26 Mart 2024 Salı

Komünistlerin sözünü patronlar teyit etti: Koç'tan sonra SASA'cı da 'büyük saldırı'yı açıkladı + Sermayenin iki programı + Ne Özgür Özel'in yandaşlığı ne Ümit Özdağ'ın ırkçılığı: Lezita işçisi boş laf değil mücadeleden yana (soL)

Komünistlerin sözünü patronlar teyit etti: Koç'tan sonra SASA'cı da 'büyük saldırı'yı açıkladı (soL-Özel)

                                                  İbrahim Erdemoğlu

İktidar seçimlere hazırlanırken, ''kemer sıkma'' politikalarına alıştırma görevini patronlar devraldı. Türkiye'nin 1 numaralı dolar milyarderi kamu emekçileri ve emeklilerden ''kurtulmayı'' önerdi.

Yerel seçime artık haftalar değil, günler kaldı. En çok konuşulan gündem, haliyle seçimler.

Ancak bir süredir komünistler "Asıl mesele seçimden sonra emekçilere karşı başlatılacak saldırı, buna hazırlanmamız gerekiyor" diye ısrarla vurguluyordu.

Türkiye'de emeğiyle geçinenler için esas mücadelenin 1 Nisan'da başlayacağını, bu defa meşhur "sahte umut Sasa hisseleri"nin sahibi olan patron açıkladı.

Saldırının zemini uzun süredir inşa ediliyor.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve ekonomi yönetimi aylar öncesinden enflasyonun Mayıs-Haziran aylarında zirve yapacağını söyledi. Emekliye ek zam ihtimaline kapı kapatıldı, kamuya personel alımı kısıtlandı.

Geçtiğimiz yıllarda faiz artırımını çare olarak sunan patronlar ve iktisatçılarsa, faizin yüzde 50'ye dayandığı bugünlerde milyonları ''kemer sıkma'' politikalarına hazırlıyor.

Enflasyonu şirket kârlarının değil ücret artışlarının körüklediğini savunan bu kesime göre, önümüzdeki aylarda ücretlerin daha da baskılanması, işsizliğin ve vergilerin artması normal. Bu yükün emekçilere fatura edilmesiyse kaçınılmaz. Peki, gerçekten öyle mi?

Kamu emekçisi 'fazla', emekli 'yük' oldu

"Acı reçete"yi sunan son isim Erdemoğlu Holding'in patronu İbrahim Erdemoğlu oldu. 

Ekonomi Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Vahap Munyar'ın ofisinde ziyaret ettiği Erdemoğlu, tespitlerine ''İnsanlar kolaya alıştı, şimdi kemer sıkmaya başlayınca sudan çıkmış balık gibi hissediyorlar. Tatlı tatlı yersen acısını sonradan çekersin. Şimdi bedel ödeme dönemindeyiz'' uyarısıyla başladı.

Forbes'un dolar milyonerleri listesine göre 2,9 milyar dolarlık servetiyle Türkiye'nin en zengini ünvanını koruyan İbrahim Erdemoğlu, kamu emekçilerini ''fazlalık'', emeklileriyse ''yük'' olarak niteledi.

Dikkat çekense kamu maliyesine ilişkin ''çözüm'' önerileri oldu. 

Patronların bildiği tek çözüm: Kov ya da maaşını düşür

Kamu emekçilerinin sayısındaki artışı 22 yıl öncesiyle kıyaslayan Erdemoğlu, ''ya işten çıkarın ya da maaşlarına el atın'' diyerek hem bütçe açığını hem de kamu hizmetlerini azaltmanın ''tek seçenek'' olduğunu söyledi.

''2002 yılında kamuda 2.5 milyon kişi çalışıyordu. Şimdi 6 milyona yakın kamu çalışanı var. Bu durum büyük kambur. Ya kamuda çalışan sayısını hızla azaltacaksın ya da maaşlarını düşük tutacaksın. Başka seçenek yok.''

Erdemoğlu, kamu çalışanlarının sayısını fazla bulan ilk patron değil. Türkiye'nin en büyük sermaye grubu olan Koç Holding'in patronu Rahmi Koç da geçtiğimiz aylarda 3,5 milyon kamu emekçisini ''gereksiz'' bulmuştu.

Büyük yalan: Memur ve emekli maaşları son 13 yılın en düşük düzeyinde!

Ancak milli gelir verileri, Türkiye'nin en zenginlerini yalanlıyor.

TÜİK'in yayımladığı son Devlet Hesapları raporuna göre, 2022 yılında devletin çalışanlara yaptığı ödemelerin (maaş ve ücretler ile işverenin sosyal katkılarının toplamı) GSYH’ye oranı yüzde 6 oldu. Bu son 13 yılın en düşük düzeyi. 

Yurtdışıyla kıyaslamak gerekirse, bu oran yüzde 10,1 olarak gerçekleşen Avrupa Birliği ortalamasının da oldukça altında.

İbrahim Erdemoğlu kimdir?

İbrahim Erdemoğlu denince ilk akla gelen, tartışmalı SASA hisseleri ve şirketteki sendikasızlaştırma operasyonu.  Erdemoğlu'nun sahibi olduğu SASA hisselerinin değeri ciddi bir şekilde yükselmiş, bu yükseliş nedeniyle şirketin değerinin şişirildiği iddia edilmiş ve zaman zaman hisseler, değerlerindeki hareketlilik nedeniyle işleme kapatılmıştı. Öte yandan İbrahim Erdemoğlu, fabrika ve işyerlerinde sendika düşmanı tavrıyla biliniyor. SASA'yı devraldıktan sonra bu fabrikada önce DİSK Tekstil arkasından Petrol-İş'in örgütlülüğünü yok etmek için sistematik bir çaba içerisine girmişti. SASA'da türlü uygulama ve baskılarla önce DİSK Tekstil'in daha sonra da Petrol-İş'in yetkisi düşürüldü.

Sermayenin borazanı Özgür Demirtaş: 'Emeklilik saadet zinciri'

Erdemoğlu'nun bir tespiti de zam talebiyle sokaklara inen emeklilere dairdi. Bu defa Türkiye'yle dünyayı kıyaslayan Erdemoğlu, ''emekliler SGK için büyük yük'' dedi, ''bu yükten kurtulmalıyız'' mesajını verdi.

''Dünyada birçok ülkede 4 çalışana karşı 1 emekli şeklinde bir denge var. Bizde 1.6-1.7 çalışana karşılık 1 emekli var. Bu, SGK için büyük yük. Sürdürülebilir bir durum değil.''

Erdemoğlu'nun tespitini bir adım ileriye taşıyan isim iktisatçı Özgür Demirtaş oldu. Emeklilik sistemini saadet zinciri dolandırıcılığına benzetti. 

"Gençler çalışırken, sepete para atarlar. Yaşlılar emekli olunca sepetten para alırlar. Gençler sayıca fazlayken sistem işler... Aksi olunca bu Ponzi üstüne çöker.''

Fakat veriler, Erdemoğlu ve Demirtaş'ın yüzünü güldürmeyecek türden.

Emeklilerin nüfusa oranı artarken, milli gelirden aldıkları pay düşüyor. Özellikle 2021 ve 2022 yıllarında emeklilerin gayrisayfi milli hasıladan aldıkları pay ciddi anlamda azaldı.

2009 yılında emekli aylıklarının gayrisafi milli hasılaya oranı yüzde 6,82'ydi. 2022 yılında bu oran 4,46’ya kadar düştü.

Üstelik bu zaman diliminde emekli sayısının nüfusa oranı yüzde 12,6’dan yüzde 16,3’e çıktı.

Öte yandan aralıksız artan iş arayan emeklilerin oranı Aralık ayı itibariyle yüzde 55'i aştı.

                                                             /././

Sermayenin iki programı (ÖZGÜR ORHANGAZİ* - sol/GÖRÜŞ)

"Esasında 'rasyonalite'ye değil Türkiye kapitalizminin sınırlarına dönülmüş durumda. (...) Yani mesele 'rasyonalite' yahut 'liyakat' değil politik güç meselesidir."

“Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor”(T.C. Hazine ve Maliye Bakanı, 6 Haziran 2022)

“Bir sınıf savaşı var, savaşı veren benim sınıfım, zenginler sınıfı ve biz kazanıyoruz.”  (ABD’li sermayedar Warren Buffett, 26 Kasım 2006)

Mayıs 2023 seçimleri sonrasında atanan yeni Hazine ve Maliye Bakanı ile Merkez Bankası başkanı, iktisatçılar arasında bir sevinç dalgasına yol açtı ve iktidarın “rasyonel” ekonomi politikalarına dönüşü kutlanmaya başlandı. Her ne kadar Merkez Bankası başkanı 6 ay sonra hakkında çıkan haberlerden sonra “görevden affını” istese de bu sefer de yeni atanan Merkez Bankası başkanının akademik başarıları övülmeye başlandı. En yeni başkanın da “rasyonel” politikalara devam edeceği ilan edilirken Türkiye tarihinde benzeri pek olmayan sert bölüşüm şokunun etkileri halen devam ediyor. Son birkaç senede reel ücretler hızla geriledi, ücretli çalışanların büyük bir kısmı asgari ücret civarında bir ücrete mahkûm edildi, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlikler arttı. Çalışanların toplam sayısı artarken milli gelirden aldıkları pay sert bir biçimde geriledi, buna karşılık sermayenin milli gelirden aldığı pay yükseldi. Ekonomik büyüme devam etse de bu büyüme geniş kesimler için ne gelir artışı ne de yeterli iş olanakları yarattı. Türkiye’nin baş döndürücü bir hızda değişen gündemi içerisinde bu yaşananların da sağlıklı bir değerlendirmesi yapıl(a)madı. Ekonomiye dair tartışmalar çoğunlukla faiz ve para politikası üzerine sığ değerlendirmelerle sınırlı kaldı. 

2021’in ikinci yarısından itibaren uygulamaya konulan düşük faiz politikası ya “irrasyonel” olarak nitelendirildi ya da iktidar ve sermaye çevreleri içerisindeki bazı grupların iç gerilim ve rekabetlerinin bir yansıması olarak değerlendirildi. Halbuki, bir bütün olarak bakıldığında, bu politika çerçevesinin emeğe karşı topyekûn bir saldırıyla sermayenin karlılığını artırmayı hedeflediği ve başarılı olduğu açıktır. Faizleri aşağı çekip ilk başta kurun yükselmesine izin verilen bu programla tetiklenen yüksek enflasyon, çalışanların reel ücretlerini düşürmekle kalmadı, aynı zamanda, onların kıdem tazminatı ve emekli aylıkları gibi birikmiş kazanımlarını da reel olarak eritti. Çalışanların genel olarak örgütsüz, güçsüz ve dağınık olmalarını fırsat bilerek ve TÜİK’in gerçek enflasyonun çok altında gösterdiği manipüle edilmiş enflasyon oranları baz alınarak büyük çoğunluğun ücret artışları enflasyonun altında tutuldu. Bu esnada ürün ve hizmetlerinin fiyatlarını diledikleri gibi yükseltebilen şirketler kâr marjlarını artırdı, kârlılık rekorları kırdı. Enflasyonun oldukça altında kalan faiz oranları ile de şirketlere bir yandan eski borçlarını eritme bir yandan da negatif reel faizle yeniden borçlanma ve bu yolla bilançolarını temizleme, iyileştirme imkânı sunuldu. Şirketlere ek olarak negatif reel faizlere erişimi olan varlıklı kesim, konut, arsa, otomobil piyasalarında yüksek spekülatif gelir elde edip varlıklarını artırırken küçük tasarruf sahiplerinin tasarrufları enflasyon ve kur manipülasyonu ile eritilip servet transferi sağlandı. Bu süreçte varlıklı kesimler varlıklarının bir kısmını yurt dışına ve vergi cennetlerine taşımaya devam etti. 

