5 Mayıs 2024 Pazar

soL KÖŞEBAŞI - 5 MAYIS 2024 -

 Ölüm Yok ki! (Asaf Güven Aksel)

usuldu, uzundu denizin boyu/sanki tüy bacaklı bir tazı/ya da kırmızı ve koyu/bir masaldı, tarçından ve süssüz/bir beden asılmış/gözüm hep onda kaldı/gün akşamlıdır devletlim/ elbet biz de ölürüz

Söylemiştim ama, konu Çin’den, Çin Devrimi’nden, hele de Kültür Devrimi gibi en çalkantılı dönemden açılınca, eğer bir-iki cümlelik yargıyla kapatıp rafa kaldırmayacaksanız, uzar gider, köşe yazısının çapını aşar diye. Ama, çevremden gelen bu yönde taleplere karşın, bir devam yazısı olmayacak bu.  Varsın, “ee, neticede ne diyoruz bu diziye”nin simli pulları eksik kalsın. Çünkü:

Gerçekten de “Üç Cisim Problemi” dizisi, övgüye mazhar “bilimkurgusal”, “fantastik” boyutlarıyla da, dramatik yapısıyla da, istediği kadar ödül alsın, izlensin, teknik dışında o kadar da kayda değer bir yapım değil. Vasatı şişirmeyelim. Oldu da, fizik zırcahilliğimiz yüzünden, pek bilimsel bazı olasılık göndermelerini anlamadık, orasına Fatih Altaylı baksın.

Dramatik yapıya temel teşkil eden Çin Kültür Devrimi  sürecine ilişkin saldırının açtığı tartışma, eğer gerçekten dizinin izlenilirliği ve üzerinde durulurluğu  itibariyle esas ilgi odağı olsaydı, belki irdelemeye devam anlamlı olabilirdi. Ama, alışılagelmiş sosyalizme çamur atma genellemelerinin üzerinde özel bir yeri var gibi durmuyor. Bu ilgide Çin’in bu düzlemde görece yeni ve meraklandırıcı bir uzanım oluşunun payı da çok sürmez.

Böyle bir dizinin uyarlandığı yazara, romana, Çin’in taltifle yaklaşması şaşırtıcı geliyor ve yeni bir analiz konusu sanılıyor olabilir. Ama, Çin’de sosyalizmin tarihini birazcık biliyorsak, “ve hatta Maoist!” olmaya da gerek yok, bu o kadar doğal ki… Haydi, buradan iki cümle kuralım bari bu dizi başlığını kapatırken, belki ilgilisi olur.

Dizinin sarsıcı açılış sahnesinden başlayıp uzaylılara “yıkın bu dünyayı” çağrısı yaptıracak sonuçlara yol açan bütün bir sürecin “kâbusu” olan, Kültür Devrimi’nin iki ayrı noktadan eleştirisi yapılabilir. Bütün devrimlerin dönemeçleri gibi…

Birincisi, muhtemelen yazarın ve kesinlikle dizi yapım platformunun bakışıyla, bu sürecin, tarihsel akıştan bir kesit değil, bütün bir sosyalizm denen totaliter kötülüğün aynası olduğudur.  Nitekim, günümüzde de Ye Wenjie’nin içi soğumamıştır, belli belirsiz hüznüne rağmen.

İkincisi, Çin Komünist Partisi’nin, daha o yıllarda savunageldiği, “sosyalizmin inşası sırasında yaşanan bir felaket, yok edilmesi için mücadele edilen korkunç bir sapma”nın ürünü olduğudur.  Nitekim Mao Zedung Düşüncesi tarihe karışınca “aşırılıklar” mutedilleşmiştir. 

Çin’in “bugünü”nün sahipleri açısından, bu “karşıdevrimci, akıldışı sol sapma”nın Netflix’te eleştiriliyor olması, o sürecin sorumlularını “ezerek” girilen bir başka yolun olumlanması anlamı da taşır yani. 

Burada niyetim, 29 Eylül 1979’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin 30’uncu Kuruluş Yıldönümü vesilesiyle, Ye Cienying’in  ÇKP MK adına yaptığı çarpıcı konuşmadan alıntılar aktarmaktı. Önemliydi Çin’i tanımak için, ama çok uzatacaktı yazıyı. Özetin özetiyle: 1966’da Lin Biao’nun (dönemin ÇKP MK Başkan Yardımcısı ve Savunma Bakanı) Mao Zedung’un eşi Çiang Çing’in de aralarında olduğu “Dörtlü Çete”nin, MK içindeki yetkilerini kullanarak Kültür Devrimi operasyonlarında inisiyatif aldıkları, parti merkezini tanımadıkları, uyarıları dinlemedikleri bir “her şey kahrolsun! topyekûn diktatörlük!” döneminin, kültürel birikimin, aydın üretkenliğinin, sanatçı yaratıcılığının yok edilmek istendiği, cinayetlere, toplama kamplarına uzanan, “bir tür dinsel fanatizme dönüşmüş ultra sol zulüm” ve “despotizm, nihilist terör ve yıkıcılık” dönemi olduğunu söyler Ye. Yani o dizinin ve eleştirmenlerin “aşırılık” sahnelerini ÇKP’nin resmî değerlendirmesi budur.

İş de burada çetrefil hal alıyor zaten. Geçen haftaki yazıda da belirttiğim Çin Devrimi’ni korumanın temel problematiği olan, parti içindeki yönetici elitin kontrolden çıkması riski, bu örnekte, Mao Zedung’a rağmen ve onu aşarak yaşanmış, zorlukla alt edilmişti. 

Alt edilmişti ama, artık Çin Devrimi deyince, propagandif akla külliyen “Beethoven’in plaklarını kıran köylülük” gelecekti, kimse o ara Mao ve ÇKP ne yapmış diye merak etmeyecekti, bir. Sonrasında bu kontrolü ele alan “alt ediciler”den Hua Guo Feng ve “kapitalist yolcu” Deng Siao Ping eliyle ülkenin girdiği rota, “acaba ‘Dörtlü Çete' haklı mıydı?” dedirtecekti, iki.

 (Hani o, dizinin ilk sahnesinde “karşıdevrimci”leri teşhirde kullanılan kâğıt külah vardı ya, Deng‘e de yakıştırılmıştı. Hayat işte…)

Sonuçta, artısıyla eksisiyle, “Üç Cisim Problemi”nin konuya bakışıyla günümüz Çini’nin bakışı paralel, desteklemelerinde şaşılacak bir şey yok. Artısı, günümüz Çini’nin, sosyalizmin bütününe ilişkin bir değerlendirme olmasına itirazı da cılız olabilir dersek de çok yanlış olmaz!

Ha, “dizi öyle bakıyor Kültür Devrimi’ne, ÇKP böyle bakıyor, ya sen?” derseniz… Demeyin. Uzattırmayın, karışıktır mevzu…

* * *

Evet ben bu yazıda, hiç girmeyecektim güya bu konuya… 

gün akşamlıdır devletlim
elbet biz de ölürüz

gözüm hep o asılmışta kaldı

Bu yazı 5 Mayıs’ta yayınlanacak…  

gözüm hep onda kaldı

Bu gece, 52 yıl önce şafağa yüz tutacak, ve bir delikanlı, “parkam nerede?” diye soracak. Emanet edilecek bir parka, öpüp başa konulan sancak gibi. “Botlarımı bağlayın, düşmesin ayağımdan” diyecek… Hiç çözülmeyecek sonra. 

Bir delikanlı sarılacak, bir üç olacak, sımsıkı.

Bu gece 52 yıl önce şafağa dönünce, kupkuru bir dar ağacıyla baharın yeşeren dalları karşılıklı duracaklar. Hızır'la İlyas, o şafakta, bir ferman yırtacak, ayaklarını toprağa basacak, Deniz, Yusuf, Hüseyin'den utanacak. Umutlar, dilekler, özlemler, onları yerine getirecek iradeye bakakalacak. Gökyüzünden beklenenler, yeryüzüne inecek. Sallanan çaputlar, ilmekli iple çarpışacak. Boş inançların bekleyişleri, gerçeklerle yüzleşecek. İnsana yaraşır bir gelecek onuru, faşizme boyun eğdirecek.

52 yıl önce, sabah söküp geldiğinde, hıdırellez, devrim mücadelesi neymiş, öğrenecek.

52 yıl önce ışırken gün, bir bağır yırtılacak kınalı tırnakla. Kınalı avuçları göğe açık, bir ışığın ağıp gelmesini bekleyenlerin kulağına alev alev fısıldanacak: Kalkın ve kendi kaderinizi değiştirin. Özlediğiniz hayat için, umudunuza düşman sınıfla kavgaya girin.

Yarın, 52 yıl önce, üç göğüsten üç nefes verilecek. Bağımsız bir ülke için, işçiler için, köylüler için üç nefes. O gün bu gün, alınan bu nefestir, yüzyıllardır çınlayan bir çağrı gibi.

52 yıl öncenin sabahında, sınıflı toplumlar tarihinin emaneti bir bayrak devredilecek, örse çekiç iner gibi. Bir bayrak ki, o gün bu gün, çırpınmakta, dalgalanmakta. 

* * *

Bugün 5 Mayıs.
 
“Ölüm yok ki” diyor Arif Damar, “ölüm, yok hükmündedir” diyor Hilmi Yavuz.

Yok. Siz üstteki “52 yıl önce’li cümlelerin sonunu edebiyat mı sandınız? Ölüm var mı devrime?

“Aklımız o asılmışta kaldı” ya, haydi o zaman, ayağa! Bakın o çırpınan bayrağı, o asılmışların emanetini yükseltiyor 52 yıl sonra Türkiye Komünist Gençliği ve Solcu Liseliler!

“Sevgili genç kardeşler,

“Tarihimizde köklü bir devrimci miras taşıyoruz. Bu mirasın bayrağı haline gelmiş Deniz Gezmiş'in 52. ölüm yıldönümünde ‘Tam Bağımsız Türkiye’ şiarıyla Ankara’da Sakarya Meydanı’nda buluşuyoruz.

“Kendi geleceğimizi, ülkemizin geleceğini, kaderimizi elimize almak için;
“Tam bağımsız, egemen, eşitlikçi, laik bir cumhuriyet için;
“Deniz Gezmiş'in bayrağı altında toplanıyoruz.

“5 Mayıs Pazar günü, saat 16.00'da Deniz Gezmiş Tam Bağımsız Türkiye Buluşması için Sakarya Meydanı'nda olalım!”

Güvercinler selamlasın sizi, kanatlarında ilk ışıklarla! Siz varken, ölüm yok ki!

Ölümün cam kırığı sessizliğinde / Çıt çıkmıyor / Yel esmiyormuş / İpte boylu boyunca dikiliyor / Tan yerine doğru / Ağır ağır dönüyormuş yiğit / Şafak söktü sökecek / Kıyıcıların (...) / Omuzları elleri silâhları / Korkunun / Korkulu denizinde yüzerken bitkin / Çıt yokken / Birdenbire bir Pat Pat Pat sesi / Baskın mı verdi yoksa memleket emekçisi / Kanları donmuş / Boyunsuz başlarını çevirmişler sesin geldiği yana / Meğer bir güvercinden geliyormuş bu ses bu isyan / Utanmışlar bu kez de korkularından / "Ateş..." demiş paslı bir ses (...) /  Güvercini kodunsa bul / Gün açmadan indirilmiş ipteki bayrak (...) / Bilmezler ki / İlk ışığı selâmladı güvercin/ Kanadına değen ilk ışığı / Ölüm yok ki!

