2 Mayıs 2024 Perşembe

soL KÖŞEBAŞI (+ Özgür Özel ne demek istedi: ‘10 yıl sonra ilk kez 1 Mayıs’ta toplandık’) - 2 MAYIS 2024 -

 

Sömürücü düzeni meşrulaştıranlar (Ali Rıza Aydın)

Ne kolaymış, “yeni sömürücü anayasa”da işbirliği; ne kolaymış Taksim deyip, Saraçhane’yi terk edip emekçileri alanlarda polisin baskı ve şiddetine bırakmak…  

NATO, TÜSİAD, tarikat ve cemaatler, etnik gruplar, başkanlı rejimin siyasal iktidarı, meşruluğu tartışması kapatılıp kanıksanan başkan… Aynı siyasetin adları farklı siyasi partileriyle, sömürücü ve gerici ilişkilerle bir oyun kuruluyor; adına da demokrasi deniliyor.

Mayıs 2023 seçimlerinin şoku Mart 2024 seçimleriyle yumuşatılınca “uzlaşma” popüler oldu. Ne kolaymış, “yeni sömürücü anayasa”da işbirliği; ne kolaymış Taksim deyip, Saraçhane’yi terk edip emekçileri alanlarda polisin baskı ve şiddetine bırakmak…  

Hukukla ve hukuka dayanarak verilen yargı kararıyla sorunların çözülmeyeceğinin en yeni örneğini dün, 1 Mayıs’ta yaşadık. Anayasaya ve Anayasa Mahkemesi kararına karşın emekçiler “birlik, mücadele ve dayanışma” bayramlarını istedikleri yerde, istedikleri coşkuyla kutlayamadılar. 

Anayasa Mahkemesi dahi Taksim için emekçilerin tarihsel birikiminden söz ederken, sömürücülerin emekçilerden korkusudur bu. Taksime çıkma, çıkmama üzerine hiç laf dolandırmanın anlamı yok. TKP açık ve net açıkladı: Saraçhane’de gerçekleşen buluşma Taksim’e çıkma operasyonu değil, Taksim’in işçi sınıfı adına savunulmasıdır. İşçi sınıfına yasak konulmaz.

Emekçileri koz olarak kullanarak gösteri yapıp alanı terk edenler yeni bir sömürü anayasası için buluşacak.   

Anayasa’da Cumhuriyet var, yaşamda yok. Anayasa’da laiklik var, yaşamda yok. Anayasa’da kanun önünde eşitlik var, emekçilerin yaşamında yok. Anayasa’da hak ve özgürlükler var, emekçilerin yaşamında yok. Anayasa’da devrim yasaları güvence altında, uygulamada yok. 

Anayasa “herkes” diyor, sermaye sınıfının egemenliği yaşanıyor. Anayasa “kayıtsız ve koşulsuz ulusun olan egemenliğin kullanılması, “hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz” diyor. Seçimle geldi diye bir kişi, çok partili bir siyaset, dinsel örgütlenmeler, sermaye sınıfı egemenliği kullanıyor. Bu sıralama uzayıp gidiyor. 

“Demek ki sorun anayasada değil” söylemini doğrulayacak karar ve uygulamalarla ve de muhalefetin mütevaziliğe sığınan göz yummalarıyla yaşıyoruz. Bu durum anayasanın sınıfsallığını yadsıyarak “en iyi anayasa” örneklerini yazmakla aşılacak bir sorun değil. 

Siyasal iktidar ve Meclis içi siyaset, düzen içi siyaseti de yanına çekerek “yeni anayasa”yı öne çıkarırken, aşılmasını istemediği sorunları yaşatmak ya da kendi politikaları doğrultusunda onarmak istiyor. Asıl aşılması istenmeyen ise sermaye sınıfının sınırsız tahakkümü ve gereksinim duydukça yanından ayırmayacağı gericilik.

Yeni denilen anayasa, toplumun geniş kesimini oluşturan emekçilere, sömürülenlere, ezilenlere dayanıyor mu, onların hak ve özgürlüklerine, huzur ve esenlik içinde yaşamalarına, piyasanın ve gericiliğin altında ezilmelerine, ekonomik ve sosyal güçlerine çözüm üretiyor mu? 

Bu sorulara yanıt vermeyen anayasa kağıt üzerinde kalır. Bu sorulara yanıt da anayasayla verilmez, ekonomik ve toplumsal yaşam tarzıyla verilir. Yazmak ve uygulamak için gerekli ilişkiler ve koşullar yaratılmadan halkın anayasası oluşmaz.         

5 Mayıs’ta anacağımız ve onuncu Hukuk Ödülleri törenini yapacağımız* Sevgili Halit Çelenk’in vurguladığı gibi: “İnsanlık tarihine baktığımız zaman görüyoruz ki, köleci dönemden bu yana siyasal iktidarı elinde bulunduran güçler; emirler, fermanlar, kararnameler, yasalar çıkarmışlar, temsil ettikleri sınıfların çıkarlarını korumuşlar ve emeği ile geçinen halk yığınları üzerinde bir baskı rejimi kurmuşlardır.  Emirler, fermanlar, kararnameler ve yasalar biçiminde oluşan bu kurallar, insana, onun hak ve özgürlüklerine gereken değeri ve yeri vermemişlerdir.”

Halit Çelenk bu nitelikteki kurallar yığınına “hukuk” adı verilmeyeceğini söylüyor. Benzetmeyle devam edersek, emekçileri sömürücü düzenle uzlaştırmaya kalkışanların yaptıklarına da “mücadele” adı verilmez.

Yeni anayasa ve hukuk reformu söylemleri, bu girişimler için Meclis içi siyasi partilerin buluşmaları ve uzlaşma çabaları bir yanıyla emekçileri kandırmaya ve uzlaşmaya iterken diğer yanıyla sömürücü düzeni meşrulaştırmaya yöneliyor.

Sömürücüler ve siyasal temsilcileri, emekçilerin gözlerinin içine baka baka hukuk dedikleri belgelerle, demokrasi dedikleri yönetim biçimiyle insanlığı, ilerlemeyi, aydınlanmayı, devrimciliği, toplumculuğu yok etme, bireyselleşme yanılsamasıyla sömürüyü ve gericiliği yaşatma peşindeler. 

Sorun, kendi dayanakları olan Anayasayı bile uygulamayan, hukuksuzluğu yönetim tarzı olarak gören siyasal iktidarla yeni anayasa yapmaya girişmemekten öte bir bütünsellikle okunmak zorunda. 

Özelleştirmecilerin, NATO’cuların, sermaye sınıfı egemenliğine ses çıkarmayanların, yaşamaması gereken tarikat ve cemaatlere göz yumanların, piyasacılık ve gericilik ortaklığıyla emekçileri baskı altında tutanların işbirliğinin emekçilere, sömürülenlere yararı ya sahte ya da geçici oluyor. 

Kapitalizm emekçileri kuşatma altında tutuyor, geçici nefesler adı üstünde geçici. Emekçilerin savaşımlarıyla kazanılanların sonuçta sermayenin kontrolünde tutulması da kuşatmanın bir parçası.

Bu düzende polis devletinden, kanun devletinden kurtulup hukuk devletine geçmek yetmiyor. Hukuk devletini sermaye sınıfı egemenliğinden, toplumu da sömürüye dayalı ilişkilerden kurtarmak gerekiyor. 

Sahteliği ve geçiciliği görüp, sömürüye dayalı tüm ilişkileri ortadan kaldıracak savaşımı vermek emekçilerin örgütlü savaşımını bekliyor.   

* 5 Mayıs Pazar günü saat 17.00’de Türkiye Barolar Birliği Av. Özdemir Özok Kongre ve Kültür Merkezinde (Av. Özdemir Özok Sokak No:8 Balgat/Ankara) yapılacak 2024 Halit Çelenk Hukuk Ödülleri törenine tüm dostları bekliyoruz.    

                                                            /././

Egemenlere nezaket borcumuz mu var? (Nevzat Evrim Önal)

Komünistlerin söyledikleri sizi irkiltiyorsa, acaba bunun sebebi onların üslubu değil de, sizin düzeninizin bozulmamasını istiyor olmanız olabilir mi?

Komünistlere en sık getirilen eleştirilerden biri “üslubunuz çok sert, insanları itiyorsunuz” biçiminde. Buna bazen “haklıyken haksız konuma düşüyorsunuz” da ekleniyor. 

Bu hafta müsaadenizle bu konuyu ele almak istiyorum, zira bir bölümü iyi niyetli olan bu eleştirilerin kökeninde, içinde yaşadığımız düzene ait olan ve aklımızı özgürleştirmek için reddetmemiz gereken kimi kabuller yatıyor.

Sorumuz şu: Herhangi bir fikri savunurken asıl önemli olan “saygılı ve nezih” olmak mıdır? Bu her zaman daha mı ikna edicidir?

                                                             ***

Öncelikle, farkında mıyız, sermaye düzenini savunan fikir adamları bu üslup meselesini hiç takmıyor. Fikir adamlarından kastım sosyal medya trolleri falan değil. Örnek olarak son iki yazıda ele aldığımız tiplere bakalım: Celal Şengör ve Özgür Demirtaş. Bunlar fikirlerini saygın ve nezih, o çok sevilen tabirle “medeni” biçimde mi savunuyor? Şengör’e göre kendisi gibi düşünmeyen herkes cahil ve salak, Demirtaş milyonlarca kişinin izlediği bir videosuna “iyi dinleyin sokaktaki hayvanın bile anlayabileceği gibi anlatacağım” diye başlıyor…

Ama kendini “muhalif” olarak tanımlayan milyonlar bu insanları izliyor ve daha önemlisi takdir ediyor. Demek ki kibirli, alaycı ya da hakaretamiz bir üslup kendiliğinden buna engel değil.

Dolayısıyla, şöyle bir ek soru sormalıyız: Düzenin ideologlarından beklenmeyen nezihlik, neden komünistlerden bekleniyor?

Burada iç içe geçen iki mesele var. 

Birincisi, komünistlerin üslubunu fazla sert bulanlar tipik olarak kentli ve eğitimli insanlar. Bu insanlar (bireysel maddi durumlarından bağımsız olarak) ekseriyetle bir orta sınıf atmosferinde yaşıyor ve bu atmosferde “saygın” olmanın temel kriteri bireysel başarı, bilhassa da emperyalist batı ülkeleri tarafından test edilip onaylanmış başarı. Kafasında bu başarı halesi olmayan insanları, mesela AKP’nin paçalarından cehalet akan ideologlarını dilediğiniz gibi yerden yere vurabilirsiniz. Ama söz konusu olan Boston’da doktora yapmış ya da ABD Ulusal Bilimler Akademisi’ne seçilmiş bir profesörse, akan sular durur. Kafasına bu hale kondurulmuş olanlar konuşurken karşısındakini insan yerine koymak zorunda değildir. Ayrıca halk düşmanlığı da yapsalar, kendilerini diplomalar ve nişanlarla onurlandırmış emperyalist devletlerin mandacılığını da yapsalar dokunulmazdırlar; onlara her koşulda saygılı davranılmalıdır.