Ücretlerin gerilediği, çalışma şartlarının ağırlaştığı, iş cinayetlerinin çoğaldığı, işsiz sayısının artmaya devam ettiği bu koşullar altında Mayıs 2023 seçimlerine gidilirken sosyal yardımlar ve asgari ücrette yapılan (ve kısa sürede enflasyona yenilecek olan) artışlar iktidarın bir lütfuymuş gibi kullanıldı. Emeğe karşı yapılan bu açık saldırı sırasında “rasyonel/irrasyonel” politika tartışmalarıyla zihinler bulandırıldı, geniş kitleler seçimleri muhalefetin kazanıp kötü gidişatı tersine çevireceği vaadiyle bu saldırıya karşı protesto gösterisi bile düzenlememeye davet edildi; başka bir deyişle pasifize edildi. 

Kısacası “liyakat yoksunu” yönetici ve bürokratların uyguladığı “irrasyonel” bir program değil, Türkiye kapitalizminin içinde debelendiği yapısal sorun ve kriz eğilimlerinden yükü geniş emekçi kesimlere yıkarak çıkmayı deneyen açık bir sermaye programı devreye sokulmuştu.

Ne var ki sermayenin bu programı, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunu olan döviz açığı sebebiyle çok uzun bir süre devam ettirilemeyecek bir programdı. Düşük faizle desteklenen ekonomik büyüme, üretimin ithalata bağımlı yapısı nedeniyle dış ticaret açığına yol açmaya devam ediyor, ihracattaki artış bu açığı kapamaya yetmiyordu. Buna ek olarak bankaların ve şirketlerin dış borç yükü, uluslararası finansal sermayeye düzenli faiz ve kâr payı ödemeleri gerektiriyor, bu da döviz ihtiyacının devamına katkı sunuyordu. Dolayısıyla bu programı sürdürebilmek için devreye sınırlı da olsa bazı sermaye kontrolleri ile bankacılık ve döviz düzenlemeleri sokuldu. “Dost” ülkelerden Merkez Bankası’nın ödünç aldığı döviz rezervler, yabancılara vatandaşlık satışları ve ülkenin uluslararası mafya cenneti olmasına göz yumulması ile bu döviz açığı geçici olarak kontrol altında tutulmaya çalışıldı.

Mayıs 2023 seçimleri sonrasında ise “rasyonel” politikalar dönüş adı altında sermayenin ikinci programı devreye sokuldu. Bu program ise tanıdık bir program ve esasında seçimler öncesinde muhalefetin iktidara gelirse uygulamayı vaat ettikleriyle büyük oranda uyumlu. Yüksek faizler, geniş kesimler üzerindeki vergi yükünün artırılması, sermayeye çeşitli teşvikler ve kamuda tasarruf söylemiyle sosyal harcamaların azaltılmasından müteşekkil bir “kemer sıkma” programı. Programın öncelikli amacı döviz açığını kapatmak üzere yurtdışından para çekmek olarak öne çıkıyor. Bu amaçla uluslararası finansal sermayeye faiz artışları yoluyla yüksek getiri vaat edilirken bir yandan da onlar için “güvenilir” isimler ülkeye para çekmek için kapı kapı dolaşmaya başladı. 

Tüm bunlar yapılırken programın önemli bir hedefi de çalışanların yaşadığı reel ücret kaybının telafi edilmemesini sağlamak olarak karşımıza çıkıyor. Yani birinci programın emeğe karşı kazanımlarının korunması. Nitekim programın yürütücüleri ücret artışlarının enflasyona yol açtığı iddiasıyla bu artışların geçmiş enflasyona göre değil beklenen enflasyona göre yapılması gerektiğini savunmaktan geri durmuyor. Bunun anlamı, çalışanların son senelerde yaşadıkları reel ücret kayıplarının kalıcılaştırılması olacaktır. Bu tür programlar aynı zamanda işsizliği artırıcı programlardır ve bazı görece küçük ve fazla kârlı olmayan işletmelerin finansman yükünün artmasından ötürü tasfiyesini de içerebilir. Ek olarak elde kalan kamu varlıklarının, yer altı ve yer üstü zenginliklerin yerli ve uluslararası sermayeye satılması gündemdedir. Zaten halihazırda kamunun doğru düzgün sağlamadığı eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha da aşınması, daha fazla piyasaya bırakılması söz konusu olacaktır. 

Esasında “rasyonalite”ye değil Türkiye kapitalizminin sınırlarına dönülmüş durumda. Ancak bu ikinci program da yapısal çelişkiler içeriyor. Hedeflendiği gibi dış sermaye girişleri sağlanabilirse Türk lirasının değer kaybı yavaşlatılabilecek, bu da enflasyonun düşmesine katkı sunacaktır. Ancak bu sefer de verimsiz ihracatçı şirketler zarar görürken ithalat artacak ve kronik döviz açığı sorunu devam edecektir. Bu döviz açığı kısa vadede dış sermaye girişleriyle karşılansa bile orta vadede uluslararası finansal sermayeye yapılacak faiz ve kâr payı ödemelerini artırıp yeni yapısal sorun ve kırılganlıkların oluşmasına yol açacaktır.

Dış sermaye girişlerinin sağlanıp sağlanamayacağı ise daha ziyade uluslararası finansal koşullara bağlı olacaktır. ABD merkez bankası Fed’in yılın ikinci yarısından itibaren ABD’de faizleri indirmeye başlaması bekleniyor. Bunun da dünyada yeniden bir likidite artışına ve Türkiye ve benzer ekonomilere dış sermaye girişlerinde yükselişe yol açması bu ikinci programı uygulayanların en büyük beklentisi. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini göreceğiz. Ancak program yeterince dış sermaye çekmede başarısız kalır ise ekonomiyi yeni bir çalkantılı dönemin beklediği açıktır. Bu, kur artışları-fiyat artışları ya da kur-enflasyon sarmalının sürmesi anlamına da gelecektir. 

Nihayetinde iktidarın ve sermayenin tercihi, içeride sermayenin yüksek kârlılığını devam ettirip zengin ve varlıklı kesimlere servet aktarırken uluslararası iş bölümüne güvencesiz göçmen emeğiyle desteklenmiş ucuz emek üzerinden eklemlenen ve uluslararası finansal sermayeye ayrıcalıklar tanıyan bir ekonomik sistemden yanadır. 

Tüm bu manzara, ABD’li sermayedar Buffett’ın yukarıda alıntıladığım sözlerinin bugün Türkiye için geçerli olduğunu düşündürüyor. Sermayenin her iki programının da amaç ve sonuçlarının emeğin aleyhine olduğu açıktır. Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının bedelini emeğe ödeten bu programlara alternatif olarak yapısal sorunları çözmeye yönelik, emekten yana, eşitlikçi ekonomi politikaları kolaylıkla tasarlanabilir ve uygulanabilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bu politikaları talep eden, destekleyen bir toplumsal ve siyasal gücün varlığı gereklidir. Yani mesele “rasyonalite” yahut “liyakat” değil politik güç meselesidir. 

Öte yandan, ücretlerin baskılanmaya devam ettiği, işsizliğin arttığı, tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sermayenin sınırsız kullanımına sunulduğu bu programların devam ettirilebilmesi siyasi olarak baskı ve otoriterleşmenin artırılmasını gerektirecektir. Nitekim iktidarın her iki ortağı da oldukça açık bir biçimde bunun işaretlerini sergiliyor. Çalışanların güçlü bir örgütlenme ve mücadele sergileyemediği şartlarda, hele ki iktidarın uzun süreli seçimsiz ve dolayısıyla azıcık da olsa telafi mekanizmalarını kullanmaya ihtiyaç duymayacağı bir döneme girdiğimizi akılda tutmamız lazım.

*Kadir Has Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi , Prof. Dr. 

Bu yazı ozgurorhangazi.com/blog'dan alınmıştır.

                                                       /././

Ne Özgür Özel'in yandaşlığı ne Ümit Özdağ'ın ırkçılığı: Lezita işçisi boş laf değil mücadeleden yana (İrem Yıldırım-soL/Söyleşi)

Grevdeki Lezita işçilerinin ziyaretinde Özgür Özel, "Hak-İş de yandaş ama..." diye burun kıvırdı. Ümit Özdağ meseleyi ırkçılığa vurdu. Mücadeleyi yürütenler, neyin ne olduğunun farkında.

İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Abalıoğlu Grup'a ait piliç üreticisi Lezita’da grev pankartının asılmasının üzerinden 19 gün geçti. Öz Gıda İş Sendikası’nda örgütlü işçiler, patronun toplu sözleşme masasına oturmaması nedeniyle 7 Mart’ta iş bıraktı. Grev ilan edilmeden başlayan engelleme girişimleri, patron tarafından ara ara denenmeye devam ediyor. 

Fabrika önüne ses sistemi kurulmuş kesintisiz müzik açılmış, direniş alanı dikenli tellerle çevrilmiş, fabrikaya barikat yığılmış, girişe çok sayıda TIR dorsesi park ettirilmiş, grevci işçilerin toz içinde kalması amacıyla fabrika etrafındaki yola toprak dökülmüştü. Tüm bunlarla da kalınmamış grev kırıcılık için komşu fabrikalardan destek isteyen yönetim, greve engel olmak için Hindistan’dan işçi bile getirmişti. Getirdikleri işçileri güvencesiz koşullarda çalıştıran Lezita patronu, grev süreci boyunca yapılan hukuksuzluklarla pek çok kez gündeme geldi. Jandarmanın tavrının da patrondan yana olduğunu anlatan sendika yetkilileri, ilk günden bu yana hukuksuz tüm uygulamalara ses yükseltti, yükseltmeye devam ediyor.

soL’a konuşan Öz Gıda İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Göksel Şengün, hem muhalefetin umursamazlığını hem göçmen işçilerle grev kırma tartışmalarını değerlendirdi. 