                                                               /././

Kanziler, Bursa Nutku, Deniz Gezmiş (Berkay Kemal Önoğlu)

"Yüz binlerce öğrenci ne yazık ki hayata sistematik bilgiye dayalı sağlam referanslarla değil, aforizmalarla tutunma yoluna giriyor."

Artık bir kavram çöplüğü haline gelmiş sosyal medyanın ürettiği en yeni kelime oldu ‘Kanzi’.

Önemlice bir süredir kutsanan, bazı kesimlerce büyük bir umut bağlanan, her şeyi değiştireceğine inanılan Z kuşağı gençlerinin Türkçü eğilime sahip olanları için icat edildi bu kelime.

Ötesini berisini düşünmediler hiç. Yalnızca teknolojiyle ulaşımın rahatlaması, her eve internetin girebiliyor olması, ‘bilgi’ye erişimin kolaylaşması gençlerimizi güçlü bireyler haline getirecekti. Yanına yöresine başka söylemler eklense de her yerde öz itibariyle bu görüş pazarlanıyordu. Evrensel değerleri sahiplenen, dünyayı tanıyan, yaşadıkları yeri değiştirme iradesi taşıyan yeni bir nesil yetişmekteydi…

Peki neye dayanarak ileri sürülüyordu bu fikir? Herkesin elinde akıllı telefon bulunmasına öyle mi? Gençler yaşadıkları coğrafyayı değiştirme iradesini yazılım öğrenerek mi geliştireceklerdi? Yeni teknolojiye uyum sağlamak, onunla doğup büyümek kişilere kendiliğinden bir avantaj, bir olağanüstü güç mü sağlamış oluyordu?

Bu abartılı ve pek yaygın nesil çözümlemelerinin ve bunlara paralel inşa edilen Z kuşağı efsanesinin gelip dayandığı yer ‘Kanzilik’ oldu…

Gençliğimizi batıdan ithal fikirlerle anlamaya, analiz etmeye çalıştılar. Çuvalladılar! Oysa üzerinde durulması gereken asıl meseleler başkaydı.

Bugün kendilerini geliştirebilecek başka kanallar bulamadıkları takdirde yüz binlerce genç Türkiye'deki liselerden hayatı ve dünyayı anlamlandırabilecekleri referanslardan yoksun olarak mezun ediliyor. Doğa tarihinden habersiz, devrimler tarihinden habersiz, insanlığın gelişim yasalarından habersiz… Tarikatlara ve holdinglere emanet bu eğitim sistemi gençlerimizi sistematik düşünme becerisinden alıkoymayı iş edinmiş durumda. Kafalarında bir yığınla mezun oluyor lise öğrencileri. Ancak ne bir çerçeve ne de bir çerçeve oluşturabilecek bilimsel bilgiye sahip olabiliyorlar. Kendini geliştirebilme olanağı bulmuş, yeni kanallarla sistemli bilgiye erişme fırsatı yakalamış arkadaşlarımızı tenzih ediyorum. Ancak yüz binlerce öğrenci ne yazık ki hayata sistematik bilgiye dayalı sağlam referanslarla değil, aforizmalarla tutunma yoluna giriyor. Kanziliğe dair büyük meselelerden biri budur.

Bir başka önemli mesele Türkiye'de siyasetin ideolojilerden arındırılmış bir vitrine daraltılma projesidir. Kanzileri aynı anda hem Enverci hem Mustafa Kemalci olmakla eleştirenler bugün siyaseti domine eden ana figürlere de bir dönüp baksınlar. Aynı anda hem Ziya Gökalp, Yusuf Akçura hem de Nihal Atsız demek pek münasip olmuyor evet ama aynı anda hem Deniz Gezmiş hem Süleyman Demirel demek de münasip sayılmaz öyle değil mi? Şu halde ANAP’lı Laz müteahhitin kanziliğine de dikkat buyurmak gerekir.

Bir meseleye daha değinmeden geçmeyelim. Halkımız hayati sorunlar yaşıyor. Bu sorunlar maalesef gençlerimizi teğet geçmiyor. Tam tersi, gençler bu sorunları iliklerine kadar yaşıyor. Sağlıklı koşullardaki konutlarda yaşayabilmek, düzenli ve dengeli beslenebilmek gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamada bile olağanüstü zorluk yaşıyorlar. Kültürel, sosyal, sportif aktivitelerden mahrum kalıyor; uyuşturucu batağına çekilmek isteniyorlar. Gençliğin, öğrenciliğin hiçbir özel yanı kalmadı. Ama takdir edersiniz ki kalmalıydı! Üniversite öğrencileri kendilerini geliştirebilecekleri, keşfedebilecekleri, gerçekleştirebilecekleri boş zamana sahip olmalıdırlar. Bu durum aynı zamanda ülkemizin insan potansiyeline hangi açıdan yaklaşıldığını da net bir şekilde gösteriyor. Bugün bizim gençlerimiz ucuz iş gücü olmaktan öte bir değerlendirmenin konusu edilmiyor ne yazık ki! Şu durumda bu keskin problemleri aşmak için halkımız ve bilhassa da gençlerimiz en hızlı ve kolay ulaşılabilir ‘çözüm’lere yöneliyor. Bu kadar çok haksızlığın olduğu ve halkın örgütsüzleştirildiği bir yerde kendilerini bu duruma düşüren egemenleri değil en kolay hedef gösterilebilecek kesimleri düşman ilan etme eğilimine giriyorlar. Bu son derece yanlış bir tutum ama nedenleri ortada ve açıktır ki panzehiri de sınıf siyaseti.

Bugünün kanzi gençlerini yaratan başlıca olgular işte aşağı yukarı böyle. Sonuçta kendilerine ittihatçı deyip İttihat ve Terakki’yi edit videolardan öğrenen, Osmanlı modernleşmesinin öncü örgütünü ırkçılığa varan bir milliyetçi anlayışla kimlik edinmeye çalışan, arayışta olan ama nasıl arayacağını bilmeyen genç bir kesimden söz ediyoruz. Onları bu arayışta yalnız bırakamayız çünkü bu tablonun oluşmasında hepimizin sorumluluğu var. Üstelik Türkiye'de en fazla gerilim biriktiren konuların başında gelen göçmen sorunu ile de ilintili bir mesele bu.

Bu kesim dinamizmini büyük oranda kaçak göçmen sorunu üzerinden devşiriyor. Devlet bu en gerilimli ve dolayısıyla risk başlığı haline gelmiş konunun kontrolsüz sonuçlar doğurmasını istemez. Buna uygun şekilde kuvvetli önlemler aldığını da pekala söyleyebiliriz. Bu toplumsal tepkinin yönlendirilmesinde en etkili isim netice itibari ile devlet görevlisi. Hal böyle olunca da kanziler bir yandan Bursa Nutku referansı ile hareket ederken diğer yandan devlet görevlileriyle her ne sebeple olursa olsun en ufak bir karşı karşıya gelişi terörizmle eşitleyen bir anlayışa sahip olabiliyor. 

Yoksa sürekli referans verdikleri Bursa Nutku’nu da mı okumadılar?

Çünkü aynı Bursa Nutku’na göre “fikir ve kanaatlerinin gereğini yerine getiren”, ülkemizdeki fiili ABD işgaline karşı kahramanca savaşan, emperyalizme karşı, İsrail saldırganlığına karşı Filistin'e vuruşmaya giden Deniz Gezmiş’e ‘ama banka soydu’ diye haydut damgası vurmaya kalkmak Bursa Nutku’nun okunmadığına işaret ediyor. 

Deniz Gezmiş hayatını Türkiye'nin bağımsızlığı ve egemenliğine, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğine, eşit ve özgür bir geleceğe vakfetmiş ve bunu yaparken de en ufak bir çıkar gözetmemiş, ne yaptıysa bu hedefler için yapmış büyük bir kahraman. Böyle büyük ideallerin peşinden ancak devrimci yöntemlerle gidilebilir. Cumhuriyet devriminin kadroları da aynı yöntemlerle mücadele etmişti.

Lafı belki biraz uzattık, kusura bakmayın. Bir yıl dönümü vesilesiyle yan yana geldi başlıktaki kelimeler…

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm'in yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!”

Böyle yürüdü idam sehpasına…

6 Mayıs, Türkiye'nin bağımsız, egemen, laik, eşitlikçi ve refah içinde bir ülke haline gelmesi, halkımızın gündüzlerinde sömürülmeyip gecelerinde aç yatmadığı mutlu bir hayata sahip olabilmesi için verilen sosyalist Türkiye mücadelesinin bayrağı haline gelmiş Deniz Gezmiş ve arkadaşları Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın ölümlerinin 52. yıl dönümü.

Sevgili gençler, tutarlı ve devrimci olun. İnandıklarınızın peşinden gidin ve gereklerini yerine getirmekten geri durmayın. Cumhuriyet yıkıldıysa yıkanlardan hesap sorun. Yeni bir Cumhuriyet’in koşullarını iyi tespit edin. Bunlara uygun bir çizgide birleşin, mücadele edin.

Bugün 5 Mayıs, saat 16.00'da Ankara Sakarya Meydanı'nda Deniz Gezmiş Tam Bağımsız Türkiye Buluşması’na siz de katılın. Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı Deniz olalım

                                                             /././

Laiklik Sempozyumu(I): Akademinin mücadeleye dahil olma mücadelesi (İREM YILDIRIM, YİĞİT GÜNAY)- 03/05/2024

Bugün başlayan ve haftasonu sürecek olan sempozyum, önemli bir eksiği giderirken, başka eksikleri de ortaya koyuyor.

Bir dizi akademisyen bir araya gelerek can alıcı ve yakıcı olan “laiklik” meselesini ele alıyor, hem de pek çok boyutuna değinmeye çalışarak. Hem siyasi hem akademi açıdan kıymetli olan girişimin ilk etkinliği, Laiklik Sempozyumu oldu.

Düzenleyici ekip, faaliyetlerinin sadece laiklikle ve bu sempozyumla sınırlı kalmayacağını belirtiyor, düzenleyiciler arasında ileriye yönelik bir platform yaratma düşüncesi hakim. Konuşulması uzun süredir ertelenen başlıkları ele alma hedefindeler. Kendi tarifleriyle amaçları, “akademi olarak toplumun verdiği mücadelenin bir parçası olmak”.

İstanbul Kadıköy’de bulunan Barış Manço Kültür Merkezi’nde “Disiplinlerarası Yaklaşımlarla Laiklik Sempozyumu” 3 Mayıs’ta başladı. Sempozyum 5 Mayıs’ta son bulacak. Her oturumda üçer akademisyen, oturum konusunu farklı boyutlarıyla ele alıyor.

Sempozyumun ilk günündeki iki oturum felsefe ve tarih başlıklıydı. Cumartesi günü siyasal iktisat, eğitim ve kadın çalışmaları başlıkları ele alınacak. Son günün konusu kurumlar ile hukuk olacak ve sempozyum, serbest forumla son bulacak.

'Akademi toplumun verdiği mücadelenin parçası olmalı'

Açılış konuşmasında kürsüye Danışma Kurulu adına eski Anayasa Mahkemesi (AYM) üyesi Prof. Dr. Fazıl Sağlam çıktı. Sağlam, bir hukuk normu olarak laiklik ilkesinin somutluk ve bağlayıcılığını anlatarak başladığı konuşmasında Sağlam, eskiden üyesi olduğu AYM’nin kararlarına uyulmamasını eleştirirken AYM’nin de laiklik içtihadını terk eden tutumuna değindi. Sağlam'a göre bu sebeple AYM kararlarına uyulmamasına, laiklikten bağımsız kalma ödünü verildiği için şaşırmamak gerekiyor. 

