasaya bırakılması söz konusu olacaktır.
Esasında “rasyonalite”ye değil Türkiye kapitalizminin sınırlarına dönülmüş durumda. Ancak bu ikinci program da yapısal çelişkiler içeriyor. Hedeflendiği gibi dış sermaye girişleri sağlanabilirse Türk lirasının değer kaybı yavaşlatılabilecek, bu da enflasyonun düşmesine katkı sunacaktır. Ancak bu sefer de verimsiz ihracatçı şirketler zarar görürken ithalat artacak ve kronik döviz açığı sorunu devam edecektir. Bu döviz açığı kısa vadede dış sermaye girişleriyle karşılansa bile orta vadede uluslararası finansal sermayeye yapılacak faiz ve kâr payı ödemelerini artırıp yeni yapısal sorun ve kırılganlıkların oluşmasına yol açacaktır.
Dış sermaye girişlerinin sağlanıp sağlanamayacağı ise daha ziyade uluslararası finansal koşullara bağlı olacaktır. ABD merkez bankası Fed’in yılın ikinci yarısından itibaren ABD’de faizleri indirmeye başlaması bekleniyor. Bunun da dünyada yeniden bir likidite artışına ve Türkiye ve benzer ekonomilere dış sermaye girişlerinde yükselişe yol açması bu ikinci programı uygulayanların en büyük beklentisi. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini göreceğiz. Ancak program yeterince dış sermaye çekmede başarısız kalır ise ekonomiyi yeni bir çalkantılı dönemin beklediği açıktır. Bu, kur artışları-fiyat artışları ya da kur-enflasyon sarmalının sürmesi anlamına da gelecektir.
Nihayetinde iktidarın ve sermayenin tercihi, içeride sermayenin yüksek kârlılığını devam ettirip zengin ve varlıklı kesimlere servet aktarırken uluslararası iş bölümüne güvencesiz göçmen emeğiyle desteklenmiş ucuz emek üzerinden eklemlenen ve uluslararası finansal sermayeye ayrıcalıklar tanıyan bir ekonomik sistemden yanadır.
Tüm bu manzara, ABD’li sermayedar Buffett’ın yukarıda alıntıladığım sözlerinin bugün Türkiye için geçerli olduğunu düşündürüyor. Sermayenin her iki programının da amaç ve sonuçlarının emeğin aleyhine olduğu açıktır. Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının bedelini emeğe ödeten bu programlara alternatif olarak yapısal sorunları çözmeye yönelik, emekten yana, eşitlikçi ekonomi politikaları kolaylıkla tasarlanabilir ve uygulanabilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bu politikaları talep eden, destekleyen bir toplumsal ve siyasal gücün varlığı gereklidir. Yani mesele “rasyonalite” yahut “liyakat” değil politik güç meselesidir.
Öte yandan, ücretlerin baskılanmaya devam ettiği, işsizliğin arttığı, tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sermayenin sınırsız kullanımına sunulduğu bu programların devam ettirilebilmesi siyasi olarak baskı ve otoriterleşmenin artırılmasını gerektirecektir. Nitekim iktidarın her iki ortağı da oldukça açık bir biçimde bunun işaretlerini sergiliyor. Çalışanların güçlü bir örgütlenme ve mücadele sergileyemediği şartlarda, hele ki iktidarın uzun süreli seçimsiz ve dolayısıyla azıcık da olsa telafi mekanizmalarını kullanmaya ihtiyaç duymayacağı bir döneme girdiğimizi akılda tutmamız lazım.
*Kadir Has Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi , Prof. Dr.
Bu yazı ozgurorhangazi.com/blog'dan alınmıştır.