'Ne bürokrasi ne siyasetçiler buradaki sorunların çözümüne dair tek bir adım atmıyor'

Şengün, haksızlıkların sürecin başından beri sürdüğünü söylerken kolluk kuvvetlerine de tepkili. “Ne bürokrasi ne siyasetçiler buradaki sorunların çözümüne dair tek bir adım atmıyor” sözleriyle durumu özetliyor. Sendikaların ciddi bir biçimde baskı altına alındığını dile getirirken “Anayasal hakların fiili olarak askıya alındığını görüyoruz” sözlerine örnek olarak Özak Tekstil'de BİRTEK-SEN'e verilen cezayı gösteriyor. Urfa'daki Özak Tekstil fabrikasında üyeleri işten atılan Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası'na (BİRTEK-SEN), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından, fabrikadaki diğer işçilere Öz İplik-İş Sendikası'ndan istifa etmeleri için baskı yaptığı iddiasıyla 1,5 milyon lira para cezası kesilmişti. Sendikaya kesilen ödenemeyecek miktarda cezaların altında yatan amacın işçilerin örgütlenme ve sendikalarını seçme haklarını engellemek olduğunu söylüyor. Cezanın kesinleşmesi, kabul edilmesi veya ödenmesinin bir “kırılma noktası” olduğunu söyleyen Şengün eğer böyle bir şey olursa cezanın genel uygulama haline geleceğine de dikkat çekiyor ve şunları söylüyor:

“Öz İplik İş Sendikası konunun tarafı ancak bana kalırsa onlar da dahil olmak üzere bu uygulamaya birleşik ve büyük bir karşı duruş sergilemeli. Parayla terbiye etme uygulamasına karşı tüm sendikalar ve konfederasyonlar net bir mücadele vermeli. İşçi sendikaları baskı altında tutulurken patronlar ise hiç bir kanun ve kurala uymuyorlar. Onlarca şikayet dilekçesi veriyoruz aylarca ses çıkmıyor. İşveren ufacık bir konu için şikayetçi olsa gece yarıları ifadeye çağrılıyoruz. Çalışma Bakanlık'ı işverenlerin istediği her türlü raporu adrese teslim yazıp veriyor. Sanki itiraz edilen, tanınmayan kendi verdiği yetki belgesi değilmiş gibi birde onu iptal etmek için işverenlerle aynı safta mücadele ediyor.”

Adalet mekanizmasının patronlardan yana olduğunu söyleyen Şengün, “İşverenler keyfi ve yalan yanlış sebeplerle istediği kadar işçiyi istediği anda işten çıkarıyor, tazminat vermiyor. Dava açıp kazanıyorsun mahkeme kararını bile tanımıyor. Bir de alacak davası ile uğraşıyorsun. Bu süreçleri uzatıp işçiyi perişan etmelerinin de hiç bir yaptırımı yok. İşçilerin alacakları enflasyon altında eziliyor, emekleri çar çur ediliyor ve Adalet mekanizması buna çanak tutuyor” sözleriyle gözler önüne seriyor işçilerin direnirken karşı karşıya kaldıklarını.

“Jandarmayla, polisle hakları için direnen işçinin karşısına dikiyorlar ama işverene dönüp ‘sen işçinin hakkını neden yiyorsun?’ diye soran yok” diyerek tepki gösteren Şengün, kolluk kuvvetlerinin her türlü ihtiyaçlarının şirketler tarafından karşılandığını söylüyor, hem de sadece Lezita’da değil, her yer için böyle.

''Mücadeleye tahammülü olmayanlar işçiye karşı jandarmaların jopuna sarılıyor yani. Yasal hale dönüşmemesi için hesap sormamız gerekiyor, fiili uygulamaları kabul etmemeliyiz.”

Özel ‘bunlar bizden değil’ demiş

Hem iktidara hem muhalefete tepkisi yüksek işçinin. CHP’nin de AKP’nin de işçi direnişi söz konusu olunca farklı noktalarda olmadığı gözler önüne seriliyor Şengün’ün anlattıklarıyla. Zira CHP’nin yeni genel başkanı olan Özgür Özel’in sözleriyle eski başbakan Binali Yıldırım’ın umursamazlığının sebebi pek farklı değil. Tüm siyasi partilere çağrı yaptıklarını, yapmak zorunda olduklarını anlatan Şengün şunları söylüyor:

“Buradan çıkacak sonuçları kestirmeyecek kadar saf değiliz. Herkes görsün duysun istiyoruz sadece. Binali Yıldırım'a gittik Hak-İş Başkanı’na ulaşacağını söyledi, dönüş olmadı. CHP Milletvekili Mahir Polat geldi, işverenle görüşeceğini söyledi dönüş olmadı. Özgür Özel'e gittik destek verdi ama söylemler de garip. Hak-İş Ak Parti'ye yakınmış ama emek dostu oldukları için greve destek veriyorlarmış. Özgür Özel bir liste yapsın kimin kime yakın olduğuna dair, biz de bilelim. Ne demek bu? Burada her partiye yakın işçiler var. Direniş alanına gelmeden, buradaki mücadeleyi sormadan, bizleri tanımadan, işçilerin durumunu sormadan cümlenin başlangıcına bakın.

Ne önemi var kimin kime yakın olduğunun, ayrıca bu mücadeleyi verenlerin kime yakın olduğunu nereden biliyorsunuz? Diğerlerini zaten biliyoruz da emekçilerin hakkını savunduğunu iddia eden partinin başkanının edeceği lafı mı bu? Demek ki bunların biri siyah biri lacivert. Hepsi aynı. İktidarın insanları ötekileştirmesinden bahsedeceksin ama buraya gelmeden, anlamadan, tanımadan ‘bunlar bizden değil’ diyeceksin. Peki madem. Bunlar bilmediğimiz gerçekler değil elbette. Sadece içinde bulunduğumuz grev sürecimiz ve Türkiye'nin her yerinde devam eden irili ufaklı mücadelelerin bize gösterdikleri, işçi arkadaşlarımıza öğrettikleri.”

'Bu uygulamalar ne göçmen işçilerin ne Türkiye işçi sınıfının çıkarına'

Lezita grevi aslında medyada defalarca yer bulsa da Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın grev alanına gitmesi ve grev kırıcı olarak patronun getirdiği Hintli işçiler gündemiyle duyuldu biraz da. Özdağ konuyu ırkçılık boyutuna çekerek başka bir siyaset üretmek istedi. İkileme dikkat çeken Şengün, "Bu uygulamalar ne göçmen işçilerin ne Türkiye işçi sınıfının çıkarına" diyor.

Patronların uzun zamandır uyguladığı bu yöntem “genel teamül” haline geldi. Bu durumu destekleyenlerden biri de devlet, çünkü patronlar açıklamalarında “devlet desteği, teşviği var” diyor. Son örneklerini Gedik Piliç ve Lezita’da gördüklerini söyleyen Şengün, “Meseleye göçmen düşmanlığı tartışmalarından çıkarak bakmak lazım” diyor ve anlatıyor:

“Bu işçiler yurtdışından getirilerek güvencesiz, sendikasız, kötü çalışma koşullarına mahkum edilerek çalıştırılıyor. Toplama kampı gibi alanlarda yaşamaya mecbur bırakılıyor. Hiçbir sosyal hayatları, hiçbir hak arama şansları, ses çıkartma şansları yok. Patronlar bu insanları acımasızca sömürüyor. Türkiye işçi sınıfına da göçmen işçiler sopası gösterilerek baskı ve sindirme politikası uygulanıyor. O zaman buraya naif şekilde yaklaşmamak lazım. Yabancı işçilerle bir derdimiz yok. Bu uygulamalar ne göçmen işçilerin ne Türkiye işçi sınıfının çıkarına. Türkiye'ye yabancı ve göçmen işçi getirilmesi konusuna net olarak bir karşı duruş sergilememiz gerekiyor.”

Mücadele, zaferin de habercisi

“Her şey kötü mü?” sorusuna yanıtı “Elbette hayır” oluyor. Olumlu örnekleri sıralıyor ve reçete olarak “Bizim ihtiyacımız olan bu örnekleri çoğaltmak” diyor ve ekliyor:

“Nakliyat İş'in Sivas RC Endüstri'de yaptığı mücadele örneğin. Bizim ihtiyacımız olan bu örnekleri çoğaltmak. Kararlı işçi ile güçlü ve ahlaklı sendika ve sendikacılarla birlikte yeni bir yol bulmalı veya yeni bir yol açmalıyız. Bunu yapamaz, aynı tas aynı hamam devam edeceksek herkes dükkanı kapatıp gitsin. Köyünde koyun baksın, düşsün işçinin sırtından. Yine Liman İş Borusan'da önemli bir kazanım elde etti. Gates'te Birleşik Metal grevin ertelenmesi tehditine rağmen kazandı. Tüm bu mücadeleleri veren işçileri ve sendikacıları yürekten kutluyorum.”

Agrobay Direnişi’nin turnusol kağıdı olduğunu anlatırken gerekçesini şöyle sıralıyor Şengün: 

“Siyasetin kirli yüzünü biliyorduk ama tekrar ifşa ettiler. AKP, CHP, İYİ Parti koalisyonu kurulmuş adeta Agrobay işçisinin karşısına. Hiçbir konuda anlaşamayanlar, işçiler söz konusu olunca patronun yanında hizalandı ve birleşti Onca sözler verildi iktidar ve muhalefet kanadından ancak tutulmadı. Her şeye rağmen biz işçilere güveniyoruz. İşçiler kararlı olursa, dirayetli durursa yukarıda anlattığımız zorlukların hepsini boşa düşürür. Bütün zorluklar önemini yitirir. Biz grevimizin 19. gününde kararlıyız, moralimiz yüksek, her şeye ve tüm zorluklara hazırız. Ancak bu gerçekleri ve karşımızda duran güçleri tüm Türkiye bu vesile ile tekrar görsün tekrar duysun istiyoruz.”

İrlanda Başbakanı ardında nefret, yoksulluk ve kaos bırakarak istifa etti - Çağdaş Gökbel / soL

 

Tüm vaatleri tıpkı çoraplarında olduğu gibi renkli bir masaldan ibaretti. Varadkar, yedi yıl boyunca bir masal sattı ve ülkeyi bir nefret dalgasının eşiğinde bıraktı.
İrlanda Başbakanı Leo Varadkar ve Kanada Başbakanı Justin Trudeau. Varadkar, kameralara renkli ve desenli çoraplarını gösteriyor.

Leo Varadkar, göçmen bir babanın oğlu. Liberal ideolojiyi tüm benliğiyle hangi siyasi temsil ediyor diye sorulsa gösterilecek altın çocuklardan biriydi. Yedi koca yıl boyunca İrlanda siyasetini domine etti, birbirine hiç benzemeyen siyasi unsurları meclis siyasetinin içinde başarıyla tuttu. Partisi Fine Gael'in kısa tarihine değinmeden önce Kanada Başbakanı Justin Trudeau ile verdiği fotoğrafa bakalım. Bu fotoğraf, bir döneme damgasını vuran liberal siyasetin tarihi belgelerinden biri. Demir elin yerini, kadife eldivene ya da renkli çoraplara bıraktığının bir vesikası...