Ardından Düzenleme Komitesi adına Prof. Dr. Cangül Örnek söz aldı. Akademinin sorumluluk alma duygusuyla attığı bu adımın altında yatan nedenleri anlattı dinleyicilere. Liberal islamcı paradigmanın elinde kalan bu alanda zengin bir üretimin mümkün olduğuna işaret etti. Örnek, üniversitelerin bu alana karşı aldığı tavırı da hatırlattı, üretimin düzeyinin parlak olmayışını gerekçelendirirken. Özetle cevaplanması gereken sorulara işaret etti ve akademinin toplumun verdiği mücadelenin bir parçası olması gerektiğini dile getirdi.

                                                    Prof. Dr. Cangül Örnek

Felsefe: Hoşgörü, formasyon olarak laiklik ve Sovyetler

İlk oturumun konu başlığı felsefeydi. 20’şer dakikada her hoca kendi başlığını tartıştı. Prof. Dr. Ateş Uslu, “Laikliğin Aydınlanma Çağı’ndaki Tarihsel Kökleri” başlığını ele aldı. Laikliğin aydınlanma filozoflarının icadı olmadığını savundu. Uslu, ‘hoşgörü’yü merkeze alacak şekilde, konuyu John Locke, Pierre Bayle ve Voltaire üzerinden tartıştı. Bir diğer konuşmacı, Doç. Dr. Bora Erdağı oldu. Erdağı, “Marx, Engels ve bir formasyon olarak laiklik” başlıklı bir tartışma yürüttü.

Bu oturumun son konuşmacısı Dr. Candan Badem, “Sosyalist Devletlerde Din ile İlişkinlenme Biçimleri”ni anlattı. Sovyetler Birliği üzerinden konuyu ele alan Badem, 23 Ocak 1918 tarihli Sovyet kararnamesinde alınan 9 kararı irdeledi. Lenin’in programında vicdan özgürlüğü adıyla karşımıza çıkan laikliğin uygulanışına dair örnekler sıraladı.

     Prof. Dr. Sevtap Metin, Dr. Candan Badem, Prof. Dr. Ateş Uslu, Doç. Dr. Bora Erdağı (Soldan sağa)

Soru-cevap: Koşulları değiştirmek yerine 'insanların hata yapma hakkı'nı savunmak

Candan Badem’in sunumunun ardından yürüyen bir tartışma, akademideki laiklik tartışmaları güncel siyasete tercüme edilirken nasıl sıkıntılar yaşanabileceğini ortaya koydu.

Sempozyumun düzenleyicilerinden Doç. Dr. Tolga Şirin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kapatılması ve bu işin idaresinin cemaat ve tarikatların inisiyatifine bırakılması yönündeki liberal tezi hatırlatarak, Badem’e “Sizce DİB kapatılmalı mı, yoksa reformize edilip yeniden mi tanımlanmalı?” diye sordu.

Badem, yanıtında, Diyanet’le ilgili sorunun “çok büyük olması, bütçesinin çok büyük olması, kadrolarının çok fazla olması” olduğunu belirttikten sonra, cemaat ve tarikatlarla ilgili, tam anlamıyla liberal şu argümanı kullandı: “Mesela Menzil’in Sağlık Bakanlığı’nda örgütlendiğini herkes biliyor, bunlar olmamalı. Ama birisi de ‘ben Menzil Şeyhi’ne tapacağım’ diyorsa ona niye engel olalım? İnsanların hata yapma hakkı da var.”

Mevcut kanunların dahi yasadışı ilan ettiği tarikatlara mensup olmanın “hata yapma hakkıyla” açıklanması bir yana, örgütlenme hakkı tanınacak cemaat ve tarikatların “uslu uslu duracakları” varsayımının hangi tarihsel gözleme dayandığı bir soru işareti.

Badem’in yanıtına oturum konuşmacıları veya salonda bulunanlardan yorum yapan olmadı.

Tarih: Mezhepleşme, değerler, Fransız modeli

İkinci oturumun konusu tarihti. İlk söz alan Dr. Berkant Örkün, “Ekonomi ve Kültür İlişkileri Bağlamında Türklerin İslamlaşma Süreci” başlığını anlattı. Örkün, İslamiyete geçiş sürecinin ekonomi politiğini anlatırken ticaret ve dinin Türklerin hayatındaki önemini ve belirleyicini tarih perspektifinde sundu. Örkün’ün dikkati çektiği bir diğer yer mezhepleşmeler oldu, aslında tamamen ekonomik saiklerle oluşan gruplaşmalar olduğunu örneklerle anlattı.

  Dr. Canan Özcan Eliaçık, Dr. İlkim Özdikmenli, Dr. Berkant Örkün, Dr. Mehmet Cemil Ozansü (Soldan sağa)

İkinci oturumun ikinci konuşmacısı Dr. Mehmet Cemil Ozansü, “Avrupa Kamu Düzeninde Laiklik ve Osmanlı’daki İzdüşümleri” konusunu ele aldı. Laiklikten bahsetmenin hukuk tarihinden bahsetmek olduğunu söyledi. Ve cuma gününün son konuşmacısı Dr. İlkim Özdikmenli, “Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Laikliği ve Fransız Laiklik Modeli” başlığında konuştu. Özdikmenli, Türkiye’de Fransız laiklik modelinin doğrudan alındığını söylemenin güç olduğunu anlattı. 

Her oturum sonunda olduğu gibi sorular alındı, cevaplar verildi. Yarın, siyasal iktisat konu başlığıyla saat 11:00’de sempozyum devam edecek. 

                                                              /././

Laiklik Sempozyumu (II): 'Düzen her krizden dinsellik dozajını daha da artırarak çıktı'(İrem Yıldırım)- 04/05/2024

Laiklik Sempozyumu ikinci günündeydi. Siyasal iktisat, eğitim ve kadın çalışmaları bugünün konularıydı.

Bir dizi akademisyen bir araya gelerek can alıcı ve yakıcı olan “laiklik” meselesini ele alıyor, hem de pek çok boyutuna değinmeye çalışarak. Hem siyasi hem akademik açıdan kıymetli olan girişimin ilk etkinliği, Laiklik Sempozyumu ikinci gününde de devam etti. 

Sempozyumun ikinci gününde de önemli konular ele alındı: Siyasal iktisat, eğitim ve kadın çalışmaları.

Kolaylaştırıcılığını Prof. Dr. Aziz Çelik’in yaptığı siyasal iktisat oturumunda ilk konuşmacı Dr. Ertuğrul Meşe’ydi. Meşe’nin konu başlığı “İslamcılık: Küresel Ağlar ve Aktörler”di ve konuşmasının özünde tarikatların küresel ilişkilerine değindi. Tarikatların yerli ve milli olduğu tezinin yanlışlığını savunan Meşe, "özellikle 1950’den sonra islamcılığın kökenlerinde millilik yoktur" diyerek ABD ve Nazi Almanyası dönemindeki ilişki öbeklerine değindi. Fethullah Gülen'in dostu, Rabıta ajanı Yaşar Tunagür, Rabıta'nın ve Türkiye'deki Faisal Finans'ın kurucusu Salih Özcan isimleri üzerinde uzun uzun durdu. Salih Özcan ve Turgut Özal’ın asker arkadaşı olduğunu söyleyen Meşe o dönem tabur komutanlarının Kenan Evren olduğunu notu da ekledi.

'Düzen her krizden dinsellik dozajını daha da artırarak çıktı'

İkinci konuşmacı soL yazarı, Doç. Dr. Fatih Yaşlı oldu. Yaşlı, “Türkiye yönetici sınıfı laiklikten ne zaman ve nasıl geçti?” sorusunu tartıştı. Konu başlığını biraz daha değiştirdiğini söyleyerek başladı sözlerine. Cumhuriyet’in 100. yılındayken 22 yılında cumhuriyeti hedef alan islamcıların iktidarda olduğuna dikkat çeken Yaşlı, bu duruma yanıt olarak komünizmle mücadeleye dikkat çekti. Türkiye yönetici sınıfı laiklikten ya da cumhuriyetten neden vazgeçti sorusuna yanıt veren Yaşlı şunları söyledi:

“Liberal bir paradigma olan merkez-çevre değil şunu görmemiz gerekiyor, devletle Türk sağı arasında kurulan komünizmle mücadele mutabakatı neden kuruldu? Burada önemli üç tarih var, hepsi de düzenin yaşadığı hegemonya krizleriyle ilişkili.”

Yaşlı şu 3 tarihi verdi: 1946, 1980 ve 2001.

                Doç. Dr. Fatih Yaşlı, Prof. Dr. Aziz Çelik, Dr. Ertuğrul Meşe, Dr. Sait Çakır. (Soldan sağa)

1946’da savaş koşullarının getirdiği yoksulluğa dikkat çeken Yaşlı, “Tek parti iktidarı jandarma ve vergi tahsildarıyla özdeşleştirilmesi bu döneme denk düşüyor” dedi. IMF, Dünya Bankası ve NATO üyelikleri adımları atıldığını hatırlattı.

İkinci miladın 12 Eylül yani başka bir hegemonya krizinin yükselen solla geldiğini anlatan Yaşlı, burada çözümün darbeyle geldiğini aktardı. Buradaki hegemonya projesinin Aydınlar Ocağı olduğunu anlattı.

Son olarak 2001’den bahseden Yaşlı, burada iki karşı hegemonik güç var biri Kürt hareketi diğeri siyasal islam olduğunu söyledi ve ekledi:

“Siyasal İslam kendisine açılan kapılardan içeri girerek devlete meydan okuyor. Düzen bu sefer doğrudan değil, ‘post-modern’ darbeyle çözmeye çalışıyor. Türkiye sermaye sınıfının 2000’lerin başında ihtiyaç duyduğu hareket AKP, askeriyenin duyduğu hareket de AKP, ABD’nin emperyalizmin Türkiye’ye baktığında gördüğü fikir Erdoğan-Gül ikilisi ve AKP. Dinselleşmenin üçüncü aşaması yine düzenin 10-12 yıllık bir hegemonik bunalımına tekabül ediyor. Ve AKP 20 yıllık süreçte sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratmış, dinselliğin dozajını da arttırmıştır.”

Düzenin yaşadığı hegemonya krizleri olarak adlandırdığı bu 3 tarihe parantez açan Yaşlı en baştaki soruya, düzenin her krizden dinsellik dozajını daha da artırarak çıktığı yanıtını verdi. Yaşlı, “Komünizmle mücadele aynı zamanda cumhuriyetle de mücadele olarak yansıdı” dedi. Düzenin yeni bir hegemonya bunalımına doğru ilerlediğini söyleyen Yaşlı sözlerini şu soruyla sonlandırdı:

“Buradan yeni bir hegemonya projesinin düzen kendisine nasıl kuracak? Türkiye sermaye sınıfı nasıl kuracak? Öte yandan da halk, emekçiler, sosyalistler kendi karşı hegemonya projelerini yaratıp bunun üzerinden bir siyasi mücadele örebilecekler mi?”

'AKP’nin doğum lekesi TÜSİAD’dır'

Oturumun son konuşmacısı Dr. Sait Çakır, “Ekonomik Krizde Büyük Burjuvazi ile İslamcı İktidar: Nas ve Faizin Ötesinde” başlığını ele aldı. Çakır, tüm sunumunun özünde şunu söyledi: “AKP’nin "nas politikası", patronların ve sermayenin lehine, işçi sınıfının aleyhine sonuçlar doğurdu”.