İkincisi ve daha önemlisi, bu ideologlar, sözcülüğünü yaptıkları özel mülkiyet düzeni kentli ve eğitimli insanların gözünde sorgulanmaz olduğu için saygınlar. İçinde yaşadığımız dünyada yoksulluk, hatta sefalet o denli yaygın ki, egemen sınıfa mensup ve tanrılar gibi yaşayan minicik azınlık bir yana, yoksulluk çekmeyen, insan onuruna yaraşır biçimde yaşayabilen insanlar da ayrıcalıklılar. Dahası, içgüdüsel bir düzeyde ayrıcalıklarının kaynağının içinde yaşadıkları özel mülkiyet düzeni olduğunu bildikleri için; kimsenin ayrıcalıklı olmaması, herkesin eşit olması gerektiğini düşündükleri anda kendi konforlu ve eylemsiz yaşam tarzlarını da sorgulamak zorunda kalacaklarını seziyorlar. Can sıkıcı bu sezgi onları yoksul emekçi insanlarla değil o insanlara düşmanlık yapan düzen ideologlarıyla, küçük ayrıcalıklarını vicdanlarında meşrulaştırmakta kullandıkları “başarı” kriteri üzerinden duygudaşlık kurmaya itiyor. Böylelikle ezilenlerden değil egemenlerden yana oluyorlar. 

Dolayısıyla asıl rahatsız oldukları şey de komünistlerin üslubu değil, bu ayrıcalıklar düzenini yıkmak istemeleri. Bu siyasi iddiadan dolayı, üsluptaki sertliğin kendilerine yöneldiğini düşünüyorlar ve aynı sebepten dolayı Celal Şengör gibi adamların terbiyesizliğinden rahatsız olmuyor, etrafa bol keseden savurdukları hakaretleri üstlerine alınmıyorlar.

                                                         ***

Şimdi baştaki soruya dönebiliriz.

Bir düşünce savunulurken ikna edici olunabilmesi için üslup ve içerik birbiriyle tutarlı olmalıdır. Düzenin ideologları düzeni savunurken her türlü terbiyesizliği, kabalığı yapıyor, çünkü savundukları düzen sömürü ve şiddete, çoğunluğun azınlık tarafından ezilmesine dayanıyor. Yani Celal Şengör, Özgür Demirtaş ve benzerleri, insanları düşüncelerini nazikçe anlatamayan kaba saba tipler oldukları için aşağılamıyor. Karşılarındaki insanı kendi çıkarlarına ya da vicdanına aykırı düşüncelere ikna edebilmek için öncelikle onu kişiliğini dumura uğratan itaatkâr bir ruh haline sokmak zorunda olduklarından dolayı aşağılıyorlar. Arkalarına düzenin tüm gücü ve ağırlığını alarak uyguladıkları şiddet buna yarıyor. Öteki türlü kimse kolay kolay “tembel olduğun için yoksulsun” gibi kendisini alçaltan önermelere ikna olmaz. Bu bağlamda üslupları, savundukları fikirlerle tutarlı. 

Benzer bir sebepten dolayı komünistler de düzeni yıkmaya yönelik bir şiddet eylemi olan devrimi savunurken, minik ayrıcalıkları için (ya da onları kaybetmemek için) her gün düzenin egemenlerine ricacı olmayı alışkanlık haline getirmiş insanların rahatını kaçırmayacak bir üslup takınamazlar. Zira böyle bir üslup, savundukları fikrin ikna ediciliğini artırmayacak, aksine azaltacaktır. Devrimci düşünce, insanları ikna edebilmek için onların düzene karşı hissettikleri, ama gündelik hayatı uyumlu biçimde yaşamaya devam edebilmek için uykuya yatırdıkları öfkelerini uyandırmak zorundadır. Özü düzenin işleyişine saygıdan doğan orta sınıf nezaketi, bunun için uygun bir üslup değildir.

Biz komünistlerin egemenlere ve onların düzenine bir nezaket borcumuz yok; siyasi iddialarımızın radikalliğini nezaketle yumuşatmamız da bizi daha ikna edici yapmaz.

Burada yontulmamış bir kaba sabalığı ya da ismini andığımız adamlarınki gibi bir terbiyesizliği savunmadığımın açık olduğunu umuyorum. Söz doğruysa ağzımıza geldiği gibi konuşabileceğimizi de kesinlikle düşünmüyorum. Ama naçizane bir sorum var: Komünistlerin söyledikleri sizi irkiltiyorsa, acaba bunun sebebi onların üslubu değil de, sizin düzeninizin bozulmamasını istiyor olmanız olabilir mi?

                                                            /././

Trafik kazasında ölen çocuklarının pankartını 1 Mayıs'ta bıraktığı yerden kaldıran ailenin hikayesi (Özkan Öztaş)

Lüks bir aracın yaya geçicinden geçerken aşırı hızla çarptığı Hürcan Bulur'un annesi ve babası, oğullarının bıraktığı bayrağı 1 Mayıs'ta yükseltti: 'Adalet için mücadeleye devam'

Hürcan Bulur'un trafik kazasında yaşamını yitirmesinin ardından, babası Veysel Bulur ve annesi Süreya Bulur, oğullarının adalet mücadelesini sürdürmek için kararlılıkla mücadelelerine devam ediyor. 1 Mayıs'ta, Veysel Bulur, oğlunun geçtiğimiz 1 Mayıs'ta tuttuğu bayrağı eline alarak, Ankara Tandoğan'da düzenlenen kutlamalara katıldı.

Batıkent Semt Evi kortejinde alana giren Hürcan Bulur'un ailesinin geçtiğimiz sene Hürcan'ın çektirdiği fotoğrafın aynısını meydanda tekrarlaması ise Hürcan'ın arkadaşlarının ve sevenlerinin duygusal anlar yaşamasına neden oldu. Bu hareket, hem bir baba olarak yaşadığı acının derinliğini ifade etmek, hem de adalet arayışını sürdürmek açısından anlamlı bir simge haline geldi.

Şoför ikinci duruşmada serbest bırakıldı

Hürcan Bulur'un ölümüyle sonuçlanan kaza, birçok kişinin dikkatini çekti ve kamuoyunda büyük bir tartışma yarattı. Ancak şoförün ikinci duruşmada serbest bırakılması, adalet arayışını daha da önemli hale getirdi. Hürcan Bulur'un ailesi, bu haksızlığa karşı sessiz kalmadı ve oğlunun anısını yaşatmak için hem adalet mücadelesine devam etti hem de bu 1 Mayıs'ta geçtiğimiz sene oğullarının tuttuğu pankartla yine aynı meydandaki yerlerini aldı. 

Hürcan'ın bıraktığı mirasın sadece bir sembol değil, aynı zamanda adaletin sağlanması için bir çağrı olduğunu ifade eden arkadaşları Hürcan Bulur'un ailesini alanda yalnız bırakmadı. Batıkent Semt Evi ile yürüyen Hürcan Bulur'un ailesi ve dostları adaletin yerini bulması için mücadeleyi sürdürmekte kararlı.

Hürcan Bulur'un ailesinin cesareti ve kararlılığı, adaletin herkes için erişilebilir olması gerektiği inancını vurguluyor. Onlar, oğullarının anısını yaşatmak için mücadeleye devam ederken, aynı zamanda adaletin sağlanması için bir umut ışığı olmaya devam ediyor.

Ne olmuştu?

Hürcan Bulur 24 Ağustos Perşembe günü saat 19.10'da, yaya geçidinden karşıya geçerken, sağ şeritten gelen Tesla marka lüks bir aracın kendisine vurmasıyla yaşamını yitirmişti. 

Tesla aracın şirket raporunda aracın 120 ila 160 km hızla gittiği, görgü tanıklarının kazayı gerçekleştiren Ö.S.'nin araçtan indikten sonra telefon açarak kazayı kendisinin yaptığını, suçun kendisinde olduğunu, 160 km hızla gittiğini ve bu nedenle duramadığını söylediği kayıtlara geçmişti.

Ancak kazayı gerçekleştiren şahıs buna rağmen ikinci duruşmasında serbest bırakılmıştı. 

                                                           /././

Tahir Elçi cinayeti davası: 'Mücadele etmeye devam edeceğiz' (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU)

Diyarbakır Eski Baro Başkanı Tahir Elçi’nin cinayet davasında savcılık, üç sanık polise beraat talep etti. Barolar olaya tepki gösterirken, konuyu Diyarbakır Baro Başkanı Av. Nahit Eren ile konuştuk.

28 Kasım 2015 tarihinde öldürülen Diyarbakır Eski Baro Başkanı Tahir Elçi cinayeti davasında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, tutuksuz yargılanan üç polis için mahkemeden beraat istedi.

2015 yılında Diyarbakır'da yaşanan, "Hendek Savaşları" adı verilen dönemde zarar gören ve Diyarbakır’ın Sur ilçesinde bulunan Dört Ayaklı Minare önünde basın açıklaması yaptığı sırada çıkan çatışmalar sonucu hayatını kaybeden Elçi’nin cinayetinde tutuksuz yargılanan ve savcılık tarafından beraatleri istenen sanık polisler S.T., F.T. ve M.S. hakkında “taksirle ölüme sebebiyet vermek” suçundan 2 ila 6 yıl hapis cezası istenmişti.

Yaklaşık 4 yıl önce başlayan dava Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye devam edilirken başta Diyarbakır Barosu olmak üzere pek çok baro, sivil toplum kuruluşu ve siyasiden savcılık talebine tepki geldi.

‘Tahir Elçi dosyası cezasız kalmayacak, hukuki mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğiz’

Tahir Elçi davasında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın üç sanık polisin beraatini talep etmesiyle ilgili Diyarbakır Baro Başkanı Av. Nahit Eren ile konuştuk.

Beraat talebiyle ilgili “Aslında bu yıllardır var olan, sürekli dile getirdiğimiz kamu görevlilerinin işlediği suçlardaki yaygın cezasızlık politikasının Tahir Elçi dosyasında da karşılık bulmasını amaçlayan bir mütalaa” sözlerini kaydeden Eren, Diyarbakır Barosu olarak Tahir Elçi dosyasını cezasız bırakmayacaklarını, hukuki mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceklerini belirtti:

Tahir Elçi suikastının üzerinden tam sekiz yıl geçti, neredeyse dokuzuncu yıla gireceğiz. Yargısal faaliyetleri neticesinde gerek soruşturma gerek kovuşturma aşamaları neticesinde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, yani Tahir Elçi soruşturmasını yürüten ve dava dosyasında iddia makamı olarak bulunan Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı mahkemeye sunduğu mütalaayla sanık polis memurlarının beraatine karar verilmesini talep etti. Aslında bu yıllardır var olan, sürekli dile getirdiğimiz kamu görevlilerinin işlediği suçlardaki yaygın cezasızlık politikasının Tahir Elçi dosyasında da karşılık bulmasını amaçlayan bir mütalaa. Ama biz Diyarbakır Barosu olarak her fırsatta Tahir Elçi dosyasının asla cezasız kalmayacağını, bu konuda gereken hukuki mücadeleyi sonuna kadar yürüteceğimizi dile getiriyoruz.”