/././
Ne Özgür Özel'in yandaşlığı ne Ümit Özdağ'ın ırkçılığı: Lezita işçisi boş laf değil mücadeleden yana (İrem Yıldırım-soL/Söyleşi)
Grevdeki Lezita işçilerinin ziyaretinde Özgür Özel, "Hak-İş de yandaş ama..." diye burun kıvırdı. Ümit Özdağ meseleyi ırkçılığa vurdu. Mücadeleyi yürütenler, neyin ne olduğunun farkında.İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Abalıoğlu Grup'a ait piliç üreticisi Lezita’da grev pankartının asılmasının üzerinden 19 gün geçti. Öz Gıda İş Sendikası’nda örgütlü işçiler, patronun toplu sözleşme masasına oturmaması nedeniyle 7 Mart’ta iş bıraktı. Grev ilan edilmeden başlayan engelleme girişimleri, patron tarafından ara ara denenmeye devam ediyor.
Fabrika önüne ses sistemi kurulmuş kesintisiz müzik açılmış, direniş alanı dikenli tellerle çevrilmiş, fabrikaya barikat yığılmış, girişe çok sayıda TIR dorsesi park ettirilmiş, grevci işçilerin toz içinde kalması amacıyla fabrika etrafındaki yola toprak dökülmüştü. Tüm bunlarla da kalınmamış grev kırıcılık için komşu fabrikalardan destek isteyen yönetim, greve engel olmak için Hindistan’dan işçi bile getirmişti. Getirdikleri işçileri güvencesiz koşullarda çalıştıran Lezita patronu, grev süreci boyunca yapılan hukuksuzluklarla pek çok kez gündeme geldi. Jandarmanın tavrının da patrondan yana olduğunu anlatan sendika yetkilileri, ilk günden bu yana hukuksuz tüm uygulamalara ses yükseltti, yükseltmeye devam ediyor.
soL’a konuşan Öz Gıda İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Göksel Şengün, hem muhalefetin umursamazlığını hem göçmen işçilerle grev kırma tartışmalarını değerlendirdi.
'Ne bürokrasi ne siyasetçiler buradaki sorunların çözümüne dair tek bir adım atmıyor'
Şengün, haksızlıkların sürecin başından beri sürdüğünü söylerken kolluk kuvvetlerine de tepkili. “Ne bürokrasi ne siyasetçiler buradaki sorunların çözümüne dair tek bir adım atmıyor” sözleriyle durumu özetliyor. Sendikaların ciddi bir biçimde baskı altına alındığını dile getirirken “Anayasal hakların fiili olarak askıya alındığını görüyoruz” sözlerine örnek olarak Özak Tekstil'de BİRTEK-SEN'e verilen cezayı gösteriyor. Urfa'daki Özak Tekstil fabrikasında üyeleri işten atılan Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası'na (BİRTEK-SEN), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından, fabrikadaki diğer işçilere Öz İplik-İş Sendikası'ndan istifa etmeleri için baskı yaptığı iddiasıyla 1,5 milyon lira para cezası kesilmişti. Sendikaya kesilen ödenemeyecek miktarda cezaların altında yatan amacın işçilerin örgütlenme ve sendikalarını seçme haklarını engellemek olduğunu söylüyor. Cezanın kesinleşmesi, kabul edilmesi veya ödenmesinin bir “kırılma noktası” olduğunu söyleyen Şengün eğer böyle bir şey olursa cezanın genel uygulama haline geleceğine de dikkat çekiyor ve şunları söylüyor:
“Öz İplik İş Sendikası konunun tarafı ancak bana kalırsa onlar da dahil olmak üzere bu uygulamaya birleşik ve büyük bir karşı duruş sergilemeli. Parayla terbiye etme uygulamasına karşı tüm sendikalar ve konfederasyonlar net bir mücadele vermeli. İşçi sendikaları baskı altında tutulurken patronlar ise hiç bir kanun ve kurala uymuyorlar. Onlarca şikayet dilekçesi veriyoruz aylarca ses çıkmıyor. İşveren ufacık bir konu için şikayetçi olsa gece yarıları ifadeye çağrılıyoruz. Çalışma Bakanlık'ı işverenlerin istediği her türlü raporu adrese teslim yazıp veriyor. Sanki itiraz edilen, tanınmayan kendi verdiği yetki belgesi değilmiş gibi birde onu iptal etmek için işverenlerle aynı safta mücadele ediyor.”