2007 “teğet geçti” krizi ve 2018 Brunson krizlerine de değinerek "nas politikalarının" arka planına geçen Çakır, “Erdoğan’ın merkezi iktidarı kaybetmemek için yürürlüğe koyduğu kredi-faiz çekişli büyüme politikası” olduğunu söyledi. Tercih edilme sebebinin liyakatsız kadrolar değil, “2023 seçimlerine matuf büyüme tercihi” olduğunu da dile getirdi. AKP’nin genel olarak sermayenin, özellikle de büyük sermayenin yani TÜSİAD’ın partisi olduğunu söyledi hatta şöyle bir benzetme kullandı: “AKP’nin doğum lekesi TÜSİAD’dır”. Hatta, "nas politikalarından" özel olarak en çok TÜSİAD’ın yarar sağladığını da ekledi.

Verdiği bilgiler arasında 2016-2022 yılları arasında emeğin payının 10 puan azaldığı da vardı. TÜSİAD’a bağlı en büyük 4 holdingin grubunun "Nas" döneminde hem cirolarının hem de kâr paylarının arttığını grafiklerle gösterdi:

'Bu politikalardan en çok TÜSİAD yararlanmıştır'

Çakır, 128 milyar dolarla ilgili de ilgi çarpıcı bir ipucu verdi. Çakır, döviz cinsinden borçlanan özel sektörün, devletin arka kapıdan yani sübvansiyonlu sattığı dolarları aldığını yani özel sektörün dolar borcunun kamulaştırıldığını söyledi:

“Çok çok ağladıkları o politikalarla kendi bilançolarını düzeltip, kamunun yani emekçi halkın bütçeleriyle kurulan bu kamu sektörünün bilançosunu bozmuşlardır.”

Dr. Sait Çakır son olarak şunları söyledi:

“Nas politikaları düşük faizle yüksek enflasyon yaratarak, ne sermayenin iç savaşı ne de bir takım liyakatsız kadroların vermiş olduğu irrasyonel kararlar, bu politika aslında sermayenin emekçi halka karşı ilan etmiş olduğu bir sınıf savaşıdır. Gördüğümüz üzere bu politikalardan küçük ölçekli ihracat yapan kobiler, odalar, MÜSİAD gibi AKP’nin organik tabanı olarak adlandırılan sermaye sınıfından ziyade fiyat belirleme tekeline, pazar gücüne sahip, en büyük oligarşi TÜSİAD yararlanmıştır.”

'Laiklik karşıtı bir laiklik söylemi yükselttiler'

Dördüncü oturumun konusu eğitimdi. Kolaylaştırıcılığını Doç. Dr. Bora Erdağı’nın yaptığı oturumun ilk konuşmacısı Prof. Dr. Ahmet Yıldız’dı. “Türkiye’de Laik ve Karma Eğitim Tartışmaları” başlığını ele alan Yıldız, konuşmasına laikliğin en çok saldırı altında olduğu dönemde olduğu tespitiyle başladı. Laik üzerinde hegemonyanın çok ağır olduğunu ve bu ablukanın dağılması gerektiğini dile getirdi.

                                      Prof. Dr. Yıldız'ın sunum sırasında gösterdiği karikatür.

Özellikle taşrada, hatta kentlerin merkeze uzak noktalarında fiilen karma eğitimin bittiğine değindi. Liberallerin ve özellikle islamcıların karma eğitime karşı tartışma yürüttüğünü dile getiren Yıldız, “Eğitim dediğimiz şey çocukların farklılıklarını deneyimleyecekleri mi tersi mi olacak? Toplumsal bütünleşmeyi mi sağlayacak yoksa bu liberal politikalarla ayrışmayı mı sağlayacak? Artık sınıfsallığın keskinleştiği sınıflar var okullarda. Karma eğitim laiklik meselesinin kalbindedir” dedi.

Karma eğitim karşıtlığının liberaller ve islamcılar tarafından yürütüldüğünü saptayan Yıldız, “İslamcılar aslında kız-erkek beraber okusun istemiyordu. Ama bu fikir geniş kamuoyunda kabul gören bir fikir olmadığı için bu referans çerçevesini genişletecek bir bilme biçimine ihtiyaçları vardı ve orada liberaller müthiş bir katkı verdi islamcılara. Laiklik karşıtı bir laiklik söylemi yükselttiler. Özgürlükçü laiklik gibi benzetmeler koyarak laikliğin baskıcı olduğu izlenimini güçlendirdiler. Her saldırıyla da karma eğitime saldırının alanı büyüdü” dedi.

Milli Eğitim Bakanı’nın karma eğitim karşıtı açıklamasına da değinen Yıldız, “Revize edilmiş bir takiyecilik örneği” benzetmesi yaptı.

         Dr. Nazlı Somel, Dr. Nurcan Korkmaz, Doç. Dr. Bora Erdağı, Prof. Dr. Ahmet Yıldız. (Soldan sağa)

'Fikri hegemonyanın yeniden kazanılması lazım'

İkinci konuşmacı Dr. Nurcan Korkmaz, “AKP’nin Eğitimde İslamizasyon Politikalarında Neoliberal Katkılar” başlığını ele aldı. Korkmaz konuyu 3 farklı örnekle yaklaştı.

Birinci örnek 4+4+4 yasası, ikincisi önlük zorunluluğunun kaldırılması ve öğrencilerin başörtüsü takmasına kadar açılan yol ve üçüncü olarak da sivil toplumculuk kılıfıyla okullara tarikat ve cemaatlerin girmesini ele aldı.

İlk örnekten başladı. Erdoğan’ın sözleri “dindar ve kindar nesil”in söyleminin ilk adımı olarak 2012’de yasalaşan 4+4+4 yasasını ele aldı. AKP öncesinde de olan eğitimin piyasalaşmasıyla dinselleşmenin birleştiğini ve böylece bir saldırı başlatıldığına dikkat çeken Korkmaz, konunun  ideolojik değil pedagojik tartışmalara hapsedilmesinin bugün gelinen noktaya sebep olduğunu dile getirdi. SETA’nın, SASAM’ın, sağ-dinci partilerin, kürt muhalefet bloğunun, sol liberallerin yasayı özgürlükçü ve demokratik olduğu söylemiyle savunduğunu da söyledi. 

İslamizasyon sürecinin 2012’de alınan formanın kaldırılmasıyla devam ettiğini dile getiren Korkmaz, 2014 yılında da okullarla ilgili kılık kıyafet kanununda yapılan “başı açık” ibaresinin kaldırılmasıyla başörtüsünün okul öncesi eğitime kadar yolunun açıldığını söyledi. Korkmaz, “Hem sol feministler hem de sol liberaller ‘özgürlük’ desteği verdi” dedi. Bu desteğin sonucu olarak da tarikatlarda 6 yaşında çocukların “evlendirilmesi” noktasına gelişi hatırlattı.

Korkmaz, okul kültürünün sivil toplumculuk söylemiyle cemaat ve tarikatların okullara girmesiyle bozulduğunu anlattı. Sözlerinin sonuna doğru, fikri hegemonyanın yeniden kazanılmasının önemine vurgu yaptı.

Üçüncü konuşmacı Dr. Nazlı Somel, “Müfredatı sadeleştirmek: Gericileşen Burjuvazi Müfredatlardan Neleri Çıkardı?” başlığında konuştu. Yurtdışındaki örnekleri inceleyen Somel, sermayeyi elinde bulunduranların eğitim sistemini şekillendirmesine dikkat çekti.

Yarın son gün

Günün son oturumu, yani 5. oturum kadın çalışmaları üzerineydi. Kolaylaştırıcılığını Prof. Dr. Cangül Örnek’in yaptığı oturumda Dr. Funda Hülagü, “Medeni Kanun Çatışmalarında Laiklik, Sınıflar ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”, Dr. Nejla Doğan “İslamcılık ve Liberalizm Kıskacında Laik Eğitim ve Kadınlar” başlığını ele aldı. Son olarak Doç. Dr. Yeşim Yasin ise “Bir Eşitlik Reçetesi: Adil, Tarafsız ve Kapsayıcı Sağlık Hizmetlerinde Laikliğin Rolü” başlığında konuştu.

                     Doç. Dr. Yeşim Yasin, Prof. Dr. Cangül Örnek, Dr. Nejla Doğan. (Soldan sağa)

Yarın sempozyumun son günü. İlk oturum saat 11:00’de başlayacak. 

Programın tamamı:


Emeklilerin parası saltanata gidiyor +İktidarın ‘ballı maaşlı’ arka bahçesi Turkcell +Metruk bina kaçak tarikat yurdu oldu, hiçbir şikayet dikkate alınmadı-SÖZCÜ

 Emeklilerin parası saltanata gidiyor (Erdoğan Süzer)

Yoksulluk içinde yaşam mücadelesi veren emeklilerin bağlı olduğu SGK’nın Başkanı Raci Kaya, 3 koltuk, 3 maaş ve 3 makam arabasıyla bol keseden harcama yapıyor...

Emekliye zam için para bulamayan Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkanı araç saltanatı sürüyor. Emeklilerin bağlı olduğu SGK Başkanı Raci Kaya’nın 3 ayrı koltuğu, 3 ayrı maaşı ve 3 ayrı makam aracı var. Kaya, İstanbul’da oturduğu ev ile Ankara’daki SGK Genel Müdürlüğü arasında makam aracıyla her hafta mekik dokuyor. Pazartesi günleri Volkswagen Passat marka makam aracı Kaya’yı Ankara’ya getirip, boş olarak İstanbul’a dönüyor.(MEKİK DOKUYOR) Aynı araç cuma günü de boş olarak Ankara’ya geliyor, Kaya’yı alıp İstanbul’daki evine götürüyor. Aracın geliş ve gidişlerinde paralı köprü ve otoyollar kullanılıyor. Kaya, haftanın 4 günü (pazartesiden perşembeye kadar) Ankara’da SGK’nın misafirhanesinde kalıyor. Bu süreçte SGK’ya ait Audi A6 makam aracına biniyor. Ağustos 2023’te SGK Başkanı olan Raci Kaya, Yönetim Kuruluna da başkanlık ediyor. Ayrıca 2020 yılından bu yana Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankası Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor. (ÜÇ ARAÇ DA KİRALIK)  3 makam koltuğuna sahip olan ve 3 maaş alan Kaya’nın SGK’dan 110 bin lira, SGK Yönetim Kurulu Başkanı olarak da 47 bin lira aylık ücretler aldığı öğrenildi. Kaya, Kalkınma Bankası’ndan aylık ücret almıyor ancak kâr-zarar durumuna göre yıllık kâr payı (temettü) ödemesinden yararlanıyor. Ayrıca Kaya’ya G-20 toplantılarında da Türkiye’yi temsil görevi verildiği öğrenildi. 3 koltuğu ve 3 maaşı olan Kaya’nın SGK’da biri Audi A6 diğeri Passat marka; Kalkınma Bankası’nda da bir adet yine Passat marka olmak üzere toplam 3 makam aracı bulunuyor. Üçü de kiralık olan makam araçları için devletin kasasından yüklü miktarlarda para ödeniyor. (SGK 6 YILDA 731 MİLYAR YUTTU)  Kendi prim gelirleriyle ayakta duramayan SGK’ya devlet katkısı adı altında her yıl Hazine’den milyarlarca lira kaynak aktarılıyor. 2018 yılından bu yana SGK’ya aktarılan devlet katkısı tutarı her yıl artarak toplamda 731 milyar 42 milyon lirayı aştı. 2018 yılında aylık ortalama 4 milyar 879 milyon lira devlet katkısı aktarılan SGK’ya bu yılın sadece ocak ayında gönderilen Hazine kaynağı 40 milyar liranın üzerinde çıktı. (DEVLET KATKISI (Milyon TL)

YILLAR                     TUTAR

2018.......................... 57.560    
2019.......................... 71.222    
2020.......................... 85.070    
2021.......................... 16.848    
2022..........................174.712    
2023..........................325.630    
2024.......................... 40.017
Toplam:.....................731.042

                                                                /././

İktidarın ‘ballı maaşlı’ arka bahçesi Turkcell (Deniz Ayhan)
Varlık Fonu’na bağlı şirkete Boğaziçi Rektörü Naci İnci de 150 bin TL aylıkla yönetim kurulu üyesi yapıldı. Kurulda eski AKP’liler de yer aldı.