‘Tahir Elçi dosyasında bu siyasi suikastın aydınlatılması konusunda bir iktidar iradesi yok’

Kaybettirilen kamera kayıtları ve şüpheli kolluk kuvvetleriyle ilgili taleplerinin şimdiye kadar hep reddedildiğini söyleyen Eren, Tahir Elçi cinayetinin aydınlatılması konusunda bir iktidar iradesi olmadığını kaydetti.

Mahkemenin, önce eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu dinleyeceğini, sonra vazgeçtiğini hatırlatan Eren “Kovuşturma aşamasında bizim cinayeti bütün yönleriyle aydınlatacak deliller konusundaki taleplerimiz mahkeme tarafından her seferinde reddedildi” dedi ve ekledi:

“Bu tür yargılamalarda yargısal makamlar, yargı mensuplarının alacağı kararlar önemli. Maalesef Tahir Elçi dosyasında bugüne kadar bu siyasi suikastın aydınlatılması konusunda bir iktidar iradesi yok. Kovuşturma aşamasında bizim cinayeti bütün yönleriyle aydınlatacak deliller konusundaki taleplerimiz mahkeme tarafından her seferinde reddedildi. Oysa kaybettirilen kamera kayıtlarıyla ilgili taleplerimiz, şüpheli istihbarat ve kolluk elemanlarıyla ilgili taleplerimiz hep reddedildi. Mahkeme, dönemin başbakanı ve bu cinayeti siyasi bir suikast olarak değerlendiren Ahmet Davutoğlu’nun önce dinleyeceğini söyleyip sonradan vazgeçti.”

‘Suikastın bütün yönleriyle açığa çıkacağına inandık ve bunun için de mücadele etmeye devam edeceğiz’

Tahir Elçi dosyasında mahkeme ve savcılığın attığı adımların Türkiye’nin siyasal ikliminden kaynaklandığını belirten Eren, “Bir gün muhakkak Tahir Elçi suikastının bütün yönleriyle açığa çıkacağına inandık ve bunun için de mücadele etmeye devam edeceğiz” diyerek sözlerini noktaladı:  

“Bu, bugünün Türkiye’sinin yargı koşullarından ve Türkiye’nin siyasal ikliminden kaynaklanıyor. Ama bir gün muhakkak Tahir Elçi suikastının bütün yönleriyle açığa çıkacağına inandık ve bunun için de mücadele etmeye devam edeceğiz.”

‘İlk andan itibaren isteksiz ve etkisiz başlatılan soruşturma…’

Savcılık talebi üzerine açıklama yapan Diyarbakır Barosu, 12 Haziran 2024 Çarşamba günü saat 10.00’da Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek karar duruşmasına tüm hukukçuları ve hak savunucularını davet etti.

“… Bugün itibariyle tarafımıza tebliğ edilen savcılık mütalaası; ilk günden itibaren suikastı aydınlatma yönünde yargısal ve siyasal bir iradenin olmadığı yönündeki bütün iddia ve görüşlerimizi doğrulamıştır” denilen açıklamanın tamamı şu şekilde:

“28 Kasım 2015 tarihinde Diyarbakır Sur ilçesinde Dört Ayaklı Minare önünde onlarca kamera kayıttayken katledilen Baro Başkanımız Tahir Elçi’nin Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dava dosyasına Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığınca 25.04.2024 tarihinde sunulan mütalaada; sanık polis memurlarının beraatına karar verilmesi talep edilmiştir.

Baro Başkanımız Tahir Elçi suikastının yaşandığı ilk andan itibaren isteksiz ve etkisiz başlatılan soruşturma yetersiz bir iddianame ile her ne kadar Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesinde dava ve yargılamaya konu edilmiş ise de soruşturma aşamasındaki suikastın aydınlatılması konusundaki isteksiz tutum kovuşturma sürecinde de devam etmiştir.

Mahkemenin suikastın aydınlatılması yönündeki delillerin toplanmasına ilişkin taleplerimizi reddetmesi, bugün itibariyle tarafımıza tebliğ edilen savcılık mütalaası; ilk günden itibaren suikastı aydınlatma yönünde yargısal ve siyasal bir iradenin olmadığı yönündeki bütün iddia ve görüşlerimizi doğrulamıştır.

Diyarbakır Barosu, Elçi Ailesi ve Tahir Elçi’nin tüm hukukçu dostları; failsiz bırakılmak istenen yargılama sürecine karşı etkin bir hukuk mücadelesini sürdürmeye devam edecektir.

Bu vesile ile 12 Haziran 2024 Çarşamba günü saat 10.00’da Diyarbakır 10. Ağır Ceza Mahkemesinde görülecek karar duruşmasına tüm hukukçu dostları ve insan hakları savunucularını Diyarbakır Adliyesine davet ediyoruz.”

On dört barodan ortak açıklama: ‘Takipçisi olmaya devam edeceğiz’

Diyarbakır Barosu’nun yanı sıra on dört barodan da savcılığın beraat talebine tepki geldi.

Adıyaman, Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Dersim, Hakkâri, Kars, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Şırnak ve Van Barosu’nun yaptığı ortak açıklamada Tahir Elçi’nin “Faili meçhul cinayet yoktur, aydınlatılmamış cinayet vardır” sözleri hatırlatıldı.

Açıklamada “Siyasal cinayetlerin aydınlatılması konusunda; ciddi bir toplumsal, siyasal ve yargısal iradeye ihtiyaç olduğunun bilincindeyiz. Tahir Elçi cinayetinin aydınlatılmasında ciddi bir toplumsal irade olmasına rağmen maalesef bu irade yargısal ve siyasal makamlarda görülemedi. Tahir Elçi'nin ifade ettiği gibi ‘Faili Meçhul Cinayet Yoktur Aydınlatılmamış Cinayet Vardır.’ Biz barolar olarak; cezasızlık travmalarımıza bir yenisinin daha eklenmesini kabul etmediğimizi ve hukuki sürecin takipçisi olmaya devam edeceğimizi kamuoyuna saygıyla duyururuz” sözleri kaydedildi.

                                                            /././

Büyükşehir’de siyasi ittifak şirketlere yansıdı (Yusuf Yavuz)

Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı şirketlerde yerel seçime bir hafta kala yapılan atamalarda MHP’den İYİP’e birçok ismin Mart 2025’e kadar yönetim kurulu üyesi yapıldığı ortaya çıktı.

Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bazı şirketlere yerel seçimlere iki gün kala ve seçim sabahı yapılan atamalarda farklı siyasi görüşlerden gelen isimlerin yönetim kurulu üyesi yapılması, Başkan Muhittin Böcek’in sıklıkla vurguladığı “Türkiye ittifakı” kavramını anımsattı. 

CHP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin şirketlerinin yönetiminde MHP’den İYİP’e, AKP’den CHP’ye birçok siyasi geçmişten gelen isim yer aldı. Dikkat çeken atamalardan biri ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun danışmanı Rasim Bölücek’in kardeşi, Muhsin Yazıcıoğlu’na yakınlığı ile bilinen Hasan Bölücek’in EKDAĞ’ın yönetiminde yer alması oldu. Daha önce belediye şirketlerinden ANTEPE’nin yönetim kurulu başkanlığı yapan Başkan Danışmanı Cem Oğuz yeni dönemde listede yer almazken, bir başka Başkan Danışmanı Lokman Atasoy iki ayrı belediye şirketinde, ANÇET ve Antalya Ulaşım A.Ş’nin yönetiminde yer aldı.

31 Mart Mahalli İdareler seçimlerinde CHP büyük bir seçim başarısı yakaladı. CHP’nin kazandığı 14 büyükşehirden biri olan Antalya’da ANAP kökenli Muhittin Böcek ikinci kez Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturmayı başardı. Seçimlerden önce CHP’nin aday gösterme sürecinde en zorlandığı kentlerin başında Antalya geliyordu. Parti içindeki tartışmalar, kırgınlık ve küskünlükler de zaman zaman ayyuka çıkınca kimi partililer istifa etti, kimisi de aday gösterilmediği yerlerde ya bağımsız ya da başka partilere geçerek aday olmanın yolunu aradı. Ancak adayların kesinleşmesinden sonra bu gerilim büyük ölçüde azaldı.

‘Türkiye ittifakı’ belediye şirketlerine yansıdı

Muhittin Böcek’in adaylığı kesinleşince hızlı ve yoğun bir seçim kampanyası yürütüldü. Seçim kampanyası sırasında Böcek’in sıklıkla vurguladığı Antalya’da Türkiye ittifakı oluşturdukları yönündeki söylemin sadece siyasi bir slogan olarak kalmadığı ortaya çıktı. Antalya Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki bazı şirketlerin seçimlere bir hafta kala yapılan yönetim kurulu toplantılarında yeni atanan ve mevcuttaki üyelerin siyasi kimlikleri ‘Türkiye ittifakı’nın şirketlerin yönetimlerine de yansıdığını ortaya koyuyor.

              Başkan Muhittin Böcek'in Elmalı'daki seçim koordinasyon merkezi açılışından bir kare (ANKA)

Belediye şirketleri ekmekten suya birçok alanda hizmet üretiyor

Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı 8 özel şirket bulunuyor. Belediye, personel alımından sosyal hizmetlere, özel işletmelerden inşaat işlerine, ekmek ve et gibi ürünlerden damacana suya kadar birçok alanda bu şirketler aracılığı ile hizmet üretiyor. En son teleferik kazasıyla gündeme gelen ANET şirketi de bu kuruluşlar arasında.

EKDAĞ’da seçime bir hafta kala yönetim kurulu seçildi

Büyükşehir bünyesindeki şirketlerin yönetiminde yer alan isimler, liyakat ve ilgi alanlarından çok büyük ölçüde kentteki siyasi ittifaka ulufe dağıtma yoluyla seçiliyor. Bunun en çarpıcı örneği son yerel seçimlerde yaşandı. Belediye şirketlerinden ANTEPE, ANÇET, Antalya Ulaşım A.Ş ve EKDAĞ’da 31 Mart seçimlerine bir hafta kala yönetim kurulu toplantıları yapıldı.

EKDAĞ’da MHP kökenli Hasan Gökçe yeniden başkan seçildi

EKDAĞ A.Ş’nin 22 Mart 2024 tarihinde yapılan yönetim kurulu toplantısı, 1 Nisan 2024 tarihinde Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlandı. EKDAĞ’ın mevcut ve yeni seçilen yönetim kurulu üyeleri bu kararla birlikte 22 Nisan 2025 tarihine kadar görev yapacak. Tescil edilen karara göre daha önce iki dönem MHP’den Korkuteli Belediye Başkanlığı yapan Hasan Gökçe yeniden EKDAĞ’ın Yönetim Kurulu Başkanı olarak seçildi.

EKDAĞ’da Kılıçdaroğlu’nun siyasi danışmanı ayrıntısı

Daha önce MHP’den Antalya Milletvekili adayı olan Hasan Bölücek’in de EKDAĞ Yönetim Kurulu’nda yer aldığı görülüyor. Hasan Bölücek, önce Devlet Bahçeli’nin daha sonra ise Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasal iletişim danışmanı olarak bilinen Rasim Bölücek’in kardeşi. 2009’da bir helikopter kazasında yaşamını yitiren BBP’nin kurucu lideri Muhsin Yazıcıoğlu’na yakınlığı ile bilinen Hasan Bölücek daha önce de ASAT’ta genel müdür yardımcılığı yapmıştı.