Çağımızın en büyük yoksunluklarından biri 'tarih'. Yaşadığımız çağı bir akılsızlaşma çağına götüren şey bu: 'Tarihsizleştirme'. Fiziki ihtiyaçlarımızdan (yeme ve içme) nasıl yoksun bırakılıyorsak, aklımızın gıdası olan temel yöntemlerden ve düşünme pratiklerinden de yoksun bırakılıyoruz. Öyleyse Varadkar'ı tanımak için önce partisi Fine Gael'i tanımak zorundayız. Fine Gael, 8 Eylül 1933'de kuruldu. Bugünkü gibi o günlerde de Avrupa'da Nazizm canavarı kendisini göstermeye başlamıştı. Dünya, İspanya İç Savaşı trajedisine doğru yol alıyordu. Parti, böylesi bir siyasi atmosferde yazar arkadaşım Liam Cahill'in çok güzel bir biçimde özetlediği şekilde Katolik kilisesi, toprak ağaları ve şehirli bir grup burjuva tarafından kurulmuştu. İrlanda'yı tanımayan insanımız her ulusun yaşadığı birbirine çok benzeyen trajedileri görmezden geliyor (iç savaş ve devrimci muhalefetin iğdiş edilmesi).  Maalesef şerefle ve gururla yâd ettiğimiz tarihlerimize milliyetçiliğiyle kan ve gözyaşı bulaştıran ve bu tarihleri kirleten olaylar mevcut. Emperyalistler tarafından yağmalanan ve onlara karşı direncimizle yazdığımız bu tertemiz tarihi kirletenlerden arındıracak tek güç ise devrimcilerdir. İrlanda iç savaşında kurşuna dizilen cumhuriyetçi ve sosyalistler boş yere kurşuna dizilmemiştir. Sahne hızla Fine Gael rejimi için hazırlanmıştır. O zamanlar devletin eli buz gibi ve demirdendir. Partinin kurucularından Eoin O'Duffy roma selamıyla, mavi gömleklileriyle ve İspanya iç savaşına gönderdiği gönüllü faşist birliklerle nam salmıştır. İspanya iç savaşı üzerine çalışan Liam Cahill'e aramızdan ayrılmadan önce bu konuyu sormuştum. Gerçekten rahatsız olmuş ve bu konu hakkında genel yorumların dışına çıkmak istememişti. Aradan geçen zamanda cumhuriyetçi saflarda savaşan yiğit İrlandalıların hikâyesini araştıran ve yazan adama tarihin bu karanlık yönünü hatırlatmanın ne kadar rahatsız edici olduğunu şimdi daha iyi kavrıyorum. Yine de bir ülkenin sadece ışık saçan yönüne odaklanıp, bir 'sus' konsensüsü olan konularına eğilmemenin bugünü anlayabilmemizin önüne büyük setler çektiğine inanıyorum. Kısacası halklarımızı 'tarihsizleştirme' belasından kurtarmak bizim görevimiz. Fine Gael,  O'Duffy'nin karanlık mirasını 'kelt kaplanı' mucizesinden sonra hızlı bir halkla ilişkiler operasyonuyla silmeye ve düzeltmeye çalıştı. Leo Varadkar, bunun için biçilmiş kaftan gibi görünüyor. Esmer teni, renkli çorapları ve LGBTİ kimliğiyle kadife eldiven çağının parlayan yıldızıydı. IRA'nın ehlileştirildiği, herkesin parlamenter siyaset çevresinde 'aktivizm' yaptığı bir refah toplumunun sembolü oldu Varadkar. Katolik kökleri güçlü bir toplumda, yıllarca katolisizmin temsilcisi olmuş bir partinin lideri olarak Leo Varadkar, kürtaj referandumuna öncülük ederek ilericiliğini kanıtlıyor ve partisinin artık muhafazakar köklerinden uzaklaştığını muştuluyordu. Partinin köklerinden uzaklaşmadığını sözde gönüllü devrilişinde (istifasında) acı bir biçimde deneyimledi mi? Bu soruya kendisinden başkası elbette yanıt veremez. Ülkede görünürde yapılan tüm siyasi değişimlerin çoğu pratikte karşılık bulmadı. Kürtaj onlardan sadece biri. Pratikte karşılığı olmayan bu değişimlerin 'halkla ilişkiler' dışında bir işe yaramadığı açık. İrlanda zengin, İrlanda özgür ve İrlanda çılgın... Yeni özgürlükler başkentinde yani Dublin'de yoksulluk ve yoksunluk sinsice ilerliyordu. Ülkenin kuruluşundan beri başına bela olan mülk sahipleri, yoksul ve fedakâr İrlandalıya kan kusturmaya devam ediyordu. Elbette mülk sahibi sınıfların partisi olan Fine Gael, bu renkli demokrat maskesini daha fazla yüzünde tutamazdı. Sınıfsal gerçekler bu şeffaf perdeyi bir gün kaldıracaktı... Perde kalkarken, hedef şaşırtılması gerekiyordu ve Varadkar kendisini iktidara taşıyan tüm ideolojik unsurları bir kenara iterek, ırkçı grupların yükselişi için alan temizliği operasyonlarına izin verdi. Mülk sahibi sınıfların zalimliklerinin sorumluluğu mültecilere ve kritik işlerde çalışan göçmen adamın sırtına bırakıverilecekti. Oysa tarih bize ne söylüyor? Ken Loach'un İrlanda temalı filmlerinde işlediği gibi İrlanda Cumhuriyet Ordusu, İngiliz emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesi verirken o mücadelede canını ortaya koyan insanların aileleri kiralarını ödemedikleri gerekçesiyle evlerinden atılıyordu. Bu tarihi hafife alanlar, gerçeği sinsi bir milliyetçilik örtüsüyle örtmek isteyenlerdir. İrlandalı yoksul adamı evinden atan insanlar kimdir? Bu sorunun cevabı belirsizdir. Tüm dünyada kapitalizmin yüzyıllardır işlettiği emek transferinin kazananı kimdir? Bu sorulara cesur yanıtlar üretecek cesareti kalbinde taşımayan insanların James Connolly adını kin ve nefret siyasetiyle kirletmeye hakları yoktur. İrlanda için büyük değere ve öneme sahip bu yiğit adamların göç deneyimini (mültecilik-siyasi sürgün) doğrudan yaşadıklarını ve Amerika'da, İrlanda'nın bağımsızlığı için nasıl örgütlendiklerini biliyoruz.

                           James Connolly, 1 Mayıs 1908'de 8 bin kişinin karşısında Amerikalı işçilere sesleniyor.

Enternasyonalizmi ve emek transferinin (zorunlu göçün) anlamını İrlandalı adamdan başka kim bilebilir? Bu deterministik sorunun atladığı şey zamandır. Tarihin çürütemeyeceği ve kendi potasında eritip, yabancılaştıramayacağı hiçbir şey yoktur. Refah toplumunun tadına varan İrlanda orta sınıfı, Varadkar efsanesine sarılmıştır. Belki şu işçi sınıfını kasıp kavuran Covid-19 salgını ve büyük emperyalist güçlerin sağda solda çıkardıkları savaşlar yüzünden yola düşen milyonlar olmasa Leo Varadkar efsanesi bir 7 yıl daha yaşayabilirdi. İrlanda, bu acı rüyadan hızla uyandı ve ülkenin siyasi atmosferi kadife eldivenin rafa kaldırılacağına işaret ediyor. Kimsenin bir anlam veremediği, katılımın oldukça düşük olduğu ve cinsiyet eşitliği getirdiği iddia edilen 8 Mart referandumu ırkçıların küresel kapitalist komploya başkaldırdığı bir propaganda zeminine dönüştü. Koalisyon ve muhalefet sözde tüm unsurlarıyla bu referandum için 'evet' çağrısı yaptı. Oysa kimse sokakta çalışma yürüten ve anayasal değişikliğin ne anlama geldiğini anlatan birilerini görmedi. Şimdi, adını tek tek yazamayacağım ırkçı gruplar 24 saat esaslı kin ve nefret kustukları sosyal medyadan sürekli 'hayır' oyu verilmesi çağrısında bulundular. Böylesi demokratik özgürlük dünyada görülmüş şey değil. Elde kamera gördükleri yabancıya 'neden buradasın?' diye sorma özgürlüğünü her gün biteviye tattılar. Oysa benzer zamanda soykırım suçu işleyen İsrail'in büyükelçiliği önünde devrimcilerin yaptıkları eylemlere nasıl yaklaşıldığını biliyor muyuz? Elçiliğin duvarlarına kırmızı boya atanlar, elçiliğin içinde esir alındı ve Filistin için eylem yapanlar elçiliğe yaklaştırılmadı. Ukrayna savaşı çıktığında Rusya elçiliğinin önünde yapılan eylemlere ilişkin yaklaşımla, bu yaklaşımı karşılaştırın farkı rahatlıkla anlarsınız. Daha fazla bu yazıyı uzatmadan temel başlıkları sıralayıp, Varadkar'ın arkasında nasıl bir ülke bıraktığını ortaya koyalım.