Varlık Fonu bünyesinde bulunan teknoloji şirketi ve GSM operatörü Turkcell, iktidarın arka bahçesi oldu. Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Naci İnci’nin de şirkette Yönetim Kurulu üyesi yapıldığı ortaya çıktı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Zonguldak Milletvekili ve TBMM KİT Komisyonu üyesi Deniz Yavuzyılmaz, Rektör İnci’nin 150 bin lira aylık ücret alacağını belirtti ve “Yönetim Kurulu üyeleri ayrıca her yıl yüklü miktarda temettü alıyorlar” dedi. Daha önceki yıllarda bu temettü Yönetim Kurulu Başkanı için yıllık 250 bin, üyeler için ise 100’er bin Euro olmuştu.(BAKANIN OĞLU GENEL MÜDÜR)  Naci İnci’nin atandığı Turkcell yönetiminde halen AKP eski Milletvekili Ayşenur Bahçekapılı da bulunuyor. Şirkete geçmişte de AKP’liler atandı. Kültür ve Turizm eski Bakanı Atilla Koç, Enerji eski Bakanı ve Ordu Belediye Başkanı Hilmi Güler, Tarım ve Orman eski Bakanı Bekir Pakdemirli, Hazine ve Maliye eski Bakan Yardımcısı Bülent Aksu da yönetimde yer aldı. AKP Siirt eski Milletvekili olan ve 2012 yılında Fethullah Gülen ile Pensilvanya’da görüşen Arif Demirkıran da Turkcell’in yönetimine girenler arasındaydı. Türkcell’in Genel Müdür koltuğunda halen eski bakan Koç’un oğlu Ali Taha Koç oturuyor. (İçişleri Bakanlığı’ndan şaşırtan tasarruf kararı) İçişleri Bakanlığı, tasarruf tedbirleri kapsamında koruma aracı ve polis sayısının azaltıldığını açıkladı. Bakanlığın sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, “İçişleri Bakanımız Ali Yerlikaya’nın talimatlarıyla, Bakanımızın araçları da dahil olmak üzere Bakan Yardımcılarımızın koruma araç ve koruma polis sayıları azaltılmıştır” denildi. Bu kapsamda 69 polisin kadrolarına gönderildiği öğrenildi. Ancak kulislerde operasyonun Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yapıldığı konuşuluyor. İddialara göre Yerlikaya ve yardımcıları Bülent Turan, Münir Karaloğlu, Mehmet Aktaş ve Ramazan Sağlam’ın özel kalemlerinde ve korumalarında çalışan 69 polisin görevlerine son verildi. Bakan yardımcılarının her birine birer şoför ve koruma bırakıldığı ileri sürüldü. Görevden çekmeler, Kabine değişikliğinde Yerlikaya’nın bakanlıktan alınacağı iddialarına dayandırıldı.

                                                          /././

Metruk bina kaçak tarikat yurdu oldu, hiçbir şikayet dikkate alınmadı (Hazar Dost)
İstanbul'da metruk bina, Kuran kursu olarak kiraya verildi. Ailelerinin nerede olduğu bilinmeyen 20'den fazla çocuk hijyenden yoksun ve güvenliksiz ortamda yaşarken kaçak kursla ilgili yapılan şikayetlerle ilgilenilmediği öğrenildi.

İstanbul Beykoz’da bulunan dört katlı metruk bina, mülk ortaklarından biri tarafından Kuran kursu olarak kiraya verildi. Tabelasız, denetimsiz Kuran kursunda, yaşları 5 ila 15 arasında değişen 20’den fazla çocuk yaşıyor.  SÖZCÜ'nün görüntülediği kaçak Kuran kursu, binanın en üst katını da yatakhane olarak kullanıyor. Söz konusu yatakhanede ise hijyen koşullarının sağlanamadığı, çocukların güvenliksiz ortamda barındırıldıkları anlaşılıyor.  (GAZETECİLERİ GÖRÜNCE ÇOCUKLARI SAKLADILAR) Yurt yetkilileri, SÖZCÜ TV'nin kameralarını görünce, içerideki çocukları başka bir yere saklamak için götürdü. Tamamı yabancı uyruklu olan çocukların, sarık ve cübbeli halleri yine kameralarımıza yakalandı. Apartmanda daire sahibi olan Raşit Karabulut, binadaki öğrencilerin başında olması gereken din hocasının hiçbir zaman gelmediğini söylerken “Biz çok uzun süredir, gerekli yerlere başvurularımızı yapıyoruz. Fakat sonuç alamadık. İlgilenilmedi” diyor. CİMER, Diyanet ve Beykoz Belediyesi’ne başvuruları olduğunun altını çizen Karabulut, apartmanda mülkü olan diğer ortakların kendilerini “Hiçbir şey yapamazsınız” diyerek tehdit ettiğini de belirtti. Çocukların yattıkları alanda ise yataklardaki kir, dolaplardaki çürümüş gıdalar olduğu görülüyor.  Apartmanın depreme dayanıksız olduğu, merdivenlerden çıkarken kolonlardaki çatlaklardan ve dökülen sıvalardan rahatlıkla anlaşılabilirken yatakhanenin olduğu katta böcek ve sineklerin yoğunluğu da dikkat çekiyor.(ÇOCUKLARIN AİLELERİ NEREDE?) 3 yıldır yurtta kaldığını söyleyen Tacikistan uyruklu bir çocuk, ailesinin nerede olduğunu sorduğumuzda herhangi bir yanıt vermezken içerde kendi yaşlarında 20-25 kişinin olduğunu söyledi. Kuran eğitimi aldıklarını anlatan çocuklar, başlarındaki kişilerin hangi tarikata bağlı olduğuna dair bilgi vermedi.

(Sözcü)

4 Mayıs 2024 Cumartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 4 Mayıs 2024 -

 

Epistomolojik, Aksiyolojik Maarif Modeli (Işık Kansu)

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in bugünler için özel seçilmiş ve eğitilmiş kişilerden olduğu anlaşılıyor:

Tekin, Rize Anadolu İmam Hatip Lisesi mezunu. İmam okulundan sonra “devlet adamı” olsun diye SBF Kamu Yönetimi Bölümü’ne gönderiliyor. Sivas’ta siyaset ve sosyal bilimler alanında yüksek lisans yaptırılıyor ve çok stratejik bir yere, Polis Akademisi Başkanlığı Güvenlik Bilimleri Fakültesi’ne atanıyor. Sonrasında AKP bürokratlığı başlıyor. Gençlik ve spor bakan yardımcılığı, Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarlığı, Hacı Bayram Üniversitesi rektörlüğü derken bakanlığa oturtuluyor.

Bakan olduğundan bu yana da laik, çağdaş eğitimin Saray düzenince baltalanmayan son kırıntılarını yok etmek için kendisine verilen görevi yürütüyor.

Son marifeti “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adı altındaki gericileşme atağını gerçekleştirmesi.

Model, okullarda uygulanacak müfredatın çerçevesini çiziyor.

Buna bir öğrenci izlencesi demek olası değil, çünkü Eğitim-İş başkanının deyimiyle “tekkeye mürit” yetiştirme öngörüsüyle karşı karşıyayız.

Model büyük, cafcaflı sözlerle süslenmiş. Örneğin maarif modeli dedikleri şey, “öğrenci profilini, erdem-değer-eylem modeli” üzerine oturtuyormuş. “Değer” dedikleri dinsel dogmalar. Böylece, “yalnızca medeniyete uyum sağlayan bir nesil değil, etkin olarak medeniyet kurucusu ve geliştiricisi bilge nesiller yetiştirmeyi” hedefliyorlar.

Medeniyet”ten ve “öğretim programlarının perspektifi”nden anladıklarını da modelde açıklamışlar: Hikmete dayanacaklarmış.

Hikmet ne?

Tanrı’nın insanlarca anlaşılamayan amacı.

Yani, çocuklarımız anlaşılamayan amaçlar üzerinden medeniyet kuracaklar!

Modelde, AKP sayesinde yakından öğrendiğimiz kimi dallardan da yararlanacaklarmış. Şöyle diyorlar:

...öğrenci profili oluşturulurken ontolojik, epistemolojik ve zamansal bütünlüğün nasıl sağlanacağı ve bu bakış açılarının aksiyolojik olgunluk ile nasıl tamamlanacağı açıklanmıştır.”

Epistemolojiyi ekonomide kullandıklarında nereye vardığımızı yaşayarak öğrendik. Şimdi de “aksiyolojik olgunluk” çıktı:

Onun ne menem bir şey olduğunu şöyle açıklıyorlar:

Aksiyolojik olgunluk, bir öğrencinin değerleri ve ahlaki ilkeleri anlama, değerlendirme; bu değer ve ilkelere uygun davranma yeteneği ile çevresini algılamada, düşüncelerini tasarıma geçirmede ve üretmede estetik bakış açısına sahip olmasını ifade eder.”

Varıyoruz yine “değer”lere. Yani dinsel dogmalara...

Neden?

Onu da modelden öğreniyoruz: “Çünkü insanın kalbi; eğilimlerini, yönelimlerini, duygusal deneyimlerini, değerlerini, ahlaki inançlarını ve içsel dünyasını temsil ederken; zihni ise düşüncelerini, farkındalıklarını, bilgi ve öğrenme süreçlerini ifade eder. Başka bir ifade ile ruhun organları gibi olan kalp ve zihin, insanın içsel dünyasının merkezi olarak kabul edilir ve insanın duygusal ve bilgisel gelişimini şekillendirir.”

Görüldüğü üzere, hazırladıkları modelle, dogmayı, akıldışılığı ve tutarsızlığı çocukların üzerine boca etmeye hazırlanıyorlar.

Eğitimbilimciler, veliler ve çağdaş uygarlıktan yana olanlar görev başına!

Geleceğimizi karartmalarına izin vermeyelim.

                                                     /././

Taksim yasak, AKP binası serbest (Mehmet Ali Güller)

Son siyasi tablo özetle şu sonucu doğurdu: Erdoğan, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e 1 Mayıs’ta Taksim’i yasakladı, 2 Mayıs’ta AKP Genel Merkezi’ni açtı.

Oysa Özel, kendisinin ortaya attığı Erdoğan’la görüşme isteği yanlışına rağmen, Taksim yasağına tepki olarak 2 Mayıs görüşmesini reddetse, yine de durumu bir parça telafi edebilirdi.

Ancak hata üzerine hata sayesinde, Erdoğan bir ay içinde 31 Mart sonucunun etkisini kamuoyunun bir bölümü üzerinde dengelemeye yönelmiş oldu.

ERDOĞAN’A BAŞTAN ELİNİ AÇMA HATASI

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ilk hatası, 31 Mart sonucunu siyasete uyarlama hatasıydı.

22 yıl sonra AKP ikinci parti konumuna düşmüş, CHP yaklaşık yüzde 38 ile birinci parti olmuştu, bu olağanüstü önemde bir başarıydı. Bu tablonun “en sade” yorumu şuydu: Seçmen fiilen iktidarı muhalefete çekmişti. Erdoğan 10 ay önce anayasaya aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanı olmuştu ama 10 ay sonra seçmen, partisini birincilikten indirmişti.

Bu tablo karşısında, birinci parti konumuna yükselmiş bir partinin genel başkanının “Erken seçim talebimiz yok” demesi gereksizdi. Ne yazık ki oldu: Özel Erdoğan’a elini baştan açmış ve siyasi tabloyu koz olarak değerlendirmeyeceğini göstermiş oldu.