EKDAĞ’ın seçimlere bir hafta kala yeniden oluşan yönetim kurulunda ayrıca Ali Çolak, Bayram Dal, Cemali Uysal, Cengiz Nizam, Kenan Bartu, Tuncay Sarıhan, Mustafa Çelik, Hakan Yurttaş ve Türkan İşler gibi isimler yer alıyor.

Başkan Danışmanı Cem Oğuz’a yeni dönemde ANTEPE’de görev verilmedi

Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı ANTEPE A.Ş’de seçimlere 4 gün kala yapılan toplantıyla şirketin bir yıl boyunca görev yapacak yönetim kurulu üyeleri seçildi. Başkan Muhittin Böcek’in teknik danışanı Cem Oğuz'un yeni yönetim kurulunda yer almaması dikkat çekiyor. Kent kamuoyunda daha önce ANTEPE’de Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan Oğuz’un yeniden bu göreve atanacağı iddiası gündeme gelmişti. Ancak seçimlerden sonra yapılması beklenen atamaların seçimlere günler kala yapılması bu beklentileri boşa çıkardı.

ANTEPE’de yeni yönetim kurulu üyeleri

Başkan Danışmanı Cem Oğuz’a yeni dönemde görev verilmediği ANTEPE’de 27 Mart 2024 tarihinde yapılan toplantıda, Adnan Uğurlu, İlker Deniz Sayın, İsmail Erdoğmuş Yönetim Kurulu Başkanı olarak belirlenirken yeni yönetim kurulu üyeleri ise İsmail Selçuk Yılmaz, Mithat Aras, Pınar Vural Özbudak, Şerafettin Şahin, Serkan Özdemir, Halil Aykut Aykurt gibi isimlerden oluştu.

Başkan Danışmanı Atasoy iki ayrı şirkette yönetim kurulu üyesi

Belediye şirketlerinden Antalya Ulaşım A.Ş’de de yeni yönetim seçimlerden 6 gün önce belirlendi. Şirketin 25 Mart 2024 tarihinde yapılan toplantısında, CHP’li Meclis Üyesi Deniz Filiz yeniden yönetim kurulu başkanı seçildi. Şirketin Mart 2025 tarihine kadar görev yapacak yeni yönetim kurulu üyeleri ise Nihat Kavşut, Süleyman Şahin, Ali Polat ve Lokman Atasoy gibi isimlerden oluştu. Songül Başkaya’nın üyeliği sona ererken Başkan Muhittin Böcek’in danışmanı Lokman Atasoy’un dışında Antalya Ulaşım A.Ş dışında ANÇET’in yeni yönetiminde yer alması dikkat çekti. Şirket yönetiminde yer alan Nihat Kavşut da İYİP’in kurucu il başkan yardımcısı olarak biliniyor.

ANÇET’de Ali Çınar’la devam edilecek

Büyükşehir Belediyesinin bir diğer şirketi olan ANÇET de 26 Mart 2024 tarihinde, seçimlere sayılı günler kala yönetim kurulu ataması yapılan şirketlerden. ANÇET’in Yönetim Kurulu Başkanlığı’na yeniden Ali Çandır atandı. Şirketin Mart 2025 tarihine kadar görev yapacak yeni yönetim kurulu üyeleri de Serkan Temuçin, Zafer Yörük, Şefik Dirgen ve Başkan Danışmanı Lokman Atasoy’dan oluştu.

İptal edilen festivalle gündeme gelen ANSET’te henüz yeni atama yok

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin organizasyonunu üstlenen belediye şirketi ANSET’te henüz yeni bir atama yapılmadığı görülüyor. Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri olarak görev yapan Censel Çevikol Tuncer’in 2019’dan bu yana yönetim kurulu başkanlığını yürüttüğü ANSET, film festivalinin iptal edilmesiyle ilgili tartışmalarda sıklıkla gündeme gelmişti.

Teleferik kazasının ardından ANET’te yönetim değişti

Teleferik kazasıyla gündeme gelen ANET şirketinde ise kazadan hemen sonra 17 Nisan 2024 tarihinde yayımlanan tescil kararında, yönetim kurulunda değişikliğe gidilmişti. Eski Konyaaltı Belediye Başkan Yardımcısı Edip Kemal Bahadır’ın Yönetim Kurulu Başkanı olarak atandığı ANET’te CHP’den AKP’ye geçen eski Kepez İlçe Başkanı Servet Yıldız’ın yönetim kurulu üyeliği sona ererken yeni yönetim kurulu ise Binali Efe, Abdülvahap Yılmaz, Ali Çandır, Dengiz Erten, Mehmet Yurtseven, Mustafa Baskak, Ökkeş Eran, Semih Kocabaş gibi isimlerden oluştu.

Sayıştay: ’Zarar eden belediye şirketlerine kaynak aktarılıyor’

Sayıştay’ın 2023 yılında yayımladığı denetim raporunda, Antalya Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden ANSET’in de aralarında olduğu şirketlerin zarar etmelerine rağmen sermaye artırımı yoluyla kaynak aktarıldığı belirtilerek “Yıllar itibarıyla zarar eden Belediye şirketlerine, zarar etmelerine rağmen sermaye artırımı yoluyla kaynak aktarımı yapılarak kamu kaynaklarının etkili, ekonomik ve verimli kullanılmasının sağlanmadığı görülmüştür” ifadelerine yer verilmişti.

Zarar eden şirketlere son 5 yılda 168 milyon kaynak aktarıldı

Sayıştay raporunda, Belediye hesap ve işlemleri üzerinde yapılan incelemede, sermayesinin yüzde ellisinden fazlasına sahip olunan EKDAĞ A.Ş., ANET A.Ş., ANSET A.Ş., ANTEPE A.Ş. ve Antalya Ulaşım A.Ş.’den oluşan beş belediye şirketine yıllar itibariyle zarar etmelerine rağmen sermaye artırımı yoluyla kaynak aktarıldığı bilgisine yer verilmişti. Sayıştay raporuna göre Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı zarar eden şirketlere son 5 yılda aktarılan kaynak tutarı 168.144.180,62 lira olarak belirlendi.

                                                             /././

Özgür Özel ne demek istedi: ‘10 yıl sonra ilk kez 1 Mayıs’ta toplandık’ (soL/Özel)

CHP lideri, dünkü Saraçhane fiyaskosunun ardından tuhaf açıklamalar yaptı.

İstanbul’daki 1 Mayıs, tertip komitesi ve CHP eliyle iğdiş edilmiş bir toplanmaya dönüştü. Tertip komitesi CHP dışında hiçbir katılımcıyla görüşmedi, kendi arasında koordinasyon sağlamadı, alanda hiçbir şeyi organize etmedi, sonuçta da erkenden eylemi sonlandırma kararı alıp sorumluluğu tamamen bıraktı.

CHP’nin verdiği sınav daha çarpıcıydı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, 1 Mayıs öncesinde DİSK yönetimiyle görüşmüş, bu yılki mitinge “kefil olacağını” açıklamış ve CHP’nin geleneksel olarak pek önemsemediği, alanda da pek varlık gösteremediği 1 Mayıs kutlamasının “ağabeyi” pozuna girmişti.

Sonuçta Özel, Ekrem İmamoğlu’yla birlikte erken saatlerde alanda göründü, sonra arabaya atlayıp Ankara’ya gitti. Alandaki CHP üyeleri bile “Genel Başkan nerede” diye birbirlerine sordular.

Özgür Özel, dün bu tepkileri kendisine soran İsmail Küçükkaya’ya konuştu. Küçükkaya, Özel’in kendisine söylediklerini şöyle aktardı: “Sonuçta 10 yıl sonra ilk kez İstanbul'da 1 Mayıs'ta bir meydanda toplandık. Hem de öyle tek başına falan değil, hem CHP hem DİSK hem TTB hem TMMOB hem KESK gibi daha başka pek çok örgüt bir aradaydı. Beraber görüntü verdi. Bunu örgütlü toplum açısından önemli bir kazanım olarak görüyorum.”

Özel’in “10 yıl sonra ilk kez İstanbul’da 1 Mayıs’ta meydanda toplandıkları” ifadesi kafa karıştırdı. 1 Mayıslar İstanbul’da her yıl kutlanıyor, geçen yıl da Maltepe’de meydanda kutlandı. CHP’nin katılımını kastediyor olsa, CHP de düşük sayıda da olsa katılıyordu.

soL, konuyu Özel’in danışmanlarına sordu. İlgili danışman, Özel’in sözlerini şöyle tefsir etti: “Taksim'de yapılan son mitingi kastediyor. Son 1 Mayıs mitingi. Yani 12 yıl falan oluyor gerçi ama, onu kastediyor. Ondan sonra biliyorsunuz, Taksim'de toplanma kararı alındı ama o gerçekleşmedi. Ayrıca, İstanbul'da da farklı noktalarda mitingler yapılıyordu daha önce ama şimdi bütün sendikalar sol gruplar, siyasi partiler Saraçhane'de toplandı. Daha önce başka yerlerde toplanacağını açıklayan partiler olmuştu. Ama onlar da Saraçhane'ye geldiler. O açıdan, birlik, beraberlik vurgusu anlamında, birlik vurgusunu anlatmaya çalışıyor.”

Görünüşe göre Özel’in sözlerini danışmanları da anlamlandırmaya çalışıyor.

‘O barikatı seçimle kaldıracağım’

Öte yandan, Özel, Küçükkaya’ya bir de şu ifadeleri kullandı: “Ben o barikatı kaldıracağım. Ben devletin polisini oradan çekeceğim ama bunu kendisi de halkın çocuğu olan polisle çatışarak yapmayacağım. Ben bunu seçimden 1. parti olarak çıkmış bir genel başkan olarak önümüzdeki ilk seçimi kazanarak yapacağım. Kavga ederek iterek çatışarak değil seçimle yapacağım bunu.”

Böylece Özel, doğrudan gösteri ve yürüyüş hakkını engelleyen polis barikatlarına tepkiyi dahi bir ihtimal 4 yıl sonra kurulacak olan sandıkta çözme yolunu işaret ederek, Kılıçdaroğlu dönemindeki “sokaktan uzak durma, her şeyi sandığa havale etme” çizgisini daha da ileri taşıdığını gösterdi.

(soL)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 2 Şubat 2024-

İYİ Parti’nin yeni rotası nasıl olacak (Barış Pehlivan)

İYİ Parti’nin yeni A takımında en dikkat çeken isimlerden biri de İzmir milletvekili Ümit Özlale oldu. Öyle ya Özlale, “ilk günlerdeki heyecanının kalmadığını, makul çözümler sunmanın mümkün olmadığını ve siyaset üretmenin imkânsız olduğunu” belirterek İYİ Parti’den istifa ettiğini açıklamıştı.

Peki, nasıl oldu da istifa eden bir isim İYİ Parti’nin genel idare kuruluna (GİK) girebildi?

Bu sorunun yanıtı için Prof. Özlale’yi aradım...