  • Tüm dünyada düğmeye basılmışçasına 'mültecilik' başlığına oynayan ırkçılar (bunlar liberallerin sulandırdığı insanlar değil, baya baya ırkçılar. Nazilerle bağı elbette sorgulanmalı ve NATO doktrini doğrultusunda hareket ettiklerine dikkat edilmeli) küresel bir 'komünist' komplo içerisinde olduğumuzu iddia ediyorlar. Fine Gael, Fianna Fáil, Green Party ve Sinn Fein'in bu komünist komplonun bir parçası olduğunu söylüyorlar. Nazi kuramlarını bilenler tarihin tozlu sayfalarına bir göz atsınlar bakalım benzer ideolojik argümanlarla karşılaşacaklar mı? Fine Gael'in 'komünist' komplunun bir parçası olduğunu iddia etmek ve birilerini buna inandırmak 'tarihsizleştirme' işlemi yapmadan mümkün mü? İşte insanları böyle alıklaştırıyorlar.
  • İrlanda'nın NATO'ya resmi olarak üye olabilmesinin Varadkar ile mümkün olmadığı görüldü. Demek ki daha sert ve daha milliyetçi görünümlü bir iktidar ancak bunu gerçekleştirebilir. Renkli çoraplar maalesef savaş açlığını gidermekte yeterli bir unsur değil. Ülkesinin ırmağının akışına ölen faşist elemanların İrlandalı yoksul çocuklarının savaşlarda ölmemesinin sebebinin ne olduğu hakkında bir fikirleri var mı? Elbette var ve aptal değiller. Ancak Türkiye'de olduğu gibi sahiplerine daha fazla hizmet etmek istiyorlar ve yoksul çocukların NATO şemsiyesi altında oradan oraya savrulmasını ve emperyalizmin geleceği için ölmesini istiyorlar. Kendilerine sorarsanız çoğu NATO karşıtı çıkacaklardır. İktidara gelince Meloni gibi neler yapacaklarını göreceğiz.
  • Leo Varadkar, şirketlerin kârına kâr kattı. Koca teknoloji şirketleri ülkeyi adeta vergi cenneti (offshore) adası gibi kullandı. Milliyetçi ahmakların elbette bu taraflarla bir ilgisi yok. Ellerine kamera alıp kolaylıkla güç geçirebilecekleri insanları her gün kayda alanların Apple binasına gidip 'bu ülkeye ne kadar vergi ödüyorsunuz?' sorusunu soracak cesaretleri yok. Keşke bir gün cesaret etseler ve o zamana kadar demokrasi diye kendilerine göz yuman güçlerin nasıl davrandığını bir izleyebilsek. Göçmenlerin konakladıkları yerleri ya da muhtemel konaklayacakları yerleri yakan ama ne hiktmetse tek bir kişinin adalet karşısına çıkarılmadığı soruşturmalardan bahsediyorum. "Medeni Avrupa'da olmaz öyle şey!" diyenleri duyar gibiyim. Sivas'ta otel yakan faillerin, Avrupa'da mülteci kamplarını yakan faşistlerin tamamı demokratik haklarını yakma ve öldürme hürriyetlerini sınırsızca kullanabildiklerine tanıklık etmeye devam ediyoruz.
  • Leo Varadkar, iktidara geldiği günden beri konut krizi katlanarak arttı. Sermaye sınıfına hizmet etmekle görevli olduğu için bir türlü sosyal konut inşa edemedi. Tüm vaatleri tıpkı çoraplarında olduğu gibi renkli bir masaldan ibaretti. Varadkar, yedi yıl boyunca bir masal sattı ve ülkeyi bir nefret dalgasının eşiğinde bıraktı. İşte aşağıdaki görselde Fine Gael hükümetlerinin bu konudaki performansını net bir biçimde görebilirsiniz.
    İrlanda'da 2011'de 3 bin 744 olan evsizlerin toplam sayısı 2024 yılında rekor düzeye ulaşarak 13 bin 531'e ulaştı.

İşte Leo Varadkar'ın İrlanda rüyasının sonu. Başbakanlık görevinden ve partisinin liderliğinden istifa eden Varadkar, partisinin gerçek kimliğini daha fazla gizleyemeyeceğini hissetti. Referandum bu siyasi çatlağı gösteren biricik işaret oldu. Şimdi, Fine Gael içinde yükselen sesler artık liberalizm oyunun sonuna gelindiğine işaret ediyor. Küresel bir savaşın eşiğinde parti yine kuruluş kodlarına doğru dümen kırıyormuş gibi görünüyor.

Tüm bunlar yaşanırken Fine Gael'in liderliğine ise Simon Harris geldi. Elbette bu parti için tatmin edici bir değişim gibi görünmüyor; ancak ülkenin genel seçimlere biraz daha yumuşak ilerlemesi Harris tarafından sağlanabilir. Fine Gael, liderliği şimdilik emaneten idare edilecekmiş gibi görünüyor. İrlanda'nın yeni başbakanı (Taoiseach) 9 Nisan'da İrlanda meclisinde (Dáil Éireann) yapılacak oylama sonucunda bir süpriz olmazsa Simon Harris olacak.

Ukrayna savaşı, Avrupa'nın siyasi terazisini tehlikeli bir biçimde sarstı. Kıtanın önemli ekonomi devleri, varlığını ucuz göçmen sömürüsüne borçlu. Nasıl ki ABD'de durgunluk sürekli gelen göçle önleniyor ve Dünya Bankası bunu açık bir biçimde not ediyorsa sermaye bu göç olmadan yapamaz. Bu yüzden yeni faşist hareketin nefreti hangi düzeye kadar yükseltebileceğini göreceğiz. Leo Varadkar ise tüm liberal görüntüsüne rağmen Ukrayna savaşı sırasındaki korkunç ifadeleriyle hatırlanacak. Ukraynalı mültecilere sunulan imkanların sorgulandığı bir toplantıda, Ukraynalıların Avrupalı, beyaz ve hristiyan kimliğine yaptığı atıf hafızalardan silinebilecek bir şey değil. Ne olmuştu, renkli çoraplar giyen ve cinsiyet eşitliğini savunan o güzel çocuğa? Almanya'da Nazi deneyimini doğrudan yaşayan entelektüellerin işaret ettikleri önemli bir nokta vardı: 'Liberaller'. On dokuz yaşında genç bir adamken bu deneyimleri okuduğumda sürekli özgürlüklerden bahseden liberallerin nasıl Nazileri iktidara taşıyan önemli bir rol oynadığını idrak etmekte zorlanırdım. Şimdi, Avrupa siyasetinin doğrudan içine baktığımda ve yaşanan değişimlerin baş döndürücü hızına tanıklık ettiğimde görüyorum ki liberaller için yazılanların eksiği var, fazlası yok diyebiliyorum. Yeni bir küresel savaşın ve yeni bir faşizmin eşiğinde duruyoruz. Yeni diyorum ama siyasi söylemlerini tarihsel faşizmin köklerinden alan bir çıldırmanın önüne geldik duruyoruz. Bolşeviklerin tarihe bir mesaj olarak bıraktıkları parola artık her zamankinden daha fazla güncel. Ya devrim ya da savaş; insanlık için başka bir yol yok.

Çağdaş Gökbel / soL

Moskova saldırısı: Arkasında kim var, sonuçları ne olacak, adı geçen IŞİD-H grubunun Türkiye ile bağlantısı ne? -Buse Söğütlü/T24

 

Gazeteci Hediye Levent, Moskova saldırısının şifrelerini ve saldırının ardından yükselen tartışmaları yorumladı. Levent, saldırının sonuçlarını Rusya’nın kimi fail olarak işaret edeceğinin belirleyeceğini söyledi. Gazeteci Hale Gönültaş da saldırıda izi olduğu söylenen IŞİD-H grubunun Türkiye ile bağlantısını anlattı.

Rusya, 2004 yılında gerçekleşen ve yaklaşık 330 kişinin ölümüyle sonuçlanan Beslan rehine krizinden sonra en kanlı saldırılardan birini geçen cuma günü yaşadı. Rusya devlet başkanının resmî ikametgâhı olan Kremlin’e 20 kilometre uzaklıkta bulunan Crocus Belediye Salonu’nda gerçekleşecek ‘Picnic’ rock grubu konserinden önce en az 139 kişinin öldüğü, onlarca kişinin yaralandığı bir saldırı gerçekleşti.

Saldırganlar, yaklaşık 20 dakika süren saldırının ardından kaçmayı başardı. Saldırıdan 14 saat sonra Rusya Federal Güvenlik Servisi (FSB) saldırıyı düzenleyen dört kişinin de dahil olduğu 11 kişinin yakalandığını açıkladı. Daha sonra saldırıyı gerçekleştirdiği söylenen ve haklarında ömür boyu hapis cezası istenen 4 kişinin Rus devlet medyası tarafından işkenceli sorgu görüntüleri paylaşıldı.

Rusya’da sivillerin öldüğü en büyük ikinci saldırıyı, IŞİD, Telegram üzerinden yaptığı bir açıklamayla üstlenmişti. Daha sonra saldırının arkasında, IŞİD’in Horasan kolu olan IŞİD-H grubunun olduğu söylenmişti. 

“IŞİD’in tarzının olmaması, en belirgin tarzı”

Orta Doğu çalışmalarıyla bilinen gazeteci Hediye Levent, saldırıyı IŞİD’in gerçekleştirdiğini düşündüğünü ve saldırının IŞİD’in eylem tarzına uygun olmadığı yönündeki görüşlere katılmadığını söyledi. “IŞİD’in tarzının olmaması, en belirgin tarzı” diyen Levent, şunları kaydetti: 

“IŞİD, El Kaide’den farklı olarak ‘yalnız kurt’ dedikleri birtakım eylemler de gerçekleştirebiliyor. Örgütün içinde olmayan, örgütten herhangi bir eğitim almamış ve hatta örgüte eğilimini sormamış sempatizanlar da eylem yapabiliyor. Daha sonra canlı yakalandıkları eylemler de var; kendilerini mutlaka öldürdükleri ve kaçmadıkları yorumlarına katılmıyorum”

İstanbul’da gerçekleşen Santa Maria kilisesi saldırısından sonra da saldırganların olay yerinden kaçtığını hatırlatan Levent, “Bunun arkasında bir devletin olup olmadığını tartışmak spekülasyona giriyor” diye ekledi. 

Kanlı saldırıyı izleyen saatlerde ABD’nin 7 Mart’ta kendi vatandaşlarına yaptığı ve BBC’nin “alışılmadık derecede ayrıntılı” bulduğu saldırı uyarısı gündeme gelmişti. Uyarıda büyük katılımlı etkinliklere yönelik IŞİD saldırısı planlarından bahsedilmesi ve burada da özellikle konser salonlarına işaret edilmesi, saldırıdan hemen sonra Rusya’nın ABD’nin uyarısını dikkate almadığı yorumlarına neden oldu.

Gazeteci Levent, başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerin konsolosluklarının ve elçiliklerinin bulunduğu diğer ülkelere yönelik istihbarat faaliyetleri yürüttüğünü hatırlatarak “Sonuçta Suriye sahasında Amerikalılar da var. Yine IŞİD ya da El Kaide gibi örgütleri de yakından izlediklerini de biliyoruz. Amerikalıların bu uyarısı istihbari bir eylem gibi görünüyor. Rusya’nın bunu ciddiye almadığı yönünde birtakım iddialar var. Ama o süreci de tam bilmiyoruz. Çünkü Amerikalıların böyle bir istihbaratı var ama istihbaratta detay var mı, yok mu, genel bir uyarı mıydı, onu da bilmiyoruz” yorumunda bulundu. 

“Ukrayna’ya kaçmaya çalışmaları eylemin arkasında Ukrayna’nın olduğunu göstermez”

Saldırıda IŞİD-H’nin izi ön plana çıkarken diğer yandan da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, dört saldırganın Ukrayna’ya kaçmaya çalışırken yakalandığını ve Ukrayna tarafında onlar için bir geçiş hazırlanmış olduğunu söylemesi gözleri Kiev’e çevirdi. Ukrayna bu iddiayı “absürt” olarak niteleyip reddetti. Ancak bugün Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova’nın “ABD, IŞİD ile kendisini ve Kiev rejimini kurtarmaya çalışıyor” şeklindeki sözleri Moskova’nın Ukrayna’yı işaret etmeye devam ettiğini gösteriyor. 