YAPAMAYACAĞI İŞİ YAPARIM DEME HATASI

Özel’in ikinci hatasıErdoğan’la görüşme konusunu kendisinin ortaya atmasıydı. Öyle ki Erdoğan bunu iyi kullanarak “Madem çok istiyorsun, gel görüşelim” demiş oldu.

Görüşmeden önceki üçüncü hatasını ise öncesinde ve sonrasında yaptığı hatalarla 1 Mayıs’ta sergiledi. Önce “Türkiye’nin birinci partisiyim, AKP’nin yasağını deler Taksim’e çıkarım” dedi ve partisine, sendikalara ve demokratik kitle örgütlerine “Hedef Taksim” dedi. Ama Saray’ın Unkapanı’ndaki barikatı karşısında geri adım atıp Taksim’e yürümeye bile çalışmadan geri döndü.

Taksim’e neden yürümediğini de şu sözlerle açıkladı: “Biz şu anda Türkiye’nin birinci partisiyiz. Bunun sorumlulukları var. Polisle itişip kakışmak bana da partime de yakışmazdı.

Osya siyasetçilerin asıl sorumluluğu, yapamayacağı iş için yaparım dememektir. Çünkü yaparım deyip yapamamak, peşinden gelenleri yarı yolda bırakmak, siyasette büyük zayıflıktır.

Halbuki Özel öncesinde yaptığı görüşmelerden doğru sonuç çıkararak 30 Nisan günü halkı Saraçhane’ye çağırsa “Taksim’in yanı başından saraya sesleniyorum” diyerek coşkulu 1 Mayıs mitingine vesile olsa büyük başarı kazanırdı.

KUVVET KULLANMA SANATI

Kendisine Taksim yasaklandıktan bir gün sonra AKP Genel Merkezi’nde görüşmeye gidebilmesi ise dördüncü ve daha büyük hatası oldu.

Saray’ın Özel’e mesajı açıktı:

“Seni Taksim’e sokmam ama sen görüşmek istedin diye parti binamda kabul ederim.”

Türkiye’nin birinci partisinin genel başkanının bu duruma düşme hakkı yoktu, ne yazık ki düştü. Erdoğan da böylece bir ay içinde yenilgisini dengelemeye başlamış oldu.

Özel’in görüşmeden önce Erdoğan’a neler söyleyeceğini açıklamış olmasına rağmen görüşme sonrası ne söylediğini kapıda bekleyen gazetecilere açıklamaması, ardından CHP’nin basına “Görüşme verimli geçti, mesafe alınacak” mesajı vermesi, belki acemilik olarak yorumlanabilir ancak CHP yöneticilerinin görüşmeyi büyük başarı gibi propaganda etmesi, 31 Mart sonucuna haksızlıktır.

“Erdoğan’ın doğurduğu sorunların Erdoğan’a anlatılmasını” başarı sanmak ve “anlatıldı” diye çözüleceğini ummak, en hafifinden siyasi saflıktır. Erdoğan’ın doğurduğu sorunlar, Erdoğan’a anlatılarak çözülebilseydi çoktan çözülürdü. Siyasette çözüm aracı kuvvettir, kuvveti doğru kullanabilmektir; sorunlar, hele de sorunun kaynağıyla konuşarak değil, kuvvetli eylemle çözülür. Zaten siyaset kuvvet toplama ve o kuvveti kullanma sanatıdır.

                                                    /././

1 Mayıs bal gibi solcu bayramıdır (Miyase İlknur)

Her yıl olduğu gibi bu yıl da 1 Mayıs öncesi Taksim Meydanı’nda kutlama yapılıp yapılmayacağı tartışması yaşandı. Hükümet beklendiği üzere “Taksim”i yine 1 Mayıs kutlamalarına kapattı.

Yeri geldiğinde “1 Mayıs kutlamaları için Taksim’i 1977’den sonra ilk kez Erdoğan açtı” diye böbürlenen AKP ve yandaş medyası, ne oldu da kapattığını söylemiyor bir türlü. Biz söyleyelim o halde: Gezi travması.

Bu yıl da Taksim’in işçilere kapatılmasına kimse şaşırmadı. Ancak şaşırdığımız DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDB’nin günler öncesinden “1 Mayıs’ta Taksim’deyiz” açıklaması yapıp sonradan vazgeçmesiydi. CHP’nin de “Mademki örgütler yürümekten vazgeçti, biz de saygı duyuyoruz” deyip alanda basın açıklamasıyla yetinmesiydi.

Evet iktidar şimdiye kadar görülmedik bir polis gücü ile yolları kapatmış; bırakın Taksim’i, İstanbul’un bütün ana arterlerinde barikatlar kurmuş; toplu taşıma seferlerini bile durdurmuştu.

İstanbul Valiliği’nin bu önlemleri alacağı beklenmeyen bir durum muydu?

Hayır, pekâlâ bekleniyordu.

O zaman insanlara “Ne pahasına olursa olsun Taksim’e yürüyeceğiz” demenin manası nedir?

Saraçhane ya da başka bir meydanda bir kutlama programı yapılır, herkes de o programa destek verir, kimse bu durumu eleştiri konusu yapmazdı.

Sonradan yapılan açıklamalarda “Taksim’e yürümek istedik ama işçilerle güvenlik görevlileri arasında çatışma çıkmasına gönlümüz razı olmadı” türünden açıklamalar zevahiri kurtarmıyor.

Kimse sizden gidip polisle çatışmanızı istemiyor zaten. Ama hiç olmazsa barikata kadar yürüyüp barikatların önünde bir oturma eylemi yapsaydınız.

Oraya kadar yürünmesi halinde, hele de başlarında CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bulunduğu bir korteje polisin nasıl bir tavır alacağını gitmeden bilemezsiniz. Buna da “E biz öncesinde polis amirlerine sorduk. Onlar gelirseniz size engel oluruz, dediler” argümanı da ikna edici olamaz.

Elbette öyle diyecekler. Ama dediğim gibi sendikaların genel başkanları, seçimden birinci çıkmış CHP’nin genel başkanı, belediye başkanlarının olduğu bir korteji kimse durduramazdı. Durdurmaları halinde de dediğimiz gibi en azından orada akşama kadar yapılacak bir oturma eylemi ile dünya kamuoyunda Türkiye’nin hak ve özgürlükler konusundaki durumunu gözler önüne sererdi. Ama olmadı. Korkarım bundan sonra herhangi bir eyleme çağrı yapıldığında arkalarından yürüyecek birileri olmaz.

TAKSİM’İN ANLAMINI ÖNEMSİZ KILMA ÇABALARI

Bu yıl yeni bir söylem peydah oldu. Taksim Meydanı’nı ve 1 Mayıs’ın anlamını tahrif etme. Taksim Meydanı’nda kutlama yapmak şart mıymış, bu Taksim aşkı neyin nesiymiş? Yok efendim kalabalıkta yürüyenlerin hepsi işçi miymiş, yok 1 Mayıs solcu bayramı mıymış?

Evet kardeşim 1 Mayıs bal gibi solcu bayramıdır. Sınıf mücadelesine inanmayanların, emek sömürüsüne karşı çıkmayanların 1 Mayıs kutlamalarında işi ne?

Bu değerleri içselleştirmiş kişilere de siyasi literatürde solcu denir.

1 Mayıs kutlamalarına ille de işçiler katılacak diye bir şey yok. Emeğin sömürüsüne karşı çıkan herkes o meydanda yerini alır. Ha, her 1 Mayıs’ta ortalığı yakıp yıkan, şiddete başvuran goşistleri kastediyorsanız eğer, bunu önlemenin yolu Taksim yasağını kaldırmaktır. Taksim’de hangi kutlamada bu grupların taşkınlığına izin verildi.

Taksim’in işçi sınıfı ve sol kesim için elbette simgesel bir anlamı var. Bunu yadırgayanların aklına şaşarım. Kontrgerillanın katlettiği 37 canı da 1 Mayıs vesilesi ile anmaktır amaç.

Rusya’da 1905 yılında yaşanan “Kanlı Pazar” ile Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği Uritski Meydanı nasıl bir öneme sahipse bizim için de Taksim öyledir.

                                                       /././

Kadir Mısıroğlu ölmedi yaşıyor! (Murat Ağırel)

Milli Eğitim Bakanlığı, tüm öğretim kademelerindeki zorunlu derslere ait “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” yeni müfredat programını açıkladı.

Nedense kamuoyunda çok tartışılmadı. Halbuki bakanlık müfredatı resmen açıklamadan önce taslağını da açıklamıştı.

Yeni müfredat ile birlikte en tartışılan konu “integral”in kaldırılması oldu fakat aslında ortaöğretimde artan bir dincileşme ve Avrupa standartlarından uzaklaşma yaşanıyor. Yazıyı hazırlamadan önce bu konuyu inceleyen isimlerle ve öğretmenlerle konuştum. Aslında işin kültürel değerlerin yükseltilmesi ve PISA değerlerinde Türkiye’nin notunu yükseltmek amacıyla yapıldığı savunuluyor. Fakat AKP iktidarı en başarısız olduğu milli eğitim alanında her zaman olduğu gibi tarikatlarla, cemaatlerle kol kola olmasının etkisini yeni müfredatta da göstermiş durumda.

Özetle “Kadir Mısıroğlu” kafasıyla hazırlanmış bir müfredatla karşı karşıyayız.

Mesela önceki programda, “kuruluş-yükselme-duraklama-gerileme” ve “dağılma” olmak üzere beş ana başlık altında incelenen Osmanlı Devleti’nin tarihi, yeni programda değiştirildi. Osmanlı’nın “dağılma” döneminin anlatıldığı ünitenin adı, “Savaşlar Sarmalında Osmanlı” olarak düzeltildi.

Osmanlı’nın duraklama dönemi ise “Dönüşüm Sürecinde Osmanlı” başlığı altında anlatıldı. Dahası “Osmanlı Devleti’nin bir cihan devleti haline gelmesinde etkili olan politikalara, değişen dünya dengeleri karşısında Osmanlı Devleti’nin uygulamaya koyduğu yeniliklere ve Osmanlı kültür ve medeniyetine” değinileceği bildirildi.

Burada dikkat çeken bir anlayış değişikliği var. Müfredatta Türk tarihi ile İslam tarihi artık eşanlamlı hale getirilmiş durumda.

Türklüğün tarihiyle İslam tarihi eşdeğer bir anlama yüklenmiş gözüküyor. Müfredatta ne antik Türk tarihi ne Türk mitolojisi ne de İslamiyet öncesi Türk kültürü önemseniyor. Öyle ki tarih öğretim programında, “Anadolu’da kurulan ilk Türk beyliklerinin Anadolu’nun Türkleşmesindeki etkisi” yorumlanırken yeni programda, “Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasındaki etkisi” öğretiliyor. Boşuna Kadir Mısıroğlu kafası demedim...

Örgün eğitim dokuzuncu sınıf öğrencilerine okutulan temel dini bilgiler dersinde ise “öğrencilerden günlük hayatlarında Allah ile nasıl bir ilişki kurduklarına dair örnekler” vermeleri de ödev konusu oldu. Daha ilginci var. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersinde eğitimcilere, “Öğrencilerden yakın dönemde Türkiye’de bilim, teknoloji, kültür, eğitim ve spor alanlarında meydana gelen gelişmelerden birine ilişkin basit düzeyde bir araştırma yapmaları ve ulaştıkları sonuçları rapor olarak sunmaları istenebilir” önerisinde bulunuyor. Bu değişim aklıma Ödön von Horváth’ın “Tanrısız Gençlik” kitabını aklıma getirdi. Kitapta, Nazi eğitim sisteminde bir ortaokul öğrencisinin ödevinde “Siyahlar da insandır” dediği için ailesiyle birlikte nasıl toplumdan soyutlandığını, şiddet gördüğü anlatılıyor. Öğrencilerden yaşanan gelişmelere dair “rapor” istenmesi bu anlamda tüylerimi diken diken etti. Eskiden kompozisyon ödevlerimiz olurdu. Basit günlük gelişmelerden çok edebiyat, şiir ve sanat alanında bir şey yazmamız istenirdi.