Özlale itifasını sosyal medyadan duyurmuş, Meral Akşener’e ve parti yöneticilerine iletmiş, İYİ Parti’nin WhatsApp grubundan da ayrılmıştı. 23 Nisan için toplanan Meclis’teki özel oturumda da partideki arkadaşlarıyla vedalaşmıştı. Ancak nezaket gereği resmi istifa dilekçesini kurultaydan hemen sonraki pazartesi günü genel merkeze iletecekti.

Gelin görün ki...

Hafta sonu parti kurultayını televizyondan izlerken birden telefonları çaldı. Partideki arkadaşlarından öğrendi ki yeni genel başkan Müsavat Dervişoğlu adını GİK listesine yazmıştı. Sonrasını Ümit Özlale’den aktarıyorum:

“Sayın Dervişoğlu ile pazartesi günü bir konuşma yaptık. Yakın gelecekte anayasa değişikliği ile plan ve bütçenin tartışılması meseleleri olacak... ‘Senin iktisadi ve ekonomi kabiliyetlerine ihtiyacımız olacak. Benden daha çok partinin ve muhalefetin gereksinimi var. Bizim için bu ayrılığı erteleyebilir misin?’ dedi. Özetle, verebileceğim bir katkı olduğuna inandırdı beni Müsavat Bey ve kabul ettim. Müsavat Bey’in İYİ Parti’yi makul bir çizgide tutacağına ve anayasa değişikliğinde çok daha sert bir muhalefet yapacağına inandım. GİK üyeliğinde ve büyük ihtimalle genel başkan yardımcılığında görev alacağım.”

DERVİŞOĞLU: "AKP BELASINDAN KURTULMAMIZ LAZIM"

Ümit Özlale’ye İYİ Parti’nin artık nasıl bir siyaset izleyeceğine dair görüşlerini de sordum. Şu yanıtı aldım:

“Müsavat Bey’in Cumhur İttifakı ile yani AKP ve MHP ile uzlaşıya gitmeyeceğine adım gibi eminim. Müsavat Bey, CHP ile işbirliğine yakındır. Göreceksiniz, anayasa değişikliği sürecinde en az CHP kadar muhalif bir tavır sergileyecektir. Önyargılardan kurtulabilirsek sayın genel başkan milliyetçi bloku CHP ile de buluşturabilir. Zira Müsavat Bey, ‘Bizim bu ülkeyi AKP belasından kurtarmamız lazım’ der... En kırılgan nokta ise Kürt siyasi hareketi ile ilişkiler olacaktır.”

Bu arada...

Prof. Özlale’yi tam da İstanbul’da yeni bir eve taşınma telaşındayken aradım. Zira, İYİ Parti’nin kurmaylarından olmasının yanı sıra hayatında önemli bir değişikliğe de gidiyor; evleniyor. Özlale, Sözcü TV’nin ekran yüzlerinden olan meslektaşımız  Serap Belovacıklı ile hayatını birleştiriyor. Öğrendim ki ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşayacak çiftin nikâhı temmuz ayında kıyılacak. 

                                                    /././

Erdoğan’ın ‘görüşmeyin’ dediği lider (Barış Terkoğlu)

2013 yılının son günleri...

Türkiye, eski ortaklar AKP-FETÖ kavgasına hazırlanıyor.

İşte o günlerde Bakanlar Kurulu’nda yaşanan sıra dışı bir olayı belki de hiç konuşmadık. Bülent Arınç’ın pazartesi günkü “kahramanım Özgür Özel”  açıklaması olmasaydı, “Başkan Arınç” kitabına uzanıp bakmasaydım, ben de fark etmeyecektim.

Yazarı Ömer Şahin. Arınç’a çok yakın bir gazeteci. O gün, kitapta şöyle anlatılıyor:  “Bakanlar Kurulu toplantısı devam ederken (Başbakan Yardımcısı) Arınç’ın önüne bir not iletilmişti. Önemli olmalıydı ki toplantı bitimi beklenmemişti. Nota baktığında Joe Biden’ın görüşme talebi yazıyordu. Türkiye saatine uygun bir zamanda iki tercümanın hazır bulunacağı güvenli bir telefonla görüşme talebiydi bu.”

Arınç’ın o anda hissettikleri şöyle aktarılmış: “Arınç, sevinç ve endişe duygusunu bir arada yaşamıştı. ‘Zaman zaman görüşelim, sizi bizzat arayacağım’ diyen Biden, sözünü tutmuştu. Bu sevindiriciydi. Asıl muhatabı olan başbakan ve dışişleri bakanı durur iken aranıyor olması ise düşündürücüydü.”

Arınç’ın, o gün dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu’na danıştığını okuyoruz:  “Davutoğlu’nun söylediği şu oldu: Başkanım bu iyi bir şey ama bunun altından başka şeyler çıkabilir. Tayyip Bey buna razı olmayabilir. Onun bilgisi dışında bir görüşme olursa zor durumda kalabilirsiniz!”

Arınç da gidip Erdoğan’dan izin istemiş. Ancak “Biden’ın kendisinden başka biriyle” görüşme girişimi, Erdoğan’ı rahatsız etmiş. Arınç’a verdiği cevap kitapta şöyle yer alıyor: “Görüşmeniz uygun değil!”

BIDEN: BİZZAT ARAYACAĞIM

Dikkatinizi çekmiştir. Biden, Arınç’a daha önce arayacağını söylemişti. İşte o detay da kitapta yer alıyor. 22 Kasım 2013’te, Arınç ile o dönem ABD başkan yardımcısı olan Biden’ın Beyaz Saray’daki görüşmesinden bahsediyorum. Trafik, önce Ankara’da, ABD Büyükelçisi Ricciardone ile Arınç arasında başlamış. Beyaz Saray’a ulaştığında ise Biden, Arınç’ı kapıda karşılamış. 45 dakika olarak planlanan görüşme, Biden’ın isteğiyle yarım saat daha uzamış. İçeride şiirler okunduğunu, iki liderin kaybedilen evlatlarına dair özel yaşamlarını konuştuğunu öğreniyoruz. Erdoğan’ın ABD ile arasında soğuk rüzgârlar eserken Arınç, Beyaz Saray’da farklı bir konuşma yapıyordu: “Türkiye ve ABD, ister Suriye olsun ister Irak olsun ister diğer konularda olsun çatışma içinde değil, hemen hemen görüş birliği içerisinde.”

Kitapta, görüşmede yer alan Büyükelçi Namık Tan ile Arınç’ın bir diyaloğu da var:

“- Sayın başkanım farkında mısınız size çok önemli bir mesaj verdi?

- Neydi o mesaj Namık Bey?

- Bölgeye geleceğini söyledi. Davet ederseniz size de gelirim demek bu.

İşte Bakanlar Kurulu sırasında Arınç’ın önüne konan not, bu görüşmenin sonucuydu. Ancak bu olay, her seferinde Beyaz Saray randevusu bekleyen Erdoğan’ın hoşuna gitmemişti.

Şahin’in kitabı sonunu şöyle veriyor: ‘Görüşme için müsait değiliz’ mesajı iletildi ve Biden ile telefon trafiği olmadı.”

ERDOĞAN’IN YENİ DERDİ

Neden mi hatırlattım?

Seçimlerden sonra ilk kez pazartesi günü Erdoğan’la görüşen Devlet Bahçeli’nin salı günü grup toplantısında defalarca yaptığı vurgu nedeniyle: “Türkiye’ye ziyaret düzenleyip önce İstanbul’a gelen, alelacele belediye başkanıyla görüşme yapan Almanya cumhurbaşkanı, (...) iç siyasete dahil olan, CHP’li belediye başkanlarını ayağının tozuyla ziyaret eden Almanya cumhurbaşkanı (...)”

Duyumlar ve açıklamalar gösteriyor ki bir zamanlar en yakınındaki Arınç’a bile güvenmeyen Erdoğan’ın dertlerinin arasına, 31 Mart’tan beri yeni dertler eklendi. Joe Biden’la görüştü görüşecek derken, randevu tarihi ne zaman diye sorgularken, “Meğer görüşme yokmuş”a varan Erdoğan, 31 Mart’tan beri Batı nezdinde bir temsiliyet sorunu yaşıyor. Bir süredir Batı’yla yeni denge arayışına giren Erdoğan’ın seçimlerdeki irtifa kaybı, ülkede “Erdoğan’dan önce konuşulacaklar” listesi yarattı. Erdoğan’la görüşmenin ertesi günü Bahçeli’nin göndermeleri bu duruma işaret ediyor.

Erdoğan’ın; “CHP, yurtiçinde ana muhalefet partisi, sınırların dışına çıkınca Türkiye’nin partisi”“Erdoğan’ın dünyada temas ettiği pek çok lider sosyal demokrat, sosyalist, bu konuda ben kiminin yardımcısıyım, kiminle aynı masadayım” diyen Özgür Özel ile bugünkü buluşması, kendisi adına ortaya çıkan bir güven sorununu çözme arayışı olarak da okunabilir.

Çoğu zaman bir sebep ararlar. Oysa güvensizlik ağacı insanın içindeyse, büyümesi için toprağa gerek yoktur.

                                                     /././

‘Bu Çin niye böyle yapıyor?’ (Ergin Yıldızoğlu)

Bir Wall Street Journal yazarı soruyor: “Çin neden ihtiyacı olduğundan daha fazla otomobil üretiyor?” (28/04). Çin yılda 40 milyon otomobil üretiyor, bunun yalnızca 22 milyonunu ülke içinde satıyor. 

FAZLA KAPASİTE NEREYE GİDİYOR?

Bu 18 milyon araçlık “fazla kapasite”, dünya piyasalarına, özellikle de zengin ülkelere gidiyor. Batı medyasında, Çin’in, otomotiv sanayisini, özellikle elektrikli araçlar piyasasında, tehdit ettiğine ilişkin yazıların sıklaşması da bundan. Financial Times’ın aktardığına göre, Avrupa elektrik araç piyasasında, Çin’den gelen araçların satışları 2020’de 1.6 milyar dolardan, 2023’te 11.5 milyar dolara yükselmiş. Bunların piyasa payı da dört kat artarak yüzde 8’e ulaşmış; 2027’de bu oran yüzde 20’ye çıkacakmış. 

Çin ekonomisi olgunlaşırken büyüme oranı da yılda ortalama yüzde 7-9’lardan yüzde 4-5’lere gerilemeye başlıyor. Buna karşılık Çin, imalat sanayisinde kapasite inşa etmeye devam ediyor. İç piyasadaki talebi aşan üretim fazlasını ihraç ediyor. Çin’in ticaret fazlasının 2022- 23 döneminde toplam 1.7 triyon dolara ulaştığını aktaran bir Foreign Affaires makalesine (27/03/2024) göre, “Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Japonya ve diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler bu eğilimin devam edeceğinden, Çin’in ekonomik yavaşlamadan çıkış yolunu ihraç etmeye hazırlandığından endişe ediyorlar”. 

YENİ DÜNYA DÜZENİNE DOĞRU... 

Peki, Çin niye “kapasite fazlası” üretiyor: Birincisi, “üretici güçlerini geliştirecek” (partinin yeni sloganı), toplumsal refahı artıracak artık değer yaratmaya devam etmek için. Ancak bu kapasite fazlasının ürettiği artı değer gerçekleşmesi, ürünlerin metalaşması, bunun için de dış piyasalara gitmeleri gerekiyor. 