Hediye Levent, saldırganların Ukrayna’ya kaçmaya çalışırken yakalanmasını iki şekilde açıklıyor: Rusya ile uzun süredir ciddi bir savaşın içinde olan düşman devlet Ukrayna’da ‘kendilerini daha güvende hissedecek olmaları’ ve olası bir durumda Ukrayna’nın bu kişileri Rusya’ya iade etmeme ihtimalinin yüksekliği. 

Levent, “Rusya ve Ukrayna arasında çok uzun süredir ciddi bir savaş devam ediyor ve bu iki ülke nihayetinde düşman ülkeler. Daha önce Türkiye’de gerçekleşen çeşitli saldırıların ardından saldırganların ya da saldırıyla bağlantısı olan insanların savaşın çok şiddetli bir şekilde devam ettiği Suriye’ye geçmeye çalıştığına da şahit olduk. Bu isimlerin Ukrayna’ya kaçmaya çalışmaları bu eylemin arkasında Ukrayna’nın olduğunu bence göstermez ifadelerini kullandı. 

IŞİD, neden doğrudan Rusya’yı hedef aldı?

IŞİD’in doğrudan Rusya topraklarında bir saldırı gerçekleştirmesi de tartışma konusu oldu. Bu konuda uzmanlar arasında en çok Rusya’nın Suriye’deki faaliyetleri nedeniyle IŞİD’in hedefi olduğu yorumu öne çıktı. Gazeteci Levent, bu yoruma katıldığını ve örgütün Rusya’da bir eylem gerçekleştirmesinin ‘çok da şaşırtıcı olmadığını’ belirterek şunları söyledi: 

“Rusya zaten radikal örgütlerin hedefinde olan bir ülke. Diğer taraftan zaten Rusya’nın Suriye meselesine, özellikle de İdlib meselesine bu kadar şiddetli bir şekilde dâhil olmasının temelinde ise Rusya kökenli ya da Rusya pasaportu taşıyan çok sayıda cihatçının Suriye’de bulunuyor olması, diyebiliriz. Bunların başında Türkistan İslam Partisi geliyor. Bunlar da İdlib’in Cisr er-Şuğur kasabasında aileleri, eşleri ve çocuklarıyla birlikte yaşıyorlar. Rusya’nın Suriye’deki eylemlerinin IŞİD gibi örgütleri özellikle rahatsız ettiğini de biliyoruz”

“El Kaide, IŞİD ve IŞİD-Horasan gibi örgütlerin arasında geçirgenlik var”

IŞİD-Horasan grubu, saldırıyı üstlenmesi nedeniyle son günlerde gündemde. Moskova saldırısının arkasında Afganistan merkezli IŞİD-Horasan grubu militanlarının olduğunun özellikle ABD tarafından dile getirilmesi görece küçük bir yapılanma olan grubun bu tür eylemleri yapabilme kapasitesine ilişkin tartışmaları da beraberinde getirdi. Levent’e göre bu tür örgütlerin etkin ve aktif hale gelmesini sağlayan kimi koşullar var: 

“El Kaide, IŞİD ve IŞİD-Horasan gibi örgütlerin arasındaki geçirgenlik çok hızlı olabiliyor. Herhangi bir militan El Kaide’deyken, IŞİD’e, oradan IŞİD-Horasan’a geçebiliyor. Bu, radikal eğilimleri olan insanların örgütlere ulaşmasını kolaylaştırabiliyor. Öte yandan Arap Ayaklanması ile birlikte Orta Doğu’daki kaos hali, Irak’taki güvenlik zafiyetleri, Suriye’de devletin çok yıpranmış olması, Afganistan’da Taliban’ın gelişi gibi faktörler bunda etkili”

Bu tür örgütlerin tüm dünyada propaganda faaliyetleri olduğuna ve ‘deep web’i etkili bir şekilde kullandıklarına dikkat çeken Levent, “Başta Suriye ve Irak olmak üzere, dünyanın hemen her yerinden radikal eğilimleri olan insanlar dünyaya yayıldı. Bu kişiler bizzat El Kaide, IŞİD ve IŞİD-Horasan gibi örgütlere katıldılar” dedi. 

“Moskova saldırısının sonuçları olacak ama bunu Rusya’nın kimi işaret ettiği belirleyecek”

Moskova saldırısının kimi sonuçları olacağının altını çizen Levent, şu anda bu konuda net bir tablo olmadığını söyledi. Saldırının Rusya’nın kalbinde gerçekleşmiş olması, konser salonundaki savunmasız kişilere yönelik gerçekleştirilmesi ve can kaybının yüksekliği gibi nedenlerle Moskova’nın bu konuda baskı hissedeceğini söyleyen Levent, şöyle devam etti: 

“Burada önemli olan şey Rusya’nın, Putin’in ve Rusya’yı yönetenlerin kimi neyle suçlayacakları. Eğer IŞİD’i sorumlu olarak gösterirlerse IŞİD karşıtı, İdlib başta olmak üzere ve Afganistan içinde ayrıca Türki Cumhuriyetler içinde açık veya örtülü saldırılar, operasyonlar gerçekleştirebilirler. Sonuç olarak Moskova saldırısının sonuçları, Moskova’nın nereyi fail olarak işaret edeceği üzerinden okumak gerekiyor”

“Rusya, İdlib’e yönelirse Türkiye için de sonuçları olabilir”

Saldırının Ankara-Moskova hattında da kimi sonuçlarının olabileceğini kaydeden Levent, “Eğer gerçekten Türkiye’nin çok fazla vurgulandığı bir süreç olursa Rusya, Türkiye’ye de baskı yapacaktır. Ama Türkiye-Rusya ilişkilerinin olumsuz etkileneceğini düşünmüyorum. Çünkü  Türkiye-Rusya arasında çok geniş ve çok sayıda dosya konusunda iş birliği var. Sadece konuyla ilgili iletişim ve istihbarat paylaşımının hızlanacağını söylemek mümkün” dedi. 

Ancak Hediye Levent, Rusya’nın saldırıdan doğrudan IŞİD’i sorumlu tutması ve bu kapsamda İdlib’e yönelik kimi hamleler yapması durumunda durumun Türkiye açısından da sonuçları olabileceğinin altını çiziyor. 

IŞİD-H grubu Türkiye üzerinden uluslararası dolaşımı nasıl sağlıyor?

Moskova saldırısını Afganistan merkezli IŞİD-H grubundan militanların gerçekleştirdiğinin gündeme gelmesinin ardından grubun Türkiye’deki faaliyetleri yeniden gündeme geldi. Gazeteci Hale Gönültaş, IŞİD-H’nin Türkiye’deki faaliyetlerini daha önce de yazmış ve bu konudaki haberlerinden birkaç gün sonra İstanbul’da Santa Maria kilisesinde söz konusu grup mensubu IŞİD militanlarının saldırısı olmuştu. 

Gönültaş, daha önce Artı Gerçek’te İstanbul Başsavcılığı’nca MİT ve FBI’ın istihbari bilgileri ile sanıkların ifadelerinden hazırlanan iddianameden bilgiler vererek IŞİD-H’nin örgütlenme konusunda Türkiye’yi üs olarak kullandığını yazmıştı.

Gazeteci Gönültaş, Türk militanların yanı sıra Orta Asyalı militanların da örgütlendiği Horasan yapılanmasının, IŞİD’in Afganistan kolu üzerinden koordine edildiğini ifade ederek bu trafikteki Türkiye bağını “Afganistan’a gitmek isteyen militanlar hava yolu ile Türkiye’ye geliyor. Suriye’de IŞİD saflarında çatışmalarda bulunduktan sonra Suriye sınırını kaçak yollarla geçerek Türkiye’de yaşamlarını sürdüren militanlardan özellikle savaş ve patlayıcı madde konusunda uzmanlığı bulunanlar çağrılmaları durumunda Afganistan’a gidiyor. Ayrıca canlı bomba faaliyeti için hazırlanan militanlara silah sağlama konusunda destek veriyor” ifadeleriyle anlattı. 

Kaldıkları otellere kadar biliniyor

İstanbul Başsavcılığı’nca MİT ve FBI’ın istihbari bilgileri ile sanıkların ifadelerinden hazırlanan iddianameden bilgiler veren Gönültaş, IŞİD militanlarının Türkiye’de başka IŞİD mensupları tarafından ‘karşılandığını’ ve İstanbul’daki bazı otellere yerleştirildiğini açıkladı.

Orta Asya’dan gelip Afganistan’a gitmek üzere İstanbul ve çevre illerdeki otel ve evlerde bekletilen militanların uluslararası dolaşımı hangi yollarla sağladığını anlatan Gönültaş, Orta Asyalı militanların önce Türkiye’ye kendi pasaportlarıyla geldiğini, grubun Türkiye’deki üyelerinin yönlendirmesiyle İstanbul ve çevre illerdeki otel ve evlerde kaldıktan sonra da Afganistan’a geçerken pasaportlarını ‘kolay bulabilecekleri yerlere’ gömdüklerini söyledi. 

Gönültaş grubun sorumlusu tarafından militanlara Afganistan kimliği verildiğini ifade ederek “Van ve Ağrı üzerinden İran sınırını geçerken sınır görevlilerine ve giriş yaptıktan sonra da İranlı yetkililere Afgan olduklarını beyan ediyorlar. Militanlara, Türkiye’ye gelmeden önce uzunca bir süre online Afgan dili, şiveleri ve kültürü konusunda eğitim veriliyor” dedi. 

Al-bırak uygulaması

IŞİD’e yönelik düzenlenen operasyonlara dikkat çeken Gönültaş, “Elbette ‘Her gün bu kadar operasyon düzenlenirken, halen Türkiye için nasıl bu kadar tehlike arz edebiliyorlar?’ sorusu akıllara geliyor.  Özellikle yabancı uyruklu militanlara karşı ‘al-bırak’ uygulaması var. Türk ceza ve infaz sistemine göre bir IŞİD’li, IŞİD saflarında işlediği suçlardan yargılanmıyor” dedi. 

Özellikle IŞİD silahlı terör örgütüne üye olma ve yöneticilik gibi suçlardan yargılanan IŞİD’li, eğer etkin pişmanlık yasasından yararlanmazsa genellikle altı, en fazla yedi yıl ceza aldığını söyleyen Gönültaş,  infaz hukuku açısından da aldığı cezanın üç yılını tamamlarsa avukatının 'uzun tutukluluk' itirazı sonucu tahliye edilebildiğini iddia etti. 

Yine Gönültaş’ın iddiasına göre yabancı uyruklu sanıkların bir kısmı 'delil yetersizliği’nden adli kontrol şartı ve yurt dışı çıkış yasağıyla serbest bırakılırken büyük bölümü, sınır dışı edilmek üzere geri gönderme merkezlerine gönderiliyor; sınır dışı edilen militanlar da sahte pasaportlarla Türkiye’ye yeniden geliyor. 