Ama gelin görün ki fen bilimleri dersinde bile “canlılar ile evrenin oluşumu” konusuna atıf yapılan paragrafta sure ve ayetlere yer verilecek artık. Çünkü eğitim sistemimizde artık evrenin kurucusunun “Allah” olduğu fikri bilimin temeline yerleştiriliyor.

Dahası temel eğitim 12’nci sınıf din dersi programına “cihat” kavramı da girdi. Programda, “İslam ve barış konusu” ele alınırken “cihat” kavramına yer verilmesi gerektiği ifade edildi. Programda, “Cihadın Çanakkale Muharebeleri, Milli Mücadele süreci ve 15 Temmuz’da olduğu gibi barışı sağlama ve vatanı savunmadaki rolüne vurgu yapılır” dendi.

ATATÜRK'ÜN ÇIKARILAN İFADELERİ

Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili yazılan ve eski müfredat programında yer almasına karşın yeni müfredattan çıkarılan ifadeleri vererek yazımı sonlandırıyorum. Mesela Mustafa Kemal Paşa ve diğer önemli şahsiyetlerin cephelerdeki görev ve başarıları çeşitli alıntılar üzerinden ele alınırdı, artık olmayacak. Sakarya Meydan Savaşı’nın kazanılmasında ve Büyük Taarruz’un başarılı olmasında Mustafa Kemal’in rolüne ilişkin çıkarımlarda bulunulurdu, artık olmayacak. Atatürk’ün Türk milletine bıraktığı eserlerinden örnekler verilirdi, artık olmayacak. Boşuna demedim Kadir Mısıroğlu kafasıyla hazırlanmış diye. O ve onun kafasında canlanan “fikirler” zaten iktidarda.

AKP iktidarı gördü ki imam hatiplerin sayısını artırarak “dindar ve kindar” bir nesil yetiştiremiyor. Bütün eğitim sistemini ve bütün okulları imam hatipleştirme operasyonuna başladı. Büyük ihtimal bu son hamle de gençlerde Atatürk’e olan bağlılığın ve onun akıl ilkelerinin çağdaş dünyaya ne kadar uyduğunun farkındalığını artıracaktır.  

                                                    /././

Karanlığın aydınlık korkusu...(Şükran Soner)

Saray’ın, Kanlı 1 Mayıs’la ülkemizin örgütlü işçi sınıfı için değil sadece, tüm çalışanları, Aydınlanmacıları için simge olmuş Taksim’i kapatma inadı ile yaşananlar kuşkusuz tarihe kazınmış olacak.

Kırk binlerle sayılan güvenlik güçlerinin bir tam günün çok üstünde süreçlerde sokaklarda nöbette tutulmalarının bedelinin bile kuşaktan kuşağa olumlu aktarılmayacağını, zaman zaman kulaklarımla tanıklık ettiğim aralarındaki söylemlerden gözlemleyebiliyorum. Yasal bayram gününün, sokağa eylemleri için inanarak çıkmışlarını sayamadan bile, sadece bir yerlerden bir yerlere gidebilmeye çalışan, acil sorunları olanlar için dahi nasıl karabasana çevrildiğini sayısız örnekleriyle de yüzleşmiş olarak yüz binleri aşmış olduğunu düşünebiliyorum.

Hani DİSK ile CHP’nin sorumluluğunda çok sayıda örgütlülüğün çaba gösterdikleri girişimler çok öncesinden başlanmış olarak aralıksız sürdürülmüş olmasına karşın gelebilen kitlenin Bizans sarnıçları ile Yenikapı arasında saatlerce tutulmak zorunda bırakıldıkları gelişmeler yaşandı ya. Gerçeğinde her bir geçiş kapısının içine bir panzer yerleştirilmiş olarak en azından bir saat kadar yaşanan basınçlı gaz ile su püskürtülerek kitlenin dağılması saldırısı sürdürüldü ya... İşte elektrik de verilebilecek, dikenli tellerle de sarılmış Mimar Sinan tarafından yeniden onarılmış tarihi sarnıçların bu halinin görüntüsü, tarihe kapak olarak şimdiden kazındı bile.

                                                  ***

Kimileri en profesyonel, kimileri en amatörce ellerden çekilmiş açıları ile kim bilir o günün içinde günümüz teknolojisi sayesinde dünya çapında ne kadar çok sitenin kapağına yerleşti bile. Zorlu bir yolculuk sonrası gözlemlerimi yazmadan öncesinden, raylı sistemle akşamın geç saatlerinde evime varana kadar, uzaktan ne kadar çok, yaygın olarak ekranlara yansımış olduğu dikkatimi çekmişti. Sonrasında birkaç Saray’ın buyruğu dışında kalabilen televizyon kanallarına da kapak oldu. Yıllarla İstanbul’da yaşıyor olarak sarnıçları hiç görmemiş, en azından geçmiş tarihteki anlamından habersizlerimiz bile anıt değerlerinin üzerine, 1 Mayıs yasakları, “karanlığın aydınlık korkusu”nun simgesi olarak da bu fotoğraf kareleri ile kuşaktan kuşağa aktarılacağını öğreniverdiler...

                                                 ***

Yaşayarak, günler, dahası saatler içinde yeni yaşananlarla gündemimizin nasıl hızla değişir gibi olduğuna tanıklık ediyoruz. İster dünya çapında iletişim teknolojisinin ilerlemesine bağlayın, isterse giderek zorlaşan yaşam koşullarımızın zorlamaları ile yaşamımıza giren, ne yazık ki çok ağırlıklı olumsuz gelişmelerin kaçınılmaz sonuçları olarak değerlendirin. Canımızı yakanların ağırlıkları hiç şaşmıyor. Hızlı yoksullaşmamıza ilişkin gelişmelerin ardı arkası kesilmiyor.

Dün yine ilgili kurumların aylık fiyat artışları ile yıllık ortalamalarının açıklanması günüydü. Göreceli her gün değişen yükselen, kimi yerlerde etiket yetiştirilemeyen yeni zamları yansıtmadıklarının sokaktan gelen yakınmaları, kanıtları bir yana. Göreceli daha gerçekçi istatistiklerden kimileri de paylaşılıyor olarak, öncelikli Saray denetimindeki resmi istatistiğin bile yükselişi saklayamadığının altı çiziliyordu.

Sözün özü, haksız, hukuksuz, kirli, karanlık ittifakların eklemlenmeleri ile geldiğimiz bu zaman dilimi içinde, olumsuz yaşamları karabasana çevirmiş sonuçlarını kapatabilmenin bir çıkış yolunun kalmadığı apaçık ortada. Emekçilerin “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganı kulakları çınlatıyor.

(Cumhuriyet)

3 Mayıs 2024 Cuma

MEB’in ‘Maarif’ taslağı: Necip Fazıl’ın ‘çifte kanat’ metaforu geçerli mi? Hangi kanat eksik, din mi, akıl mı, bilim mi? - Adnan Gümüş / EVRENSEL

 

-Kuş niye uçamıyor?

-Çünkü bir kanadı kırık.

-Hangi kanadı kırık, sağ mı sol mu?

-Ruhu kırık?

-Ruh kanat mı?

-Gaibi; akıl bilim mantık felsefe anlamaz!

Böyle bir diyalogdan, esası “monist/totaliter” olan ama onu bile dillendirebilmek için ancak karşıtlaştırmaya başvuran, yani “ruhu [Ruhun spiritualin maneviyatın indirgendiği dini]” ancak “beden [bilim felsefe maddiyat]” karşıtlaştırması ile ifade edebilen bir anlayış/metafordan hareketle “erdemli ve yetkin” bir taslak oluşturulabilir mi acaba? Kaldı ki tin/zihin de bilgi bilim felsefe ile mi gelişiyor, dinle mi?

Felsefe sanat bilim duyguları etiği ahlakı vicdanı bilinçli eylemi dışlıyor mu, duyguları, bilinci, tini, insanlığı indirgeyen ne kim?

OSMANLI VE AKP’DE FAZLA OLAN NE, EKSİK BOYUTLAR NE? DİN TARİKAT MEDRESE Mİ EKSİK, YOKSA BİLİM FELSEFE ÜNİVERSİTE Mİ?

MEB’in “beden/maddiyat/bilim” ve “ruh/din/karakter” çifte kanat iddiası ve bu kanatlardan Osmanlı ve Türkiye’de “ruh/din/mille/milli” kanadın eksik kaldığı, “maarif taslağı”nın bu eksik kalan “din/mille/milli değerleri” tamamlamayı esas alan Milli Görüşçü dinci “erdem-değer-eylem” modeli kendi ana savlarında doğru tespitlerle başlıyor mu acaba?

Osmanlı ve Türkiye kendine üstünlük kuran Batı dünyasının “ileri” olmadığını, Osmanlı ve nüfusu Müslüman ağırlıklı ülkelerin geride kaldığını reddedemiyor ama bunun sebebiyle yüzleşirken işi ters yüz etmeye kalkıyor, işi safsataya vardırıyor.

ÇİFTE KANAT METAFORUNUN HZ. ÖMER’DEN BU YANA BİN 400, GAZALİ’DEN BU YANA BİN YILI

Hz. Ömer’in kütüphaneleri yaktırıp yaktırmadığı ayrı bir tartışma konusu ama her şey zaten bizim kitabımızda var, diğerleri mühim değil veya en azından birincil değil anlayışı Sami dinlerinde temel anlayışı oluşturuyor maalesef.

Gazali, Necip Fazıl, Milli Görüş, AKP, MEB’in “maarif taslağı” bu sayıltı üzerine kurulu, “çifte kanat” metaforu ve ondan da dini/nakli olan esas, akli ilimlerin konusu, “hikmeti” yolu yöntemi sınırlı.

İmam Gazali: Gaibi (tanrıyı, spiritüali, dini sünneti), gaibin anlamını akıl bilemez, bu kalp/gönül işidir dediğinde ilk kısmı doğru ikinci kısmı yanlış tespitti.

Necip Fazıl: Batı’nın aklı tefekkürü var, Müslümanın tarikatı tasavvufu (Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu) derken Batı’nın aklı olduğu doğru tespitti, tasavvufun da diğer kanadı oluşturduğu yanlış tespitti.

Milli Görüş, AKP, MEB: Kimlik kişilik erdem ahlak “erdem-değer-eylem” modeli kök değerleri gaibe dayandırıp çözümün de dinde tasavvufta olduğunu varsaymaktadır. Gazali’nin ve Necip Fazıl’ın iddialarının doğru taraflarını tümden göz ardı edip yanlış taraflarının tek doğru ve çözüm olduğunu kabul etmektedir.

Yani Türkiye’de İslamcılar ve MEB’in “maarif modeli” doğru tespitleri de görmezden gelerek hem Gazali’nin hem de Necip Fazıl’ın sadece yanlış taraflarının doğru olduğu saplantısında. Yani yarı doğru yarı yanlışların sadece yanlış tarafları “2023 Eğitim Vizyonu” ve şimdi de “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”nin temel sayıltısı haline gelmiş bulunuyor.

Tartışmanın daha güncel kökleri Ernest Renan, Cemaleddin Afgani, Namık Kemal arasında geçiyor.