Halen yüzde 28.4 payıyla dünyanın en büyük imalat sanayisine sahip Çin, birçok sanayi uzmanının katıldığı gibi (WSJ), “daha yaratıcı, daha rekabetçi”, giderek teknoloji bileşeni daha yüksek (elektrikli taşıtlar, güneş enerjisi panelleri, bilgisayar, cep telefonu, 5G...) ürünlerle dünya piyasalarında kendine yer açmanın ötesinde, egemen olmaya, diğer bir deyişle, yeni bir dünya düzenini inşa etmeye doğru gidiyor. 

Böyle uluslararası rekabetin sertleştiği dönemlerde, sanayi verimliliği görece düşük ekonomilerde ya üretim kapasitesi, istihdam yok olmaya başlar ya da bu ülkelerin devletleri üretim kapasitesini, istihdamı dünya ekonomisinden gelen rekabet karşısında koruyacak politikalara yönelirler. New York Times’ın aktardığına göre, son bir yıldır ekonomi basınında, IMF ve Dünya Bankası toplantılarında tartışılan konuların başında “sanayi politikaları”, “korumacı önlemlerde” artış geliyor. Bir IMF çalışmasına göre, özellikle gelişmiş ülkelerde bu yönde alınan önlemlerin hızla artıyor olması da bu yüzden. 

Diğer taraftan, otomotiv piyasalarında Avrupa Birliği-Çin rekabeti örneğinde olduğu gibi, üretkenlik düzeyleri arasındaki farklara bağlı olarak kimi zaman, korumacı önlemler de yeterli olmayabiliyor. Örneğin, bir Financial Times araştırmasına göre, Çin, iç pazarda 20 bin Avroya sattığı otomobilleri Avrupa’da 40 bin+ Avroya satabilmektedir. Bu koşullarda AB’nin ithalat vergisini yüzde 30’a hatta yüzde 50’ye çıkarması bile Çin şirketlerin kâr marjını caydırıcı olacak düzeyde etkileyemeyecektir. 

Aslında, yalnızca farklı verimlilik düzeylerinden değil, iki farklı “sermaye birikim rejiminin” kapasitelerinden söz ediyoruz. Çin modeli, ekonomiyi ve siyaseti birlikte düşünen bir anlayışa, devlet kapitalizmine tabi özel kapitalizme dayanıyor. Planlama, yönlendirme, mali teşvik, destek, gerektiğinde devletin doğrudan katılımı, şirketleri birleşmeye zorlayabilme, bu rejimin bileşenleri içinde. Neoliberal serbest piyasa modeli bu “Pekin modeliyle” ekonomik yollardan rekabet edemiyor. Kaçınılmaz olarak gündeme ya “Pekin modeli”ni kopyalamak ya da siyasi askeri yollardan direnmek geliyor. “Pekin modeli”nin, güçlü devlet, vasıflı disiplinli bürokrasi, gelir dağılımı dengelerini denetim altında tutmaya, toplumsal istikrara özellikle önem veren bir siyasi parti (“modern prens”) gibi özellikleri de var. 

Bu özellikleri neoliberalizmin atomize ettiği Batı toplumlarının kültürel, ideolojik dünyasına taşıyınca, plütokrasiyi (müstehcen gelir dağılımını) ve tarihin mirasını (sömürgecilik, faşizm, emperyalizm) düşünce karşımızda bir “süreç olarak faşizm” olasılığı şekillenmeye başlıyor.

                                                           /././

Anayasa bu kez Erdoğan’a uydurulmamalı (Mehmet Ali Güller)

1) Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yok, Erdoğan’ın yeni bir anayasaya ihtiyacı var. 

2) Mevcut anayasadaki son büyük değişiklik de yine Türkiye’nin ihtiyacıyla değil, Erdoğan’ın ihtiyacıyla yapılmıştı. Çünkü Erdoğan yine anayasaya uymuyordu, Türkiye’yi anayasada belirlenen kurallara aykırı bir şekilde yönetiyordu. Öyle ki MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Madem Erdoğan anayasaya uymuyor, biz anayasayı Erdoğan’a uyduralım” diyerek “Erdoğan için anayasa” yolunu açmıştı. 

YENİ REJİME ANAYASALLIK KAZANDIRMA TUZAĞI 

3) Anayasa dün Erdoğan’a uydurulmuş olsa da bugün yine uymamaktadır. O nedenle yine Erdoğan’a uyan bir yeni anayasa yapılmak istenmektedir. Çünkü anayasa, Erdoğan’a başkanlık yolunu sınırlamaktadır. Zaten anayasaya aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanı olan Erdoğan, dördüncüsünü zorlayacak güçte değil, partisi artık ikinci parti. Erdoğan o nedenle yeni anayasa ile kendisine yeniden başkanlık yolu açmak istemektedir. 

4) Erdoğan, 22 yılın sonunda rejimi yıktı ve inşa etmekte olduğu yeni rejime yasallık, anayasallık kazandırma peşinde. İkincil olarak da bu nedenle yeni anayasa istemektedir. 

‘12 EYLÜL ANAYASASI’ ALDATMACASI 

5) Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yok, mevcut anayasaya uyan bir iktidara ihtiyacı var. 

6) Erdoğan rejimi bir kez daha Taksim Meydanı’nı işçiye, emeğe, demokrasiye yasakladı. Oysa Anayasa Mahkemesi, daha bes¸ ay önce aldığı kararla, Taksim yasağının “Anayasanın 34. maddesinin güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının engellenmesi” olduğuna hükmetmiştir. 

Erdoğan rejiminin Taksim yasağında ısrarı ideolojiktir, hangi sınıfın sözcüleri olduğuyla ilgilidir. Anımsayın, Erdoğan sürekli uzattıkları OHAL rejimini işçilere karşı kullandıklarını da belirtmişti; patronlara “Bir tane fabrikada grev söz konusu mu? Böyle bir şeyde anında müdahalemizi yapıyoruz. OHAL anında çözüm kaynağı oluyor” diyerek seslenmişti. 

Erdoğan Taksim üzerinden sınıfını savunmakta ve Taksim üzerinden işçi sınıfıyla mücadele etmektedir ama Erdoğan aynı zamanda Taksim üzerinden son seçimde yenildiği rakibiyle güç mücadelesi yürütmektedir. 

7) 12 Eylül Anayasası, çoğu Erdoğan döneminde olmak üzere değiştirildi. Ancak onca değişikliğe rağmen, YÖK başta 12 Eylül’ün anayasadaki asıl izlerine hiç dokunmadılar. Çünkü AKP de 12 Eylülcüler de son tahlilde Atlantik-neoliberal düzeninin aktörleridir. Bu nedenle “12 Eylül anayasasından kurtulmayı” yeni anayasa ihtiyacına gerekçe yapmaya çalışmaları aldatmacadır. 

ANAYASAYA UYMAYANLARLA MÜZAKERE EDİLMEZ 

8) Erdoğan-Bahçeli düzeni anayasaya uymamakta, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulatmamaktadır. Öyle ki Erdoğan “Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum” diyebilmekte, Bahçeli ise kararını beğenmediği Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını isteyebilmektedir. 

Dolayısıyla yeni anayasa propaganda ettikleri gibi demokrasinin gereği değildir, tersine bu anlayışa yeni anayasa yaptırtmamak demokrasiyi savunmanın gereğidir. 

Sonuç olarak anayasaya uymayanlarla, anayasayı sürekli kendine uydurmaya çalışanlarla, anayasaya aykırı bir şekilde işçi sınıfına Taksim’i yasaklayanlarla, Türkiye’nin birinci partisinin genel başkanını Taksim’e sokmayanlarla müzakere edilmez, mücadele edilir! 

                                                  /././

Taksim bir kültürel mirastır ve ne anayasası ayol? (Orhan Bursalı)

Anayasa Mahkemesi’nin kararı var. Taksim Meydanı 1 Mayıs törenlerine kapatılamaz diyor. On yıllardır emekçi sınıfı Taksim’deydi. Şehitler verdi, öldü öldü dirildi, hak aradı, sesini orada dünyaya duyurdu. Kazancı Yokuşu’nda şehitler verdi; devletle ilgili gizli ve açık örgütlerin provokasyonlarına karşı mücadele verdi.

Bir canlı anılar müzesidir Taksim. İşçi sınıfının belleğidir, sevincidir, kederidir, derdidir. Ve Taksim emekçilerin düşüncelerini özgürce dile getirdikleri bir tarihsel mekândır.

Bunu değiştiremezsiniz.

Çünkü nesilden nesile bu düşünce özgürlüğü ve taptaze bir anı gibi dünden bugüne ve yarına akmaktadır.

Bu açıdan Taksim’e bir “kültürel miras” olarak da bakabiliriz.

Anayasa Mahkemesi Taksim’in bu toplumsal belleğine gönderme yaparak alanın yasaklanmasını düşünce yasağı kapsamında değerlendirmiştir.

Ne kadar içerikli, derin bir üst hukuk kararı!

İktidar, Saray keyfi öyle istediği için Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımıyor.

Emekçilerin Taksim hafızasını yok etmeye çalışıyor...

Şu kısacık ömründe bu mümkün değil.

SARAY’IN HAFIZASI

Evet orada da bir başka hafıza vardır, birikmiştir. Taksim’i ideolojik yeniden yapılandırma ve gerçekleştirme amacı... Gezi Parti, Topçu Kışlası, cami. Bu sonuncusunu gerçekleştirdiler. Gezi Parkı’nı alamadılar.

Saray’ın hafızasında asla değişmeyecek olan ise Gezi Parkı olaylarıdır.

Bir ağaç koruma gibi sıradan doğal isteği bir cehenneme çeviren iktidarın kendisidir. Ve Gezi masum hareketini Türkiye çapında iktidara karşı adeta bir isyan hareketine dönüştüren de.

Saray bu konuda hep gözü kara hareket etti. Mahkemeler kurdu, mahkemeler yıktı, beraatleri bozdu ve Gezi olaylarından bir avuç suçlu insan yarattı. Dava dava değil, hukuk hukuk değil, suç suç değil, dünya tarihinin en ucube kararlarından birini sırtına yükledi.

Gezi bir halüsinasyon gibi kendini anımsatıyor.

NE ANAYASASI?

Bu tutum aynı zamanda “güç gösterisi”dir. Kişisel. Büyüklük. Mutlak otorite. Hınç.

Saraçhane’deki Valens Kemeri’nin önüne yığılmış tankı vb. ile çevik kuvveti, “Çanakkale geçilmez” havasında, aslında Saray’ın iradesinin ta kendisidir. Ne vali ne içişleri bakanı.

Anayasa tartışmaları komiktir. Zırvadır.

Ne anayasası?

Türkiye gerektiğinde anayasasız bile idare edilebilirin örneğini veren bir iktidarın, anayasa yapalım diye ortalıkta dolaşması, dünyanın en trajikomik olaylarından biridir.

Neyse, anayasa zaten yok, gereği olmayan ve olmayacak olan bir anayasa için niye tartışılıyor?