Adalet mekanizmasının patronlardan yana olduğunu söyleyen Şengün, “İşverenler keyfi ve yalan yanlış sebeplerle istediği kadar işçiyi istediği anda işten çıkarıyor, tazminat vermiyor. Dava açıp kazanıyorsun mahkeme kararını bile tanımıyor. Bir de alacak davası ile uğraşıyorsun. Bu süreçleri uzatıp işçiyi perişan etmelerinin de hiç bir yaptırımı yok. İşçilerin alacakları enflasyon altında eziliyor, emekleri çar çur ediliyor ve Adalet mekanizması buna çanak tutuyor” sözleriyle gözler önüne seriyor işçilerin direnirken karşı karşıya kaldıklarını.
“Jandarmayla, polisle hakları için direnen işçinin karşısına dikiyorlar ama işverene dönüp ‘sen işçinin hakkını neden yiyorsun?’ diye soran yok” diyerek tepki gösteren Şengün, kolluk kuvvetlerinin her türlü ihtiyaçlarının şirketler tarafından karşılandığını söylüyor, hem de sadece Lezita’da değil, her yer için böyle.
''Mücadeleye tahammülü olmayanlar işçiye karşı jandarmaların jopuna sarılıyor yani. Yasal hale dönüşmemesi için hesap sormamız gerekiyor, fiili uygulamaları kabul etmemeliyiz.”
Özel ‘bunlar bizden değil’ demiş
Hem iktidara hem muhalefete tepkisi yüksek işçinin. CHP’nin de AKP’nin de işçi direnişi söz konusu olunca farklı noktalarda olmadığı gözler önüne seriliyor Şengün’ün anlattıklarıyla. Zira CHP’nin yeni genel başkanı olan Özgür Özel’in sözleriyle eski başbakan Binali Yıldırım’ın umursamazlığının sebebi pek farklı değil. Tüm siyasi partilere çağrı yaptıklarını, yapmak zorunda olduklarını anlatan Şengün şunları söylüyor:
“Buradan çıkacak sonuçları kestirmeyecek kadar saf değiliz. Herkes görsün duysun istiyoruz sadece. Binali Yıldırım'a gittik Hak-İş Başkanı’na ulaşacağını söyledi, dönüş olmadı. CHP Milletvekili Mahir Polat geldi, işverenle görüşeceğini söyledi dönüş olmadı. Özgür Özel'e gittik destek verdi ama söylemler de garip. Hak-İş Ak Parti'ye yakınmış ama emek dostu oldukları için greve destek veriyorlarmış. Özgür Özel bir liste yapsın kimin kime yakın olduğuna dair, biz de bilelim. Ne demek bu? Burada her partiye yakın işçiler var. Direniş alanına gelmeden, buradaki mücadeleyi sormadan, bizleri tanımadan, işçilerin durumunu sormadan cümlenin başlangıcına bakın.
Ne önemi var kimin kime yakın olduğunun, ayrıca bu mücadeleyi verenlerin kime yakın olduğunu nereden biliyorsunuz? Diğerlerini zaten biliyoruz da emekçilerin hakkını savunduğunu iddia eden partinin başkanının edeceği lafı mı bu? Demek ki bunların biri siyah biri lacivert. Hepsi aynı. İktidarın insanları ötekileştirmesinden bahsedeceksin ama buraya gelmeden, anlamadan, tanımadan ‘bunlar bizden değil’ diyeceksin. Peki madem. Bunlar bilmediğimiz gerçekler değil elbette. Sadece içinde bulunduğumuz grev sürecimiz ve Türkiye'nin her yerinde devam eden irili ufaklı mücadelelerin bize gösterdikleri, işçi arkadaşlarımıza öğrettikleri.”