Buse Söğütlü/T24


T24 KÖŞEBAŞI - 26 MART 2024 -

 

Servet vergisi gelebilir mi? (Murat Batı)

Olası bir servet vergisinin alınması/getirilmesi durumunda biri neden diğeri de netice olmak üzere iki temel engel bulunmaktadır. Neden sorusunun cevabını Anayasal ilkelerde; netice sorusunun cevabını ise 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nda aramak gerekiyor.

Bu aralar servet vergisi gelmeli söylemi yine konuşulmaya başlandı. Bir firmanın yönetim kurulu başkanı 6 milyon TL’den fazla servete sahip olanlardan yüzde 1’lik bir servet vergisi alınsın, tahsil edilen bu verginin bir kısmı 6 Şubat’ta zarar gören illere harcansın ve kalan kısmı da başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesi’nin kentsel dönüşümü için harcansın şeklinde bir öneri getirdi.

Servet vergisi elbette getirilsin ama depremin yaralarını sarmak ve kentsel dönüşüm için getirilecek bu vergi depremin yaralarını sarmak ve kentsel dönüşüm için kullanılabilecek mi? sorusuna cevap bulmamız gerekiyor. Hadi bu vergiyi getirdik diyelim, bu yeni vergi Anayasa Mahkemesinde iptal edilebilir mi?

Yani öyle bir servet vergisi getirilmeliyiz ki bu vergi, depremin yaralarını sarmak üzere ve kentsel dönüşüm için kullanılmalı ilaveten de bu yeni Anayasa Mahkemesi tarafından da iptal edilmemelidir. 

Görüldüğü üzere konunun birden fazla cevap bekleyen ayağı var. Bunlardan en anlaşılır ve insani olanı bir servet vergisi getirilmeli ayağıdır. Evet kesinlikle getirilmeli ama…

Olası bir servet vergisinin alınması/getirilmesi durumunda biri neden diğeri de netice olmak üzere iki temel engel bulunmaktadır. Neden sorusunun cevabını Anayasal ilkelerde; netice sorusunun cevabını ise 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nda aramak gerekiyor.

Şöyle ki…

Servet kavramından ne anlamalıyız?

Öncelikli temel sorun servet kavramından ne anlaşılması gerektiğidir. Servetten anlaşılan sadece finans kurumlarında bulunan nakit, hisse senedi, tahvil, bono vs gibi finansal enstrümanlar mı yoksa sahip olunan gayrimenkuller mi? Dünya ölçeğinde bu soruların cevabı genel olarak banka ya da finans kurumlarında bulunan mevduatlar olarak kabul edilmiş. Bizde önerilen servet vergilerine bakıldığında önerilerin öbeğinde banka ya da finans kurumlarında bulunan TL ve yabancı paralar bulunmaktadır. Ben de bu yazıda bunu bu şekilde kabul ederek değerlendirmelere devam edeyim.

6 milyon TL’den fazla “servete” sahip olanların sayısını bilmiyorum. Ama bu kişilerden 6 milyon TL gibi bir tutarı aşan mevduata (servete) sahip olanlardan belli bir oranda özel bir servet vergisi alabilir miyiz? Elbette alabiliriz ama öncelikle verginin ekonomik sonuçlarından ziyade özellikle Anayasal olarak mümkün olup olmadığını ele almamız gerekmektedir.

Bir düzenleme ister kanunla ister Cumhurbaşkanı kararı isterse de başka bir enstrümanla yapılsa bile Anayasa’nın herhangi bir hükmüne aykırılık oluşturmaması gerekmektedir. Özellikle vergi hukuku ile alakalı yapılan düzenlemeler Anayasa’nın 2’nci maddesinde yer alan sosyal hukuk DevletiAnayasa’nın 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik 13’üncü maddesinde yer alan ölçülülük ve 35’inci maddesinde yer alan mülkiyet hakkının ihlali gibi ilkeler ile çelişmemelidir.

Buna göre;

Özel bir servet vergisinin Kanunla konulması gerekmektedir.

Anayasa’nın 73’üncü maddesinin 3’üncü fıkrası gereği vergiler ancak kanunla konulur. Bunun için kendine ait bir kanun ya da özel iletişim vergisinde (deprem vergisi) olduğu gibi var olan bir kanuna ekleme yapılabilir. Bu düzenlemenin ise kesinlikle kanunla yapılması gerekmektedir. Kuvvetle muhtemel bu tarz bir verginin konulması bu aralar oldukça popüler bir yöntem olan torba kanun ile yapılır. Kanunla konulması dışında Cumhurbaşkanı kararı ya da genel tebliğ gibi bir düzenleyici işlemle bu verginin konulması mümkün değildir.

Özel servet vergisi kanunu hangi amaç için konulacak?

Getirilecek özel bir servet vergisinin meşru bir amacının olması gerekmektedir. Bu amaç, depremde zarar görenler ve kentsel dönüşüm için kullanılmak üzere tesis edilebilir. Ancak burada da bir engel var ki bu da 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesinde “Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır.” ilkesidir.

Bu, ademi tahsis ilkesi olarak da adlandırılır. Genel bütçeye doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve yine bu vergiler toplandığı yer ya da konusuna bakılmaksızın bütçe kanununun izin verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilir. Tıpkı deprem vergisi olarak bilinen özel iletişim vergisinde olduğu gibi. Akıbeti aynı olma ihtimali çok yüksek.

Her deprem sonrası nerede bu deprem vergileri? sorusuna her seferinde yazılarımda bu yanıtı verdim. İşte tam da bu noktada genel bütçeye gelir kaydedilen ve depremin yaralarını sarmak amacıyla getirilecek servet vergisinin sadece deprem için kullanılması 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesi uyarınca mümkün görünmemektedir.

Olur da depremde zarar görenler ve kentsel dönüşüm için bir servet vergisi getirilirse bunu zelzele vergisi diye adlandıracağız. Yani bu amaçla getirilecek vergi hazineye aktarılacak sonrasında ise bütçe kanununda yer alan duble yol, lüks makam araçları gibi harcamalara gidecek. Ve maalesef her deprem sonrasında nerede bu zelzele vergileri? diye soracağız. Benden uyarması…

Konulacak bir “özel servet vergisi” Anayasa’nın eşitlik ilkesini de zedelemeyecek

Anayasanın muhtelif hükümleri uyarınca vergi yükü vatandaşlar arasında adil ve dengeli dağıtılmalıdır. Günümüzde çağdaş devlet olmanın ve hukukun üstünlüğü ilkesini yaşama geçirmenin yolu hukuk devleti olabilmektedir. Hukuk devletinin unsurlarından en önemlilerden biri eşitlik ilkesidir. Devletin eşitlik ilkesine aykırı bir yasal düzenleme ihdas edebilmesi için bu yasal düzenlemenin “haklı bir nedene (meşru amaç)” dayanması ve kamu yararı nedeniyle bu yola başvurması gerekmektedir.

Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi, içtihatlarında haklı neden kriterinin kesin bir tanımını yapmış değildir. Anayasa Mahkemesi, önüne gelen somut vakanın durumuna göre gereklilikzorunlulukdengeli ve makul ölçüler gibi ifadelerle bu kriteri açıklamaya çalışmaktadır.

Fakat bu konuda şu söylenebilir ki her durumda eşitlik ilkesinden sapmayı gerektirecek bir ayrım kriterinin ayrımın amacına uygun olması gerekecektirBu minvalde ademi tahsis ilkesinin varlığı, eşitlik ilkesinden sapmak için gerekçe gösterilen depremin yarattığı sosyal adaletsizlikleri gidermede kullanılamayacak bir servet vergisini Anayasaya aykırı hale getirebileceği gibi, yüksek bir vergi oranının belirlenmesi durumunda mülkiyet hakkı, ölçülülük ilkesine aykırılık sebebiyle de ihlal edilmiş olacaktır.

Ezcümle

Deprem sonrası milyonlarca insanın gelir kaybına uğraması sosyal devlet ilkesini daha anlaşılır hale getirmiştir. Haliyle devletlerin sosyal devlet ilkesini vatandaşları açısından efektif hale getirebilmesi için yeni kaynaklar yaratması gerekmektedir. Bu kaynaklardan biri olarak düşünülebilecek servet vergisi Türk hukukunda bilhassa eşitlik ilkesi bakımından sorun yaratabilecektir.

Her ne kadar yasama organının nisbi eşitlik gereği zorlayıcı durumlarda genel eşitlik prensibinden sapmalar yapma konusunda takdir haklarının olduğu düşünülse de bu takdir hakkının keyfi olmaması, meşru ve somut bir amaca yönelik olması gereği ortadadır.

Türk vergi hukukuna hâkim ilkelerden biri olan ve evvelden beri tartışılan ademi tahsis ilkesi gereğince depremin yaralarını sarmak ve kentsel dönüşüm amacına özgülenmiş olarak belli bir kesimden alınacak servet vergisinin amacına uygun kullanımını sağlayacak somut yasal düzenlemeler yapılmayıp toplanan verginin genel bütçe içerisinde kaybolması bu vergisel düzenlemenin Anayasaya uygunluğunu tartışmalı hale getirecektir. Sosyal devlet ilkesini gerçekleştirmenin önemli olduğu kadar vergilerin harcanmasındaki şeffaflığın da önemli olduğunu unutmamak ve hukuk devleti ile eşitlik ilkesi gibi ilkeleri sosyal devlet kavramının arkasına sığınan bir popülist söylemin kucağına da bırakmamak gerekmektedir.

Yukarıda belirttiğim şekildeki bir servet vergisinin birçok Anayasal hakkı ihlal etmesi olasıdır. Bu verginin Türkiye uygulamasında son dönemde sıklıkla görüldüğü üzere kanun harici bir norm ile konulmasının beraberinde getireceği Anayasaya aykırılık sonucunun yanı sıra, eşitlik ilkesi ve mülkiyet hakkını ihlal edecek içerik ve orantısızlıkta olması da ihtimal dâhilindedir.

Ezcümle, olası bir servet vergisi toplanır ve depremin yaralarını sarmak ile kentsel dönüşümü sağlamak için harcanabilir ama ademi tahsis ilkesi olmasaydı; yüksek servet sahiplerinden özel bir servet vergisi alınabilir ama eşitlik ilkesi olmasaydı.

Bu konunun özellikle Anayasa hukukçularınca tartışılıp ülke menfaatine daha uygun bir hale evrilmesi dileğiyle…

                                                                  /././

Emniyet'te dikkat çeken iki istifa! (Tolga Şardan)

İki polis müdürünin, her ne kadar kamu görevinden istifa etse de, geçmişte yaptıkları görev sırasındaki sicillerinin kaybolmayacağı aşikâr.