                                                  /././

Saray’ın, polis ordusuyla 1 Mayıs operasyonu, Pirus Zaferi (Şükran Soner)

Kanlı 1 Mayıs 1977’de, emperyal güç odaklarının emrinde, iç iktidar erklerinin katkılarıyla, yaşatılanların bugünlere uzanan akışının sonuçları ortada... Ülkemiz işçi sınıfı, emeği ile geçinen tüm çalışanlarının örgütlü hakları, yaşam koşulları dünyanın en az gelişmiş bilinen ülkelerinin bile çoğunluğunun gerisinde. Emek tarihi deneyimlerimiz, toplumsal, kültürel birikimlerimizin gerçekleri ile çatışmalı bu tablonun değiştirilmesinde, dipten gelen dalgaların gücünün öne çıktığı bir sürecin de içindeyiz...

Saray’ın kadrolaşmasını yaptığı günümüz sürecinin içinde, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararın içeriği de çok açık.

Örgütlü işçi sınıfının özgür iradesi ile 1 Mayıs’ın kutlanması istenen meydanlara yasaklama konamıyor. Taksim’in yaşanmışlıkları ile anlamı, önemi de ortada. Saray’dan hayır denemeyecek, CHP-DİSK ağırlıklı barışçı bir çağrı, yaklaşım gerçekten çözüm için Saray’ın da lehine bir çözüm getirebilirdi. Bütün yaşanmış geçmişin deneyimleri ile bir gün öncesinde kafamdan geçmiş bir anı sizlere de anımsatmak istiyorum. Şeriatın öldürme kastıyla attırdığı bir bomba ile ayaklarını kaybetmiş, dünya ölçeğinde değerli bilim insanımız Prof. Dr. Server Tanilli’nin yürekli çıkışıyla yaşanmış sahnelerin şeridi gözlerimin önünden geçti.

DİSK yöneticileri ile ancak protokol anma için kapı açıldığı törene hocamız da davetli idi. Genç bir işçi, hocayı yasağı delmek isteyenlere gazlı bombaların atılmakta olduğu anlar içinde, koşarak meydana sokma görevini almıştı. Sıkı koşusunda arkasından var gücümle koşturuyorken arkamdan Şişli’den yola çıkan kalabalıkların coşkuyla peşimizden katılmalarını anımsıyordum. Hocamızla birlikte kalabalıklar Taksim Meydanı’nı hızla dolduruyorlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan gelişmelerin haberini aldığı anda, daha atak davranmış, Taksim’in işçi sınıfımıza açılması kararını vermişti.

Acaba iç sesleriyle bu kez nasıl bir karar verilecekti? Öngöremediğimin, iyimser arkadaşlarımın umutlarına katılamadığımın, sessiz kaldığımın ayrımındaydım.

                                                 ***

Dün Saraçhane Meydanı’nda, CHP ile DİSK liderlerinin önderliğinde toplananlara gaz, bombalı engellemelerin bir saatlik yaşatılanlarının sonucunda, umutlu bekleyiş bulutları Kafdağlarının arkasına sürüklenmişti. İçimden geçen gerçek öngörülerimle, Saray’ın, söz konusu yeni inadı, kararlarıyla ancak “Pirus Zaferi” elde edebildiğinin altını çizmek istiyorum. Sağduyulu, sağlıklı anlık karar verebilme yetisinin yerine, öfkenin egemen olduğunu apaçık gözlemlemiş oluyoruz. Sonrası toplumumuz, ülkemiz yaşayanları, örgütlü ya da örgütsüz, olumlu ya da olumsuz katkılarıyla hep birlikte örecekleri yapı taşlarıyla belirleyecekler.

Yaşamımızdaki sorunlar yumağımız öylesine bir yükselişte ki... Sanıldığının aksine eskisi gibi uzatmaların, çok uzun yılların aynı zikzakları içinde oynatılabilmesinin olanağı yok gibime geliyor. 1977’lerden günümüze her yıl yaşananlar, gerçekler üzerinden çok sıkça altını çizdiğim bir vurguyu yeniden paylaşmak isterim. Ülkelerin 1 Mayıs kutlamaları, etkinlikleri, barışçılık, çatışmacılık boyutları, sadece o ülkelerin örgütlü işçi sınıfı haklarının değil, o ülkelerin demokrasilerinin de aynası olduğunun altını çizmişimdir.

Dün Saraçhane’de gazlı sulardan paylarını almış, bir aile ile gazetenin önünde karşılaştığımda elbette içlerindeki karamsarlık söylemlerine de yansımıştı. Gülümseyerek iyimserliğimi paylaştığımda inanın Polyannacılık oynamıyordum.

(Cumhuriyet)






T24 KÖŞEBAŞI - 2 Mayıs 2024 -

 

Tasarruf araçlarında vergi yükü artıyor, KKM'de "0" stopaja devam (Binhan Elif Yılmaz)

Olan şu; ekonomik istikrar, gelir dağılımında adalete tercih ediliyor

Bundan 6 yıl önce 30.8.2018 tarihli 53 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile TL mevduat ve katılım bankalarının katılma hesapları karşılığında ödenen kâr paylarına uygulanan stopaj oranlarında 3 ay süreyle sınırlı indirim başlarken DTH'da (döviz tevdiat hesapları) vergi yükü artmıştı.

2018 Ağustos'undaki düzenlemeyle 6 aya kadar (6 ay dahil) vadeli TL mevduat hesaplarında faiz gelirinden yüzde 15'lik gelir vergisi stopajı yüzde 5'e, 1 yıla kadar (1 yıl dahil) vadeli TL mevduat hesaplarında yüzde 12'den yüzde 3'e inerken, 1 yıldan uzun vadeli hesaplarda ise yüzde 10'dan yüzde 0'a inmişti. Ayrıca katılım bankalarının katılma hesapları karşılığı ödediği kâr paylarına vadesine göre uygulanacak stopaj oranları TL mevduattakiyle aynı olmuştu. DTH'da ise vadesine göre yüzde 20'ye kadar yükselmişti.

Çünkü 2018 yaz döneminde kur atakları yaşanıyordu, dolarizasyon hız kazanmıştı. O günden sonra bazen aylık çoğunlukla üç aylık aralıklarla stopaj indirimlerinde süre uzatımı devam etti.

2021 sonbaharında başlayan politika faizinin düşürülme sürecinde TL'den kaçış başladı, dolarizasyon zirve yaptı. Liralaşma stratejisi kapsamında TL mevduat faiz gelirleri ve diğerlerinde indirimli stopaj oranları uygulanmaya devam etti. Ardından KKM enstrümanı yaratıldı ve stopaj oranı "0" olarak ilan edildi.

Ekonomi modeli denemesinde TL'nin değersiz halinin ortaya çıkardığı maliyetlerin, tasarruf araçlarına sunulan indirim/avantaj ile vergi gelirlerinden yapılacak fedakârlıktan çok daha yüksek olduğu anlaşılmış oldu.

Stopaj oranındaki indirimler ile söz konusu tasarruf araçlarında dolaylı yoldan faiz geliri artarken, kur riskinin önüne geçilmesi beklendi. Tam olarak beklendiği gibi olmadı. KKM'nin çözülme süreci zorlayıcılığını korudu.

Söz konusu tasarruf araçlarındaki vergisel düzenlemelere bir yenisi eklendi. 30 Nisan 2024 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 8434 sayılı CB Kararıyla GVK Geçici Madde 67'de yer alan tevkifat (stopaj) oranlarında değişiklik yapıldı. Bazı gelirlerdeki stopaj oranlarında süre uzatımına gidilirken, bazı gelirlerde oranlar yükseltildi.

31 Temmuz 2024'e kadar geçerli olacak düzenlemeler şöyle;

a) Mevduat (TL) faizleri ve katılım bankalarınca TL cinsi katılma hesabı karşılığı ödenen kâr paylarında;

- Vadesiz ve ihbarlı hesaplar ile 6 aya kadar (6 ay dahil) vadeli hesaplarda yüzde 7,5 (önceki yüzde 5),

- 1 yıla kadar (1 yıl dahil) vadeli hesaplarda yüzde 5 (önceki yüzde 3),

- 1 yıldan uzun vadeli hesaplarda yüzde 2,5 (önceki yüzde 0) oldu.

- Enflasyon oranına bağlı olarak değişken faiz oranı uygulanan 1 yıldan uzun vadeli hesaplarda yüzde 0 devam etti.

Bir örnek vereyim; 100.000 TL'lik mevduata 6 aylık yüzde 40 faiz oranıyla, brüt faiz geliri 20.109 TL, yüzde 7,5 stopaj oranı ile ödenecek vergi 1.508 TL ve vergi sonrası net faiz geliri 18.601 TL olacak. Altı yıldır devam eden stopaj indirimi yüzde 5 olarak devam etseydi ödenecek gelir vergisi 503 TL daha düşük olacak, net faiz geliri bu tutar kadar artacaktı.

Bu basit hesaplamanın anlamı, TL mevduatta stopaj oranının yükseltilmesi "dolaylı faiz indirimi"dir. Bankaların maliyetine girmeyen, vergi oranı artışıyla ortaya çıkan bir faiz indirimidir bu.

- KKM'de stopajın yüzde 0 olmasına devam edildi.

Zaten KKM (döviz, altın dönüşümlü), yaratıldıkları 21 Aralık 2021 gününden bu yana hep vergi dışı kaldı. Üstelik TL'den KKM'ye dönenlerin getirileri bütçeden, döviz dönüşümlülerinki merkez bankasından ödendi. Ağustos 2023'ten itibaren hepsinin ödemesi merkez bankasında ve merkez bankasının nisan ayında açıklanan zararında KKM'nin payı çok büyük. 

b) 1.5.2024 – 31.7.2024 tarihleri arasında iktisap edilen (öncekiler hariç), bankaların ihraç ettiği tahvil/bono gelirleri ile kira sertifikalarından elde edilen gelir ve kazançlara uygulanacak stopaj oranları da yine yukarıdaki mevduat ve kâr payları için uygulanan stopaj oranları ile aynı oldu.

c) Ek olarak bu enstrümanların elde çıkarılmasıyla ilgili uygulanacak stopaj oranları ise şöyle oldu:

- 6 aydan az süreyle (6 ay dahil) elde tutanların elden çıkarılmasından doğan kazançlardan yüzde 7,5,

- 1 yıldan az süreyle (1 yıl dahil) elde tutanların elden çıkarılmasından doğan kazançlardan yüzde 5,

- 1 yıldan uzun süre elde tutanların elden çıkarılmasından doğan kazançlardan yüzde 2,5.

Böylelikle TL mevduat ile para piyasası fonlarının vergi yükleri eşitlendi. Ancak fonlar 1 Mayıs 2024'ten itibaren alınırsa ve belirtilen vadelerde elde çıkarılırsa vergi olacak. Portföyde bulunan ve 30 Nisan 2024 öncesi alınan fonların elden çıkarılmasından elde edilen kazançlar vergiye tabi olmayacak.

Tüm bunların anlamı ne?

Tasarruf araçlarında vergi yükünün artmasıyla TL'yi özendirme çelişmiş durumda. Anlaşılan TCMB izlediği sıkı para politikasıyla kredibilitesinin sağlandığına inanıyor ki artan vergi yüküyle TL getirisinin düşüşüne izin verilmiş durumda.