'Bu uygulamalar ne göçmen işçilerin ne Türkiye işçi sınıfının çıkarına'
Lezita grevi aslında medyada defalarca yer bulsa da Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın grev alanına gitmesi ve grev kırıcı olarak patronun getirdiği Hintli işçiler gündemiyle duyuldu biraz da. Özdağ konuyu ırkçılık boyutuna çekerek başka bir siyaset üretmek istedi. İkileme dikkat çeken Şengün, "Bu uygulamalar ne göçmen işçilerin ne Türkiye işçi sınıfının çıkarına" diyor.
Patronların uzun zamandır uyguladığı bu yöntem “genel teamül” haline geldi. Bu durumu destekleyenlerden biri de devlet, çünkü patronlar açıklamalarında “devlet desteği, teşviği var” diyor. Son örneklerini Gedik Piliç ve Lezita’da gördüklerini söyleyen Şengün, “Meseleye göçmen düşmanlığı tartışmalarından çıkarak bakmak lazım” diyor ve anlatıyor:
“Bu işçiler yurtdışından getirilerek güvencesiz, sendikasız, kötü çalışma koşullarına mahkum edilerek çalıştırılıyor. Toplama kampı gibi alanlarda yaşamaya mecbur bırakılıyor. Hiçbir sosyal hayatları, hiçbir hak arama şansları, ses çıkartma şansları yok. Patronlar bu insanları acımasızca sömürüyor. Türkiye işçi sınıfına da göçmen işçiler sopası gösterilerek baskı ve sindirme politikası uygulanıyor. O zaman buraya naif şekilde yaklaşmamak lazım. Yabancı işçilerle bir derdimiz yok. Bu uygulamalar ne göçmen işçilerin ne Türkiye işçi sınıfının çıkarına. Türkiye'ye yabancı ve göçmen işçi getirilmesi konusuna net olarak bir karşı duruş sergilememiz gerekiyor.”
Mücadele, zaferin de habercisi
“Her şey kötü mü?” sorusuna yanıtı “Elbette hayır” oluyor. Olumlu örnekleri sıralıyor ve reçete olarak “Bizim ihtiyacımız olan bu örnekleri çoğaltmak” diyor ve ekliyor:
“Nakliyat İş'in Sivas RC Endüstri'de yaptığı mücadele örneğin. Bizim ihtiyacımız olan bu örnekleri çoğaltmak. Kararlı işçi ile güçlü ve ahlaklı sendika ve sendikacılarla birlikte yeni bir yol bulmalı veya yeni bir yol açmalıyız. Bunu yapamaz, aynı tas aynı hamam devam edeceksek herkes dükkanı kapatıp gitsin. Köyünde koyun baksın, düşsün işçinin sırtından. Yine Liman İş Borusan'da önemli bir kazanım elde etti. Gates'te Birleşik Metal grevin ertelenmesi tehditine rağmen kazandı. Tüm bu mücadeleleri veren işçileri ve sendikacıları yürekten kutluyorum.”
Agrobay Direnişi’nin turnusol kağıdı olduğunu anlatırken gerekçesini şöyle sıralıyor Şengün:
“Siyasetin kirli yüzünü biliyorduk ama tekrar ifşa ettiler. AKP, CHP, İYİ Parti koalisyonu kurulmuş adeta Agrobay işçisinin karşısına. Hiçbir konuda anlaşamayanlar, işçiler söz konusu olunca patronun yanında hizalandı ve birleşti Onca sözler verildi iktidar ve muhalefet kanadından ancak tutulmadı. Her şeye rağmen biz işçilere güveniyoruz. İşçiler kararlı olursa, dirayetli durursa yukarıda anlattığımız zorlukların hepsini boşa düşürür. Bütün zorluklar önemini yitirir. Biz grevimizin 19. gününde kararlıyız, moralimiz yüksek, her şeye ve tüm zorluklara hazırız. Ancak bu gerçekleri ve karşımızda duran güçleri tüm Türkiye bu vesile ile tekrar görsün tekrar duysun istiyoruz.”