İçişleri Bakanlığı'na Ali Yerlikaya'nın atanmasıyla birlikte geçmişe dönük suç ve suçlularla mücadelede kısmen mesafe alan emniyet teşkilatında ilginç gelişmeler yaşanıyor.

İlginç olduğu kadar da önemli işaretler veriyor, bu gelişmeler.

Yeni bakanın gelişinden sonra yapılan kadro tasfiyeleriyle boşalan makam ve mevkilere yönelik, teşkilat içindeki farklı dini grup ve yapıların birbirleriyle mücadelesi – hatta 'savaş' dense yeridir – hız kesmeden devam ediyor maalesef.

Çok seslendirilmese de; köşe bucak, kapalı kapılar ardında, kadro savaşları yaşanıyor.

Büyüteç'in son bölümünde bu konuyu detaylı aktaracağım. Ancak öncelikle geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız yaşanan iki polis müdürünün istifasına dikkat çekeyim.

Her iki polis müdürü sıradan isimler değil. Önemli süreçte önemli yerde görev yapmaları nedeniyle kritik iki isim.

Kolayca tahmin edeceğiniz üzere; her iki isim, önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde "etkin" görevdeydi.

Yeri gelmişken belirteyim; geçmişe dönük, hele ki Soylu'nun dönemini Büyüteç'e aldığımda "geçmişle ilgilenmemem" gereken kimi mesajlar, gerek sosyal medya, gerekse tanıdıklar üzerinden ulaştırılıyor, bu satırların yazarına.

Üzgünüm; Soylu döneminde yaşanan, yapıldığı tespit edilen usulsüzlükler, olaylar daha epeyce zaman Büyüteç'in konusu olmaya devam edecek. Şimdilerde yaşananlar nasıl Büyüteç'te yer alıyorsa, önceki dönemde yaşananların ortakları, üzülmeye devam edecekler bir süre daha.

Malzeme bayağı var. Zamanı gelip konular olgunlaştıkça okurla paylaşmaya devam edeceğim. Meraklılarının bilgisine sunarım.

Devam edeyim; istifa eden polis müdürlerinden birisi, Emniyet Genel Müdürlüğü merkez teşkilatında görev yapmış bilhassa siber suçlarda etkindi.

Halen Bursa Emniyet Müdürü olan Sabit Akın Zaimoğlu'nun "prensi" hatta "kara kutusu" olarak bilinen Şube Müdürü konumundaki Kürşat B., bu isim.

Zaimoğlu, Siber Suçlarla Mücadele Dairesi'nde (SSMD) başkan iken ekibine aldığı Kürşat B.'yi, sonra atandığı İstihbarat Başkanlığı'na taşıdı. SSMD'deki görevi sırasında kamuoyunda çokça tartışılan siber uzmanlarının alımı yapılırken komisyondaydı.

Peşinden İstihbarat Başkanlığı bünyesinde de Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürü olarak görev yaptı. Emniyet İstihbaratı'na özel yazılımların alımı sırasında da görevdeydi. Soylu dönemindeki çalışmaların en yakın tanıklarındandı.  

Yerlikaya'nın Emniyet İstihbaratı'na atadığı Selami Yıldız'ın göreve başlamasıyla görevden aldığı Kürşat B., kısa süre önce İstihbarat Başkanlığı'ndan Polis Akademisi Başkanlığı'na tayin edildi. Tayin sonrasında Kürşat B., emniyet teşkilatından istifa etti.

Bu arada söz konusu polis müdürünün, Soylu döneminde emniyette oldukça etkin olduğu bilinen bilişim firması sahibi K.T. ile yakınlığının İstihbarat Başkanlığı'ndaki tayinde etkili olduğu iddiası mevcut.

İstifasının ardından Kürşat B., bilişim sektöründe yakınlarının sahip olduğu firmada çalışmaya başladı. Yakın zamanda yaşanması beklenen bir süreç öncesinde, yanına sırlarını da alıp gitti.

İkinci sır kutusu da istifa etti

Emniyet teşkilatındaki görevinden istifa eden diğer isim ise, yakın zamana kadar Ankara Emniyeti'nde Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü olarak görev yapan Murat B. oldu.

Murat B., diğer meslektaşı gibi kritik görevdeydi. Öyle ki, o da Soylu'nun yakın adamı Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz'ın "prensi" idi. Yılmaz'la tanışıklığı, Yılmaz'ın Gümüşhane'deki görev dönemine kadar gidiyor.

İkili yıllar sonra Ankara'da buluştu. Yılmaz, Murat B.'yi finansal suçların en yoğun olarak soruşturulduğu birimin başına getirdi.

Murat B., görevi sırasında pek çok mali suçla mücadele operasyonuna imza attı. Bunlardan en bilineni "Demir Yumruk" adı verilen ve Soylu'nun ballandırarak kamuoyuna duyurduğu operasyondu.

Demir çelik sektöründe, kurulan paravan şirketler üzerinden sahte faturalarla kamunun zarara uğratıldığı ve sonuçları bugün itibarıyla tartışılan operasyonu yürüttü. Operasyonun gerçekleştiği dönemde adliye ve emniyet koridorlarında epeyce kulis dönmüştü.

Söz konusu dosyanın tamamlanıp yargı aşamasına taşındığı dönemde adliyedeki Başsavcı Vekili Ahmet Yıkılmaz'ın da kısa süre önce HSK tarafından görevden alındığını eklemekte fayda var.

Ayrıca, Murat B.'nin başında olduğu birimin FETÖ'ye yönelik hazırladığı FETÖ'nün mülki idare yapılanması dosyası, savcılık ile emniyeti karşı karşıya getirdi. Savcılık, çatı soruşturma çerçevesinde bazı dosyaları usulüne uygun delil toplanmadığı ve hazırlanmadığı için kabul etmedi.

Bu dosyalardan birisi de mevcut İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'ya ait. Büyüteç okurları bu konuyu hatırlayacaktır. Dönemin Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Murat B.'nin hazırladığı dosyayı savcılık geri çevirdi. Gerekçesi usule uygun hazırlanmayışıydı.

Hatta bu soruşturma, Yerlikaya'nın İçişleri Bakanı olacağını öğrenen Soylu tarafından Cumhurbaşkanı Erdoğan'a sunuldu. Fakat Erdoğan, Soylu'nun anlatımını dikkate almadan Yerlikaya'yı bakan olarak atadı.

Soylu döneminin Ankara'daki kritik isimlerinden olan Murat B., geçtiğimiz günlerde istifasını verdi. Tıpkı, meslektaşı Kürşat B. gibi kara kutuluk yaptığı dönemdeki sırlarıyla beraber yeni bir hayata atıldı. Amerika menşeili hamburger firmasında üst düzey yönetici olarak özel sektörde iş başı yaptı, şimdilerde.

İki polis müdürünin, her ne kadar kamu görevinden istifa etse de, geçmişte yaptıkları görev sırasındaki sicillerinin kaybolmayacağı aşikâr.

Emniyet kulislerinde hareketli günler

Gelelim yazının ikinci bölümüne.

Emniyet'te kulisler kaynamaya devam ediyor. Kaynamanın en önemli gerekçesi gelecek haftaki yerel seçimler sonrasındaki takvimde yapılacak yeni atamalar.

İçişleri Bakanı Yerlikaya'nın seçim sonrası yeni atama kararnamesi çıkarma hazırlığında olduğunu yakın zamanda aktardım.

Bu takvime bir de emekliliği gelen polis müdürlerinden boşalacak yerlerin varlığını eklemek gerekir. Bakanlıkta, polis müdürlerinin 60 olan yaş haddinin 62'ye çıkarılması için TBMM nezdinde yapılan girişimlerden sonuç alınamadı. Yaş sınırı 60'ya kaldı.

Hâl böyle olunca halen aktif görev olup yaş sınırından emeklilik potasına giren üst yöneticiler var. Mesela bazı genel müdür yardımcıları emekli olacak yakın zamanda. Konya Emniyet Müdürlüğü yine bu sebeple boşalacak.

Asıl kavga İstanbul için

Asıl önemlisi, İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş'ın yaş haddinden emekliliği yakınlaştı.

Aktaş'tan sonra yeni İstanbul Emniyet Müdürü'nün kim olacağı epeyce hareketlendirdi kulisleri.

İşte yeni tayinlerde, emniyet içindeki hangi cemaat ve grubun baskın olacağı büyük önem kazandı. Söz sahibi konumlardaki devre arkadaşlığı, etkin olmaya başladı. Buna bir de dini cemaat ve grup yaklaşımı eklendiğinde mücadelenin seviyesini artık siz tahmin edin!

Çünkü, artık herkes biliyor ki, İstanbul'a hakim olacak yapı, teşkilat içinde fazlasıyla güçlenecek.

Birbirleriyle kavgalı olanlar bile "kazan – kazan" prensibi gereğince, baltaları toprağa gömüp barış çubuğu etrafında kenetlendiler.

Kimi söz sahibi olanlar da, teşkilattaki konumlarını kullanarak mevzi tutmaya çalışıyor. Özellikle Bakan Yerlikaya ile yakınlaşma içinde olan aktif görevdeki bazı polis müdürleri var. Yakın zamana kadar Yerlikaya'nın eleştirilerinin hedefinde olan bazı isimler, İçişleri Bakanı ile arayı düzelttiklerinin işaretini veriyor bugünlerde.

Kaplan operasyonu yansıması

Unutmadan bir ekleme daha yapayım.

Şöyle ki, Eski Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz'la Soylu döneminde sorun yaşayan bazı polis müdürlerinin son dönemde Yılmaz'a destek vermeye çalıştıkları yönünde haberler var emniyet çevrelerinde.

Yılmaz, zaten yargıda söz sahibi olan isimleri bir süredir ziyaret ederek destek almaya çalışıyor sıkıntılarından kurtulmak için.

Yanı sıra, özellikle Ankara'daki Ayhan Bora Kaplan soruşturması çerçevesinde Yılmaz ve ekibi hakkındaki bazı iddiaların gündeme gelmesi, şimdilerde soruşturmayı yürütenleri hedefe koydu emniyet içinde.

Mesela, Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç'in görevden alınmasının gündeme geldiği ifade ediliyor, kapalı kapılar arkasında.

Aynı zamanda teşkilat içinde güç kazanmak isteyen dini grup ve cemaatlerin, birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışmaları çerçevesinde, Kaplan'a yönelik operasyonu gerçekleştirenlere yönelik bir kadro operasyonu hazırlığı yapıldığı da kulisleri kaynatan diğer bilgilerden.

Hafta sonundaki yerel seçimler sadece siyaseti değil, emniyeti de şekillendirecek. Tıpkı, 2019'daki yerel seçimlerde olduğu gibi.

O dönem kaleme aldığım Büyüteç'in linkini buraya bırakayım meraklıları için.

Bakın o günlerde ve sonrasında neler oldu.

(T24)