TCMB'nin son PPK toplantısında şahin açıklamaları olsa da faiz kararını pas geçti. PPK toplantısının ardından zorunlu karşılıklara ödenecek faiz tavanı yükseltilerek bankalardan mevduata örtülü faiz artışı bekleniyor ama bankalar bunu mevduat faizine yansıtmayabiliyor. 

Son düzenleme, TL'ye geçişin özendirilmesini sekteye uğratabilir belki ama sonuçta gelir vergisi hasılatında artış ortaya çıkacak. Gündemden düşen vergi artışları geri geldi. Oysaki maliye politikasının kamuda tasarruf ile sıkılaşması, vergi gelirlerinin de kayıt dışılıkla mücadele ile arttırılacağı planları vardı.

Maliye, vergi gelirlerini besleyip, kamuda tasarrufa ve kayıt dışılıkla mücadeleye yoğun bir şekilde gitmeden bütçe açığını azaltıcı bir yol mu arıyor? Öyleyse ve vergi artışları başlıyorsa, TL'yi tercih etme ve dövize yönelmeyi önleme amaçlı olarak maliyenin bir sonraki adımının BSMV'de artış olacağını düşünüyorum.

Ama tabi dövize yönelmenin vergisel yükü ile TL'de kalmanın vergisel yükü arasında sıkışmanın tezgah altı ve yastık altı sonuçları var.

Aslında olan şu; ekonomik istikrar, gelir dağılımında adalete tercih ediliyor. En başta vergide adaletin sağlanması için ödeme gücüne göre vergileme gerek. Yani faiz, kâr payı gibi getiri elde edip ödeme gücü artanların vergi yükünün artması kadar normal bir durum yok.

Ama gel gelelim enflasyonda kalıcı düşüş gerçekleşmiyor, beklentiler bozuk, dolarizasyon riski yüksek. Enflasyonun bizzat kendisi gelir dağılımında adaleti bozuyor. Son 3 yılın ekonomi politikalarındaki hatalar ile ortaya çıkan enflasyonun önünü kesmek için zaten gelir dağılımında adalet amacından uzaklaşılacağı bilinerek tasarruf araçlarından getiri sağlayanlar düşük vergilendiriliyordu.

Emekçi ücretinden yüzde 40'e varan oranlarda gelir vergisi öderken faiz, kâr payı elde edenin stopaj oranındaki 2,5 puanlık artışın TL'den uzaklaşma ve ekonomik istikrarı tehdit etme riski karşılaştırılmak durumunda kalınıyor.

Umut dünyası. Liralaşırsak, enflasyon beklentileri düzelirse, enflasyon düşerse sıra gelir dağılımında adaleti sağlayacak bir vergi politikasına gelir belki.

                                                        /././

1 Mayıs ve açığa çıkan MGK sırları: Büyük suçlar nasıl cezasız bırakıldı? (Gökçer Tahincioğlu)

1993'ten bu yana failleri bilinen suçlardan söz ediyoruz. Bilinen sırlardan biri değil bu. Belgesiyle, tanıklıklarıyla açığa çıkmış ağır suçlar var ortada. Hem kendi toplumunu manipüle eden ve sonuçları çok ağır konularda karar alarak uygulayan bir yapıyı hem de bu yapıyı yetkilendiren mevzuatı yıllara yayılan haberlerin içerisinde görmek mümkün

Artık arşivine bile ulaşılamayan Radikal Gazetesi'nin o dönemki genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, 2007'de önemli bir yazı kaleme aldı ve cesaret edemedikleri için yayımlayamadıkları bir belgeye işaret etti.

"Cesaret edememeleri" Radikal gazetesinin ürkekliğinden değil, yapısal olarak medyanın ortaklaştırdığı zihniyeti ve kırılgan yapısından, bu yapıya karşı aşırı güç uygulayabilme olanağına sahip olanların, bundan zerre çekinmeyeceklerinin bilinmesinden kaynaklıydı.

Gazetenin efsane muhabiri Adnan Keskin, o dönem çok önemli bir belgeyi ele geçirmişti.

Belgede, çeşitli başlıklar, bu başlıkların üzerinde de kutucuklar bulunuyordu.

Misal, hedefin bir partinin kapatılması olması…

Gelinen noktada başarıya ulaşan hedeflerin karşısındaki kutucuk da işaretleniyordu.

Düşünün, milyonlarca insanın oy verdiği bir partinin kapatılması bir hedef olarak belirlenmiş, bunun için çalışmalar yapılmış ve sonuçta, bilançoyu gösteren belgede "başarılı" olunduğu ifade edilmiş.

Sadece parti kapatma değil elbette.

Toplumu yakından ilgilendiren ne kadar olay varsa, belgede izini görmek mümkündü. Milyonları, ülkeyi ilgilendiren olaylar.

Komplo teorilerine zerre itimat etmeyenleri bile şaşırtacak düzeyde çarpıcı bir belge…

* * *

Radikal gazetesi, Keskin'in o dönem ele geçirdiği belgeyi belki basamadı ama sonrasında çok cesur bir habere imza attı.

O dönem, gazeteciler Berkan, Deniz Zeyrek ve Adnan Keskin'in imzasıyla yayımlanan, ilki "İşte gizli yönetmelik" başlığını taşıyan bir dizi haberde, MGK Genel Sekreterliği'ni yetkilendiren yönetmeliğin detayları anlatılıyordu.

O dönemki habere göre, yönetmelik şu yetkileri veriyordu:

- "Milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her tür psikolojik tedbirlerin alınması..."

- "... devlet çapında her türlü psikolojik harekât ihtiyacını saptar, değerlendirir, psikolojik istihbarat ihtiyacı için ilgili istihbarat organları ile koordinasyonda bulunur..."

- "Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliği ve anayasal rejimin korunması; Türk toplumunun Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları, milli ülkü ve değerler etrafında birleşerek milli hedeflere yönlendirilmesinde gereken milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her türlü psikolojik tedbirlerin alınması, yurt içi ve dışında bu hususlara karşı oluşan tehdidin bertaraf edilmesi veya etkisiz kılınması..."

* * *

Yönetmeliğe göre, MGK Genel Sekreterliği bünyesinde kurulan Toplumla İlişkiler Başkanlığı, TRT ve AA'dan, özel kurumlara kadar her türlü kurum ve kuruluşu yönlendirme gücüne sahipti. Başkanlık, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ndeki hedeflerin, toplum tarafından benimsenerek uygulanmasını sağlamaya yönelik her türlü tedbiri alabiliyordu.

* * *

10Haber internet sitesinden Masum Gök, tüm bu haberlerin devamı niteliğinde sayılabilecek, önemli bir habere imza attı geçtiğimiz günlerde…

MGK tarafından hazırlanıp, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a sunulan, 1993 tarihli gizli nitelikteki bir rapor, hurdacından çıkmıştı. Gök, bu raporda yer alan, kimi soyut maddeler arasında, jandarmayı görevlendiren bir başlığa dikkati çekiyordu haberinde:

- "Örgüte destek sağladığı bilinen iş adamlarına karşı özel tedbirler uygulamak."

* * *

Tarihler ve açığa çıkan belgeler birbirini tutuyor.

Dönemin başbakanı Tansu Çiller, 4 Kasım 1993'te, İstanbul'da gazetecilere, ellerinde PKK'ya destek veren iş adamlarının listesi olduğunu açıkladıktan kısa bir süre sonra, bu listedeki insanlar öldürülmeye başlandı.

Listedeki bazı isimlerin, öldürülmemek için Susurluk çetesine para verdiğini, öldürülenlerin paralarının da çete üyeleri arasında paylaşıldığını artık bilmeyen yok.

Aynı Çiller, bu açıklamasından 19 yıl sonra kurulan TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'nda bu açıklaması sorulduğunda, şunları söyledi:

"Evet, böyle bir liste geldi önüme. Tahmin ediyorum ki İçişleri Bakanlığı'ndan geldi. MGK'da da bu tarz birtakım iş adamlarının finansman için tehdit edildiği ve zorla para toplandığı ifade edildi. Bu çerçevede o gün, hatta o an önüme gelen bir listeydi. 'Kimse buna boyun eğmesin, biz bunları koruruz. Kim bunu yapıyorsa bunları da önleriz… Bu iş adamları tehdit ediliyorsa korkmasınlar…' Verdiğim mesaj buydu."

Çiller bu mesajı verdiğini söylüyordu ancak iş adamları devletin kontrolündeki güçler tarafından öldürülüyor ve öldürülmekten korkuyorlardı.

* * *

Susurluk çetesinin bu cinayetleri ile ilgili açılan dava, yerel mahkemede beraatle sonuçlandı. İstinaf mahkemesi de 1'e karşı 2 oyla, beraat kararını yerinde buldu. Son sözü Yargıtay söyleyecek. Karşı oy kullanan üye ise, cinayetlerin nasıl işlendiğini anlatırken, "…zamanın Başbakanı Tansu Çiller'in 04.11.1993 tarihinde Holiday Inn otelindeki konuşması sırasında bildirdiği yukarıdaki açıklaması ve bilahare söz konusu listede adları yazılı olduğu iddia edilen bir kısım kişilerin öldürülmesi nedeniyle kamuoyunda listenin öldürülecekler listesi olarak anılmaya başlandığı anlaşılmaktadır" ifadelerini kayda geçti.

* * *

10Haber'de yayımlanan belge ve belgeye ilişkin haber elbette çok önemli.

Ancak aslında 1993'ten bu yana failleri bilinen suçlardan söz ediyoruz. Bilinen sırlardan biri değil bu. Belgesiyle, tanıklıklarıyla açığa çıkmış ağır suçlar var ortada.

Hem kendi toplumunu manipüle eden ve sonuçları çok ağır konularda karar alarak uygulayan bir yapıyı hem de bu yapıyı yetkilendiren mevzuatı yıllara yayılan haberlerin içerisinde görmek mümkün.

Gazeteciler, tuğlaların üzerine tuğla koyarak, yıllar içerisinde olanı biteni aslında ortaya koydular.

* * *

Dün, alışılmış 1 Mayıs görüntülerini izlerken, iktidarla devleti ayırmanın ne büyük bir yanılgı olduğu, iktidarların bir biçimde bu yapının parçası haline geldiği ve oluşturulan, bu topluma faydalı olmadığı da defalarca açığa çıkan bir yapılanma biçimine tüm iktidarların sıkı sıkıya nasıl yapıştığı geçti aklımdan.

Daha bir gün önce iktidarın parti sözcüsü ters kelepçeyi zulüm olarak tanımlayıp, İsrail zulmüne karşı ses çıkartanlara ifade özgürlüğü hakkının verilmesi gerektiğini savunurken, Türkiye'deki görüntülerle ilgili tek bir soru bile gelmedi akredite basın mensuplarından.

Böyle bir yapının içerisinde diğer suçlar bir yana yaşam hakkının ihlali gibi en ağır suçlar bile "bağışlanıyor."

Bağışlanıyor zira bu suçları işleyenlerin bu kadar rahat olmalarının nedeni yetkilendirilmeleri.

Dokunulmaz bir alanda yetkilendirilenler de elbette pervasızlaşıyor.

Uzakta aramaya gerek yok.

Manzara, çok yakından da net biçimde görünüyor.

(T24)