ERNEST RENAN: OSMANLI 10-12 YAŞINDA ÇOCUKLARIN BEYNİNİ DİN İLE KİLİTLİYOR, BİR DAHA AKIL, BİLİM, FELSEFE YAPAMAZ HALE GETİRİYOR

Ernest Renan 1883 martında Sorbonne’da “İslamlık ve Bilim” başlıklı konferans veriyor. Bu konferanstaki ana savı, İslamlık birinci döneminde, özellikle Fars bilim felsefesi ve onun dayandığı Antik Yunan felsefesinden ve İran ve Harran vb. daha önceki bilim felsefe gelişmelerinden hareketle, özellikle “aklı/mantığı” ölçü kabul ettiği, dini referanslara başvurmadığı ilk dönemde Arapça dilinde felsefe yaptı ancak ikinci dönemi, akıl rasyonellik yerine dini normlara başvurmaya başladığı dönemde felsefe ve bilimden koptu, filozofları, düşünceyi zındıklık saydı, cezalandırdı, linç etti. Dahası öyle bir terbiye sistemi oluşturdu ki, 10-12 yaşlarında dünyada tek doğrunun kendi dini olduğu kabulüyle, çocukları din üzerinden tüm diğer bilim ve felsefe düşüncelerine, dünyaya kapalı hale getiriyor, onları bir daha özgür düşünemez, bilim felsefe yapamaz hale getiriyordu.

Bu konferansa aynı zamanda tanışık olduğu Cemaleddin Afgani yanıt veriyor, Renan da onu yanıtlıyor, rasyonel düşünmenin neden yakalanamadığını, Müslümanlar arasında da bunun başarılmasına sevineceğini belirtiyor.

Renan, Afgani’ye verdiği yanıtı şu şekilde bitiriyor: “İslamlık, mevcudiyetinin ilk yarısında Müslüman topraklarında bilim hareketinin meydana gelmesine mani olmadı; -mevcudiyetinin ikinci yarısında, kendi bağrında bilim hareketini boğdu, ve bu onun felaketine sebep oldu.”

NAMIK KEMAL’İN RENAN’IN BİLDİRİSİNE YANITI ‘RENAN MÜDAFAANAMESİ: İSLAMİYET VE MAARİF’: BATI SKOLASTİĞİ ÇOK KÖTÜLÜK ETTİ

Afgani gibi Namık Kemal de Renan’a bir reddiye yazıyor.

Afgani ve Namık Kemal, Renan’a yanıt verirken, Batı Hristiyan skolastiğinin çok daha katı dogmatik dışlayıcı olduğunu anlatıyorlardı.

Afgani de Namık Kemal de Batı skolastiğinin ne kadar kötülük yaptığını anlatırken aslında sadece E. Renan’ın tezini doğrulamış oluyorlardı: Din teokrasi skolastik sonuçta bilim ve felsefenin gelişimine uygun değil, zaman ve enerji kaybına yol açıyor.

Ama Osmanlı ve Müslümanlar için Hristiyanlar aydınlanma ve endüstrileşmeyi çıkarabildiyseler Osmanlı da başarabilir çıkarımları doğru olmakla birlikte “Osmanlı da İslam ile/medrese ile başarır” çıkarımları hatalıydı.

Renan biz skolastiği katedralleri, manastırları aşarak bunu başardık, Osmanlı bunu yapmıyor, aksine daha çok bağnazlaşıyor, çocuklara din telkininden başka bir şey vermiyor, dolayısıyla aydınlanmayı, özgür düşünmeyi ıskalıyor diyordu. Yoksa Osmanlı akıl ve bilimde ilerleyemez demiyordu, aksine bu kafayla ilerleyemez, bizim yaptığımızı yapmazsa ilerleyemez diyordu.

Afgani ve Namık Kemal ise Batı din içinde kalarak bunları başardıysa, biz de din içinde kalarak başarırız, diyorlardı. Yani Renan’ı dini aşamazsanız bunları başaramazsınız tezindeki şart olan koşulu tersine çevirerek din savunusuna giriyorlardı. Hataları Skolastik Dönem “Batı”sı bizden daha dindardı yargısını modern bilim ve yöntemlerin ağırlık kazanmaya başladığı aydınlanma dönemi için de varsaymaları idi.

OSMANLI VE TÜRKİYE DİNDEN, HANEDANLIKTAN UZAKLAŞTIĞI İÇİN DEĞİL AKSİNE DİNCİLİK TARİKATÇILIK DAYATMASI YAPTIĞINDA GERİ KALIYOR

MEB’in “İslamiyet ve maarif” sayıltısı da 150 yıl sonra yine aynı noktalara kilitlenmiş bulunuyor, Sünnilik/dine dönülürse ilerleme yakalanacak, iyi güzel bir toplum yakalanacak, bunun için önce dini/milli karakter aşılanmalı.

Elbette zor bir soru ama uygarlık tarihi toplumların belli bir inanç dayatması ile karşı karşıya kaldığı durumlarda özgür düşüncenin gelişemediğini, böyle toplumlarda yenilik ve buluşların çok sınırlı kaldığını; özgür düşüncenin yani akıl ve iradenin görece daha serbest olduğu toplumlarda ise yeni fikir ve buluşların daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bir toplum ne kadar katı inançlara yönelirse kendini yenileyebilmesi, gelişmelere uyarlanabilmesi, taşıyıcılık yapabilmesi de o kadar zorlaşmaktadır.

DİNDEN, GELENEKTEN ÖDÜN VERMEDEN YENİ FİKİRLER VE İLERLEME OLMAZ, TEKNOLOJİK YENİLİKLER DE DAHİL


MEB taslağın “bütüncül” bir bakışa oturduğunu iddia ediyor ama bunun ancak ortak dini kimlikle sağlanabileceğini varsayıyor, dahası din ve gelenekte hiçbir dönüşüm yapmadan teknikte ilerleyebileceğini sanıyor veya sayıltıyor.

Her teknik gelişme de o topluluğun yapış ve yaşam tarzının az çok başka bir hale geçmesidir, yani sadece fikirler düşünceler değil teknik de yaşamın ve anlayışın değişmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla daha fazla din gelenekle geleceğin yakalanması mümkün değildir.

DEĞİŞEN DÜNYADA DİN VE GELENEĞİN KENDİSİ DE DİNCİLİK GELENEKCİLİK YAPILARAK KURTARILAMAZ

Gelecek zaten din gelenekten bir şey vermeden sağlanamaz, bu savdan daha ötesi ilerlemeden tümden vazgeçsek bile, bunu göze alsak bile, din ve gelenek içinde kalarak din ve gelenek de kurtarılamaz.

İslam yaşar veya yaşamaz, Müslüman kalmazsa o din de yaşamaz, Müslümanların hayatta kalabilmesi, uygarlıklar gelişirken Müslümanların da varlık gösterebilmesi ancak akıl ve bilimle, sanatla felsefeyle mümkün olacaktır.

Bugün Hristiyanlık 500 yıl öncesinden daha yaygınsa ve Hristiyan toplumlar ne kadar sekülerleşse de hâlâ yaygın olarak varlığını koruyorsa dinden uzaklaşmakla suçladığı, günahkarlıkla suçladığı astronomiyle, fizikle, kimyayla, bilim teknoloji ile dünyaya yayıldı, hakim oldu.

Hristiyanlık bilimi desteklemedi, bilim ve felsefe de Hristiyanlığı örseledi ama yine de bu Hristiyanlığın daha yayılmasına doğrudan dolaylı vesile oldu. Nüfus çoğunluğu Hristiyan olan toplumlarda Hristiyanlık pek haz etmediği aydınlanmadan avantaj elde etti.

MÜSLÜMANLAR DA KURTULACAKSA DİN TASAVVUF İLE DEĞİL BUNLARI ZAYIFLATSA DA BİLİM, FELSEFE, SANAT İLE KURTULACAK

Neyin ipine sarılacağız? Gazali de, N. Kemal de, N. Fazıl da mantık, matematik, bilim, felsefenin ancak akılda mantıkta bilimde felsefede sanatta daha derinleşmeyle ilerlediğini kabul ediyorlar, buna aykırı bir savda bulunmuyorlar.

Tüm bunlarla fazla iştigal etmenin dini imanı zayıflattığını da kabul ediyorlar ki bu da doğru bir tespit sayılır.

Aklın, ilmin, bilimin dine, Tanrıya nötr olduğunu, gaip varsa bile, onu akılla bilimle bilemeyeceğimiz konusunda da hemfikirler (Akıl belki ilk varlık/zorunlu varlık olmalı der ama yine de gaibin var olup olmadığını ve varsa bile onun ne tür bir varlık olduğunu söyleyemez).

Bu doğru görülere rağmen dönüp dolaşıp bilim, felsefe, teknoloji, sanatta ilerlemenin dinle sağlanabileceğini söylemek saplantılı bir sayıltıdan ibarettir.

Eğer bilimde matematikte sanatta felsefede teknolojide ilerlemek istiyorsak bunlara sarılmalıyız; tarihsel deneyim de akıl mantık da bunu söylüyor.

Ayrıca tinin, zihnin, sağduyunun, bilincin ilerlemesi de bilimle felsefeyle sanatla doğrudan ilgili bulunuyor. Geçmiş düşünce ve gelenekler de ancak yeniye uyarlanıyor, onun içinde barınabiliyorsa sürüyor. Yoksa dünya ölü dinler ve inançlarla dolu bulunuyor. İdealler, özlemler, umutlar bile değişim dönüşüm geçiriyor.

PSİKOLOJİ, SOSYOLOJİ DERSİ OLMAYAN BİR LİSE MÜFREDATI OLMAZ

Öncelikle işin ana sayıltıları, ana felsefesinin düzeltilmesi, sonra da haftalık ders programlarından başlanması gerekiyor.

Büyük laflarla safsata işi kurtarmıyor. Psikoloji, sosyoloji, mantık dersinin ortak olmadığı bir lise bile işin ne kadar sığ ve saplantılı olduğunu göstermeye yeter artar. İnsanı ve kendini, toplumu ve insanlığı tanımayan bilmeyen bir kişi ne kadar erdeme ne kadar değer bilincine sahip olabilir?

SÖZÜN ÖZÜ: MEB’İN/AKP’NİN TARİH, ERDEM, DEĞER ANLAYIŞI EKSİK VE HATALI, BUNDAN HAREKETLE HAZIRLANACAK EĞİTİM PROGRAMLARI DA HATALI OLACAKTIR

Fikri, ana sayıltıları hatalı ise zikri, pratiği de hatalı olacaktır. Gazali’den, Nakli-Akli İlimler ayrımından, Namık Kemal’den Necip Fazıl’a “çifte kanat” metaforu pek çok bakımdan hatalı bir metafor, altı üstü bir metafor. MEB’in milli/dini “erdem-değer-eylem” modeli de hatalı sayıltılar üzerine bina edilmiş durumda.

Osmanlı’nın ihtiyacı daha fazla din tarikat medrese değildi, güncel olarak da o değil, bunlar fazlasıyla sürdürülüyor, okul dışı yaşamda zaten din ve gelenekler fazlasıyla sürdürülüyor.

Okullarda, eğitimde, toplumda esas eksik olan ise bilim felsefe sanattır; tini de dünyayı da kurtaracaksak eksikliğini yaşadığımız bilim felsefe sanata; sosyolojiyle psikolojiyle antropolojiyle bilimlerle felsefi olarak temellendirilebilecek ideallere, değerlere ve etiğe; bilgili bilinçli sağduyulu kuşaklar yetiştirmeye, böyle bir teori-pratik bütünlüğüne yönelmeliyiz.

Adnan Gümüş / EVRENSEL